Derin Film, önümüzdeki aylarda gösterime çıkaracağı filmlerini belirledi.
- Liste için tıklayınız.
Mehmet Emin Yıldırım imzalı iddialı psikolojik gerilim Kul: Dilemma, 11 Haziran’da sete çıkıyor. Birbirinden başarılı oyuncuların rol alacağı filmin okuma provası geçtiğimiz gün yapıldı. Etkinlik, film ekibini ilk kez bir araya getirdi. Sinema sektörünün başarılı isimlerinden Mehmet Emin Yıldırım’ın senaryosunu yazdığı ve yönetmenliğini üstlendiği film için start verildi. Lil Yapım imzalı Kul: Dilemma adlı sinema filminin çekimlerine 11 Haziran 2025 Çarşamba günü başlanacak.
Yönetmen koltuğunda diğer filmlerde olduğu gibi yine Alper Mestçi’nin oturduğu Siccin 8, 06 Haziran 2025 Cuma günü sinemasever izleyicileriyle buluşmaya hazırlanıyor. Vizyon öncesi filmin oyuncu kadrosundan Fatih Gülnar, Melike Balçık, Gönül Ürer ve yönetmen Alper Mestçi’nin de katılımıyla Paribu Cineverse Cevahir Sineması’nda gerçekleşen ön gösterim, izleyicilerin yoğun ilgisiyle karşılaştı. Siccin 8, ailesiyle birlikte annesi Gönül’ün evinde yaşayan Fatih’i merkezine alıyor.
‘Genç Werther’in Acıları / Young Werther’ metne adını veren genç delikanlının bir ıhlamur ağacının altına uzanmış görüntüsü ile açılıyor. Sol şakağı kanlar içindeki Werther cep telefonundan sadık dostuna attığı sesli mesajda ‘Galiba ölüyorum’ demektedir, hem de ‘aptalca bir aşk yüzünden’. Alman yazar Johann Wolfgang von Goethe’nin (1749 – 1832) tarafından 1774 yılında ve yalnızca iki hafta içinde yazılmış mektup romanından uyarlanan yeni yapım, özgün metnin finaline uyumlu bir giriş yapıyor ama hikâyenin başına döndüğümüzde olaylar farklı biçimde gelişiyor.
Müzik videoları ile bilinen Kanadalı sinemacı (tam adıyla) José Avalino Gilles Corbett Lourenço, Goethe’nin 250 yıllık trajik öyküsünü çağdaş Montréal ortamına taşıdığı filminde, benzer bir aşk acısı yaşayan Goethe’nin 25 yaşın heyecanıyla kaleme aldığı metninin ana yapısını korumaya özen göstermiş. Bir aile yadigârını annesi ile dargın olan teyzesinden geri almak üzere şehir merkezine kısa bir ziyaret için uğrayan Werther (Douglas Booth), büyük kız kardeşi Sissy (Iris Apatow) ve arkadaşı Melanie (Amrit Kaur) ile birlikte doğum gününü kutlayan Charlotte’u (Alison Pill) gördüğü anda vuruluyor.
Romandaki Lotte örneğinde olduğu gibi genç kızın evlilik arifesinde olduğunu öğrendiğinde ise 400 yıllık kader ikizi gibi sarsılıyor. Werther tüm sevimliliği ve hayat doluluğuyla genç kızın aklını çelmeye çalışmaktan vazgeçmiyor gerçi, ancak annesini aniden kaybeden ve kızlı erkekli 6 kardeşine annelik yapmak zorunda kalan Charlotte’un sorumlulukları vardır. Zengin bir avukat olan nişanlısı Albert (Patrick J. Adams) Charlotte’un ve ailesinin geleceğini güvence altına almakla kalmayıp, 1960’lardan kalma bir astronot gibi yakışıklıdır da. Çiftlikte büyümüş toprak adamı, işine bağlı Albert ile Werther arasında da yakın bir dostluk gelişmeye başlasa da üçlü arasındaki bağlar giderek karmaşıklaşacak, Charlotte için arzu, yakınlık ve aşkın sınırlarını ayırt etmek gittikçe zorlaşacaktır.
Goethe özgün Almanca adıyla ‘Die Leiden des jungen Werthers’de Alman Yüksek Mahkemesi’nde asistan olarak görev yaptığı sırada Charlotte Buff adındaki nişanlı kadına ilgi duymuş ve karşılıksız sevdasını edebi bir forma dönüştürmüş. Yakın dostu Karl Wilhelm Jerusalem’in intiharı ise bu trajik aşkın doğuşu ve Werther’in kendi elleriyle hayatına son vermesinde ona ilham kaynağı olmuş. Nitekim Goethe’nin yapıtı genç Werther’in derdini Wilhelm karakterine açtığı mektuplardan oluşmaktadır. Kanadalı yönetmen ise çağdaş yorumunda genç kadına Charlotte adını vermiş, sevdiğini ve ailesini geçindirmek üzere bir yol arayan Werther’i ise, saygın hukukçu amcasının nüfuzu sayesinde hiçbir birikimi olmadığı halde bir hukuk firmasında asistanlığa başlatıvermiş.
Romanın ilk basımlarının 1774 yılında Leipzig kitap fuarlarında yerini aldığını ve gencecik Goethe’yi birdenbire şöhret doruğuna ulaştırdığını biliyoruz. Öyle ki romana büyük ilgi sürerken Almanya sokakları mavi ceket sarı pantolon giyen gençlerin istilasına uğramış, ümitsiz aşkın hazin finalinin etkisiyle birçok intihar vakasıyla karşılaşılmış. Anladığım kadarı ile edebi metnin 1970 yılında ‘Aşk Hikâyesi / Love Story’ benzeri kitleleri peşinden sürükleyen bir etki gücü söz konuşu imiş. Lourenço günümüzün materyalist düzeninde böylesine trajik bir sonun fazla kaçacağını düşünmüş olmalı ki, can dostu Paul’ün ‘Bir kız için kendini mi öldüreceksin?’ sözlerine, ‘Saçmalama, 18. yüzyıl Almanyasında mıyız?’ alaycılığıyla karşılık veriyor genç Werther.
Özgün adıyla acısız ‘Genç Werther’ keyifle izlenen mevsime uygun bir yapım. Nick Haigt’in geniş ekran görüntüleri, Ciana Vernon’ın özenli prodüksiyon tasarımı, Owen Pallet’in özgün müziğinin büyük katkısı söz konusu, ancak filmin en önemli kozu, yerinde duramayan enerjisi ve sevimliliği ile (biraz genç Val Kilmer’ı hatırlatan) İngiliz oyuncu Douglas Booth’un atik tetik performansı olmuş. Yönetmen Lourenço ilk uzun metraj çalışmasında dört asır öncesi ile günümüz dünyası arasında incelikli geçişler kurmuş. ‘Doktor No’ yıllarından Sean Connery’yi hatırlatan, nezaket ve görgünün temsili Werther ile elinden J. D. Salinger düşmeyen Charlotte’un ‘club’ ortamındaki vals performansına benzer zarif ayrıntıların peşine düşmüş.
(12 Haziran 2025)
Ferhan Baran
ferhan@ferhanbaran.com
TAFF Pictures ve Sky Films ortak yapımı olan, senaryosunu Ferhat Ergün’ün kaleme aldığı ve yönetmenliğini Emre Erdoğdu’nun üstlendiği Aşkın Yüzü, 06 Haziran’da sinemalarda izleyiciyle buluşuyor. Vizyon öncesinde gerçekleşen özel gösterimde genç oyuncular filmi ilk kez birlikte izledi. Gösterim öncesi Helin Kandemir, Onur Seyit Yaran, Işıknaz Özedgü, Dursun Ali Tetik ve Furkan Rıza Demirel basın mensuplarının sorularını yanıtladı. Etkinlikte Helin Kandemir için doğum günü kutlaması da yapıldı.
Aşkın Yüzü Filminin Genç Oyuncuları Özel Gösterimde Buluştu yazısına devam et
Uçan Süpürge Vakfı’nın düzenlediği 28. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali, Kült Kavaklıdere Sineması’nda gerçekleşen törenle sona erdi. Festivalin Her Biri Ayrı Renk başlıklı yarışmalı bölümünün FIPRESCI Ödülü’nü Emine Yıldırım’ın yönettiği Gündüz Apollon, Gece Athena kazandı. Programın tamamı üzerinden yapılan oylamada İzleyici Ödülü sahibi Black Box Diaries oldu. FIPRESCI Jürisi, ödülün gerekçesini “Bireysel acılarımızla toplumsal yaralarımızı, geçmişle bugünü, görünenle görünmeyeni, hayatla ölümü ustaca birbirine bağlayan bir film. Anlatıya derinlik katan oyuncu performansları kalıcı bir etki uyandırıyor,” sözleriyle açıkladı.
İthaki Yayınları, 15 Haziran’da satışa sunacağı kitaplarını açıkladı. Mizuki Tsucimura’nın Aynadaki Yalnız Şato ve Grady Hendrix’in Kurtulan Kızlar Terapi Grubu adlı kitapları 15 Haziran’da satışa sunulacak. 1970’lerde, korkunç bir katliamdan sağ kurtulan Adrienne Butler, kendisiyle aynı kaderi paylaşan beş kadını bir araya getirerek “Kurtulan Kızlar Terapi Grubu”nu kurdu. Bu kadınlar, film anlaşmaları, zengin adamlarla yaptıkları evlilikler ya da hayır işleriyle geçmişlerini unutmaya çalışıyorlardı. Biri hariç: Lynnette Tarkington. Caninin biri o daha on altı yaşındayken ailesini ve erkek arkadaşını katletmişti. Lynnette bu katilin bir gün geri döneceğine saplantılı bir şekilde inanıyordu.
Jose Avelino Gilles Corbett Lourenco’nun yönettiği ve Douglas Booth, Alison Pill, Iris Apatow ile Patrick J. Adams’ın oynadığı Genç Werther’in Acıları (Young Werther), 13 Haziran 2025’de Bir Film tarafından vizyona çıkarılıyor.
Annesi, genç yazar Werther’i, şehirde bir işe gönderilir. Tesadüfen tanıştığı güzel Charlotte, hem cazibesiyle, hem de nişanlısı Albert’e olan bağlılığıyla Werther’in hayatını altüst eder. Werther ve Charlotte, duygusal bir ilişkiye yelken açarken, Werther ile Albert arasında da garip bir dostluk gelişir. Üçlü arasındaki bağlar giderek karmaşıklaştıkça, arzu, yakınlık ve aşkın sınırlarını ayırt etmek gittikçe zorlaşır.
Len Wiseman tarafından yönetilen gerilim ve aksiyon türündeki Ballerina, John Wick serisiyle bağlantılı olan ve üçüncüyle dördüncü filmin arasında geçen olayları anlatıyor. Ana de Armas, Anjelica Huston, Gabriel Byrne ve Keanu Reeves gibi oyuncu kadrosuyla vizyona girecek film, Levent Paribu Cineverse Kanyon Sineması’nda gerçekleşen ön gösterimde izleyicilerin yoğun ilgisiyle karşılaştı. Ballerina, balerin ve suikastçı olan Rooney’in ailesini öldürenlerden intikam almasını konu ediyor. Rusya’daki bir balerin – suikastçı yetiştirme okulunda büyümüş, ölümcül bir katil olan Rooney, ailesinin intikamını almak için yeniden silahlara sarılır.
İstanbul Erkek Lisesi’nin 22 yıldır düzenlediği Altın Boğa Kısa Film Festivali kapsamında yapılan Kısa Film Yarışması’nın kazananların ödülleri verildi. Birincilik ödülünü, yönetmenliğini Bahar Karaca ve Irmak Güven’in yaptığı Yüzmek İçin Fazlasıyla Kirli filmi aldı. Türkiye’nin liselere yönelik ilk film festivali olma özelliğine sahip olan Altın Boğa Kısa Film Festivali, Paribu HUB’un ana sponsorluğunda bu yıl 22. kez düzenlendi. İstanbul Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ceyhan Kandemir genel koordinatörlüğünde gerçekleştirilen festivale 50’si Türkiye, 200’ü ise başta İran, Amerika ve Hindistan olmak üzere yurt dışından toplam 250 film başvurusu yapıldı.
Mehmet Emin Yıldırım’ın yönettiği ve Gürgen Öz, Özlem Çınar, Sadi Celil Cengiz ile Yiğit Çelebi’in oynadığı Kul: Dilemma, önümüzdeki aylarda ????? dağıtımıyla Lil Yapım tarafından vizyona çıkarılıyor.
Yiğit Çelebi, İstanbul’un arada kalmış mahallelerinden birinde, sıradan ama içine kapanık bir hayat sürmektedir. Mahallelinin gözünde sessiz bir market işletmecisidir ama içinde büyük yükler taşımaktadır. Bir gece mahallenin sokaklarında geçmişten gelen bir yüzle karşılaşır: Çocukluk arkadaşı, aynı zamanda abisinin yakın dostu Fosfor. Bu sıradan karşılaşma, Yiğit’in iç dünyasında büyük bir kırılma yaratır. İki adam, geri dönüşü mümkün olmayan bir yola girer.
Karşıyaka Belediyesi ve Kültürlerarası Sanat Derneği iş birliğiyle Çatı Bostanlı’da düzenlenen 3. İzmir Edebiyat ve Sinema Buluşması, 30 Mayıs 2025 Cuma akşamı “Hüseyin Rahmi Gürpınar’dan Korku Sinemasına” başlıklı söyleşi ve ardından Cadı filminin gösterimiyle sona erdi. Etkinlikte yazar Selim İleri anıldı ve çeşitli gösterimleri yapıldı. Cadı filminde, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş günlerinde, bir dul olan Fikriye’nin zorla evlendirildiği Naşit Nefi Efendi ve yaşadığı köşk hakkındaki Cadı söylentilerinin ardındaki gizem anlatılıyor.
David Midell’in yönettiği ve Al Pacino, Dan Stevens, Ashley Greene ile Abigail Cowen’in oynadığı Son Ritüel (The Ritual), 30 Mayıs 2025’de CJ ENM dağıtımıyla Siyah Beyaz Movies tarafından vizyona çıkarıldı.
Son Ritüel (The Ritual), zor bir görevle karşı karşıya olan iki rahibin hikâyesini konu ediniyor. Birbirine zıt zorluklarla mücadele eden iki rahip ortak bir görevle karşı karşıyadır. Farklılıklarına rağmen, karanlık bir gücün ele geçirdiği genç bir kadına yardım etmek için birlikte çalışmak zorundadırlar. Birlikte yalnızca kadının hayatının değil, aynı zamanda kendi ruhsal kurtuluşlarının da tehlikede olduğu bir dizi tehlikeli şeytan çıkarma ayinine girişirler.
‘Yaseminin yanında yatan bir taş
Taşın altında bir hazine
Yolda duruyor baba
Aydınlık, aydınlık bir gün
Filiz vermiş akkavak ağacı
Çiçek açmış okka gülleri
Ve körpe ıslak çimen
Bir daha olmadım, öylesine mutlu
Mümkün değil geri dönmek, anlatılamaz
Nasıl mutluluk doluydu, o cennet bahçesi’
Tarkovski sinemasının özüne ve diline çok yakışan bir üslûpla bizzat aynı adı taşıyan yönetmenin oğlunun çektiği, oğuldan babaya incelikli bir saygı duruşu özelliği taşıyan ‘Andrey Tarkovski: Bir İbadet Olarak Sinema / Andrei Tarkovsky: A Prayer’ belgeseli, usta yaratıcının şair babası Arseny Tarkovski’nin bu dizeleriyle açılıyor.
‘Sanatçı tüm hayatı boyunca çocukluğundan beslenir, çocukluğunun özellikleri sanatının doğasını belirler’ diyen yönetmenin babasının evi terk etmesinden sonra annesi ile geçen çocukluğu, savaş yılları ve sonrasının açlık ve korku ile geçen zorlu günlerini perdeye taşıyan siyah – beyaz fotoğraflar devreye giriyor. Tarkovski 1975 yapımı üçüncü uzun metrajı ‘Ayna / Zerkalo’da çocukluğu ve annesi ile bağı hakkında söylemesi gereken her şeyi söylediğinin altını çiziyor. Film boyunca yer yer kendi sesinden de duyduğumuz yönetmenin zihninde gezinirken, onun anılarından ve düşlerinden hareketle savaşlar ve katliamlar çağının gerçekliğinden sıyrılıp sadece hissederek kavrayabileceğimiz sözcükler ve imgeler yoluyla özel bir evrene konuşlanıyoruz. ‘Ayna’da doğa Tarkovski sinemasında her zaman olduğu gibi bir gizem unsurudur. Yönetmenin annesine dair en güçlü imge olarak hatırladığı sahnede, çitin üstünde sigara tüttüren kadın eşinin geri dönmesini bekliyordur.
Arseny Tarkovski evden gittiğinde henüz 3 yaşında olan sanatçı, babasıyla ilişkisi sürmesine rağmen, savaşın zorlu koşullarında piyano eğitimi aldığı müzik okulunu bitirmesine ve resim kurslarına devamını sağlayan annesi olmasa asla bir film yönetmeni olmayacağını ifade eder. Mezuniyet filmi olan ‘Silindir ve Keman / Katok i Skripka’ (1960) ‘dünyamızı aşkın olan başka dünyaya bağladıklarına inandığı’ çocukluk başroldedir. Kruşçev dönemindeki yumuşamanın da etkisiyle sinema dünyasında profesyonel kariyerine adım atan Tarkovski’nin ilk uzun metrajı ‘Ivan’ın Çocukluğu / Ivanovo Detstvo’ (1962), İkinci Dünya Savaşı’nda babasını kaybetmiş, annesi ve kız kardeşi Naziler tarafından kurşuna dizilmiş 12 yaşındaki kimsesiz Ivan’ın Kızıl Ordu için düşman hatlarında mücadelesini anlatır. Vladimir Bogomolov’un kısa öyküsünden beyazperdeye uyarlanan, bir çocuğun gözünden harbin yıkıcı yüzünü soğukkanlılıkla gözler önüne seren şiirsel filmde ‘savaşın kazananı yoktur, bir savaşı kazansak bile içinde yer aldığımız için zaten kaybetmiş sayılırız’ mesajı zihinlere kazınır.
1964 – 1966 yılları arasında çektiği ikinci uzun metrajı ‘Andrey Rublev’, 15. yüzyıl başlarının kıtlıklar ve iç çekişmeler arasında zanaatını icra etmeye çalışan ikona ressamının hayatı üzerinedir. İlk başlarda insanlığın kötülüğün aşma gücüne inanan Rublev, kanlı saldırılara tanıklık ettikten sonra insanlığa inancını yitirerek sessizlik yemini eder, konuşmayı ve resim yapmayı tamamen bırakır. Siyasi baskıların ve sansürün görece azaldığı Kruşçev döneminin ardından müdahalelerin tırmandığı Sovyetler Birliği’nde Rublev’i baskıcı bir rejimde sanatsal özgürlüğün temsili olarak sunan Tarkovski, kültürün din olmadan var olmayacağına inancında ısrarlıdır. Bir keşiş olan ve tüm varlığı ile dünyeviliğe karşı olan Rublev’in öyküsünün Hristiyan maneviyatı Sovyet makamlarını kızdırırıp, Rusya’nın mezalim tasvirleri milliyetçilerin tepkisini çekerken, film 5 yılı aşkın süreyle rafa kaldırılacaktır. Tarkovski kendisini zor günlerin beklediğini anlamıştır.
Yönetmenin 1972 yapımı bir sonraki eseri ‘Solaris / Solyaris’in Stanley Kubrick’in ünlü ‘2001: A Space Odyssey’ine (1968) bir karşılık olarak Sovyetler Birliği’nce devreye sokulduğu rivayet edilir. Stanislaw Lem’in aynı adlı romanından uyarlanan film, bütün yüzeyi bir okyanusla kaplı Solaris gezegeninde olup bitenleri inceleyen uzay istasyonu Promotheus’un Dünya ile irtibatının kopması sonucu uzay adamı Chris Kelvin’in üsse gönderilmesiyle başlar. Ancak bu bir Tarkovski yapıtıdır ve bu yolculuk kısa özetin vadettiği bir maceranın hikâyesi değildir. Kelvin içinde yüzdüğü gizemli Okyanus ile iletişim kurmaya çalışırken, üssün kendi dışındaki mürettebatı gibi benliğinin karanlık geçmişi ile yüz yüze gelir. Rüyalar ve sanrılar arasında vicdanı ve geçmişi ile yüzleşmesi insan varoluşuna dair bir yolculuğa dönüşür. Artık ‘eve dönüş’ mümkün müdür?
Tarkovski’nin bundan sonraki yolculuğu, bir göktaşından kaldığına inanılan kalıntıların bulunduğu, fizik yasalarının geçerli olmadığı, tanımlanamayan ve tekinsiz görünen bir alan olan ‘Bölge’ye olacaktır. 1979 yapımı ‘İz Sürücü / Stalker’ herkesin dileklerinin gerçekleşeceği rivayet edilen bir odaya ulaşmak için biri Yazar diğeri Profesör iki kişiye rehberlik yapmak üzere ‘Bölge’ye gidecektir. İnsanın derinliklerine, maneviyatına doğru bir yolculuğa dönüşecek olan film, Tarkovski’nin şiirsel diliyle çok katmanlı insan varoluşuna dair güçlü bir sorgulamaya dönüşür. Sanatçının anavatanında çekebildiği son filmidir bu. Bundan sonra tıpkı Solaris’in ana karakteri gibi eve dönüşü mümkün olmayan vatan hasreti ile yaşayacaktır.
Sovyetler Birliği’ndeki baskı ve sansüre dayanamayan sanatçının ülkesi dışında ilk çektiği film olan ‘Nostalji / Nostalghia’, Tarkovski’nin dehası ile tanıştığımız ilk film olması nedeniyle biz İstanbullu genç sinefiller için büyük önem taşır. 1984 yılının Nisan ayında –henüz festival adını almamış- ‘İstanbul Sinema Günleri’nde gösterilen filmin hepimizin aklını başından aldığını çok iyi hatırlıyorum. Çekimlerin yapıldığı Toskana bölgesinde geçen yapımda, 18. yüzyılda yaşamış, yurdundan uzak düşmüş Rus bestecinin izini süren bir yazarın anlam arayışını izleriz. Bestecinin izinde Rusya kırsalından Toskana’ya varan yazar melankoliye kapılarak çevresine, yurduna hatta kendisine yabancılaşır. Köylünün deli olarak adlandırdığı sokak filozofu ile tanışan yazar, adamın deli değil inançlı olduğuna, Domenico’nun insanlığın kurtuluşu için kendini feda ettiğine tanıklık eder.
Tarkovski’nin son durağı İsveç’tir. 1986 yapımı ‘Kurban / Offret’nin çekimleri sırasında son evre kanser teşhisi konmuştur. Televizyondan nükleer bir çatışmanın haberini alan son filminin ana karakteri orta yaşlı entelektüel akılcılığını bir kenara bırakarak dua etmeye başlar. Savaşın sesleri ile birlikte kıyametin yaklaştığını tasavvur eden Alexander, Tanrı ile bir anlaşmaya girişir. Dünyadaki yaşamın sona ermemesine karşılık dilinden ve dünyevi her şeyden feragat edecektir. Sanatçı kendi sonunun yakınlığının ve ‘Kurban’ın son filmi olduğunun farkındadır. Tüm olumsuz koşullara rağmen filmini ‘umut ve güvenle’ oğluna ithaf eder. Film çaresizlik ve umut arasındaki ince bir çizgide ilerlese de Tarkovski son filminin final sahnesini umuda yelken açarak kapatır. Sanatın anlamının Yaradan’a ibadet olduğunu ifade eden büyük usta ‘benim ibadetim başkalarının ibadetine dönüştüğünde, sanatım içtenlikle onların olur’ diyerek sözünü tamamlamıştır artık.
Kadıköy Sinematek / Sinema Evi’nin mevsim sonu kapanış programı çerçevesinde, sinema ve düşün tarihinin büyük yaratıcısının eşsiz külliyatını 10 – 27 Haziran tarihleri arasında beyazperdede izleme şansına erişebilirsiniz.
(06 Haziran 2025)
Ferhan Baran
ferhan@ferhanbaran.com
Puruli Kültür Sanat tarafından, herkesin kültürel yaşama katılma hakkına sahip olduğu gerçeğinden yola çıkarak ve “Bir arada film izlemek mümkün” sloganıyla on üçüncükez düzenlenen Engelsiz Filmler Festivali’nin Kısa Film Yarışması’nda ödüller, 29 Mayıs Perşembe günü Ankara’da Goethe – Institut salonunda gerçekleşen ödül töreninde sahiplerini buldu. Tören, canlı işaret dili, sesli betimleme ve İngilizce tercüme eşliğinde erişilebilir olarak gerçekleştirildi.
Engelsiz Filmler Festivali 2025’te Ödüller Sahiplerini Buldu yazısına devam et