Festivalin İlk Haftasında Öne Çıkanlar

34. İstanbul Film Festivali tüm hızıyla devam ediyor. İlk haftayı geride bırakırken izlenen filmler hepimizde büyük coşku yarattı. İlk günün ilk seansında izlemiş olduğum ‘Sedef Düğme’ ile başladım festivale bu yıl. Şili’nin yaşayan en önemli sinemacısı Patricio Guzman’ın bir kez daha ülkesinin karanlık geçmişine uzanarak Patagonya yerlilerinin soykırımı ile paralel olarak Pinochet diktatörlüğünün kanlı hatırasıyla hesaplaştığı bu şiirsel başyapıt üzerine daha ayrıntılı bir yazıyı önümüzdeki günlerde siz okurlarla paylaşmak üzere diğer filmlere geçersek.

Arjantin sinemasının tanınmış isimlerinden Lisandro Alonso’nun tüm uzun metrajları (toplamı beş adet) bu yıl festivalin programında. 2008 yapımı ‘Liverpool’ ilk gösterildiği yıl festivalin en dikkat çekici yapımları arasında sayılmıştı. Usta yönetmenin festivalin ilk gününde gösterilen son yapıtı ‘Hayal Ülkesi / Jauja’da ilk kez bir yıldız oyuncuyla (Viggo Mortensen) çalışıyor ancak önceki filmlerinden aşina olduğumuz arayış öyküsüyle özgün sinemasından ve eşsiz kadrajlarından taviz vermiyor.

Daha önce kapsamlı bir yazıyla tanıtmış olduğumuz Filipinli sinemacı Lav Diaz’ın Locarno şenliği büyük ödüllü son filmi ‘Evvelden’ festivalin başında üç gün peşpeşe gösterildi. Ozu, Naruse gibi Japon ustaların olağanüstü siyah beyaz estetiğinin mirasını taşıyan bu enfes yapım bir avuç izleyicisini büyüledi. Yine ayrı bir yazıda ele aldığımız ve festival dışında sinemalarda görülemeyecek olan ‘P’tit Quinquin’ (‘Küçük Serseri’ adıyla gösteriliyor) usta sinemacı Bruno Dumont’un insanoğlunun karanlık yüzünü mizah yüklü bir dille mercek altına aldığı usta işi son çalışması olarak ilgiyle izlendi.

Eski ustalardan Andrey Konchalovsky’nin Venedik Film Festivali’nden en iyi yönetmen ödüllü taze yapıtı ‘Postacının Beyaz Geceleri’ kaybolmakta olan bir yaşam biçimine ağıt niteliği taşıyordu. Kuzey Rusya’nın Kenozero gölü kıyısındaki köyünde yöre halkıyla çektiği filminde doğal yaşamın yok edilişine duyduğu isyanına Verdi Requiem’in hüzün yüklü ezgileri eşlik ediyordu.

Önümüzdeki haftalarda vizyona girmesi beklenen ‘Gizli Kusur / Inherent Vice’ Amerikan sinemasının auteur yönetmenlerinden Paul Thomas Anderson’ın son opus’u olarak festival programında yer alıyor. Amerikan edebiyatının ayrıksı yazarlarından Thomas Pynchon’ın demir leblebi metni usta yönetmenin elinde sinemasal karşılığını bulmuş. Vizyon haftasında bu karanlık serüven üzerine daha ayrıntılı söz etmek üzere diyelim.

Otuz küsur yıl önce festivalin bizlere tanıtmış olduğu bir diğer büyük sinemacı Peter Greenaway de Berlin’den yeni çıkmış son filmiyle festivaldeydi. İngiliz yönetmen hayranı olduğu efsanevi Rus sinemacı Sergey Eisenstein’ın ‘Viva Mexico’yu çekmek üzere Güney Amerika’da bulunduğu ayları anlatıyor bu kez. Greenaway’in ilerlemiş yaşına rağmen formundan hiçbir şey kaybetmediğine şahit olduğumuz son eseri ‘Eisenstein Meksika’da’ sinemanın ölümsüz dahisinin özel yaşamına eğiliyor, Ayzenştayn’ın yabancı bir diyarda olmanın verdiği hazlar ve tehlikeler karşısında kapıldığı heyecanı ve çevirmeni ile yaşadığı tutkulu eşcinsel aşkı baş döndürücü bir biçimde sergiliyor.

Her daim genç kalmış Greenaway’e alkış tutarken ilk kez festivalde tanıştığımız beş genç sinemacıdan söz etmek istiyorum. Bunlardan Meksikalı Alonso Ruizpalacios (beyaz tenli sarışın insanlar anlamına gelen) ‘Güeros’ta genç insanları anlatıyor. Fransız Yeni Dalga’sına saygı duruşunda bulunan siyah/beyaz çekilmiş enerji yüklü bu ilk film bir yolculuğun hikâyesi. Heyecan verici genç yönetmenin yeni işlerini sabırsızlıkla bekliyoruz.

Alman sinemasından bir başka genç hikâyeyi, Sebastian Schipper’ın yazıp yönettiği Berlinale ödüllü ‘Victoria’yı coşkuyla alkışladık. Gerçek zamanlı ve tek plandan oluşan 140 dakikalık bu müthiş sinema deneyiminde Berlin’in arka sokaklarını ve genç karakterlerin karanlık yönlerini keşfedişlerini soluk soluğa izleme fırsatını bulduk.

Fransa’dan ilgi çekici bir diğer ilk film ise yönetmen hanesinde üç genç sinemacının ismini taşıyor. ‘Party Girl’de hikâyesi aktarılan Angélique Litzenburger yazar yönetmenlerden Samuel Theis’in gerçek hayattaki annesi. Altmışlı yaşlardaki eski konsomatrisin gerçek ailesinden karakterlerin yer aldığı bu harika film belgeselin sınırlarını aşarak aile ve özgürlük kavramlarını tartışmaya açan mizah yüklü dürüst bir bağımsız yapım olarak öne çıkıyordu.

Meksikalı Jorge Pérez Solano’nun Selanik Film Festivali’nden Altın İskender ödüllü ikinci uzun metrajı ‘Sonsuz Hüzün’ dev kaktüslerin fallik görüntüleri arasına sıkışmış ataerkil toplum düzeninde ezilmiş kadınların ebedi hüzünlerini etkileyici kadrajlarıyla belgelerken festivalin büyük sürprizlerinden bir diğeri Hindistan’dan geldi. Yazar yönetmen Aditya Vikram Sengupta’nın bizzat kurguladığı ve diyaloga yer verilmeyen Venedik Film Festivali’nden ödüllü ilk filmi ‘Aşk Zahmetli İştir’ ekonomik krizin baskısı altında bunalan ülkesinden genç bir işçi çiftin günlük hayatın koşuşturmacası içinde özene bezene korumaya aldıkları aşklarının hikâyesi. ‘Aşk Zamanı / In the Mood for Love’ hayranlarının kulaklarını çınlatan bu şiirsel yapımın satın alınarak sinemalarda gösterilmesini çok arzu ederim.

Yazıda adı geçen filmlerden bazılarının tekrar gösterimlerinin yapılacağı festivalin ikinci haftası yarışmalı bölümlerin yapımlarına ve yepyeni keşiflere açık olacak. Tüm festival izleyicilerine coşku dolu sinema günleri diliyoruz.

(11 Nisan 2015)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com