Kategori arşivi: Yazılar

Joker: İkili Delilik

Devam filmleri, aradan geçen yıllar içerisinde bulunduğu yerde durmayıp daha yukarı (pek azı aşağı çekilir) değerlendirildiği için pek beklentileri karşılamaz ya da öyle değerlendirilir.

Joker için de aynı şeyi söylemek mümkün. Bunun için de zaten, şimdiden iki uçta değerlendirmeler var: Ya çok beğenilmiş ya hiç beğenilmemiş. Arası yok… Todd Phillips, ilk Joker’de yakaladığı düzeyi tutturmuş, çok başarılı. Film gerek görüntüsü gerek sesi gerek kurgusu gerekse oyuncularıyla gerçekten de başarılı. Ancak bir önceki filmin duygu yükü, “Bu muydu?” dedirtiyor. Arthur Fleck, nam-ı diğer Joker (Joaquin Phoenix) ile Lee nam-ı diğer Lee Quinzel ya da Harley Quinn (Lady Gaga) büyük bir aşk yaşıyor. Film zaten hem aşk, hem mahkeme, hem cinayet ve hem de hapishane filmi, hepsini de kapsıyor.

Joker, ilk filmden anımsayabilirsiniz, beş (aslında) altı cinayet işlemiştir. Hapishanede zor günler geçirir, gardiyanların keyfi davranışları karşısında çaresizdir, ama Lee ile tanışma fırsatı bulunca bir aşk da doğar. Yönetmen Phillips, aslında yönetmen olarak başarılıdır, ama senaryoya da katkısı olduğu için not ortalaması düşüyor. Canlı olarak yayımlanan mahkemedeki tavırları, duruşmaya giremeyen binlerin de ilgisini çektiği için adliyenin önü ana baba günüdür. Onca insan, avukatını azledip kendi savunmasını kendi yapan Joker’i destekler doğal olarak.

Müzikal denilebilir film için, ama öyle görmeyenler de çıkacaktır. Joker’in step dansı unutulur gibi değil, Lee ile birlikte düet yapmaları da dorukta. Bir düette evlenmelerinin hayali mi, mutluluklarının yansıması mı izleyiciye kalmış. İkisinin arasındaki romantizm izleyiciye geçiyor, ama o kadar. Firar sahnesinin sıcaklığını ise hep hatırlayacağız.

Küçük bir not: Joker: İki Delilik filmini lazer teknolojisiyle donanan Cinenova (Marmara Forum) salonlarında izledik. Renkler daha doygun, ışık daha net, ses ise muhteşem. Sinemanın geleceği var… Filmleri platformlardan ya da bilgisayar ekranları yerine beyazperdede izlemek müthiş doyurucu…

4 Ekim’den başlayarak gösterimde…

(02 Ekim 2024)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

İnsanlık Tarihi Masalı: Megalopolis

Francis Ford Coppola, sadece Hollywood’un değil, dünya sinemasının da dikkatleri üzerinde toplayan, filmleriyle haklı bir ün ve konum elde eden bir sinemacı. Uzun, gerçekten de 40 yıla varan uzunlukta bir süredir düşünü kurduğu, epeyce de çalıştığı Megalopolis’i tamamladı. Filmi izleyenler hemen ikiye bölündü: çok sevenler ve hiç sevmeyenler. Eleştirmenler arada güzel, ilginç sahneler sekanslar bulsa da filmin daha tam ‘pişmemiş’ olduğu konusunda neredeyse hemfikir.

Adından da anlaşılacağı gibi bir “masal” Megalopolis. Yeni Roma’da Üçüncü Milenyumda geçen bir film. Evet, Üçüncü Milenyum günümüz, ama Yeni Roma düş ürünü. Zamanı durdurabilme gücü olan Tasarım Otoritesi başkanı Cesar Catilina (Adam Driver), kentin yönetimiyle çatışmalıdır. Kentte iyice semirmiş dünyayı umursamayan çok zenginlerle yaşam mücadelesi veren protestolarını gördüğümüz yoksullar (buradaki yoksulluk değil aslında yoksunluk demek daha doğru olacaktır) da var. Ancak biz en tepedeki çatışmaya odaklanıyoruz. Bu çatışma temelinde bir tarih anlatısı film. Paylaşım savaşları, çevre sorunları, göçler, hava kirliliği, küresel ısıtma ve ensest ilişkilerle dolu kimin eli kimin cebinde olduğu bilinmeyen topluluk; kısaca akla gelen bütün sorunlar yer alıyor. Çözümü… evet, izleyicinin aklına çözümü ne sorusu gelip takılıyor. Ancak Coppola çözümü izleyiciye bırakıyor. Kim neyi nasıl yorumluyorsa artık…

Politika, sanat ve ticaret…

Günümüz dünyasının en belirleyici üçgenidir politika, sanat ve ticaret üçgeni. Belediye Başkanı Çicero (Giancarlo Esposito) ile ideolojik savaş içerisinde olduğu Cesar arasına Crassus (Jon Voight) girer işin ticaretini yapmak amacıyla. Cesar’ın kız arkadaşı Julia (Nathalie Emmanuel) ile kadınların yaşamın içinde ne denli önemli ve gerekli (!) olduğu da vurgulanıyor. Julia’da (Nathalie Emmanuel) Cicero’nun parlak, zeki kızında daha hoş kokulu ve sağlıklı bir kadınlık var. Ford Coppola, merhum eşi ve işbirlikçisi Eleanor Coppola’ya ithaf ettiği Julia ve Cesar’ın birlikteliğini müthiş bir etkileyicilikle sunuyor.

Coppola, birçok oyuncuyu filme katmış, küçük bir rolde olsa da Dustin Hofman da, Laurence Fishburne, Jason Schwartzman, Caroline Bloom perdeye yansıyanların sadece birkaçı. Yönetmen, Megalopolis’le geçmişten getirdiklerimizle geleceğin nasıl şekilleneceği üzerine tartışmamızı istiyor. Gerçekten sadece gereklilik değil bu tartışma, bir zorunluluk aslında, çünkü toplumsal yapı da politik kurum ve kuruluşlar da kültürel yaşam da ekolojik sorunlara eğilmiyor yeterince.

27 Eylül’den başlayarak gösterimde…

(23 Eylül 2024)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Hayatımın En Güzel Gecesi

74. Berlinale ana yarışma seçkisinde dünya prömiyerini yapan ‘En Sevdiğim Pastam / Keyke Mahboobe Man’ın festivaldeki ilk gösterimine filmin yazar/yönetmenleri iştirak edemedi. Aynı şenliğe üç yıl önce ‘Beyaz İneğin Türküsü / Ghasideyeh Gave Segid’ ile katılmış ve büyük ilgi görmüş olan Maryam Moghaddam ve Behtash Sanaeeha çiftinin basın ve festival izleyicisi için kaleme aldığı metin filmin baş oyuncusu, aynı zamanda gazeteci ve yazar olan Lily Farhadpour tarafından okundu. Pasaportlarına el konulan sinemacılar mesajlarında özetle ‘üç yıl emek verdikleri filmin hayat, aşk ve ülkelerinde yıllar önce yitirilmiş özgürlük üzerine olduğunu’ ifade ediyor ve bu ilk gösterimi, ‘fosilleşmiş köhne geleneklerin duvarlarını yıkarak sosyal değişimi gerçekleştirmek için ön saflarda mücadele eden ve bu uğurda yaşamlarını feda eden cesur kadınlara adarken, bu ve benzeri yasaklanmış filmlerin İran’da serbetçe izlenebileceği güzel günlerin çok da uzakta olmadığı ümidini taşıdıklarını’ iletiyorlar.

Film 70 yaşlarındaki Mahin’in (Lily Farhadpour) öyküsü ile açılıyor. Askeri hastanede çalışan kocasını yıllar önce bir trafik kazasında kaybetmiş, iki evladını hemşirelik yaparak yetiştirmiş olan Mahin’in çocukları 20 yıl evvel yurt dışına göçmüş, kendisi doğup büyüdüğü topraklardan uzaklaşmak istememiştir. Şimdilerde kocaman bahçesini ağaçlar ve çiçeklerle donattığı evinde tek başına yaşamaktadır. Yaşlanmıştır artık ama ağrılı dizleri ile günlük işlerini, bahçesinin bakımını yapmak onu hayata bağlar. Eski arkadaşları ile seyrekleşen görüşmeleri yalnızlığını katlanılmaz hale getirdiğinde yaşama tutunmak ve uzun yıllar hayatında olmayan bir erkek ile tanışmak için adım atmaya karar verir. Emekliler lokantasında gözüne kestirdiği kendisi gibi yalnız, aynı yaşlardaki Feramerz’i (Esmaeel Mehrabi) tanıştıkları gece evine davet eder. Eskimiş evinin elektrik tesisatına el atan yaşlı adam sayesinde ışıl ışıl olan bahçede birlikte yemek yenir, zulalanmış şaraptan içilir, gece yaseminin kokusu düşlenerek eski şarkıların coşkun ezgileri eşliğinde el ele danslar edilir. Mahin için ne muhbir komşu ne de çevre baskısı umurunda değildir. Savaş gazisi Faramerz için de hayatının en güzel gecesidir bu. Lakin unutulmaz gece beklenmedik bir olayla gölgelenecektir.

‘En Sevdiğim Pastam’ sinemacılar tarafından genellikle görmezden gelinen bir yaş grubu üzerine çekilmiş son derece incelikli bir film. Finaline çok ısınamasam da, sevginin, aşk tomurcuklarının yaşamın her çağında su gibi, ekmek gibi ihtiyaç oluşu üzerine, çok başarılı iki oyuncunun sürüklediği zarif hikâye ilgi ile izleniyor. Film ileri yaşta bir aşk hikâyesi öykülerken, insani özgürlükleri hiçe sayan hoşgörüsüz ve yasakçı İslam Devrimi’ne eleştiri oklarını yöneltiyor. Mahin ve Faramerz özelinde devrim öncesindeki yaşam özlemle anılıyor, kadın ve erkeğin elele parklarda dolaştığı zamanlar, sayfiyedeki doyumsuz tatiller duvarda asılı fotoğraflarla yad ediliyor. Ancak devrimi hazırlayan, binlerin belki de milyonların zindanlarda işkence ile yok edildiği faşist Şah rejiminin kirli geçmişinden hiç söz edilmiyor. Ülkeye neşenin ve özgürlüğün geri gelmesini bizler de istiyor ve bunun yakın bir gelecekte gerçekleşeceğine dair umudumuzu koruyoruz ama İran toplumunun İslam Devrimi öncesi karanlık geçmişi ile hesaplaşması mutlak gerekiyor.

(21 Eylül 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Yalnızlığı Yenmek İçin…

İnsanı hep toplumsal bir varlık olarak tanımlarız. Ailede, kentte, işte sürekli bir aradayız, bu birliktelik hepimizin yaşamı belirliyor. En yalnız olan bile bir şekilde insan içinde, onu da yapamayana “Robinson Cruose” diyoruz.

Maryam Moghaddam, Behtash Sanaeeha’nın senaryosunu da yazarak çektikleri Benim Güzel Pastam (My Favorite Cake), alın ve sakin anlatımıyla öne çıkıyor. Karakterleri canlandıran Lili Farhadpour, Esmaeel Mehrabi, Mohammad Heidari hiç sırıtmıyor ve yaşayan insanlar olarak, sanki bir pencerenin önünden geçenleri izliyormuşçasına başarılılar.

Uzun yalnızlıkların ardından yakalanan birliktelikler, yepyeni bir hayat için ışık saçar ve bu, ne yaşla ne de işle sınırlandırılabilir. Kocası öldükten ve kızı Avrupa’ya gittiğinden beri yalnız yaşayan 70 yaşındaki Mahin, eskisi kadar sık olmasa da kendisi gibi yalnız arkadaşlarıyla buluşur; tam bir ergen muhabbetidir aralarında yaşanan.

Herkesin sorunu kendine…

Arkadaşlarıyla sağlıktan yalnızlığa hemen her şeyi konuşurlar, ama neredeyse hepsi çözümsüzdür. Yaşam kendi içerisinde sürdüğü için, kimin neyi nasıl, niye ve ne zaman öne çıkaracağı bilinmez. Mahin, torunları için battaniye örmüştür, ama kızı telefonla iletişim kurduğu kızı, onu bırakın görmeyi dinleyemez bile. Yalnızlıktan gece uyuyamaz bile doğru düzgün. Gündüzleri gidebileceği pek bir yer yoktur, diz ağrıları ve şişmanlığı nedeniyle merdiven de çıkamadığı için emekliler kahvesindedir sürekli.

Sonbahar ilişkisi…

Hayatın bir baharı, yazı vardır, ama sonbahar gelmişse her şey dile düşer ya da öyle sanılır. Arkadaşları arasındaki konuşma aklını çeler bir gün. Doğrudur, yalnızlık zordur, ama bir erkeğin kahrını çekmek daha da zor değil midir? Gözünü karartır ve ilk adımı atar.

Yapabileceği şey, teklif etmektir ve yaşı yaşına uygun asker emeklisi taksi sürücüsü Feramuz’a, kendisini eve götürmesi bahanesiyle yanaşır. Taksi şoförü de yalnızlığın doruklarında biridir ve her şey yerli yerindedir. Yine de devletin kanunlarla yaşattığı belli baskılar vardır (parkta saçının üç beş teli göründüğü için ahlak polisince gözaltına alınan genç kızları sahiplendiğini görürüz), onları aşmak da pek kolay değildir. Film aslında sadece bir gecenin öyküsü, önü ve arkasıyla bir yaşamın tabii… Keyifli geçen bir gecenin sabahında Mahin, yeni arkadaşına pasta bile yapar.

Filmi izlerken Mahza Amini’den, idam edilen gençlere kadar her şey geçiyor aklınızdan, ama neşeli ve alabildiğine sıcak film, içinden çıkmanıza izin vermiyor. Bir yandan toplumsal yaşamı(n zorluklarını) bir yandan da yalnızlığın vazgeçilmez ağırlığını düşünüyorsunuz. Güzel film, kendinizi göreceksiniz, gençseniz çevrenizdeki yaşlıları…

20 Eylül’den başlayarak gösterimde…

(17 Eylül 2024)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Dönüşü Muhteşem Olmuş

Tim Burton’ın gotik nüanslarla süslediği 1988 tarihli ‘Beterböcek / Beetlejuice’ sinema tarihinin kültleşmiş yapımlarındandır. Adını ‘Betelgeuse’ yıldızından alan ve ismi üç kez tekrarlandığında çıkıp geliveren Burton dehasının bu parlak ürününün ana karakteri, yaradılışından tam 36 yıl sonra bu defa bir ikilemeyle ‘Beterböcek Beterböcek / Beetlejuice Beetlejuice’ olarak beyazperdeye muhteşem bir dönüş yapıyor.

İlk filmin talihsiz bir kaza ile ölen ve canlılar ile ölülerin tuhaf bir biçimde bir arada yaşadığı Burton arafında iz bulmaya çalışan genç çifti Adam ile Barbara (Alec Baldwin ile Geena Davis) bir yolunu bulup ruh ekspresi ile öteki dünyaya intikal ettiklerinden devam filminde yoklar. Psikolojik arabulucuk yapan ilk epizodun ergen kızı Lydia (Winona Ryder) ölüler ile yaşayanların bir arada olup olamayacağını tartışan, paranormal ziyaretlerin izini süren ünlü televizyon programı ‘Hayaletler Evi / Ghost House’un sunucusudur. Ergenlik çağında hiç anlaşamadığı post modern sanatçı olarak takılan annesi Delia (yılların yıpratamadığı Catherine O’Hara) ile uyuşmazlıkları bakidir. Buna bir de kendi ergen kızı Astrid (Jenna Ortega) ile sorunlu ilişkisi eklenmiştir. Kendisini 30 küsur yıldır kaale almadığı için sitemde bulunan ve Lydia’nın alanına sızmak için fırsat kollayan Beetlejuice’ın (Michael Keaton) arafta kurduğu özel ajansında işleri yolundadır. Eski dostların buluşması ve eski düşmanların alana nüfuz etmesi ile işler karışacak, cümbüş başlayacaktır.

1988 yılında bizde sinemalara gelmeyen ancak yeni serpilmeye başlayan video kaset piyasasında yıldızlaşan özgün film bugün hâlâ çağının ötesinde hınzır bir Burton klasiği olarak zihinlerdeki yerini korur. Bunca yılın ardından ‘Top Gun’ misali yeniden karşımıza çıkan devam filmine kuşku ile yaklaşmıştım önceleri ama sonuç mükemmel, efsanenin dönüşü muhteşem olmuş. Ağır makyajının ardında geçen yıllarla bir sorunu olmayan Keaton, uçuk, fırlama, fırsatçı, kurulu düzenle dalgasını geçen anarşist tavrıyla seriyi bir kez daha sırtlanıyor. Gençlik yıllarımızın masum bakışlı gözdelerinden Ryder’ı bu kez yetişkin kızı olan annede izlemek keyif veriyor. Yeni kuşağın dikkat çeken isimlerinden Ortega da yeni dahil olduğu bu serüvende gayet iyi başlangıç yapmış. Devam filmine eklenmiş yeni karakterler yapımın cazibesini yükseltecek cinsten. Beetlejuice’ın belalı eski sevdalısı Delores’te, tabii estetik dokunuşların da yardımı ile, Belluci harikalar yaratmış. Ruh emici kadının etrafa saçılmış parçalarını bir araya topladığı ‘Frankenstein’ ya da ‘Addams Family’ esinli sekans antolojilere geçecek cinsten. Keza Willem Dafoe’nun canlandırdığı oyuncudan bozma araf dedektifi tiplemesi görmelere değer.

Özgün filmin ve anlı şanlı Burton klasiklerinin stop – motion tekniğine saygıda kusur etmeyen yapım, hınzır nüktelerin ardarda patladığı son derece kıvrak senaryosu ile keyifle izleniyor. Irkçı araf hademesinde ağır makyajının altında Danny DeVito’yu farkedip heyecanlanıyoruz. Astrid’in ölmüş sinemacı babasının anıları vasıtasıyla eksantrik korku filmleri üstadı Mario Bava’ya selam çakılıyor. Rahibin cennet tasvirleri üzerinden öteki dünya varsayımları, Delia Deetz karakteri üzerinden post modern sanatın tuhaflıkları, göçmenlik ve bürokrasi meseleleri ile dalgasını geçmeyi sürdürüyor Burton.

‘Beetlejuice’ denince filmin müzik bandı gelir hemen akla. Emektar Danny Elfman’ın gotik ezgilerle sarıp sarmaladığı ilk filmde Burton’ın Harry Belafonte’nin seslendirdiği ‘Day-O’ ya da ‘Shake Shake Senora’ gibi calypso klasiklerinin eşlik ettiği ünlü dans bölümlerine geniş yer verdiğine tanıklık etmiştik. Bu defa ‘Day-O’yu bir kereye mahsus dede Deetz’in cenaze töreninde çocuk korosuna söyletmekle yetinmiş. Buna karşılık ağırlıklı olarak, aralarında ünlü Bee Gees şarkısı ’Tragedy’nin de yer aldığı 90’lı yıllar popüler şarkılarını kullanmış. Müzikler arasında en nadide seçim ise müteveffa oyuncu şarkıcı Richard Harris’in seslendirdiği 1968 tarihli Jimmy Webb klasiği ‘MacArthur Park’ olmuş. Finaldeki coşkun kilise sekansında parçanın Donna Summer imzalı 1978 model disko yorumu ile miksinin nefasetine dikkat çekerim.

Serinin özgün ilk filmini video kasetten izleyen bizim kuşağımız için son dönemin en hoş sürprizlerinden biri bu çalışma. Üçlemenin son halkasını sabırsızlıkla bekliyoruz.

(14 Eylül 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Zamanı Durdurmak

Francis Ford Coppola final opusunu ‘geçmişimizi ve itibarımızı koruyabilir miyiz, yoksa eski Roma gibi açgözlü bir ihtişamın kurbanı mı olacağız?’ sorusu ile başlatıyor. Üstadın yaklaşık 40 yıldır hayata geçmesi için çalıştığı veda projesi ‘Megalopolis’te New York kentini New Rome olarak adlandırması, başlıca ana karakterlerin Romalı tarihi şahsiyetlerin ismini taşımaları bu yüzden.

Yeni Roma şehri değişmek zorundadır. Dünyaca ünlü Nobelli mimar, bilim adamı ve Tasarım Kurulu’nun başındaki Cesar Catalina (Adam Driver) yoksulluk ve adaletsizliğin kol gezdiği mega imparatorluk kentini yeniden dizayn etmek üzere idealist, ütopik bir geleceğin hayalini kurmaktadır. Bitmek bilmeyen hırsı ve çıkarları ile Belediye Başkanı Cicero (Giancarlo Esposito) karşısında durmaktadır. Bu açıdan kentin en zengini bankacı amcası Hamilton Crassus III’ün (Jon Voight) desteği önemlidir. Cesar ile Cicero’nun kızı Julia (Nathalie Emmanuel) arasında gelişen aşk, kadın avcısı mimara tutulmuş, gözden düşmekte olan sansasyonel TV programcısı Wow Platinum (Aubrey Plaza) ile siyasetteki boşluğun izini süren Crassus’un çılgın veliahtı Clodio’nun (Shia LaBeouf) sinsi iş birliğine yol açacaktır.

Coppola’nın tutku ile peşini bırakmadığı projesi yukardaki kısa özetten çok çok daha fazlasını içeriyor kuşkusuz. Shakespeare tarzı komplolar zinciri üzerinden yol alan hikâye efsanevi sinemacının elinde görkemli, fazla şatafatlı deneysel bir felsefi yolculuğa yelken açmış. Coppola her okumuş araştırmış düşünen Amerikalı gibi Avrupa kültüründen esinler ve etkileşimler üzerinden ilerliyor. Hamlet’in ‘olmak ya da olmamak’ diye başlayan ünlü tiradından, Roma imparatoru Marcus Aurelius’dan aforizmalara, Sappho’nun aşk şiirlerinden Jean Jacques Rousseau özdeyişlerine bir diyalog bombardımanına tutuyor izleyicisini. Colosseum’a dönüştürülmüş Madison Square Garden sekansında, bilgisayar marifeti ile yaratılmış geleceğin stilize dünyasını inşaada görselliği ıskalamıyor gerçi. Yaratıcı fikirler, yaman bir hiciv ve eşitliksiz – adaletsiz çağımız yönetimlerine açık eleştiri getirmekten de kaçınmıyor. Lakin bütün bu şamata nihayetinde dizginlenemez, yorucu bir kaosa dönüşmekten kurtulamıyor.

Farklı açılar, grafik tasarımlar, bölünmüş ekranlar kullanıyor Coppola. Yan rollerde Laurence Fishburne, Dustin Hoffman, Jason Schwartzmann, Talia Shire gibi çoğu eskinin kıdemli oyuncuları gövde gösterisi yapıyor. Ancak bu curcuna içinde bir karakter inşa edemeden kaybolup gidiyorlar. Visconti’nin Helmut Berger’i misali rol çalan Shia LaBeouf ile Aubrey Plaza ikilisinin, muhtemelen filmin 18+ almasına neden olmuş masa üstü seks sahnesi bu yoğun sinema serüveninin iyi çekilmiş güzel sahnelerinden biri olarak akılda yer ediyor.

85 yaşındaki Coppola tıpkı Cesar Catalina gibi zamanı durdurmanın peşinde. Çoğu sanatçıda olduğu gibi kendini Tanrı katında görmenin megalomanisini yaşıyor muhtemelen. Ancak zamanı durduracak ve belleklerde yer edecek filmi bu film değil ne yazık ki. Kişisel olarak ustayı ‘Baba / The Godfather’ (1972), ‘Kıyamet / Apocalypse Now’ (1979) ve kadri kıymeti pek bilinmemiş ‘Konuşma / The Conversation’ (1974) başyapıtlarıyla hatırlamayı tercih ediyorum.

(03 Ekim 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Beterböcek Beterböcek: Seven de Çok Yeren de

Otuz altı yıl geçmiş, dile kolay. Sinemaseverlerin unut(a)madığı bir karakter, hâlâ dillendirdiği bir film… Aradan geçen bunca yıl sonra aynı duyguyu yaşatacak mı?

Film başlamadan herkesin gözlerinden yansıyan o kocaman soru işaretleri salon kararıp da ilk görüntüler perdeye yansıyınca yerini meraka bıraktı: Nerede bırakmıştık, ne olacak?

Yine komik, yine akıcı ama eski tadı yok. Sahi, bana göre tadı eksik(ti), arkadaşlarımdan bazıları çok beğendi. Zevklerle renklerin tartışılmaması gibi… Ancak onca ünü dağların doruklarını tutmuş oyuncuya (Jenna Ortega, Michael Keaton, Winona Ryder, Monica Bellucci, Willem Dafoe, Catherine O’Hara, Justin Theroux), onların tek tek çok da başarılı olmasına rağmen bir şeyler aksıyor sanki. Yönetmen Tim Burton’un ünü de var, aslını sorarsanız unu da, ama beklentiyi karşılamıyor ne yazık ki.

Filmin konusu, “Beklenmedik bir aile trajedisinin ardından, Deetz ailesinin üç nesli Winter River’daki evlerine geri döner. Beterböcek’in hâlâ peşini bırakmadığı Lydia’nın hayatı, asi genç kızı Astrid’in tavan arasındaki gizemli kasaba maketini keşfetmesi ve Öteki Dünya’ya açılan kapının kazara açılmasıyla altüst olur. Her iki dünyada da sorunlar baş gösterirken, birinin Beterböcek’in adını üç kez söylemesi ve hayaletlerin hayaletinin kendi tarzında karmaşayı ortaya çıkarmak için geri dönmesi artık an meselesidir.” cümleleriyle özetleniyor. Aynı haftada gösterime giren Hellboy’da, büyüler ve cinler öne çıkarken Beterböcek Beterböcek’te (filmin adı neden ikileme bilemedim), onun için de zombiler ve öbür dünyaya gidenler kol geziyor. Giden gelir mi, bilmiyorum, görmedim ama sinema bu, götürür de getirir de, hatta içinden bile geçirir.

06 Eylül’den başlayarak gösterimde…

(04 Eyül 2024)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Şiddetin Şakası Yok

Sessiz sedasız gösterimini sürdüren ‘Sevgilim Kaç / Strange Darling’ son dönemin ezber bozan çalışmalarından biri olarak dikkat çekiyor. 24 saatten az bir süre içinde geçen ve altı bölüme ayrılmış gerilim, bir motelin önüne park etmiş arabadaki kadın ve erkeğin yakın plan diyalogu ile açılıyor. Adı jenerikte ‘Victim’ (Kurban) olarak geçen genç kadın (Willa Fitzgerald), ‘Demon yani Şeytan’ lâkabı verilmiş adama (Kyle Gallner) ‘Seri katil misin?’ sorusunu yöneltiyor. Malum 21. yüzyılın en vahşi infazcısı Denver, Colorado’dan başlayarak eyaletler boyu seri cinayetlerini acımasızca sürdürmektedir. Kadın, yaygın kanının aksine hemcinslerinin tek gecelik ilişkilerden hoşlandığını, ama öldürülmeyeceklerinden emin olmak istediklerini dile getiriyor. Burada olan şey eğlencedir, partnerin hayatı değil, sadece güvenlik önemlidir. Sonuç hayal kırıklığı olabilir ama şiddetin şakası yoktur.

Eski usul pelikül tutkunu JT Mollner’ın bir kez daha 35 mm filmle çalıştığı filmi, yönetmenin Sundance’de yankı bulmuş, bizde gösterilmemiş, western fonunda aile ilişkilerini ve insana dair kötücüllüğü derin çizgilerle ve seyri çok da kolay olmayan hayli kanlı bir dışavurumla sergileyen 2015 yapımı ilk uzun metrajı ‘Haydutlar ve Melekler / Outlaws and Angels’ı bilenler için büyük sürpriz taşımıyor. İkinci uzun metrajının kanlı hikâyesi bu defa kronolojik bir çizgi takip etmeden doğrudan üçüncü bölüme kurgulanıyor. ‘Bana yardım eder misiniz lütfen’ başlıklı bölüm, yaralı ve üstü başı kan içindeki kurbanın bu tür öykülerin sonlarına doğru görmeye alıştığımız kaçışı ile başlıyor. Genç kadın sığındığı dağ evinde kendilerini kıyametin habercileri olarak da adlandıran münzevi iki geçkin hippiden (yaşlı kadını oynayan Barbara Hershey ile yıllar sonra hasret gideriyoruz) yardım istiyor. Şeytan ise elinde uzun namlulu tüfeği avının izini sürmektedir.

Özgün adı ‘Tuhaf Sevgili’ anlamına gelen film spoiler vermeden anlatılması zor olan yapımlardan. Biz de öyküyü burada kesip seyir zevkini izleyiciye bırakmayı tercih ediyoruz. İlerleyen bölümlerde kurgusal atlamalar ve zıplamalarla sürprizlerini sürdüren film son dönemin en terse yatıran denemelerinden biri olarak ilgi ile izlense de +18 almış olması boşuna değil. Hatta Mollner bol kanlı dehşet iklimini bu defa daha da zorluyor gibi. İlk kez görüntü yönetmenliğini deneyen tanınmış İtalyan aktör Giovanni Ribisi’nin yakın planları, technicolor havalı dışavurumcu renk çalışması etkileyici. Keza müzik kullanımı da öykü anlatımının hayati bir parçasını oluşturuyor. Başta ‘Love Hurts’ (Aşk İncitir) olmak üzere Z Berg tarafından bestelenmiş 11 adet şarkı hikâye ile bütünleşmiş. Mollner bölümden bölüme geçişlerde Chopin noktürnlerinin tezat huzuruyla bize nanik yapıyor. İlk kez izlediğimiz Fitzgerald ve Gallner ikilisinin tutmuş kimyası bu kedi – fare oyununun seyir zevkini arttırıyor.

(05 Eylül 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Hellboy: İnançla İnançsızlığın Savaşı

İkonik karakterin yaratıcısı Mike Mignola, çizgi romandan filme, canlı aksiyon filmine dönüşen karakterinin dördüncü uyarlaması için “En sevdiğim Hellboy hikayesi.” diyor. Ne kadar haklı izleyip görmek gerek.

Filmin tanıtımlarında da belirtildiği gibi, “Hellboy, 1959’da, paranormal araştırma ve savunma bürosunun genç ajanı Bobbie Jo Song ile Appalachian dağlarında trenden atlayarak mahsur kalır. İkili, burada Crooked Man’in liderliğindeki cadıların musallat olduğu küçük bir topluluğu keşfeder.”

İşin içine büyü ve cadı giriyorsa, muhakkak dini inanışlar da vardır. Doğal olarak Hristiyanlık ele alınıyor olsa da cin, büyü, şeytan gibi “güç”ler bütün inanışlarda alabildiğine etkili ve belirleyici, hâlâ. İnananlar olduğu gibi inanmayanlar da epey fazla. Yönetmen Brian Taylor, filmin birinci yarısında kilisenin bu istenmeyen, daha doğrusu korkulan güçlerin etkisinde olduğunu, hemen arkasından da yine kilisenin yardımıyla kurtulunabileceğini anlatıyor. Yani fraksiyon diyebiliriz bu aynı çatı altındaki iki karşıt kutba ya da tarikat (biliyorsunuz, yol demektir tarikat).

Büyüyle ortaya çıkan, her istediklerini yapabilen bu şeytani güçleri yenebilmek pek kolay olmuyor, çünkü onlar da kilisenin içinde ve kiliseden besleniyorlar; her ne kadar kiliseye giremeyecekleri açıklanmış olsa da.

Hellboy, korkusuzluğu, akılcılığı ve sakinliğiyle neyi niye nasıl yapabileceğini gösteriyor, buna da bağlı olarak güvenilir biri olarak kabul ediliyor. Belki biraz ilginç, biraz merak uyandırıcı ama yeterli olmadığı da kabul edilmeli… Bizdeki yerli fantastik, aksiyon ve korku filmlerinin bir adım önünde yine de…

Bitirmeden eklemeliyim: Hellboy sadece sevgisini ifade etmekten korkuyor. Niye mi? Bizim ülkemizden de değil, ama…

06 Eylül’den başlayarak gösterimde…

(03 Eylül 2024)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Operadaki Hayalet

‘Bir zamanlar birisi öldüğünde bir karganın ruhunu ölüler ülkesine taşıdığı rivayet edilirmiş. Ancak bazen korkunç bir kaderi yanında taşıdığı için huzur bulamayan ruh, yanlışı düzeltmesi için yine bir karga rehberliğinde ölümlü dünyaya geri taşınırmış.’ James O’Barr’ın klasikleşmiş ünlü çizgi romanı ‘The Crow’ işte bu fantastik geri dönüşün öyküsünü anlatır. Genç müzisyen Eric Draven ile sevgilisi Shelly Webster bir Cadılar Bayramı gecesinde fütürist Detroit kentini haraca kesen sokak mafyası tarafından hunharca öldürülür. Eric ruhunu huzura kavuşturacak intikamını almak için geri döndüğünde bedeni ölüdür ancak kazanmış olduğu süper gücüyle düşmanlarını birer birer haklayacaktır.

Alex Proyas’ın sinemaya uyarladığı ve bizde ‘Ölümsüz Aşk’ adıyla gösterime girmiş olan 1994 tarihli özgün yapım, çizgi roman estetiğini beyazperdeye ustalıkla taşıyan önemli örneklerden biri olarak kabûl edilir. Lakin filmin kült statüsüne erişmesi başroldeki Brandon Lee’nin filmin son sahneleri çekilirken trajik bir kazaya kurban gitmesi nedeni iledir. Uzak Doğu efsanesi Bruce Lee’nin oğlu olan 32 yaşındaki Brandon çekimin son günlerinde yanlışlıkla ateş alan silahın kurbanı olarak hayatını kaybetmiş, film genç oyuncunun anısına, dublör ve bilgisayar efektleri kullanılarak tamamlanabilmiştir.

Üzerine yapışmış lanetin etkisiyle yeniden çevrimleri sürekli ertelenmiş olan ‘The Crow’ tam 30 yıl sonra yönetmen Rupert Sanders eliyle yeniden beyazperdeye geldi ve dünya sinemaları ile eş zamanlı olarak ülkemizde de vizyona girdi. Bizde bu defa yalnızca ‘Ölümsüz’ adıyla gösterimi devam eden yeni sürüm, Proyas’ın çizgi roman estetiğinden farklı olarak fantastik ögeler ile bezeli romantik bir gençlik öyküsünün izini sürüyor. Filmin yaklaşık ilk 40 dakikasında Eric ve Shelly’nin sorunlu yetişme yıllarına ve gelişen birlikteliklerine tanık oluyoruz. Bir rehabilitasyon merkezinde karşılaşan ikili bu defa sokak çetesi ile değil çok daha nüfuzlu, üstelik insanlara kötü şeyler yaptırmaya yönelik şeytani bir güç taşıyan Viyanalı elit iş adamı Vincent Roeg (Danny Huston) ve adamları ile mücadeleye girişiyor.

Özgün ilk yapımda karanlık gece sekanslarında bir hayalet gibi intikam peşinde koşan Lee’nin gizemini sevmiştik. Yeniden çevrimde İsveçli deneyimli oyuncu Stellan Skarsgård‘ın küçük oğlu Bill Skarsgård’ın canlandırdığı Eric baştan ayağa dövmeli görkemli bedeni ve emo makyajı ile daha bir bu dünyadanmış izlenimi veriyor. Ölümsüz de olsa (ya da bedensiz diyelim) aldığı her darbenin acısını hissetmesinin onu daha kırılgan yapmış olması da cabası. Shelly rolündeki İngiliz şarkıcı/oyuncu FKA twigs ile kimyaları da tutmuş olan genç aktörün aksiyon sahnelerinin çok önemli bir bölümünde dublörsüz oynadığı da notlar arasında. Oğul Skarsgård’ın Eric Draven performansıyla Robert Eggers’in merakla beklenen yeni çevirim ‘Nosferatu’daki Kont Orlok rolüne bir nevi hazırlık yapmış olduğu da söylenebilir.

Steve Annis’in görüntüleri, Volker Bertelmann’ın müzik çalışması ile de göz dolduran yapımın en önemli kozu ise Prag’da çekilmiş finaldeki opera sekansı olmuş. Giacomo Meyerbeer’in sahnede sergilenen fantastik ‘Robert Le Diable’ operasından bölümler ile Eric Draven’in fuayede hasımlarını hakladığı kan gövdeyi götüren sekansın koşut kurgu ile sunuluşu antolojilere geçecek cinsten. Sahnedeki oyuncular, orkestranın kreşendolarla yükselen atağı ile dövüş bölümlerinin kusursuz uyumu parmak ısırtıyor.

(29 Ağustos 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Kadın Düşmanı Cambaz

Cambaz doğrudan kadın düşmanı olabilir, ama film gerçekten kadın düşmanlığını işaret ediyor; en tam da o nedenle Cambaz’ın kadını şeytan olarak görmesi, bütün kötülüklerin kadınlardan kaynaklandığını söylemesi kabul edilebilir değil.

Anthony Perkins’in oğlu Osgood Perkins’ın yazıp yönettiği Cambaz, gerilim yüklü olsa da seyircisini koltuğuna yapıştıramıyor; dahası tırnaklarını bile yemesini sağlayamıyor. FBI ajanı, çaylak, Lee Parker’ın hikâyesinin anlatıldığı filmde, evet, bir gerilim var ama ürpermediğiniz gibi ne olacağını bile sorgulamıyorsunuz… Bazı önemli virajlar bilgisiz ve temelsiz dönülünce kafanızda soru işaretleri de oluşamıyor. Ancak hemen belirtmemiz gereken ise bir “acaba” sorusu kemiriyor insanın beynini. Ne oluyor, neden oluyor, film anlatsın. Bir seri katilin peşine düşen Lee Harper, psişik güçlerin de yardımıyla (bizdeki korku filmlerinin hemen hepsinin cinlerle dolu olması gibi) soru(n)ları çözüyor.

Kadını bir düşman olarak görenler, bütün kötülüklerin onlardan kaynaklandığını sananlar, kadını “eksik etek”, “saçı uzun aklı kısa”, “kaşık düşmanı” görenler gerçekten beğenebilirler. Ülkemizde, sokak ortasında bile hemen her gün onlarca kadın şiddet görüyor, katlediliyor… Bu düşüncedeki insanlar için kuvvetli bir “kanıt” sayılabilir Cambaz.

Lee Parker rolünde Maika Monroe belki biraz öne çıkıyor, durgunluğu, tedirginliği ve geçmişten gelen duygularının etkisiyle. İnanılmaz donuk biri…

Nicolas Cage’in canlandırdığı Cambaz, hiçbir parmak izi ve DNA gibi ipucu bırakmadığı için hep karanlıkta kalan biri… Sadece imzası var şifreli mektuplarının altında. FBI bu bilinmezliğin içindeyken o şifreli mektupları bir şekilde okumayı başaran (ilk işine çıkmış) yeni ajan umut oluyor; başka çare yok zaten.

Acaba Cambaz kim? Neden insanları, özellikle de aileleri birbirine öldür(t)üyor? Hangi yöntemi kullanıyor? Nasıl etkiliyor insanları?… sorularının yanıtını ben bulamadım, ama bulanlar vardır muhakkak. Belki de bir ikincisi çekilecek ve o gizemli kısımlar orada açılacak, tabii izleyici kapıyı aralarsa…

06 Eylül’den başlayarak gösterimde…

(26 Ağustos 2024)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Kadınlar Uyandığında

‘Gözlerini Kırp / Blink Twice’ yaz aylarının güzel sürprizlerinden biri. Amerikalı ünlü rock müzisyeni Lenny Kravitz’in oyuncu kızı Zoë Kravitz’in imzasını taşıyan film, kokteyl garsonluğu yapan Frida’nın (Naomie Ackie) sosyal medyada hayran hayran takip ettiği teknoloji milyaderi Slater King (Channing Tatum) ile bir bağış gecesinde karşılaşmasıyla başlıyor. Gücünü kötüye kullandığı ve insanlara iyi davranmadığı geçmişi için kamuoyundan özür dileyen King, partide yakınlaştığı genç kadını sakin ve huzurlu bir hayat sürmek adına satın aldığı özel adasında rüya gibi bir tatile davet ediyor. Garson arkadaşı Jess’i (Alia Shawkat) yanına alan Frida güneşli günler ile çılgın gecelerin birbirine karıştığı bu cennet köşesinde King’in kızlı erkekli avanesi ile birlikte harika vakit geçirmeye başlıyor.

Adaya varışta telefonların teslim edildiği bir düzende, her bir konuğun lüks döşenmiş odalarda misafir edildiği, kızların yatakları üzerine bırakılmış bembeyaz giysileri kuşandığı, adada özel olarak yetişen ‘desiderio’ çiçeğinden damıtılmış parfümü kullandıkları gerçek bir düş alemidir burası. Gündüzleri havuz başında şampanyanın ve uyuşturucunun en hası ikram edilir. Geceleri Slater’ın çocukluk arkadaşı Cody’nin (Simon Rex) adada yetiştirilen ya da denizde avlanan ürünlerle kotardığı gurme sofralarında mum ışığında yenilir içilir, danslar edilir. Çıplak elleri ile yılan avlayan tuhaf hizmetliler tedirgin edicidir biraz, yine de eğlencenin sonlanmasını kimse istemez. Ancak izahı zor şeylere tanık olundukça Frida, Jess ve daha önce Survivor programlarında yer almış TV yıldızı Sarah (Adria Arjona) kendi gerçekliklerini sorgulamaya başlar. Geceleyin olan biteni neden hatırlamıyorlardır? Frida’nın kolundaki morluk nasıl oluşmuş ya da tırnakları arasındaki toprak parçaları nereden gelmiştir? Bu partiden sağ çıkmak istiyorlarsa gerçeği ortaya çıkarmak zorundadırlar.

Kravitz’in 2020 yapımı ünlü TV dizisi ‘High Fidelity’nin ödüllü yazarı E. T. Feigenbaum ile ortaklaşa kaleme aldığı senaryosu, ilk bakışta yakın dönemde izlediğimiz ‘Hüzün Üçgeni / Triangle of Sadness’, ‘Glass Onion’ ya da ‘Menü / The Menu’ benzeri, bir grup insanı bir adada toplayarak sınıf ilişkilerini irdeleyen örnekleri anımsatıyor. Burada da mizahi dozun şiddete evrilişi, sosyal hicvin yerini buz gibi bir dehşet kasırgasına bırakması fazla zaman almıyor. Kadınların muktedir eril imparatorluk ile mücadelesi sürpriz bir finale ulaşırken Kravitz de ilk uzun metrajından alnının akıyla çıkmayı beceriyor.

Genç sinemacı merak duygusunu her bir kareye ustaca yerleştirmiş. Görüntü yönetmeni Adam Newport-Berra, simetrik iç tasarımlarla hayranlık uyandıran görsel evreni yaratmada çok başarılı. Kathryn J. Schubert’in çarpıcı kurgusu ve Chanda Dancy’nin hipnotik müzik çalışması parmak ısırtıyor. Zengin oyuncu kadrosunun katkısı da çok önemli. Kasi Lemmons’un 2022 yapımı biyografik yapıtı ‘I Wanna Dance With Somebody’de ölümsüz Whitney Houston’a hayat vermiş olan Ackie, yakınlarda ‘Hit Man’de izlediğimiz Arjona ya da çok farklı bir kompozisyonda karizmatik klasını konuşturmayı sürdüren Kravitz’in gerçek hayattaki partneri Tatum gayet iyiler. 80’ler sonu ile 90’lı yılların ünlü oyuncuları Geena Davis (Thelma and Louise), Kyle MacLachlan (Blue Velvet, Twin Peaks), Christian Slater (True Romance) ile M. Night Shyamalan’ın ilk büyük çıkışı ‘Altıncı His / The Sixth Sense’in çocuk yıldızı Haley Joel Osment’i -yaşlanmış hallerine biraz da burularak- küçük yan rollerde izliyor olmak bir diğer hoşluk olarak filmin artı hanesine yazılıyor.

Özgün adını ‘Tehlikedeysen Gözlerini İki Defa Kırp’ deyişinden almış olan yapım, vizyonuyla #MeToo harcına sağlam bir katkıda bulunan Kravitz’in yeni çalışmalarını merakla bekletiyor doğrusu.

(22 Ağustos 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Öğrenilmiş Çaresizliğe Başkaldırı

‘Bizimle Başladı Bizimle Bitti / It Ends With Us’ 2016 yılında ABD’de ilk yayımlandığında kültürel fenomene dönüşmüş olan aynı adlı romanın sinema uyarlaması. 44 yaşındaki Colleen Hoover’ın beyazperdeye teşrif etmesi kaçınılmaz olan çok satan kitabını genç bir kadının annesinden miras kalan öğrenilmiş çaresizliğe başkaldırısının öyküsü olarak özetleyebiliriz. Filmin açılış sahnesinde doğup büyüdüğü eve dönüş yapan Lily Blossom Bloom (Blake Lively), babasının cenaze töreninde onun için söyleyebileceği tek iyi bir şey bulamamanın kırgınlığı ve öfkesi içinde Boston’a geri döndüğünde aklında uzun zamandır hayalini kurduğu bir çiçekçi dükkanı açma fikri vardır. Ryle Kinkaid (Justin Baldoni) ile bir gece vakti adamın terasında şehrin gece ışıltılarını izlediği sırada tanışır. Balkon iskemlesini bir hışımla tekmeleyen genç adam Lily’yi gördüğünde tüm cazibesi ile iltifata başlamıştır bile. Kaslı vücuduyla zehir gibi yakışıklıdır. Üstelik çoğu genç kadının hayalini kurduğu paralı bir beyin cerrahıdır. Ryle’nin çeşitli flörtöz numaralarını geri çevirir Lily. Genç adam da Allah için üstüne gitmez. İkilinin daha sonraki karşılaşmaları Lily’nin mezbelelikten bir sanat eserine döndüreceği dükkanında olur. Genç kadının iş yerinde çalışmak için gönüllü olan Alyssa’nın da erkek kardeşidir Ryle. Çiftimizin duygu ve erotizm içeren beraberliği sürerken Lily’nin şehrin ünlü bir restoranında lise yıllarının ilk aşkı Atlas (Brandon Sklenar) ile karşılaşması genç kadının kafasını karıştırır.

Film aynı roman gibi Lily ile Atlas’ın gençlik aşklarını geriye dönüşlerle anlatır. Genç aşıklar içine doğdukları aileyi seçememenin yarattığı hüznü birlikte paylaşmış, Lily’nin saldırgan babasının araya girmesiyle yıllar önce yolları ayrılmıştır. Lily’ye evlenme teklif eden Ryle’nin eski sevgilinin varlığından duyduğu rahatsızlık patlamaya hazır öfkesini harekete geçirir. Lily onun ilk başlarda anlık geçici parlamalar olarak görmezden geldiği nörotik yapısı ve centilmenliğin ardına gizlenmiş saldırganlığı ile yüz yüze geldiğinde şaşkındır ancak genç kadının annesinin babasından çektiklerini yaşamaya hiç niyeti yoktur.

Film çok popüler olmuş, çok satmış romanlardan yapılan uyarlamaların fotoroman estetiği tehlikesinden kaçmaya çabalıyor. Bunu her daim başaramasa da, Hoover’ın kendi yaşadıklarından yola çıkan hikâyesi aile içi şiddeti hedef alan bakış açısıyla cinsel taciz ve tecavüz kültürüne karşı ortaya çıkmış çağdaş #MeToo hareketine desteği açısından önem kazanıyor. Sinema dışında iş hayatındaki girişimleri ile de öne çıkan, ‘Deadpool’ Ryan Reynolds’un gerçek hayattaki eşi Lively, çekici Ryle’ı canlandırmakla kalmayıp filmin yönetmenliğini üstlenen ve erkek eliyle aile içi şiddet ve eril zorbalığa karşı çıkan Baldoni’nin genel performansı da ilgiye değer. Lily ile Atlas’ın liseli yaşlarını canlandıran genç oyuncular Isabella Ferrer ile Alex Neustaedter gelecek için umut vadediyor. Bir de filmin öyküsünde rolü biraz daha kısalmış Alyssa’da Jenny Slate’in adını anmadan geçmeyelim.

(15 Ağustos 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Uzayda Çığlığınızı Kimse Duyamaz

Dan O’Bannon ile Ronald Shusett’in yaratıcısı oldukları ‘Yaratık / Alien’ efsanesinin ilk tanıtım filminin ürkütücü sloganı aynen böyleydi. Ridley Scott’ın yönetmenliğini yaptığı 1979 tarihli özgün ilk film ertesi yıl Özen Film listesinden bize de ulaşmış ve ilk gençlik yıllarımızın en yaratıcı gerilim – korku klasiklerinden biri olarak hepimizi etkilemişti. Serinin devam filmleri yıllar boyu belli aralıklarla sinemanın gündemine geldi ancak James Cameron imzalı aksiyon dozu yüksek 1986 yapımı ‘Aliens’ ile 1992’de David Fincher’ın yönettiği daha felsefi ve karanlık ‘Alien 3’ten oluşan ilk üçlemenin yeri başkadır.

Serinin şimdilik sekizincisi olan yeni sürümü ‘Alien Romulus’ün yönetmenliği korku filmleriyle çıkış yapmış 1978 doğumlu Latin Amerikalı yönetmen Fede Alvarez’e teslim edilmiş. Alvarez jenerik logosunu da aynen kullandığı özgün ilk yapıma olan tutkusunu gizlemiyor ve adım adım onun yolunu izlediğini ifade ediyor. Filmin başlangıç bölümü hiç fena değil. 2140’larda ‘Alien’ ile ‘Aliens’ arasındaki dönemde Wyland – Yutani adlı uluslararası şirketin madenciler kentinde açıyoruz gözlerimizi. ‘Blade Runner’ tasarımını andıran distopik geleceğin karanlık, çamurlu, sağlıksız koşullarında ömür tüketen işçiler, ‘daha iyi dünyalar kuruyoruz’ sloganı ile umut satan dev şirketin kölesidirler. Babasının çöpten bulup onardığı sentetik Andy’ye (David Jonsson) kardeş gibi bağlı Rain (yakınlarda ‘İç Savaş’ta izlediğimiz Cailee Spaeny) ile kafadar üç arkadaşları sonlarının kadersiz aileleri gibi olmasının önüne geçmek, hayalini kurdukları Yvaga gezegenine ulaşabilmek için şirkete ait külüstür bir uzay taşıtını çalmayı deniyor. Daha sonra, 9 yıl sürecek Yvaga yolculuğu için yetecek yakıtı elde edebilmek için de boşlukta asılı duran terkedilmiş uzay istasyonunu ziyaret edeceklerdir. Bu ziyaret onların kâbusu olacak, ürkütücü DNA deneyleri yapmak için kapalı kapılar ardında gizlice faaliyet gösteren Romulus laboratuvarında yaşananlar ölümcül kâbusu geri döndürecektir.

Heyecan verici ilk bölümün ardından klasik ‘Alien’ gelişmelerini bire bir devreye sokuyor Alvarez. 45 yıl önce izleyiciyi şamar gibi çarpan hadiseler bu defa yoğun bir deja vu duygusu ile fazlaca etkilemiyor doğrusu. Bu defa Alvarez aksiyon dozunu iyice arttırarak tuşların hepsine birden basma yoluna gidiyor. Özgün Alien’da sessizlik çok önemli bir gerilim unsuru iken sinir bozucu ve susmak bilmeyen bir dip müziği eşliğinde irili ufaklı yaratık sürülerini perdeye salıyor. O klasik yaratık ile yüz yüze gelme karesini ihmal etmiyor. Bizim Z kuşağı mukabili genç karakterlerin detaylarına girmektense onları daha önce senaryosuna katkıda bulunduğu yeniden çevrim ‘Teksas Katliamı / Texas Chainsaw Massacre’ örneğindeki klişe kurbanlar misali kullanıyor ve ortalık tam bir korku evine dönüşüyor. Yer çekimi sıfırlaması gibi yeni buluşlar deniyor. ‘Sessiz Bir Yer’ serisinden alıntıyla gözleri görmeyen yaratıklara karşı sessiz ve vücut ısısını yükseltecek hareketlerden kaçınılması öğütleniyor vs. vs. İkinci bölümün sonlarına doğru bu kanlı gösteri bitse de gitsek derken, seyir zevkini bozmamak için burada açıklamayacağım sürprizini sunuyor Alvarez. İlginç geliyor dikkat kesiliyoruz ancak bu sürprizin de layıkıyla kullanılamadığını söylemeden geçemeyeceğim.

‘Alien Romulus’ serinin koşulsuz fanlarının ve Z kuşağından karakterleri ile IMAX ortamında genç seyircinin ilgisini çekecektir. Biz eski kuşaklara gelecek olursak, ilk filmde deneylerde kullanılmak üzere yaratığın serbest kalmasını sağlayarak toplu facianın müsebbibi olan robot Ash’i canlandıran 2020’de kaybettiğimiz dev oyuncu Ian Holm’un görüntü ve ses olarak dijital marifet yoluyla sentetik bilim subayı Rook olarak geri dönüşünden nostaljik bir keyif aldığımızı belirtelim.

(14 Ağustos 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Dünyanın Sonuna Doğru

Western filmler ağırlıklı olarak erkek egemendir. İşin içine silah, dövüş, içki vb. girince ister istemez ağırlık erkeklere kayıyor. Kadınlar çoğunlukla filmi taşıyan karakter olarak çıkıyor karşımıza, seyirci hoş görsün, beğensin, güzelliğinden etkilensin diye. Dünyanın Sonuna Doğru (The Dead Don’t Hurt) erkek kadar kadın karakterin de bağımsız ve inatçılığıyla gösteriyor farklılığını.

Yönetmen Viggo Mortensen, senaryosunu yazdığı filmin başrol oyunculuğunu da üstlenmiş; kadın karakter Vicky Krieps ile birlikte gerçekten başarılılar. Mortensen senaryosunu da yazdığı için filmi çekerken değişiklikler de yapmış, geri dönüşler (feedback) seyirciyi meraka sürüklediği gibi heyecan da uyandırıyor. Sokak ortasında birbirlerinden etkilenip birlikte yaşamaya başlayan ama bağımsız olmayı da bırakmayan iki insanın nelerle karşılaşacağı, yaşayacakları zorluklar ve daha da önemlisi ummadıkları bir şeyle karşılaştıklarında tutumlarının ne olacağının bilinmemesi filmin önemli düğümü…

Filmde yer alan kırmızı eşarp, atlı şövalyenin geçişi, balıklı küçük kız gibi izleyicinin duygularına da seslenen ayrıntılar çok güzel. Gaz lambasının sönmesi de gerçekten çok etkileyici…

Bir gün, bir anda, erkek alır başını gider asker olur, ne için; verilecek 100 dolarlık ödül için. Kadın yapayalnız kalır. Kasabanın alikıran baş kesen paralı ailesinin zorba oğlu kadına tecavüz eder. Savaş bitip erkek döndüğünde neler olacaktır acaba?

Her gün bir/birkaç kadının en yakınları (baba, ağabey, koca, sevgili) tarafından öldürüldüğü bizim ülkemizde böylesi tecavüzlerin sonucunun ne olacağı bellidir aslında. Kim bilir belki de bizim erkeklerimiz benzer durumlarda aynı davranışı sergileyecekleri için farklı bir sonuç beklenemez. Sinemanın bu en güzel yanı, insanlara doğruyu, güzeli, iyiyi bu kadar açık anlatabilmesidir…

16 Ağustos’tan başlayarak gösterimde…

(13 Ağustos 2024)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com