Ferhan Baran

(Film Eleştirileri, Sinema Yazıları)
İstanbul doğumlu. Saint Joseph Fransız Erkek Lisesi’nin ardından Boğaziçi Üniversitesi İdari Bilimler Fakültesi İşletme Bölümü’nde eğitim gördü. Aynı fakültede tamamladığı Yüksek Lisans eğitimini, ‘Movie Going Patterns’ başlıklı Master tezi ile … Devamı…»

*****

Ölmek Nasıl Bir Duygu

Hayatta kalabilmek ve geçinebilmek için defalarca ölmek zorunda kalan Mickey Barnes (Robert Pattinson) sürekli bu soruya maruz kalıyor. Bu ne biçim iştir dediğinizi duyuyor ve hemen hikâyeye geçiyorum. 2054’lerin kaotik dünyasında kankası Timo (Steven Yeun) ile makaroncu dükkânı açmak için tefeciden borçlanan Mickey, iş yürümeyince zor duruma düşer. Alacağını pek de dert etmeyen, buna karşılık geri ödeme tarihini geçirenlerin dehşetengiz katlinin video görüntüsünü izlemekten keyif alan Darius Blank’in elinden nasıl kurtulacaktır şimdi. Dünyayı haddinden fazla sömürmüş olan küresel güçlerin gözünü uzayın boşluğundaki gezegenlere diktiği pek uzak olmayan bir gelecekte, bahtsız Mickey çareyi hızlıca bir uzay keşif ekibine sızmakta bulur. Eski siyasetçi Kenneth Marshall’ın (Mark Ruffalo) dünya düzeninde varolan bir dolu etik kaygı ve dinsel tantanayı bertaraf etmek üzere yola çıktığı bakir gezegenleri kolonileştirme sürecinde, çeşitli deneylerde kobay olarak kullanılmak üzere sözleşme imzalar. Başta zikrettiğimiz üzere artık geçinebilmek için mütemadiyen ölmeye razı olacak, her ölümün ardından tıpkı basım kopyası üretilerek yeniden hayata dönecektir.

Edward Ashton’ın ‘Mickey 17’ adlı aynı adlı kitabından sinemaya uyarlanan Bong Joon Ho imzalı yapım işte böylesine ilginç bir serüveni konu alıyor. Şirketin tanımlamasıyla ‘harcanabilir’ olmayı kabul etmiş ve 4 küsur yıl boyunca o gezegenden bu gezegene eşek gibi çalıştırılıp yıpratılmış Mickey’nin karla kaplı Niflheim gezegeninde düştüğü buzul çukurunda açılıyor film. Mağaranın sakinleri olan ‘Alien’ misali yaratıklar tarafından bir an önce yutulmayı beklerken, laboratuvar ortamında klonlanarak yeniden doğacağının tuhaf kaygısı bakışlarında sezilmektedir. Ekibe katılırken beden taraması yapılmış, anıları boşluk olmayacak biçimde bir hard disk’e yüklenmiştir gerçi, lakin bundan önceki ölümlerinde akıllara zarar miktarda radyasyona maruz kalan cildi feci şekilde yanmış, bir deney sırasında gözlerini kaybetmiş, bıçaklanmış ve türlü acılı biçimde yaşama veda etmiş olduğundan bu defa acısız bir ölüm arzusundadır. Kahramanımız, yaratıklar onu midelerine atmak yerine düştüğü çukurdan kurtarıp hayata döndürdüğü için, yeniden basıla basıla etinin yenmez hale gelmiş olduğuna hayıflanırken, ortadan kalktığı düşünülerek Mickey 18 adıyla yeniden üretildiğinde işler hayli karışacaktır.

2019 yılında ‘Parazit / Gisaengchung’ ile sinema alemini sallayan, Cannes’da Altın Palmiye’nin ardından bir Uzakdoğu yapımı olarak en iyi film, yönetmen, özgün senaryo ve uluslararası yapım gibi 4 önemli dalda Oscar ödülünü kucaklayan Bong Joon Ho, sinemasının temel motiflerini barındıran Ashton metninin senaryo uyarlamasını, hepimizin aşı testlerinin kobayı haline geldiğimiz pandemi döneminde tamamlamış. ‘Kar Küreyici / Snowpiercer’ (2013) ile 2017 yapımı ‘Okja’nın yeni ve ilginç bir karışımı olan ‘Mickey 17’ sinemacının vahşi kapitalizm eleştirisini bir kez daha perdeye taşıyor. İşçi haklarının, sendikanın, emekliliğin lafının geçmediği karanlık bir yakın gelecekte insan hayatını en ucuz meta olarak resmediyor. ‘Kar Küreyicisi’nin sınıflar arası uçurum teması, aynı trende arka vagonlara atılmışların lüks kategorideki zenginlerin arzularına hizmet edişinden doğan sistem eleştirisi burada da sürüyor.

Kibirli, iğrenç ve komik diktatör tiplemesi içinse aklımıza ilk anda Trump figürü düşüyor. Ruffalo’nun abartılı konuşma tarzı ve duruşu bunu hissettiriyorsa da yönetmen taze ABD başkanını tek örnek olarak almadığını, Kuzey Koreli Kim Jong-un’dan başlayarak gelmiş geçmiş ve günümüzde bolca rastladığımız dikta heveslilerinden ilham aldığını ifade ediyor. Marshall’ın baskın karısı Yfla (Toni Collette) ile olan Macbeth’ler tarzı ilişkisini Çavuşesku benzeri karı-koca dikta sevdalılarından esinle çizdiğini ekliyor. Mickey’nin Marshall ve şirketi ile trajikomik çatışması, çürümekte olan gezegenimize alternatif uzayda yeni yaşam alanları için kolları sıvamış Jeff Bezons ya da Elon Musk benzeri figürler öncülüğünde uzayı kolonileştirme ideallerini de akla getiriyor kuşkusuz.

Brad Pitt’in ortağı olduğu Plan B’nin yapımcıları arasında olduğu bu distopik bilim kurgu Koreli yönetmenin Hollywood sisteminden beslenen en pahalı yapımı olmuş. Keskin bir devrimci tavrı yok kuşkusuz ancak çağımızın giderek otoriterleşen dünyası üzerine hayli çoşkulu bir taşlama olarak ilgiyi hak ediyor. Biri içe dönük iken diğerine öngörülemez bir asilik kattığı çifte performansı ile günümüzün en iyi aktörlerinden biri olarak çok takdir ettiğim Pattinson yine döktürmüş. Trump motifli dikta heveslisinde Ruffalo, sos düşkünü dominant eşinde Collette çok iyiler. Spielberg’ün değişmez yoldaşı usta Darius Khondji’nin görüntüleri, Londra Senfoni Orkestrası’nın yorumladığı temadan temaya evrilen Jung Jae-il imzalı müzik çalışması da birinci sınıf.

(12 Mart 2025)

Ferhan Baran

[email protected]

*****

Hepimiz Tehlike Altındayız

Aralık 1970, Rio de Janeiro sahilindeyiz. Yaz güneşinin altında insanlar plajda keyif yapmaktadır. Eunice Paiva (Fernanda Torres) denizin tadını çıkarırken tepesinden geçen helikopterin gürültüsü ile irkilir. Askeri diktatörlüğün giderek sıkılaşan pençesinde ezilen Brezilya saatli bomba gibidir. Tehlike çanları, çoluk çocuk tüm dostlara açık sayfiye evlerinden huzur yayılan 5 çocuklu aile için çalmakta gecikmez, aktif siyaseti bırakmış İşçi Partisi eski milletvekili Rubens Paiva (Selton Mello) sakin bir öğleden sonrası karısıyla tavla oynarken gizli polis tarafından evinden alınıverir.

Eunice ile büyük kızlardan Nalu ertesi gün götürülür. Genç kadın, taştan koridorları kan izleriyle dolu, kapalı kapılar ardından işkence gören tutuklularının çığlıklarının yükseldiği Rio’daki kışlada hücre hapsi süresince sorguya tabi tutulur. Günler sonra serbest bırakıldığında kocası ortadan kaybolmuş, herkesin imrendiği evinin huzuru darmadağın edilmiştir. Ailesi paramparça olan ve beş çocuğuyla ortada kalan Eunice, São Paulo’daki baba ocağına geri dönüp 25 yıl önce yarım bıraktığı hukuk öğrenimini tamamlayacak, bu süreçte yerel halkların hakkını savunan aktivist kimliğini inşa ederken, Brezilya’nın karanlık yıllarını afişe etme çabasını sürdüren başarılı bir avukat olarak hayatını baştan yaratacaktır.

‘Hâlâ Buradayım / Ainda Estou Aqui’, Brezilyalı sosyalist sinemacı Walter Salles’in Jack Kerouac’ın otobiyografik romanından uyarladığı 2012 yapımı ‘Yolda / On The Road’dan bu yana ilk uzun metrajı. Paiva ailesinin öyküsü onun için kişisel bir önem taşıyor. Salles 13 – 14 yaşlarındayken bu herkesin imrendiği saygın ailenin 5 çocuğunu tanımış. Yakın arkadaşı Nalu sayesinde ailenin içine girmiş, ülkeyi kıskacına almış diktatörlük döneminde Paiva’ların evinin müzik, edebiyat ve yaşam kültürü onun ufkunu açmış. Yıllar sonra evin küçük oğlu Marcelo’nun anıları ile karşılaştığında ailenin özelinde ülke halkına ve entelijensiyasına 20 yıl boyunca zulmü yaşatmış olanlarla hesaplaşmak ve olan biteni tüm açıklığıyla bugünkü kuşaklara aktarmak istemiş.

Salles geçtiğimiz yıl Venedik’ten en iyi senaryo ödülü ile dönen, en iyi uluslararası film dalında taze Oscar’lı çalışmasında 1998 yapımı ‘Merkez İstasyon / Central do Brasil’de gönüllerimizi fethetmiş eşsiz aktris Fernanda Montenegro’nun gerçek hayattaki kızı Fernanda Torres ile çalışmış. Gerek Torres gerekse gerçek Rubens’in o sevecen karakterini bir eldiven gibi kuşanmış olan Mello yüreğimizi derinden yaralayan müthiş performanslar sunuyor. Walles’in finaldeki güzel sürpriziyle, 89 yaşındaki Eunice’yi anne Montenegro’ya oynatıyor, böylece hem ana kızı hem de sinemasının ilham kaynağı iki dev oyuncuyu aynı hikâyede buluşturuyor. Film gerek 70’lerin dünyasını kusursuz yansıtan yapım tasarım çalışması, gerekse görüntü yönetmeni Adrian Teijido’nun 35 mm ile Super 8 görüntüleri ustaca kaynaştırdığı mükemmel çalışması ile parlıyor.

Giderek otoriterleşen günümüz dünya siyasetine, askeri ve sivil diktatörlük uygulamalarına karşı bir uyarı niteliği de taşıyan Salles’in filmi, kayıplar ve faili meçhullerle yaralanmış benzer bir toplum olarak, hiç de yabancısı olmadığımız hikâyesiyle yaralarımızı kanatıyor, dehşete kapılıyoruz. Warren Ellis’in etkileyici müziği ile hüzünlenirken, keşke Tarantino geliverse, şu makus tarihi perdede tersyüz ediverseyi arzulamaktan kendimi alamıyor, gözyaşlarımı tutamıyorum.

(07 Mart 2025)

Ferhan Baran

[email protected]

*****

Acı Kardeşliği

Çağımızın yetenekli genç aktörlerinden Jesse Eisenberg’in hem oyuncu hem yönetmen olarak kotardığı ikinci uzun metrajı ‘Gerçek Acı / A Real Pain’ üç ay arayla dünyaya gelmiş iki kuzenin havaalanında buluşması ile açılıyor. Takıntılı Dave (Jesse Eisenberg) uçağa zar zor yetişirken, vurdumduymaz izlenimi veren Benjamin (Kieran Culkin) saatler öncesinden bekleme salonunda yerini almıştır bile. Benji havaalanlarında binbir çeşit farklı insanla karşılaşmaktan hoşlanmaktadır çünkü.

New York’ta dijital reklamcılık işiyle uğraşan evli ve bir küçük oğlan babası Dave ile boş gezenin boş kalfası kuzenin Polonya yolculuğu, yakın bir zamanda yitirdikleri sevgili büyükannelerinin vasiyeti üzerine onun doğup büyüdüğü toprakları ziyaret etmek amacını taşır. Üçü Yahudi asıllı, bir diğeri Ruanda’daki soykırımdan kurtularak sığındığı Kanada’da Museviliği kabul etmiş kişilerin dahil olduğu mini ‘soykırım turu’nun rehberliğinde sırasıyla başkent Varşova’daki tarihi getto, direnişçiler adına dikilmiş anıt ziyaret edilir. Çok zengin bir Yahudi tarihine sahip olan Lublin kenti gezilir. Daha sonra şehir merkezinden yalnızca 3 km uzakta kurulmuş Majdanek toplama kampına uğranır.

İçe dönük büyük kuzene karşılık hınzır bir çekiciliğe sahiptir Benji. Girdiği her ortamda insanların aklını çelmeyi başarır, ama sonrasında deli dolu halleri ve ölçüsüz davranışlarıyla Dave’in deyimiyle bir çuval inciri berbat eder. Film zıt ikilinin uyuşmazlığı üzerinden yürüyor gibi başlasa da, düzenlenen tur acı ile ilgilidir. Geriye dönüp aile büyüklerinin yaşadığı dehşete tanık olunduğunda kafa karıştırıcı bir rahatsızlık, bir uyumsuzluk duygusuna kapılır Benji. Lublin’e birinci sınıf mevkide seyahat etmek, lüks otellerde kalıp süslü yiyeceklerle yol almak bir nevi suçluluk duygusu yaşatır ona. ‘80 yıl önce bu trenin arkasında sığır gibi sürükleniyorduk’ diyerek trenin arka vagonuna kaçması bundandır.

SS subaylarının alelacele terk etmek zorunda kaldığı toplama kampında sağlam kalmış belge ve kanıtlar ürpertir herkesi. Ölüm fırınlarının duvarına kazınmış Zyklon B gazının uğursuz mavisi ile göz göze gelindiğinde filmin alaylı neşesine eşlik eden Chopin’in o güzelim noktürnleri susar, dehşet ile baş başa kalınır. Soykırımın kitlesel acıları Dave ile Benji’nin saklı acılarını dağlayarak gün ışığına çıkarıvermiştir. Büyük kuzen mega kentin karmaşası içinde, aldığı ilaçlar ve çekirdek ailesine olan bağlılığı sayesinde ayakta kalabilmektedir. ‘Benimse hiçbir şeyim yok’ diyecek olan Benji ise Dave’in şefkatli kucaklaması karşısında daha iyi olacağının sözünü verir. Büyükanne Doris’in şimdi başka bir yaşlı teyzenin ikamet ettiği eski evinin kapısında, onu onurlandırmanın ve hatırlamanın güzelliği ile şifa bulmaya çalışır kuzenler.

‘Gerçek Acı’ uçarı görünümü altında derin bir melankoliyi oya gibi işleyen son dönemin ilgiye değer yapımlarından. 02 Mart gecesi en iyi yardımcı erkek oyuncu dalında Oscar kazanan Culkin çok haklı bir ödülün sahibi olmuş.

(05 Mart 2025)

Ferhan Baran

[email protected]

*****

DİĞER YAZILARI

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Sinemacılık ve Filmcilik Yararına Bağımsız İletişim Platformu