Ferhan Baran

(Film Eleştirileri, Sinema Yazıları)
İstanbul doğumlu. Saint Joseph Fransız Erkek Lisesi’nin ardından Boğaziçi Üniversitesi İdari Bilimler Fakültesi İşletme Bölümü’nde eğitim gördü. Aynı fakültede tamamladığı Yüksek Lisans eğitimini, ‘Movie Going Patterns’ başlıklı Master tezi ile … Devamı…»

*****

Dardenne Kardeşlerin Öfkeli Çığlığı

Jean-Pierre Dardenne ve Luc Dardenne kardeşlerin son filmi ‘Tori ve Lokita’ siyahi bir genç kızın endişeli donuk yakın planı ile açılıyor. Batı Afrika’nın Fransız sömürgesinden ya da şimdiki adıyla Benin’den kaçıp Belçika’nın Liège kentine kapağı atmış olan Lokita, reşit olma yaşına yaklaşmanın gerginliği içinde ‘Göç İdaresi’ görevlisinin sorularını yanıtlamaktadır. Lokita’nın oturma izni alabilmesi, bir göçmen yerleştirme merkezinde birlikte kaldığı 12 yaşındaki Tori’nin kardeşi olduğuna görevliyi ikna etmesine bağlıdır. Geldikleri ülkenin geleneklerine göre annesi doğum sırasında hayatını kaybettiği için büyücülükle suçlanarak yetimhaneye verilmiş ve kötü muameleden geçmiş Tori’ye izin vardır, ancak vakti geldiğinde Lokita’nın ülkesine geri gönderilmesi an meselesidir. Ne var ki Tori, Lokita’nın gerçek kardeşi değildir. Göçmen teknesinde azgın suların ortasında birbirlerine kucak açmış, karaya ayak bastıkları Sicilya’dan Belçika’ya insan kaçakçıları aracılığı ile ulaşmışlardır. Kameranın sabit kaldığı 3 dakikalık sorgu sekansında Tori’nin kardeşi olduğuna ikna için çabalar Lokita. Tek isteği kağıtlarını aldıktan sonra kardeşten öte bellediği küçük Tori ile birlikte bir eve çıkmak, o eğitimini sürdürürken kendisi hizmetçilik yaparak onurlu bir yaşam sürdürebilmektir.

Onurlu diyorum çünkü ikili halihazırda baskı ve tehdit altında yaşamaktadır. Bir yandan, İtalyan pizzacının alt katında uyuşturucu pazarlayan ve Lokita’yı taciz etmekten geri durmayan Betim’in torbacılığını yaparlar. Öte yandan, onları buraya getiren Afrikalı insan kaçakçılarının bitmez tükenmez avantalarına yetişmeye çalışırlar. Arnavut mafyası ile çalışan Betim, çok gizli bir haşhaş üretim deposunda tek başına hiç dışarı çıkmadan 3 ay süreyle çalışması karşılığında genç kıza sahte oturma izni belgesi vadeder. Bu teklifi çaresizce kabûl ederler. Ancak, uzunca bir süre birbirlerinden ayrı kalmak zorunda olacakları süreçte işlerin yolunda gitmesini ne kadar arzu etsek de mutlu son hiç de olası değildir.

Geçtiğimiz yıl Cannes Film Festivali’nin 75. Yılı özel ödülünü almış olan Dardenne kardeşlerin göçmen sorununa el attıkları en sert filmleri ‘Tori ve Lokita’. Ana karakterlerin iki savunmasız çocuk olması öfkelerinin daha da güçlü bir çığlığa dönüşünün nedeni belli ki. İki çaresizin İtalya’da kaldıkları süreçte öğrendikleri tekerlemeli çocuk şarkısı (Alla Fiera dell’est..) film boyunca tekrarlandıkça yürek burkuyor. Ya da Tori’nin uykuya dalmadan Lokita’nın ona söylediği kendi dillerindeki ninniye ne demeli. Lakin Dardenne’lerin sinemasında duygu sömürüsüne yer yok. Hatta dur durak bilmeyen bir kamera çalışmasıyla sınırı zorlayan tür sineması kalıplarına da yüz vermiyorlar. Onların derdi finaldeki duygulu mesaj ile soğumuş kalplere seslenebilmek. Yoksulluğa ve yalnızlığa terkedilmiş, kamu görevlisinden insan kaçakçılarına güçlünün güçsüzü ezdiği bu acımasız dünyada yalnız ve yoksul çocukların seslerini duyurmak tek dertleri. Usta sinemacıların büyük keşifleri olan Pablo Schuls (Tori) ve Joely Mbundu’nun (Lokita) üstün yorumlarıyla yürekleri daha bir acıtan yılın gösterime giren en iyi filmlerinden birine dönüşüyor kardeşlerin öyküsü. Kaçırmamaya çalışın.

(02 Haziran 2023)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

*****

Örümcek Kulübüne Hoş Geldiniz

Örümcek-Adam animasyon serisinin ilki büyük beğeni ile karşılanmış ve uzun metraj canlandırma kategorisinde Oscar dahil 80 küsur ödülle kucaklaşmış olan devam filmi ‘Örümcek-Adam: Örümcek Evrenine Geçiş / Spider-Man: Across the Spider-Verse’ dış sesin ‘Bu sefer farklı bir şey yapalım’ sözleriyle açılıyor. ‘Hayat ona sert vurdu, tek ona değil tabii. Sonra yalnız kaldı, bir tek o değil tabii’ diye devam ediyor. Gerisini bildiğimizi sanıyor muşuz ama bilmiyor muşuz! Serinin bu defa değişen üçlü yönetmen ekibi (Joaquim Dos Santos, Kemp Powers ve Justin K. Thompson) ile büyük emek vermiş animasyon takımı, kuşaklar boyu hayranlarını peşinden sürüklemiş Marvel aleminin bu en duygusal, en kırılgan süper kahramanı hakkında söylenecek yeni şeylerin olduğunu dış ses aracılığı ile böyle haberliyor.

Aslına çok daha uyumlu bir biçimde çizgi karakter olarak karşımıza çıkmasıyla birlikte hem öykü çeşitliliğinin hem de görselliğin çıtasını yükselten ilk filmde (Örümcek-Adam: Örümcek Evreninde / Spider-Man: Inside the Spider-Verse) bunun başarılı bir örneğini izlemiştik. Serinin ikinci bölümü görsellik ve hikâye anlatımında sınırları daha da zorlayan, ilkinden de başarılı bir çalışma olmuş. İlk filmin sonunda kendi evrenine dönüş yapan örümcek kız Gwen Stacy, hem çoklu evrenin geleceğini tehdit eden (Kingpin’in sebebi olduğu) büyük çarpışmanın yaralarını sarmaya hem de dünyamızın halihazırda rüştünü ispat etmiş tek örümcek adamı olan Miles Morales’i görmek için Brooklyn’e dönüş yapıyor. Alchemax’daki işini, ailesini ve yüzünü kaybeden ve bundan Miles’ı sorumlu tutan öykünün yeni kötü adamı Spot ile kapışıyorlar önce. İkili daha sonra, Miles’ın ısrarıyla, Spot’un çoklu evrende açtığı ve açmaya devam edeceğini duyurduğu geçitlerden paralel evrene süzülerek Örümcek Kulübü’ne kapağı atıyor. Rahmetli Stan Lee ile Steve Ditko’nun yaratıcısı olduğu ve yıllar içinde çoklu karakterlere dönüşen örümcek adamlar (ve de kadınlar) toplumunda Miles yalnız değildir artık. Ancak bir hayat bağı ile hepsinin yaşamı birbirine bağlıdır. Hikâye değiştiği anda paralel evrenlerdeki akışlar bozulup tüm boyutlar çökecektir. Lakin komiser babası tehdit altında bulunan Miles kalıpları yıkmaya, hikayeyi kendi istediği şekilde yazmaya kararlıdır.

Böylesine dur durak bilmeyen bir tempoya ve karakter çeşitliliğine sahip çılgın bir hikâyeyi okumak yerine izlemeye ve perdedeki coşkun enerjinin bir parçası olmaya davet ediyorum sizleri. Alabildiğine yaratıcı bir biçimde kaleme alınmış senaryosu, zekâ ürünü espriler, ince bir mizah, ayrımcılığa dair dayanılmaz bir sosyal hiciv içeriyor bu devam filmi. Dudak uçuklatan canlandırma çalışması, renkler ve gölgeler, çizgi roman karesindeki üst yazılar, çılgın detaylar, kendi kinetik gerçekliği dahilinde tüm aksiyon sekansları, duygusallıktan hiç de geri durmayan gerçek olmayan evrenin ‘çok gerçek’ anlatısına hizmet ediyor. Filmin belki de tek kusuru Brooklyn’e dönüş macerasının yarıda kesilmesi olmuş. 2 saat 20 dakikalık film çizgi roman geleneğine uygun olarak ‘Devam Edecek (To Be Continued)’ ibaresi ile noktalanıyor. Çizgi roman tutkunu olduğumuz çocukluk günlerimizde en heyecanlı yerinde kesilen maceranın devamı için bir hafta sonrasını iple çekerdik. Bu maceranın final bölümünün 29 Mart 2024’te gösterime gireceği duyuruldu. Beklemeye değer.

(01 Haziran 2023)

Ferhan Baran

ferhanbaran@gmail.com

*****

Dali Efsanesine Yüzeysel Bir Bakış

20. yüzyıl sanatının tartışmasız en önemli figürlerinden biri olan Salvador Dalí üzerine bir film izlemek kuşkusuz ilgi çekici. Picasso’dan esin almış, gerçeküstücü akımın en önemli temsilcisi olmakla kalmayıp heykel, fotoğrafçılık gibi başka alanlarda da eserler üretmiş olan 1904 doğumlu çok yönlü sanatçı, yedinci sanatın ustalarından memleketlisi Luis Buñuel ile birlikte çektiği ‘Bir Endülüs Köpeği / Un Chien Andalou’ (1929) ile avangard sinemanın en önemli örneklerinden birine de imzasını koymuştur. 1931 tarihli ‘Belleğin Azmi’ onu sürrealist ekolün en büyüğü haline getirmiştir. Dünya prömiyeri Toronto Festivali’nin kapanış filmi olarak gerçekleşen ‘Dali Diyarı / Daliland’ bu eksantrik yaratıcının 70’li yaşları ile başlıyor hikâyesine. 1974 yılında dönemin pop art çılgınlığına kapılmış New York sanat çevresinin gözbebeğidir Dalí. Ona eşliğin yanı sıra menajerlik ve hatta annelik yapmış, üzerinde derin bir hakimiyet kurmuş Gala ile birliktedir. Kış aylarını gençlik yıllarından beri yanından ayırmadığı karısı ile birlikte St. Regis Oteli’ndeki ultra lüks rezidansta geçirirler.

Kariyerinde ‘I Shot Andy Warhol’ (1996) ve 1969 yılında Sharon Tate ve dostlarını hunharca katletmiş Manson tarikatından kadınların öyküsünü anlatan ‘Charlie Says’ (1981) gibi filmler bulunan deneyimli yönetmen Mary Harron için Dali’nin 70’li yıllarına eğilmek kağıt üstünde ilginç gözüküyor. Ancak o yılların havasını solumuş olan sinemacı, dönemin yükselen pop art kültürü ve modern sanatın meta haline gelişinin zirvesinde yaşananların çılgın magazin boyutundan öteye geçemiyor yazık ki.

Dalí’nin asistanı sanat okulu mezunu genç James ile birlikte daldığımız bu göz alıcı evren çağın tüm aşırılıklarını barındırıyor. Çevresindeki genç erkekleri San Sebastian, alımlı genç kızları Ginesta diye çağıran yaşlı ressam ilerlemiş yaşında eser üretirken beslendiği cinsel enerjiyi onları sevişirken gözetleyerek depoluyor. En büyük gözdesi ‘Jesus Christ Superstar’ın başrolünü kapmış Hz. İsa görünümlü genç şarkıcı ile aşk yaşayan elektrikli yılan balığı libidosuna sahip Gala da karşısına çıkan her yakışıklı genci yatağına atmaktan geri durmuyor. Paranın su gibi aktığı partilerin finanse edilebilmesi için zengin tabakanın bir kumbara olarak gördüğü resimlerden, taş baskılardan daha daha çok üretmelidir yaşlı Dalí. Büyük şehirde sudan çıkmış balığa dönen Ohio’lu James’in en önemli görevi de disiplinli üretkenliğini arttırması için yaşlı adama göz kulak olmaktır.

Harron bütçe sorunu nedeniyle dış çekimlerde 70’li yıllar Manhattan’ına dair eski kayıtlardan yararlanma yoluna gitmiş. Telif haklarından olsa gerek Dali’nin yazının başlangıcında sözü edilen ve zaman kavramını farklı bir biçimde yorumlayan ünlü yapıtı namı diğer ‘Eriyen Saatler’ ve üstadın öteki şaheserleri de filmde yer alamamış. Buna karşılık, stüdyoda kotarılmış Dali evrenini ilginç ayrıntılar ve parlak oyunculuklar destekliyor. Filmin yapımcılığını da üstlenen -eski Gandhi- Ben Kingsley deli ve dahi ressamı, Gala’yı ise uzun zamandır perdede görmediğimiz -eski Rosa Luxembourg ya da Hannah Arendt- Barbara Sukowa canlandırıyor. Olan biteni onun yorumundan izlediğimiz James’te ise ilk sinema deneyiminde parlak bir başlangıç yapan Christopher Briney yer almış. Filmin son bölümü sanatçının bir tür inzivaya çekildiği İspanya’nın sahil kasabasında geçiyor. Geri dönüşlerde -yakında Marvel’in ‘Flash’ı olarak boy gösterecek olan- Ezra Miller sanatçının gençliğini canlandırıyor kısa süreliğine. Lakin bu sahneler de klişe birkaç cümlenin yüzeyselliğini aşamıyor.

(31 Mayıs 2023)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

*****

Cannes’da Altın Palmiyeler Sahiplerini Buldu

76. Cannes Film Festivali’nde ödüller açıklandı. İsveçli yönetmen Ruben Östlund başkanlığındaki ana jürinin kararı doğrultusunda Altın Palmiye en iyi film ödülü Fransız sinemasının yükselen isimlerinden Justine Triet’nin ‘Bir Düşüşün Anatomisi / Anatomie d’Une Chute’ filmine verildi. Kocası balkondan düşerek ölen bir kadın ile görme yetisini büyük ölçüde yitirmiş ergenlik çağındaki oğluna odaklanan film, gerilimi her an ayakta tutan ince işlenmiş senaryosu ile başarılı bir mahkeme draması olarak festivalin ilgi gören filmleri arasındaydı.

Festivalin ikincilik ödülü anlamına gelen Büyük Jüri Ödülü ise önceki yazımda ele aldığım seçkinin en iyi filmlerinden Jonathan Glazer imzalı ‘İlgi Alanı / The Zone of Interest’e gitti. 2013 yapımı ‘Derinin Altında / Under The Skin’ ile bilinen İngiliz sinemacının geçtiğimiz günlerde aramızdan ayrılan Martin Amis’in aynı adlı romanından serbestçe uyarladığı yapımda kamera Auschwitz’in ihtiraslı SS komutanı ve eşinin ölüm kampının bitişiğindeki rüya düzenlerine yoğunlaşırken, geri plandan dumanı sızan Holokost vahşetini aynı konuyu işleyen geçmiş örneklerden çok daha sarsıcı bir biçimde dile getiriyordu.

Çok başarılı yorumları ile festivalin bu iki iyi filminde de başrolde izlediğimiz Alman oyuncu Sandra Hüller ödüle ulaşamadı. Buna karşılık, prestijli kadın oyuncu ödülü Nuri Bilge Ceylan’ın Altın Palmiye seçkisinin beğenilen filmlerinden ‘Kuru Otlar Üstüne’deki rolüyle ile yükselen oyuncumuz Merve Dizdar’a takdim edildi. Ankara’daki Barış Mitingi’nde gerçekleşen intihar saldırısında bacağının bir kısmını kaybeden devrimci Nuray öğretmeni canlandıran Dizdar heyecanlı kabûl konuşmasında ‘Filmde canlandırdığım karakter inandığı şeyler ve varoluşu için mücadele veren ve bu uğurda bedeller ödemek zorunda bırakılmış bir kadın; onu tanımak ve anlamak için uzun uzun çalışmak isterdim ama ne yazık ki yaşadığım coğrafyada bir kadın olmak, Nuray’ın ve Nurayların duygusunu doğduğum günden beri ezbere bilmeyi gerektiriyor’ derken ödülünü ‘Nuray ve onun gibi kadınların mücadelesine güç verebilmek için kendine layık görülenlere boyun eğmeyip eyleme geçen, bu uğurda her şeyi göze alan ve ne olursa olsun umut etmekten vazgeçmeyen tüm kız kardeşlerine ve Türkiye’de hak ettiği güzel günleri yaşamayı bekleyen tüm mücadeleci ruhlara armağan ettiğini’ ifade etti.

En iyi erkek oyuncu ödülü Wim Wenders’in Bir Alman / Japon ortak yapımı ile sinemaya dönüş yaptığı son filmi ‘Mükemmel Günler / Perfect Days’teki rolü ile Kōji Yakusho‘ya verildi. Sakin yaşamını müzik, kitaplar, ağaçlar ve fotoğrafçılığa adamış Tokyolu tuvalet temizleyicisinin geçmişini beklenmedik karşılaşmalar neticesinde öğrendiğimiz yapım festivalin sevilen yapımlarındandı.

Keza jüri ödülünü kazanan Aki Kaurismäki imzalı ‘Düşen Yapraklar / Kuollet Lehdet’ yarışmanın en dingin filmlerinden bir diğeriydi. Finli yönetmenin ‘İşçi Sınıfı Üçlemesi’ni takip eden bu dördüncü epizod sinemacıya has donuk oyunculuklar ve minimalist mizansen tarzıyla gecikmiş bir aşkın izini süren dokunaklı bir melodram örneği olarak dikkat çekiyordu.

Festivalde en iyi senaryo ödülü, daha önce ‘Arakçılar’ ile Altın Palmiye kazanmış olan Hirokazu Kore-eda imzasını taşıyan ‘Canavar / Kaibutsu’ya gitti. Çağdaş Japon sinemasının auteur yönetmeni 1995 yapımı ilk uzun metrajı ‘Maborosi’den beri senaryosunu kendisinin kaleme almadığı bu ilk filminin ödülünü salonda bulunmayan senaryo yazarı Yûji Sakamoto adına kabûl etti. Küçük bir kasabada yaşanan akran zorbalığı sonrasında gelişen olayları ‘Rashomon’ örneğinde olduğu gibi farklı bakış açıları üzerinden irdeleyen yapım festivalin favorileri arasındaydı.

En iyi yönetmen ödülü Fransa’da çektiği, adını Fransız mutfağının sembolik sebze yemeğinden alan son filmi ‘Pot au Feu – La Passion de Dodin Bouffant’ ile, 1993 yılında festivalin saygın Altın Kamera ödülünü kazandığı ‘Yeşil Papaya’nın Kokusu’ ile tanıyıp sevdiğimiz Vietnamlı yönetmen Tran Anh Hung’a verildi. Üst sınıftan bir gurme olan Dodin Bouffant ile hem sevgilisi hem de aşçısı Eugénie’nin arasındaki şefkat ve emek yüklü ilişkiye odaklanan bu incelikli filmde başrolleri iki usta oyuncu, Julette Binoche ile gerçek yaşamdaki partneri Benoît Magimel paylaşıyor. Bu yıl ana seçkiye alınan filmlerin genelde memnuniyetle karşılandığı 76. Cannes Film Festivali, 16 Haziran’da ülkemizde de gösterime gireceği ilan edilen Pixar’ın merakla beklenen son filmi ‘Elemental’ın dünya prömiyeri ile noktalandı. Peter Sohn’un yönettiği animasyon, ateş, su, toprak ve hava halklarının ahenk içinde yaşadığı bir dünyadan hareketle çağımızın çok kültürlü, çok dilli toplumlarında dostluğun ve umut dolu hayallerin peşine düşüyor.

(28 Mayıs 2023)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

*****

Bir Ulusun Yaralarını Sarmak

Japon mitolojisinde yerin altında depremlere neden olduğu varsayılan ‘Namazu’, Edo dönemi resimlerinde devasa bir yayın balığı olarak tasvir edilir. Gök Tanrısı Takemikazuchi tarafından yine devasa bir taş altında tutsak edildiği anlatılan Namazu’nun serbest kaldığı zaman yeri yerinden oynattığı rivayet edilir. Gök Tanrısı besbelli pek iyi iş çıkaramamış olsa gerek ki, Pasifik Deprem Kuşağı’na yakın irili ufaklı 700 adadan oluşmuş Japonya yılda ortalama 1.500 depremle sarsılmayı sürdürüyor. Latifesi bir yana, yüzyıllar boyu çok büyük felâketler atlatmış olan Japonya geçmişin yaralarını akılcı yöntemlerle sarmayı bilmiştir. Çağdaş Japon sinemasının önemli figürlerinden Makato Shinkai bu çabayı incelikle dokuduğu ‘manga’ çıkışlı ‘anime’leri ile sürdürüyor. Bizde ticari gösterime girme şansını elde etmiş 2016 yapımı ‘Senin Adın / Kimi no Na Wa’ ile gönüllerimize yerleşen sanatçının Studio Ghibli ve Hayao Miyazaki’nin büyülü mirasının varisi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

‘Senin Adın’da kuyruklu yıldız felâketini Japonya’nın 2011’de atlattığı büyük depremin izdüşümü olarak yansıtan Shinkai, dünya prömiyerini geçtiğimiz Berlin Film Festivali’nde yapmış, ülkemizde gösterimini sürdüren yeni çalışması ‘Suzume / Suzume o Tojimari’de ulusunun geçmiş travmaları üzerine eğilmeyi sürdürüyor. Küçük bir yerleşim bölgesinde teyzesi ile birlikte yaşayan yetim Suzume, genç bir delikanlının ona kasabanın yakınındaki harabelerin yerini sorduğunda gizemli bir serüvene dahil olacağı aklından dahi geçmiyor. Yakışıklı Souta’nın izini süren genç kız, terkedilmiş bölgedeki harap kapının açılmasıyla devasa solucan aleminin deprem oluşturmak üzere kentin üzerine çökmesine, kilit taşlarının felâketi önlemek üzere devreye girme çabalarına tanıklık edecek, yakışıklı gencin aile geleneği olarak ‘cehennemin kapısı’nı kapatanlardan biri olduğunu öğrenecektir. Sonrası, kilit taşı kedi ‘Daijin’in hınzırlığı sonucu tek bacağı eksik bir çocuk sandalyesine dönüşen Souta ile birlikte ülkeyi doğusundan batısına katettikleri ve oluşması muhtemel doğal felâketleri önleme çabalarını konu alan soluk soluğa bir yol serüvenidir.

Kültür farkı ve aşina olmadığımız Japon ritüellerinden de kaynaklı olarak zaman zaman içine akmakta zorlandığımız Shinkai’nin metin örgüsü çok katmanlıdır. Japon canlandırma ustası ‘Senin Adın’da beden değiştirme ve zaman kırılması gibi ögelerle anlatısını özgünleştirir. Klasik bir büyüme öyküsü ya da romantik bir aşk hikâyesi bilimkurgunun sonsuz olanakları ile harmanlanır ve temelde ulusun geçmiş travmaları uçarı bir serüven aracılığı ile neşter altına yatırılır. ‘Suzume’ aynı yöntemi izlerken bir önceki filmi de aşarak yeni bir zirve oluşturmuş. ‘Senin Adın’da çağımız Marvel sinemasının paralel evren ve zaman bükümü temalarını ustaca kullanmış olan sanatçı, ‘Suzume’de genç izleyiciyi bir kez daha Marvel aleminin gizemli yolculuğuna davet ediyor. Ancak onun hedefi bilgisayar marifetiyle üretilmiş tek boyutlu bir paralel evren eğlenceliğinin sunduklarının katmer katmer ötesinde. Önceki filmlerinde olduğu gibi değişmez temalarından ‘büyüme öyküsü’ yine devrede. Bu kez ülkenin yaşadığı büyük travmaların yarasını sarmak ve geçmişin acıları ile yüzleşerek büyümek ön planda. Yakışıklı Souta’nın filmin büyük bir bölümünde bir bacağı eksik sandalye biçiminde kalmasının nedeni, bir romantik gençlik aşkının filmin ana yörüngesini kaydırma tehlikesine karşı olsa gerek.

Shinkai animesinin geleneksel karakter çizimlerine zıt biçimde çizilmiş alabildiğine gerçekçi dış detaylar, capcanlı renk paletinin eşlik ettiği derin perspektifli çarpıcı mizansenleri ve yönetmenin gözde yoldaşı Radwimps grubunun özgün müzik çalışması ile yılın en değerli yapımlarından biri olan ‘Suzume’ ülkesinde ve dünyada büyük ses getirdi. Bizim gergin ve endişeli iklimimizde de aynı ilgi ile karşılaşsa keşke. İyi tanıtımı yapılabilirse ‘cehennemin kapılarını’ kapatmaya kararlı yılmaz gençlerin öyküsü ülkemizin aydınlık yüzlü genç izleyicisince benzer bir coşku ile karşılanacaktır.

(26 Mayıs 2023)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

*****

DİĞER YAZILARI

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Sinemacılık ve Filmcilik Yararına Bağımsız İletişim Platformu