Politika, Ayrımcılık ve Kadın Dayanışması Üzerine Bir Soygun Hikâyesi

Amerikan sinemasının çağdaş yaratıcılarından Steve McQueen, 60’lı ve 70’li yılların yıldız oyuncusu ile aynı adı taşır. Siyahi yönetmen siyasi bir aktivistin direnişini ele aldığı 2008 yapımı ilk uzun metrajı ‘Açlık / Hunger’ ve üç yıl sonra usta oyuncu Michael Fassbender ile bir kez daha çalıştığı cinsel bağımlılık üzerine gözüpek ‘Utanç / Shame’ ile sinefillerin baştacı olmuştur. Brad Pitt’in yapımcılığında daha geniş imkanlı bir prodüksiyon olan, Amerikan tarihinin acılı kölelik geçmişi üzerine 2013 yapımı üçüncü projesi ’12 Yıllık Esaret / 12 Years A Slave’ Oscar ödülüne kadar uzanmış olmasına rağmen sinema endüstrisinin ticari gözle bakmadığı sinemacılardan biridir McQueen.

Bizde de gösterimi devam eden son çalışması ‘Dul Kadınlar / Widows’ yönetmenin ana akım sinemayla bir flörtü olarak ele alınabilir. Cinai işleriyle tanınmış İngiliz yazar Lynda La Plante’nin 80’li yıllarda BBC’de yayınlanmış televizyon dizisinden beyazperdeye uyarlanan filmde, orijinalinde Londra’da geçen hikâye Chicago kentine uyarlanmış. Temelde bir soygun öyküsü anlatıyor gözüken yapımın, ırk ayrımcılığı, sosyal sınıfların çeşitliliği ve suç oranının yüksekliği gibi kriterler açısından Chicago’yu ABD’nin mikrokozmosu olarak kullanma tercihi çok belirgin.

Filmin hareketli açılış bölümünde bir soygun girişimi, garajda sonlanan polis takibi ve ardından gelen patlamayı izliyoruz. Feci şekilde ölen soyguncular geride yaslı dul kadınlar bırakıyor. Kocaları birlikte iş yapmasa koca kentte yolları pek kesişmeyecek farklı sınıf ve ırktan kadınlardır bunlar. Soyguncuların başı Harry Rawlings’in (Liam Neeson) hayır işleriyle uğraşan ve gösterişli bir dairede yaşayan siyahi eşi Veronica (Viola Davis) güçlü bir kadındır ama şehrin yoksul 18. bölge belediye meclisi üyeliğinde de gözü olan siyahi çetenin kocasının çaldığı ve patlama sırasında kül olan parayı kendilerine iade etme tehdidi aldığında o da hazırlıksızdır. Kocasının özenle tuttuğu ve bir sonraki soygun planının detayları dahil olmak üzere her türlü bilginin yer aldığı defter eline geçtiğinde, çalınan parayı yerine koymak için soygun işine girmeye karar verir. Ancak bu işte kendisine yardım edecek kişilere ihtiyacı vardır. Hayatları tehlike altında olan diğer dul eşleri bir saunada toplayarak, onları hayatta kalabilmek için tek çarenin bu soygunu birlikte kotarmak olduğuna ikna etmeye çalışır.

Karmaşık entrikası ve aksiyon unsurlarıyla başlangıçta McQueen’in önceki işlerine mesafeli bir yerde görünen ‘Dul Kadınlar’, yönetmenin seçimleri ile bildiğimiz soygun filmlerinden ayrışıyor. Soygun hikâyesini Hitchcock’un ‘MacGuffin’i olarak düşünün. Yönetmenin asıl derdi Chicago özelinde yolsuzluk, siyasi entrika ve ayrımcılık ile bozulmuş bir toplumun genel resmini çekmek. Dinamik giriş sekansında soygun ve polis takibi ile hırsızların eşleriyle birlikte olduğu özel anları koşut kurguyla verdiği ilk açılış sekansında, farklılığını ortaya koymaya başlıyor zaten usta sinemacı.

Kenti meşgul eden belediye meclisi üyeliği seçim kampanyası sürecinde ırklar arası mücadeleyi sergilerken taraf tutmuyor. Siyasi iktidar uğruna beyazın da siyahın da aynı aşağılık yollara başvurduğunu vurguluyor. Filmin belki de en çarpıcı sekansında, beyaz aday Jack Mulligan’ın (Colin Farrell) güney Chicago’nun yoksul mahallesinden kendi yaşadığı ve seçim kampanyasının merkezi olarak kullandığı refah semtteki gösterişli evine doğru araba yolculuğunu tek plan olarak çekmiş. Bizler siyahi şoförün kullandığı otomobilin arka koltuğunda aday Mulligan ile asistanının yaptığı konuşmaya kulak verirken, tek kamera yoksulluktan refaha geçişi tam zamanlı bir plan sekansta görüntülüyor.

‘Dul Kadınlar’ #MeToo hareketine gönülden destek veren bir kadınlar dayanışması filmi aynı zamanda. Yönetmenin ilk kez kadın karakterleri merkeze oturttuğu çalışmasında, erkekler dünyasında hayatta kalmaya çalışan farklı sınıf ve ırktan dört kadının mücadelesini izliyoruz. Özgüveni yüksek güçlü Veronica kocasının ölümüyle herşeyini kaybetmiştir. Polonya göçmeni aileye mensup gösterişli sarışın Alice (Elisabeth Debicki) hayattayken dayağını yediği kocasının ardından yaşamını sürdürebilmek işbilir annesinin (Jacki Weaver) zorlamasıyla fahişeliğe yönelmek üzeredir. Meksika kökenli Linda (Michelle Rodriguez) ölen eşinin teminat olarak gösterdiği dükkanını kaybetmiştir. Bu üçlüye sonradan şoför olarak katılan siyahi Belle (Cynthia Erivo) ise babasız kızını büyütebilmek için işten işe koşan emekçi bir kadındır.

‘Kayıp Kız / Gone Girl’ün (Şikagolu) yazarı Gillian Flynn ile birlikte yazdığı senaryodan yola çıkan McQueen başta eşsiz Viola Davis olmak üzere göz kamaştırıcı bir oyuncu kadrosunu mükemmel yönetmiş. Yan rollerde Lukas Haas (Alice’in zengin müşterisi), yaşlı kurt Robert Duvall (baba Mulligan) gibi deneyimli isimleri, ‘Kapan / Get Out’un Oscar adayı mazlumu Daniel Kaluuya’yı gözü dönmüş psikopat Jatemme Manning kompozisyonunda izlemenin keyfine varıyoruz.

Görünürdeki soygun öyküsü çerçevesinde cinsel ayrımcılığı, ırkçı polis şiddetini, ırklar arası evliliği, yolsuzluk ve derin siyasi yozlaşmanın kökenlerini (filmin Al Capone benzeri eski gangsterlerin ortaya çıktığı ve daha sonra kanunen aklandığı Chicago’da geçmesi boşuna değil) irdeleyen, bunu yaparken anaakım sinemanın seyirlik unsurlarını ustaca kullanan ‘Dul Kadınlar’ı ben pek sevdim. Bana 70’li yılların sosyal eleştiri kaygısı taşıyan Lumet, Pollack ya da Pakula benzeri sinemacıların çabalarını hatırlatan bu özel film yılın en ilgiye değer Amerikan yapımlarından biri.

(22 Kasım 2018)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com