Basının Özgürlüğü mü, Hükümetin Güvenliği mi

Dünya sinemalarıyla eş zamanlı olarak bizde de gösterime giren ‘The Post’, Steven Spielberg’in en hızlı tamamladığı projelerinden biri. Meselenin aciliyeti var çünkü. Film, 1971 yazında basının gündemine bomba gibi düşen ve kısaca ‘Pentagon Belgeleri’ davası olarak bilinen tarihi mücadelenin izini sürerken, günümüz ahvaline açık göndermeler yapıyor.

1966 yılından Vietnam görüntüleriyle açılıyor film. Savaşın göbeğinde rapor tutan askeri gözlemci Daniel Ellsberg’in uçakta dönemin Savunma Bakanı Robert McNamara ile görüşmesine şahit oluyoruz daha sonra. Başlangıcı ta 1945’lere dayanan, tam dört başkan eskitmiş Vietnam cephesinde, her gün onlarca zayiat verilmesine karşın değişen hiçbir şey yoktur. Bakanın basın mensuplarına ‘Savaşın her alanında ilerleme kaydediyoruz’ şeklindeki açıklamasının ardından kararını veriyor Ellsberg. McNamara’nın hazırlattığı, savaşın gidişatını belgeleyen ‘çok gizli’ nitelikli askeri dokümanın basına sızmasını sağlayacaktır. Belgelerden bir bölüm The New York Times’da yayınlanır önce. Nixon hükümetinin tehdidi ve federal yargıcın aldığı ihtiyati tedbir kararıyla yayın dizisi durdurulur.

Bu sansür hadisesinin hemen ardından, o dönemde daha küçük bir yerel gazete olan ‘The Washington Post’ muhabirine ulaştırılır belgelerin küçük bir bölümü, hem de (yanlış okumadınız) bir ayakkabı kutusunun içinde. Sonrasında Ellsberg ile temasa geçerek yedi bin sayfalık raporu elde eden The Post muhabirleri, Beyaz Saray’ın gazabı karşısında belgeleri yayınlamak ya da yayınlamamak arasında tarihi kararlarını vermek durumundadır.

‘The Post’ bu tarihi kararı verecek iki kişiyi odak noktasına alıyor. Amerika’nın ilk kadın gazete patronu Katherine (Kay) Graham ile The Post’un efsanevi editörü Ben Bradlee’den söz ediyorum. Kocasının intiharının ardından 45 yaşında gazetenin başına geçmiştir Kay. Sosyal yaşamda ve iş hayatında kadının geri planda durduğu bir dönemin ürünüdür. Yönetim Kurulu’ndaki tek kadın üye olarak tedirgindir. Patron olmasına karşın erkek danışmanlarının tavsiyelerine kulak kabartır. İlerlemiş yaşında başladığı yeni hayatına ve gazetecilik mesleğine tutkuyla bağlıdır oysa. Askeri sırların ifşa edilmesi meselesi onu huzursuz etmiştir gerçi. Ancak, sırf rezil olmaktan kaçınıldığı için gencecik çocukları ölüme yollanmasına ve ulusun yıllardır yalanlarla kandırılmasına göz yummayacaktır. McNamara ile yakın dostluğuna rağmen Bradlee’nin belgeleri yayınlama kararına onay vermeye kararlıdır.

‘The Post’ sinema tarihinin gazeteciliğe saygı niteliğindeki en önemli yapımlarından 1976 tarihli Alan J. Pakula filmi ‘Başkanın Tüm Adamları’nın (All President’s Men) öncülü niteliğinde. 1972 yılında patlak veren ve sonunda Richard Nixon’u koltuğundan eden ünlü Watergate skandalını konu ediniyordu bu film. ‘The Post’ bunun öncesinde yaşanan basın özgürlüğü mücadelesini gündeme getirirken, Pakula’nın erkekler arasında geçen filminde yer verilmemiş Graham portresini ön plana çıkarıyor. Hisselerini ilk kez halka arz ettiği dönemde kırılgan bir küçük gazete patronunun tüm varlığını riske atarak, hapse girmeyi dahi göze alarak, Amerikan Anayasası’nın birinci maddesinde yer alan basın ve ifade özgürlüğünü savunan ve cesur kararıyla kendisini gıptayla izleyen hemcinslerine örnek olmuş Kay Graham’da kariyerinin en parlak performanslarından birini ortaya koyuyor muhteşem Meryl Streep. Tom Hanks’in editör Bradlee’si, Pakula’nın filminin Oscarlı oyuncusu Jason Robards’ın yorumuna kıyasla daha kibar ve babacan, ancak etkileyici.

İlk senaryo taslağını kaleme alan Liz Hannah, Kay Graham’in Pulitzer ödüllü anı kitabı ‘Kişisel Tarih / Personal History’den yola çıkmış. Daha sonra, bir diğer çarpıcı gazetecilik hikayesini konu edinen 2016 yapımı ‘Spotlight’ filminin Oscar ödüllü yazarının işe dahil olmasıyla senaryo son halini almış. Değişmez çalışma arkadaşlarıyla bir kez daha biraraya gelmiş olan Spielberg’in filmi usta Janusz Kaminski’nin görüntüleri ve John Williams’ın bu politik gerilime çok yakışan müzik çalışmasıyla heyecanla izleniyor. Ann Roth’un kostümleri ve Rena DeAngelo’nun dönemin havasını bire bir yansıtan ve biz yıllanmış yazarlara yetmişli yıllarda çekilmiş bir film izleme hissini tattıran yapım tasarımına da hayran kalmamak elde değil. Ancak sonuçta önemli bir davanın filmi bu. 1971 ve 2017 sayıları arasındaki ironik benzerliğe dikkat çekiyor Spielberg. ‘Tweet atmak yerine derdimi bu filmle dile getiriyorum’ diyor bir söyleşisinde. Nixon devri ile Trump dönemi arasındaki paralelliklere dikkat çekiyor, basını yalan habercilikle suçlayan şimdiki başkanlarına bu filmiyle cevap verdiğini sözlerine ekliyor. ‘Devlet benim’ deme cüretinde bulunan bir diktatör heveslisiyle mücadelesi takdire değer yıllanmış sinemacının. Demokrasinin yalnızca dokuz harflik bir kelimeden ibaret olduğu, basını susturulmuş, hukuku ayaklar altına alınmış mazlum ülkelerin gazetecilerine sabır ve mücadele gücü versin diyelim bizler de.

(12 Ocak 2018)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com