Ferhan Baran

(Film Eleştirileri, Sinema Yazıları)
İstanbul doğumlu. Saint Joseph Fransız Erkek Lisesi’nin ardından Boğaziçi Üniversitesi İdari Bilimler Fakültesi İşletme Bölümü’nde eğitim gördü. Aynı fakültede tamamladığı Yüksek Lisans eğitimini, ‘Movie Going Patterns’ başlıklı Master tezi ile … Devamı…»

*****

New York’ta Bir Dilim Pizza Yemeden Ölmek Yok

New York’ta 90 desibel olarak ölçülen ortalama gürültü seviyesi sürekli duyulan bir çığlık ile eş değermiş. ‘Sessiz Bir Yer’ serisinin üçüncüsü ‘Sessiz Bir Yer: Birinci Gün / A Quiet Day: Day One’ tam da bu veri doğrultusunda, görmeyen ama sese karşı duyarlı istilacı uzay yaratıklarının iştahla harekete geçeceği düşüncesinden yola çıkıyor. İlki pandemi öncesinde, ikincisi pandemi sonrasında dünya çapında sinema salonlarının açılması ile birlikte büyük ilgi gören serinin yaratıcısı, yazar – yönetmen, oyuncu ve yapımcı John Krasinski, gerçek hayattaki eşi Emily Blunt ve çocuk oyuncularla birlikte hayat verdiği Abbott ailesinin kırsaldaki yaşam savaşına –şimdilik kaydıyla- bir ara verip kıyametin ilk gününe geri dönmek istemiş. Başlangıç öyküsünün yönetmenliği ve ortak yazarlığı için de başrolünde Nicolas Cage’in yer aldığı 2021 yapımı bizde de gösterilen çok başarılı yas filmi ‘Domuz / Pig’ adlı ilk uzun metrajı ile sinema dünyasına parlak bir giriş yapan Michael Sarnoski’de karar kılınmış.

Film kanserli hastaların tedavi gördüğü New York banliyösünde bir bakım evinde başlıyor. Çektiği ağrılardan mutsuz, öfkesini yazdığı şiirlerle dışarı vurmak isteyen hastalardan yazar Samira (muhteşem Lupita Nyong’o) şehrin merkezinde bir kukla gösterimi için düzenlenen geziye gitmeyi önce reddediyor, ancak pizzacıya uğramak şartıyla yola çıkmayı kabûl ediyor. Daima yanında taşıdığı uysal kedisi Frodo ile gösteriyi izlerken sahnede patlayan balon onu huzursuz etmiştir. Biraz nefes almak için salonun dışına çıktığında ise şehirde beklenmedik bir telâşın yaşanmakta olduğunu fark eder, sonrasında gökyüzünden düşen ateş toplarının hayatı felç ettiğine tanıklık eder. Dahası tepeden inen korkunç yaratıklar çığlıklar atan insanları toplu halde imha etmektedir. Öksürmenin dahi canavarları harekete geçirdiği öğrenildiğinde alevler içinde yangın yerine dönmüş mega kent sessizliğe bürünür. Bundan sonrası hayatta kalanların ölüm – kalım mücadelesidir.

Bağımsız sinemadan gelen genç Sarnoski filmin yapımcılarının yüzünü kara çıkarmamış. Tansiyonun her daim yüksek tutulduğu ilk bir saatlik bölüm, hele bir de IMAX formatında izlendiğinde, son derece başarılı. Serinin ilk iki filminde bir ailenin hayatta kalma mücadelesini izlemiştik. Bu defa kedisi ile birlikte kaçış yolu arayan yalnız bir kadının su basmış metro istasyonundan can havliyle kurtulmaya çalışan İngiltere’den hukuk okumaya gelmiş New York sevdalısı Eric (Joseph Quinn) ile önce zoraki de olsa dayanışması ve kendine özgü bir aile kurulması üzerine odaklanıyor hikâye. Genç adam hakkında fazla bir bilgi sahibi olamıyoruz ancak babasının piyano çaldığı Harlem kulübünde geçen çocukluk anılarını yaşayan Sam’in duygusal deneyimini paylaşıyoruz. Samira’nın bazen kedisini, bazen yiyecek ya da ilaçlarını taşıdığı heybesinin üzerinde ‘New York’u Seviyorum’ yazısı okunuyor. Yönetmen ve yapım ekibinin distopik bir dünyayı başarıyla kurdukları dünyanın bu güzelim kentinin sevilecek nesi kalmış diyebilirsiniz. Samira öyle düşünmüyor gerçi, kulaklığında Nina Simone’un güzelim şarkısı ‘Feeling Good’ çalarken sessiz olduğunda şehrin şarkı söylediğini duymanın mutluluğunu deneyimliyor.

(28 Haziran 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

*****

Oyunun Bedeli

‘Vahşi Orkide / Wild Orchid’in ünlü seks sahnesinde Mickey Rourke ile Carré Otis gerçekten sevişmiş miydi. Zalman King imzalı filmin promosyonu için ortaya atılan iddia sonradan yalanlanmasına rağmen olay bir şehir efsanesi olarak hafızalarda yer etti. Meksikalı sinemacı Jorge Cuchi’nin gösterimini sürdüren yeni çalışması ‘Kötü Oyuncu / Un Actor Malo’, Aşk-ı Memnu havasında benzer bir erotik geriliminin çekimleri ile başlıyor. Kocasının oğluyla gizli aşk yaşayan genç kadının yaşlı kocasının uçak kazasında ölmesini dilediği sahne ile açılıyor film. Karısı ve bebeği ile mutlu evliliğini sürdüren yakışıklı aktör Daniel Zavala (Alfonso Dosal) ile sektörün gözde oyuncularından Sandra Navarro’nun (Fiona Palomo) başrollerini paylaştığı filmin sansasyonel seks sahnesi çekilmemiştir henüz. Makyöz kız Lola provalar sırasında King’in filminden dem vurarak gerçek bir sevişme sahnesinin vuruculuğundan söz eder şakayla karışık. Daniel eril bir gevşeklik hali içinde ‘benim için hava hoş’ diyerek sırıtırken Sandra ‘hayır’ı yapıştırır. ‘Fikrini değiştirirsen haber ver’ diyerek zevzekliği uzatır Daniel ve bu konuşma kahkahalarla sonlanır.

Son filminin çekimleri için südyo yolundayken, bizde ‘Bitmeyen Balayı’ adıyla gösterilmiş ünlü Orson Welles klasiği ‘A Touch Of Evil / Şeytanın Dokunuşu’nun (1958) yeniden çevrimi için görüşmeye çağrıldığı haberiyle keyiflidir genç adam. Otel odası olarak hazırlanmış sette ereksiyon kaygısını diline dolar bir süre, daha sonra sahne çekimi esnasında şeytanın oyununa gelerek partnerinin rızasını beklemeden cinsellikte sınırı aşar. Yönetmen Sandra’nın yüzündeki tuhaf ifadeden hoşlanmayarak çekimi durdurmuş, malûm sahneyi yeniden çekmek istemiştir. Yüzündeki donuk ifadeyi atamayan Sandra hemcinsleri yönetmen yardımcısı Regina ve kostüm tasarımcısı Ximena ile odada yalnız kaldığında tecavüze uğradığını açıklayacaktır.

Kostüm tasarımcısı Ximena şiddetle şikayetçi olunması taraftarıdır. Filmin akibeti için kaygılı yönetmen ve bir ölçüde yardımcısı Regina çekimser davranır. Sete yıldırım hızıyla ulaşan kadın yapımcı genç kadına istediği takdirde hemen Daniel’i kovacağı ve yerine yeni bir oyuncu bulacağını ve suçlamada bulunmasının tek seçeneği olmadığını söyler. Sandra şaşkındır. Neden durdurmadın ya da çığlık atmadın sorularına ‘her şeyin çok hızlı yaşandığını’ söyler belki ama gururu kırılmıştır. Utanç ve keder içindedir. Ne olduğunu şaşırmış hadisenin diğer aktörü ise kâbustan uyanma gayreti ile genç kadından kendisini affetmesini ister. Ancak oynadığı oyunun bedelini ödemenin zamanı gelmiştir.

Venedik’te dünya prömiyerini yapmış olan ’50 (ya da İki Balina Sahilde Karşılaşır) / ’50 (o Dos Ballenas se Encuentran en la Playa)’ ile radarıma girmiş olan 1963 doğumlu Cuchi, ilk uzun metrajında 2018 yılında Mexico City’de yaşanmış bir olaydan yola çıkarak sosyal medyanın kölesi haline gelmiş huzursuz ve mutsuz Z kuşağından iki bireyin trajik ve seyri kolay olmayan kanlı öyküsünü anlatır. ‘Kötü Oyuncu’yu yapmaya 1972 yapımı ‘Paris’te Son Tango / Ultimi Tango in Parigi’nin çekimleri sırasında genç oyuncu Maria Schneider’in yaşadıklarından esinlenerek karar vermiş. 50 küsur yıl önce dünya çapında büyük sansasyon yaratmış ve ülkemizde 33 dakikası kesilerek ‘yolunmuş tavuk’ muamelesi görmüş olan filmde yönetmen Bernardo Bertolucci ile filmin baş aktörü Marlon Brando’nun henüz 19 yaşındaki Schneider’e haber vermeden ve rızasını almadan onu küçük düşürücü bir tecavüz sahnesi çektiklerini, fiziksel bir penetrasyon olmasa da psikolojik şiddete maruz kalan genç oyuncu adayının içine düştüğü bunalımı uzun süre atlatamadığını, nihayetinde avukat olup kadın haklarının peşine düştüğünü ve ne yazık ki amansız hastalığı nedeniyle genç sayılabilecek bir yaşta aramızdan ayrıldığını biliyoruz. Kuzeninin 2018’de yayımladığı anı kitabından yola çıkarak Schneider’in öyküsünü anlatan ve geçtiğimiz ay Cannes’da prömiyerini yapan Jessica Palud imzalı ‘Maria’ filmini ve de yakın bir zamanda sinemalarımızda izleme umudunu bu vesile ile notlarımız arasına almış olalım.

Bugün ne dünya ne de sinema sektörü 50 yıl öncesinin eril kuşatmasında değil kuşkusuz. ‘MeToo’ hareketiyle açılan yolda çok şeyin değiştiğini biliyoruz. Cuchi’nin değişmez görüntü yönetmeni José Casillas’ın omuz kamerasıyla tedirgin ve adım adım ilerleyen incelikli senaryosu karakterlerin zaaflarını, çaresizlik ve utançlarını başarılı oyuncuların da katkısı ile işlerken konuya ilişkin sorular soruyor, olabildiğince taraf tutmadan klinik olayı neşter altına yatırmaya gayret ediyor. Buraya kadar herşey güzel, ancak son yarım saatte Cuchi’nin sosyal medya nefreti gemi azıya alıyor, sette yaşanan olayın kaydının Ximena eliyle medyaya sunulması sonrasında olay toplumsal linçe uzanan bir trajediye dönüşüyor. Cuchi’nin filmi finaldeki aşırılıklarına karşın yine de haftanın en iyilerinden. 50’sinden sonra ilginç filmler çekmeye başlayan Meksikalı sinemacıyı izlemeyi sürdürüyoruz.

(27 Haziran 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

*****

Motorcuların Altın Çağına Ağıt

Çağdaş Amerikan Bağımsız Sineması’nın öne çıkan isimlerinden Jeff Nichols ülkesinin yakın geçmişine belgeselci bakışını sürdürüyor. Danny Lyon’ın 1968 tarihli fotoğraf albümünden yola çıkan ‘Motorcular / The Bikeriders’ ABD’de baş döndürücü bir kültürel değişimin yaşandığı 60’lı yılların gözde alt kültürlerinden ‘asi motosikletlilerin’ özel dünyasına içerden bir bakış atıyor.

James Dean ekolünün boylu poslu karizmatik temsilcisi Benny (Austin Butler) ile hikâyenin anlatıcısı Kathy (Jodie Comer) motorcuların takıldığı yerel bir barda karşılaşıyor. Bilardo masasının başındaki karizmatik Benny’den gözünü alamayan genç kadın toplumdaki kendi deyimiyle ‘saygın’ konumunu bir yana bırakarak yabancısı olduğu yeni bir maceraya gözü kapalı atılıveriyor. Orta Batı Motosikletliler Kulübü’nün kurucusu Johnny’nin (Tom Hardy) teminatıyla tipler ne kadar serkeş gözükse de Kathy’nin başına bir şey gelmeyecektir burada. Yaşını almış evli iki kız babası kamyon şoförü, siyah deri ceketiyle sinema ikonları arasına girmiş genç Marlon Brando’nun TV’de izlediği 1953’den kalma ünlü ‘The Wild One’ filminden almıştır esinini. Vietnam kargaşasının tam göbeğinde Amerika’da yerleşik düzene isyan eden genç kuşakların ve de işçi sınıfı mensuplarının motorculuk gibi renkli, tehlikeli, özgürlük vaadi ile çekici bir alt kültürün bayrağı altında birleştiği yıllardır bunlar.

Bir kısmı meslek ve aile sahibi olan alt gelir grubundan motorcular birlikte gezer, pikniğe gider, içki içer, ot kullanır. Toplum tarafından alayı serseri olarak kabul edilen, 1969 yapımı ünlü Dennis Hopper klasiği ‘Easy Rider’da yerel halk tarafından acımasızca katledilen motorcuların kimselere zararı yoktur başlarda. Ancak ülkenin dört bir yanında kulübün yeni şubelerinin açılmasıyla motorculuğun namusu bozulmaya yüz tutar. Sorunlu ve isyankâr yeni kuşak ile Vietnam’dan dönmüş ağır uyuşturucu kullanan işsiz güçsüz takımının ipleri eline almasıyla eski düzenin yerini, adam kaçırma, toplu infaz ve uyuşturucu ticaretinin devreye girdiği acımasız bir gangster düzeni alacaktır.

‘Motorcular’ ayrımcılığa ve baskıya karşı çıkan hippi ya da ‘çiçek çocukları’ yıllarında, uçsuz bucaksız yollarda özgürlüğün izini süren alt sınıflardan bir kuşağın altın çağından izlenimler sunuyor. Bu hır gür arasında üç muhteşem oyuncunun başrolde olduğu bir üçlü aşk hikâyesine tanıklık ediyoruz. Benny’de ‘Elvis’ kompozisyonuyla Oscar adayı olmuş genç kuşağın en yetenekli isimlerinden Buttler; motosikletine bindiği an nefesi kesilen, onu hep değiştirebileceğini sandığı halde zamanla kendisi değişen ve çevresindekilere benzeyen aşık Kathy’de Comer; ‘yabani’ Brando’nun kült filmdeki adını taşıyan, Benny’yi veliahtı olarak gören ve ona derin bir baba – oğul sadakatiyle bağlı Johnny’de önümüzdeki yıl Oscar adaylıklarında adının geçmesini beklediğim Hardy müthiş bir seyir keyfi sunuyor. Eski usul western ile Scorcese tarzı gangster öykülerinin mükemmel bir karışımı olan film, esinini aldığı siyah – beyaz Lyon fotoğrafları yerine renkli ancak özgün karelerin vintage özelliğini koruyan görselliği ile nefes kesiyor. Nichols’ın değişmez yoldaşı Adam Stone’un 35 mm filmle anamorfik formatta çekilmiş enfes kadrajlarını geniş bir sinema perdesinde (örneğin benim izlediğim Kanyon 9 no’lu salonda) izlemenizi hararetle öneriyorum.

(20 Haziran 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

*****

DİĞER YAZILARI

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Sinemacılık ve Filmcilik Yararına Bağımsız İletişim Platformu