Ferhan Baran

(Film Eleştirileri, Sinema Yazıları)
İstanbul doğumlu. Saint Joseph Fransız Erkek Lisesi’nin ardından Boğaziçi Üniversitesi İdari Bilimler Fakültesi İşletme Bölümü’nde eğitim gördü. Aynı fakültede tamamladığı Yüksek Lisans eğitimini, ‘Movie Going Patterns’ başlıklı Master tezi ile … Devamı…»

*****

Buz Gibi Yataklar

Robert Eggers’in Alman dışavurumculuğunun sinemadaki önemli temsilcilerinden Friedrich Wilhelm Murnau’nun 1922 yapımı sessiz klasiği ‘Nosferatu, Bir Dehşet Senfonisi – Eine Symphonie des Grauens’e el atmasını uzun zamandır bekliyorduk. Bram Stoker’ın ünlü ‘Dracula’ mitinden yola çıkmış özgün metni henüz 17 yaşındayken sahnelemiş olan genç sinemacı, sağlam bir bütçe ve göz alıcı bir oyuncu kadrosu ile ne zamandır hayalini kurduğu projesini hayata geçirmiş.

Werner Herzog’un 1979 yapımı denemesinin ardından ‘Nosferatu’nun bu şimdilik üçüncü çevirimi, zifiri karanlık beyazperdede yavaş yavaş ortaya çıkan siluetler ile açılıyor. Sinemacı gözlerimizi karanlığa alıştırmak istemiş, hatta yerinde deyimle ‘karanlığın kendisini görmemizi’ arzu etmiş. Buz gibi yatağından fırlamış güzel Ellen (Lily Rose-Depp) rüyalarına dalan koruyucu meleğine seslenmektedir: ‘çağrımı duy, herşeyi yık, gel bana’. Sonsuz karanlıktan uyanan varlığın silueti özgün klasik anlatıdan farklı olarak duvarlara yansımıyor ama tül perde üzerine düşen gölgesi genç kadının arzularını şaha kaldırmaya yetiyor. Baba baskısı altında cinselliği ile tanışamamış olan Ellen, yakışıklı kocası Thomas’ı (Nicholas Hoult) bulduğunda herşeyin düzeleceğini ummuş ancak balayı dönemi çok kısa sürmüştür. ‘Gündüz Güzeli’ Séverine misali bedensel arzularının gizini süren genç kadının yolu, Karpat dağlarındaki tekinsiz malikanesinden Almanya’nın Wisburg kentine doğru cehennemi bir yolculuğa çıkan vampir Orlok (Bill Skarsgård) ya da nam-ı diğer kont Drakula ile kesişecektir.

Eggers açılıştan başlayarak özgün metni kadın karakter ve cinsel dürtüleri üzerinden yorumlamayı seçiyor, eril düzenin baskısı altında yaşayan Viktorya çağı kadınlarının cinsel özgürlük çığlıkları üzerinden ilerliyor. Genç kadın bulutlar arasından sıyrılan ay ışığının karanlığı bir nebze yırttığı gecelerde ona hükmeden gücün Tanrı olmadığının farkındadır. Vücudunda süründüğünü hissettiği, rüyalarına esir alan arzuları ‘o benim utancım’ olarak adlandırsa da çok geçmeden bunun kendi doğası olduğunu ve tabiatın açlığını temsil ettiğini idrak ediyor. Buna paralel olarak, Eggers vampir kontu çürümüşlük izleri taşıyan bedenine karşın, tüm çıplaklık ve eril cinselliği ile bıyıklı maço bir Doğu Avrupalı olarak resmediyor. Sinemacının ilk filminden beri kader yoldaşlığı yaptığı dahi görüntü yönetmeni Jarin Blaschke’nin dönemin koyu kasvetini görselleştirme çabası bir kez daha parmak ısırtıyor. ‘Cadı / The Witch’in baskıcı gri tonları, ‘Deniz Feneri / The Lighthouse’un klostrofobik siyah-beyaz atmosferi aşılıyor; ‘Kuzeyli / The Northman’in kasvet ve kıyametinin çıtası daha da yükselerek karanlığın saf ilkelliği has sinemanın görsel mükemmelliği ile buluşuyor.

Bunca övgünün ardından bir başyapıt çıkmıyor ama. Eggers’in ilk bölümde kurduğu dünya ve bedenin tutkularını eşelediği ilginç başlangıç, gereksiz yere uzatılmış ikinci bölümde ‘Şeytan /The Exorcist’ sularına çark eden Hollywoodvari bir vampir avcısı öyküsüne meylediyor. Ellen önce bir nevi yetişkin Regan’a, ışığa kavuştuğumuz final sahnesinde ise kendi doğasının kurbanına dönüşürken, patriyarkal düzen derin bir oh çekmiş oluyor.

(04 Ocak 2025)

Ferhan Baran

[email protected]

*****

2024’den Benim Seçtiklerim

Bir seneyi daha birlikte tamamladık. 2024 yılı içinde izlediklerim arasından seçtiğim 10 filmlik geleneksel en iyiler listemi bir kez daha siz okurlarımla paylaşmak istedim. (Listede yer alan filmler üzerine sadibey.com’da yayına giren yazılarımın tamamına, parantez içinde belirtilen başlık ve tarihlerden ulaşabilirsiniz)

1- ZAVALLILAR / Poor Things
Çağımızın en önemli sinemacılarından Yorgos Lanthimos’un Venedik Film Festivali Altın Aslan ödüllü son şaheseri, anarşist ve sinik tavrının tavan yaptığı bir başyapıt. Yunan asıllı sinemacı Alisdair Gray’in çizgi dışı metninden yola çıkarak yönetmenin daha önceki çalışmalarında ustalıkla inşa ettiği kendine özgü sinema evreninde ihtirası ve zalimliği ile insan ruhunu didik didik etmeyi sürdürüyor. Lanthimos sinemada kadın özgürlüğünün en güçlü manifestolarından biri olan yapımı, ‘en pozitif, en umut dolu filmim’ olarak nitelendirmiş. Yönetmenin kendine özgü sinemasının tuhaflığı ve hınzır nüktesinden ödün vermeden biçimsel büyüleyiciliği ile göz kamaştıran yapımda, çocuk kadınlıktan bilim insanlığına uzanan süreçte her planda var olan Emma Stone kusursuz performansı ile tam anlamıyla yıldızlaşıyor. (‘Şeker ve Şiddet’ / 16.02.2024)

2- İLGİ ALANI / The Zone of Interest
Yahudi kökenli İngiliz yönetmen Jonathan Glazer geçtiğimiz yüzyılın en büyük insanlık suçu Nazi soykırımı vahşetinin özellikle genç kuşaklara yeniden yeniden anlatılmasının önemi üzerinde dururken, meseleyi farklı bir gözle, kurbanlar değil failler cephesinden beyazperdeye taşıyor. Mutluluk ve dehşetin bitişik resmedildiği yapım iki bambaşka dünyayı betimleyen iki ayrı filmden oluşuyor gibidir. Failler dünyasını perdede izlerken, küçük görsel detaylar öteki dünyaya dair ipuçları sunar. ‘Saul’un Oğlu’nda aynı ölüm kampında bir mahkumun gözünden şahit olduklarımız bu defa işitsel olarak tüm hücrelerimize sirayet eder, boğazımızda bir yumruk, sersemlemiş olarak ayrılırız sinema salonundan. (‘Ne Kadar da Bize Benziyorlar’ / 22 Şubat 2024)

3- MÜKEMMEL GÜNLER / Perfect Days
Wim Wenders’in 76. Cannes Film Festivali’nde dünya prömiyerini yapmış, adını Lou Reed’in tanınmış şarkısından (‘Perfect Day’) alan son başyapıtı, umumi tuvaletleri temizlemekle görevli kamu işçisi Hirayama’nın harika yaşamından 12 günün incelikli detaylarının izini sürüyor. 80’li yaşlarına yaklaşan Alman asıllı sinemacının büyük hayranı olduğu ve yıllar önce hakkında bir belgesel çektiği (‘Tokyo-Ga, 1985’) Japon sinemasının büyük ustası Yasujiro Ozu’ya adanmış şaheserinde, köprü üzerinde iki bisikletlinin yer aldığı sahne ‘Tokyo Story’ye, yaprakların rüzgarda zarifçe salınımı Ozu’ya ve yaşama şükredişin bir ifadesi olarak gönülleri okşuyor. (‘Ozu’ya Adanmış Mükemmel Bir Film / 16.04.2024)

4- SARARMIŞ YAPRAKLAR / Kuolleet Lehdet
Yaşayan büyük ustalardan Aki Kaurismäki 6 yıl aradan sonra sinemaya dönüş filmiyle 90’lı yılların başında tamamladığı ünlü ‘proleterya üçlüsü’ne kaldığı yerden devam ediyor; işçi sınıfına ağıt niteliğindeki ‘Kibritçi Kız’ın hüzünlü finalinin tersine, bu kez nefes aldıkça umut vardır misali sevgiye, şefkate kapılarını açıyor. Godard, Bresson, Melville, Huston ya da Visconti armağanı geçmişin sinema hazineleri yalnız ruhların sığınağı haline geliverirken, hikaye yine Chaplin’e çok zarif bir saygı duruşu ile noktalanıyor. Kaurismäki evreni sinemacının retro estetiğiyle bütünleşirken, görüntü yönetmeni Timo Salminen’in eşsiz mavileri hüznü, sarılar kırmızılar dışa vurmakta zorlanılan arzuları, özlemleri yansıtıyor. (‘Sinemaya ve İşçi Sınıfına Saygı Duruşu’ / 18.05.2024)

5- KABAHATLİLER / Los Delincuentes
Yeni Arjantin Sineması’nın en parlak yıldızlarından yönetmen Rodrigo Moreno, çalışma hayatının bunaltıcılığından kaçmasına yetecek kadar para çalmayı planlayan bankacıların hikayesini anlatıyor. Bu yaman deneme beyaz yakalı yaşamın sıkıcılığına başkaldırı sıradışı bir soygun öyküsüne dönüşürken, bizleri isyankar bir özgürleşme arzusu ve para bağımlılığımıza dair çetin sorularla başbaşa bırakıyor.

6- SÖMÜRGECİLER / Los Colonos
Western türüne yeni bir soluk getiren bu sarsıcı film Şili’nin tarih kitaplarından silinmiş en kara sayfalarından birini, bölgenin yerli halkının soykırımını anlatıyor. 20. yüzyıl başlarında zengin toprak ağasının devasa mülkünün güvenliğini sağlaması için tutulan Amerikalı bir paralı asker ile başına buyruk bir İngiliz teğmene eşlik eden bölgenin yerli halkından Segundo vahşi kapitalizmin serpildiği yıllarda ulus mitinin doğurduğu şiddetle tanışacaktır. Felipe Gálvez’in ilk uzun metrajı, Latin Amerika sinemasında yepyeni ve güçlü bir sesin doğuşunu simgeliyor.

7- BİRAZ YAĞMUR YAĞMALI / Some Rain Must Fall
Çağdaş Çin sinemasından güzel bir sürpriz. 1989 doğumlu yönetmen Qiu Yang, Cannes’dan ödüllü kısa filmlerinde olduğu gibi aile ilişkileri üzerinden ilerliyor. Genç sinemacının doğal sesleri kullanıldığı melankolik filmi, usta işi diyalog ve ayrıntılarının yanı sıra görsel yetkinliği ile göz dolduruyor. Genç bir kadının kendini keşif öyküsünü; geçmişinden başlayarak bugününü, kim olduğunu, yaşamak istediği cinselliği, bir zamanlar herşey olduğunu düşündüğü aile tuzağından kaçma çabasını izlerken, bizler de onunla birlikte keşfe çıkıyoruz. (‘Hayat Boşa Gitmesin’ / 08.08.2024)

8- CEVHER / The Substance
Coralie Fargeat’ın 77. Cannes Film Festivali’nde sansasyon yaratan ikinci uzun metrajı, erkek egemen şov dünyasını, şöhret kültürünü ve kadınların sektörde var olabilmek için uymak zorunda oldukları klişe güzellik standartlarını kıyasıya topa tutan yılın en özgün filmlerinden biri. Çağdaş tüketim toplumunda yapayalnızlığı gözlerimizin içine sokarken, kuşaklararası kadim çatışmayı ve rekabetin karanlık yollara sürüklediği ezeli ebedi ana-kız ilişkisini didikleyen yapım, Cronenberg, Carpenter, Lynch ya da Haneke’den aldığı esinin yanı sıra Kubrick tarzı kırmızı ve beyazın egemen olduğu geniş açılı stilize bir görsel dünyayı ustaca inşa ediyor. (‘Unutma İkisi de Sensin’ / 08.11.2024)

9- EMILIA PEREZ
Yine 77. Cannes Film Festivali’nin ses getiren, Fransız sinemasının deneyimli yönetmeni Jacques Audiard imzalı yapım, suçtan narkotik gerilime, melodramdan pembe diziye uzanan faklı türleri aynı potada birleştirdiği hikayesini cesur ve sıra dışı bir müzikal polisiyenin hizmetine sunuyor. Mexico City’de İspanyolca konuşan oyuncularla çekilen, hukuksuzluğun kol gezdiği bir iklimden yükselen cinsel özgürlük çığlığını Almodovar hissiyatında çok renkli bir çağdaş opera tadında aktaran film yılın en dikkat çekici işlerinden. (‘Kendimi Sevmek İstiyorum’ / 09.12.2024)

10- MUTFAK / La Cocina
Alonso Ruizpalacios Londra’daki öğrencilik yıllarında çalıştığı restoran deneyimini Arnold Wesker’in tek mekanda geçen ünlü oyununa döşemiş. Meksikalı sinemacının New York’a konuşlandırdığı mutfağı çağdaş kapitalizmin mikrokozmosu misali, duygusal paslaşmalardan yeterince nasibini almamış bir dar alanda yaşam savaşı veren yoksul insanların mücadelesini kimi zaman zincirlerinden kopmuş gerçeküstücü komik bir atmosfer içinde aktarıyor. Sinemacı, her birinin ayrı ayrı düşleri, küçük de olsa hayattan beklentileri olan karakterlerine küçük ama etkileyici dokunuşlarla can veriyor. (‘Gökyüzü Çok mu Uzak / 04.12.2024)

(01 Ocak 2025)

Ferhan Baran

[email protected]

*****

Geriye Kalan Yalnızca Bir İroni

Gençlik ve güzellik üzerine doyumsuz filmleriyle tanıyıp sevdiğimiz Paolo Sorrentino’nun 77. Cannes Film Festivali ana seçkisinde yer almış son opusu ‘Su Perisi / Parthenope’ ile bu yılı sonlandırıp yeni bir seneye merhaba diyoruz. Bir önceki filmi ‘Tanrının Eli / E Stata la Mano di Dio’ ile doğup büyüdüğü topraklara görkemli bir dönüş yapmış olan İtalyan sinemacı, açılış sahnesinden başlayarak bir kez daha Napoli kentine saygı duruşunda bulunuyor.

50’li yılların başında suyun içinde dünyaya gelen kız çocuğuna, kentin Yunan mitolojisindeki sirenlerden esinli eski ismi olan Parthenope adı veriliyor. 1968’de 18 yaşın tüm tazeliği ve çekiciliğine sahip genç kız (Celesta Dalla Porta) çevresindeki tüm erkeklerin başını döndüren bir afettir. Kendi erkek kardeşi dahil herkesin sahip olmak istediği bu muhteşem güzellik Prosper Mérimée’nin Carmen’i misali kimsenin olmayacak, etrafında yarattığı yıkıma aldırmaksızın kendini bir entelektüel olarak yeniden yaratma uğraşına girecektir.

‘Su Perisi’ kelimelere kolay sığmayan, beyazperdedeki görselliği ile izleyiciyi büyüleyen bir deneme. 53 yaşındaki Sorrentino, bizim kuşakların yeni yetmelik yıllarını sürdüğü 70’li yıllardan günümüze Parthenope’nin serüvenini kadim kentin görüp geçirdikleri üzerinden öykülemeye soyunmuş. 2021 yapımı otobiyografik ‘Tanrının Eli’ ile çocukluk ve ilk gençlik yıllarını perdeye taşıyarak kendi ‘Amarcord’unu çekmiş olan sinemacının filmi bu defa bir kadın ana karakter aracılığıyla en önemli mirasçısı olduğu Felliniyen sinemanın mucizeleri üzerinden ilerliyor.

‘Hiçbir şey bilmediğini ama herşeyi sevdiğini’ söyleyen Parthenope antropoloji eğitimi almaya başlar. Hayranı olduğu İngiliz yazar John Cheever’dan (muhteşem Gary Oldman) ölümsüz hayat dersleri alır. ‘Aşk bir gizem, seks ise cenaze törenidir’; ‘güzellik savaş gibidir, her kapıyı açar’ benzeri özdeyişler ile ‘erkeklere ilgi duymasaydım senin peşinden ayrılmazdım’ diyen eşcinsel yazar onun taze gençliğinin bir dakikasını bile çalmaktan çekinir.

Parthenope büyük bir trajedinin tetiklediği çalkantılı ama harika serüveni boyunca farklı kişilerle karşılaşır. Herkeslerden sakladığı deforme evladına kol kanat germiş antropoloji profesörü (eşsiz Silvio Orlando) onun yaşam rehberi olur. Mafyozo Roberto (Marlon Joubert) eşliğinde arka sokakların sefaleti ve Napoli’nin kralını mavi fenerler ile karşılayan, melankolik ve kederli bakışlarıyla kirli ama capcanlı kentin yoksul halkıyla tanışır. Karanlık izbelerin

yoksulluğundan kendini kurtarmış aktrisin (Luisa Ranieri) yıllar sonra Napoli halkına kibir ve sövgü yüklü söylemine, iki mafya ailesinin genç varislerinin davetliler önünde çiftleştikleri tuhaf törene tanıklık eder. Genç kadın, ‘özgürlüğün kapıdan içeri giremediği’ Katolikliğin yasaklı dünyasında San Gennaro mucizesi ile göz boyayan rahip ile birlikte olurken, dinsel ile dünyevi olanın sınırları aşılır.

‘Napoliler hayatı her gün yeni baştan keşfediyor, hayatın onların şaşırtması gerektiğine inanıyorlar. İşte ben de bunu aynen böyle anlatmak istedim’ diyor Sorrentino. Mucizelerin gerçekleştiği toprakları ‘kendi duygularına dair bir kent’ olarak tanımlıyor.

Yönetmen orta yaşlarının başlarında çektiği ‘Muhteşem Güzellik / La Grande Bellezza’ (2013) ve ‘Gençlik / Youth’un (2015) ardından yaşlılık senfonilerine bir yenisini eklerken, Parthenope’nin 70’li yaşlarına hayat veren bir dönemin çekici güzellerinden Stefania Sandrelli’nin yılların yıprattığı yüzüyle, gençliğin, güzelliğin geçiciliğini bir kez daha hatırlatır. Ancak ömür su misali akar, insanlar geçip giderken kimselere yar olmayan kadim şehir tıpkı bizim İstanbul’umuz gibi gizemini ve eşsiz güzelliğini korumayı sürdürecek, fani hayatın sonunda geriye yalnızca bir ironi kalacaktır. Sonbaharını yaşayan Parthenope’nin kentin bugününe bakarken gülümsemesi tam da bundan olmalı.

(29 Aralık 2024)

Ferhan Baran

[email protected]

*****

DİĞER YAZILARI

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Sinemacılık ve Filmcilik Yararına Bağımsız İletişim Platformu