Ferhan Baran

(Film Eleştirileri, Sinema Yazıları)
İstanbul doğumlu. Saint Joseph Fransız Erkek Lisesi’nin ardından Boğaziçi Üniversitesi İdari Bilimler Fakültesi İşletme Bölümü’nde eğitim gördü. Aynı fakültede tamamladığı Yüksek Lisans eğitimini, ‘Movie Going Patterns’ başlıklı Master tezi ile … Devamı…»

*****

Paris’te Buruk Tango

Cannes’da dünya prömiyerini yapan ‘Maria Olmak / Being Maria’ keşke Maria Schneider hayattayken çekilebilseydi. Ancak sanat adına erkeklerin kadınlardan diledikleri gibi yararlanma hakkına sahip olduklarını düşündüğü geçmişin eril ikliminde bu pek de mümkün olmayacaktı herhalde.

50 küsur yıl önce sinema alemini sallamış ünlü ‘Paris’te Son Tango’nun yaratıcısı Bernardo Bertolucci, karısının intiharının ardından yaşadığı depresyonu kendinden çok daha genç bir kadına duygusal ve fiziksel bir tahakküm kurarak dışa vuran orta yaşlı bir adamın öyküsünde dönemin dev aktörü Marlon Brando’nun karşısına henüz 19 yaşında deneyimsiz bir oyuncuyu seçtiğinde, Fransız sinemasının emektarlarından Daniel Gélin’in soyadını bile vermediği gayrimeşru ilişkisinden olma kızı Maria, model annesiyle sorunlu geçmiş yeni yetme yıllarının ardından böylesine cazip bir teklifi hiç düşünmeden kabûl eder. Birbirleri hakkında (adları dahil) hiçbir şey bilmeden fiziki bir birliktelik yaşayan ikilinin pornografi sınırlarında gezinen hikâyesi için boş bir sayfaya benzettiği gencecik Maria’nın yaralı ve kırılgan çehresi çekici gelmiştir İtalyan

sinemacıya. Fiziksel ilişkinin daha agresif daha sert yaşanması gerektiği konusunda ısrarlı olduğunda, Brando ile gizlice anlaşarak, genç kızın haberi ve rızası olmadan senaryo dışı ‘tereyağlı’ tecavüz sahnesini çekerler. Doğaçlama çekilen sahnede Bertolucci Maria’nın rol yapmadan aşağılanmayı ve şiddeti duyumsamasını filme almak istemiştir. Maria şaşkındır. Film setinde başına gelenleri önleyemeyecek kadar korkmuş ve çaresizdir. Fiziksel bir penetrasyon olmasa da psikolojik şiddete maruz kalan genç oyuncu, iki erkeğin tecavüzüne uğradığı hissiyatından kurtulamaz. Brando olayı ‘alt tarafı bir film’ diye geçiştirirken kimse onu teselli etmemiş, Bertolucci genç kadından özür bile dilememiştir.

Maria başına gelenleri bir röportajda dile getirince menajeri tarafından azarlanır, basın karşısında rol yapmaz ise başka iş alamayacağı konusunda uyarılır. Film sonrasında iki adam kendi yollarına giderken, Maria kendisini her gün paralayan basının ve onu ahlâksızlıkla suçlayan izleyicilerin hedefi olmayı sürdürür. Öz babası tanıtımın kötüsü olmaz diyerek olayın üzerinde durmaz

bile. İşin kötüsü şimdi herkes ondan yeni bir ‘tango’ ve çıplak oynayacağı filmler beklerken, bedenini satmak değil film yapmak isteyen Maria’yı zor bir süreç beklemektedir. Daha sonra Antonioni ile çektiği 1975 yapımı ‘Yolcu / Professione: Reporter’ haricinde önemli bir projede yer alamayacak, yaşadığı travma ile uyuşturucu batağından da geçecektir.

Günümüzde ne dünya ne de sinema sektörü 50 yıl öncesinin eril kuşatmasında değil kuşkusuz. Geçtiğimiz aylarda izlediğimiz ve Schneider’in başına gelenlerden esinlenmiş olan ‘Kötü Oyuncu / Un Actor Malo’ örneğinde olduğu gibi, Maria’nın kuzeni Vanessa Schneider’in 2018’de yayımlanan anı romanı ‘Tu t’appelais Maria Schneider’den uyarlanan yapım, geçtiğimiz aylarda izlediğimiz ve

Schneider’in başına gelenlerden esinlenen ‘Kötü Oyuncu / Un Actor Malo’ örneğinde olduğu gibi, bugün ‘MeToo’ hareketinin açtığı yolda çok şeyin değiştiğinin güncel bir örneği olarak ilgiyle izleniyor. Jessica Palud’nun yönettiği yapımda Maria’yı Romanya asıllı Anamaria Vortolomei, Brando’yu Matt Dillon, Bertolucci’yi Giuseppe Maggio, Maria’nın partneri Noor’u ise Céleste Brunquell canlandırmış.

İçine düştüğü bunalımı uzun yıllar atlatamayan Maria’nın nihayetinde avukat olup kadın haklarının peşine düştüğünü ve ne yazık ki amansız hastalığı nedeniyle genç sayılabilecek bir yaşta aramızdan ayrıldığını biliyoruz. Schneider’in son dönemlerine değinmeyen yapım, ‘Paris’te Son Tango’nun final repliğinden yola çıkarak, kendisi ile yıllar sonra görüşmek isteyen, muhtemelen çekimlerine başlayacağı ‘1900’ filminde rol almasını isteyeceği Bertolucci’yi reddederken onu tanımadığını, kim olduğunu bilmediğini dile getirecektir.

(23 Kasım 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

*****

Diktatörlük Başa Bela

‘Gladyatör / Gladiator’ üçüncü milenyumu başlatan kült filmlerdendir. Ridley Scott’ın Hollywood tarihinin Roma dönemine ait ‘Ben-Hur’ ya da ‘Spartacus’ benzeri efsanelerine çağdaş bir dokunuş yapmış bu önemli seyirliği nerdeyse çeyrek asır sonra görkemli bir devam filmiyle dönüş yapıyor.

80’li yaşlarının ikinci yarısındaki deneyimli Scott’ın şaşılacak genç bir enerjiyle işe koyulduğu ‘Gladyatör II / Gladiator II’, bilge imparator Marcus Aurelius’un ölümünden 16 yıl sonra, demokratik Roma Cumhuriyeti hayalinin unutulmaya yüz tuttuğu bir dönemde açılıyor. Basiretsiz ikiz imparatorlar Geta ve Caracalla’nın iktidarında derin bir yolsuzluk ve saldırganlığa sahne olmuş Roma’da ordu Kuzey Afrika’daki son bağımsız cumhuriyet olan Numidia’yı sömürgeleştirmenin peşindedir. Marcus Acacius (Pedro Pascal) yönetimindeki ordu denizden mazlum halkın surlarına dayandığı kanlı bir taarruzla açılıyor film. Saldırıda savaşçı eşini yitiren Hanno (Paul Mescal) köle tacirlerine satılan diğer esirlerle birlikte gladyatör olarak eğitilmek üzere Roma’ya getirildiğinde hayatta kalmak, yitirdiği karısı ve halkının intikamını almanın peşindedir.

Senato’nun ve demokratik hakların askıya alınmış olduğu diktatörlük Roma’sında siyaset gücün denetimindedir. Roma halkı yoksulluktan kırılırken, yeni diyarları fethetmenin sarhoşluğu içindeki imparatorluk umut etmeyi unutmuş insanları Kolezyum’da düzenlenen kanlı oyunlar ile uyutmayı sürdürmektedir. Dokunduğu herşeyi yakıp yıkan bu hastalıklı şehir herkesin güvende ve adil bir düzende yaşadığı Aurelius’un ‘Roma Hayali’ni hayata geçinecek bir lidere ihtiyaç duymaktadır. Baş düşmanı bildiği general Acacius ile yolları keşişecek olan Hanno, Romalı geçmişini öğrendiğinde güç savaşları başlayacaktır.

‘Gladyatör II’ politik söylemiyle çağımıza referans olacak, hatta ‘Megalopolis’ projesini hayata geçirirken antik Roma ile ABD arasında paralellikler kuran Coppola’nın kulaklarını çınlatan önemli bir potansiyele sahip. Doyurulması gereken insanlara ‘savaş yesinler’ diyecek kadar gözü dönmüş imparatorlar, ya da filmde

geçen ‘uzak diyarları yakıp yıkarlar, sonra da barış getirdik yalanına sığınırlar’ benzeri replikler çağdaş ABD’nin yayılmacı politikaları ile benzerlikler kuruyor. Ama nihayetinde filmin derdinin bu olmadığını hepimiz biliyoruz. Politik soslu gösterişli bir tarihsel epik ile parlak bir gişe hedeflenmiş kuşkusuz.

İlk filme kıyasla daha pahalı setler, daha yoğun CGI kullanımı ve her devam filminde olduğu gibi daha fazla aksiyon sahneleri izliyoruz. Karakterlere gelecek olursak, bağımsız filmlerde ilgiyle izlediğimiz genç kuşağın önemli yeteneklerinden Mescal, ilk filme karizması ile damgasını vurmuş Russell Crowe’un gölgesinde kalmış. Bunda karakterinin biraz çalakalem yazılmış olmasının ve de yaşadığı trajedinin efsanevi Maximus denli vurucu olmayışının rolü var kuşkusuz. Buna karşılık yeni ordular komutanı Acacius’ta Pascal’ın yetirince geliştirilemeyen kısa tutulmuş kompozisyonuna yazık olduğunu söylemeliyiz.

İlk filmin kötü adamı Commodius’ta harikalar yaratmış Joaquin Phoenix’e ikame ikiz imparatorlar ise sığ bir sirk palyaçosu görünümünde etkisizler. Devam filminin belki de en çarpıcı artısı Denzel Washington’ın canlandırdığı kölelikten gladyatör tüccarlığına terfi etmiş Thysdrus’lu Macrinus’un güç arenasında yükseliş hikâyesi olmuş. ‘Halkı yönlendireceksin, siyaset buna denir’ repliğiyle parlayan siyahi aktörü özlemişiz. Film son bölümlerde kolezyumda köpek balığı benzeri şovlar ile aksiyona bulanmış -bizim yerli dizileri hatırlatan- ağdalı dramatik gelişmelerle irtifa kaybediyor belki, yine de ‘diktatörlük hepimizin başına bela’ alt metni umudu okşuyor.

(22 Kasım 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

*****

DİĞER YAZILARI

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Sinemacılık ve Filmcilik Yararına Bağımsız İletişim Platformu