Kategori arşivi: Yazılar

Bir Canavar Yaratmak

Ali Abbasi’nin Cannes Film Festivali ana yarışma seçkisinde dünya prömiyerini yapan son filmi ‘The Apprentice / Trump’ın Hikâyesi’ yeniden başkanlık yarışına giren eski ABD Başkanı Donald Trump’ın gençlik yıllarını mercek altına alan bir biyografi. 70’li yıllarda babasının yanında gayrimenkul işine bulaşan Queens’ten çıkma portakal suratlı Donald’ın kapı kapı dolaşarak yoksul kiracılardan para toplamanın çok ötesinde hayalleri vardır. Dairelerini kiralarken ırkçılık yaptığı gerekçesiyle mahkemelik olmuş babasının boyunduruğundan ve kötü şöhretinden sıyrılıp keşmekeş New York’un göbeğinde lüks bir otel inşa etmenin peşindedir o. En genç üye olarak kendini kabûl ettirdiği özel kulüpte tanıştığı nüfuzlu avukat ve politika danışmanı Roy Cohn hedeflerine ulaşmada onun yol gösterici hamisi olacaktır.

Böylesine tipik bir Amerikan öyküsünün yönetmenlik koltuğunda İran asıllı bir yönetmenin oturmasına şaşırmış olabilirsiniz. Lakin Abbasi bizde sinemalara gelmeyen ilginç psikolojik gerilim denemesi olan ilk uzun metrajı ‘Shelley’den (2016) başlayarak çizgi dışı karakterlerin öyküsünü anlatmıştır hep. Danimarka vatandaşı yönetmen, İsveç’te çektiği, Cannes’ın ‘Belirli Bir Bakış’ seçkisinde en iyi yönetmen ödülü alışının ardından Oscar adayı olmuş makyaj çalışması ile dünya çapında tanındığı, bizde de büyük ilgi toplamış 2018 yapımı ‘Sınır / Gräns’da, sınır polisi Tina’nın kendi kadar tuhaf bir adamdan etkilenişi ve öz varlığını sorgulamasında doğaüstü kara film ögelerini ustaca harmanlamış; İran toplumuna öfkeli bakışını yansıtan bir sonraki filmi ‘Kutsal Örümcek / Holy Spider’da 2000’li yılların hemen başlarında Meşhed kentini sallamış seri cinayet sarmalını gözlem altına almıştır.

Tartışmalı karakterleri odağına alan öykülerin izini süren Abbasi’nin politika üzerine yaman gözlemleri ile sivrilmiş Amerikalı tanınmış gazeteci Gabriel Sherman’ın senaryosundan yola çıkan filmi ilk yarıda bir baba figürü ya da mentor arayan genç Donald ile feleğin çemberinden geçmiş hukukçunun -filmin özgün adının da vurguladığı üzere- usta – çırak ilişkisini anlatıyor. Julius ile Ethel Rosenberg’in idam kararında etkin olmuş milliyetçi sağ kanadın acımasız avukatı ‘ben ne dersem onu yapacaksın’ der genç Trump’a. Burası kanunların değil, adamların ülkesidir çünkü. Herkesin bir açığı vardır, Cohn onları bulur, şantaj mekanizmasını devreye sokar. Onun için ‘ahlâk’ ya da ‘büyük hakikat’ yoktur. Hakikat şekil verilebilecek bir insan kurgusudur yalnızca. Donald kazanmak için her şeyi yapmaya hazır olmalıdır.

İkinci bölümde ise klasik biyografilerin genel akışına uygun bir seyir takip ediyor yapım. Donald’ın Çekoslavakya’dan gelmiş modellik yapan Ivana Zelnickova ile evliliği, bu birlikteliğin tükenerek bir nefret ilişkisine dönüşmesi, 80’li Reagan yıllarında düşük vergiler ve türlü düzenlemeler sayesinde hırsını bileyerek iyice palazlanması vs. perdeden yansıyor. ‘Bir Yıldız Doğuyor / A Star Is Born’ kurgusuna benzer bir biçimde Trump’ın yükselişi, Cohn’un düşüşüyle dengeleniyor. Öyle ki Donald yıllar sonra

bir röportajda mentorunun üç ana kuralını kendininmiş gibi aktaracaktır. Neydi bunlar: aman vermeksizin saldıracak, hakkında ne söylenirse söylensin inkâr edecek ve mağlubiyeti asla kabûl etmeyecektir. AIDS’ten ölmekte olan Roy, Dr. Frankenstein misali bir canavar yaratığını söyleyecektir. Ancak Donald’ın gözbebeklerinden yansıyan dalgalanan ABD bayrağı Trump’ın Amerika olduğunu ifade etmektedir. Ülkesinin refahı dünyayı talan eden, kazanmak için her yolu mübah sayan bir gücün temsilcisinden başka bir şey değildir o.

‘The Apprentice’ izleyiciyi ve eleştirmenleri ikiye bölen filmlerden. Trump’ta Avengers serisinden tanıdığımız Sebastian Stan ve özellikle Cohn’da ‘Succession’dan hatırlanan Jeremy Strong öylesine iyiler ki, yaklaşan başkanlık seçimi öncesinde filmin Trump lehine çalışacağını söyleyenler az değil. Buna karşılık Abbasi bıçak sırtı bir anlatıda tartışmalı karakterine mesafeli kalmak istemiş ve kanımca bunu başarmış. ABD’nin güç mekanizmasının kalbine dalarak, geleceğin başkanını karanlık ve etkileyici bir mercekten incelerken 70’ler yeni Hollywood’unun anlatım tarzını ve akıcı kurgusunu benimsemiş.

(18 Ekim 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Bir Başkan Hikâyesi: The Apprentice

At yarışlarında en çok duyulan sözcüktü, “Aprentis” (Çırak). Bir gün televizyon ekranlarına da yansıdı. Trump, “çırak” seçiyordu… Kendisi seçildi. Birkaç yıl sonra, emlak kralı ya da televizyon programcısı olarak değil, siyasetçi hatta Başkan olarak çıktı karşımıza.

Beğenilen bir Başkan oldu mu? Sanmıyorum, çünkü ilk seçimde devrildi. Ama şimdi yeniden aday ve kazanma şansı olduğuna inanılan bir aday. Trump, kazanır mı bilemem, ama yapılan bu The Apprentice iyi kotarılmış bir propaganda filmi. Bir filmin propaganda amaçlı olması, yani bir hedefe (hem de siyasi bir hedefe) bağlı olması sinema sanatı açısından pek doğru gelmiyor bana.

The Apprentice, gerçekleri yansıtan bir film. Gerek senaryosunun -artık bilinmeyen ne var ki, Trump hakkında- hakikati saptırmadan anlatması gerekse de Başkan adayını hırsı, azmi ve gücüyle neleri yapabileceğini göstermesi açısından önemli bir çalışma. Diğer taraftan, senaryosu, çekimi ve özellikle oyuncuları açısından başarılı olduğu su götürmez bir gerçek. Yönetmen Ali Abbasi, gerçek bir sanatçı olarak, tarafsız bir bakışla, geleceğe de kalacak bir film yapmış. Gösterimde olduğu süre içerisinde belki beklenen gişe başarısını yakalayamayabilir, seçimden sonra Trump Başkan seçilirse engellenebilir de, ama The Apprentice, bir propaganda filmi olarak başarılı bulunacak, yıllar sonra da hakkı teslim edilecek.

Trump hakkında yeni bir şey söylemeyen The Apprentice, bize bir fırsat sunmuş olabilir. Bizde de benzer siyasetçiler var ve onlar da aynı yollardan geçtiler, aynı hırsla aynı saldırganlıkla, aynı gerginlikle koltuklarını korumaya çalıştılar, çalışıyorlar da… kıssadan hisse çıkartmak bize heves.

18 Ekim’den başlayarak gösterimde…

(16 Ekim 2024)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Yaşama Tutunmak İçin: Son Ana Kadar

Tüm canlılar doğar, büyür ve ölür. İçlerinde sadece insan kalıcı olmak ister, ölmemek arzusundadır, ölse bile adının yaşaması için hep bir şeyler yapma çabasındadır. Belki de sadece bizim ülkemizde, insanlar öldükten sonra da yaşamak için çocuk yaparlar. Oysa kalıcılık çok daha farklı, çok daha özel bir şeydir.

Yönetmen John Crowley, Nick Payne’in senaryosunu, Andrew Garfield, Florence Pugh, Adam James’in oyunlarıyla gerçek bir duygusal filme ve bir anlamda da güçlü bir mesaja dönüştürmüş. Geleceği parlak olsa da bazı şeyleri gizlemeyi başaran şef Almut, bir gece boşanmak üzere olan Tobias’a çarpar. Tobias açık ve nettir, sakin ve mutlu bir yaşamdan başka bir talebi yoktur. İki genç arasında duygusal bir bağ oluşur. Ancak Almut’un hastalığı birlikteliklerinin önüne dikilir.

Uzun zamandır böylesine duygusal/romantik bir film girmiyordu gösterime. Teknolojik gelişmenin etkisiyle gösterilen onca filmde belki de duygusallığa yer yoktu bu derecede. Oysa Yeşilçam’dan bu yana ailecek izlenen “mendil ıslatan” filmler çok tutulurdu. Sımsıcak bir ilişki, tertemiz bir aşk ama içten içe işleyen doğanın kanunu… Almut bazı kararlarını gizler eşi ve çocuğundan, çünkü amacı kendisinden sonra da adının, sevgisinin yaşamasıdır.

Yönetmen Crowley, seyircinin merakını güçlendirecek, heyecanını arttıracak bir film kurmuş. Sıradan bir olayı/öyküyü güçlü bir yapıta dönüştüren bu kurgu zaten. Hemen herkesin her an başına gelebilecek aksilikler bile öylesine ayrıntılı, öylesine güçlü ve öylesine açık/şeffaf verilmiş ki, insan soluksuz izliyor.

“Ne olacak ki, altı üstü bir yaşam” diyemeyiz; o yaşam hepimizin değil mi? En zor anda, en kötü zamanda, en olmadık yerde bir terslik çıkar ya karşınıza… Aslında çok da doğaldır olanlar, ama kültür, gelenek, görenek, örf ve adetler engeller olanların doğallığını. Bir kadının doğurması kadar doğal ne olabilir; tabii tuvalette, hem de bir benzinci tuvaletinde doğurması dışında. Eşinin, benzincide çalışanların, telefonla destek olmaya çalışan doktorun canla başla mücadelesini, o en hızlı yüz metre koşusunun heyecanını soluk soluğa izliyoruz.

Anı yaşamak en doğrusu kuşkusuz; izin verilirse… Bir çocuk sahibi olmak büyük mutluluk; tabii, o olanak yakalanırsa. Filmden çıkarken, inanıyorum ki, herkes hayatın güzelliğini doğruluyordu, kesinlikle.

18 Ekim’den başlayarak gösterimde…

(16 Ekim 2024)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Hayat Sanatı Taklit Ediyor

20. Yüzyıl Rus edebiyatının doruk yapıtlarından biri olan Mikhail Bulgakov romanı ‘Usta ile Margarita / Master i Margarita’nın yepyeni bir uyarlama ile sinemalarımızda gösterime girmesi güzel bir sürpriz.

Mikhail Lockshin’in yönettiği filmin ülkemizde basına gösterilmeden sessiz sedasız gösterildiğine bakmayın. Sovyet yaşam tarzına yönelik sert eleştirilerinin yetkililerin kabul edemeyeceği bir noktaya geldiğinde yapıtlarının yayımlanması fiilen yasaklanmış olan Bulgakov’un yaşamının son günlerine dek üzerinde çalıştığı, ancak ölümünden yıllar sonra, o da sansürlenmiş haliyle 1966’da yayınlanma imkânı bulacak olan çileli eserinin son sinema serüveni bir asrın ardından Rusya’yı hayli karıştırdı. Putin yönetimi ve yandaş basın 1930’lu yılların karanlık Stalin diktatörlüğünde geçen anlatı ile günümüz Rusya’sı arasındaki paralelliklere fazlasıyla takılmış olmalı ki, Amerikan vatandaşlığını ve Ukrayna işgalini kınayarak ülkeyi terkedişini bahane ederek Rus asıllı Lockshin’i terörist ilan etmeye kadar vardı iş. Ancak tüm bunlar filmin Rus izleyici tarafından büyük ilgiyle görmesinin önüne geçemedi. Halkın yasaklanır endişesiyle sinemalara akın ettiğini ve bitiminde filmi alkışlara boğduğunu biliyoruz.

Tüm bunlar Bulgakov’un ‘her iktidar toplum üzerinde baskı kurar’ söylemini doğruluyor. Günümüz Rusya’sında yazarlar, sinemacılar ve farklı disiplinlerden sanatçılar üzerindeki baskılar, yasaklamalar ve sürgünleri düşündüğümüzde ‘tarih tekerrür ediyor’ diyebiliriz. Ya da filmin yarattığı tartışmalardan yola çıkarak, çağdaş bir baskıcı rejimin ifade özgürlüğünü sansürleme çabasını 100 yılın ardından ‘hayat sanatı taklit ediyor’ şeklinde yorumlayabiliriz.

Bulgakov’un Stalin diktatörlüğünün karanlık yıllarında geçen kült romanı üç farklı ve yarı bağımsız anlatıdan oluşur. Kara Büyü profesörü ya da Şeytan’ın cisme bürünmüş hali olan Woland ile maiyetindekilerin (bunlara dev bir fantastik kedi de dahil) 1930’lu yıllarda Moskova’ya gelişi, Yahudilerin Romalı valisi Pontius Pilatus’un -kitapta Yeshua Ha-Notsri olarak geçen- Hazreti İsa’yı yargıladığı bölümler ve yazarın alter egosu Usta ile sevgilisi Margarita’nın aşk hikâyesi iç içe geçmiş olarak nakledilir.

Lockshin’in filmi 500 küsur sayfalık romanın bire bir uyarlaması değil. Daha önce Netflix’de gösterilen 2020 yapımı ‘Titanic’ tarzı sınıflararası bir aşk hikâyesini anlatan ilk uzun metrajı ‘Gümüş Patenler / Serebryanye Konki’ ile bilinen genç sinemacı Bulgakov’un üç temel anlatısının bileşimine toparlayıcı bir meta unsur eklemiş: Usta’yı Bulgakov olarak yorumlarken, yazarı canlandıran Evgeniy Tsiganov’un Bulgakov ile benzerliğinden yararlanmış.

Film görünmez Margarita’nın Usta’nın baş düşmanlarından tiyatro eleştirmeni Latunsky’nin dairesine sızması ve ortalığı karıştırması ile başlıyor. Daha sonra bir yıl öncesine dönerek Usta ile tanışıyoruz. Pontius Pilates’in ünlü Hz. İsa yargılamasını konu alan son oyununun prömiyer öncesi provasına geliyor yazar. Ancak dinci gericiliğin propagandasını yaptığı, İsa ve Hristiyanlığı ele

alarak rejimi eleştirdiği gerekçesiyle oyun programdan çıkartılıyor. Usta akabinde yazarlar birliği ‘Masselit’ten atılıyor. Okura ulaşamayacağını bildiği halde esin perisi Margarita’nın teşvikiyle fantastik kurgusunu oluşturmayı sürdürüyor, kültürel ortamlarda ispiyonlayacak adam arayanların hırs tuzakları ve haksız yere kapatıldığı tımarhanede başına gelenlere rağmen.

‘Usta ile Margarita’ hazmı kolay olmayan bir metin. Film de romanı bilmeyenler için özel bir çaba istiyor. Ancak bu emeğin karşılığında Lockshin’in kurgusu keyifli bir deneyim sunuyor. Gerçek hayatta çift olan Evgeny Tsiganov ile Yulia Snigir’in tutmuş kimyası , Woland’da Alman oyuncu August Diehl’in nihilist yorumu zevkle izleniyor.

Bulgakov aynen Usta gibi yaşarken kendisine verilmeyen huzurlu sessizliğe kavuşmuşken, hüzünlü olduğu denli hınzır ve komik anlatısının 100 yıl sonra ortalığı nasıl karıştırdığına başka bir alemden tanıklık ederek keyifleniyordur belki. Bu vesileyle korkuyu yenerek baskıcı otoritenin gücünü kırmak için üreten dünyanın tüm cesur sanatçılarına selam gönderiyoruz.

(14 Ekim 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Joaquin Phoenix’ten Şarkılar Dinlediniz

Todd Philipps imzasını taşıyan 2019 yapımı ‘Joker’ klasik bir Batman filminin ötesinde, benzersiz bir karakter yaratma sürecini perdeye taşıdığı için çok beğenilmişti. Namı diğer Arthur Fleck’in kendi gibileri çöp olarak niteleyen sistemle hesaplaşması vurucuydu, küçük adam Arthur’un başkaldırısını örgütlü bir devrim hareketine dönüştürme çabası etkileyiciydi. Sonuç her açıdan olumluydu, Venedik’ten Altın Aslan ile dönen yapım hem eleştirmenlerin hem de sinema salonlarını dolduran genç izleyicinin gözdesi oluvermişti. Delilik üzerine yapılmış en iyi filmlerden biri olarak sinema tarihine geçen film, Chaplin’in dehasına, ‘Taksi Şöförü’ özelinde ‘70’ler Amerikan Bağımsız Sineması’na, ‘Guguk Kuşu’ndan sessiz sinemanın ünlü klasiği ‘Dr. Caligari’nin Muayenehanesi’ne güçlü referanslar barındırıyor, ‘The Master’ filminden beri hayranı olduğum eşsiz oyuncu Joaquin Phoenix sınırları zorlayan olağanüstü yorumu ile Oscar ödülüne kavuşuyordu.

Özgün yapımın devam filmi ‘Joker: İkili Delilik / Joker: Folie à Deux’ projesine kuşkuyla yaklaştığımı hatırlıyorum. Öyle ya, bunca beğenilmiş özgün yapımın tekrara düşmesinden endişe etmiştim. Bu noktada yanılmışım, yönetmen Phillips ilk filmin ekmeğini yiyecek bir hikâyeden özenle kaçınmış. Bu bir cesaret belki ancak öykünün fragmanlarda hiç açık edilmeyen bir müzikale evrilmesi

şaşırtıcı bir tercih olmuş. ‘Belleville’de Randevu / Les Triplettes de Belville’in yönetmeni Sylvain Chomet’nin çektiği anime Joker sekansı ile neşeli bir açılış yapan yapan film, beş kişinin ölümünden idamla yargılandığı duruşma gününü bekleyen bir deri bir kemik kalmış Fleck’in pis koğuşuna, çoklu kişilik bozukluğu için nakledildiği akıl hastanesinin gri karanlığına gömülüveriyor.

Arthur’un yeniden Gotham şehrinin kirli kargaşasına karışmasını boşuna bekliyoruz. İkinci yarıdaki uzun mahkeme bölümlerinde içimiz daralıyor. Karakterin geçmişine yönelik açılım yetersiz kalıyor. Akıl hastanesinin müzik odasında tanıştığı piroman Lee (Lady Gaga) ile tanışması filmin tonunu değiştiriyor. Arthur fantezi dünyasının ramp ışıklarında ilk kez tattığı aşkın doruklarında gezinirken bizler de ikiliden şarkılar dinliyor, Phoenix’in step dansı marifetine tanıklık ediyoruz.

Sonuçta, önce hapishane, daha sonra mahkeme dramasının yeknesaklığında gezinen, sözüm ona psikolojik çıkarımlarda bulunan hikâye, müzikalin parlak cazibesi ile durumu kurtarmaya çalışıyor ancak film bu haliyle Gaga’nın defalarca mırıldandığı ‘bir dağ inşa edeceğiz’ hayallerinin yarım yamalaklığı içinde sıkıcı bir seyirden ötesine geçemiyor, tabiri caizse dağ fare doğuruyor. ‘Megalopolis’in ardından yeni bir düş kırıklığını, ya da yılın bu en kötü şakasını geride bırakıp önümüzdeki filmlere bakalım diyorum.

(06 Ekim 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

İnsan İnsana Eziyet Eder

Christian Tafdrup’ın yazıp yönettiği 2022 yapımı ‘Speak No Evil’ Kuzey Avrupa sinemasından çıkmış en tedirgin edici filmlerden biridir. Michael Haneke’nin ‘Funny Games’inin ürperticiliği ile yarışır olan Danimarka yapımı film sinemalarımıza gelmedi ama özgün hikâyenin aynı adı taşıyan 2024 model Amerikan yeniden çevrimi bizde ‘Sakın Ses Çıkarma’ adıyla sınırlı salonda olsa da gösterimini sürdürüyor.

Özgün yapım farklı kültürlerden farklı yaşam tarzları olan iki ailenin Toscana güneşi altında bir tatilde tanışmasıyla başlar. Danimarkalı beyaz yakalı çifti kırsaldaki çiftlik evlerine ve serbest vezin yaşamlarına davet eden Hollandalılar vahşi bir sürek avını önceden planlamıştır. İnsanın insana yaptığı eziyetin seyri zor bir tasviridir bu film.

Amerikan çevrimlerinde bu tür sert öykülerin seyircinin huzurunu çok da fazla bozmayacak bir biçimde yumuşatıldığını biliyoruz. Söz gelimi George Sluizer imzalı 1988 Hollanda yapımı dehşet hikâyesi ‘İz Bırakmadan / Spoorloos’un Amerikan yeniden çevrimi beş yıl sonra yine Sluizer eliyle ‘Kayboluş / The Vanishing’ adıyla çekilmiş ve özgün yapımın kötünün kazandığı tüyler ürpertici finali mutlu sona bağlanmıştır.

‘Sakın Ses Çıkarma’nın yeniden çevirimi romantik hafta sonu kaçamakları ölüm kalım savaşına dönüşen bir çiftin öyküsünü anlatan başarılı gerilim denemesi ‘Eden Lake’in yönetmeni olarak hatırladığımız James Watkins’e teslim edilmiş. Senaryoyu da kaleme alan Watkins’in ana karakterleri Londra’ya taşınmış Amerikalı aile ile kırsalda yaşayan İngiliz çiftten oluşuyor. Yakın yaşlarda birer çocukları olan çiftler yaşam tarzları ile birbirlerinden ayrılıyor. Çiftlik evlerinde doğa ile içli dışlı yaşayan Paddy (James McAvoy) ile Ciara (Aisling Franciosi), Londra’nın göbeğinde modern hayatın ağlarına takılmış sorunlu ikili Ben Dalton (Scott McNairy) ile karısı Louise (Mackenzie Davis) için başına buyruk özgür çift fantezisini temsil ediyor. Dalton’lar tatil sonrası bir hafta sonu kaçamağı için Batı İngiltere’deki çiftliğe davet edildiklerinde kısa bir tereddüdün ardından davete icabet ediyor. Londra’nın yağmurundan sonra Devon kırsalının güneşli havasına ve tabii ki mutluluk ve yaşam sevincinin timsali gibi duran, eril coşkusu ile ortalığı neşelendiren Paddy’nin cazibesine kapılmışlardır.

Eski usul İngiliz yaşam tarzı şehrin modern yaşam denen koşu bandından kurtulmayı ifade eder gibidir onlar için. Ancak mutlu karşılama çok uzun sürmüyor. Paddy’nin kaba saba hoyrat davranışları büyüyü bozar gibidir. Her şey önceden planlanmıştır oysa. Korkunç sırları doğrultusunda İngiliz çift kedinin yemeği ile oynaması misali avları ile oyalanacaklardır bir süre. Louise dehşet anı geldiğinde “Bunu bize neden yapıyorsun?” diye soracaktır. Ciara’nın yanıtı basittir: “Çünkü siz izin verdiniz.” Paddy’nin dediği gibi dünya bir sürek avı cehennemidir. İnsan insana eziyet eder, buna kişinin en yakınları da dahildir.

Tafdrup’un filmini görmüş olanlar için spoiler olacak ama, Watkins’in Paddy’nin hoyratlıklarını törpülediğini ve soluk kesici finalin özgün versiyon gibi umutsuz bir karamsarlık taşımadığını belirtelim. Watson müzik kullanmadan çektiği son yarım saatini bir tür çağdaş ‘Köpekler / Straw Dogs’ kulvarına taşımış. Sam Peckinpah’ın gençlik yıllarımıza izini bırakmış 1971 yapımı yaman geriliminde Dustin Hoffman – Susan George ikilisinin yerini almış olan Dalton çiftinde bu kez çağımız iklimine uyumlu olarak kadın tarafı daha atak ve daha güçlü.

‘Sakın Ses Çıkarma’ gerilimini iyi kuruyor. Başta Jack Nicholson’un ‘Shining’ yorumunu anımsatan dışavurumcu oyunu ile McAvoy olmak üzere çocuk oyuncular dahil tüm kadronun iyi bir iş çıkardığı yapım son dönemde gösterilmiş benzerlerinden çok daha fazla tatmin edici bir korku gerilim. Dili kısa kaldığı için konuşamayan küçük Ant’de (Paddy ve Ciara’nın oğulları) Dan Hough’un yürek parçalayıcı performansına ayrıca dikkat çekmek isterim.

(05 Ekim 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Zamanı Durdurmak

Francis Ford Coppola final opusunu ‘geçmişimizi ve itibarımızı koruyabilir miyiz, yoksa eski Roma gibi açgözlü bir ihtişamın kurbanı mı olacağız?’ sorusu ile başlatıyor. Üstadın yaklaşık 40 yıldır hayata geçmesi için çalıştığı veda projesi ‘Megalopolis’te New York kentini New Rome olarak adlandırması, başlıca ana karakterlerin Romalı tarihi şahsiyetlerin ismini taşımaları bu yüzden.

Yeni Roma şehri değişmek zorundadır. Dünyaca ünlü Nobelli mimar, bilim adamı ve Tasarım Kurulu’nun başındaki Cesar Catalina (Adam Driver) yoksulluk ve adaletsizliğin kol gezdiği mega imparatorluk kentini yeniden dizayn etmek üzere idealist, ütopik bir geleceğin hayalini kurmaktadır. Bitmek bilmeyen hırsı ve çıkarları ile Belediye Başkanı Cicero (Giancarlo Esposito) karşısında durmaktadır. Bu açıdan kentin en zengini bankacı amcası Hamilton Crassus III’ün (Jon Voight) desteği önemlidir. Cesar ile Cicero’nun kızı Julia (Nathalie Emmanuel) arasında gelişen aşk, kadın avcısı mimara tutulmuş, gözden düşmekte olan sansasyonel TV programcısı Wow Platinum (Aubrey Plaza) ile siyasetteki boşluğun izini süren Crassus’un çılgın veliahtı Clodio’nun (Shia LaBeouf) sinsi iş birliğine yol açacaktır.

Coppola’nın tutku ile peşini bırakmadığı projesi yukardaki kısa özetten çok çok daha fazlasını içeriyor kuşkusuz. Shakespeare tarzı komplolar zinciri üzerinden yol alan hikâye efsanevi sinemacının elinde görkemli, fazla şatafatlı deneysel bir felsefi yolculuğa yelken açmış. Coppola her okumuş araştırmış düşünen Amerikalı gibi Avrupa kültüründen esinler ve etkileşimler üzerinden ilerliyor. Hamlet’in ‘olmak ya da olmamak’ diye başlayan ünlü tiradından, Roma imparatoru Marcus Aurelius’dan aforizmalara,

Sappho’nun aşk şiirlerinden Jean Jacques Rousseau özdeyişlerine bir diyalog bombardımanına tutuyor izleyicisini. Colosseum’a dönüştürülmüş Madison Square Garden sekansında, bilgisayar marifeti ile yaratılmış geleceğin stilize dünyasını inşaada görselliği ıskalamıyor gerçi. Yaratıcı fikirler, yaman bir hiciv ve eşitliksiz – adaletsiz çağımız yönetimlerine açık eleştiri getirmekten de kaçınmıyor. Lakin bütün bu şamata nihayetinde dizginlenemez, yorucu bir kaosa dönüşmekten kurtulamıyor.

Farklı açılar, grafik tasarımlar, bölünmüş ekranlar kullanıyor Coppola. Yan rollerde Laurence Fishburne, Dustin Hoffman, Jason Schwartzmann, Talia Shire gibi çoğu eskinin kıdemli oyuncuları gövde gösterisi yapıyor. Ancak bu curcuna içinde bir karakter inşa edemeden kaybolup gidiyorlar. Visconti’nin Helmut Berger’i misali rol çalan Shia LaBeouf ile Aubrey Plaza ikilisinin, muhtemelen filmin 18+ almasına neden olmuş masa üstü seks sahnesi bu yoğun sinema serüveninin iyi çekilmiş güzel sahnelerinden biri olarak akılda yer ediyor.

85 yaşındaki Coppola tıpkı Cesar Catalina gibi zamanı durdurmanın peşinde. Çoğu sanatçıda olduğu gibi kendini Tanrı katında görmenin megalomanisini yaşıyor muhtemelen. Ancak zamanı durduracak ve belleklerde yer edecek filmi bu film değil ne yazık ki. Kişisel olarak ustayı ‘Baba / The Godfather’ (1972), ‘Kıyamet / Apocalypse Now’ (1979) ve kadri kıymeti pek bilinmemiş ‘Konuşma / The Conversation’ (1974) başyapıtlarıyla hatırlamayı tercih ediyorum.

(03 Ekim 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Joker: İkili Delilik

Devam filmleri, aradan geçen yıllar içerisinde bulunduğu yerde durmayıp daha yukarı (pek azı aşağı çekilir) değerlendirildiği için pek beklentileri karşılamaz ya da öyle değerlendirilir.

Joker için de aynı şeyi söylemek mümkün. Bunun için de zaten, şimdiden iki uçta değerlendirmeler var: Ya çok beğenilmiş ya hiç beğenilmemiş. Arası yok… Todd Phillips, ilk Joker’de yakaladığı düzeyi tutturmuş, çok başarılı. Film gerek görüntüsü gerek sesi gerek kurgusu gerekse oyuncularıyla gerçekten de başarılı. Ancak bir önceki filmin duygu yükü, “Bu muydu?” dedirtiyor. Arthur Fleck, nam-ı diğer Joker (Joaquin Phoenix) ile Lee nam-ı diğer Lee Quinzel ya da Harley Quinn (Lady Gaga) büyük bir aşk yaşıyor. Film zaten hem aşk, hem mahkeme, hem cinayet ve hem de hapishane filmi, hepsini de kapsıyor.

Joker, ilk filmden anımsayabilirsiniz, beş (aslında) altı cinayet işlemiştir. Hapishanede zor günler geçirir, gardiyanların keyfi davranışları karşısında çaresizdir, ama Lee ile tanışma fırsatı bulunca bir aşk da doğar. Yönetmen Phillips, aslında yönetmen olarak başarılıdır, ama senaryoya da katkısı olduğu için not ortalaması düşüyor. Canlı olarak yayımlanan mahkemedeki tavırları, duruşmaya giremeyen binlerin de ilgisini çektiği için adliyenin önü ana baba günüdür. Onca insan, avukatını azledip kendi savunmasını kendi yapan Joker’i destekler doğal olarak.

Müzikal denilebilir film için, ama öyle görmeyenler de çıkacaktır. Joker’in step dansı unutulur gibi değil, Lee ile birlikte düet yapmaları da dorukta. Bir düette evlenmelerinin hayali mi, mutluluklarının yansıması mı izleyiciye kalmış. İkisinin arasındaki romantizm izleyiciye geçiyor, ama o kadar. Firar sahnesinin sıcaklığını ise hep hatırlayacağız.

Küçük bir not: Joker: İki Delilik filmini lazer teknolojisiyle donanan Cinenova (Marmara Forum) salonlarında izledik. Renkler daha doygun, ışık daha net, ses ise muhteşem. Sinemanın geleceği var… Filmleri platformlardan ya da bilgisayar ekranları yerine beyazperdede izlemek müthiş doyurucu…

4 Ekim’den başlayarak gösterimde…

(02 Ekim 2024)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

İnsanlık Tarihi Masalı: Megalopolis

Francis Ford Coppola, sadece Hollywood’un değil, dünya sinemasının da dikkatleri üzerinde toplayan, filmleriyle haklı bir ün ve konum elde eden bir sinemacı. Uzun, gerçekten de 40 yıla varan uzunlukta bir süredir düşünü kurduğu, epeyce de çalıştığı Megalopolis’i tamamladı. Filmi izleyenler hemen ikiye bölündü: çok sevenler ve hiç sevmeyenler. Eleştirmenler arada güzel, ilginç sahneler sekanslar bulsa da filmin daha tam ‘pişmemiş’ olduğu konusunda neredeyse hemfikir.

Adından da anlaşılacağı gibi bir “masal” Megalopolis. Yeni Roma’da Üçüncü Milenyumda geçen bir film. Evet, Üçüncü Milenyum günümüz, ama Yeni Roma düş ürünü. Zamanı durdurabilme gücü olan Tasarım Otoritesi başkanı Cesar Catilina (Adam Driver), kentin yönetimiyle çatışmalıdır. Kentte iyice semirmiş dünyayı umursamayan çok zenginlerle yaşam mücadelesi veren protestolarını gördüğümüz yoksullar (buradaki yoksulluk değil aslında yoksunluk demek daha doğru olacaktır) da var. Ancak biz en tepedeki çatışmaya odaklanıyoruz. Bu çatışma temelinde bir tarih anlatısı film. Paylaşım savaşları, çevre sorunları, göçler, hava kirliliği, küresel ısıtma ve ensest ilişkilerle dolu kimin eli kimin cebinde olduğu bilinmeyen topluluk; kısaca akla gelen bütün sorunlar yer alıyor. Çözümü… evet, izleyicinin aklına çözümü ne sorusu gelip takılıyor. Ancak Coppola çözümü izleyiciye bırakıyor. Kim neyi nasıl yorumluyorsa artık…

Politika, sanat ve ticaret…

Günümüz dünyasının en belirleyici üçgenidir politika, sanat ve ticaret üçgeni. Belediye Başkanı Çicero (Giancarlo Esposito) ile ideolojik savaş içerisinde olduğu Cesar arasına Crassus (Jon Voight) girer işin ticaretini yapmak amacıyla. Cesar’ın kız arkadaşı Julia (Nathalie Emmanuel) ile kadınların yaşamın içinde ne denli önemli ve gerekli (!) olduğu da vurgulanıyor. Julia’da (Nathalie Emmanuel) Cicero’nun parlak, zeki kızında daha hoş kokulu ve sağlıklı bir kadınlık var. Ford Coppola, merhum eşi ve işbirlikçisi Eleanor Coppola’ya ithaf ettiği Julia ve Cesar’ın birlikteliğini müthiş bir etkileyicilikle sunuyor.

Coppola, birçok oyuncuyu filme katmış, küçük bir rolde olsa da Dustin Hofman da, Laurence Fishburne, Jason Schwartzman, Caroline Bloom perdeye yansıyanların sadece birkaçı. Yönetmen, Megalopolis’le geçmişten getirdiklerimizle geleceğin nasıl şekilleneceği üzerine tartışmamızı istiyor. Gerçekten sadece gereklilik değil bu tartışma, bir zorunluluk aslında, çünkü toplumsal yapı da politik kurum ve kuruluşlar da kültürel yaşam da ekolojik sorunlara eğilmiyor yeterince.

27 Eylül’den başlayarak gösterimde…

(23 Eylül 2024)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Hayatımın En Güzel Gecesi

74. Berlinale ana yarışma seçkisinde dünya prömiyerini yapan ‘En Sevdiğim Pastam / Keyke Mahboobe Man’ın festivaldeki ilk gösterimine filmin yazar/yönetmenleri iştirak edemedi. Aynı şenliğe üç yıl önce ‘Beyaz İneğin Türküsü / Ghasideyeh Gave Segid’ ile katılmış ve büyük ilgi görmüş olan Maryam Moghaddam ve Behtash Sanaeeha çiftinin basın ve festival izleyicisi için kaleme aldığı metin filmin baş oyuncusu, aynı zamanda gazeteci ve yazar olan Lily Farhadpour tarafından okundu. Pasaportlarına el konulan sinemacılar mesajlarında özetle ‘üç yıl emek verdikleri filmin hayat, aşk ve ülkelerinde yıllar önce yitirilmiş özgürlük üzerine olduğunu’ ifade ediyor ve bu ilk gösterimi, ‘fosilleşmiş köhne geleneklerin duvarlarını yıkarak sosyal değişimi gerçekleştirmek için ön saflarda mücadele eden ve bu uğurda yaşamlarını feda eden cesur kadınlara adarken, bu ve benzeri yasaklanmış filmlerin İran’da serbetçe izlenebileceği güzel günlerin çok da uzakta olmadığı ümidini taşıdıklarını’ iletiyorlar.

Film 70 yaşlarındaki Mahin’in (Lily Farhadpour) öyküsü ile açılıyor. Askeri hastanede çalışan kocasını yıllar önce bir trafik kazasında kaybetmiş, iki evladını hemşirelik yaparak yetiştirmiş olan Mahin’in çocukları 20 yıl evvel yurt dışına göçmüş, kendisi doğup büyüdüğü topraklardan uzaklaşmak istememiştir. Şimdilerde kocaman bahçesini ağaçlar ve çiçeklerle donattığı evinde tek başına yaşamaktadır. Yaşlanmıştır artık ama ağrılı dizleri ile günlük işlerini, bahçesinin bakımını yapmak onu hayata bağlar. Eski arkadaşları ile seyrekleşen görüşmeleri yalnızlığını katlanılmaz hale getirdiğinde yaşama tutunmak ve uzun yıllar hayatında olmayan bir erkek ile tanışmak için adım atmaya karar verir. Emekliler lokantasında gözüne kestirdiği kendisi gibi yalnız, aynı yaşlardaki Feramerz’i (Esmaeel Mehrabi) tanıştıkları gece evine davet eder. Eskimiş evinin elektrik tesisatına el atan yaşlı adam sayesinde ışıl ışıl olan bahçede birlikte yemek yenir, zulalanmış şaraptan içilir, gece yaseminin kokusu düşlenerek eski şarkıların coşkun ezgileri eşliğinde el ele danslar edilir. Mahin için ne muhbir komşu ne de çevre baskısı umurunda değildir. Savaş gazisi Faramerz için de hayatının en güzel gecesidir bu. Lakin unutulmaz gece beklenmedik bir olayla gölgelenecektir.

‘En Sevdiğim Pastam’ sinemacılar tarafından genellikle görmezden gelinen bir yaş grubu üzerine çekilmiş son derece incelikli bir film. Finaline çok ısınamasam da, sevginin, aşk tomurcuklarının yaşamın her çağında su gibi, ekmek gibi ihtiyaç oluşu üzerine, çok başarılı iki oyuncunun sürüklediği zarif hikâye ilgi ile izleniyor. Film ileri yaşta bir aşk hikâyesi öykülerken, insani özgürlükleri hiçe sayan hoşgörüsüz ve yasakçı İslam Devrimi’ne eleştiri oklarını yöneltiyor. Mahin ve Faramerz özelinde devrim öncesindeki yaşam özlemle anılıyor, kadın ve erkeğin elele parklarda dolaştığı zamanlar, sayfiyedeki doyumsuz tatiller duvarda asılı fotoğraflarla yad ediliyor. Ancak devrimi hazırlayan, binlerin belki de milyonların zindanlarda işkence ile yok edildiği faşist Şah rejiminin kirli geçmişinden hiç söz edilmiyor. Ülkeye neşenin ve özgürlüğün geri gelmesini bizler de istiyor ve bunun yakın bir gelecekte gerçekleşeceğine dair umudumuzu koruyoruz ama İran toplumunun İslam Devrimi öncesi karanlık geçmişi ile hesaplaşması mutlak gerekiyor.

(21 Eylül 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Yalnızlığı Yenmek İçin…

İnsanı hep toplumsal bir varlık olarak tanımlarız. Ailede, kentte, işte sürekli bir aradayız, bu birliktelik hepimizin yaşamı belirliyor. En yalnız olan bile bir şekilde insan içinde, onu da yapamayana “Robinson Cruose” diyoruz.

Maryam Moghaddam, Behtash Sanaeeha’nın senaryosunu da yazarak çektikleri Benim Güzel Pastam (My Favorite Cake), alın ve sakin anlatımıyla öne çıkıyor. Karakterleri canlandıran Lili Farhadpour, Esmaeel Mehrabi, Mohammad Heidari hiç sırıtmıyor ve yaşayan insanlar olarak, sanki bir pencerenin önünden geçenleri izliyormuşçasına başarılılar.

Uzun yalnızlıkların ardından yakalanan birliktelikler, yepyeni bir hayat için ışık saçar ve bu, ne yaşla ne de işle sınırlandırılabilir. Kocası öldükten ve kızı Avrupa’ya gittiğinden beri yalnız yaşayan 70 yaşındaki Mahin, eskisi kadar sık olmasa da kendisi gibi yalnız arkadaşlarıyla buluşur; tam bir ergen muhabbetidir aralarında yaşanan.

Herkesin sorunu kendine…

Arkadaşlarıyla sağlıktan yalnızlığa hemen her şeyi konuşurlar, ama neredeyse hepsi çözümsüzdür. Yaşam kendi içerisinde sürdüğü için, kimin neyi nasıl, niye ve ne zaman öne çıkaracağı bilinmez. Mahin, torunları için battaniye örmüştür, ama kızı telefonla iletişim kurduğu kızı, onu bırakın görmeyi dinleyemez bile. Yalnızlıktan gece uyuyamaz bile doğru düzgün. Gündüzleri gidebileceği pek bir yer yoktur, diz ağrıları ve şişmanlığı nedeniyle merdiven de çıkamadığı için emekliler kahvesindedir sürekli.

Sonbahar ilişkisi…

Hayatın bir baharı, yazı vardır, ama sonbahar gelmişse her şey dile düşer ya da öyle sanılır. Arkadaşları arasındaki konuşma aklını çeler bir gün. Doğrudur, yalnızlık zordur, ama bir erkeğin kahrını çekmek daha da zor değil midir? Gözünü karartır ve ilk adımı atar.

Yapabileceği şey, teklif etmektir ve yaşı yaşına uygun asker emeklisi taksi sürücüsü Feramuz’a, kendisini eve götürmesi bahanesiyle yanaşır. Taksi şoförü de yalnızlığın doruklarında biridir ve her şey yerli yerindedir. Yine de devletin kanunlarla yaşattığı belli baskılar vardır (parkta saçının üç beş teli göründüğü için ahlak polisince gözaltına alınan genç kızları sahiplendiğini görürüz), onları aşmak da pek kolay değildir. Film aslında sadece bir gecenin öyküsü, önü ve arkasıyla bir yaşamın tabii… Keyifli geçen bir gecenin sabahında Mahin, yeni arkadaşına pasta bile yapar.

Filmi izlerken Mahza Amini’den, idam edilen gençlere kadar her şey geçiyor aklınızdan, ama neşeli ve alabildiğine sıcak film, içinden çıkmanıza izin vermiyor. Bir yandan toplumsal yaşamı(n zorluklarını) bir yandan da yalnızlığın vazgeçilmez ağırlığını düşünüyorsunuz. Güzel film, kendinizi göreceksiniz, gençseniz çevrenizdeki yaşlıları…

20 Eylül’den başlayarak gösterimde…

(17 Eylül 2024)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Dönüşü Muhteşem Olmuş

Tim Burton’ın gotik nüanslarla süslediği 1988 tarihli ‘Beterböcek / Beetlejuice’ sinema tarihinin kültleşmiş yapımlarındandır. Adını ‘Betelgeuse’ yıldızından alan ve ismi üç kez tekrarlandığında çıkıp geliveren Burton dehasının bu parlak ürününün ana karakteri, yaradılışından tam 36 yıl sonra bu defa bir ikilemeyle ‘Beterböcek Beterböcek / Beetlejuice Beetlejuice’ olarak beyazperdeye muhteşem bir dönüş yapıyor.

İlk filmin talihsiz bir kaza ile ölen ve canlılar ile ölülerin tuhaf bir biçimde bir arada yaşadığı Burton arafında iz bulmaya çalışan genç çifti Adam ile Barbara (Alec Baldwin ile Geena Davis) bir yolunu bulup ruh ekspresi ile öteki dünyaya intikal ettiklerinden devam filminde yoklar. Psikolojik arabulucuk yapan ilk epizodun ergen kızı Lydia (Winona Ryder) ölüler ile yaşayanların bir arada olup olamayacağını tartışan, paranormal ziyaretlerin izini süren ünlü televizyon programı ‘Hayaletler Evi / Ghost House’un sunucusudur. Ergenlik çağında hiç anlaşamadığı post modern sanatçı olarak takılan annesi Delia (yılların yıpratamadığı Catherine O’Hara) ile uyuşmazlıkları bakidir. Buna bir de kendi ergen kızı Astrid (Jenna Ortega) ile sorunlu ilişkisi eklenmiştir. Kendisini 30 küsur yıldır kaale almadığı için sitemde bulunan ve Lydia’nın alanına sızmak için fırsat kollayan Beetlejuice’ın (Michael Keaton) arafta kurduğu özel ajansında işleri yolundadır. Eski dostların buluşması ve eski düşmanların alana nüfuz etmesi ile işler karışacak, cümbüş başlayacaktır.

1988 yılında bizde sinemalara gelmeyen ancak yeni serpilmeye başlayan video kaset piyasasında yıldızlaşan özgün film bugün hâlâ çağının ötesinde hınzır bir Burton klasiği olarak zihinlerdeki yerini korur. Bunca yılın ardından ‘Top Gun’ misali yeniden karşımıza çıkan devam filmine kuşku ile yaklaşmıştım önceleri ama sonuç mükemmel, efsanenin dönüşü muhteşem olmuş. Ağır makyajının ardında geçen yıllarla bir sorunu olmayan Keaton, uçuk, fırlama, fırsatçı, kurulu düzenle dalgasını geçen anarşist tavrıyla seriyi bir kez daha sırtlanıyor. Gençlik yıllarımızın masum bakışlı gözdelerinden Ryder’ı bu kez yetişkin kızı olan annede izlemek keyif veriyor. Yeni kuşağın dikkat çeken isimlerinden Ortega da yeni dahil olduğu bu serüvende gayet iyi başlangıç yapmış. Devam filmine eklenmiş yeni karakterler yapımın cazibesini yükseltecek cinsten. Beetlejuice’ın belalı eski sevdalısı Delores’te, tabii estetik dokunuşların da yardımı ile, Belluci harikalar yaratmış. Ruh emici kadının etrafa saçılmış parçalarını bir araya topladığı ‘Frankenstein’ ya da ‘Addams Family’ esinli sekans antolojilere geçecek cinsten. Keza Willem Dafoe’nun canlandırdığı oyuncudan bozma araf dedektifi tiplemesi görmelere değer.

Özgün filmin ve anlı şanlı Burton klasiklerinin stop – motion tekniğine saygıda kusur etmeyen yapım, hınzır nüktelerin ardarda patladığı son derece kıvrak senaryosu ile keyifle izleniyor. Irkçı araf hademesinde ağır makyajının altında Danny DeVito’yu farkedip heyecanlanıyoruz. Astrid’in ölmüş sinemacı babasının anıları vasıtasıyla eksantrik korku filmleri üstadı Mario Bava’ya selam çakılıyor. Rahibin cennet tasvirleri üzerinden öteki dünya varsayımları, Delia Deetz karakteri üzerinden post modern sanatın tuhaflıkları, göçmenlik ve bürokrasi meseleleri ile dalgasını geçmeyi sürdürüyor Burton.

‘Beetlejuice’ denince filmin müzik bandı gelir hemen akla. Emektar Danny Elfman’ın gotik ezgilerle sarıp sarmaladığı ilk filmde Burton’ın Harry Belafonte’nin seslendirdiği ‘Day-O’ ya da ‘Shake Shake Senora’ gibi calypso klasiklerinin eşlik ettiği ünlü dans bölümlerine geniş yer verdiğine tanıklık etmiştik. Bu defa ‘Day-O’yu bir kereye mahsus dede Deetz’in cenaze töreninde çocuk korosuna söyletmekle yetinmiş. Buna karşılık ağırlıklı olarak, aralarında ünlü Bee Gees şarkısı ’Tragedy’nin de yer aldığı 90’lı yıllar popüler şarkılarını kullanmış. Müzikler arasında en nadide seçim ise müteveffa oyuncu şarkıcı Richard Harris’in seslendirdiği 1968 tarihli Jimmy Webb klasiği ‘MacArthur Park’ olmuş. Finaldeki coşkun kilise sekansında parçanın Donna Summer imzalı 1978 model disko yorumu ile miksinin nefasetine dikkat çekerim.

Serinin özgün ilk filmini video kasetten izleyen bizim kuşağımız için son dönemin en hoş sürprizlerinden biri bu çalışma. Üçlemenin son halkasını sabırsızlıkla bekliyoruz.

(14 Eylül 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Beterböcek Beterböcek: Seven de Çok Yeren de

Otuz altı yıl geçmiş, dile kolay. Sinemaseverlerin unut(a)madığı bir karakter, hâlâ dillendirdiği bir film… Aradan geçen bunca yıl sonra aynı duyguyu yaşatacak mı?

Film başlamadan herkesin gözlerinden yansıyan o kocaman soru işaretleri salon kararıp da ilk görüntüler perdeye yansıyınca yerini meraka bıraktı: Nerede bırakmıştık, ne olacak?

Yine komik, yine akıcı ama eski tadı yok. Sahi, bana göre tadı eksik(ti), arkadaşlarımdan bazıları çok beğendi. Zevklerle renklerin tartışılmaması gibi… Ancak onca ünü dağların doruklarını tutmuş oyuncuya (Jenna Ortega, Michael Keaton, Winona Ryder, Monica Bellucci, Willem Dafoe, Catherine O’Hara, Justin Theroux), onların tek tek çok da başarılı olmasına rağmen bir şeyler aksıyor sanki. Yönetmen Tim Burton’un ünü de var, aslını sorarsanız unu da, ama beklentiyi karşılamıyor ne yazık ki.

Filmin konusu, “Beklenmedik bir aile trajedisinin ardından, Deetz ailesinin üç nesli Winter River’daki evlerine geri döner. Beterböcek’in hâlâ peşini bırakmadığı Lydia’nın hayatı, asi genç kızı Astrid’in tavan arasındaki gizemli kasaba maketini keşfetmesi ve Öteki Dünya’ya açılan kapının kazara açılmasıyla altüst olur. Her iki dünyada da sorunlar baş gösterirken, birinin Beterböcek’in adını üç kez söylemesi ve hayaletlerin hayaletinin kendi tarzında karmaşayı ortaya çıkarmak için geri dönmesi artık an meselesidir.” cümleleriyle özetleniyor. Aynı haftada gösterime giren Hellboy’da, büyüler ve cinler öne çıkarken Beterböcek Beterböcek’te (filmin adı neden ikileme bilemedim), onun için de zombiler ve öbür dünyaya gidenler kol geziyor. Giden gelir mi, bilmiyorum, görmedim ama sinema bu, götürür de getirir de, hatta içinden bile geçirir.

06 Eylül’den başlayarak gösterimde…

(04 Eyül 2024)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Şiddetin Şakası Yok

Sessiz sedasız gösterimini sürdüren ‘Sevgilim Kaç / Strange Darling’ son dönemin ezber bozan çalışmalarından biri olarak dikkat çekiyor. 24 saatten az bir süre içinde geçen ve altı bölüme ayrılmış gerilim, bir motelin önüne park etmiş arabadaki kadın ve erkeğin yakın plan diyalogu ile açılıyor. Adı jenerikte ‘Victim’ (Kurban) olarak geçen genç kadın (Willa Fitzgerald), ‘Demon yani Şeytan’ lâkabı verilmiş adama (Kyle Gallner) ‘Seri katil misin?’ sorusunu yöneltiyor. Malum 21. yüzyılın en vahşi infazcısı Denver, Colorado’dan başlayarak eyaletler boyu seri cinayetlerini acımasızca sürdürmektedir. Kadın, yaygın kanının aksine hemcinslerinin tek gecelik ilişkilerden hoşlandığını, ama öldürülmeyeceklerinden emin olmak istediklerini dile getiriyor. Burada olan şey eğlencedir, partnerin hayatı değil, sadece güvenlik önemlidir. Sonuç hayal kırıklığı olabilir ama şiddetin şakası yoktur.

Eski usul pelikül tutkunu JT Mollner’ın bir kez daha 35 mm filmle çalıştığı filmi, yönetmenin Sundance’de yankı bulmuş, bizde gösterilmemiş, western fonunda aile ilişkilerini ve insana dair kötücüllüğü derin çizgilerle ve seyri çok da kolay olmayan hayli kanlı bir dışavurumla sergileyen 2015 yapımı ilk uzun metrajı ‘Haydutlar ve Melekler / Outlaws and Angels’ı bilenler için büyük sürpriz taşımıyor. İkinci uzun metrajının kanlı hikâyesi bu defa kronolojik bir çizgi takip etmeden doğrudan üçüncü bölüme kurgulanıyor. ‘Bana yardım eder misiniz lütfen’ başlıklı bölüm, yaralı ve üstü başı kan içindeki kurbanın bu tür öykülerin sonlarına doğru görmeye alıştığımız kaçışı ile başlıyor. Genç kadın sığındığı dağ evinde kendilerini kıyametin habercileri olarak da adlandıran münzevi iki geçkin hippiden (yaşlı kadını oynayan Barbara Hershey ile yıllar sonra hasret gideriyoruz) yardım istiyor. Şeytan ise elinde uzun namlulu tüfeği avının izini sürmektedir.

Özgün adı ‘Tuhaf Sevgili’ anlamına gelen film spoiler vermeden anlatılması zor olan yapımlardan. Biz de öyküyü burada kesip seyir zevkini izleyiciye bırakmayı tercih ediyoruz. İlerleyen bölümlerde kurgusal atlamalar ve zıplamalarla sürprizlerini sürdüren film son dönemin en terse yatıran denemelerinden biri olarak ilgi ile izlense de +18 almış olması boşuna değil. Hatta Mollner bol kanlı dehşet iklimini bu defa daha da zorluyor gibi. İlk kez görüntü yönetmenliğini deneyen tanınmış İtalyan aktör Giovanni Ribisi’nin yakın planları, technicolor havalı dışavurumcu renk çalışması etkileyici. Keza müzik kullanımı da öykü anlatımının hayati bir parçasını oluşturuyor. Başta ‘Love Hurts’ (Aşk İncitir) olmak üzere Z Berg tarafından bestelenmiş 11 adet şarkı hikâye ile bütünleşmiş. Mollner bölümden bölüme geçişlerde Chopin noktürnlerinin tezat huzuruyla bize nanik yapıyor. İlk kez izlediğimiz Fitzgerald ve Gallner ikilisinin tutmuş kimyası bu kedi – fare oyununun seyir zevkini arttırıyor.

(05 Eylül 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Hellboy: İnançla İnançsızlığın Savaşı

İkonik karakterin yaratıcısı Mike Mignola, çizgi romandan filme, canlı aksiyon filmine dönüşen karakterinin dördüncü uyarlaması için “En sevdiğim Hellboy hikayesi.” diyor. Ne kadar haklı izleyip görmek gerek.

Filmin tanıtımlarında da belirtildiği gibi, “Hellboy, 1959’da, paranormal araştırma ve savunma bürosunun genç ajanı Bobbie Jo Song ile Appalachian dağlarında trenden atlayarak mahsur kalır. İkili, burada Crooked Man’in liderliğindeki cadıların musallat olduğu küçük bir topluluğu keşfeder.”

İşin içine büyü ve cadı giriyorsa, muhakkak dini inanışlar da vardır. Doğal olarak Hristiyanlık ele alınıyor olsa da cin, büyü, şeytan gibi “güç”ler bütün inanışlarda alabildiğine etkili ve belirleyici, hâlâ. İnananlar olduğu gibi inanmayanlar da epey fazla. Yönetmen Brian Taylor, filmin birinci yarısında kilisenin bu istenmeyen, daha doğrusu korkulan güçlerin etkisinde olduğunu, hemen arkasından da yine kilisenin yardımıyla kurtulunabileceğini anlatıyor. Yani fraksiyon diyebiliriz bu aynı çatı altındaki iki karşıt kutba ya da tarikat (biliyorsunuz, yol demektir tarikat).

Büyüyle ortaya çıkan, her istediklerini yapabilen bu şeytani güçleri yenebilmek pek kolay olmuyor, çünkü onlar da kilisenin içinde ve kiliseden besleniyorlar; her ne kadar kiliseye giremeyecekleri açıklanmış olsa da.

Hellboy, korkusuzluğu, akılcılığı ve sakinliğiyle neyi niye nasıl yapabileceğini gösteriyor, buna da bağlı olarak güvenilir biri olarak kabul ediliyor. Belki biraz ilginç, biraz merak uyandırıcı ama yeterli olmadığı da kabul edilmeli… Bizdeki yerli fantastik, aksiyon ve korku filmlerinin bir adım önünde yine de…

Bitirmeden eklemeliyim: Hellboy sadece sevgisini ifade etmekten korkuyor. Niye mi? Bizim ülkemizden de değil, ama…

06 Eylül’den başlayarak gösterimde…

(03 Eylül 2024)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com