Memleket Hikâyesi

‘Bu kadar yanlış olan ne yaptık?’ Bozkırın ortasındaki derin çukura gözlerini dikmiş savcı beyin bu sözleri ile açılır Emin Alper imzalı ‘Kurak Günler’. Devletin yargı erkini temsil eden iki kişi yer altındaki boşlukların çökmesi sonucu ortaya çıkmış doğa oluşumuna biraz hayranlık, daha fazla ürperti ile bakmaktadır. İdealist savcı Emre’nin yeni tayin olduğu Yanıklar kasabasının çıkışıdır burası. Meteorun açtığı çukura benzeyen ürkütücü oluşumlar, kasabaya su temini için yeraltı kaynaklarının yoğun tüketilmesinin nedeni olduğu toprak erozyonları sunucu meydana gelmiştir. Bu tedirgin açılış, Emre’nin kasabaya girişinde insanı allak bullak eden ilkel bir gösteri ile sürer. Yaban domuzu avından dönen kasaba eşrafı canı burnunda hayvanı katlettikten sonra leşini bir kamyonetin arkasında sokak sokak sürüklemektedir. Havaya sıkılan silah seslerinin eşlik ettiği bu kanlı tören sonrasında hukuki dille sert bir uyarı gelir genç savcıdan. Ama burası küçük bir yerdir ve burada bu tür geleneksel eğlenceler (!) olağandır.

Susuzluktan kırılmaktadır Yanıklar. Kasabanın 40 yıllık sorunudur bu gerçi. Değişmez belediye başkanı, obrukların şehir merkezine dayanma tehlikesine aldırış etmeksizin yaklaşan seçimi yeniden kazanma derdindedir. Yakın göllerden su taşıma projesi maliyeti yüksek olduğu için rafa kaldırılmış, obruk tehdidine ilişkin bilirkişi raporları hasıraltı edilmiştir. Başkanla davalı olan bir önceki savcı hayati tehlikesi olduğunu ileri sürerek görev süresinin bitimini beklemeden ortadan kaybolmuştur. Geldiği gün kaldığı evde fareler ile metaforik bir mücadeleye girişen Emre, kasabanın güçlülerinin dümen suyuna girmemek için vereceği kavgada başarılı olabilecek midir. Hakime Zeynep ile kasabanın muhalif gazetesini çıkartan gizemli Murat sözlü imalarla uyarırlar onu. Yüzmek için girdiği yakınlardaki gölün dibi gibi balçıklıdır burası, insanı içine çekiverir. Belediye başkanının bağ evini ziyaret ettiği ve içine hap katılmış boğma rakı ile bilincini kaybettiği gece hem Emre, hem de film için bir dönüm noktası haline gelecektir.

Alper’in Güneydoğu’da sürmekte olan savaşın alegorik temsili olan 2012 yapımı ilk uzun metrajı ‘Tepenin Ardı’ iktidarı elinde tutanların düşman yaratma olgusu üzerinedir. Bu sayede cemaat kenetlenecek, iç düzendeki aksamalar göz ardı edilecektir. Erkek egemen güç ve iktidar ilişkileri üzerine yaman bir gözlem içeren bu ilk film, erkeklik dayatmaları üzerine de zengin bir çeşitleme sunarken, yönetmenin çocukluğunun geçtiği Konya Ermenek’teki kapalı geniş vadi tipik bir western atmosferine sahiptir. Venedik Film Festivali jüri özel ödüllü ikinci filmi ‘Abluka’da (2015) yıllar sonra karşılaşan iki kardeşin karanlık hikâyesiyle kamerasını kırsaldan metropol varoşlarına çevirir sinemacı. Film devletin kendilerine buyurduğu işlere giderek yabancılaşmış toplumun kıyısında yaşayan bu iki karakterin giderek gerçek dünyadan kopuşları ve kendi paranoyaları içinde kaybolmaları üzerine yaman bir seyirliktir. Ötekileştirme ve paranoya meseleleri üzerinden metaforlarla yüklü bir önceki filmi ile tematik ortaklığı bulunan ‘Abluka’ kolektif paranoya yerine bireysel paranoyanın neden olduğu parçalanma üzerinde yoğunlaşır. İlk filminde western ikonografisinden ilham almış olan genç sinemacı metropolün ardındaki tekinsiz dünyayı resmederken bu defa kara film (film noir) ile flört edecektir. Distopik görsel atmosferi ustaca inşa eden Alper, filmin ikinci bölümünde kurgu oyunlarıyla ana karakterlerin zihnine dalış yapar, böylece kimin dost kimin düşman olduğunun gittikçe belirsizleştiği bir atmosfer içinde izleyici de karakterlerle birlikte kaybolmaya başlar. Ve yönetmenin kendi ifadesiyle ‘hiç beklemediğimiz biçimde yaşadığımız ülke kurmaca ülkeye benzemeye başlar’.

Cannes Film Festivali’nin saygın ‘Belirli Bir Bakış / Un Certain Regard’ şeçkisine kabûl edilmiş olan ‘Kurak Günler’ ile, ilk bölümün kasaba gerçekliği ve obruk metaforu ile Türkiye’yi işaret eden yeni bir memleket hikâyesine yönelmiş Alper. Western ikonografisinden yararlanmayı sürdürürken (Emre kasabanın ‘Kahraman Şerif’i görünümündedir ilk başlarda) kısa vadeli çıkarlar peşinde halkın uzun vadeli yararını düşünmeyen fırsatçı politik yapıyı sergilemek istemiş. Obruklar, -yönetmenin sözleri ile- manipülatör siyasetçilerin iktidarı bırakmamak için toplumu sürüklediği çukurlara dönüşmüş. Bağ evindeki rakı alemi gecesinde -aynı ‘Abluka’da olduğu gibi- savcı Emre’nin bulanıklaşan zihni misali film de kararıyor. Böylece tür sinemasına, Alper’in ‘Abluka’dan aşinası olduğumuz ‘kara film / film noir’ ortamına dalıyoruz. Emre gece boyunca olan biteni bölük pörçük hatırlamaya çabalarken, bizler de onun anımsadığı ve/veya ona aktarılanlar ölçüsünde eksik parçaların izine düşüyoruz. Bu bulmacalı yapı içinde ülkemizin temel meseleleri, erkek egemen şiddet, cinsiyetçilik, ırkçılık, homofobi ana öyküye paralel olarak yol alırken, ilk bölümdeki toplumsal gerçekçi atmosfer, ‘Avrupa Film Akademisi’nin saygın ödülü ile taçlanan müthiş bir kurgu ve ses tasarımıyla distopik bir dünyaya evriliyor. Domuz avının izini süren çarpıcı açılış, insan avına dönüşen olağanüstü finalle noktalanırken, Alper’in bir sinema mucizesi ile görselleştirdiği güzel bir gelecek hayali, içinde yaşadığımız korku tünelinden çıkış umuduna dönüşüyor.

(07 Aralık 2022)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com