Ayrımcılık Dehşetine Karşı Omuz Omuza

Siyahi sinemacı Spike Lee’nin ‘Doğruyu Seç / Do The Right Thing’ adlı ilk çıkışının ardından tam 29 yıl sonra Cannes Film Festivali’ne dönüş yaptığı ve şenlikten ikincilik ödülü sayılan ‘Büyük Jüri Ödülü’ ile dönen son çalışması ‘BlacKkKlansman’ bizde ‘Karanlıkla Karşı Karşıya’ adıyla gösterimini sürdürüyor. ‘Karanlık’tan kastedilen asırlar boyu kanamaya devam eden ırkçılık ve ayrımcılık meselesi.

Film, Ron Stallworth’un 2014 yılında yayınlanan ‘Black Klansman: Race, Hate and the Undercover Investigation of a Lifetime’ adlı otobiyografisinden uyarlanmış. Stallworth yetmişli yılların ikinci yarısında Colorado Springs Polis Teşkilatı’nın ilk siyahi üyesi olarak işe alınıyor. Evrak işlerinden sıkılarak, biraz da beyaz amirlerine kendini kanıtlamak için gizli birimde yer almak istiyor. Bir yandan siyah aktivistler ile teması sürdürürken, diğer yandan gazetede gördüğü bir ilan üzerine kendini telefonda beyaz Amerikalı olarak tanıtarak ırkçı Ku Klux Klan örgütüne sızmayı deniyor. ‘Organizasyon’ adıyla anılmak isteyen örgüt başvurusunu beklenmedik bir biçimde onaylayınca, yerine Yahudi polis arkadaşı Flip Zimmerman’ı ırkçı kuruluşun yerel temsilcisi ile tanışmaya gönderiyor.

Kendilerini Beyaz Amerika’nın efendisi olarak gören çoğunluğa karşı omuz omuza veren farklı etnik kimlikteki iki polisin organizasyona sızmasına dair gerçek olaylardan yola çıkan Spike Lee, yetmişli yıllarda yaşananları ‘kara mizah’ unsurunu bolca kullanarak anlatıyor. Lakin olup bitenlerdeki komik ve saçmayı günümüze bağlarken, ya da Colorado Springs’ten 2017’nin Charlottesville’ine geçiş yaparken durumun vahametini vurgulamayı ihmal etmiyor. Yakın tarihli görseliyle Başkan Trump’ın etnik kışkırtmayla nasıl ülkeyi tam ortasından ikiye böldüğünün altını çiziyor.

Lee’nin filmi olayların geçtiği 70’li yıllar Amerikan sinemasının gerilim ve casus filmlerinin atmosferinde ilerliyor. Günümüzün yaygın sosyal medya ortamında kolay kolay yürütülemeyecek bir soruşturma ve sızma öyküsünü zaman zaman o yılların popüler siyahi filmlerinin raconunu da katarak renklendiriyor. Ancak çağlar boyu ırkçılığı mahkûm eden yaklaşımını baştan sona koruyor. Filmini ‘Rüzgâr Gibi Geçti / Gone With the Wind’de Scarlett O’Hara’yı canlandıran Vivien Leigh’nin Güneyli yaralı ve ölü askerlerin arasında dolaştığı ünlü sahneyle açıyor. Köleliği savunan bir düzenin ağıtını yakan ve tüm zamanların en romantik filmi olarak lanse edilen, herkesi gözyaşlarına boğarken ırkçılığın âlâsını yapan bu yapımın üzerindeki haleyi yerle bir ederek. Daha sonra Ku Klux Klan’ın yeniden yeşermesine ön ayak olmuş 1915 yapımı D. W. Griffith filmi ‘Bir Ulusun Doğuşu / The Birth of a Nation’ın ipliğini pazara çıkarıyor. Colorado Üniversitesi öğrencilerinin davet ettiği siyahi temsilcinin, dava arkadaşının sahte bir suçlamayla 30’lu yıllarda halk tarafından parçalanarak ve yakılarak katledilişinin öyküsüyle, bir kutlamada ırkçı örgütün ‘Griffith’in filminden bölümleri mısır patlağı eşliğinde coşkuyla izlemesini koşut kurguyla anlatan, saçma ve trajedinin doruğa çıktığı bölüm filmin de zirvesini oluşturuyor.

Zekice yazılmış ve yönetilmiş, iyi oynanmış bir film bu. Çaylak siyahi poliste Denzel Washington’un oğlu yetenekli genç aktör John David Washington, Yahudi poliste son dönemin yükselen oyuncusu Adam Driver, ayrımcı örgütün tepesindeki David Duke rolünde Topher Grace gayet iyiler. Amerikalı beyaz ırkçı faşistleri koruyup kollayan Trump’a nefretini kusan Spike Lee, 2017’de Charlottesville’de katledilen Heather Heyer’a adadığı filminin daha çok konuşulacağına ve önümüzdeki yıl Oscar’ların güçlü adaylarından biri olacağına inanıyorum.

(01 Ekim 2018)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com