40. İstanbul Film Festivali’nden İzlenimler 1: Dünya Festivallerinden Seçkisi

İstanbul Film Festivali 40. yaşını kutluyor. 1982 yılında, İstanbul’un gelmiş geçmiş en muhteşem gösterim salonlarından Konak Sineması’nda 6 filmlik bir sinema haftası olarak başlamış olan festival, bu yıl geleneksel Nisan ayından başlayarak üç ay boyunca çevrimiçi ve fiziksel gösterimlerden oluşan bir dizi etkinlikle kutlanıyor. Nisan ve Mayıs ayları içinde çeşitli kategorilerden 29 seçkin filmin gösterimi yapıldı. Bu filmler hakkındaki izlenimlerimi 3 bölümlük bir yazı dizisi halinde sunuyorum.

Festivalin belki de en heyecanla beklenen ‘Dünya Festivallerinden’ bölümünde 11 film izledik. Sinemanın yorulmaz sanatçılarından Andrey Konchalovskiy imzalı ‘Sevgili Yoldaşlar! / Dorogie Tovarishi!’, 70 yıllık Sovyetler Birliği tarihinin kanlı sayfalarından birini aralarken, Rusya’nın Don bölgesindeki Novoçerkassk şehrinde 2 Haziran 1962’de patlak veren işçi grevi ve ardından KGB eliyle gerçekleşen katliam ve insan kıyımını gözler önüne seriyordu. 84 yaşına rağmen halen düzenli film çekmeyi sürdüren büyük usta, adını bir Sovyet marşından alan ve geçtiğimiz yıl Venedik Film Festivali’nden Jüri Özel Ödülü ile dönen son filminde, katliamı ve sonrasını kent konseyinde görevli Lyudmilla’nın gözünden izlerken, Ayzenştayn’ın ‘Potemkin’i ile özdeşleşen sosyalizm ülküsünün ve komünizm hayallerinin çöküşüne tanıklık ettik. Sinemacının dönemin görüntü standardını yeniden yaratmak ve baskıcı rejimde sıkışmışlığı vermek adına kare formatta siyah-beyaz çektiği filmi, ev içi çekimleriyle ve de kalabalık sahneleriyle tam bir ustalık gösterisi niteliğindeydi.

Festival bu yıl tanınmış yönetmen Pedro Almodovar’a özel bir yer ayırdı. Üstadın salgın döneminde kotardığı kısa metraj denemesi ‘İnsan Sesi / The Human Voice’, onun İngilizce dilinde çektiği ilk filmi. Fransız yazar Jean Cocteau’nun 1930 yılında kaleme aldığı ‘İnsan Sesi / La Voix Humaine’, terkedilmiş bir kadının ölesiye aşık olduğu adamla telefonla veda konuşması üzerine tek kişilik oyunudur. 45 dakikalık kısa metin yazıldığı tarihten bugüne büyük ilgi görmüş, Rossellini imzalı kısa filme, Poulenc’in aynı adlı operasına ilham kaynağı olmuştur. Almodovar’ın bu çekici metinden etkilendiğini biliyoruz. Nitekim kendisini üne kavuşturan ‘Arzunun Kanunu’ ve ‘Sinir Krizinin Eşiğindeki Kadınlar’ gibi filmleri Cocteau’nun metninin açık esinini taşır. İspanyol sinemacı, evlere kapanılan pandemi ortamında, yıllardır çekmecesinde hazır duran senaryo taslağından yola çıkarak, çağdaş bir serbest film uyarlamasını hayata geçirmek istemiş. Geçtiğimiz Venedik Film Festivali’nde dünya prömiyerini yapan filmde, hayranı olduğu İngiliz oyuncu Tilda Swinton ile çalışmış. Film, 30 dakikalık süresi içinde Almodovaryen tüm unsurları barındırıyor. Onun sinemasına özgü yaratıcı set tasarımının, parlak göz alıcı renkli objelerin, kitapların, DVD’lerin, duvarlarda asılı tabloların, Swinton’ın melankolik duygu geçişlerine eşlik ettiği filme yakıştırılan ‘küçük bir mücevher’ tanımlamasına katılmamak elde değil. Finaldeki Almodovar sürprizini seyir keyfini bozmamak için açıklamak istemedim.

Bu filme eşlik olarak sinemacının otuz yaş sonlarından kalma en popüler işlerinden 1988 yapımı ‘Sinir Krizinin Eşiğindeki Kadınlar’ gösterime sunuldu. Cocteau’nun klasik oyunundan yola çıkan bu eğlenceli filmde, kendisini telefonda terk eden birlikte yaşadığı adamın ardından bunalıma düşen kadın bu defa yalnız değil. Çevresinde sinir katsayısı en az onun kadar yüksek hemcinsleri var. Otuz küsur yıl öncesinin bu şirin çalışması, temel metnin hüznünü şöyle bir kenara atıp, çılgın bir vodvil olma yolunda tam gaz ilerliyor. Gencecik Antonio Banderas da bu dağılmış kadınlar takımına eşlik ediyor. Almodovaryen herşeyin biraraya geldiği, renkli ve eğlenceli kokteyle, Lola Beltran’ın sesinden ‘Soy Infeliz’, La Lupe yorumuyla ‘Pure Teatro’ şarkıları eşlik ediyor. Her iki filmi izleyerek Almodovar’ın 30 yıl öncesinin çılgınlığına, yetmişli yaşlarının hüzünlü kabullenişine, ancak her daim gelecek günlere umutlu göz kırpışına tanıklık etmek mümkündü.

Marguerite Duras’nın oyunlarını pek severim. Sinemaya Duras’nın asistanlığını yaparak başlamış olan tanınmış sinemacı Benoit Jacquot’nun ustasına gönül borcunu yerine getirmek için çektiği, efsanevi Fransız sanatçının 1968 yılında yayınlanmış ünlü oyunu ‘Suzanna Andler’in sinema uyarlamasından memnun kaldım. Film, çok zengin bir iş adamının 17 yıllık karısı Suzanna’nın kış ortasında yazlık villa kiralamak için geldiği Côte d’Azur sahilinde, mutsuz evliliğindeki çıkışsızlığı ve genç aşığıyla başbaşa kaldığı 6-7 saatin diyalogları üzerine kuruluydu. Kendi tabiriyle Côte d’Azur’ün bu en çok aldatılan kadını, birini sevememenin ürkütücü hallerinde gezinirken, yalanlara bulanmış itirafların peşpeşe sıralanışına tanıklık ettik. Hepsi birbirine benzeyen bu mutsuz ultra zengin kadınların hikâyesinden bize ne diyenleriniz çıkabilir. Duras’nın cazibesine dayanılmaz diyalogları tam da burada devreye giriyordu. Benoît Jacquot’nun seçimlerine gelince, usta yönetmen minimalist bir mekân / dekor tasarımı ve kamera kullanımıyla, filme alınmış tiyatro tehlikesini ustaca bertaraf etmiş, iki aşığın final hesaplaşmasını, kameranın huzursuzca çiftin çevresinde gezindiği kesintisiz 10 dakika süren tek plan / sekans olarak çekmiş, Charlotte Gainsbourg’un kusursuz performansından ustaca yararlanmasını bilmiş.

Kalburüstü filmlerde başarılı yorumlarına tanık olduğumuz Viggo Mortensen, bu kez uzun metraj yönetmenlik denemesiyle seçkiye konuk oldu. Ressam, fotoğrafçı, şair, müzisyen ve şimdi de yazar yönetmen olarak karşımıza çıkan sanatçının başrollerden birinde yer aldığı ‘Düşüş / Falling’, dünya prömiyerini geçtiğimiz yıl Sundance Film Festivali’nde yapmış, Cannes 2020 etiketini taşıyan ve eşcinsellik olgusu dışında, Mortensen’in özyaşamsal anılarından beslenen ilgiye değer bir ilk çalışma. Çocukluğu kırsalda geçen ve taşra hayatını yıllar önce geride bırakan John, demans hastası babasını bir süreliğine yanına alıyor ve hikâye, değişime tüm benliğiyle karşı koyan, kaba, eski kafalı ve sabit fikirli babasıyla gerilimli ilişkisi üzerinden ilerliyor. Amerikan bağımsızlarında sıkça karşımıza çıkan toksik erkeklik meselesi ve affetme kavramı üzerinde yoğunlaşan filmden bir küçük sürpriz de, küçük bir sahnede doktor olarak görünen, daha önce birkaç kez Mortensen’i yönetmiş Kanadalı tanınmış sinemacı David Cronenberg’den geliyor.

Cronenberg deyince hemen aklımıza gelen yönetmen oğlu Brandon’ı, Cannes’da gösterilmiş 2012 yapımı ilgiye değer ilk uzun metrajı ‘Antiviral’ ile tanıyoruz. Aradan geçen 8 yıl oğul Cronenberg’e yaramış. Seçki içinde izlediğimiz ikinci uzun metrajı ‘Possessor’, bedensel korku adını verebileceğimiz karanlık bir türün ustası olan babasının sinemasıyla benzerlikler taşıyor. Ustanın ünlü yapıtı ‘ExistenZ’in özel efekt departmanında görev alarak sinemaya adımını atmış olan Brandon, beden, zihin ve makine melezliklerine aşinalığını son derece ilginç bir hikâyenin hizmetine sunmuş. Yüksek teknoloji ile çalışan gizli bir teşkilat, beyne monte edilen cihazlarla, kurbanlarının beynine girerek onları birer suikastçıya dönüştürüyor. Ancak, iki zihin bir bedende karşı karşıya gelince neler neler olacaktır. Brandon, alabildiğine gerilim yüklü bir öyküyü aktarırken, insanların verilerini depolayan büyük şirketlerin eleştirisine yer veriyor. İnsan ruhunun karanlığını eşeliyor, bağlılık, aile, özgürlük kavramlarını çarpıcı bir biçimde tartışmaya açıyor. Bunları yaparken ekranı kana boyayan şiddet dozu yüksek bir anlatımdan kaçınmıyor, hatta bilerek üstüne gidiyor. Festivalde, filmin herkesin kolay kaldıramayacağı ‘uncut’ versiyonu gösterildi.

Bu yılın en güzel sürprizlerinden biri olan ‘İki Aşığın Ölümü / The Killing of Two Lovers’, son derece gerilimli bir sahneyle açılıyordu. Ücra bir Amerikan kasabasının boğucu atmosferinde, 4 çocuklu karı kocanın tükenmiş evliliği üzerinden aile kavramını ele alan yapım, sade görselliği ve çarpıcı ses tasarımıyla, izleyicisini baştan sona diken üstünde tutan bir filmdi. Bu son derece düşük bütçeli yapımın yazar yönetmen ve kurgucusu Robert Machoian, beklenen tuzakların hiçbirine düşmeden, daha ilk sahneden auteur kumaşını belli ediyor ve özellikle son bölümde her biri 6 küsur dakika süren plan sekanslarıyla başarılı bir ilk filme imzasını atıyordu. Digitürk’te 3 sezon yayınlanan ‘Lethal Weapon’ dizisinin baş aktörü Clayne Crawford’un etkileyici performansına ayrıca dikkat çekmek isterim.

Berlinale’nin ödüllü filmleri 40. İstanbul Film Festivali’ne konuk olmaya başladı. ‘Orman – Seni Her Yerde Görüyorum / Rengeteg – Mindenhol Tatlak’ mikro bütçeli bir Macar filmi. Yönetmen Bence Fliegauf, aynı gece içinde geçen 7 ayrı hikâye anlatıyor. Bir el kamerası, ağırlıklı yakın planlardan oluşan uzun sekanslar eşliğinde, iki ya da üç kişinin karanlık diyaloglarına, gerilimli yüzleşmelerine tanıklık ediyoruz. Onu kiliseye bağlı sadık bir dindar olarak yetiştirmek isteyen annesi ile tartışan yeni yetme oğlanın öyküsü, filmin en sevdiğim, en hınzır ve en aydınlık bölümüydü. İlk öyküde şaşırtıcı bir performans veren genç oyuncu Lilla Kizlinger’in Berlin’den oyuncu ödülü ile dönmüş bulunuyor.

Arjantinli aktris / yönetmen Ana Katz imzalı ‘Susmayan Köpek / El Perro que No Calla’, 73 dakikalık kısacık süresi içinde, çok derin duygular hissettirebilen filmlerdendi. Katz’ın başrolde erkek kardeşi Daniel’i oynattığı filmi, 30’lu yaşlardaki Sebastian’ın yıllara yayılmış hayatından küçük tablolar sunuyor. Çok sevdiği köpeğini yalnız bırakamadığı için evini, işini, hayatını gözünü kırpmadan değiştirebilen ‘iyi’ bir insandır o. Hayatın akışı içinde, karşısına çıkan engelleri dinginlikle aşmaya çalışır. Kayıplarının hüznü pes ettirmez onu. Katz filmini 3 senelik bir süre içinde farklı görüntü yönetmenleriyle çalışarak bitirmiş. Bu süreçte oyuncusunun ilerleyen yaşı, aldığı kilolar, değişen saç kesimi, bu devirde duyarlılığını koruyabilen hassas bir ruhun geçirdiği evreleri ifade etmede etkili olmuş. Yönetmenin çarpıcı siyah-beyaz tercihi, doğanın isyanını simgeleyen bir pandemi hadisesinin Covid günlerinden çok önce tesadüfi olarak hikâyeye dahil olması, bir kaybın hüznünün animasyon tekniğiyle ifade edilişi, bu filmi özel kılan nedenlerdendi.

40. İstanbul Film Festivali’nden bir ilk film daha. Portekiz’in en önemli sinemacısı Manoel de Oliveira’nın yardımcılığıyla kariyerine ilk adımı atan David Bonneville’nin ilk uzun metrajı ‘Son Banyo / O Ultimo Banho’, bastırılmış arzuların filmiydi. Tanrı’ya kendini adamış, son yeminini etmeye hazırlanan rahibe Josefina, büyükbabasının ölümüyle tek başına kalan yeni yetme yeğenini himayesine alyor. Ancak, genç kadın başta annelik içgüdüsüyle yaklaşsa da, ilk kez bu kadar yakınlaştığı erkek bedeni ile alış verişi onu şaşkına çevirecektir. Çok ilginç bir hikâyeyi hayli başarılı bir başlangıç sahnesiyle açıyor Portekizli sinemacı. Ancak cinselliğin muğlak sularındaki yolculuğunda pek de derinleşemediğini söyleyebiliriz.

40. İstanbul Film Festivali’nin ilgiye değer bir diğer filmi olan ‘Kralların Gecesi / La Nuit des Rois’, Fildişi Sahili’nde yetişmiş yönetmen Philippe Lacôte imzasını taşıyan fantastik bir denemeydi. Başkent Abijan’da mahkumlar tarafından yönetilen La Maca hapishanesine gönderilen ve hapishane ağası tarafından hikâye anlatıcısı seçilen genç delikanlı, kanlı Ay gecesi mahkûmlara hiç durmadan hikâye anlatmak zorundadır ve hikâyesi gün doğmadan sonlanırsa öldürüleceğini bilmektedir. Batı Afrika’daki griot geleneği ve 1001 Gece Masalları’ndan ilham almış olan çalışma, klasik anlamda bir hapishane filmi hiç değil. Kendi kuralları ve kanunları olan bu dünyaya farklı bir gözle bakıyor, tür filminin kodlarını kırmayı deniyor. Dörtte biri gerçek mahkûmlardan oluşan oyuncular topluluğu, anlatılan hikâyeye sözleriyle ve bedenleriyle eşlik ediyor. Danslar ve şarkılarla sahneye konan anlatı, klasik Yunan tragedyası ve yöreye özgü hikâye anlatma geleneklerinden esinlenmiş. Büyülü gerçekçiliğe göz kırparken, ülkenin politik gerçeklerine de alan açan bu sıra dışı çalışmayı sevdik.

(15 Haziran 2021)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com