Kategori arşivi: Yazılar

Şans ve Rastlantılar

90’ına merdiven dayamış Woody Allen kariyerinin ellinci ve belki de son filmi olan ‘Şans Eseri / Coup De Chance’ı Paris’te Fransızca dilinde ve Fransız oyuncularla çekmiş. Bu biraz da zorunlu bir seçim olmuş. Evlatlığı Dylan Farrow’a cinsel taciz suçlaması nedeniyle kamuoyundan aforoz yiyen ve 2019 yılında doğup büyüdüğü şehirde tamamladığı ‘New York’ta Yağmurlu bir Gün / A Rainy Day in New York’ ABD gösterim ağından çıkarılan sinemacı, filmlerinin ezelden beri kendi ülkesinden daha fazla rağbet gördüğü Avrupa toprağında gözde temalarının izini sürüyor.

Şansa inanır mısınız? Son filminin ana karakterlerinden Alain Aubert (Niels Schneider) Allen’ın alter ego’luğunu üstlenmiş bir biçimde ısrarla hayatın şans ve tesadüflerden ibaret olduğunu söylüyor. Genç adamın üniversite yıllarında New York’ta tanıyıp vurulduğu Fanny Moreau (Lou de Laâge) ile yıllar sonra Paris sokaklarında (tam adını verirsek Montaigne Bulvarı’nda) karşılaşması şans eseri değil de nedir. Fanny başarısız ilk evliliğinden sonra şimdilerde zengin iş adamı Jean Fournier (Melvil Poupaud) ile evlidir. Geçmişi kirli rivayetlerle dolu Jean ise Alain’in tam aksine şansı kendi ellerimizle yarattığımızı savunur. İşinin ‘zenginleri daha da zengin etmek’ olduğunu söyleyen kurt finansçı bir süs bebeği gibi sevdiği karısını kendi ihtişamlı yaşamının değerli bir parçası olarak görür. Oysa Fanny çatı katı bohem odasında Jacques Prévert’in dizeleriyle yakışıklı yazara fazlasıyla çekilmiş ve adeta ilk gençlik yıllarına dönmüştür. Yakın arkadaşı herşeyi mahvetmeden önce iyice düşünmesi konusunda uyarır onu. Genç kadın tatlı bir kararsızlık içindedir ama lüks hayatını elinin tersi ile itmeye pek de niyeti yoktur. Uyanık iş adamının karısının rutinindeki değişiklikleri hissederek özel bir dedektife baş vurması işlerin seyrini değiştirecek, eril sahip olma tutkusu gözleri karartacaktır.

Suç ve ceza öyküleri kariyerinde önemli bir yer tutmuş olan Allen, 1989 yapımı ‘Suçlar ve Kabahatler / Crimes and Misdemeanors’da ‘kişi ahlaki değerlerin kendisini rahatsız etmediği sürece özgürdür’ diye buyurur. Nietzche kaynaklı nihilist düşüncenin doruğa çıktığı 2005 yapımı ‘Maç Sayısı / Match Point’de tenis topunun fileye çarpıp çarpmayacağından hareketle varoluşu son filminde sık sık kullandığı ‘şans ve raslantı’ya bağlar. Hepimiz kısmetin elindeyiz diye buyuran görmüş geçirmiş sinemacı, daha yakın tarihli ‘Mantıksız Adam / Irrational Man’de (2015) adalet ve cezanın boş kavramlar olduğunu ifade ederek ‘varoluşun tamamen anlamsız bir sıradanlık olduğunu’ ifade edecektir.

Muhteşem bir kariyerin ardından gözden düşen sinemacı ileri yaşına karşın film çekmeyi sürdürse de son yapıtı yukarda sözünü ettiğim yapıtların kalibresinde değil. Hatta finaldeki ‘üzerinde durmamak en iyisi’ anekdotuyla kendisi ile dalgasını geçiyor gibi. Özgün adını ‘şansın yaver gidişi’ne dair deyişten alan, keyifle izlenen ama kolay unutulacak bir film ‘Şans Eseri’. Ancak nükte trafiği, özellikle ‘Blue Jasmine: Mavi Yasemin / Blue Jasmine’de (2013) doruğa çıkmış yüksek burjuvazi eleştirisi ile Allen her zaman Allen’dır. Bir zamanlar kapısında rol bekleyen ünlü Hollywood oyuncuları çoktan çekip gitmişler ama son dört filminde birlikte çalıştığı görüntü ustası Vittorio Storario onu bırakmamış. İtalyan görüntü ustasının Paris sonbaharının ılık sarısını yakaladığı görüntüleri ve çevre düzenlemeleri kusursuz.

(25 Temmuz 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Yel Üfürdü Sel Götürdü: Deadpool & Wolverine

Bir film, eğer baştan planlanmadıysa, sadece seyircinin ilgisi nedeniyle “dizi”ye dönüştürülüyorsa bir şeyler hep eksik kalıyor, bir şeyler hep aksıyor. Buna bir de yapımcının değişmesini ekleyin, iyiden iyiye beklentilerin uzağında kalıyor.

20th Century Studios’un yapımcılığıyla tanıyıp sevdiğimiz iki süper kahraman, firmanın Disney’e devrinden sonra, hem kendilerini hem firmalarını hem de ünlerini korumak için bir araya geliyor. Eskilerine bakarak daha usturuplu ama daha soğuk gelen Deadpool izliyoruz. Wolverine ise zaten bitmiş, tükenmiş, Deadpool, deyim yerindeyse silah zoruyla hayata döndürüyor.

Her iki süper kahraman da çok sevilmiş, ergenlerin dilinden düşmeyen aforizmalarla hayatın içinde yer almıştı. Tabii ki yine seksist, yine vurdumduymaz, yine alabildiğine kanlı.

Küfrün bini bir para…

İzleyicinin hoşuna giden bir konuşması var(dı) Deadpool’un, kimileri yadırgasa da genel anlamda beğenilmişti. Bu kez, arkadaşıyla birlikte başka evrenlere, farklı boyutlara da yolculuk ettiği için sanki biraz usturuplu, biraz daha az küfürlü ve sanki biraz daha komik. Ancak yine de küfrün bini bir para.

Gelelim filme… Film baştan sona tempolu, güçlü, oyuncularıyla ve müziğiyle taşıyıcı; özellikle izleyicinin ilgisini çekecektir ama Deadpool & Wolverine teknik anlamda zayıf. Titiz izleyici çok kolay yakalayacaktır. Yaşadıkları evren de dahil olmak üzere bütün evrenlerin (oraları da öğreneceğiz ve benimseyeceğiz, başka şansımız yok… Gençler, bunu göz önünden ayırmayın) yok olacağı, kurtarmak için bir süper kahramanla birlikte hareket edebileceği bildirilir. O da “ölmüş” olmasına karşın çoklu evrende bulduğu Wolverine’i, zamanda yolculukla hayata döndürür. Sonrası, sonrası bildiğiniz gibi keyifli ve sürükleyici…

26 Temmuz’dan başlayarak gösterimde…

(25 Temmuz 2024)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Öfke mi Yenilgi mi?: Şans Eseri

Woody Allen, belli bir çizgisi olan, ama kızına (üvey de olsa) cinsel tacizi nedeniyle aforoz edilen bir yönetmen ve oyuncu. Allen sevilen bir yönetmenken cinsel tacizle suçlanıp da kendisini savunamayınca, doğal olarak aklanamadı ve hemen tüm sevenlerinin desteğini kaybetti. Ben de, özellikle filmlerini izlememeye başladım. Ama bu kez, değişen ne diye meraktan izlemek istedim. Kim ne derse desin, Woddy Allen, -ellinci filmi olan “Şans Eseri”yle- eski gücüne, sevilirliğine, seyirci desteğine asla ulaşamaz.

Coup de Chance (Şans Eseri) diye çevrilmiş olsa da Cüneyt Arcayürek’in 12 Eylül için söylediğinden beynimize mıh gibi çakılmış sözcükten el alarak “Şans Darbesi” demek sanki daha doğru, hem yönetmeninin de durumunu açıklar), Parisli bir sanat simsarı olan Fanny’nin (Lou de Laâge) etrafında dönüyor. Fanny, Jean (Melvil Poupaud) adındaki zengin servet yöneticisiyle evliliğinde mutludur. Ancak liseden arkadaşı olan Alain’le (Niels Schneider) “şans eseri” karşılaşınca her şey tersine döner. Akıcı bir anlatımı olan filmde öykü pek bir özellik taşımıyor, ama Allen’ın deneyimli mizanseni ve sürekli birlikte çalıştığı görüntü yönetmeni Vittorio Storaro’nun olağanüstü görüntüleriyle öne çıkıyor.

Çocukluktan kalan…

Geçmişi karanlık (daha doğrusu bilinmeyen) zengin Jean’ın eve kur(dur)duğu oyuncak tren seti (Çetin Altan’ın o ünlü saptamasıyla, “çocuk için alınan elektrikli trenle daha çok büyükler oynar”), yönetmenin çocuk tacizine verdiği cevap olabilir mi?

Buñuel, bir filmde bir şeyi iki kez görüyorsak farklı anlamı vardır diyordu, kim bilir belki de benim aklıma gelen onun da aklında yer etmiştir. Alabildiğine zengin ve bir o kadar da gizemli finans simsarı, aynı seti daha önce görmüş olsalar da seslerini çıkartmayan misafirlerine oyuncağını göstermekten büyük haz duyuyor.

Genç ve güzel eşi, karşısına birden çıkan eski arkadaşına kısa zamanda gönlünü kaptırınca olaylar birbiri ardına yükseliyor. Filmin gizemli yanı burada. Zengin simsar neyin peşinde, genç kız neyi fark edemedi? İstediği elinde, istemediği önünde olan Fanny, zengin kocasını bırakıp yoksulluğuna rağmen Alain’i tercih edecektir; annesinin deneyimi gözünü açar.

26 Temmuz’dan başlayarak gösterimde…

(24 Temmuz 2024)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Uzay Yarışını Pazarlamak

‘Beni Ay’a Uçur / Fly Me to the Moon’ yaşı yetenlerin çok iyi hatırlayacağı Ay’a inişin canlı olarak televizyondan izlenildiği 1969 yılına götürüyor bizleri. Rusların 1957’de Sputnik 1 ile astronot Yuri Gagarin’i uzaya gönderişinden sonra hız kazanan uzay yarışında Amerikalıların kendi hamlelerini gerçekleştirme çabasına giriştiği zamanlardır bunlar. Üç astronotun ölümüyle sonuçlanan başarısız Apollo 1 projesinin ardından NASA zor durumdadır. Vietnam bozgunu ile baş etmeye çalışan ülke her Allahın günü TV ekranına yansıyan kayıplar ile manevi bir çöküntüyü yaşarken, uzay merkezinin bütçesi de kadrosu da yetersizdir. Uyanık Nixon’ın işbilir adamı Moe Berkus (Woody Harrelson) yeni Apollo projesini parlatarak ABD halkına pazarlayacak bir yol peşindedir. Cazibesi ve kılık kıyafetiyle ‘Mad Men’ dizisinden fırlamışa benzeyen reklam sektörünün pazarlama harikası Kelly Jones’da (Scarlett Johansson) karar kılınır. Cocoa Beach’e uzay kurumunun halkla ilişkiler müdiresi olarak arzı endam eden Kelly, zaten zor görevinin sorunlarıyla boğuşmakta olan fırlatma direktörü Cole Davis (Channing Tatum) üzerinde soğuk duş etkisi yaratsa da, ikili arasında kaçınılmaz bir çekimin oluşması gecikmez. Fırlatma gününe yalnızca 7 ay kalmıştır ve bu süre zarfında kamuoyu desteğinin ve yeterli fonların sağlanabilmesi için her türden reklam desteğine ihtiyaç vardır.

Rose Gilroy imzalı özgün senaryodan Greg Berlanti’nin yönettiği yapım, Amerikan sinemasının altın çağından kopup gelmişe benzeyen iyi bir ‘screwball’ güldürü örneği. İzleyici yaş ortalamasının hayli genç kaldığı ve de orta yaş grubunun sinemada film izleme alışkanlığını büyük ölçüde yitirdiği günümüzde Hollywood büyük şirketlerinin pek yanaşmadıkları türden klasik usuldeki bu romantik komedi örneği, Johansson – Tatum ikilisinin tutmuş kimyaları üzerinden rahatlıkla izleniyor. Başta Ruslar olmak üzere bundan tam 55 yıl önce 16 Temmuz’da Ay’a ayak basışın Hollywood hilesi olduğuna dair komplo teorisi ile flört edişi ayrıca eğlenceli. Apollo 11’in olası başarısızlığına önlem olarak bizzat Nixon’ın adamının emri ile stüdyoda çekilen sahte iniş görüntüleri, Kelly’nin ‘2001: A Space Odyssey’ yönetmeni ‘Kubrick ile çalışsaydık keşke’ esprisi bu rivayetle dalgasını geçiyor.

Filmin şamatasını iki ana karakterin zorlu geçmişlerinin hüznü dengeliyor. Babası evi terk edip gittikten sonra annesi ve kardeşleri ile evsiz kaldıklarında henüz 4 yaşındadır Kelly. Bir şekilde ayağa kalkıp mücadele etmiş, annesinin ona öğrettiği dolandırıcılık marifetiyle hayatta kalmıştır. ‘Reklamcılık da dolandırıcılığın yasal yolla yapılanı değil midir’ sözleri de ona aittir. Davis ise 52 uçuş gerçekleştirdiği Kore dönüşünde NASA’nın en iyi pilotlarından biri olmasına rağmen kalbindeki sorun nedeni ile uzay roketine alınmamış, Apollo 1 sürecinde yitirdiği arkadaşlarının yasını tutmayı sürdüren bir yalnız kovboydur. Bu iki kafadarın acı tatlı öyküsü dönemin şarkılarıyla bezenmiş. Filme adını veren ünlü parça dışında Aretha Franklin’den ‘Moon River’, Dinah Washington yorumuyla ‘Destination Moon’ kulakları okşarken, kıvamı tutmuş yapım keyifle izleniyor.

(22 Temmuz 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Körü Körüne İtaat Yaşamı Bitirir: Tarikat

İslamiyet, eğer son peygamberin Muhammet olduğunu söylemese, zaten çok olan din sayısı belki de insan sayısı kadar artacak. Buna rağmen insanların inanışlarını kendilerine yontan, adına tarikat dediğimiz topluluklar var. Kimi Mesih diye kimi de ahir zaman peygamberi diye yine de taraftar toplamaya çalışıyor.

İşin en kötüsünü A Sacrifice (Tarikat) filmi aktarıyor. Çevreci bir kamuflajla ve tabii ki çevreciliği kötü göstererek nasıl insanlık düşmanlığı yapıldığını anlatıyor. Büyük olasılıkla uluslararası sermayenin gizli örgütlerinin desteklediği, alabildiğine soyut ve bir o kadar da zayıf bir film Tarikat.

Eşinden ayrılıp çalışmalarını Berlin’de sürdüren Ben, yaşanan grup intiharlarıyla ilgili çalışma sürdürürken yanına, kızı Mazzy gelir. Genç ve güzel kız hedeftedir artık. Ebeveyn ayrılığı en çok çocukları etkiler, buna bağlı olarak da bunalım ergenlikle birlikte daha da yoğunlaşır.

Tarikat benzeri yapılanmalar en gizli, en kurumsal örgütlerden bile daha sıkı çalışır ve insanları etkisi altına alır. Tarikatlardan çıkmak kolay değildir, denilenin yapılmaması ise hiç… Lider Hilma, sakin ama bir o kadar da gizemli ve korkutucu biridir. Yakın ve sıcak davranıyorsa da amacının pek de hayırlı olmadığı yüzünden, gözünden anlaşılmaktadır.

İnsanlar, inançlarını bile isteye geliştirmezlerse hurafelerle dolar ve yanlışa sürüklenir; değil mi ki, tuvalete gitmek günahtır dense birçok insan çatlayarak ölür. Tam da bu nedenle tarikatlar müritlerini istedikleri gibi parmaklarının ucunda oynatır ve cinayet bile işletebilir.

Küresel ısıtma nedeniyle kuraklık kadar seller de yaşanıyor. Orman yangınlarıysa Sibirya’da bile görülüyor, bizde Karadeniz bölgesinde olduğu gibi… Çevreci olmak ve geleceğimizi, buna da bağlı olarak yaşamımızı korumak demektir. Oysa bu “Tarikat” çevreci görünüm altında insan yaşamını hedef alıyor ve kötülük yapıyor. Ancak filmi bırakın bir yana, çevre koruyucu olmak için elinizden ne geliyorsa yapın, hatta daha da fazlasını…

19 Temmuz’dan başlayarak gösterimde…

(18 Temmuz 2024)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Perdeden Yansıyanlar, Perdeye Yansıyanlar: Şafak Sökerken

Sinema eskiden öğretir ve eğitirdi, ama artık sadece eğlendiriyor. Nerede kaldı eski filmler! Şimdi artık “hayal perdesi” umut dağıtmıyor.

İkinci Dünya Savaşı’nın son günleridir; faşistlerin ne denli kötü, haksız ve işkenceci, katil olduğunu gösteren duygusal bir anın içinde buluyoruz kendimizi. Hepimiz, bunun devamını beklerken, bunun perdeden yansıyan bir film olduğunu anlıyoruz…

Savaş sonrası İtalya’da kendi halinde bir ailenin iki genç kızı da sinema izlemeyi ve bir o kadar da perdede görünmeyi hayal eder (tabii ki perdeye yansıyan aktris ve aktörleri beğeniyor, gazetelerden takip ederek kendilerini onların yerine koyuyordur). Bir gün bir çapkın (!) kendisini yetkili olarak tanıtarak gençleri figüranlığa çağırır. Asıl amacı kızlarla tanışmak, gününü gün etmektir. Anneyi ikna etmek güçtür, annenin de babayı ikna edebilmesi epey zorlu olur. Sonunda istediklerini elde eden kızlar seçmelere katılırlar. Mısır’da geçen tarihi bir film çekiliyordur ve kızlar, hizmetkârlardan birileri olacaklardır. Biri seçmeleri kazanır, ama evlenmek üzere olan (ancak evleneceği genci hiç sevmeyen) kaybeder. Kardeşini ararken, “Firavun Kadın Merneith”i canlandıran ünlü başrol oyuncusu Josephine Esperanto (Lily James) ile karşılaşır. Bundan sonra ne aile vardır artık ne de kardeş… film Mimosa’ya (Rebecca Antonaci) odaklanır.

Sinema sektörü, dışarıdan görüldüğü kadar kolay ve sıradan işlerin döndüğü bir dünya değildir. Karşılıksız ve bir o kadar platonik aşklar, sürekli partiler, eğlenceler, uyuşturucu kullanımı, seks sıradandır. Bir yanda emeklerinin karşılığını alamayan emekçiler, diğer tarafta ünlü olan güzel ve yakışıklılıkları nedeniyle el üstünde tutulanlar. Bu hali doğrudan Türkiye’ye benziyor; sinemadan da öte gündelik yaşama baktığınızda yoksullukla boğuşanlarla zevk-i sefa içinde yaşayanlar…

Esperanto (adı ilginç, bir zamanlar ortak dil olarak yerleştirilmeye çalışılmıştı, güzel Lily James’in herkesin sevgilisi olduğunu işaret ediyor sanki) Mimosa’yı bir yanıyla yüceltiyor, ama duru güzelliği ve yalınlığıyla (inanılmaz bir dans sahnesi izledik) sevgililerini kapacağı kaygısına kapılıyor. Tabii, hemen aşağılaması gerekir, gözünü kırpmadan yapıyor da.

Sinemada (tiyatroda da) “sus”ları oynamak zordur; genç kız öyle güzel susuyor ki, herkes hayran kalıyor. Esperanto aşağılayacağım derken açığa düşüyor. Burasını sadece filmdeki parti ve eğlence gecesi olarak görmemek gerekir; aslında yaşam içerisinde haksız ve hudutsuz aşağılanan emekçilerin haklı dik duruşu aynı zamanda. Münir Özkul’un, 1975 yılı yapımı “Bizim Aile” filmindeki o ünlü “Yaşar Usta” tiradı gibi… Kuşkusuz Özkul konuşuyordu, oyunu da şimdi gözlerinizin önünden geçiyor… “Şafak Sökerken”deki Mimosa’nın sessiz tiradı (!) gözlerinden yanaklarına süzülen o yaşlarla hiç de unutulur gibi değil. Kendisini aşağılamaya çalışan (aslında makyaj güzeli) Esperanto bile gözyaşlarını tutamıyor.

Bir de aslan var… Filmin finaline damgasını vuran. Mimosa, sirkten kaçan aslanla karşılaşır ve “Benim, bu gece sabaha kadar yaşadıklarım karşısında sen bir hiçsin.” dercesine bakar.

19 Temmuz’dan başlayarak gösterimde…

(17 Temmuz 2024)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Canavar Tükürüp Atmadan

Yönetmen Ti West ile aktris Mia Goth’un işbirliği sürüyor. 2022 yılında art arda çektikleri ‘X’ ve ‘Pearl’ ile son dönemin ilginç üçlemesini başlatan çılgın ikilinin seriyi tamamlayan son filmleri ‘MaXXXine’ sinemalarımızda yerini almış bulunuyor. 1980 doğumlu West korku filmleri evreninde ilgi görmüş filmleri ile biliniyor. Belli ki Tarantino misali kasetlerin kral olduğu dönemin video dükkanlarında tüm zamanların korku ve gerilim külliyatını yalayıp yutmuş. Hitchcock korku sinemasına ve de özellikle ‘Sapık / Psycho’ya olan tutkusu filmlerinin dokusuna sızmış. Üçlemenin ilk filmi ‘X’te yönetmen ve oyuncular dahil 6 kişiyi geçmeyen ekibin porno film çekmek için seçtikleri salaş çiftlik kulübesini izleyen gözler, Bates Motel’e tepeden bakan tekinsiz evin sahibesini anımsatır. Derin Amerika’nın Texas kırsalında olan bitenler yaşlı kadının yarım kalmış arzularını tetikler ve ortalık 70’li yılların kült klasiği ‘Texas Chainsaw Massacre’dan geri kalmayan bir kan gölüne dönüşür.

West’in yetmişli yılların estetiği ile yoğurduğu filmi ilgi görünce, yaratıcı yeni yönetmenlere arka çıkan A24 yapımcılığında ikinci film çekilir. Bir ‘ön hikâye’ olan ‘Pearl’, ilk filmde genç insanları acımasızca katleden -ve makyaj harikasıyla bizzat Goth tarafından canlandırılan- yaşlı kadının ilk gençlik yıllarının öyküsüdür. Birinci Dünya Savaşı yıllarında küçük yaşta evlendirilmiş, cephedeki kocasını bekleyen küçük Pearl delice dans tutkusu ve özgürce yaşama özlemleri elinden alınınca çevresindeki herkesi birer birer yok eder. 50’li yılların Technicolor estetiğini, Douglas Sirk misali canlı doymuş renkleri kullanır bu defa West. Kurtlanmış domuzun servis edildiği ölüm ziyafeti ile sonlanan yapıt kuşkusuz üçlemenin de en yaratıcı örneğidir.

West ile Goth’un fazla beklemeden kotardıkları ve üçlemeyi tamamlayan çalışması ‘MaXXXine’ adındaki üç X’ten anlaşılacağı gibi, yetmişlerde porno yıldızlığına başlayan, Texas’taki çiftlik evinden sağ kurtulmayı başaran Maxine Minx’in seksenli yıllarda yıldız olma hayalleri üzerine kuruludur. Porno evreninde ünlenmiş Maxine’in ufak ufak sinema dünyasına girme arzusuyla seçmelere katıldığı bölüm ile açılıyor film. Din adamı babasının kulağına küpe olmuş sözüyle ‘hak ettiği hayatı yaşama’ peşindedir o. Küçük çaplı bir korku filmi içindir seçmeler ancak bu onun için bir başlangıçtır yalnızca. Lakin yıldız olmak o kadar kolay mıdır. Hollywood ikonlarından Bette Davis’in ön jenerikte yer alan ‘bu meslekte canavar olana kadar yıldız olamazsın’ özdeyişi boşuna söylenmemiştir. 32 yaşındadır ve canavarın karnına kadar gelmiştir. Adımlarını çok dikkatle atmalıdır yoksa canavar onu tükürecek ve belki de bir daha istemeyecektir.

Hollywood düzenini canavarın dişlilerine benzeten West’in filmi ilerledikçe Hollywood eleştirisinden üstadın pek sevdiği bol kanlı korku filmlerine hızla kayıyor. Bu defa 80’li yılların estetiğini benimseyen West, dönemin yükselen şarkıları eşliğinde kafa kol ayırmaya devam ediyor. ‘Footlose’ ile ilk çıkışını yapan ancak daha sonra belli ölçüde tutmuş gençlik filmlerinde yer almasına karşın bir türlü yıldızlık mertebesine erişememiş yaşlı Kevin Bacon, West’in ilginç metaforuyla, ağzında çirkin altın dişleri canavarın çöp tenekesini boylamaktan kurtulamıyor.

West’in kör parmağım gözüne Hitchcock saplantısı bu filmde de sürüyor. Stüdyonun arazisinde muhafaza edilen ürkünç Bates evi dekorunda kaçıp kovalamaca, Janet Leigh’nin öldürüldüğü ünlü duş sahnesi ya da Goth’un bir Hitchcock sarışınına dönüştüğü bölümler hep bu tutkunun gemlenemeyen tezahürleri olarak sıralanıyor. Ti West sineması farklı sinema estetikleri arasında sörf yapan, kimi zaman yaratıcı bölümler de içeren ama –Pearl’ü bir yana ayırdığımızda– genelde ‘teen slasher’, ‘gore’, ‘giallo’ coşkunluğunu pek zapt edemeyen seyri kolay olmayan bir sinema. Yalnızca türün meraklılarına önerebilirim.

(14 Temmuz 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Hortumun İçine Dalmak

Hortumlar ABD güneyinin orta bölümünde yer alan eyaletlerin korkulu rüyasıdır. Her yıl meydana gelen yüzlerce vakada kasabalar, evler hasar görür, insanlar hayatını kaybeder. Hortumları önceden tahmin eden uyarı sistemlerinde yıllar geçtikçe büyük ilerlemeler kaydedilse de afeti oluşma sürecinde durdurabilecek bir yöntem henüz bulunmamıştır. Dünya sinemalarıyla birlikte bizde de gösterimi süren ‘Kasırgalar / Twisters’ın idealist bilim insanı Kate Cooper’ın (Daisy Edgar-Jones) lise yıllarında geliştirdiği düzenek işte bunu başarmayı hedefliyor. Beş yıl önceki çalışmaları sırasında beklediğinden çok daha şiddetli bir hortumda üç yakın arkadaşını yitiren ve kendisi kaza eseri kurtulan genç kadın doğup büyüdüğü Oklahoma topraklarını terk etmiş, hortum tehlikesinin yaşanmadığı New York’a göç etmiştir. Eski meslektaşı Javi’nin (Anthony Ramos) ısrarı sonucu yalnızca gözlem yapmak üzere kısa süreliğine doğup büyüdüğü topraklara dönüş yapan genç kadın yaşamı tehdit eden şeytani doğa harikasının dizginlerini eline alarak can ve mal kurtarmaya girişirken, Arkansas hamurundan gelme, biraz hoyrat fazla neşeli hortum kovboyu Tyler Owens (Glen Powell) bu süreçte onun yakın dostu, sevdiceği olacaktır.

1996 yılında büyük hasılat getirmiş ‘Kasırga / Twister’ın devam filmi olarak lanse edilen yapımın 28 yıl önceki filmle, konu benzerliği dışında, bir bağlantısı bulunmuyor. Karakterlerin tümü yeni, yalnızca 96’da üretilmiş sinyal alıcı Dorothy beşinci kuşak yeni modeli ile arzı endam ediyor. Çok daha gelişmiş radar sistemi ile çalışan Dorothy’ye ‘Oz Büyücüsü / The Wizard of Oz’dan esinle ‘Teneke Adam’, ‘Korkuluk’ ve ‘Aslan’ isimleri verilmiş vericiler destek veriyor.

İlk film ayrılma aşamasındaki iki meteorolog Dr. Jo (Helen Hunt) ve Bill Harding (Bill Paxton) arasındaki küllenmemiş aşkı da işleyen, Oscar adayı olmuş kusursuz görsel efektleri ile ilgi ile izlenen bir filmdi. Yeni filmin ana karakteri İngiliz Edgar-Jones 1997’de ‘Benden Bu Kadar / As Soon as It Gets’ ile ilk Oscar’ını kazanacak olan Hunt denli ışıldamıyor gerçi, ancak geçtiğimiz haftalarda ‘Hit Man’ ile dikkatimizi çekmiş olan Powell yükselen karizmasıyla yıldızlık merdivenini tırmanmayı sürdürüyor.

Filmin Kore asıllı yönetmeni Lee Isaac Chung’u yabancı topraklarda kök salmak isteyen kendi ailesinin öyküsünü anlattığı 2020 yapımı incelikli ‘Minari’den hatırlıyoruz. O da filmdeki Tyler Owens gibi Arkansas’ta çiftçilik yapan ailesinin yanında yetişmiş, bölgenin korkulu rüyası hortum afeti ile küçük yaşlarda tanışmış. Steven Spielberg’in yürütücü yapımcılığını yaptığı film gelişmiş özel efektleri, özellikle final sekansındaki başarısıyla izlenmeyi hak ediyor. Siyah – Beyaz klasik ‘Frankenstein’ın oynadığı kasabanın eski usul sinema salonunda geçen son bölüm kasırganın azizliği ile kâbus odasına dönüşüveriyor. ‘Bu sinema gelecek olana dayanıklı değil’ repliğini işitiyoruz. Kate hortumun dinamiklerini bozmak suretiyle felâketi durdurabilmeyi denerken bizler de kafamızda bu tarz gösterişli yapımların tehdit altındaki sinema salonlarını yok olmaktan kurtarıp kurtaramayacağı metaforunu inşa ediyoruz.

(13 Temmuz 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Tatlı Düşler

‘Her insan tatlı hayallerinin peşine düşer. Kimi seni kullanmak, senden faydalanmak ister, kimisi başkası tarafından kullanılmayı seçer. Sonuçta herkes sevilmeyi, bir topluluğun üyesi olarak takdir edilmeyi, başkalarınca kabullenilmeyi arzular’. Yunan Tuhaf Dalgası’nı başlatan Yorgos Lanthimos’un ‘Zavallılar / Poor Things’in kazanmış olduğu uluslararası büyük süksenin üzerinden yıl geçmeden piyasaya sürdüğü son çalışması ‘Merhamet Hikâyeleri / Kinds of Kindness’ Eurythmics’in 80’li yılları sallayan dayanılmaz hiti ‘Sweet Dreams’in bu minvaldeki sözleri perdede yankılanırken başlıyor. Lanthimos’un Annie Lenox’u androjen pop yıldızı olarak şöhrete kavuşturan bu şarkıyı açılış parçası olarak tercih edişinin, kariyeri boyunca kontrol mekanizması, sevme – sevilme, kabûl edilme arzusu üzerine alabildiğine absürd, bir o kadar çarpıcı öyküler üzerinde gezinmiş olan sinemacıyı takip edenler için sürpriz olmadığını düşünüyoruz hemen.

‘Zavallılar’ın post prodüksiyon süreci ilerlerken aynı oyuncuların önemli bir bölümünün yer aldığı bir tür repertuvar tiyatrosu anlayışıyla çekilen, ismine tezat, karakterlerin birbirlerine karşı hiç de merhametli (ya da özgün adının doğru çevirisiyle ‘nezaketli) davranmadıkları oyunbaz deneme, her biri ortalama 50 – 55 dakika uzunluğunda üç kısa öyküden oluşuyor. Oyuncuların tamamına yakınının her bir parçada farklı rollere büründüğü seçkinin geri planda duran karakteri R.M.F. (Yorgos Stefanakos) kıssalar arasında ince bağı kurma vazifesini üstlenmeye çalışırken, üç bağımsız öykü yönetmenin gözde temaları etrafında sörf yapıyor.

‘R.M.F.’nin Ölümü’ başlığını taşıyan ilk hikâye, beyaz yakalı Robert’in (Jesse Plemons) yediğinden, içtiğine, özel hayatından karısı ile olan birlikteliğine kadar hayatının her safhasında karar verici olmuş ve sözünden bir kez olsun çıkmadığı patronu Raymond’un (Willem Dafoe) kaza süsüyle R.M.F.’yi ortadan kaldırması buyruğuna ilk kez karşı çıkması ve içine düştüğü çıkmaz üzerine kurulu. Herşeyini kaybetme noktasına gelen Robert, rakibi Rita (Emma Stone) kendisinin yerine istihdam edildiğinde nasıl bir yol izleyecektir.

‘R.M.F. Uçuyor’ adlı ikinci bölümde, görev esnasında denizde kaybolan biyolog eşi Liz’in (Stone) haftalar sonra kurtarıldığında farklı biri olduğu şüphesine kapılan Daniel’in (Plemons) sanrılı öyküsünü izliyoruz. Boyun eğme sırası bu defa, kendisini kocasına ve -sıkı durun- toplu seks partisi partnerleri polis çifte kabul ettirebilmek için ondan bazı organlarından feragat etmesi istenen Liz’dedir. ‘R.M.F: Sandviç Yiyor’ isimli son epizod ise bağlı bulundukları tarikat liderinin (Dafoe) buyruğu doğrultusunda özel yeteneklere sahip bir şifacıyı bulmaya çalışan Emily ve Andrew’un (yeniden Stone ile Plemons) tekinsiz takipleri üzerinden ilerliyor.

Epizodlar ilerledikçe daha da sertleşen Lanthimos evreni özenle tasarlanmış ses bandı ile göz dolduruyor. Jerskin Fendrix’in piyano tınıları üzerinden yudum yudum işlediği gerilime, London Voices’ın antik Yunan koro geleneğini anmsatan koral katkısı eklemleniyor. Stone’un ‘Zavallılar’da pek beğenilmiş tuhaf dansına Cobrah’nın rap tarzı aşırılıklarla dolu fütursuz ‘Brand New Bitch’ parçası eşlik ediyor. Yine ‘Zavallılar’ ekibinden görüntü yönetmeni Robbie Ryan’ın New Orleans, Louisiana’da aldığı görüntüler, Lanthimos’un ‘The Lobster’ından beri çalıştığı Yorgos Mavropsaridis’in kurgu çalışmasının kusursuzluğu parmak ısırtıyor. Yönetmenin 2015 yapımı ‘The Lobster’ sonrası kadim yoldaşı Efthimis Filippou ile ilk senaryo ortaklığında yaman ikilinin Amerikan izleyicisine ‘Tuhaf Hollywood Dalgası’nı kabûl ettirme çabasının adımlarını seziyor ve pek eğleniyoruz.

‘Zavallılar’ın Emma Stone, Willem Dafoe, Margaret Qualley repertuvar üçlüsüne Cannes’dan en iyi erkek oyuncu ödüllü muhteşem Jesse Plemons’un yanı sıra Hong Chau, Mamoudou Athie, Joe Alwyn gibi son dönemin gözde oyuncularının eklendiği yapım, Lanthimos’un erken dönemini, ustalıkla kurmuş olduğu alternatif evrende günümüz imgeleri ile kurulmuş aile ortamının kontrolcü baskı düzenini irdeleyen 2009 yapımı ‘Köpekdişi / Kynodontas’ı ve de yalnız bireylerin aile kurma ya da bir aile ortamına dahil olma çabalarını kara komik bir mizahla dile getiren kişisel favorim 2011 yapımı ‘Alpler / Alpeis’i sevenleri memnun edecek bir film olmuş. Spoiler vermemek adına filmdeki dini alegorilerden söz etmeyeceğim. R.M.F.’in hangi kavramların baş harflerinden türetildiği ise herkesin kendi yorumuna kalmış. Yine de yabancı bir yazardan alıntıyla ‘Retribution (kefaret)’, ‘Manipulation (manipülasyon)’ ve ‘Faith (inanç)’ sözcüklerinden yola çıkıldığı fikrini çok tuttuğumu söylemeden geçemeyeceğim.

Bitirirken, R.M.F.’in başına neler geldiğini öğrenmek ve yönetmenin yaman şakasına tanıklık etmek istiyorsanız, son jenerik akarken salonda kalmanız gerektiğini hatırlatmak isterim. Verimli bir dönemden geçen sinemacının bizleri yine bekletmeden yıl içinde yeni bir filmle karşımızda olacağını da ayrıca müjdelemek isterim. Dünyamızı yok etme planları yaptığı rivayet edilen dev şirket CEO’sunun kaçırılması üzerinden gelişen mizahi olayları anlatan, 2003 Kore yapımı ‘Yeşil Gezegeni Kurtar / Save the Green Planet’ uyarlaması ‘Bugonia’nın başrollerinde bir kez daha Stone ve Plemons ikilisi yer almış. Hayli ilginç gözüken filmin dünya sinemaları ile aynı anda 07 Kasım 2024’te bizde de gösterime girmesi bekleniyor.

(04 Temmuz 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Üç Parçalı Masal: Merhamet Hikâyeleri

Hayat, sizin yaptığınız planları veya umduklarınızı değil kendi bildiğini uygular. Hepimiz her an birçok durumla karşı karşıyayız ve her an dikkatli olmalıyız ki, sıkıntılar değil mutluluklar yaşayalım.

Yorgos Lanthimos’un senaryosuna da katıldığı “Merhamet Hikâyeleri”nde oyuncular kadar izleyiciyi de ters köşeye yatıracak bir gerçeküstü olaylar dizisi sergiliyor. Üç ayrı öyküde üç ayrı karakteri oynayan oyuncular (Emma Stone, Jesse Plemons, Willem Dafoe, Margaret Qualley, Hong Çau, Mamoudou Athie ve diğerleri) bütün öykülerde yer alıyor ve filmin bütününün birbiriyle bağlantılı olduğunu anlıyoruz.

Patron ne derse yapılır

İlk öyküde, patron her şeyini belirlediği çalışanına birini öldürme emri verir. Evli, işi tıkırında olan adam olmazlanır. Patron kendisine karşı çıkılmasını ister mi, tabii ki istemez. Bırakın işini, eşini, evini, yaşamını bile elinden alabilecek güçteki patron istediğini yaptıracak mıdır? Komplolar, suikastlar, tuzaklar benzer nedenlerle belirli kişilere göçerilmez mi? Tetikçi dediğiniz nedir? Bizdeki son öldürülen akademisyenin durumu tam da bu.

İkinci öyküde, -tabii ki birinci öyküyle bağlantılı- öldürülmesi istenen kişinin bu kez bir helikopter kazasına kurban edilmesini izliyoruz. İran’da yaşanan helikopter kazası geliyor akla hemen… Polis memurunun karısı da o helikopterdedir ve kaybolur. Acaba öl(dürül)müş müdür?

Üçüncü öykü ise işin içine bir tarikat giriyor ve ölüyü diriltip (tabii ki, başından beri öldürülmeye çalışılan kişi) hayatı tersine çevirmeye çalışıyorlar.

Gerçeküstü öykü, gerçeküstü olaylar ve gerçeküstü yaşam anlatılan “Merhamet Hikâyeleri”, belki de gerçeküstü değil bizim kafamızda kurduğumuz yaşamın yansıması… Film, sırasıyla biraz yabancılaştırıcı, biraz gizemli ve biraz da basit öykülerin izleğini taşıyor. Yorgos Lanthimos, sinemadan kazandıklarıyla yetinmeyen (filmler, ödüller, izleyici desteği) bir yönetmen; değişik tarzlar, farklı ve gerçeküstü öykülerle yenilikler arıyor.

05 Temmuz’dan başlayarak gösterimde…

(03 Temmuz 2024)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Tarih, Bir Kez Daha Tarih: Horizon: An American Saga – Chapter 1

Bir dönemin en belirgin, en sevilen (hâlâ da seviliyor, pazar günleri TRT 2 tekrar yayınlasa da ekran başına çivileniyoruz, deyim yerindeyse) film türü western’di, bir diğer adıyla kovboy…

Tarihe, kim nereden nasıl bakarsa baksın, şu ya da bu ölçüde hep kendine yontacağı için kuşkuyla yaklaşılması gerekir. Hatırlayın okullarda okutulan tarihleri; hiç yenildiğiniz anlatılır mı, hep yenersiniz, yenildiğinizde de muhakkak bir “dış güç” girmiştir işin içine. Resmi tarihte olduğu gibi kişisel ve/veya sözlü tarihte de böyledir, işinize geleni işinize geldiği gibi anlatırsınız. Sizin “düşman” dediğiniz rakibiniz tam tersini anlatacaktır muhakkak… Kim daha yaygınlaştırabilmişse, kim daha önce davranmışsa, kim daha göz alıcı anlatmışsa onun tarihi öne çıkar. Bir de devlet(ler)in, “toplumun birlik ve beraberliğini bozacak, toplumu kutuplaştıracak, toplumun itibarını zedeleyebilecek nitelikte iddialar” nedeniyle yasakları da söz konusu…

Epik bir destan

Dört bölüm olacağı ve ikincisinin de bir yıl içinde gösterime gireceği belirtilen “Horizon: Bir Amerikan Destanı – Chapter 1” epik bir western. Yönetmeni (aslında tavan taban her şeyi… oyuncusu, yönetmeni, senaristi, yapımcısı) Kevin Costner, gerçekten güçlü ve güzel bir “destan” çekmiş. Uzun olmasına rağmen sıkılmadan izlenebiliyor, ancak koca bir tarihi bir filme sıkıştırmak alabildiğine zor, buna bağlı olarak da kopukluklar ya da bir şeylerin birden bire olması ile karşı karşıyasınız. Tabii ki, izleyicinin sinemasal zamanı kendince geliştirmesi, yorumlaması doğru bir şey, ama çoğalınca ipin ucu kaçabiliyor bazen.

1860’larda, “İç Savaş” sırasında, Kızılderilileri yerlerinden koparıp, sürüp yerine konmayı iş edinen beyazlar (arada Afro – Amerikanlar da var) silahlarının ve örgütlü güçlerinin (devlet, asker, ordu) yardımıyla kendilerine yeni bir dünya kurmak istiyor. Bunun karşısında ise Kızılderililer, kurulu düzenlerini bozup kendilerini “köleleştirmek” isteyenlere karşı topraklarını savunuyor. Tabii ki yaşam sadece bunlarla sınırlı değil, kardeşlik ilişkileri, alışveriş gibi zorunlu haller, sevgililik ve/veya kaçamaklar da söz konusu… Kim, neyi niye ne kadar başarır sorusunun yanıtı (tarihi kim yazıyorsa onun istediği çerçevede gelişir ama) izleyicinin düşüncelerinde…

Günümüzde olduğu gibi Amerika’ya da -“altına hücum”- akın akın göç etmiş insanlar. Suçlular önce, işsizler ardından, yeni maceralar yaşamak isteyenler de peşinden ulaşmış yeni kıtaya. Öyle ki, “savaş” nedir bilmedikleri için lügatlerinde “barış” sözcüğü olmayan Kızılderililer “barış çubuğu” tüttürüp sulh içinde yaşarken, gelenler onlara yaşamı zehir etmiş. Kendilerini savunan Kızılderilileri Hollywood kötü gösterdiği için hepimiz onların ahlâksız, hırsız, katil, soyguncu olduğunu sanıyoruz. Bakalım “Horizon: Bir Amerikan Destanı – Chapter 1” bu algıyı nereye kadar yıkacak.

Sinemasal açıdan…

Baştan belirtmeliyim: Gerçek bir görsel şölen bu destan. Çerçeveler, ışık, oyuncular, karakterler, mekân ve sahne tasarımı çok iyi. İzlerken sanki yaşıyormuşçasına kendinizi orada hissediyorsunuz. Bunda mizansenin katkısı kadar kameranın konumunun da etkisi büyük. Bir de müzik… Hiç aksamıyor, iyi kotarılmış.

Din, filmin gelişmesinde alabildiğine belirleyici; milliyetçilik zaten dorukta, buna bir de İncil’den katkılar eklenince izleyicinin beğenmemesi mümkün mü? Geleneksel ve yerel kültür izleri filme gerçekten katkıda bulunuyor. Küçük kızın savaşa giden askerlere, yorganından kestiği çiçekler duygusal bir atmosfer yaratıyor. Yönetmen Costner, geleneksel western çizgisini ve ritmi tutturmuş; yerel ve dinî, besbelli iyi çalışmış dersine… Özellikle kavga ve çatışma sahnelerinde yakın plan kullanması ilginin odaklanmasını sağladığı gibi filmin uzunluğunu da kapatıyor.

Şimdiden diğer bölümlerini merak ediyorum. Umarım bu ekip, bu kadro sonuna kadar devam eder.

05 Temmuz’dan başlayarak gösterimde…

(02 Temmuz 2024)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

New York’ta Bir Dilim Pizza Yemeden Ölmek Yok

New York’ta 90 desibel olarak ölçülen ortalama gürültü seviyesi sürekli duyulan bir çığlık ile eş değermiş. ‘Sessiz Bir Yer’ serisinin üçüncüsü ‘Sessiz Bir Yer: Birinci Gün / A Quiet Day: Day One’ tam da bu veri doğrultusunda, görmeyen ama sese karşı duyarlı istilacı uzay yaratıklarının iştahla harekete geçeceği düşüncesinden yola çıkıyor. İlki pandemi öncesinde, ikincisi pandemi sonrasında dünya çapında sinema salonlarının açılması ile birlikte büyük ilgi gören serinin yaratıcısı, yazar – yönetmen, oyuncu ve yapımcı John Krasinski, gerçek hayattaki eşi Emily Blunt ve çocuk oyuncularla birlikte hayat verdiği Abbott ailesinin kırsaldaki yaşam savaşına –şimdilik kaydıyla- bir ara verip kıyametin ilk gününe geri dönmek istemiş. Başlangıç öyküsünün yönetmenliği ve ortak yazarlığı için de başrolünde Nicolas Cage’in yer aldığı 2021 yapımı bizde de gösterilen çok başarılı yas filmi ‘Domuz / Pig’ adlı ilk uzun metrajı ile sinema dünyasına parlak bir giriş yapan Michael Sarnoski’de karar kılınmış.

Film kanserli hastaların tedavi gördüğü New York banliyösünde bir bakım evinde başlıyor. Çektiği ağrılardan mutsuz, öfkesini yazdığı şiirlerle dışarı vurmak isteyen hastalardan yazar Samira (muhteşem Lupita Nyong’o) şehrin merkezinde bir kukla gösterimi için düzenlenen geziye gitmeyi önce reddediyor, ancak pizzacıya uğramak şartıyla yola çıkmayı kabûl ediyor. Daima yanında taşıdığı uysal kedisi Frodo ile gösteriyi izlerken sahnede patlayan balon onu huzursuz etmiştir. Biraz nefes almak için salonun dışına çıktığında ise şehirde beklenmedik bir telâşın yaşanmakta olduğunu fark eder, sonrasında gökyüzünden düşen ateş toplarının hayatı felç ettiğine tanıklık eder. Dahası tepeden inen korkunç yaratıklar çığlıklar atan insanları toplu halde imha etmektedir. Öksürmenin dahi canavarları harekete geçirdiği öğrenildiğinde alevler içinde yangın yerine dönmüş mega kent sessizliğe bürünür. Bundan sonrası hayatta kalanların ölüm – kalım mücadelesidir.

Bağımsız sinemadan gelen genç Sarnoski filmin yapımcılarının yüzünü kara çıkarmamış. Tansiyonun her daim yüksek tutulduğu ilk bir saatlik bölüm, hele bir de IMAX formatında izlendiğinde, son derece başarılı. Serinin ilk iki filminde bir ailenin hayatta kalma mücadelesini izlemiştik. Bu defa kedisi ile birlikte kaçış yolu arayan yalnız bir kadının su basmış metro istasyonundan can havliyle kurtulmaya çalışan İngiltere’den hukuk okumaya gelmiş New York sevdalısı Eric (Joseph Quinn) ile önce zoraki de olsa dayanışması ve kendine özgü bir aile kurulması üzerine odaklanıyor hikâye. Genç adam hakkında fazla bir bilgi sahibi olamıyoruz ancak babasının piyano çaldığı Harlem kulübünde geçen çocukluk anılarını yaşayan Sam’in duygusal deneyimini paylaşıyoruz. Samira’nın bazen kedisini, bazen yiyecek ya da ilaçlarını taşıdığı heybesinin üzerinde ‘New York’u Seviyorum’ yazısı okunuyor. Yönetmen ve yapım ekibinin distopik bir dünyayı başarıyla kurdukları dünyanın bu güzelim kentinin sevilecek nesi kalmış diyebilirsiniz. Samira öyle düşünmüyor gerçi, kulaklığında Nina Simone’un güzelim şarkısı ‘Feeling Good’ çalarken sessiz olduğunda şehrin şarkı söylediğini duymanın mutluluğunu deneyimliyor.

(28 Haziran 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Oyunun Bedeli

‘Vahşi Orkide / Wild Orchid’in ünlü seks sahnesinde Mickey Rourke ile Carré Otis gerçekten sevişmiş miydi. Zalman King imzalı filmin promosyonu için ortaya atılan iddia sonradan yalanlanmasına rağmen olay bir şehir efsanesi olarak hafızalarda yer etti. Meksikalı sinemacı Jorge Cuchi’nin gösterimini sürdüren yeni çalışması ‘Kötü Oyuncu / Un Actor Malo’, Aşk-ı Memnu havasında benzer bir erotik geriliminin çekimleri ile başlıyor. Kocasının oğluyla gizli aşk yaşayan genç kadının yaşlı kocasının uçak kazasında ölmesini dilediği sahne ile açılıyor film. Karısı ve bebeği ile mutlu evliliğini sürdüren yakışıklı aktör Daniel Zavala (Alfonso Dosal) ile sektörün gözde oyuncularından Sandra Navarro’nun (Fiona Palomo) başrollerini paylaştığı filmin sansasyonel seks sahnesi çekilmemiştir henüz. Makyöz kız Lola provalar sırasında King’in filminden dem vurarak gerçek bir sevişme sahnesinin vuruculuğundan söz eder şakayla karışık. Daniel eril bir gevşeklik hali içinde ‘benim için hava hoş’ diyerek sırıtırken Sandra ‘hayır’ı yapıştırır. ‘Fikrini değiştirirsen haber ver’ diyerek zevzekliği uzatır Daniel ve bu konuşma kahkahalarla sonlanır.

Son filminin çekimleri için südyo yolundayken, bizde ‘Bitmeyen Balayı’ adıyla gösterilmiş ünlü Orson Welles klasiği ‘A Touch Of Evil / Şeytanın Dokunuşu’nun (1958) yeniden çevrimi için görüşmeye çağrıldığı haberiyle keyiflidir genç adam. Otel odası olarak hazırlanmış sette ereksiyon kaygısını diline dolar bir süre, daha sonra sahne çekimi esnasında şeytanın oyununa gelerek partnerinin rızasını beklemeden cinsellikte sınırı aşar. Yönetmen Sandra’nın yüzündeki tuhaf ifadeden hoşlanmayarak çekimi durdurmuş, malûm sahneyi yeniden çekmek istemiştir. Yüzündeki donuk ifadeyi atamayan Sandra hemcinsleri yönetmen yardımcısı Regina ve kostüm tasarımcısı Ximena ile odada yalnız kaldığında tecavüze uğradığını açıklayacaktır.

Kostüm tasarımcısı Ximena şiddetle şikayetçi olunması taraftarıdır. Filmin akibeti için kaygılı yönetmen ve bir ölçüde yardımcısı Regina çekimser davranır. Sete yıldırım hızıyla ulaşan kadın yapımcı genç kadına istediği takdirde hemen Daniel’i kovacağı ve yerine yeni bir oyuncu bulacağını ve suçlamada bulunmasının tek seçeneği olmadığını söyler. Sandra şaşkındır. Neden durdurmadın ya da çığlık atmadın sorularına ‘her şeyin çok hızlı yaşandığını’ söyler belki ama gururu kırılmıştır. Utanç ve keder içindedir. Ne olduğunu şaşırmış hadisenin diğer aktörü ise kâbustan uyanma gayreti ile genç kadından kendisini affetmesini ister. Ancak oynadığı oyunun bedelini ödemenin zamanı gelmiştir.

Venedik’te dünya prömiyerini yapmış olan ’50 (ya da İki Balina Sahilde Karşılaşır) / ’50 (o Dos Ballenas se Encuentran en la Playa)’ ile radarıma girmiş olan 1963 doğumlu Cuchi, ilk uzun metrajında 2018 yılında Mexico City’de yaşanmış bir olaydan yola çıkarak sosyal medyanın kölesi haline gelmiş huzursuz ve mutsuz Z kuşağından iki bireyin trajik ve seyri kolay olmayan kanlı öyküsünü anlatır. ‘Kötü Oyuncu’yu yapmaya 1972 yapımı ‘Paris’te Son Tango / Ultimi Tango in Parigi’nin çekimleri sırasında genç oyuncu Maria Schneider’in yaşadıklarından esinlenerek karar vermiş. 50 küsur yıl önce dünya çapında büyük sansasyon yaratmış ve ülkemizde 33 dakikası kesilerek ‘yolunmuş tavuk’ muamelesi görmüş olan filmde yönetmen Bernardo Bertolucci ile filmin baş aktörü Marlon Brando’nun henüz 19 yaşındaki Schneider’e haber vermeden ve rızasını almadan onu küçük düşürücü bir tecavüz sahnesi çektiklerini, fiziksel bir penetrasyon olmasa da psikolojik şiddete maruz kalan genç oyuncu adayının içine düştüğü bunalımı uzun süre atlatamadığını, nihayetinde avukat olup kadın haklarının peşine düştüğünü ve ne yazık ki amansız hastalığı nedeniyle genç sayılabilecek bir yaşta aramızdan ayrıldığını biliyoruz. Kuzeninin 2018’de yayımladığı anı kitabından yola çıkarak Schneider’in öyküsünü anlatan ve geçtiğimiz ay Cannes’da prömiyerini yapan Jessica Palud imzalı ‘Maria’ filmini ve de yakın bir zamanda sinemalarımızda izleme umudunu bu vesile ile notlarımız arasına almış olalım.

Bugün ne dünya ne de sinema sektörü 50 yıl öncesinin eril kuşatmasında değil kuşkusuz. ‘MeToo’ hareketiyle açılan yolda çok şeyin değiştiğini biliyoruz. Cuchi’nin değişmez görüntü yönetmeni José Casillas’ın omuz kamerasıyla tedirgin ve adım adım ilerleyen incelikli senaryosu karakterlerin zaaflarını, çaresizlik ve utançlarını başarılı oyuncuların da katkısı ile işlerken konuya ilişkin sorular soruyor, olabildiğince taraf tutmadan klinik olayı neşter altına yatırmaya gayret ediyor. Buraya kadar herşey güzel, ancak son yarım saatte Cuchi’nin sosyal medya nefreti gemi azıya alıyor, sette yaşanan olayın kaydının Ximena eliyle medyaya sunulması sonrasında olay toplumsal linçe uzanan bir trajediye dönüşüyor. Cuchi’nin filmi finaldeki aşırılıklarına karşın yine de haftanın en iyilerinden. 50’sinden sonra ilginç filmler çekmeye başlayan Meksikalı sinemacıyı izlemeyi sürdürüyoruz.

(27 Haziran 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Sessizliğin Sesi: Sessiz Bir Yer: Birinci Gün

Teknoloji geliştikçe her şey değişiyor. Eskiden rahatsızlık veren trafik sesi, artık insanı hasta edecek boyuta ulaşsa da duyulmuyor bile. Buna bağlı olarak sessizliği yeniden sağlamak gerekir. Elektrik kesilir jeneratör devreye girer gürültü. Hava sıcaktır veya soğuktur iklimleme cihazları gürültüsü (yaydığı ısı da) insanı çileden çıkaracak kadar yüksektir. Evet, sessizliği sağlamak gerekir.

Diğer taraftan “sessiz kalmak” da doğru değil; özellikle toplumsal yaşamın içinde karşımıza çıkan tüm olumsuzluklara karşı sesimizi yükseltmeliyiz. Buna da bağlı olarak sessizlik pek de aranan bir şey değil…

Daha önce John Krasinksi’nin çektiği, gişe başarısı yakalamış Sessiz Bir Yer (ikincisi de çekildi ve izleyici beğendi) konunun ortasından girip başı sonu olmayan bir öykü olarak sunulmuştu. Şimdi, izleyicinin de merakını gidermek -öncesini sonradan izle(t)mek yeni moda- için olayların en başına gidiyoruz. Bu kez yönetmen koltuğunda Michael Sarnoski var. Tabii, izleyicinin olayları bildiği gerçeği göz ardı edilmediği için bazı ayrıntılar atlanmış. Ancak kim ne derse desin, ilk iki filmden çok daha sinema bu “Sessiz Bir Yer: Birinci Gün”, çünkü duyarlılığı da var içinde.

Dünyayı, buradaki dünya ABD doğal olarak, istila eden, sesin saldırı güdüsünü tetikleyen birtakım yaratıklar en küçük sesi duydukları an canavarlaşıyor ve yakıp yıkıyor, öldürüyor. Bir yerin yıkılması sırasında çığlık atanlar ya da bir taşa dokunup da ses çıkaranlar anında katlediliyor. Kim bu canavarlar, nereden geldiler, ne istiyorlar, ne yapacaklar bilmiyoruz (belleğimi zorluyorum, ilk filmde de yoktu bu detaylar).

Sessiz Bir Yer: Birinci Gün, yakın planlarıyla alabildiğine ilginç; ritmik, akıcı, kolay anlaşılır ve kısa bir film. Çok da başarılı… Aslına bakılırsa normal uzunlukta, 90 dakika, ama son dönemde filmler uzadı da uzadı.

İnsan sıcağı, duyarlılık…

Doktorların iki yıl, altı ay hatta saat vererek ömür biçtiği kanser tedavisi gören genç şair Samira (Lupita Nyong’o), son arzusunu yerine getirmek için kaldığı bakımevindeki arkadaşlarıyla kukla tiyatrosuna gider. Oyunun ardından, küçükken babasının onu götürdüğü ve hâlâ unutamadığı pizzayı yiyecek, ölümü bekleyecektir. Ancak sesten etkilenen o canavar yaratıklar kenti altüst edince yapabilecek bir şey kalmamıştır. Samira öleceğinin farkında, alabildiğine yardımcı olmaya çalışır, zaten ömrünün sonuna gelmiştir, hiç değilse bir faydası dokunsun insanlara diye düşünür.

Biz gene sese dönelim… Gürültü ile sesi ayırmak gerekir. Sesimiz, müzikle, yalınlıkla, sakinlikle çok anlamlı; kavgayla, teknolojiyle, gerginlikle gürültüye dönüşüyor. Gelin siz, siz olun gürültüye pabuç bırakmayın. Sesinizin güzelliğiyle kalın.

28 Haziran’dan başlayarak gösterimde…

(27 Haziran 2024)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Özgürlüğe Uzanan Yolda: Shayda / Şeyda

“Kol kırılır yen içinde kalır” (mı)? Kalmalı mı? Kalırsa kim kazanır, kim kaybeder? Kalmazsa kim(ler) kazanır?

İnsanlar bir arada yaşayan, birlikteliklerle zorlukları aşan varlıklardır. Evliliklerin de altında bu gerçek yatar, bana sorarsanız. Erkek egemen dünyada, kadının adı gibi söz hakkı da yok; öyle olunca itiraz etmesi, başkaldırması, özellikle mahalle baskısı nedeniyle kolay olmuyor. İtiraz edenler ise çok daha büyük zorluklarla karşı karşıya kalıyor.

Kadın Yaşam Özgürlük!

Shayda / Şeyda, İranlı bir kadının ayakta kalma savaşımını anlatan bir ilk film. Kocasının tecavüzü bardağı taşıran son damla olmuş ve kızı Mona’yı alıp çıkmış… Bir kadın sığınma evinde kalıyor; çok kadın var, benzer durumda, onlarla bir arada (kültürel, ekonomik nedenlerle farklı olsa da) yaşamak zorunda.

Nora Niasari’nin kendi yaşamından yola çıkarak yazıp yönettiği, gerçekten de çok başarılı film, kadının var olma, yaşama ve özgürlük mücadelesini sergiliyor. Şeyda, kocasının (eşinin diyemiyorum, çünkü veteriner olmak için eğitim almasına karşın “eş” olma niyeti yok; tıpkı bizdeki kadın cinayetleri gibi. Kadınlar en çok baba, koca, kardeş ve tabii devlet tarafından katlediliyor) ve kendisinin eğitimi nedeniyle (siyasi bir neden de var aslında, çünkü koca, “başını açmana karışmayacağım” diyor bir yerde) Avustralya’dalar.

Şeyda, kendi geleneklerini sürdürmek de istiyor ve İran’dan oraya gelmiş insanlarla buluşuyor, yerel yemekler yapıyor, kızına o duyguları aşılıyor. Ancak kocası da aynı çevrenin arkadaşı ve kendilerini buluyor.

Adalet bunun neresinde?

Mektupla veya telefonla kızıyla görüşmesi engellenen kocaya, mahkeme -nasıl oluyorsa- yüz yüze görüşme izni veriyor. Yasalara karşı boynu ince insanların; Şeyda kızını götürüyor babayla görüşmesine… Baba ise başka bir hesap peşinde… Çocuğunun dindar olması ve kökenlerini unutmamasını isterken annenin olası erkek arkadaşlarını da araştırıyor.

Ya benimsin ya kara toprağın!

Koca, baba, aile ve devlet baskısı bizde olduğu gibi İran’da da alabildiğine yaşanıyor. Başını düzgün (!) örtmediği için gözaltında öldürülen Mahsa Amini örneği gibi hemen her gün haberlere konu olan kadın cinayetlerini orada da görüyor, izliyoruz. Şeyda’nın kocası da tam, erkek egemen devletin istediği tipte biri. Gözü kendi çıkarlarından başkasını görmüyor. İstediği olmazsa öldürmekten bile çekinmeyecek kadar gözü dönmüş biri…

Bir de göçmenlik var…

Nora Niasari, birçok ödüle aday olup çok sayıda ödül kazanan Shayda / Şeyda filminde -kendisinin de içinde olduğu- ilticacı / göçmen / mülteci sorununu da işliyor. Bulundukları yerde alışverişlerini bile kendi ülkesinden gelmiş kişilerin dükkânlarından hatta ülkelerinden gelmiş ürünlerden yapıyorlar. Bu, bir anlamda gettolaşmaksa da diğer taraftan “yabancı” oldukları için “güven” aramalarından.

Yerel kültürün önemini vurgulayan filmin bir diğer özelliği de çocukların yaşamına olumsuz etkisi görülen yerel kültürün gericiliği…

28 Haziran’dan başlayarak gösterimde…

(26 Haziran 2024)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com