Ferhan Baran

(Film Eleştirileri, Sinema Yazıları)
İstanbul doğumlu. Saint Joseph Fransız Erkek Lisesi’nin ardından Boğaziçi Üniversitesi İdari Bilimler Fakültesi İşletme Bölümü’nde eğitim gördü. Aynı fakültede tamamladığı Yüksek Lisans eğitimini, ‘Movie Going Patterns’ başlıklı Master tezi ile … Devamı…»

*****

Medeniyet Kalkanı Tuzla Buz Olduğunda

ABD’nin genlerinde kazılı toplumsal gerilimin harlanması yeni bir iç savaşın nedeni olabilir mi? Alex Garland Amerikalıların bilinçaltına yerleşmiş bu ezeli korkunun hikâyesini eşelemek istemiş. ‘İç Savaş / Civil War’ bu açıdan yakın geleceğin distopyasını perdeye taşırken, siyasi kutuplaşmanın benzer toplumlar için ne denli yıkıcı olabileceğinin altını çiziyor.

Üçüncü dönem liderliğini sürdüren ABD başkanının tedirgin ulusa sesleniş konuşmasının provası ile açılıyor film. FBI’ın feshedilip ordunun muhaliflere karşı kullanıldığı iç savaş ortamında başkanın ‘artık zafere hiç olmadığımız kadar’ deyişine kendisinin de inanmadığı ayan beyan ortadadır. Öyle ya Batı Kuvvetleri adı altında organize olmuş isyancı gruplar ortalığı yakıp yıkarak Washington D. C.’ye doğru ilerlemektedir. Ateş ve kan bulutunun göbeğinde haber yapmaya çalışan farklı kuşaklardan dört gazetecinin başkente yolculukları eşliğinde bizler de olan bitenin izini sürmeye koyuluruz. New York’un üzerinde dumanlar yükselirken deneyimli savaş muhabirli Lee Smith’in (Kirsten Dunst) arzusu başkent düşmeden 14 aydır röportaj vermemiş başkanla konuşabilmektir. Meslek hayatında nice badireler atlatmış, tanıklık ettiği sayısız katliamın ağırlığı yüz hatlarına yansımış olan Lee, araba yolculuğunun beklenmeyen misafiri gencecik Jessie’ye (Priscilla filminden hatırladığımız Cailee Spaeny) göz kulak olmak, onun bir nevi ebeveynliğini üstlenmek durumunda kalacaktır.

’28 Gün Sonra / 28 Days Later’, ‘Gün Işığı / Sunshine’ gibi Danny böyle filmlerinin senaryosunda imzası bulunan Garland ilk yönetmenlik denemesi ‘Ex Machina’ ile yönetmenliğe parlak bir giriş yapmış, onu takip eden çok başarılı bilim – kurgu denemesi ‘Yok Oluş / Annihilation’ın ardından geçtiğimiz yıl bizde de gösterime giren toksik erilliğin şiddet çeşitlemeleri üzerine çizgi dışı çalışması ‘Adamlar / Men’ ile izleyiciyi ikiye bölmüştü. ‘İç Savaş’ İngiliz asıllı yönetmenin bağımsız ruhunu koruduğu ancak ana akım sinemaya daha fazla göz kırpan son çalışması. Filmde bir yandan, yıllardır uzak diyarlarda kaotik savaşları tetikleyen ABD’nin kendi topraklarında dehşet ve kaosu deneyimlemesine, New York 5. Cadde’de bombaların patladığı, Beyaz Saray’ı hedef alan isyancı kuvvetler ile başkanın adamları arasında seyreden kanlı iç savaşın distopik kurgusuna; öte yandan savaş muhabiri gazetecilerin toplumu ve dünyayı haberdar kılmak arzularına, görev bilinci ve dayanılmaz tutkularına tanıklık ediyoruz. Garland her iki tarafın da sevmediği, hatta başkentte polisin gördüğü yerde vurduğu söylenen gazetecilerin aralarındaki ilişkiyi önemsemiş; olan biteni ‘başkaları sorgulasın diye kayda alan’ deneyimli Lee ile kaotik şiddet ikliminden beslenen şöhret peşindeki Jessie arasındaki alışverişi Robert Altman’ın ünlü klasiği ‘Nashville’in finalini andıran müthiş bir sekans ile sonlandırırken ABD’nin pragmatik ruhuna keskin bir neşter atmayı becermiş. Oyunculuk, kurgu ve görüntü yönetimi de gayet başarılı.

‘İç Savaş’ özellikle finaldeki baskın bölümüyle Hollywood aksiyonlarının izini süren ana akım izleyiciyi tatmin ediyor kuşkusuz. Buna karşılık bir Amat Escalante filmini aratmayacak ölçüde (‘Heli’yi düşünün meselâ) şiddet içeriyor. Yıllardır Güney Amerika’nın ve Orta Doğu’nun mazlum ülkelerinde tezgâhlanan toplu kıyım, işkence ve savaş ortamını bumerang misali sahibine pas eden bu ilgiye değer çalışma, medeniyet kalkanı tuzla buz olduğunda toplumsal kutuplaşmanın ülkeleri ne hallere düşüreceğine ilişkin korkularımızla bir kez daha yüzleştiriyor bizleri.

(22 Nisan 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

*****

Ozu’ya Adanmış Mükemmel Bir Film

Wim Wenders’in 76. Cannes Film Festivali’nde dünya prömiyerini yapmış olan son başyapıtı ‘Mükemmel Günler / Perfect Days’* adını Lou Reed’in tanınmış şarkısından (‘Perfect Day’) almış. 2013 yılında kaybettiğimiz ünlü rock müzisyeni bu ölümsüz bestesinde sevgili ile parkta sangria içtikleri, hayvanat bahçesinde hayvanları besledikleri, daha sonra bir film izleyip eve döndükleri mutlu bir günü anlatır. Wenders’in filmi umumi tuvaletleri temizlemekle görevli kamu işçisi Hirayama’nın harika yaşamından 12 günün incelikli detaylarının izini sürüyor.

Birçok yapıtında şehirlerden esinlenen usta sinemacı bu kez “Tokyo Tuvaleti” adında gerçek bir kentsel yenileme projesinden esinlenerek hem gayet şiirsel hem de dokunaklı bir filme imza atmış. İşini son derece titizlikle, kendini vererek ve gururla yapan orta yaşlı adam ahenkli rutinini, özenle yinelediği eylemlerini bir sanata, çevresiyle uyumlu bir geleneğe dönüştürmüştür. Mütevazi evinde gün doğmadan kalkar, yatağını toplar, bitkilerine özenle su verir. Evin kapısından çıktığında yeni güne şükreder. Temizlik araç gerecini yüklediği minivanı ile trafiğe çıktığında eski müzik kasetlerini dinleyerek yola koyulur. Öğle molasında oturduğu parkta asırlık ağaçların dibinde bitmiş filizleri kağıttan muhafazalar içinde yanına alır. Eski model fotoğraf makinası ile yaprakların rüzgârda zarifçe salınışını fotoğraflar. İş bitiminde eve dönerken uğradığı alt geçit çarşısında karnını doyurur. Yatmadan önce küçük odasını boydan boya kaplayan kütüphanesinden bir kitap alır, William Faulkner’ın bizde ‘Çılgın Palmiyeler’ olarak bilinen ‘Wild Palms’tan okur biraz, sonra uykuya dalar. Siyah – beyaz rüyalarında günden kalan imajlar dışavurumcu bir estetikle perdeye yansır.

Hirayama’nın mükemmel günleri böylece sürüp gider. Japon sinemasının yıldız oyuncularından Kôji Yakusho geçtiğimiz yıl Cannes’da en iyi erkek oyuncu ödülüne layık görülen performansıyla filmi çok az diyalogla neredeyse tamamen sırtlanıyor. 70’li 80’li yılların müzik kasetlerinden yükselen unutulmaz şarkılar onun kelimelere dökmediklerini anlatıyor bizlere. ‘House of the Rising Sun’ın (The Animals) tınılarıyla açılan film, Patti Smith, Otis Redding, The Rolling Stones, The Kinks, Van Morrison’dan ezgilerle besleniyor. Lou Reed’in başta sözünü ettiğimiz ünlü bestesinin ardından filmi noktalayan Nina Simone şarkısı ‘Feeling Good’ filmin temel mesajını müzik aracılığı ile vurguluyor. Hirayama her biri teknolojik sanat yapıtı gibi olan umumi tuvaletleri özenle temizlerken beklenmedik karşılaşmalar bizi kısa süreliğine onun geçmişine götürüyor. Wenders bu geçmişi kaleme almış olmasına ve baş oyuncusuna anlatmış olmasına karşın izleyiciye detay vermiyor, yaşamı sanat düzeyine çıkarmış adamın geçmiş hikâyesini izleyicinin hayal gücüne bırakmayı tercih ediyor. Hedefi müzik kasetleri, ağaçlardan süzülen günışığı, kitaplar gibi günlük hayatın ufak mucizeleriyle varoluşumuzun güzelliklerini keşfe çıkmak, sakin bir mutluluk arayışının izini sürmektir. 80’li yaşlarına yaklaşan Alman asıllı sinemacı bu noktada hayranı olduğu ve yıllar önce hakkında bir belgesel çektiği (‘Tokyo-Ga’, 1985) Japon sinemasının büyük ustalarından Yasujiro Ozu’ya adanmış bir şaheser ‘Mükemmel Günler’. Köprü üzerinde iki bisikletlinin yer aldığı sahne ‘Tokyo Story’ye, yaprakların rüzgârda zarifçe salınımı Ozu’ya ve yaşama şükredişin bir ifadesi olarak gönülleri okşuyor.

*Bu güzel film Filmekimi’nin ardından, Wenders ve Yakusho’nun ziyaretleri kapsamında 43. İstanbul Film Festivali’nde yeniden programlanmış. 23 Nisan Salı 13:30 Kadıköy Sineması’nda, film ekibinin katılımı ile 27 Nisan Cumartesi 19:00 Atlas 1948 Sineması’nda gösteriliyor.

(16 Nisan 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

*****

İKSV Festivallerinde Çizgi Dışı Bir Müzisyen: Dimitris Skyllas

İstanbul Film Festivali’nin sinemaseverler ve müzik tutkunları için paha biçilmez nitelikteki özel bölümlerinden ‘Musikişinas’ 43. yaşında festivalde tekrar yerini alıyor. Talking Heads’in Hollywood Pentages tiyatrosundaki efsanevi gösterisini Jonathan Demme imzalı ‘Stop Making Sense’, ünlü Japon besteci üzerine Neo Sara imzalı ‘Ryuichi Sakamoto / Opus’, 18. yüzyıl İtalya’sında manastırda pop müziği icat eden bir grup genç kadın müzisyenin hikâyesini anlatan Margherita Vicario filmi ‘Gloria!‘, Fransız yönetmen Anne Fontaine imzasını taşıyan yirminci yüzyıl Paris’inin altın çağında Maurice Ravel ve unutulmaz eseri üzerine odaklanan ‘Boléro’ bu bölümün ilham verici yapıtları olarak izlenmeyi sürdürüyor.

Dünya prömiyerini geçtiğimiz Kasım ayında Selanik Film Festivali’nde yapmış olan Dimitris Zivopoulos imzalı seçkinin sürpriz filmi ‘Dimitris Skyllas: Afterpop’* ise Yunanlı çağdaş besteci Skyllas’ı henüz tanımamış ülkemiz müzik insanları için kaçırılmaz bir keşif olacağa benzer. 35 yaşındaki müzik adamının yaratıcılık sürecine bakış atan film 21. yüzyılda genç bir bestecinin Pelion dağının pastoral yamaçlarından ‘Barbican Centre’ın devasa sahnesine uzanan serüvenini izliyor. Bir yandan ritüellere bağlı bir müzisyen, bir yandan partilerin aranan yüzü, zamanımızın klasik müziği diye bir şey var mı sorusunu sorarken, film konuya taze ve kişisel bir bakış açısı getiriyor. Kronolojik ilerleyen film, Dimitris Skyllas’ı BBC Senfoni Orkestrası tarafından sipariş edilen senfonik yapıt ‘Kyrie Eleison’un yazımından icrasına tüm süreç boyunca mercek altına alıyor. Yapıtın iskeletinin nasıl adım adım inşa edildiğini, sadece bir kalem ve kâğıtla çıkan ilk notadan besteci, orkestra şefi ve 90 müzisyenin bir araya geldiği provaya nasıl ulaşıldığına tanıklık ediyoruz.

İKSV izleyicisinin Skyllas ile randevusu 43. İstanbul Film Festivali ile sınırlı kalmıyor. Bestecinin sipariş üzerine yazmakta olduğu son yapıtı ‘Son İlahi / The Last Anthem’in 52. İstanbul Müzik Festivali’nde ilk kez izleyici karşısına çıkması bekleniyor. ‘Kökler’** teması adı altında bu topraklarda geçmişten günümüze yaşamış farklı halkların, dillerin, dinlerin kültürel zenginliğine odaklanan projenin ilk bölümünde seslendirilecek olan eser Türkiye ve Yunanistan toplumlarını derinden etkileyen mübadeleyi 100. yılında anmayı amaçlıyor. Skyllas ‘Son İlahi’yi ‘mübadillere adanmış çağdaş bir ağıt; şefkatin ve kültürel kardeşliğin müzikal bir sembolü ama en önemlisi, kayıplar ve acılar karşısında coğrafi ve etnik kökenlerden bağımsız, hepimizin aynı olduğunun anımsatıcısı’ olarak tanımlıyor. SATB koro, trombon, akordeon, perküsyon ve org için yazılmış eserin dünya prömiyerini kurucu şefi Burak Onur Erdem yönetimindeki Rezonans Korosu ile Maria Deli, Tolga Akkaya, Maria Deli, Müşfik Galip Uzun ve Lena Şenol’dan oluşan bir ekip hazırlıyor.

* ‘Dimitris Skyllas: Afterpop’ 23 Nisan Salı 21:30 (film ekibinin katımıyla) ve 24 Nisan Çarşamba 13:30 seanslarında Nişantaşı City’s Cinewam Sineması 3 no’lu salonda gösteriliyor

** ‘Kökler’ projesinin dünya prömiyeri 11 Haziran Salı 21:30’da Deniz Müzesi’nde gerçekleşecektir.

(15 Nisan 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

*****

DİĞER YAZILARI

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Sinemacılık ve Filmcilik Yararına Bağımsız İletişim Platformu