Wes Anderson’dan Sevgilerle

Çağdaş sinemanın ayrıksı yaratıcılarından Wes Anderson filmlerini tek bir karesinden tanırız. 2014 yapımı ‘Büyük Budapeşte Oteli / The Grand Budapest Hotel’, Amerikalı sinemacının Avusturyalı yazar Stephen Zweig’a yazdığı bir aşk mektubudur. Pandemi nedeniyle gecikmeli olarak bu yıl Cannes’da prömiyerini yapmış olan son filmi ‘Fransız Postası / The French Dispatch of The Liberty, Kansas Evening Sun’ onun hayranı olduğu ‘The New Yorker’ dergisi editör ve yazarlarına ithaf ettiği bir film.

Lise yıllarından beri cilt cilt topladığı bu kült dergi külliyatından esinlenerek yarattığı hikâyeler, filmde Kansas orijinli derginin Fransa’daki yerleşik bürosunda görevli gurbetçi Amerikan gazetecilerinin kaleminden çıkıyor. New Yorker’ın efsanevi kurucusu Harold Ross’dan esinlenmiş editörü (Bill Murray) etrafında toplanmış bir avuç gazeteci 60’lı yıllar Fransa’sının hayali Ennui-sur- Blasé kasabasında bir araya geliyor. Böylece Anderson’ın büyük hayranlık duyduğu Fransız sineması üzerine bir film yaratma arzusuna da hizmet etmiş oluyorlar.

Angelica Huston’ın dış sesi üzerinden, eski usül gazeteciliğe saygı duruşunda bulunan 3 ayrı öykü izliyoruz. Tilda Swinton’ın canlandırdığı sanat muhabirinin bizlere aktardığı ilk öyküde, bir anlık sinirle iki barmenin kafasını et testeresi ile koparmış 50 yıla mahkûm tutuklu (Benicio del Toro) ile otoriter cezaevi-tımarhane gardiyanının (Léa Seydoux) tutkulu aşk hikâyesini anlatıyor. Bu sevdanın meyvesi olarak delibozuk mahkum Moses Rosenthaler’in elinden çıkma avangard tablolar ile hapishane duvarlarını süsleyen freskler, düzenbaz sanat simsarının (Adrien Brody) iştahını kabartıyor.

İkinci öykü 1968 Mart ayında dünyayı ayağa kaldırmış ünlü öğrenci olayları sırasında geçiyor. Orta yaşlı gazeteci Lucinda Krementz (Frances McDormand) protestocu öğrencilerle birlikte barikatlarda olan biteni kaleme alırken, aile dostu genç aktivist Zeffirelli (Timothée Chalamet) ile yatağa giriveriyor. James Baldwin’den esinlenmiş siyahi eşcinsel gazetecinin (Jeffrey Wright) bir televizyon şovunda kaynağını aktardığı makalesi ise tuhaf bir çocuk kaçırma hikâyesi üzerinedir. Anderson deli dolu bir takip üzerine kurduğu bu bölümde anlatısına animasyonu da ekliyor ve tadından yenmez bir seyir keyfi sunuyor.

Bu kısa özetin haricinde her karesi, hatta her karenin her bir köşesi, her köşenin her bir objesi türlü inceliklerle yüklü bir görsel şölen ‘Fransız Postası’. Anderson Fransız sinema tarihinin ünlü yönetmenlerine ve Fransız Yeni Dalgası’nın efsanevi isimlerine bir saygı duruşunda bulunuyor. Sıklıkla siyah-beyaz kare ekran kullanıyor. Öğrenci toplantılarında ekran bir ara geniş formata geçiyor. Belli objeleri, belli bakışları vurgulamak üzere rengi kullanıyor. Üstyazı ile verdiği Fransızca diyalogları İngilizce dilinde yanıtlarla karıştırmayı seviyor. Bir ressamın fırça darbeleri misali görüntüleri düzenliyor, büyük orkestrayı ustalıkla yönetiyor.

Bir bölümünü öykücükleri aktarırken parantez içinde belirttiğim sayısız yetenekli oyuncuyu eserine ortak ediyor. Onlar da belli ki bir Anderson filminde yer almaktan hayli keyifliler. Ağırlıklı roller dışında, bisikletli gazetecide (yönetmenin daha önce çok çalıştığı yakın dostu) Owen Wilson, polis komiserinde Mathieu Amalric, çocuk kaçıran şöförde Edward Norton, karakoldaki fahişede Saoirse Ronan, azılı suçlu Abacus’de Willem Dafoe, talk show sunucusunda Liev Schreiber, akşam yemeğine davetli konukta Christoph Waltz, muhabirlerde Elizabeth Moss, Jason Schwartzmann ve gözden kaçan irili ufaklı bir dolu ünlü oyuncu adeta resmi geçit yapıyor.

‘Fransız Postası’ has sanatsevere mutluluk veren ve ayrıntılar üzerine yoğunlaşmak için yeniden görme arzusu uyandıran o muhteşem işlerden. Bu yazıyı bir aperitif olarak düşünelim. Lezzetli Anderson menüsünü tatmak üzere tüm sinefilleri sinema salonlarına davet edelim.

(05 Aralık 2021)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com