Bana Bir Masal Anlat

Hepimiz masallarla büyümedik mi. Hayal dünyamızda ufuklar açan ürkütücü peri masalları, dünyanın dertleriyle başa çıkmada bizlere yol göstermedi mi. George Miller’ın, dünya prömiyerini geçtiğimiz Mayıs ayında Cannes’da yapmış olan 11. uzun metrajı ‘Üç Bin Yıllık Bekleyiş / Three Thousand Years of Longing’ usta sinemacının kadim masallara olan tutkusunun uzun yıllar gün ışığına çıkmayı beklemiş son ürünü, sinema tutkunlarını heyecan verici mitolojik bir yolculuğa çıkarmayı hedefliyor. Avustralyalı sinemacının ana karakteri Dr. Alithea Binnie hikâyelerin insanları birbirine bağladığı iyileştirici gücüne yürekten inananlardan. İngiliz anlatıbilim uzmanı biten evliliğinin ardından yalnızlığı, kendi ifadesiyle özgürlüğü seçmiş. Daha önce Çin aleminin, Pasifik dünyasının ve Doğu Akdeniz’in zamansız ülkelerini ziyaret etmiş olan Alithea, bir konferansa katılmak üzere kadim İstanbul’a geldiğinde şehrin masalsı dokusuna hayran oluyor. Agatha Christie’nin ‘Doğu Ekspresinde Cinayet / Murder On The Orient Express’i kaleme aldığı Pera Palas’ın gizemli odasından kentin büyüleyici havasını çekiyor içine. Havaalanında valizini almaya çalışan kısa boylu, deri ceketli misk kokan tuhaf adam (yoksa cin mi?) İstanbul’da yaşanacakların habercisidir oysa. 62 sokak, 4 bin dükkân ve 3 bin odasıyla gizemine kapıldığı Kapalı Çarşı’dan satın aldığı ve imitasyon olduğunu düşündüğü ‘çeşm-i bülbül’ün kapağı açılıp 3000 yıllık süreçte üç kez uzun mahkûmiyetler yaşamış dev Cin ile karşılaştığında heyecan verici macera başlayacaktır.

Alithea filmin açılışında hikâyesinin gerçek olduğunu ancak bir peri masalı kıvamında anlatırsa ona inanmamızın daha mümkün olabileceğini söyler. Öyle ya, başlangıçta bir meçhûl denizinde yüzerken hikâyelere başvurmaktan başka çare yoktur. Mitolojik yaratıklar o zaman bildiklerimizi ifade ederken, bilimin gelişmesiyle anlamlarını yitiriyor görünseler de, özgürlüğüne kavuşan Cinimiz Alithea’nın sevgiden yoksun hayatına geçmişin esrarından damıtılmış bir gül bahçesi vadetmektedir. Dev konumundan Idris Elba’nın cüsseli görünümüne geçiş yapan şişedeki Cin ondan üç dilek tutmasını ister. Ancak bu dilekleri yerine getirirse serbest kalabilecektir çünkü. Bu üçüncü hapisliği, kendi deyimiyle üçüncü aptallığıdır. Binbir Gece Masalları’ndan Şehrazat misali ona sırasıyla üç hikâye anlatır. Üç bin yıl önce ‘güzelliğin ta kendisiydi’ diye tarif ettiği ve kölesi olduğu Saba Melikesi Belkıs’ı, büyülü yaratıkların eşlik ettiği sihirli çalgısıyla kadınların gönlünü fetheden sihirbaz Hazreti Süleyman’a kaptırmış ve bir şişenin içinde Kızıl Deniz’in sularında kaybolmuştur.

16. yüzyıl başlarında İstanbul Boğazı’nın karanlık sularından yolu Topkapı Sarayı’na düşen Cin, korkunç komploların hızla ilerlediği Osmanlı ilinde Hürrem Sultan’ın entrika girdabında ikinci mahkûmiyet evresine girecektir. Boğaz’daki bir yalıda geçen üçüncü anlatı ise, onun 12 yaşında zengin bir tüccara üçüncü eş olarak verilen güzel Zefir’in hem bedenine hem de çevik zihnine tutulması üzerinedir. Dünyada ne kadar güzel faydalı ilim irfan varsa hepsine sahip olmak isteyen genç kıza tarihi, felsefeyi, şiiri, astronomiyi, matematiği öğretir ve geliştiğini gördükçe ona daha fazla tutulur, Zefir’i Belkıs’tan daha çok sever ama yine de unutulur. Her şeye uyum sağladığını ifade eden koca yaratık sevmek için kat etmiştir bunca yolu. Belkıs’a duyduğu özlemin, Zefir’e duyduğu sevginin izinde Alithea ile yalnızlıklarının birleşmesini ister. Ancak aşkı değil mantığı yeğlemiş olan bilim kadını buna nasıl karşılık verecek, kaosla baş edemeyen dünyada büyüyen nefrete ve çağdaş kakofoniye rağmen aşk yeşerebilecek midir.

George Miller’ın İngiliz yazar Dame A. S. Byatt’ın 1994 yılında yayımlanan kısa öyküsü ‘Çeşm-i Bülbül’deki Cin / The Djinn in the Nightingale’s Eye’dan uyarladığı ve senaryosunu öz kızı Augusta Gore ile birlikte kaleme aldığı yapıtı, masallarla mitlerle bezediği filmografisinin en seçkin örneklerinden. 1979 yılında ‘Mad Max’ ile sinemaya başlayan yönetmen, serinin 36 yıl sonra gelen dördüncü ve dijital son sürümü ‘Mad Max: Fury Road’ ile muhteşem bir dönüş yapmıştı. Doğal mekânlarda bilgisayar efektlerine pek yüz vermeden çektiği bu aksiyon operasının ardından gelen son filmi doğası gereği hemen her sahnesinde CGI teknolojisinden yararlanan, Mad Max’in sessizliğine karşıt bol bol konuşan, sürekli hikâyeler anlatan yönetmenin kariyerinde ayrıksı bir çalışma. Muhteşem Tilda Swinton (Alithea) ile karizmatik Idris Alba’nın kimyası tutmuş, önemli bölümü ülkemizde çekilmiş olan yapım, Osmanlı sarayında geçen bölümlerde ‘Muhteşem Yüzyıl’ dizisinden esinle ve Türkiyeli oyuncuların katkısıyla başarıyla kotarılmış. Kösem Sultan’da Zerrin Tekindor’u izlerken, 4. Murad’da (İlker Çatak imzalı ‘Söz Senettir’ filminde beğeniyle alkışladığımız) Oğulcan Arman Uslu, Gülten’de Ece Yüksel, Zefir’de Burcu Gölgedar özellikle parlıyor. Filmin müziklerini besteleyen Tom Holkenborg ise ayrı bir alkışı hak ediyor. Final jeneriğinde Miller ve kızının sözleri ile dinlediğimiz ‘Cautionary Tale’ adlı güzelim şarkının Andrea Bocelli’nin oğlu (filmde şehzade Mustafa’yı da oynayan) Matteo Bocelli tarafından seslendirildiğini hatırlatalım. Mad Max serisini özleyenlere ise, serinin bir önceki sürümünün gözü pek kadın savaşçısı Furiosa’nın adını taşıyan yeni maceranın çok yakında beyazperdede olacağı müjdesini verelim.

(18 Eylül 2022)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com