Bedenlere Hapsolmuş Tedirgin Ruhlara Dair

Haftanın en ilgiye değer filmi olarak gösterimini sürdüren ‘Beden / Body’ (ya da özgün Lehçe dilindeki karşılığı ile ‘Cialo’) Polonyalı sinemacı Malgorzata Szumowska’nın ruh ve beden üzerine araştırmalarının şimdilik son halkası.

Kayıplarla başa çıkmanın yolları üzerine kafa yoran yönetmen bizde gösterilmeyen ‘Yaşamdan 33 Sahne / 33 Sceny z Zycia’da ölüm gerçeği ve yaşama arzusu arasında savaş veren sanatçının çok parçalı öyküsünden yola çıkar. ‘Yabancı / Ono’ hamile kaldıktan sonra bedenini keşfe çıkan gencecik anne adayının hikâyesidir.

Başta Andrzej Wajda olmak üzere Polonya sinemasının büyük ustalarını yetiştirmiş Lodz Sinema Okulu mezunu yönetmen Juliette Binoche ile Fransa’da çektiği ve bizde ‘Kadınlar’ adıyla gösterime giren ‘Elles’de öğrenci fahişeliğini mercek altına alır. Babaları yaşlarında adamlarla ilişkiye giren alt sınıfa mensup genç kızların bedenleri üzerinden özgürlük arayışlarını sergilerken orta yaşlardaki araştırmacı gazetecinin para, aile, cinsellik hakkındaki dört köşeli inançlarını sorgulamasına şahit oluruz.

1973 doğumlu kadın sinemacının sondan bir önceki çalışması ‘…Adına / W Imie’ erkek karakterler üzerine kurulmuştur. Polonya kırsalında bir rahibin genç bir delikanlıyla kurduğu yakınlık ve eşcinselliğinin sorgulanması çerçevesinde bedenlere hapsolmuş tedirgin ruhlar gündemde olmaya devam eder.

Geçtiğimiz Berlin Film Festivali’nden en iyi yönetmen ödülüyle dönen ‘Beden’ sanatçının gözde temalarının zengin bir çeşitlemesi. Öykünün üç ana karakteri kayıplarla başa çıkmanın farklı yollarında savaş vermekteler. Annenin kaybının ardından sağlıklı bir iletişim kuramayan baba ve kızıyla tanışırız önce. Kendini işine vermiş olan savcı baba her gün karşılaştığı (kimisi kan dondurucu) cinayet ve ölümler karşısında hissizleşmiştir. Öyle ki filmin o çok hınzır giriş sekansındaki intihar vak’ası teşhisinde kurbanın gerçekten ölüp ölmediği ile ilgilenmez bile. Tren istasyonunun tuvaletinde şahit olduğu dehşet manzarası iştahını kaçırmaz. Yanındaki çömezine ‘Çorban ne kadar baharatlıysa önündekini hazmetmen o kadar kolaydır’ diye nasihat vermesi boşuna değildir. Obez babanın yeme güdüsünün aksine evde ilgi bekleyen anoreksik kızı yediklerini kusarak ve giderek yemeyi reddederek çıkış yolu bulmaya çalışır. Genç kızın giderek kötüleşmesi ve bir kliniğe yatırılmasını takiben devreye girecek olan psikolojik danışman sorunlara alışılmadık yöntemlerle çare bulmaya çalışacaktır. Rasyonel babanın tersine sekiz yıl önce kaybettiği bebeğinin kaybına metafizik yollardan çare bulma peşindeki medyum Anna klinikte farklı yöntemler dener. Çağımızın yaygın tedavi yöntemlerinden aile dizimini uygular. Öteki alem ile kurduğu iletişimle kayıplarının ardından çaresiz kalmış birçok danışanını huzura kavuşturur.

Szumowska son çalışmasında inanç ile rasyonellik arasında gidip gelirken umutsuzluğun umuda, nefretin sevgiye evrilmesi için çıpınan ruhların çabasını irdeliyor. Bunu yaparken Tibet’teki ruhani lider 16. Karmapa’dan Brezilya’daki iki milyarı aşkın spiritüalist ve bunların takipçileri üzerine bilgiler veriyor. Ölüler ve yaşayanların dünyası arasındaki geçişkenlik üzerine konferanstan bölümler izletmeyi ihmal etmiyor. Filmine ad olarak uygun görmüş olduğu üzere tezini ‘beden’ üzerinden tartışıyor. Genç, yaşlı, obez, anoreksik, erotik, anneyi canlandıran Ewa Dalkowska’nın ‘Death in Bikini’ şarkısıyla çıplak dansettiği unutulmaz sahnede olduğu gibi yasak ve baskıdan azad olmuş bedenler sergiliyor film boyunca. Cinselliğe kapalı medyum Anna’nın spiritüel beden peşindeliğini vurguluyor. Beden’i Ruh’un hapishanesi olarak betimliyor ve bir tutsaklık motifini sürekli gündeme getiriyor. Anna kafes parmaklıkla korunmuş dairesinde yaşıyor. Savcı baba dijital şifreyi bilmediği için hastaneden dışarı çıkamıyor ya da başka bir sahnede, içerden kilitlenmiş daire kapısını çilingir vasıtasıyla açtırıyor vs.

İnanç ve Akıl ikilemi üzerine kafa yorarken ustası Kieslowski’den farklı olarak mistisizme ironi ile yaklaşıyor yönetmen. Ciddiyet ile mizahı, mistik drama ile kimi zaman groteski harmanlamayı tercih ediyor. Bu yaklaşım kimi seyirciye itici gelebilir belki ama yönetmenin tercihi bu yönde. Kısmen absürd, kısmen gerçeküstü olarak nitelediği Polonya’da halkın pek sevdiği hayalet hikâyelerine itibar ediyor. Gecenin ortasında ışıklar yanıp sönüyor, müzik seti çalışmaya, musluktan sular akmaya başlıyor. Merhume annenin odasının kapısı kendiliğinden açılıyor vs.

Son tahlilde Brezilyalı medyum Divaldo Franco’nun ‘sevgi tüm hastalıkları iyileştirir’ mottosunu benimseyen Szumowska’nın filmi düşünsel açıdan belki biraz hafif ama tartışma alanı açtığı için izlenmeye değer.

(26 Temmuz 2015)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com