Etiket arşivi: Ferhan Baran

Medeniyet Kalkanı Tuzla Buz Olduğunda

ABD’nin genlerinde kazılı toplumsal gerilimin harlanması yeni bir iç savaşın nedeni olabilir mi? Alex Garland Amerikalıların bilinçaltına yerleşmiş bu ezeli korkunun hikâyesini eşelemek istemiş. ‘İç Savaş / Civil War’ bu açıdan yakın geleceğin distopyasını perdeye taşırken, siyasi kutuplaşmanın benzer toplumlar için ne denli yıkıcı olabileceğinin altını çiziyor.

Üçüncü dönem liderliğini sürdüren ABD başkanının tedirgin ulusa sesleniş konuşmasının provası ile açılıyor film. FBI’ın feshedilip ordunun muhaliflere karşı kullanıldığı iç savaş ortamında başkanın ‘artık zafere hiç olmadığımız kadar’ deyişine kendisinin de inanmadığı ayan beyan ortadadır. Öyle ya Batı Kuvvetleri adı altında organize olmuş isyancı gruplar ortalığı yakıp yıkarak Washington D. C.’ye doğru ilerlemektedir. Ateş ve kan bulutunun göbeğinde haber yapmaya çalışan farklı kuşaklardan dört gazetecinin başkente yolculukları eşliğinde bizler de olan bitenin izini sürmeye koyuluruz. New York’un üzerinde dumanlar yükselirken deneyimli savaş muhabirli Lee Smith’in (Kirsten Dunst) arzusu başkent düşmeden 14 aydır röportaj vermemiş başkanla konuşabilmektir. Meslek hayatında nice badireler atlatmış, tanıklık ettiği sayısız katliamın ağırlığı yüz hatlarına yansımış olan Lee, araba yolculuğunun beklenmeyen misafiri gencecik Jessie’ye (Priscilla filminden hatırladığımız Cailee Spaeny) göz kulak olmak, onun bir nevi ebeveynliğini üstlenmek durumunda kalacaktır.

’28 Gün Sonra / 28 Days Later’, ‘Gün Işığı / Sunshine’ gibi Danny böyle filmlerinin senaryosunda imzası bulunan Garland ilk yönetmenlik denemesi ‘Ex Machina’ ile yönetmenliğe parlak bir giriş yapmış, onu takip eden çok başarılı bilim – kurgu denemesi ‘Yok Oluş / Annihilation’ın ardından geçtiğimiz yıl bizde de gösterime giren toksik erilliğin şiddet çeşitlemeleri üzerine çizgi dışı çalışması ‘Adamlar / Men’ ile izleyiciyi ikiye bölmüştü. ‘İç Savaş’ İngiliz asıllı yönetmenin bağımsız ruhunu koruduğu ancak ana akım sinemaya daha fazla göz kırpan son çalışması. Filmde bir yandan, yıllardır uzak diyarlarda kaotik savaşları tetikleyen ABD’nin kendi topraklarında dehşet ve kaosu deneyimlemesine, New York 5. Cadde’de bombaların patladığı, Beyaz Saray’ı hedef alan isyancı kuvvetler ile başkanın adamları arasında seyreden kanlı iç savaşın distopik kurgusuna; öte yandan savaş muhabiri gazetecilerin toplumu ve dünyayı haberdar kılmak arzularına, görev bilinci ve dayanılmaz tutkularına tanıklık ediyoruz. Garland her iki tarafın da sevmediği, hatta başkentte polisin gördüğü yerde vurduğu söylenen gazetecilerin aralarındaki ilişkiyi önemsemiş; olan biteni ‘başkaları sorgulasın diye kayda alan’ deneyimli Lee ile kaotik şiddet ikliminden beslenen şöhret peşindeki Jessie arasındaki alışverişi Robert Altman’ın ünlü klasiği ‘Nashville’in finalini andıran müthiş bir sekans ile sonlandırırken ABD’nin pragmatik ruhuna keskin bir neşter atmayı becermiş. Oyunculuk, kurgu ve görüntü yönetimi de gayet başarılı.

‘İç Savaş’ özellikle finaldeki baskın bölümüyle Hollywood aksiyonlarının izini süren ana akım izleyiciyi tatmin ediyor kuşkusuz. Buna karşılık bir Amat Escalante filmini aratmayacak ölçüde (‘Heli’yi düşünün meselâ) şiddet içeriyor. Yıllardır Güney Amerika’nın ve Orta Doğu’nun mazlum ülkelerinde tezgâhlanan toplu kıyım, işkence ve savaş ortamını bumerang misali sahibine pas eden bu ilgiye değer çalışma, medeniyet kalkanı tuzla buz olduğunda toplumsal kutuplaşmanın ülkeleri ne hallere düşüreceğine ilişkin korkularımızla bir kez daha yüzleştiriyor bizleri.

(22 Nisan 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Her Savaş Yıkımdır, Ölümdür: İç Savaş

Savaşlar neden çıkar? Örneğin siz, neden savaşırsınız (veya neden savaşa karşısınız?) Ülkeler arası savaşlar, iki ülkenin egemenliğini belirlemek için çıkarılırken iç savaşlar kimin egemenliği için çıkıyor? Benzeri onlarca soru sorulabilir. Ütopya güzellikleri, mutlulukları, ferah bir yaşamı anlatıyorsa distopya tam tersine, şiddeti, çirkinlikleri, zorlukları ve daha da kötüsü “yaşamın bitişi”ni anlatıyor. Bu kez “İç Savaş”ta, aslında pek de uzak görünmeyen bir gelecek anlatılıyor ve tabii, distopya.

Alex Garland, yeni filmi “İç Savaş”ta, ABD’nin 19 eyaletinde başlayan ve giderek ülkeyi saran bir öngörüyü yazmış ve çekmiş. Film ve öyküsü, aslına bakılırsa hiç de hayal gibi gelmiyor, “olmaz” dedirtmiyor. Çok değil, birkaç yıl önce yaşananları aklınıza getirdiğinizde küçük ama etkili “provaları”nın yaşandığını anımsarsınız.

Gazetecilik öyküsü…

Film, üç gazetecinin savaşın ortasında başkente, Beyaz Saray’a ulaşıp Başkanla röportaj yapması isteği aslında. Film, sadece bu üç gazeteciye değil, savaşın önlenemez kötülüğüne, yaşamı yerle bir edişine, insanların (ayrımcılık ve ötekileştirmenin de yükselmesiyle) öldürülüşüne odaklanıyor.

Savaş neden çıkmış, şiddet neden bu kadar yükselmiş, savaşmayan eyaletlerde yaşam nasıl sakin kalabilmiş gibi soruların yanıtlarını izleyici kendisi verecek, vermeli, çünkü Alex Garland buralara hiç değinmemiş. Sadece Başkanın, “vatan bölünmez, bayrak inmez” sözünü duyuyoruz. Sahi, bu söz bizde de çok kullanılıyor. Geleceği mi gösteriyor dersiniz?

Üç fotoğrafçı ve iki muhabir, haber atlatmak niyetini de barındıran bir zorlu yolculuğa çıkıyor. Savaş fotoğrafçısı Lee, (Kirsten Dunst), savaş muhabiri Joel (Wagner Moura), yaşlı muhabir Sammy (Stephen Henderson) ile savaş fotoğrafçısı olmak isteyen Jessie (Cailee Spaeny) hem birbirlerini korurlar hem de yıllarca benzer cephelerde benzer olaylar içinden geçtiklerinden duygularını yitirmiş gibi gözükseler de içten içe savaşa lanet okurlar.

Savaşın kötülüğü…

Esir alınanların neden işkence gördüklerinin yanıtı yoktur, aslında savaşın da yanıtı yok ya… Askerler sırf renginden ötürü, farklı ülkelerden geldikleri için, sadece karşı tarafta bulunmaları nedeniyle acımasızca öldürüyor insanları. Şu an dünyanın birçok bölgesinde çeşitli savaşlar yaşanıyor; insanlar ölüyor, öldürülüyor… hiç sordunuz mu: Neden? Ukrayna – Rusya, Filistin – İsrail, Azerbaycan – Ermenistan (aslında değil ama) diyelim ki iki ülke arasındaki savaşlar… Peki Suriye’deki, Irak’takiler? “İç Savaş” filmi Amerika’yı anlatıyor diye bizim hiç umursamamamız mümkün mü? Savaş burnumuzun dibinde.

Film savaşın acımasızlığını, olağanüstü siyah beyaz fotoğraf kareleriyle de destekliyor. Bir küçük ayrıntı, ilginç kuşkusuz, film kullanıyor Jessie. Evet, evet, eskiden banyo edilen, karta basılan negatif film çekiyor. İyi bir gönderme… Yakın plan savaş görüntüleri ve kurgusu çok güçlü filmin bir artısı da o duyguyu yükselten müziği…

19 Nisan’dan başlayarak gösterimde…

(17 Nisan 2024)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Ozu’ya Adanmış Mükemmel Bir Film

Wim Wenders’in 76. Cannes Film Festivali’nde dünya prömiyerini yapmış olan son başyapıtı ‘Mükemmel Günler / Perfect Days’* adını Lou Reed’in tanınmış şarkısından (‘Perfect Day’) almış. 2013 yılında kaybettiğimiz ünlü rock müzisyeni bu ölümsüz bestesinde sevgili ile parkta sangria içtikleri, hayvanat bahçesinde hayvanları besledikleri, daha sonra bir film izleyip eve döndükleri mutlu bir günü anlatır. Wenders’in filmi umumi tuvaletleri temizlemekle görevli kamu işçisi Hirayama’nın harika yaşamından 12 günün incelikli detaylarının izini sürüyor.

Birçok yapıtında şehirlerden esinlenen usta sinemacı bu kez “Tokyo Tuvaleti” adında gerçek bir kentsel yenileme projesinden esinlenerek hem gayet şiirsel hem de dokunaklı bir filme imza atmış. İşini son derece titizlikle, kendini vererek ve gururla yapan orta yaşlı adam ahenkli rutinini, özenle yinelediği eylemlerini bir sanata, çevresiyle uyumlu bir geleneğe dönüştürmüştür. Mütevazi evinde gün doğmadan kalkar, yatağını toplar, bitkilerine özenle su verir. Evin kapısından çıktığında yeni güne şükreder. Temizlik araç gerecini yüklediği minivanı ile trafiğe çıktığında eski müzik kasetlerini dinleyerek yola koyulur. Öğle molasında oturduğu parkta asırlık ağaçların dibinde bitmiş filizleri kağıttan muhafazalar içinde yanına alır. Eski model fotoğraf makinası ile yaprakların rüzgârda zarifçe salınışını fotoğraflar. İş bitiminde eve dönerken uğradığı alt geçit çarşısında karnını doyurur. Yatmadan önce küçük odasını boydan boya kaplayan kütüphanesinden bir kitap alır, William Faulkner’ın bizde ‘Çılgın Palmiyeler’ olarak bilinen ‘Wild Palms’tan okur biraz, sonra uykuya dalar. Siyah – beyaz rüyalarında günden kalan imajlar dışavurumcu bir estetikle perdeye yansır.

Hirayama’nın mükemmel günleri böylece sürüp gider. Japon sinemasının yıldız oyuncularından Kôji Yakusho geçtiğimiz yıl Cannes’da en iyi erkek oyuncu ödülüne layık görülen performansıyla filmi çok az diyalogla neredeyse tamamen sırtlanıyor. 70’li 80’li yılların müzik kasetlerinden yükselen unutulmaz şarkılar onun kelimelere dökmediklerini anlatıyor bizlere. ‘House of the Rising Sun’ın (The Animals) tınılarıyla açılan film, Patti Smith, Otis Redding, The Rolling Stones, The Kinks, Van Morrison’dan ezgilerle besleniyor. Lou Reed’in başta sözünü ettiğimiz ünlü bestesinin ardından filmi noktalayan Nina Simone şarkısı ‘Feeling Good’ filmin temel mesajını müzik aracılığı ile vurguluyor. Hirayama her biri teknolojik sanat yapıtı gibi olan umumi tuvaletleri özenle temizlerken beklenmedik karşılaşmalar bizi kısa süreliğine onun geçmişine götürüyor. Wenders bu geçmişi kaleme almış olmasına ve baş oyuncusuna anlatmış olmasına karşın izleyiciye detay vermiyor, yaşamı sanat düzeyine çıkarmış adamın geçmiş hikâyesini izleyicinin hayal gücüne bırakmayı tercih ediyor. Hedefi müzik kasetleri, ağaçlardan süzülen günışığı, kitaplar gibi günlük hayatın ufak mucizeleriyle varoluşumuzun güzelliklerini keşfe çıkmak, sakin bir mutluluk arayışının izini sürmektir. 80’li yaşlarına yaklaşan Alman asıllı sinemacı bu noktada hayranı olduğu ve yıllar önce hakkında bir belgesel çektiği (‘Tokyo-Ga’, 1985) Japon sinemasının büyük ustalarından Yasujiro Ozu’ya adanmış bir şaheser ‘Mükemmel Günler’. Köprü üzerinde iki bisikletlinin yer aldığı sahne ‘Tokyo Story’ye, yaprakların rüzgârda zarifçe salınımı Ozu’ya ve yaşama şükredişin bir ifadesi olarak gönülleri okşuyor.

*Bu güzel film Filmekimi’nin ardından, Wenders ve Yakusho’nun ziyaretleri kapsamında 43. İstanbul Film Festivali’nde yeniden programlanmış. 23 Nisan Salı 13:30 Kadıköy Sineması’nda, film ekibinin katılımı ile 27 Nisan Cumartesi 19:00 Atlas 1948 Sineması’nda gösteriliyor.

(16 Nisan 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

İKSV Festivallerinde Çizgi Dışı Bir Müzisyen: Dimitris Skyllas

İstanbul Film Festivali’nin sinemaseverler ve müzik tutkunları için paha biçilmez nitelikteki özel bölümlerinden ‘Musikişinas’ 43. yaşında festivalde tekrar yerini alıyor. Talking Heads’in Hollywood Pentages tiyatrosundaki efsanevi gösterisini Jonathan Demme imzalı ‘Stop Making Sense’, ünlü Japon besteci üzerine Neo Sara imzalı ‘Ryuichi Sakamoto / Opus’, 18. yüzyıl İtalya’sında manastırda pop müziği icat eden bir grup genç kadın müzisyenin hikâyesini anlatan Margherita Vicario filmi ‘Gloria!‘, Fransız yönetmen Anne Fontaine imzasını taşıyan yirminci yüzyıl Paris’inin altın çağında Maurice Ravel ve unutulmaz eseri üzerine odaklanan ‘Boléro’ bu bölümün ilham verici yapıtları olarak izlenmeyi sürdürüyor.

Dünya prömiyerini geçtiğimiz Kasım ayında Selanik Film Festivali’nde yapmış olan Dimitris Zivopoulos imzalı seçkinin sürpriz filmi ‘Dimitris Skyllas: Afterpop’* ise Yunanlı çağdaş besteci Skyllas’ı henüz tanımamış ülkemiz müzik insanları için kaçırılmaz bir keşif olacağa benzer. 35 yaşındaki müzik adamının yaratıcılık sürecine bakış atan film 21. yüzyılda genç bir bestecinin Pelion dağının pastoral yamaçlarından ‘Barbican Centre’ın devasa sahnesine uzanan serüvenini izliyor. Bir yandan ritüellere bağlı bir müzisyen, bir yandan partilerin aranan yüzü, zamanımızın klasik müziği diye bir şey var mı sorusunu sorarken, film konuya taze ve kişisel bir bakış açısı getiriyor. Kronolojik ilerleyen film, Dimitris Skyllas’ı BBC Senfoni Orkestrası tarafından sipariş edilen senfonik yapıt ‘Kyrie Eleison’un yazımından icrasına tüm süreç boyunca mercek altına alıyor. Yapıtın iskeletinin nasıl adım adım inşa edildiğini, sadece bir kalem ve kâğıtla çıkan ilk notadan besteci, orkestra şefi ve 90 müzisyenin bir araya geldiği provaya nasıl ulaşıldığına tanıklık ediyoruz.

İKSV izleyicisinin Skyllas ile randevusu 43. İstanbul Film Festivali ile sınırlı kalmıyor. Bestecinin sipariş üzerine yazmakta olduğu son yapıtı ‘Son İlahi / The Last Anthem’in 52. İstanbul Müzik Festivali’nde ilk kez izleyici karşısına çıkması bekleniyor. ‘Kökler’** teması adı altında bu topraklarda geçmişten günümüze yaşamış farklı halkların, dillerin, dinlerin kültürel zenginliğine odaklanan projenin ilk bölümünde seslendirilecek olan eser Türkiye ve Yunanistan toplumlarını derinden etkileyen mübadeleyi 100. yılında anmayı amaçlıyor. Skyllas ‘Son İlahi’yi ‘mübadillere adanmış çağdaş bir ağıt; şefkatin ve kültürel kardeşliğin müzikal bir sembolü ama en önemlisi, kayıplar ve acılar karşısında coğrafi ve etnik kökenlerden bağımsız, hepimizin aynı olduğunun anımsatıcısı’ olarak tanımlıyor. SATB koro, trombon, akordeon, perküsyon ve org için yazılmış eserin dünya prömiyerini kurucu şefi Burak Onur Erdem yönetimindeki Rezonans Korosu ile Maria Deli, Tolga Akkaya, Maria Deli, Müşfik Galip Uzun ve Lena Şenol’dan oluşan bir ekip hazırlıyor.

* ‘Dimitris Skyllas: Afterpop’ 23 Nisan Salı 21:30 (film ekibinin katımıyla) ve 24 Nisan Çarşamba 13:30 seanslarında Nişantaşı City’s Cinewam Sineması 3 no’lu salonda gösteriliyor

** ‘Kökler’ projesinin dünya prömiyeri 11 Haziran Salı 21:30’da Deniz Müzesi’nde gerçekleşecektir.

(15 Nisan 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Rekabetçi Düzenin Laneti

Profesyonel Amerikan güreşi dövüş ve güreş ögeleri içeren resmi ve gerçek bir rekabet sporudur. Bildiğimiz Türk usulü güreş stillerinden çok farklı olarak sakatlayıcı darbelere müsamaha gösterilen hayli sert bir gösteri formudur. Amerikan bağımsızlarından Sean Durkin’in gerçek bir yaşam öyküsünden yola çıkan son filmi ‘Demir Pençe / The Iron Claw’ ’70 sonlarından 90’lı yıllara uzanan süreçte Amerikan güreş tarihine damgasını vurmuş bir ailenin hikâyesini anlatıyor. Baba Jack Adkisson 5 yaşındaki ilk oğlunu talihsiz bir kaza sonucu kaybetmiş, ailenin üzerine çöreklendiğine inandığı lanetten kurtulmak için Nazi esinli Fritz von Erich adını alarak rakiplerine korku salıp en büyük olmanın peşine düşmüştür. 50’li yılların sonlarında ringlerde fırtına gibi esmeye başlamış, ancak sağ avucu ve parmaklarıyla rakibin alnına baskı uygulayarak pes ettirmeyi amaçlayan kendine özgü ‘demir pençe’ hareketi ile Texas fatihi olmasına karşın dünya şampiyonluğu altın kemerine ulaşamamıştır. Ağzından düşürmediği ‘dünyanın en güçlüsü olursak kimse bize zarar veremez’ mottosundan hareketle ve karşı konulmaz baba baskısıyla dövüş mirasını boy boy dört von Erich’e devredecek, ancak ringde yaşanan kazalar ve beklenmedik talihsizlikler aile bireylerini bir trajedi yumağının içine sürükleyecektir.

Dönem neoliberal rüzgârların estiği yıllardır. Cannes’da dünya prömiyerini yaparak ödülle dönen 2011 yapımı ilk uzun metrajı ‘Martha Marcy May Marlene’ ile sinema evrenine giren Durkin, pandemi etkisiyle çok izlenemeyen 2020 yapımı ‘Yuva / The Nest’de hırslı bir borsacının ailesini sürüklediği yıkımı 80’li yıllar Thatcher İngiltere’si fonunda anlatmıştı. Bu kez ‘derin Amerika’da geçen hikâye rekabetçi düzenin gözünü kör ettiği babanın neden olduğu yıkıma eğilirken toplumsal eleştiriden ziyade yoğun bir aile dramına odaklanıyor. Yabancı bir eleştirmenin hınzır deyişiyle ‘yılın ağır sıklet melodramı’nda profesyonel sporların en zahmetlisinden sert sahneler izliyoruz. Yaşanan kayıplar ardından anne Doris Tanrı’ya ve kiliseye sığınmayı sürdürürken, ölüme meydan okumaya kararlı baba yumruk gücünden, toksik erkeklikten medet umuyor. Olan boy boy çocuklara oluyor. Anne tarafından özenle korunan, babanın güçlü olmaları için gece gündüz antrenmana koştuğu oğlanlar hayat karşısında donanımsız büyüyememiş yetişkinlere dönüşüyor. Amerikan kapitalizminin baş tacı ettiği ataerkil aile düzeni böylece yaşanan kâbusun tetikçisi haline geliyor.

(24 Mart 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Yarışmak Değil Koşmak İstiyorum

Adını Helen dilinde ‘genç adamın yurdu’ anlamına gelen Kaz dağları yakınındaki aynı adlı antik kentten alır ‘Neandria’. Yeni yetmelerin dünyasına duyarlılıkla eğilmiş, onların sıkışmışlıklarını aşarak özgürlüğe yelken açmalarının şiirini yazmış olan Reha Erdem’in özlenen sinemasının bu son örneği, mekân olarak Çanakkale’nin Ezine ilçesine bağlı Kayacık köyüne götürür bizleri. Antik kent kalıntılarının eteğinde bulunan yoksul köyün civarında dağ bayır koşan gencecik Suna ile tanışırız önce. Babanın çekip gittiği köy evinde annesi ile birlikte yaşayan geç kız atletizm yarışmalarına hazırlanmaktadır. Annesi onun yarışlarda başarılı olmasını içinde debelendikleri yoksulluk çukurundan çıkabilmek için fırsat olarak görse de o ‘yarışmak’ değil yalnızca ‘koşmak’ ister.

Köyün genç çocuklarından Mako ayyaş babaya ve üstüne üstüne gelen dünyaya isyanını rap şarkılarıyla dile getirir. Wes Anderson filmlerinden fırlamışa benzeyen daha küçük Filiz ise youtube kanalına köyden haberler ekleme derdindedir. Ama buralarda kayda değer bir şeyler olmuyordur ki! Televizyon ekranından iklim felâketleri izlenir ancak gerek ekolojik gerekse insan ilişkileri anlamında dünyanın dört bir tarafında ne yaşanıyorsa bu köyde de aynı şeyler yaşanmaktadır. Erdem’in ‘Kosmos’undan kopup gelmişe benzeyen sahte imamın gözyaşlarına karışan müdahalesi de pek fayda vermez. Köy arazisine yapılacak olan taş ocağı doğayı tahrip edecek, suyu kirletecektir. İnşaat izni bile alınmadan ortaya çıkan dozerlerin patırtısı çocukların şen şarkılarını bastırmaya başlamıştır bile.

Tarih okumak isteyen Suna’nın ve genç kuşakların işi zordur ancak açmazlarını, sıkışmışlıklarını kendi çabaları ile aşmak için koşuyu sürdürmek zorundadırlar. Reha Erdem’in erdemli sineması en başından beri bu umudun peşinde, aşkın bulunmadığı yerde aşkın izini süren o genç insanların yanındadır. Hayat’ın İstanbul varoşlarındaki karşı duruşundan Jîn’in ülkenin uzak doğusundaki dağlarından yankılanan isyanına, ‘Koca Dünya’nın kimsesiz çocuklarının dayanışma çabalarına Çanakkale’nin köyünden Suna’nın, Mako’nun, Filiz’in umut dolu itirazları eklenir.

Erdem’in genç oyuncuları yönetmekteki becerisine bir kez daha şapka çıkarır, Suna’ya hayat veren Deniz İlhan’a, Mako’da ‘Aşk Yok’, ‘Hiç’, ‘Yıkamadım’ gibi gibi kendi yazdığı sözleri yorumlayan rapçi Izzy’ye alkış tutarız. Yönetmenin değişmez çalışma arkadaşı Florent Herry’nin görüntüleri yine birinci sınıftır. Alican Çamcı’nın çağdaş müzik çalışması çok etkileyicidir. Kurguyu bir kez daha üstlenmiş olan Erdem, Japon usta Ryûsuke Hamaguchi’nin ‘Kötülük Diye Bir Şey Yok’ta yaptığı gibi Godard’vari kesmelerle müziği aniden susturur, duygusallığın tuzağına düşmeden yerleşim bölgesini bekleyen tehlikeyi her daim hatırlatır.

Ön jeneriğin başında ‘ekolojik anlamda sürdürülebilir koşullar sağlanarak çekilmiştir’ ibaresine uygun bir çalışma ile her anlamda ekolojik dengeyi gözeterek kotarılmış olan ‘Neandria’ başarılı bir Reha Erdem filmi olmanın yanı sıra ülkemizin ilk ‘yeşil filmi’ olarak izlenmeyi hak ediyor.

(22 Mart 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

43. İstanbul Film Festivali’nde Berlinale Rüzgârları

İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından 17 – 28 Nisan tarihleri arasında düzenlenecek olan 43. İstanbul Film Festivali’nin hazırlıkları tüm hızıyla sürüyor. Festival her yıl olduğu gibi bu yıl da Berlinale resmi seçkisinde yer alan filmlere yer veriyor. Şubat ayında gerçekleştirilen 74. Berlin Film Festivali’nden kimi ödüllü öne çıkan sekiz yapım ülkemizde ilk kez izleyici karşısına çıkıyor.

Bunlardan Gümüş ayı ödülünü kazanan ‘Bir Gezginin İhtiyaçları / A Traveler’s Needs – Yeohaengjaui Pilyo’ festivalde tüm filmlerini sıcağı sıcağına izleme fırsatını yakaladığımız Güney Koreli auteur yönetmen Hong Sang-soo imzasını taşıyor. Sinemacının üçüncü kez çalıştığı Fransız sinemasının ikonlarından Isabelle Huppert’in yer aldığı filmde nereden geldiğini ve niçin Uzakdoğu’da olduğunu bilmediğimiz orta yaşlarda yabancı bir kadının günlük rutinini, geçimini sağlamak üzere Koreli öğrencilerine kendi usulünce Fransızca öğretme çabasını izliyoruz.

Festivalden en iyi yönetmen ödülü ile dönen Nelson Carlos De Los Santos Arias imzalı ‘Pepe’nin aydınlanmalar ve hüzünler arasında yoğun bir kapitalizm eleştirisi içeren öyküsü ile öngörülemez bir dünyaya ışınlanıyoruz. Sıra dışı bu filmin anlatıcısı Kolombiya ormanlarında katledilen Pepe adındaki bir su aygırının hayaleti. Filmin uzun isimli yönetmenini 38. İKSV festivalinde Jüri Özel Ödülü’nü kazandığı ‘Cocote’ filminden anımsıyoruz.

Berlin’de Jüri Ödülü’nün sahibi ‘İmparatorluk / L’Empire’ yine festivalden aşina olduğumuz, ‘İsa’nın Yaşamı / La Vie de Jésus’ (1997), ‘İnsanlık /L’Humanité’ (1999), ‘Flandres’ (2006) gibi ilk dönem filmleri ile bağrımıza bastığımız Bruno Dumont’un son çalışması. Fransız yönetmen TV dizisi olarak çektiği 2014 yapımı ‘Küçük Serseri / P’tit Quinquin’den beri hiç taviz vermeden sürdürdüğü kendine özgü mizahının son örneği. Bu kez Fransa’da doğan bebeğin gezegenler arası bir savaşa yol açış öyküsünü Hollywood uzay destanlarını tiye alarak anlatıyor.

Festivallerin ardından TRT 2’de birkaç kez yayına giren 2020 yapımı ‘Beyaz İneğin Türküsü’ ile tanıdığımız İranlı yönetmenler Maryam Moghaddam ile Behtash Sanaeeha ülkelerinde ev hapsinde oldukları için Berlin’deki dünya prömiyerine katılamadılar. Festivalden FIPRESCI ve Ekümenik Jüri Ödülü ile dönen ‘En Sevdiğim Pasta / Keyke Mahboobe Man – My Favourite Cake’ biri eşini kaybetmiş diğeri eşinden ayrılmış 70’li yaşlardaki emekli hemşire ve taksi şoförünün mutluluk öyküsü üzerine. Bu sıcacık ikinci bahar macerası festivalin en ilginç filmlerinden biri olmaya aday gözüküyor.

Fransız sinemasının tanınmış yönetmenlerinden Olivier Assayas’ın son filmi ‘Zamanın Dışında / Hors du Temps’ Berlin’den sonra sıcağı sıcağına ülkemizde gösterilecek olan bir diğer yapım. Pandemi sürecinde evlere kapandığımız dönemde sokağa çıkma yasağını aynı evde geçirmeyi tercih eden evli iki çifti izleyen film yönetmenin Fransa kırsalında geçirdiği karantina dönemi deneyimlerinden yola çıkarken çatışma ve tartışmalardan doğan mizah ile dramı ustalıkla bir araya getiriyor.

Moritanyalı yönetmen Abderrahmane Sissako Berlin’de ilgiyle karşılanan son filminde bir kadın öyküsüne soyunmuş. Sinemacının on yıl aradan sonra çektiği gözleme dayalı duygusal filmi ‘Siyah Çay / Black Tea’ düğün gününde ‘hayır’ı bastıktan sonra Fildişi Sahili’nden Guangzhou / Çin’e uzanan yeni hayatında yeni bir aşkın izini sürecek olan Aya’nın çizgi dışı öyküsünü anlatıyor.

Berlinale filmleri paketinde festivalde gösterilen yapımlardan ‘Gloria!’ bir müzikal tarihi yeni baştan hayal ederek 18. yüzyıl İtalya’sında manastırda pop müziği icra eden bir grup genç kadın müzisyenin öyküsünü anlatıyor. İtalyan yönetmen Margherita Vicario’nun imzasını taşıyan film İstanbul izleyicisine eğlenceli dakikalar vadediyor.

Kanadalı auteur yönetmen festival programına dahil olan son filmi ‘Yedi Tüller / Seven Veils’ de Richard Strauss’un ünlü operasının yeniden sahneleniş sürecini Jeanine adında bir tiyatro yönetmeninin gözünden aktarıyor. Egoyan filmine 1996’da sahneye koymuş olduğu kişisel ‘Salome’ serüveninden yola çıkarak kendi deneyimlerini kurmaca bir öyküyle beyazperdeye taşıdığı filminde Jeanine’i üçüncü kez birlikte çalıştığı Amanda Seyfried canlandırıyor.

(21 Mart 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

İktidar Çürütür

Amerikalı yazar Frank Herbert’in ilki 1965 yılında yayınlanan ‘Dune’ romanlar serisi zengin hayal gücüyle başta ‘Yıldız Savaşları / Star Wars’ serisi olmak üzere yedinci sanatın bilimkurgu şaheserlerine ilham kaynağı olagelmiştir. Metnin sinemaya uyarlanmasının çileli bir serüveni olmuş, 70’li yıllarda Alejandro Jodorowsky’nin ele almış olduğu proje, üzerinde yaklaşık üç yıl kadar çalışıldıktan sonra giderek büyüyen bütçe nedeniyle iptal edilmişti. David Lynch’in 1984 tarihli çevirimi de auteur yönetmenin en başarısız çalışması olarak kabul edilir. ‘Blade Runner 2049’ ile bilimkurgu alemine parlak bir imza koyan Kanadalı Denis Villeneuve, emrine sunulmuş geniş bütçe ile bu deli işine soyunmuş ve 2021 yılında dünya prömiyerini yapan ‘Dune: Çöl Gezegeni’ pandemi döneminin olumsuz koşullarına rağmen büyük ilgi ile karşılanmıştı.

Kanadalı sinemacının Hollywood senaryo yazarlarının tarihi grevine toslayarak gösterime girmesi 2024’e ertelenen devam filmi ‘Dune: Part Two / Dune: Çöl Gezegeni Bölüm İki’ Herbert’in ikinci kitabından yola çıkıyor. Galaksinin farklı noktalardaki rakip feodal aileler tarafından yönetildiği 10.000’li yıllarda, çağımızın petrolüne eşdeğer ‘baharat’ adı verilen çok kıymetli bir kaynağın üretildiği çöl gezegeni Arrakis’in kontrolünü elinde bulunduran Caladan’lı Atreidesler’in rakip hanedan Harkonnen’ler tarafından pusuya düşürülerek yok edildiğini, sonrasında veliaht Paul Atreides’in annesi Lady Jessica ile birlikte çölün derinliklerinde yaşam savaşı veren bölgenin yerlileri Fremenler’e sığındığını ilk filmden biliyoruz. İkinci bölümde, bizzat galaksi imparatorunun ihanetine uğrayan soyunun intikamını alma mücadelesi verecek olan Paul Atreides, kumlar altında yaşamaya mahkum edilmiş yeni dostlarına vaad ettiği cennet hayali için ilk adımları attığı baş döndürücü mücadelesine tanıklık ediyoruz.

Herbert’in 12 milyondan fazla satmış zamansız roman serisini William Shakespeare’in ölümsüz metinlerinin takipçisi olarak görmüşümdür hep. Veliaht Paul yazın dünyasının en kompleks karakterlerinden ‘Hamlet’ten izler’ taşıdığını düşünürüm. Timothée Chalamet’nin kırılgan zarifliğinde ete kemiğe bürünmüş olan genç adamın küstah zıpır delikanlıdan korkulan bir savaşçıya, Fremenlerin gelecekten haber veren liderine dönüşmesi ikinci filmin hikâyesidir. Onun duygusallığı ve tutkulu idealizmi kirli politik taht oyunlarının gölgesinde ihanetlere, bağnaz dümenlere ve muhtemelen üçüncü bölümde tanık olacağımız kanlı din savaşlarına doğru savrulacaktır.

Evet kokuşmuş bir şeyler vardır Galaksi İmparatorluğu’nda. Baharat üzerindeki güce sahip olanın mutlak iktidarın sahibi olduğunu herkes bilir. Paul onu ‘mehdi’ ilan etmeye hazır Fremenlere, güneyden gelen dinsel coşkuya ya da ‘seçilmiş kişi’ olduğu inancını yaymaya çalışan Bene Gesserit tarikatından ruhani güçlere haiz annesinin tüm kışkırtmalarına karşın iktidar olma fikrine sıcak bakmaz önceleri. ‘Korku aklın katilidir’ diyerek aklını çelmeye çalışır annesi. O hâlâ çöle ilk düştüklerinde ölümüne sebep olduğu Fremenlinin hayaleti ile vicdan muhasebesi içindedir oysa. İktidar tutkusunun evreni çürüttüğünü görür, lakin borçlu olduğu halka ve de gönlünü çelen Chani’ye kumların eteğinde hayaline düşen engin denizi, suyu yağmuru, Caladan’ın yeşil cennetini getirebilmek için imparatoru dize getirmek zorundadır. Binlerce kişinin öleceğini gördüğü korkunç gelecek onu dehşetle titretirken Ophelia’sını geride bırakarak kendini gücün kollarına teslim edecektir.

Bir kült klasiğinin beyazperdeye uyarlandığında, düşünsel zenginliğini korurken görselliğini mükemmel bir biçimde ortaya çıkarması kolay rastlanır şey değildir. Villeneuve, son olarak ‘The Batman’de nefesleri kesen Avustralyalı büyücü görüntü ustası Greg Fraser ile işbirliğinde muazzam bir evren inşa ediyor, sarı-beyaz çölün pusu, gölgesi, aydınlığı ve karanlığını olağanüstü bir sinematografi ile dengeliyor. Hakkonenlerin Roma ile Nazi Almanya’sını buluşturan acımasız gaddarlığını anlattığı baş döndürücü sekansta siyah-beyazın enfes karşıtlığını kullanıyor. Film üç saate yaklaşan süresi içinde Hollywood’un geniş imkânlarından yararlanmış bir süper prodüksiyonun özellikle genç izleyiciden büyük talep gören olmazsa olmaz görkemli savaş sahnelerini de içeriyor elbette. Ancak bu bölümlerin de dozunda ve son derece estetik çekildiğinin altını çizmekte yarar var. Özenle seçilmiş oyuncu kadrosunun başarısını da es geçmeyelim. En büyük sürpriz ise geçtiğimiz yıl ‘Elvis’ ile Oscar adayı olmuş yetenekli yeni yüzlerden Austin Butler’dan geliyor. Kendisini Baron Harkonnen’in saçları sıfıra vurulmuş psikopat yeğeni Feyd-Rautha’da zor tanıyacağınıza bahse girerim. Herbert serisinin fanları zaten kaçırmayacaktır ama onlardan değilseniz de incelikli senaryosu ile muazzam görselliğini ustaca kaynaştıran bu yaratıcı sinema şölenini ihmal etmeyin derim.

(16 Mart 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Ayazda Üç Yürek

Amerikan bağımsızları içinde favori sinemacılarımdandır Alexander Payne. 90’lı yıllarda başlayan kariyeri boyunca çektiği sinema filmleri iki elin parmakları kadar bile değildir. 6 yıl aradan sonra çektiği ve Kasım ayında Amerika’da gösterime giren son filmi ‘Geride Kalanlar / The Holdovers’ 5 dalda aday olduğu Oscar ödüllerinin hatırına bu haftadan itibaren bizde de sinema izleyicisi ile buluşuyor. Noel haftasından yılbaşı ertesine üç yalnız ve yaralı ruhun birbirlerine iyi gelme sürecini öyküleyen yapım geleneksel Noel anlatılarından çok daha fazlasını içeren sıcak ve duygusal bir yapım. Bunda Payne ile alter-egom dediği eşsiz aktör Paul Giamatti’nin 2004 yapımı ‘Sideways’den tam 20 yıl sonra bir araya gelişinin payı ve keyfi de var kuşkusuz.

Marcel Pagnol imzalı 1935 yapımı ‘Meurisse’den ilham alarak yola çıkan yapım 1970 yılını ‘71’e bağlayan Noel arifesinde başlıyor. Hafif çizik plaktan çıkan eski usul pikap iğnesinin o dönemi yaşamış kuşaklara ninni gibi gelen hışırtısı, 35 mm ile kaydedilmiş görüntüler, ön jenerik tasarımından başlayarak yetmişli yıllarda çekilmiş izlenimi veren numaralar çağdaş sinemanın izlerini silmek istercesine nostaljik tatlar içeriyor. Kurgusal Barton Academy’nin 60’lı yaşlardaki kıdemli tarih öğretmenidir Paul Hunham. Mezun olduğu prestijli okulun lojmanında yaşayan yalnız adam ‘Sideways’in kırklı yaşlardaki şarap uzmanı Miles Raymond gibi güvensizlik duygusunu sıkı bir disiplinle bağlandığı uğraşları ile maskelemeye çalışır. Her ikisi de bir türlü yazamadıkları ya da yayımlatamadıkları kitaplarından, suya düşmüş hayallerinden bahseder dururlar. Çok bilmişliğe ve huysuz nüktedanlığına hep bir şeyleri gizlemek için başvuran Paul, savaş hatırası cam gözü, trimetilamini parçalayamayan organizmasının etrafa yaydığı kokmuş balık kokusu ile şaha kalkan özgüven eksikliğini çok da saklayamadığı alkolizmi ile dengelemeye çalışır. Demokritos’tan alıntı ‘dünyanın çürüme, hayatın algı’ olduğunu tartışırken yalnızca temel akademik disiplini uygulama derdinde olduğunu, hoşgörünün liseli öğrencilerinin en son ihtiyaç duyacağı şey olduğunu savunur.Ta ki Noel tatilini ailesinin yanında değil de okulda geçirmek zorunda kalan Angus Tully (Dominic Sessa) ile birlikte 15 günlük zoraki birlikteliği söz konusu oluncaya kadar. Babasını kaybettiğini söyleyen, annesi yeni evlendiği kocası ile balayı tatiline çıkmış genç çocuk üç kez farklı okullardan kovulmuş olmasına ve bir kez daha kovulursa askeri liseye oradan da Vietnam’a postalanacağını gayet iyi bilmesine rağmen okulun katı kuralları ile inatlaşır. Vietnam kâbusunun toz dumanı içinde ülkenin oradan oraya savrulduğu bir dönemde savaşın faturasını 19 yaşındaki oğlunu uzak diyarlarda ölüme yollayarak ödemiş olan okulun baş aşçısı Mary Lamb’in (Da’Vine Joy Randolph) ikiliye katılımıyla beklenmedik bir Noel ailesi oluşacaktır.

Oğlu iyi bir eğitim alsın diye prestijli kolejde çalışmaya başlayan ancak üniversiteye gönderecek parası olmadığından Curtis’i Vietnam’a kurban veren Mary yaşadığı trajedinin ardından okulda kalmıştır, çünkü orası hem biricik evladını son kez kucakladığı yerdir hem de kız kardeşinin yeni doğacak çocuğuna iyi bir gelecek hazırlamak için yaşam çabasını sürdürmeye kararlıdır. Cicero’nun ‘dünyaya sadece kendimiz için gelmedik’ (non nobis solum nati sumus) deyişini şiar edinmiş Paul’e gelince, yaşlı ve huysuz adam hayatın genç insanları çok hızlı bir şekilde kapana kıstırdığının idrakı içinde bazı şeyleri tersine çevirmek için elini taşın altına sokması gerektiğini fark ettiğinde ıssız dünyası anlam kazanacaktır.

‘Geride Kalanlar’ sinematografisinden (Eigil Bryld) sanat yönetimine (Ryan Warren), kostüm tasarımına (Wendy Chuck) dönemi başarıyla yansıtan harika bir film. Oyuncuları birinci sınıf. Bir kez daha Oscar adayı olan Giamatti’nin ‘Oppenheimer’ın Cillian Murphy’si ile amansız bir yarış içinde olduğu biliniyor, ancak görkemli performansıyla gönül yarası ile umudu kaynaştıran Joy Randolph’un en iyi yardımcı kadın oyuncu dalında Akademi heykelciğini kucaklayacağına kesin gözüyle bakılıyor. Deerfield Academy’de çekimlere hazırlanırken keşfedilen gencecik Sessa ise ilk oyunculuk deneyiminde gayet başarılı. Alexander Payne’in duygusal olduğu denli belgeselci yaklaşımından da feyz alan, ayazda üç yüreğin bu sımsıcak umut dolu serüvenini kaçırmayın derim.

(07 Mart 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Bellek Yanıltır mı?

Bellek her zaman gerçeği ifşa eder mi, yoksa inkâr etmek istediklerimizi unutmaya mı meyillidir. Michel Franco’nun dünya prömiyerini yaptığı Venedik Film Festivali’nden ‘En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’ ile dönen son çalışması ‘Hatır / Memory’ bu soruya yanıt ararken, soluk bir New York sonbaharında mevsim kadar hüzün yüklü iki ana karakterin tedirgin hayatlarının izini sürüyor.

Yetişkin bakım merkezinde sosyal hizmetli olarak çalışan Sylvia (Jessica Chastain) ile Saul (Peter Sarsgaard) mezunlar toplantısında karşılaşıyor. Herkes eğlenirken bir köşede yalnız başına oturan genç kadın yanı başında biten sakallı adamdan irkilerek uzaklaşırken Saul onu metroya kadar takip etmeyi sürdürüyor. Bu da yetmiyor, genç kadının 13 yaşındaki kızı ile birlikte yaşadığı Queens’in tekinsiz mahallesinde kapısına kilit üstüne kilit vurulmuş evin kapısında yağmur altında sabahlıyor. Sylvia genç yaşta demans hastalığından muzdarip adamın 12 yaşındayken tacize uğradığı liseliler takımından biri olduğunu düşünüyor, geçmişin korku ve dehşet yüklü anıları ile sarsılıyor. Meksikalı sinemacının kurbanın yıllar sonra tecavüzcüsü ile karşılaştığı Liliana Cavani başyapıtı ‘Gece Bekçisi / Il Portiere di Notte’ (1974) benzeri gerilim yüklü bir yüzleşme hikâyesi anlatmaya niyetli olmadığını anlamamız uzun sürmüyor. Bellek, Saul vakasında olduğu üzere bütün bütün terk-i diyar eylemiş, bazen de Sylvia örneğinde olduğu gibi unutulmak isteneni kuytu köşelerde gizleme yolunu seçmiştir. Senaryo yaralı iki ruhun, örselenmiş iki bedenin birbirlerine sığınma hikâyesine evrilirken, çiftin yakınları bu beraberliği onaylamayarak onları ayırmaya çalışacak ancak Franco hikâyeyi ucu açık bırakmayı tercih edecektir.

2015 yapımı ‘Kronik / Chronic’de ürpertici ölüm meselesinin hayatın bir parçası olduğunu olabilecek en saf biçimde anlatırken gücünü dürüstlüğünden alan farklı ve ilgiye değer bir denemeye imza atmıştı Meksikalı sinemacı. New York sonbaharının mat renk paleti ve soluk ışıklandırması altında belleği neşter altına yatırdığı son filminde belgeselcileri hatırlatan soğukkanlı üslubunu koruyor. Alamet-i farikası plan – sekanslarını izlemek bir kez daha keyif veriyor. Antonioni esintileri taşıyan bir önceki çalışması ‘Gün Batımı / Sundown’ın ardından bu kez Bergman estetiğine göz kırptığını görüyoruz. İncelikli yorumları ile filme büyük katkı sağlayan Chastain – Sarsgaard çiftinin özellikle yatak odası sahnesinde İsveçli ustanın imzasını taşıyan ‘Bir Evlilikten Sahneler / Scenes From A Marriage’ın efsanevi ikilisi Liv Ullmann ile Erland Josephson’a fiziksel olarak da ne kadar benzediğini fark ediyoruz*.

*Jessica Chastain’in Oscar Isaac ile birlikte Bergman filminin 2021 Amerikan yapımı televizyon dizisi uyarlamasında oynamış olduğunu ayrıca not etmiş olalım.

(06 Mart 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Ne Kadar da Bize Benziyorlar

Hannah Arendt, totalitarizmin vardığı son noktada saf kötülüğün ortaya çıktığını yazar. Paris’te Fransızların yönetimindeki toplama kampından ABD’ye kaçarak Nazilerin elinden kurtulmuş olan Almanya doğumlu Yahudi kökenli felsefecinin yaşamı, bir kitabına da ad olan ‘kötülüğün sıradanlığı’ konusunda tartışmalara adanmıştır. Hitler ve Nazi yönetiminin ölüm saçan uygulamaları, Yahudi ırkının toplama kamplarının gaz odalarında yok edildiği toplu soykırım vahşeti sayısız kitap ve filmde ele alındı bugüne kadar. Yahudi kökenli İngiliz yönetmen Jonathan Glazer geçtiğimiz yüzyılın bu en büyük insanlık suçunun özellikle genç kuşaklara yeniden yeniden anlatılmasının önemi üzerinde dururken, meseleyi farklı bir gözle, kurbanlar değil failler cephesinden beyazperdeye taşıyor.

Oxford doğumlu Martin Amis’in 2014 yılında yayımlanmış aynı adlı romanından uyarlanan film, 2 dakika kadar süren koyu karanlık ile açılırken, deneysel çalışmaları ile bilinen besteci Mica Levi’nin izleyeni aklın alamadığı bir gerçekliğe hazırlayan tekinsiz müziği kapkara statik perdeyi doldurmaya başlıyor. Yakından bildiğimiz saf kötülüğün ayak sesleridir bunlar. Müzik kaybolurken kuş cıvıltıları işitilmeye başlanır. Auschwitz ölüm kampının komutanı yarbay Höss ve 5 çocuklu ailesi ormanlık alanın nehre ulaştığı noktada dostları ile birlikte güneşli bir günün keyfini çıkarmaktadır. Yüzme partisi sona erdiğinde ferah konutlarına dönen ailenin rutin hayatını gözlemlemeye başlarız. El ayak çekildikten sonra komutan baba kapıları kilitler, ışıkları söndürür.

Kampın hemen bitişiğindeki evde hizmetkarlarıyla rüya gibi bir hayat kurmuştur Höss ailesi. İşkolik Rudi (Christian Friedel) kampı denetlerken karısı Hedwig (Sandra Hüller) ev düzeni ve yoktan var ettiği bahçesi ile ilgilenir. Aile cenneti yudumlarken bahçe duvarı ve üzerindeki dikenli tellerin ötesindeki cehennemde tarihin en korkunç katliamı gerçekleşmektedir. Bahçeye sızan kokuyu duymayız ama hissederiz. Ölüm fabrikasının bacalarından yükselen dumanları uzaktan görür dehşete düşeriz. Kamera film boyunca kampın içine girmez ama makinelerin homurtusunu, aralıklı silah seslerini, gaz odalarından yükselen acı çığlıkları Johnnie Burn imzalı allak bullak edici ses tasarımı yoluyla işitirken kanımız donar.

Aile iki adım ötelerindeki dehşete ilgisiz olarak gündelik yaşamını sürdürmektedir oysa. Doğum günleri kutlanır, dostlarla havuz başı partisinde eğlenilir, nehir kıyısı gezmeleri yapılır, karı koca gece ayrı yataklarda refah gelecek düşleri kurar. Bayan Höss bir mahkûma ait kürk manto ile aynanın karşısına geçer. Bir başka mahkûmun rujunu keyifle dener. Bir diğerinin diş macununa gizlediği mücevheri eline geçirdiği için mutludur. Alt gelir gruplarından gelmiş, mutlak diktatöre biat etmek suretiyle düşledikleri burjuva hayatına kavuşmanın hazzı ile sarhoş Höss’ler tüm insani değerlerini kaybetmiş gibidir. Totaliter düzenin ulaştığı bu son noktada vicdan ve ahlaki yetilerini yitirmiş bir toplumun mercek altına alınmış bireyleridir onlar. Bu ultra natüralist deneyimin son derece dehşete düşürücü olması ve izleyeni derinden etkilemesi işte bu ‘ne kadar da bize benziyorlar’ duygusundan ileri gelir. Evet onlar canavar değil sıradan insanlardır. Ve Glazer’in altını çizdiği gibi bu hikâye yalnızca geçmişe değil günümüze de aittir. Filmin dünyada yaygın gösterimini sürdürdüğü son dönemde İsrail yönetiminin Gazze’de uyguladığı mezalim tarihten hiç ders almayan insanoğlunun genetik gaddarlığının son tezahürü değil de nedir!

Müzik ve ses tasarımının da desteğiyle deneysel mükemmelliğinin doruğuna ulaşan filmde Glazer deneklerini bir bilim insanı titizliği ile misroskop altında incelemeyi sürdürür. Çiftin kimi senaryoda yazılı kimi doğaçlama sahnelerinin önemli bölümü eve ve bahçeye yerleştirilmiş küçük gizli kameralarla çekilmiş, görüntü yönetmeni Łukasz Żal’den donuk, mekanik bir renk paleti kullanması istenmiş, uzak planlar, en fazla omuz çekimleri kullanılmıştır. İngiliz sinemacı bu denli karanlığın içinde küçük bir direniş ışığı, bir ümit kapısı aralamayı da ihmal etmez. Evin büyük kızının gece karanlığına sızarak açlıktan ölmek üzere olan mahkumlar için çalışma alanlarına elmalar bıraktığı hayalet izlenimi veren sahnelerde termal kamerayla kullanılır. Bu bölümün savaş yıllarında Polonya direnişinde kavga vermiş, çekimler sırasında Höss ailesinin tam 4 yıl yaşamış olduğu evde ikamet eden 90 yaşındaki Alexandria’nın kendi anılarından senaryoya dahil edildiğini ayrıca not düşelim.

Mutluluk ve dehşetin bu denli bitişik resmedildiği yapım iki bambaşka dünyayı betimleyen iki ayrı filmden oluşuyor gibidir. Failler dünyasını perdede izleriz. Küçük görsel detaylar öteki dünyaya dair ipuçları sunmaktadır. Sözgelimi Polonyalı mahkûm işçi Rudi’nin çizmelerini temizlerken su kırmızı akar; bahçıvan kamptan gelen külleri gül bahçesinin toprağına serper; büyük oğlan küçüğü bahçe odasına kilitlediğinde dışardan gaz tıslaması taklidi yapar ya da aynı oğlanlar altın dişleri üzerinde çene kemiği iskeletleri ile oyun icat ederler. Güllerin alının perdeyi kaplayarak kıpkırmızı bir kan gölüne dönüşüvermesi birikmiş isyanımızın görsel bir dışavurumudur sanki. Bu görsel detaylar dışında kulağın işittiği dehşet çok daha şiddetlidir. ‘Saul’un Oğlu’nda aynı ölüm kampında bir mahkûmun gözünden şahit olduklarımız bu defa işitsel olarak tüm hücrelerimize sirayet eder. Boğazımızda bir yumruk, sersemlemiş olarak ayrılırız sinema salonundan.

(22 Şubat 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Şeker ve Şiddet

Çağımızın en önemli sinemacılarından Yorgos Lanthimos’un Venedik Film Festivali Altın Aslan ödüllü son şaheseri ‘Zavallılar / Poor Things’i merakla bekliyorduk. Beklediğimize değdi. İskoçyalı Alasdair Gray’in 1992’de yayımlanan aynı adlı çizgi dışı romanından uyarladığı son çalışması, sinemacının İngilizce dilinde çektiği ‘İstakoz / The Lobster’ ve ‘Sarayın Gözdesi / The Favourite’in ardından anarşist ve sinik tavrının tavan yaptığı bir başyapıt.

‘Zavallılar’ çağdaş bir Frankenstein öyküsünden yola çıkıyor. Babadan bilim adamı Dr. Godwin Baxter (Willem Dafoe) köprüden atlayarak intihar eden genç bir kadını yeni dünyaya gelmiş bebeğin beyni ile yaşama döndürüyor. Sıra dışı bir zihniyete sahip babanın kesip biçtiği deney ürünü oğul, bu defa kendisi bilimin sınırlarını zorlamış ve tanrısal (ön adına dikkat!) girişiminde soyadını verdiği Bella’yı (Emma Stone) yaratmıştır. Günde 15 kelime öğrenen Bella beden yaşı ile zihin yaşının çakışma sürecini, deney şartlarının kontrol altında tutulduğu dış dünyanın tehlikelerinden uzak, korunaklı ve de eğlenceli bir ortamda tamamlar. Beyni hızla gelişirken Bella yaşadığı malikanenin çatısından gözlemlediği dünyayı keşfetme arzusu ile dolup taşmaktadır. Cinselliği uyanmaya başladığında doktor babası genç kızı asistanı Max (Rammy Youssef) ile evlendirme kararı alır ve onların her daim aynı evde yaşamalarını ister. Gelgelelim uçkuruna düşkün avukat Duncan Wedderburn (Mark Ruffalo) cazip çocuk kadını tecrübeye, temasa, özgürlüğe açmak, göz alıcı yaratığı dünyaya salıvermek niyetindedir. Jerskin Fendrix’in uyumsuz müziği ile açılan ilk bölüm bu noktada siyah – beyazdan renkliye döner ve Bella’nın hayata yelken açtığı müthiş serüveni başlar.

Lizbon’da dünya dediklerinin ‘coşkulu zıpzıp’ (furious jump) adını verdiği seks oyunları ve bir nefeste yutulan şekerlemeler yanında öfke ve şiddetten ibaret olduğu gerçeğiyle tanışması uzun sürmeyecektir. Wedderburn ‘sadakat bana göre değil, bana aşık olmanı istemem’ dese de başka erkeklerin genç kadına ilgisi onu çılgına çevirir ve genç kadını daha kolay kontrolü altında tutmak için İskenderiye seferini yapan gemi yolculuğuna çıkarır. Lüks yolcu gemisinde tanıştığı entelektüel Harry (Jerrod Carmichael) İskenderiye durağında onu dünyanın tüm yoksulluğu, emek sömürüsü ile tanıştırır. İnsan doğasının onulmaz zalimliğine tanıklığı onun çocuk kadınlıktan deneyime, bilgiye, eleştirel düşünceye akışının başlangıcı olur. Dünyanın sınırlamalarını kavramaya başladığı bu dönemde Harry’den ‘kendini gerçeklerle koru, dinlere, kapitalizme, sosyalizme hiçbir şeye inanma!’ öğüdünden hareketle ‘paranın bir hastalık olduğu’ gerçeği ile buluşur. Kendi kendisinin üretim aracı olduğu keşfettiği süreçte Fransız kerhanesinin alabildiğine leş, bazen eğlenceli seks buluşmalarında komik olduğu kadar hüzünlü insanlık manzaralarına tanıklık eder. Bella yorulur, hırpalanır ama şeker dükkanına düşmüş aç çocuk misali herşeyin tadına bakar, herşeyi deneyerek büyümeyi seçer. Özgürlük arayışı bir çoğumuz gibi onu da yalnız ve bitkin bir serüvenciye dönüştürür bazen. İşte o zaman ‘arayışlarımın yükünden kurtulmak beni rahatlatacaktır belki’ cümlesini kurar. Bella’nın kişisel ve sosyal bilinci geliştikçe ona cinselliğin kapılarını açan cazip partnerine olan ilgisini kaybedecektir.

‘Köpek Dişi / Kynodontas’ yönetmeninin gözde teması ‘kontrol’ tüm ihtişamıyla sahnededir. Duncan ve sonrasında hayatına giren erkeklerin kontrol altına almaya zorladığı Bella özgürlük mücadelesinde kararlıdır. İnsanlık ahvalini, dikte ettirilen kuralları sorgulamaktan hoşlandığını her söyleşisinde dile getirmiş olan Lanthimos kuralları eğip bükmenin, onlar ters yüz edildiğinde neler olacağının tasavvuru ile eğlenmektedir. Yalnızca ‘Tanrı’ dediği yaratıcı babası genç kadının duygusal yolculuğuna ve hayata özgürce yelken açmasına mani olmayacak ve yaşama gözlerini yumarken bilimsel mirasını kızına emanet edecektir.

Gray’in çizgi dışı metninden yola çıkarak daha önceki çalışmalarında ustalıkla inşa ettiği kendine özgü sinema evreninde ihtirası ve zalimliği ile insan ruhunu didik didik etmeyi sürdürüyor Lanthimos. Ömer Behiç’in (Kırık Hayatlar / Halit Ziya Uşaklıgil) ‘insanlar! insanlar! hepsinin göğsü yırtıcı bir hayvanın zulümlerini saklıyor’ çaresizliğindeki onulmaz melankoliye yer yoktur onda, ama tespit aynıdır: insan ’vahşet saçan bir varlıktan’ başka bir şey değildir. Raskolnikov’u çağrıştıran alter egosu Harry, felsefenin vakit kaybı olduğundan dem vurarak ‘felsefe ile iyileşme fikrinin gaddar hayvanlar olduğumuz gerçeğinden kaçmaktan ibaret olduğunu’ dillendirecektir. Film, erkekler dünyasının taleplerine karşı duran ve onlara ‘ben senin fethedilecek toprağın değilim’ deme cesaretini gösteren Bella’nın kişiliğinde sinemada kadın özgürlüğünün en güçlü manifestolarından biri aynı zamanda. Lanthimos’un ‘en pozitif, en umut dolu filmim’ nitelendirmesi bu yüzden anlamlı.

Tuhaf Yunan Dalgası’nın öncü isminin bugüne değin çektiği Anglosakson sermayeli en yüksek bütçeli filminde kendine özgü sinemasının tuhaflığı ve hınzır nüktesinden ödün vermemeyi sürdürüyor. ‘Zavallılar’ biçimsel büyüleyiciliği ile göz kamaştırırken, çocuk kadınlıktan bilim insanlığına uzanan süreçte her planda var olan Emma Stone kusursuz performansı ile tam anlamıyla yıldızlaşıyor. Mutlaka izlenmeli.

(16 Şubat 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Memleket Gibidir Okul

Polonya göçmeni Carla Nowak’ın yeni göreve başladığı sıfır tolerans ilkesine bağlı ilköğretim okulunda disiplin ön plandadır. Arka arkaya yaşanan hırsızlık olayları kurumda huzuru kaçırırken bir Türk öğrenci önyargıya dayalı bir biçimde suçlanır. Öğrencilerin bireysel özgürlüğünü savunan idealist Carla, yabancı kökenli öğrencisine uygulanan ayrımcı uygulamadan büyük rahatsızlık duyar ve olayı bireysel olarak araştırmaya karar verir. Sınıfında okuyan Oskar’ın annesi okul çalışanı bayan Kuhn’u gizli kamera kaydı ile teşhis ettiğinde tek arzusu bilerek ceketinin cebinde bıraktığı cüzdanından çalınan paranın iadesi ve belki küçük bir özürdür yalnızca. Ancak işler böyle gitmez. Kuhn önce inkâra kalkışır, daha sonra ayrımcı bir dille kibirlendiği Carla’yı kişilik haklarını ihlâlle suçlar. Böylece çözümü basit bir mesele okul yönetiminin ve öğrenci gruplarının dahil olmasıyla beklenmedik bir noktaya evrilmeye başlar.

Dünya prömiyerini 2 ödülle döndüğü Berlin Film Festivali’nde yapmış olan taze Oscar adayı ‘Öğretmenler Odası / Das Lehrerzimmer’i izlerken ‘Gemide’nin ünlü repliği düştü aklıma. Erkan Can’ın ağzından kültleşmiş monologda ‘gemi’ memleketi çağrıştırır. Belli bir hiyerarşik düzen içinde herşeyin düzenli ve kontrol altında tutulduğu okullar için de böyle düşünmüş olmalı filmin Türk asıllı yönetmeni İlker Çıtak. 2019 yapımı ‘Söz Senettir /Es gilt das gesprochene Wort’ filmi ile tanıyıp sevdiğimiz sinemacının İstanbul Alman Lisesi’nde eğitim gördüğü dönemde 14 – 15 yaşlarındayken başlarına gelen benzer bir hadiseden yola çıkarak sınıf arkadaşı Johannes Duncker ile ortaklaşa kaleme aldığı metin tek mekânda başlayıp bitiyor. Okul, yöneticileri, öğretmenleri, öğrencileri, velileri, öğrenci temsilcileri, okul gazetesi çıkaran ekip başta olmak üzere öğrenci grupları ile Almanya özelinde çağdaş demokratik toplum düzeninin minyatürü olarak yorumlanmış.

Topluluğun dar alandaki paslaşmaları basit bir olay zincirinden gerilimi giderek yükselen kaotik bir sürece doğru hızla yol alırken Çatak’ın yüreği idealist öğretmenle birlikte çarpıyor kuşkusuz, ancak öteki karakterleri ele alırken klişe iyi – kötü ayrımından özenle uzakta kalmış. Herkese kulak veriyor, anlamaya çalışıyor. Haklı haksız yarıştırması yapmadan tüm tartışmaları perdeye taşıyor. ‘Korsaj’dan hatırladığımız Judith Kaufmann imzalı 4:3 dar format usta içi görüntü tercihi tek mekândaki sıkışmışlık hissini aktarırken, gerilimin giderek doruğa tırmandığı anlatıda başta Carla olmak üzere karakterlere yakın plan odaklanmamızı sağlıyor. Kamera yerinde durmuyor zaten. Marvin Miller’in yine yönetmenin isteği doğrultusunda ağırlıklı olarak kalın yaylıları kullandığı müziği daha ilk plandan yaklaşan gerilimli tartışma ortamını haberliyor. Okul mekânında sıradan bir hırsızlık olayı Çatak’ın detayları oya gibi işleyen kıvrak ve usta işi yorumuyla derinleşiyor, çağdaş Batı toplumlarının adalet, kişilik hakları, göçmenler, ayrımcılık gibi temel meseleleri üzerine bir manifestoya dönüşüyor. Carla Nowak’ta mükemmel bir performans sunan Leonie Benesch’in bir sahnede öğrencileri ile birlikte ellerinden geldiği kadar çığlık atması sistemdeki kaosa rağmen çıkış yolu arayışlarının sembolüne dönüşüyor. Çatak’ın final jeneriğine döşediği dingin Mendelsohnn müziği ise (‘Bir Yaz Gecesi Rüyası / Ein Sommernachtstraum’ uvertürü) bu kaotik düzende umudu barındıran bir nevi soluk alma molası olarak düşünülebilir.

(08 Şubat 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Uyuduğunda Zihnindeyim

Saçı dökülmüş orta yaşlı adam adam havuz çevresindeki sararmış yaprakları süpürürken, yeni yetme kız bahçe sandalyesine bağdaş kurmuş kaygısızca tırnakları ile oynamaktadır. Tepeden düşen demirden anahtarlık bahçe masasının camını tuzla buz eder aniden. Sonrasında yine gökten düşen ayakkabı tekinin suda yüzdüğünü görürüz. Derken hacimli bir diğer cismin çıkardığı ses havuzun içinde yankılanır. Genç kız ‘Şeytan’ filminin Regan’ı gibi havalandığında dehşet içerisinde babasına seslenir ancak adam hiçbir müdahalede bulunmadan umursamaz bir biçimde işini yapmayı sürdürür. Ürkütücü bir ses bandı ile açılan ‘Rüya Senaryo / Dream Scenario’nun ilk düş sekansıdır bu.

Kızı Sophie bu tür rüyaları üçüncü kez görmüş ve öğretim üyesi Paul Matthews her seferinde hiçbir şey yapmadan öylece hareketsiz kalmıştır. Bu konuda kendisi de şaşkındır. Mesele aile içinde halledilir de benzer rüyalar başta öğrencileri ve çevresindekiler olmak üzere sayıları gittikçe artış gösteren bir insan topluluğu tarafından deneyimlenmeye başlayınca Paul anında bir fenomene dönüşür. Televizyonlara çıkar, röportajlar yapılır. Ortalığı kasıp kavuran bu rüya salgını silik akademik hayatında tek arzusu olan yıllardır başlayamadığı kitabını yazmak ve bunu saygın bir yayınevine kabul ettirmek için büyük bir fırsattır onun için. Reklam ajansının Sprite markasının yüzü olması ya da Obama’nın düşlerine girmesine ilişkin önerileri, hele hele ajansta çalışan ‘96 doğumlu güzel Molly’nin kendisinin ana aktörü olduğu seksi rüyasını yeniden yaşama isteği karşısında şaşkınlığı büyür. Ancak her yükselişin bir düşüşü olacaktır. Rüyaların pasif aktörü zihinlerine daldığı kişileri Freddy Krueger misali vahşi bir biçimde katletmeye başladığında Paul toplumun nefret objesine dönüşür. Artık herkesin lanetlediği düşlerin seri katilidir o.

Son dönemin ilgiye değer absürd komedilerinden olan ‘Rüya Senaryo’yu Kristoffer Borgli yönetmiş. Ülkemiz izleyicisi Norveç asıllı sinemacıyı bir önceki çalışması ‘İlgi Manyağı / Sick of Myself’den hatırlayacaktır. Geçtiğimiz yıl özellikle ‘Başka Sinema’ çevresinde büyük ilgi görmüş olan film ilgi manyaklığının ve göz önünde olma arzusunun varabileceği noktalar üzerine hayli absürd bir kara komedidir. Yönetmenin üçüncü uzun metrajı olan ‘Rüya Senaryo’ aynı minval üzerinde rekabetçi çağdaş tüketim toplumunu, popüler kültürün kurbanlarını, linç kültürünü kıyasıya eleştiriyor, çabuk ulaşılan zirveden tepetaklak düşüşün ironisini yapıyor. Uç noktaları denemekten çekinmeyen genç sinemacı yılların deneyimli aktörü Nicolas Cage’i mükemmel bir biçimde kullanırken, final bölümüyle yakın geleceğin kara komik dünyasına göz kırpıyor. Bu farklı ve eğlenceli kabusu deneyimlemenizi öneririm.

(02 Şubat 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Onca Dehşet ve Ölüm Varken

*Dikkat: sondan ikinci paragraf filmin finaline ilişkin ‘spoiler’ içermektedir*

Mülteciler meselesini Avrupa’nın Yahudi Soykırımı’ndan beri yüz yüze geldiği en büyük trajedi olarak tanımlıyor Gianfranco Rosi. Belgesel Sinema’ya getirmiş olduğu taze kan ile bilinen İtalyan sinemacı, bizde de kısa bir süre gösterimde kalmış Altın Ayı ödüllü filmi ‘Denizdeki Ateş / Fuocoammare’de bizzat kullandığı kamerasını günümüzün bu belki de en önemli toplumsal sorununa çevirmiş, belgesel ile kurgunun arasındaki çizginin muğlaklaştığı benzersiz yapıtında acı çığlığının geniş kitlelere ulaşmasına çabalamıştı. Sicilya’nın güneyinde bulunan Afrika’ya en yakın İtalyan adası Lampedusa’da 18 ay geçiren sinemacı, bu süre zarfında sayısız trajik olayla karşılaşmış, tıka basa insanlarla doldurulmuş iptidai teknelerle adaya ulaşabilen mültecilerin mazota bulanmış perişan hallerine, teknenin alt bölümünde yolculuk eden onlarcasının havasızlık ve susuzluktan telef oluşuna, denizde ölümden kurtulanların adadaki karantina döneminde yaşadıkları sefalete tanıklık etmiş. Yakınlık kurduğu Nijeryalı mülteciden bombaların yakıp kavurduğu ülkesinden Sahra çölüne kaçışlarını, yüzlercesinin Libya hapishanelerindeki mutlak ölümdense denize açılmayı yeğlediğini dinlemiş. Sığınmacının ağıdını Avrupa’ya ithaf ederken şiirsel yakarışıyla dünya kamuoyunun ve Avrupa’nın suskunluğuna son vermesini hedeflemiş.

Keza festivallerde ve de ‘Başka Sinema’nın özel gösterimlerinde sınırlı sayıda izleyiciye ulaşan ‘Tenere’ yine böyle bir çabanın ürünüdür. Gazeteci ve fotoğrafçı Hasan Söylemez’in görüntü yönetmenliğini ve kurgusunu da üstlendiği müthiş belgeseli adını Büyük Sahra’nın göbeğinde çöl yolcularının yararlandığı su kuyusuna sahip bölgesinden alır. 2010 yılında cüzdanındaki tüm banka kartlarını kırıp, son parasını çocuklara dağıtarak Türkiye’nin sınır bölgelerine bisikletiyle yolculuk etmek üzere yola çıkan kendi imkanlarıyla çektiği belgeselinde, Agadez şehrinden yoksul Nijerlilerin ailelerini geçindirmek için Sahra çölünü geçerek Libya ve çevresine yolculuklarını anlatır. Nuh’un gemisini andıran bir kamyon üzerinde 5 gün 5 gece süren bir ölüm yolculuğudur bu. Sahra’nın merhameti yoktur, yakaladığını yutar. Şanslı olan varmak istediği yere varır.

Bu hafta bizde de gösterime giren çağdaş İtalyan sinemasının öne çıkan isimlerinden Matteo Garrone imzasını taşıyan ‘Kaptan Benim / Io Capitano’ bu yürek yakıcı meseleyi gündemde tutmayı hedefleyen son çalışma. Romalı yönetmenin olayların geçtiği mekânlarda amatör oyuncularla çektiği Venedik’ten 4 ödüllü son filmi, Rosi ve Söylemez’in belgesellerinden farklı olarak kurmaca bir çalışma. Senegalli Seydou kuzeni Moussa ile birlikte Avrupa’ya kapağı atma hayalleri kuruyor. Aileleri mütevazı bir dükkan işleten yeni yetmeler geçimden ziyade daha özgür bir geleceğe yelken açmanın, Seydou cep telefonunda imrenerek takip ettiği pop müzik ünlülerinden biri olarak hayran ordusunu peşinden koşturmanın derdindedir. İki genç, Seydou’nun annesinin ve onları başlarına gelebilecekler hususunda sertçe uyaran esnaf abilerinin sözünü dinlemeyip, inşaatlarda çalışarak biriktirdikleri para ile yola koyulur. Anzaklı gençlerin serüven uğruna Çanakkale’ye gelmeleri misali bu yolculuğun hiç de kolay olmadığını idrak etmeleri uzun sürmez gerçi. Hasan Söylemez’in ‘Tenere’de tanıklık ettiği ölümcül Sahra yolculuğunun son etabında sadece güçlüler ve şanslılar hayatta kalmayı başarır. Sonrasında da Libya mafyasının işkence odalarından sağ çıkabilenler.

Güney İtalya’da mafya ve şiddet sarmalını ele alan 2008 yapımı ‘Gomorra’ ile ilk çıkışını yapmış olan Garrone bizde gösterime girmeyen ‘Masalların Masalı / Il Racconto dei Racconti’de mitolojik hükümranların karanlık öykülerini perdeye taşır. Tahakküm ve şiddetin izlerini küçük bir kıyı kasabasına taşıyan Cannes’dan ödüllü bir önceki çalışması ‘Dogman’ 1980 başlarında İtalya’yı sallamış gerçek bir cinai vakadan yola çıkmasına karşın gerçeküstücü sularda gezinen bir peri masalı gibidir.

Dakar evinin sıcak ilişkileri, Afrika davullarının ateşli ritmine eşlik eden rengarenk dansların atmosferi ile açtığı son filmi zorlu yolculuğun acımasız gerçekliği ile sertleşiyor. Çöl sahnelerine serpiştirdiği rüya sekansları onun masalsı damarından izler taşısa da özellikle Libya bölümlerinde hem öykünün gidişatına, hem de yönetmenin sinemasına özgü şiddet sarmalına sürükleniyoruz. Garrone iki ana karakterine ve bir noktadan sonra tamamen Seydou’ya kitleniyor. Genç çocuk akla gelebilecek türlü eziyetleri göğüslerken film boyunca konu mankeni misali çevresinde yer alan sığınmacıların -masal bu ya- kurtarıcısı haline geliyor. Yüzme bile bilmeyen Seydou’nun mavi engin yolculukta kaptanlığı üstlenmesi ve tekneye balık istifi doldurulmuş garibanları zayiatsız karaya ulaştırması izleyicide bir rahatlama duygusu yaratıyor kuşkusuz. Ancak yaşanan onca trajedi anımsandığında böylesine mutlu bir final ister istemez ‘sığınmacı sorunu’ istismarını getiriyor akla. Sicilya kıyılarına ulaşabilenleri eski kıtada nelerin beklediği ürpertiyor bizleri ama Garrone daha sonrasıyla –şimdilik diyelim- ilgilenmiyor.

Hollywood süper kahraman öykülerinin bir nevi izini süren filme Amerikalılar bayıldı. 10 Mart gecesi 5 adaydan biri olduğu ‘en iyi uluslararası film’ dalında Oscar ödülüne ulaşmasını pek muhtemel görüyorum. O gece Garrone’nin hayli dokunaklı teşekkür konuşmasına şık kostümü ile hemen yanı başında yer alacak baş oyuncusu Seydou Sarr eşlik edecektir mutlaka. Ancak hakkını yemeyelim, Seydou’nun umudunu ve çaresizliğini başarı ile aktaran Sarr birinci sınıf bir performans veriyor. Venedik’teki ödül töreninde mikrofonu hikâyenin esin kaynağı aktivist Kouassi Pli Adama Mamadou’ya veren Garrone’nin yönetmenlik başarısı ile Paolo Carnera’nın kusursuz görüntü çalışmasını da es geçmeyelim. Oscar gecesi muhtemel alkışların meselenin gündemde kalması hususuna katkıda bulunmasını, Avrupa’nın duyarsız sessizliğini delmesini umut ediyorum.

(28 Ocak 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com