40. İstanbul Film Festivali’nden İzlenimler 2: Genç Ustalar ve Belgesel Film Kuşağı

İKSV festivallerinin ilgiyle izlenenler ‘Genç Ustalar’ bölümünde bugüne kadar 4 ilginç film gösterildi. Maltalı sinemacı Alex Camilleri’nin yazıp yönettiği ve kurgusunu yaptığı ‘Luzzu’, adını yöreye özgü geleneksel ahşap balıkçı teknesinden alıyor. Jesmark, büyük büyük dedesinin kullandığı, gözü gibi baktığı aile yadigarı teknesiyle balığa çıkmakta, çekirdek ailesini geçindirmeye çalışmaktadır. Ancak küçük bebeğinin büyüme sorunu nedeniyle artan ihtiyaçları, onu kaçak avcılıkla ve rüşvetle yöreyi ele geçirmiş balık tüccarlarının emrinde çalışmaya zorlayacaktır. Zaman değişmiştir. Öte yandan, balıkçı filolarını azaltarak balıkçıları diğer sektörlere kaydırmayı amaçlayan AB finansmanı dayatılmaktadır.

‘Luzzu’, hüzünlü bir kayboluşun hikâyesi. İlk uzun metrajında yönetmen Camilleri, Visconti’nin ünlü ‘Yer Sarsılıyor / La Terra Trema’sını hatırlatan bir gerçekçilik penceresinden bakıyor. Malta’nın turistik güzellikleri umurunda değil. Amatör oyuncular kullanmış. Filmin bir diğer mucizesi, ana karakteri canlandıran gerçek bir balıkçının, Jesmark Scicluna’nın şaşırtıcı derecede başarılı performansı. 2021 Sundance jürisi ona en iyi oyuncu ödülünü vermekte tereddüt etmemiş. Yılın en ilgiye değer yapımlarından biri ‘Luzzu’.

‘Aşktan Sonra / After Love’, Pakistan asıllı İngiliz sinemacı Aleem Khan’ın 2020 yılı Cannes Film Festivali’nin ‘Eleştirmenler Haftası’ seçkisine dahil olmuş ilk uzun metrajı. Hikâye, İngiltere’nin güney kıyısında Pakistanlı denizci eşiyle huzurlu evliliğini sürdüren, İslam dinini kabul etmiş İngiliz kadının, kocasının ani ölümünün ardından, Fransa’nın karşı kıyısında onun ikinci bir ailesi olduğunu keşfetmesi üzerinden ilerliyor. Ve aynı kaybı yaşayan iki kadın aracılığıyla yas, kimlik ve kültür çatışması kavramlarını büyük bir incelikle ele alıyor. Temiz anlatılmış duygu yüklü bu ilk filmin en büyük kozu ise, geçtiğimiz Selanik şenliğinde en iyi kadın oyuncu seçilmiş, daha önce çeşitli filmlerde yan rollerde izlediğimiz İngiliz oyuncu Joanna Scanlan’ın olağanüstü performansı.

Litvanya yapımı ‘Tufan Olmayacak / Tvano Nebus’un açılış sekansında, karla kaplı sıradağlar üzerinden salınan dron, dağın içinden yükselmiş izlenimi veren ıssız bir kulübenin içine dalıyor. İçerdeki Japon adam doğrudan kameraya bakarak şunu dile getiriyor: ‘Savaşı kaybetmiştik, herkes biliyordu. Ama yine de attılar bombayı!’. 40. İstanbul Film Festivali’nin ‘Genç Sinemacılar’ kuşağında yer alan film böylesine etkileyici bir sekansla açılıyor. Venedik’te Uluslararası Eleştirmenler Haftası Bölümü’nde dünya prömiyerini yapan filmin Ermeni asıllı yönetmeni Marat Sargsyan lineer bir anlatımı tercih etmemiş, Savaşın vahşetini, uluslararası çıkarlara hizmet eden kirli yüzünü küçük tablolar halinde gözler önüne sermeyi denemiş. Farklı ülkelerde yıllarca danışman olarak görev yapan, savaşlar çıkaran bir albayın, kendi ülkesinde bir iç savaş patlak verince, ister istemez taraf seçip eyleme geçmesi üzerinden ilerleyen süreçte, ana karaktere belli bir mesafe ile yaklaşmış. Asıl derdi savaş denen cinnetin absürdünü yakalamak, insan ruhunun kötücüllüğü üzerine metafizik tartışmalara dalmak olmuş. Sargsyan ilk filminde farklı anlatım teknikleri denemiş, bir nevi daha büyük filmlerin hazırlık çalışmasına girişmiş. Kendisini takip etmekte yarar var.

Fransız Yeni Dalgası tadında, kare ekran, siyah beyaz bir film izlemeye ne dersiniz. Dünya prömiyerini geçtiğimiz Ocak ayında Sundance’te yapan ‘Gezegen / El Planeta’, tam da böyle bir çalışmaydı. Film boyunca, İspanya’nın kuzey sahilindeki Gijon kentinin bulutu, yağmuru eksik olmayan yaz günlerinde beş parasız bir ana kızın peşinde, şehir sakinlerinin günlük hayatına tanıklık ettik. Performans, yerleştirme, video art alanlarındaki işleriyle tanınan yönetmen Amalia Ulman, senaryosunu yazıp yapımcılığını üstlendiği ilk uzun metrajında, öz annesiyle birlikte ana karaktere hayat veriyor. Başına buyruk, tasasız gibi görünen, ancak ekonomik krizin pençesinde tedirgin hayatlar süren bir anne kızın ve de bir kentin gündelik yaşamından küçük bir kesit izledik. Genç kadın yönetmenin yeni projeleri merakla beklenmeye değer.

İstanbul Film Festivali Belgesel Kuşağı’nın etkileyici filmlerinden ‘Aalto’, 20. yüzyıla damgasını vurmuş Finlandiyalı dahi mimar Alvar Aalto’nun sanatına ve özel hayatına dair çok iyi bir çalışma. 1920’li 1930’lu yılların radikal sanatçısının, kendisi gibi mimar eşi Aino Alta ile yaşamını, ikisi arasındaki özel mektupları, fotoğraf ve 8mm’lik filmleri izleyiciyle paylaşıyor yapım. İskandinav tarzı ile klasik mimarinin binlerce yıllık hümanist geleneği arasında bağ kuran müthiş ikilinin, modern mimariyi insanileştirme çabalarına adım adım tanıklık ediyoruz. Bugün dünyanın farklı ülkelerinde yükselen mimarlık sanatının ikonik örneklerini tanıma fırsatımız oluyor. Bu değerli belgeseli özellikle mimar dostlarıma önermek isterim.

Devlet, toplum düzenini koruma konusunda tekele ve meşruluğa sahiptir. Ama bu durum şiddeti de meşru kılar mı? David Dufresne imzalı ‘Şiddet Tekeli’ bu sorudan yola çıkarak, Kasım 2018 ila Şubat 2020 arasında yaşanan Sarı Yelekliler hareketi üzerinden Fransız demokrasisini neşter altına yatırıyor, Fransa’da göz yumulan polis şiddetini eleştiriyor. Bunu yaparken de Fransa özelinde dünyanın farklı ülkelerinin demokrasi uygulamalarını tartışmaya açıyor. Fransa örneği tüm dünyada ve ülkemizde yaşananlara bir ayna tutuyor. Filmin özgün adı ‘Un Pays Qui Se Tient Sage’, ‘Uslu Duran Memleket’ anlamına geliyor. Filmin bu alaycı ismi, bizzat polislerin paylaştığı bir video görüntüsünden kaynaklanmış. Varoş bölgesinden kalabalık bir grup genç, elleri başlarının üzerinde ve dizleri üzerinde 3,5 saat şiddete maruz bırakılırken ‘öğrenci dediğin işte böyle uslu durur’ şeklinde gevrek gevrek gülen polis memurunun inanılmaz hazzını yansıtan bir sahne bu. Polis ile göstericilerin karşı karşıya gelişlerinin video kayıtları bu filmin temelini oluşturuyor. Tarihçiler, avukatlar, akademisyenler, BM raportörü, bir gazeteci, emniyet sendikası temsilcileri, şiddet mağdurlarıyla yapılan görüşmeler de filmin sözel tarafında yer alıyor. Nefes nefese izlenen, yaman bir tanıklık dokümanı bu.

Bu yıl şaşırtıcı belgeseller izlemeyi sürdürüyoruz. ‘Köstebek Ajan / El Agente Topo’, Şilili kadın yönetmen Maite Alberdi imzasını taşıyor. Daha önceleri bir özel dedektifin asistanlığını yapmış olan Alberdi, Santiago’daki San Fransisco huzurevinde olan biteni, yaşlıların suistimal edilip edilmediğini gözlemlemek üzere, bir casus filmi yapmak üzere yola çıkmış. 80’lerinde ama çok dinç Sergio Chamy ile anlaşmış. Yaşlı adam, huzurevinin yeni sakini olarak aralarına karışacak ve tesisi gözlemleyerek rapor edecektir. Ancak bu gizli araştırmada yaşlıların asıl sorununun yalnızlık olduğunu, çoğunun evlatlarınca aranmadığı ve kaderlerine terkedildiğine tanık olacaktır. Yaşlılığın o dayanılmaz düşkünlüğü ve yalnızlığının içimize işleyen burukluğunu, şefkat ve dostluğa dair dokunaklı anlar ile dengeliyor ve belgesel ufkumuzu açıyor bu güzel film.

‘Dünyanın En Güzel Oğlanı / The Most Beautiful Boy in the World’ yürekleri burkan bir film. Luchino Visconti ve ‘Venedik’te Ölüm’ü bilenler afişteki fotoğraftan Björg Andrésen’i hemen tanıyacaktır. 2021 Sundance Film Festivali’nde dünya prömiyerini yapan belgesel çalışma, çocuk yaşta aniden gelen şöhretin yıkıcı etkileri üzerinden ilerliyor. 1971’de Visconti’nin seçmelerden bulup çıkardığı 16 yaşındaki Björn, bir anda tüm dünyanın ilgi objesi haline geliyor, annesi, babası ve yanında güvenebileceği, ona rehberlik edecek kimse olmadığı için, kullanılıp bir kenara atılmış mendil misali oradan oraya savruluyor. Babasının kim olduğunu bilmeyen, kendisini ve kız kardeşini 11 yaşında bırakıp giden ve bir ormanlık arazide cesedi bulunan annesinin kaybı ile baş edemeyen delikanlı, tanrısal güzelliğine hayran geniş kitlelerin elinde, onun hislerinin hesaba katılmadığı bir ortamda bocalayacak, ilerleyen yıllarda, Avrupalı paralı erkeklerin elden ele gezdirdiği bir seks objesine dönüşecektir. Bir aile kurma umudu yine trajik bir kayıpla noktalanan ve bugün 66 yaşında olan Björg, ‘benim hayatım baştan yanlıştı’ diyecektir. Thomas Mann’in eseri ölümsüzdür. Filmde kullanılan Mahler’in müziği de. Ancak bu trajik belgeseli izledikten sonra Visconti’nin filmini bir daha aynı duygularla izleyemeyeceğiniz kesin.

İstanbul Film Festivali seçkisinde yer almış, Şubat ayı içinde çevrimiçi olarak gerçekleştirilen 71. Berlin Film Festivali’nden Jüri Ödülü ile dönen ‘Mr. Bachmann ve Sınıfı / Herr Bachmann und seine Klasse’ tam 3,5 saat uzunluğunda bir nehir belgesel. Almanya’nın orta bölgesinde yer alan Stadtallendorf kasabasındaki Georg Büchner Okulu’nda öğretmenlik yapan 65 yaşındaki Dieter Bachmann’ın ders verdiği 6b sınıfında, kökenleri farklı, 12 – 14 yaşlarında öğrenciler var. Türk, Bulgar, İtalyan, Rus, Romanya, Fas vb. kökenli ailelerin, yabancı bir kültürde desteğe ihtiyacı olan çocuklarına yalnızca bilgi aktarmakla kalmayan, tüm zayıflıkları ve güçlü yanlarıyla onları hayata hazırlayan, tabuları olmayan ve öğrencilerini önyargısız harekete geçiren idealist bir eğitimci Herr Bachmann. İnsanın kendine verdiği değeri, Pisagor teoreminden daha önemli olduğunun bilincinde, onlara hikâyelerle, şarkılarla becerilerini, güzelliklerini ve onurlarını geliştirme fırsatı veren bir aydın kişi. Yönetmen Maria Speth, ana karakteri ve öğrencileriyle bir eğitim yılı boyunca birlikte olmuş ve bu eşsiz deneyimi tablolar halinde kayda almış. Sınıfın Türkiye kökenli öğrencileri ve öğretmenleri olması, bizim yakın tarihimizle yüzleşmemiz, 50’li yıllar Türkiyeli işçilerin Almanya’ya gidişi üzerine bir arşiv kaydı, 70’li yılların iç savaş ortamı ve gezi direnişi üzerine sohbetler filmi bizler için daha da ilginç kılan özellikler. Yalnızca günümüz Almanya toplumuna değil, gözlemlediği bu küçük gruptan hareketle geleceğin toplumuna da ayna tutan bir çalışma bu.

(20 Haziran 2021)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com