Etiket arşivi: Ferhan Baran

Şans ve Rastlantılar

90’ına merdiven dayamış Woody Allen kariyerinin ellinci ve belki de son filmi olan ‘Şans Eseri / Coup De Chance’ı Paris’te Fransızca dilinde ve Fransız oyuncularla çekmiş. Bu biraz da zorunlu bir seçim olmuş. Evlatlığı Dylan Farrow’a cinsel taciz suçlaması nedeniyle kamuoyundan aforoz yiyen ve 2019 yılında doğup büyüdüğü şehirde tamamladığı ‘New York’ta Yağmurlu bir Gün / A Rainy Day in New York’ ABD gösterim ağından çıkarılan sinemacı, filmlerinin ezelden beri kendi ülkesinden daha fazla rağbet gördüğü Avrupa toprağında gözde temalarının izini sürüyor.

Şansa inanır mısınız? Son filminin ana karakterlerinden Alain Aubert (Niels Schneider) Allen’ın alter ego’luğunu üstlenmiş bir biçimde ısrarla hayatın şans ve tesadüflerden ibaret olduğunu söylüyor. Genç adamın üniversite yıllarında New York’ta tanıyıp vurulduğu Fanny Moreau (Lou de Laâge) ile yıllar sonra Paris sokaklarında (tam adını verirsek Montaigne Bulvarı’nda) karşılaşması şans eseri değil de nedir. Fanny başarısız ilk evliliğinden sonra şimdilerde zengin iş adamı Jean Fournier (Melvil Poupaud) ile evlidir. Geçmişi kirli rivayetlerle dolu Jean ise Alain’in tam aksine şansı kendi ellerimizle yarattığımızı savunur. İşinin ‘zenginleri daha da zengin etmek’ olduğunu söyleyen kurt finansçı bir süs bebeği gibi sevdiği karısını kendi ihtişamlı yaşamının değerli bir parçası olarak görür. Oysa Fanny çatı katı bohem odasında Jacques Prévert’in dizeleriyle yakışıklı yazara fazlasıyla çekilmiş ve adeta ilk gençlik yıllarına dönmüştür. Yakın arkadaşı herşeyi mahvetmeden önce iyice düşünmesi konusunda uyarır onu. Genç kadın tatlı bir kararsızlık içindedir ama lüks hayatını elinin tersi ile itmeye pek de niyeti yoktur. Uyanık iş adamının karısının rutinindeki değişiklikleri hissederek özel bir dedektife baş vurması işlerin seyrini değiştirecek, eril sahip olma tutkusu gözleri karartacaktır.

Suç ve ceza öyküleri kariyerinde önemli bir yer tutmuş olan Allen, 1989 yapımı ‘Suçlar ve Kabahatler / Crimes and Misdemeanors’da ‘kişi ahlaki değerlerin kendisini rahatsız etmediği sürece özgürdür’ diye buyurur. Nietzche kaynaklı nihilist düşüncenin doruğa çıktığı 2005 yapımı ‘Maç Sayısı / Match Point’de tenis topunun fileye çarpıp çarpmayacağından hareketle varoluşu son filminde sık sık kullandığı ‘şans ve raslantı’ya bağlar. Hepimiz kısmetin elindeyiz diye buyuran görmüş geçirmiş sinemacı, daha yakın tarihli ‘Mantıksız Adam / Irrational Man’de (2015) adalet ve cezanın boş kavramlar olduğunu ifade ederek ‘varoluşun tamamen anlamsız bir sıradanlık olduğunu’ ifade edecektir.

Muhteşem bir kariyerin ardından gözden düşen sinemacı ileri yaşına karşın film çekmeyi sürdürse de son yapıtı yukarda sözünü ettiğim yapıtların kalibresinde değil. Hatta finaldeki ‘üzerinde durmamak en iyisi’ anekdotuyla kendisi ile dalgasını geçiyor gibi. Özgün adını ‘şansın yaver gidişi’ne dair deyişten alan, keyifle izlenen ama kolay unutulacak bir film ‘Şans Eseri’. Ancak nükte trafiği, özellikle ‘Blue Jasmine: Mavi Yasemin / Blue Jasmine’de (2013) doruğa çıkmış yüksek burjuvazi eleştirisi ile Allen her zaman Allen’dır. Bir zamanlar kapısında rol bekleyen ünlü Hollywood oyuncuları çoktan çekip gitmişler ama son dört filminde birlikte çalıştığı görüntü ustası Vittorio Storario onu bırakmamış. İtalyan görüntü ustasının Paris sonbaharının ılık sarısını yakaladığı görüntüleri ve çevre düzenlemeleri kusursuz.

(25 Temmuz 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Uzay Yarışını Pazarlamak

‘Beni Ay’a Uçur / Fly Me to the Moon’ yaşı yetenlerin çok iyi hatırlayacağı Ay’a inişin canlı olarak televizyondan izlenildiği 1969 yılına götürüyor bizleri. Rusların 1957’de Sputnik 1 ile astronot Yuri Gagarin’i uzaya gönderişinden sonra hız kazanan uzay yarışında Amerikalıların kendi hamlelerini gerçekleştirme çabasına giriştiği zamanlardır bunlar. Üç astronotun ölümüyle sonuçlanan başarısız Apollo 1 projesinin ardından NASA zor durumdadır. Vietnam bozgunu ile baş etmeye çalışan ülke her Allahın günü TV ekranına yansıyan kayıplar ile manevi bir çöküntüyü yaşarken, uzay merkezinin bütçesi de kadrosu da yetersizdir. Uyanık Nixon’ın işbilir adamı Moe Berkus (Woody Harrelson) yeni Apollo projesini parlatarak ABD halkına pazarlayacak bir yol peşindedir. Cazibesi ve kılık kıyafetiyle ‘Mad Men’ dizisinden fırlamışa benzeyen reklam sektörünün pazarlama harikası Kelly Jones’da (Scarlett Johansson) karar kılınır. Cocoa Beach’e uzay kurumunun halkla ilişkiler müdiresi olarak arzı endam eden Kelly, zaten zor görevinin sorunlarıyla boğuşmakta olan fırlatma direktörü Cole Davis (Channing Tatum) üzerinde soğuk duş etkisi yaratsa da, ikili arasında kaçınılmaz bir çekimin oluşması gecikmez. Fırlatma gününe yalnızca 7 ay kalmıştır ve bu süre zarfında kamuoyu desteğinin ve yeterli fonların sağlanabilmesi için her türden reklam desteğine ihtiyaç vardır.

Rose Gilroy imzalı özgün senaryodan Greg Berlanti’nin yönettiği yapım, Amerikan sinemasının altın çağından kopup gelmişe benzeyen iyi bir ‘screwball’ güldürü örneği. İzleyici yaş ortalamasının hayli genç kaldığı ve de orta yaş grubunun sinemada film izleme alışkanlığını büyük ölçüde yitirdiği günümüzde Hollywood büyük şirketlerinin pek yanaşmadıkları türden klasik usuldeki bu romantik komedi örneği, Johansson – Tatum ikilisinin tutmuş kimyaları üzerinden rahatlıkla izleniyor. Başta Ruslar olmak üzere bundan tam 55 yıl önce 16 Temmuz’da Ay’a ayak basışın Hollywood hilesi olduğuna dair komplo teorisi ile flört edişi ayrıca eğlenceli. Apollo 11’in olası başarısızlığına önlem olarak bizzat Nixon’ın adamının emri ile stüdyoda çekilen sahte iniş görüntüleri, Kelly’nin ‘2001: A Space Odyssey’ yönetmeni ‘Kubrick ile çalışsaydık keşke’ esprisi bu rivayetle dalgasını geçiyor.

Filmin şamatasını iki ana karakterin zorlu geçmişlerinin hüznü dengeliyor. Babası evi terk edip gittikten sonra annesi ve kardeşleri ile evsiz kaldıklarında henüz 4 yaşındadır Kelly. Bir şekilde ayağa kalkıp mücadele etmiş, annesinin ona öğrettiği dolandırıcılık marifetiyle hayatta kalmıştır. ‘Reklamcılık da dolandırıcılığın yasal yolla yapılanı değil midir’ sözleri de ona aittir. Davis ise 52 uçuş gerçekleştirdiği Kore dönüşünde NASA’nın en iyi pilotlarından biri olmasına rağmen kalbindeki sorun nedeni ile uzay roketine alınmamış, Apollo 1 sürecinde yitirdiği arkadaşlarının yasını tutmayı sürdüren bir yalnız kovboydur. Bu iki kafadarın acı tatlı öyküsü dönemin şarkılarıyla bezenmiş. Filme adını veren ünlü parça dışında Aretha Franklin’den ‘Moon River’, Dinah Washington yorumuyla ‘Destination Moon’ kulakları okşarken, kıvamı tutmuş yapım keyifle izleniyor.

(22 Temmuz 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Canavar Tükürüp Atmadan

Yönetmen Ti West ile aktris Mia Goth’un işbirliği sürüyor. 2022 yılında art arda çektikleri ‘X’ ve ‘Pearl’ ile son dönemin ilginç üçlemesini başlatan çılgın ikilinin seriyi tamamlayan son filmleri ‘MaXXXine’ sinemalarımızda yerini almış bulunuyor. 1980 doğumlu West korku filmleri evreninde ilgi görmüş filmleri ile biliniyor. Belli ki Tarantino misali kasetlerin kral olduğu dönemin video dükkanlarında tüm zamanların korku ve gerilim külliyatını yalayıp yutmuş. Hitchcock korku sinemasına ve de özellikle ‘Sapık / Psycho’ya olan tutkusu filmlerinin dokusuna sızmış. Üçlemenin ilk filmi ‘X’te yönetmen ve oyuncular dahil 6 kişiyi geçmeyen ekibin porno film çekmek için seçtikleri salaş çiftlik kulübesini izleyen gözler, Bates Motel’e tepeden bakan tekinsiz evin sahibesini anımsatır. Derin Amerika’nın Texas kırsalında olan bitenler yaşlı kadının yarım kalmış arzularını tetikler ve ortalık 70’li yılların kült klasiği ‘Texas Chainsaw Massacre’dan geri kalmayan bir kan gölüne dönüşür.

West’in yetmişli yılların estetiği ile yoğurduğu filmi ilgi görünce, yaratıcı yeni yönetmenlere arka çıkan A24 yapımcılığında ikinci film çekilir. Bir ‘ön hikâye’ olan ‘Pearl’, ilk filmde genç insanları acımasızca katleden -ve makyaj harikasıyla bizzat Goth tarafından canlandırılan- yaşlı kadının ilk gençlik yıllarının öyküsüdür. Birinci Dünya Savaşı yıllarında küçük yaşta evlendirilmiş, cephedeki kocasını bekleyen küçük Pearl delice dans tutkusu ve özgürce yaşama özlemleri elinden alınınca çevresindeki herkesi birer birer yok eder. 50’li yılların Technicolor estetiğini, Douglas Sirk misali canlı doymuş renkleri kullanır bu defa West. Kurtlanmış domuzun servis edildiği ölüm ziyafeti ile sonlanan yapıt kuşkusuz üçlemenin de en yaratıcı örneğidir.

West ile Goth’un fazla beklemeden kotardıkları ve üçlemeyi tamamlayan çalışması ‘MaXXXine’ adındaki üç X’ten anlaşılacağı gibi, yetmişlerde porno yıldızlığına başlayan, Texas’taki çiftlik evinden sağ kurtulmayı başaran Maxine Minx’in seksenli yıllarda yıldız olma hayalleri üzerine kuruludur. Porno evreninde ünlenmiş Maxine’in ufak ufak sinema dünyasına girme arzusuyla seçmelere katıldığı bölüm ile açılıyor film. Din adamı babasının kulağına küpe olmuş sözüyle ‘hak ettiği hayatı yaşama’ peşindedir o. Küçük çaplı bir korku filmi içindir seçmeler ancak bu onun için bir başlangıçtır yalnızca. Lakin yıldız olmak o kadar kolay mıdır. Hollywood ikonlarından Bette Davis’in ön jenerikte yer alan ‘bu meslekte canavar olana kadar yıldız olamazsın’ özdeyişi boşuna söylenmemiştir. 32 yaşındadır ve canavarın karnına kadar gelmiştir. Adımlarını çok dikkatle atmalıdır yoksa canavar onu tükürecek ve belki de bir daha istemeyecektir.

Hollywood düzenini canavarın dişlilerine benzeten West’in filmi ilerledikçe Hollywood eleştirisinden üstadın pek sevdiği bol kanlı korku filmlerine hızla kayıyor. Bu defa 80’li yılların estetiğini benimseyen West, dönemin yükselen şarkıları eşliğinde kafa kol ayırmaya devam ediyor. ‘Footlose’ ile ilk çıkışını yapan ancak daha sonra belli ölçüde tutmuş gençlik filmlerinde yer almasına karşın bir türlü yıldızlık mertebesine erişememiş yaşlı Kevin Bacon, West’in ilginç metaforuyla, ağzında çirkin altın dişleri canavarın çöp tenekesini boylamaktan kurtulamıyor.

West’in kör parmağım gözüne Hitchcock saplantısı bu filmde de sürüyor. Stüdyonun arazisinde muhafaza edilen ürkünç Bates evi dekorunda kaçıp kovalamaca, Janet Leigh’nin öldürüldüğü ünlü duş sahnesi ya da Goth’un bir Hitchcock sarışınına dönüştüğü bölümler hep bu tutkunun gemlenemeyen tezahürleri olarak sıralanıyor. Ti West sineması farklı sinema estetikleri arasında sörf yapan, kimi zaman yaratıcı bölümler de içeren ama –Pearl’ü bir yana ayırdığımızda– genelde ‘teen slasher’, ‘gore’, ‘giallo’ coşkunluğunu pek zapt edemeyen seyri kolay olmayan bir sinema. Yalnızca türün meraklılarına önerebilirim.

(14 Temmuz 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Hortumun İçine Dalmak

Hortumlar ABD güneyinin orta bölümünde yer alan eyaletlerin korkulu rüyasıdır. Her yıl meydana gelen yüzlerce vakada kasabalar, evler hasar görür, insanlar hayatını kaybeder. Hortumları önceden tahmin eden uyarı sistemlerinde yıllar geçtikçe büyük ilerlemeler kaydedilse de afeti oluşma sürecinde durdurabilecek bir yöntem henüz bulunmamıştır. Dünya sinemalarıyla birlikte bizde de gösterimi süren ‘Kasırgalar / Twisters’ın idealist bilim insanı Kate Cooper’ın (Daisy Edgar-Jones) lise yıllarında geliştirdiği düzenek işte bunu başarmayı hedefliyor. Beş yıl önceki çalışmaları sırasında beklediğinden çok daha şiddetli bir hortumda üç yakın arkadaşını yitiren ve kendisi kaza eseri kurtulan genç kadın doğup büyüdüğü Oklahoma topraklarını terk etmiş, hortum tehlikesinin yaşanmadığı New York’a göç etmiştir. Eski meslektaşı Javi’nin (Anthony Ramos) ısrarı sonucu yalnızca gözlem yapmak üzere kısa süreliğine doğup büyüdüğü topraklara dönüş yapan genç kadın yaşamı tehdit eden şeytani doğa harikasının dizginlerini eline alarak can ve mal kurtarmaya girişirken, Arkansas hamurundan gelme, biraz hoyrat fazla neşeli hortum kovboyu Tyler Owens (Glen Powell) bu süreçte onun yakın dostu, sevdiceği olacaktır.

1996 yılında büyük hasılat getirmiş ‘Kasırga / Twister’ın devam filmi olarak lanse edilen yapımın 28 yıl önceki filmle, konu benzerliği dışında, bir bağlantısı bulunmuyor. Karakterlerin tümü yeni, yalnızca 96’da üretilmiş sinyal alıcı Dorothy beşinci kuşak yeni modeli ile arzı endam ediyor. Çok daha gelişmiş radar sistemi ile çalışan Dorothy’ye ‘Oz Büyücüsü / The Wizard of Oz’dan esinle ‘Teneke Adam’, ‘Korkuluk’ ve ‘Aslan’ isimleri verilmiş vericiler destek veriyor.

İlk film ayrılma aşamasındaki iki meteorolog Dr. Jo (Helen Hunt) ve Bill Harding (Bill Paxton) arasındaki küllenmemiş aşkı da işleyen, Oscar adayı olmuş kusursuz görsel efektleri ile ilgi ile izlenen bir filmdi. Yeni filmin ana karakteri İngiliz Edgar-Jones 1997’de ‘Benden Bu Kadar / As Soon as It Gets’ ile ilk Oscar’ını kazanacak olan Hunt denli ışıldamıyor gerçi, ancak geçtiğimiz haftalarda ‘Hit Man’ ile dikkatimizi çekmiş olan Powell yükselen karizmasıyla yıldızlık merdivenini tırmanmayı sürdürüyor.

Filmin Kore asıllı yönetmeni Lee Isaac Chung’u yabancı topraklarda kök salmak isteyen kendi ailesinin öyküsünü anlattığı 2020 yapımı incelikli ‘Minari’den hatırlıyoruz. O da filmdeki Tyler Owens gibi Arkansas’ta çiftçilik yapan ailesinin yanında yetişmiş, bölgenin korkulu rüyası hortum afeti ile küçük yaşlarda tanışmış. Steven Spielberg’in yürütücü yapımcılığını yaptığı film gelişmiş özel efektleri, özellikle final sekansındaki başarısıyla izlenmeyi hak ediyor. Siyah – Beyaz klasik ‘Frankenstein’ın oynadığı kasabanın eski usul sinema salonunda geçen son bölüm kasırganın azizliği ile kâbus odasına dönüşüveriyor. ‘Bu sinema gelecek olana dayanıklı değil’ repliğini işitiyoruz. Kate hortumun dinamiklerini bozmak suretiyle felâketi durdurabilmeyi denerken bizler de kafamızda bu tarz gösterişli yapımların tehdit altındaki sinema salonlarını yok olmaktan kurtarıp kurtaramayacağı metaforunu inşa ediyoruz.

(13 Temmuz 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Tatlı Düşler

‘Her insan tatlı hayallerinin peşine düşer. Kimi seni kullanmak, senden faydalanmak ister, kimisi başkası tarafından kullanılmayı seçer. Sonuçta herkes sevilmeyi, bir topluluğun üyesi olarak takdir edilmeyi, başkalarınca kabullenilmeyi arzular’. Yunan Tuhaf Dalgası’nı başlatan Yorgos Lanthimos’un ‘Zavallılar / Poor Things’in kazanmış olduğu uluslararası büyük süksenin üzerinden yıl geçmeden piyasaya sürdüğü son çalışması ‘Merhamet Hikâyeleri / Kinds of Kindness’ Eurythmics’in 80’li yılları sallayan dayanılmaz hiti ‘Sweet Dreams’in bu minvaldeki sözleri perdede yankılanırken başlıyor. Lanthimos’un Annie Lenox’u androjen pop yıldızı olarak şöhrete kavuşturan bu şarkıyı açılış parçası olarak tercih edişinin, kariyeri boyunca kontrol mekanizması, sevme – sevilme, kabûl edilme arzusu üzerine alabildiğine absürd, bir o kadar çarpıcı öyküler üzerinde gezinmiş olan sinemacıyı takip edenler için sürpriz olmadığını düşünüyoruz hemen.

‘Zavallılar’ın post prodüksiyon süreci ilerlerken aynı oyuncuların önemli bir bölümünün yer aldığı bir tür repertuvar tiyatrosu anlayışıyla çekilen, ismine tezat, karakterlerin birbirlerine karşı hiç de merhametli (ya da özgün adının doğru çevirisiyle ‘nezaketli) davranmadıkları oyunbaz deneme, her biri ortalama 50 – 55 dakika uzunluğunda üç kısa öyküden oluşuyor. Oyuncuların tamamına yakınının her bir parçada farklı rollere büründüğü seçkinin geri planda duran karakteri R.M.F. (Yorgos Stefanakos) kıssalar arasında ince bağı kurma vazifesini üstlenmeye çalışırken, üç bağımsız öykü yönetmenin gözde temaları etrafında sörf yapıyor.

‘R.M.F.’nin Ölümü’ başlığını taşıyan ilk hikâye, beyaz yakalı Robert’in (Jesse Plemons) yediğinden, içtiğine, özel hayatından karısı ile olan birlikteliğine kadar hayatının her safhasında karar verici olmuş ve sözünden bir kez olsun çıkmadığı patronu Raymond’un (Willem Dafoe) kaza süsüyle R.M.F.’yi ortadan kaldırması buyruğuna ilk kez karşı çıkması ve içine düştüğü çıkmaz üzerine kurulu. Herşeyini kaybetme noktasına gelen Robert, rakibi Rita (Emma Stone) kendisinin yerine istihdam edildiğinde nasıl bir yol izleyecektir.

‘R.M.F. Uçuyor’ adlı ikinci bölümde, görev esnasında denizde kaybolan biyolog eşi Liz’in (Stone) haftalar sonra kurtarıldığında farklı biri olduğu şüphesine kapılan Daniel’in (Plemons) sanrılı öyküsünü izliyoruz. Boyun eğme sırası bu defa, kendisini kocasına ve -sıkı durun- toplu seks partisi partnerleri polis çifte kabul ettirebilmek için ondan bazı organlarından feragat etmesi istenen Liz’dedir. ‘R.M.F: Sandviç Yiyor’ isimli son epizod ise bağlı bulundukları tarikat liderinin (Dafoe) buyruğu doğrultusunda özel yeteneklere sahip bir şifacıyı bulmaya çalışan Emily ve Andrew’un (yeniden Stone ile Plemons) tekinsiz takipleri üzerinden ilerliyor.

Epizodlar ilerledikçe daha da sertleşen Lanthimos evreni özenle tasarlanmış ses bandı ile göz dolduruyor. Jerskin Fendrix’in piyano tınıları üzerinden yudum yudum işlediği gerilime, London Voices’ın antik Yunan koro geleneğini anmsatan koral katkısı eklemleniyor. Stone’un ‘Zavallılar’da pek beğenilmiş tuhaf dansına Cobrah’nın rap tarzı aşırılıklarla dolu fütursuz ‘Brand New Bitch’ parçası eşlik ediyor. Yine ‘Zavallılar’ ekibinden görüntü yönetmeni Robbie Ryan’ın New Orleans, Louisiana’da aldığı görüntüler, Lanthimos’un ‘The Lobster’ından beri çalıştığı Yorgos Mavropsaridis’in kurgu çalışmasının kusursuzluğu parmak ısırtıyor. Yönetmenin 2015 yapımı ‘The Lobster’ sonrası kadim yoldaşı Efthimis Filippou ile ilk senaryo ortaklığında yaman ikilinin Amerikan izleyicisine ‘Tuhaf Hollywood Dalgası’nı kabûl ettirme çabasının adımlarını seziyor ve pek eğleniyoruz.

‘Zavallılar’ın Emma Stone, Willem Dafoe, Margaret Qualley repertuvar üçlüsüne Cannes’dan en iyi erkek oyuncu ödüllü muhteşem Jesse Plemons’un yanı sıra Hong Chau, Mamoudou Athie, Joe Alwyn gibi son dönemin gözde oyuncularının eklendiği yapım, Lanthimos’un erken dönemini, ustalıkla kurmuş olduğu alternatif evrende günümüz imgeleri ile kurulmuş aile ortamının kontrolcü baskı düzenini irdeleyen 2009 yapımı ‘Köpekdişi / Kynodontas’ı ve de yalnız bireylerin aile kurma ya da bir aile ortamına dahil olma çabalarını kara komik bir mizahla dile getiren kişisel favorim 2011 yapımı ‘Alpler / Alpeis’i sevenleri memnun edecek bir film olmuş. Spoiler vermemek adına filmdeki dini alegorilerden söz etmeyeceğim. R.M.F.’in hangi kavramların baş harflerinden türetildiği ise herkesin kendi yorumuna kalmış. Yine de yabancı bir yazardan alıntıyla ‘Retribution (kefaret)’, ‘Manipulation (manipülasyon)’ ve ‘Faith (inanç)’ sözcüklerinden yola çıkıldığı fikrini çok tuttuğumu söylemeden geçemeyeceğim.

Bitirirken, R.M.F.’in başına neler geldiğini öğrenmek ve yönetmenin yaman şakasına tanıklık etmek istiyorsanız, son jenerik akarken salonda kalmanız gerektiğini hatırlatmak isterim. Verimli bir dönemden geçen sinemacının bizleri yine bekletmeden yıl içinde yeni bir filmle karşımızda olacağını da ayrıca müjdelemek isterim. Dünyamızı yok etme planları yaptığı rivayet edilen dev şirket CEO’sunun kaçırılması üzerinden gelişen mizahi olayları anlatan, 2003 Kore yapımı ‘Yeşil Gezegeni Kurtar / Save the Green Planet’ uyarlaması ‘Bugonia’nın başrollerinde bir kez daha Stone ve Plemons ikilisi yer almış. Hayli ilginç gözüken filmin dünya sinemaları ile aynı anda 07 Kasım 2024’te bizde de gösterime girmesi bekleniyor.

(04 Temmuz 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

New York’ta Bir Dilim Pizza Yemeden Ölmek Yok

New York’ta 90 desibel olarak ölçülen ortalama gürültü seviyesi sürekli duyulan bir çığlık ile eş değermiş. ‘Sessiz Bir Yer’ serisinin üçüncüsü ‘Sessiz Bir Yer: Birinci Gün / A Quiet Day: Day One’ tam da bu veri doğrultusunda, görmeyen ama sese karşı duyarlı istilacı uzay yaratıklarının iştahla harekete geçeceği düşüncesinden yola çıkıyor. İlki pandemi öncesinde, ikincisi pandemi sonrasında dünya çapında sinema salonlarının açılması ile birlikte büyük ilgi gören serinin yaratıcısı, yazar – yönetmen, oyuncu ve yapımcı John Krasinski, gerçek hayattaki eşi Emily Blunt ve çocuk oyuncularla birlikte hayat verdiği Abbott ailesinin kırsaldaki yaşam savaşına –şimdilik kaydıyla- bir ara verip kıyametin ilk gününe geri dönmek istemiş. Başlangıç öyküsünün yönetmenliği ve ortak yazarlığı için de başrolünde Nicolas Cage’in yer aldığı 2021 yapımı bizde de gösterilen çok başarılı yas filmi ‘Domuz / Pig’ adlı ilk uzun metrajı ile sinema dünyasına parlak bir giriş yapan Michael Sarnoski’de karar kılınmış.

Film kanserli hastaların tedavi gördüğü New York banliyösünde bir bakım evinde başlıyor. Çektiği ağrılardan mutsuz, öfkesini yazdığı şiirlerle dışarı vurmak isteyen hastalardan yazar Samira (muhteşem Lupita Nyong’o) şehrin merkezinde bir kukla gösterimi için düzenlenen geziye gitmeyi önce reddediyor, ancak pizzacıya uğramak şartıyla yola çıkmayı kabûl ediyor. Daima yanında taşıdığı uysal kedisi Frodo ile gösteriyi izlerken sahnede patlayan balon onu huzursuz etmiştir. Biraz nefes almak için salonun dışına çıktığında ise şehirde beklenmedik bir telâşın yaşanmakta olduğunu fark eder, sonrasında gökyüzünden düşen ateş toplarının hayatı felç ettiğine tanıklık eder. Dahası tepeden inen korkunç yaratıklar çığlıklar atan insanları toplu halde imha etmektedir. Öksürmenin dahi canavarları harekete geçirdiği öğrenildiğinde alevler içinde yangın yerine dönmüş mega kent sessizliğe bürünür. Bundan sonrası hayatta kalanların ölüm – kalım mücadelesidir.

Bağımsız sinemadan gelen genç Sarnoski filmin yapımcılarının yüzünü kara çıkarmamış. Tansiyonun her daim yüksek tutulduğu ilk bir saatlik bölüm, hele bir de IMAX formatında izlendiğinde, son derece başarılı. Serinin ilk iki filminde bir ailenin hayatta kalma mücadelesini izlemiştik. Bu defa kedisi ile birlikte kaçış yolu arayan yalnız bir kadının su basmış metro istasyonundan can havliyle kurtulmaya çalışan İngiltere’den hukuk okumaya gelmiş New York sevdalısı Eric (Joseph Quinn) ile önce zoraki de olsa dayanışması ve kendine özgü bir aile kurulması üzerine odaklanıyor hikâye. Genç adam hakkında fazla bir bilgi sahibi olamıyoruz ancak babasının piyano çaldığı Harlem kulübünde geçen çocukluk anılarını yaşayan Sam’in duygusal deneyimini paylaşıyoruz. Samira’nın bazen kedisini, bazen yiyecek ya da ilaçlarını taşıdığı heybesinin üzerinde ‘New York’u Seviyorum’ yazısı okunuyor. Yönetmen ve yapım ekibinin distopik bir dünyayı başarıyla kurdukları dünyanın bu güzelim kentinin sevilecek nesi kalmış diyebilirsiniz. Samira öyle düşünmüyor gerçi, kulaklığında Nina Simone’un güzelim şarkısı ‘Feeling Good’ çalarken sessiz olduğunda şehrin şarkı söylediğini duymanın mutluluğunu deneyimliyor.

(28 Haziran 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Oyunun Bedeli

‘Vahşi Orkide / Wild Orchid’in ünlü seks sahnesinde Mickey Rourke ile Carré Otis gerçekten sevişmiş miydi. Zalman King imzalı filmin promosyonu için ortaya atılan iddia sonradan yalanlanmasına rağmen olay bir şehir efsanesi olarak hafızalarda yer etti. Meksikalı sinemacı Jorge Cuchi’nin gösterimini sürdüren yeni çalışması ‘Kötü Oyuncu / Un Actor Malo’, Aşk-ı Memnu havasında benzer bir erotik geriliminin çekimleri ile başlıyor. Kocasının oğluyla gizli aşk yaşayan genç kadının yaşlı kocasının uçak kazasında ölmesini dilediği sahne ile açılıyor film. Karısı ve bebeği ile mutlu evliliğini sürdüren yakışıklı aktör Daniel Zavala (Alfonso Dosal) ile sektörün gözde oyuncularından Sandra Navarro’nun (Fiona Palomo) başrollerini paylaştığı filmin sansasyonel seks sahnesi çekilmemiştir henüz. Makyöz kız Lola provalar sırasında King’in filminden dem vurarak gerçek bir sevişme sahnesinin vuruculuğundan söz eder şakayla karışık. Daniel eril bir gevşeklik hali içinde ‘benim için hava hoş’ diyerek sırıtırken Sandra ‘hayır’ı yapıştırır. ‘Fikrini değiştirirsen haber ver’ diyerek zevzekliği uzatır Daniel ve bu konuşma kahkahalarla sonlanır.

Son filminin çekimleri için südyo yolundayken, bizde ‘Bitmeyen Balayı’ adıyla gösterilmiş ünlü Orson Welles klasiği ‘A Touch Of Evil / Şeytanın Dokunuşu’nun (1958) yeniden çevrimi için görüşmeye çağrıldığı haberiyle keyiflidir genç adam. Otel odası olarak hazırlanmış sette ereksiyon kaygısını diline dolar bir süre, daha sonra sahne çekimi esnasında şeytanın oyununa gelerek partnerinin rızasını beklemeden cinsellikte sınırı aşar. Yönetmen Sandra’nın yüzündeki tuhaf ifadeden hoşlanmayarak çekimi durdurmuş, malûm sahneyi yeniden çekmek istemiştir. Yüzündeki donuk ifadeyi atamayan Sandra hemcinsleri yönetmen yardımcısı Regina ve kostüm tasarımcısı Ximena ile odada yalnız kaldığında tecavüze uğradığını açıklayacaktır.

Kostüm tasarımcısı Ximena şiddetle şikayetçi olunması taraftarıdır. Filmin akibeti için kaygılı yönetmen ve bir ölçüde yardımcısı Regina çekimser davranır. Sete yıldırım hızıyla ulaşan kadın yapımcı genç kadına istediği takdirde hemen Daniel’i kovacağı ve yerine yeni bir oyuncu bulacağını ve suçlamada bulunmasının tek seçeneği olmadığını söyler. Sandra şaşkındır. Neden durdurmadın ya da çığlık atmadın sorularına ‘her şeyin çok hızlı yaşandığını’ söyler belki ama gururu kırılmıştır. Utanç ve keder içindedir. Ne olduğunu şaşırmış hadisenin diğer aktörü ise kâbustan uyanma gayreti ile genç kadından kendisini affetmesini ister. Ancak oynadığı oyunun bedelini ödemenin zamanı gelmiştir.

Venedik’te dünya prömiyerini yapmış olan ’50 (ya da İki Balina Sahilde Karşılaşır) / ’50 (o Dos Ballenas se Encuentran en la Playa)’ ile radarıma girmiş olan 1963 doğumlu Cuchi, ilk uzun metrajında 2018 yılında Mexico City’de yaşanmış bir olaydan yola çıkarak sosyal medyanın kölesi haline gelmiş huzursuz ve mutsuz Z kuşağından iki bireyin trajik ve seyri kolay olmayan kanlı öyküsünü anlatır. ‘Kötü Oyuncu’yu yapmaya 1972 yapımı ‘Paris’te Son Tango / Ultimi Tango in Parigi’nin çekimleri sırasında genç oyuncu Maria Schneider’in yaşadıklarından esinlenerek karar vermiş. 50 küsur yıl önce dünya çapında büyük sansasyon yaratmış ve ülkemizde 33 dakikası kesilerek ‘yolunmuş tavuk’ muamelesi görmüş olan filmde yönetmen Bernardo Bertolucci ile filmin baş aktörü Marlon Brando’nun henüz 19 yaşındaki Schneider’e haber vermeden ve rızasını almadan onu küçük düşürücü bir tecavüz sahnesi çektiklerini, fiziksel bir penetrasyon olmasa da psikolojik şiddete maruz kalan genç oyuncu adayının içine düştüğü bunalımı uzun süre atlatamadığını, nihayetinde avukat olup kadın haklarının peşine düştüğünü ve ne yazık ki amansız hastalığı nedeniyle genç sayılabilecek bir yaşta aramızdan ayrıldığını biliyoruz. Kuzeninin 2018’de yayımladığı anı kitabından yola çıkarak Schneider’in öyküsünü anlatan ve geçtiğimiz ay Cannes’da prömiyerini yapan Jessica Palud imzalı ‘Maria’ filmini ve de yakın bir zamanda sinemalarımızda izleme umudunu bu vesile ile notlarımız arasına almış olalım.

Bugün ne dünya ne de sinema sektörü 50 yıl öncesinin eril kuşatmasında değil kuşkusuz. ‘MeToo’ hareketiyle açılan yolda çok şeyin değiştiğini biliyoruz. Cuchi’nin değişmez görüntü yönetmeni José Casillas’ın omuz kamerasıyla tedirgin ve adım adım ilerleyen incelikli senaryosu karakterlerin zaaflarını, çaresizlik ve utançlarını başarılı oyuncuların da katkısı ile işlerken konuya ilişkin sorular soruyor, olabildiğince taraf tutmadan klinik olayı neşter altına yatırmaya gayret ediyor. Buraya kadar herşey güzel, ancak son yarım saatte Cuchi’nin sosyal medya nefreti gemi azıya alıyor, sette yaşanan olayın kaydının Ximena eliyle medyaya sunulması sonrasında olay toplumsal linçe uzanan bir trajediye dönüşüyor. Cuchi’nin filmi finaldeki aşırılıklarına karşın yine de haftanın en iyilerinden. 50’sinden sonra ilginç filmler çekmeye başlayan Meksikalı sinemacıyı izlemeyi sürdürüyoruz.

(27 Haziran 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Motorcuların Altın Çağına Ağıt

Çağdaş Amerikan Bağımsız Sineması’nın öne çıkan isimlerinden Jeff Nichols ülkesinin yakın geçmişine belgeselci bakışını sürdürüyor. Danny Lyon’ın 1968 tarihli fotoğraf albümünden yola çıkan ‘Motorcular / The Bikeriders’ ABD’de baş döndürücü bir kültürel değişimin yaşandığı 60’lı yılların gözde alt kültürlerinden ‘asi motosikletlilerin’ özel dünyasına içerden bir bakış atıyor.

James Dean ekolünün boylu poslu karizmatik temsilcisi Benny (Austin Butler) ile hikâyenin anlatıcısı Kathy (Jodie Comer) motorcuların takıldığı yerel bir barda karşılaşıyor. Bilardo masasının başındaki karizmatik Benny’den gözünü alamayan genç kadın toplumdaki kendi deyimiyle ‘saygın’ konumunu bir yana bırakarak yabancısı olduğu yeni bir maceraya gözü kapalı atılıveriyor. Orta Batı Motosikletliler Kulübü’nün kurucusu Johnny’nin (Tom Hardy) teminatıyla tipler ne kadar serkeş gözükse de Kathy’nin başına bir şey gelmeyecektir burada. Yaşını almış evli iki kız babası kamyon şoförü, siyah deri ceketiyle sinema ikonları arasına girmiş genç Marlon Brando’nun TV’de izlediği 1953’den kalma ünlü ‘The Wild One’ filminden almıştır esinini. Vietnam kargaşasının tam göbeğinde Amerika’da yerleşik düzene isyan eden genç kuşakların ve de işçi sınıfı mensuplarının motorculuk gibi renkli, tehlikeli, özgürlük vaadi ile çekici bir alt kültürün bayrağı altında birleştiği yıllardır bunlar.

Bir kısmı meslek ve aile sahibi olan alt gelir grubundan motorcular birlikte gezer, pikniğe gider, içki içer, ot kullanır. Toplum tarafından alayı serseri olarak kabul edilen, 1969 yapımı ünlü Dennis Hopper klasiği ‘Easy Rider’da yerel halk tarafından acımasızca katledilen motorcuların kimselere zararı yoktur başlarda. Ancak ülkenin dört bir yanında kulübün yeni şubelerinin açılmasıyla motorculuğun namusu bozulmaya yüz tutar. Sorunlu ve isyankâr yeni kuşak ile Vietnam’dan dönmüş ağır uyuşturucu kullanan işsiz güçsüz takımının ipleri eline almasıyla eski düzenin yerini, adam kaçırma, toplu infaz ve uyuşturucu ticaretinin devreye girdiği acımasız bir gangster düzeni alacaktır.

‘Motorcular’ ayrımcılığa ve baskıya karşı çıkan hippi ya da ‘çiçek çocukları’ yıllarında, uçsuz bucaksız yollarda özgürlüğün izini süren alt sınıflardan bir kuşağın altın çağından izlenimler sunuyor. Bu hır gür arasında üç muhteşem oyuncunun başrolde olduğu bir üçlü aşk hikâyesine tanıklık ediyoruz. Benny’de ‘Elvis’ kompozisyonuyla Oscar adayı olmuş genç kuşağın en yetenekli isimlerinden Buttler; motosikletine bindiği an nefesi kesilen, onu hep değiştirebileceğini sandığı halde zamanla kendisi değişen ve çevresindekilere benzeyen aşık Kathy’de Comer; ‘yabani’ Brando’nun kült filmdeki adını taşıyan, Benny’yi veliahtı olarak gören ve ona derin bir baba – oğul sadakatiyle bağlı Johnny’de önümüzdeki yıl Oscar adaylıklarında adının geçmesini beklediğim Hardy müthiş bir seyir keyfi sunuyor. Eski usul western ile Scorcese tarzı gangster öykülerinin mükemmel bir karışımı olan film, esinini aldığı siyah – beyaz Lyon fotoğrafları yerine renkli ancak özgün karelerin vintage özelliğini koruyan görselliği ile nefes kesiyor. Nichols’ın değişmez yoldaşı Adam Stone’un 35 mm filmle anamorfik formatta çekilmiş enfes kadrajlarını geniş bir sinema perdesinde (örneğin benim izlediğim Kanyon 9 no’lu salonda) izlemenizi hararetle öneriyorum.

(20 Haziran 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Duygular Çarpışıyor

Pixar’ın belki de en yaratıcı animasyonlarından biri olan ‘Ters Yüz / Inside Out’ 9 yıl aradan sonra serinin devam filmi ile dönüş yapıyor. İlk film ailesiyle birlikte taşradan büyük şehre taşınan 11 yaşındaki Riley’nin duygusal bocalamaları üzerine kuruludur. Doğup büyüdüğü Minnesota’da mutlu bir hayatı olan küçük kız buz hokey takımı arkadaşlarından uzakta San Fransisco’daki yeni hayatına adapte olmaya çalışırken beş temel duygu hayatı onun için kolaylaştırmaya uğraşır. Duyguların yöneticisi durumundaki ‘Neşe’ onun üzerinde sürekli mutlu olma baskısı kurarken diğer duyguların yaşanmasına engel olmayı görev bilmiştir. Neşe’nin her biri farklı renkte karakterlere ve seslere bürünmüş diğer duygular olan ‘Üzüntü’, Korku’, Öfke’ ve ‘Tiksinti’yi bastırma girişimi (ya da savunma mekanizması dediğimiz şey) yaşamı daha da karmaşık hale getirecek, hayatta güzel olmayan ve yolunda gitmeyen şeylerle yüzleştikçe sorunların çözümü kolaylaşacaktır. Önemli olan acısıyla tatlısıyla geçmişte yaşananları kabul etmek ve yıkıldığın yerden yeniden ayağa kalkmak değil midir?

İlk filmin bu içten mesajının animasyonu izleyen çocuklar için fazla soyut kaldığını ve yetişkin izleyici için ve özellikle psikoloji dünyası için bir cazibe merkezi haline geldiğini biliyoruz. Yönetmenliği de üstlenmiş olan Pete Docter ile Ronnie del Carmen’in özgün hikâyelerinden yola çıkmış olan metin son derece yaratıcıdır. ‘Kişilik Adacıkları’, ‘Hayal Ormanı’, ‘Düşünce Treni’, ‘Rüya Üretim Merkezi’, ‘Unutulanlar Uçurumu’ ya da ‘It’in ünlü palyaçosunun da yer aldığı ‘Bilinçaltı’ benzeri hayranlık uyandırıcı sekanslarıyla eşi benzeri olmayan bir serüvendir serinin ilk halkası.

‘Ters Yüz 2 / Inside Out 2’ ilk serüvenden bir yıl sonrasının, Riley’nin ergenliğe adım attığı 13. yaşının hikâyesi. Yeni çevresine uyum sağlamış küçük kız okulun buz hokey takımında kendini göstermiştir. Şimdiki hedefi bölgenin tanınmış kulüplerinden birine kapağı atabilmektir. Hafta sonu yaz kampının bunun için biçilmiş kaftan olduğunu düşünür. Ortaokuldan iki yakın takım arkadaşıyla kampa gittiğinde kendilerinden büyük ve de havalı sporcular arasına katılabilmek için Riley neler yapacaktır. Tam da bu noktada dört yeni duygu hayatına dahil olur. Bunlardan en baskını olan ‘Kaygı’, ‘Gıpta (ya da ‘Kıskançlık’), ‘Utanç’ ve ‘Bıkkınlık’ onun hayatını yeniden şekillendirmeye ve sahip olduğu değerleri kurcalamaya başlar. ‘Neşe’ önderliğindeki kadim duygular bu noktada harekete geçecek ve Riley’deki temel cevheri korumaya çalışacaktır. Eski duyguların kendilerini ‘sofistike’ olarak gören yeni duygularla mücadelesi kaçınılmazdır.

Hikâyenin ilk sahibi Pete Docter’in yönetmenliği daha genç bir ekibin başındaki Kelsey Mann’e devrettiği ‘Ters Yüz 2’ başarılı bir devam filmi olmuş. Olay örgüsünün kimi noktaları ister istemez bir ‘déja vu’ duygusu yaratıyor olsa da yeni karakterleri, ‘daha zamanın gelmedi’ denilerek geçiştirilen ‘Nostalji’ tiplemesini çok sevdim. ‘Beyin Fırtınası’ bölümüne ise bayıldığımı söylemeliyim.

(19 Haziran 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Evren Sabit Değilse Siz de Değilsiniz

Amerikan sinemasının kıdemli bağımsızlarından Richard Linklater imzalı ‘Hit Man’ 2001 yılında ‘The Texas Montly Article’da Skip Hollandsworth imzasıyla yayınlanmış makalede hikâye edilen ‘sahte tetikçi’ Gary Johnson’ın gerçek yaşamından esinlenmiş. 43. İKSV Festivali’nin açılış filmi olan yapım, Nietzche’den bir alıntıyla başlıyor. New Orleans Üniversitesi’nde psikoloji ve felsefe dersleri veren Johnson (Glen Powell), ünlü filozofun “varoluştan en büyük verimi, en büyük mutluluğu alabilmenin sırrı ‘tehlikeli’ yaşamaktır” deyişini aktarıyor öğrencilerine. “Risk alıp konfor hayatından çıkmalarını, bu kısa hayatı tutkuyla yaşamalarını” öğütlüyor onlara. Oysa banliyödeki mütevazı evinde ‘id’ ve ‘ego’ adını verdiği kedileriyle birlikte yaşayan genç adam ev hayatından mutlu gözükmektedir.

Gary sorular ve fikirler dünyasında yaşamayı sevse de elektronik ve dijital işlemlerdeki yeteneğini kullanmak suretiyle New Orleans emniyetinde yarı zamanlı ve gizli olarak çalışarak gelirine katkıda bulunmayı ihmal etmiyor. Emniyetteki zorunlu eğitimden sonra genelde kiralık katil vakaları için kamera ve mikrofon düzenleri kurarak gizli kayıtlar yapmaktır görevi. Sahte tetikçi olarak çalışan iş arkadaşı Jasper taşkın bir davranışı nedeni ile açığa alındığında onun pozisyonu Gary’ye teklif ediliyor. Farklı bir deneyime atılmak zorunda kalmak ürkütücüdür başlarda, ancak ilk deneyiminde oynadığı tetikçi rolünde çok başarılı olunca, zamanla tetikçiyi müşteriye göre şekillendirmenin dayanılmaz eğlencesini keşfediyor. Lise yıllarında utangaçlıktan piyeste bile rol alamamışken şimdi sahnesini bulmanın keyfini yakalayan genç adam, sorunlu kocasından kurtulmak için tetikçi arayan güzeller güzeli Madison (Adria Arjona) ile çekici Ron kimliği altında karşılaştığında aşk bacayı saracak, genç adam yüreğinin ve tutkularının götürdüğü istikamete doğru hızla yol alacaktır.

Gönül çelici bir kara romantik güldürü görünümünün altında engin denizlere yelken açan bu güzelim bağımsız yapımın zekice kaleme alınmış senaryosu Linklater ve Powell’ın ortak imzasını taşıyor. Film kişiliğimiz üzerine yaman bir sorgulamaya girişirken, hafif eğlence fonunda benliğimizin kurgusal bir yapı olup olmadığını tartışıyor. Var olanın bir yanılsama, bir oyun ya da edinilmiş bir rol olup olmadığı üzerine sorular sorarken, kişiliği oluşturan temel özelliklerin ileri yaşlarda bile değiştirebileceğini savunuyor. Bunun için düşünmek yerine somutlaştırmanın gerekliliği üzerinde duruyor. Bu noktada ilgiyle takip ettiğimiz birçok yazarın kendi hayatlarında yaşamadıklarını roman karakterlerine giydirdiklerini düşünerek gülümsüyoruz.

Gary sahaya indiğinde takıldığı insan tiplerine kendisi de inanamıyor. Gerçeğin farklı bakış açılarının birleşmesiyle şekillendiğini, ahlaki ya da epistemolojik anlamda hiçbir şeyin mutlak olmadığını seziyor. Sonuçta vardığı nokta evren sabit değilse kişiliklerin de sabit olamayacağı oluyor. Kalıbına girdiği kişiye dönüşürken aşkın iyisiyle kötüsüyle hep riskli olduğunu keşfediyor. Sevginin nasıl nefrete dönüştüğüne ve cinayetin tek çıkış yolu olarak görüldüğüne tanıklık ettiğinde bizler de bu konu üzerine çekilmiş George Stevens imzalı 1951 yapımı ‘İnsanlık suçu / A Place In The Sun’ ya da Woody Allen klasiği ‘Maç Sayısı / Match Point’i anmadan edemiyoruz.

Bizde ‘Tetikçi’ anlamına gelen çevirisi yapılmadan özgün adıyla gösterilen ‘Hit Man’ Powell ve Arjona ikilisinin çekici cazibesinden de güç alan son dönemin en güzel sürprizlerinden biri. Gerçekliğin zaman içinde hayal edilemeyecek şekillerde değişebileceği üzerine alçakgönüllü bir manifesto, “kendiniz için istediğiniz kimliğin izini sürün, kim olmak istiyorsanız tutkuyla vazgeçmeden o olun” diyen açık bir çağrı.

(15 Haziran 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Daha Çok Hiçlik

Çağımızın tuhaflıklarını kendine özgü absürd kara mizahıyla yorumlayan Romen auteur Radu Jude, Locarno’dan ödülle dönen son çalışması ‘Dünyanın Sonundan Çok Da Bir Şey Beklemeyin / Ni Aştepta Prea Mult de la Sfarşitul Lumii’, İstanbul Film Festivali’nin en ilgiye değer işlerinden biriydi. Film yaygın gösterime girmedi ama İstanbul Modern’in yılın ses getiren 5 filmine ayırdığı sezonun son seçkisinde sinema perdesinde izlenebiliyor.

Oyunbaz sinemacının yenilikçi denemelerinin sonuncusunda, bir reklam firmasında prodüksiyon asistanı olarak çalışan deli dolu Angela Raducanu (Ilinca Manolache) ile birlikte şehit şehir Bükreş’i ve bakımsız civar otobanları arşınlıyoruz. Angela gün boyu araba kullanıyor, konukları karşılıyor, onlarla sohbet ediyor, çekim yerlerine gidiyor. Arabada seks yapmaktan gocunmuyor, yapay zeka marifeti ile erkek kılığına bürünerek rezil erilliği sergilediği videolarında feminist manifestoya girişiyor.

Çavusesku’nun devrilişinin üzerinden 33 sene geçmesine rağmen yenilenmemiş şehirde dolaşırken birçok şeyi eleştiriyor Jude. Yabancı müşterilerin memnuniyeti için yollarda geçirdiği zamanın günde 15 – 16 saati, bazen 20’yi bulduğunu söyleyen alter egosu Angela örneği üzerinden uluslararası kapitalizmin mazlum ülkeleri –Türkiye’de buna dahil kuşkusuz- nasıl sömürdüğünü dile getiriyor. ‘Köle gibiyiz. Bize hayvan muamelesi yapıyorlar.’ diyor Angela. Otelinden aldığı Avusturyalı patronlardan Doris Geothe’ye (muhteşem Nina Hoss) mobilya fabrikası şirketin kereste için Romanya ormanlarını yok ettiğinin doğru olup olmadığını soruyor. Sonra da ‘Buraya gelip ormanlarımızı yağmalıyor, biz de hiçbir şey yapmadan onların reklam videolarını çekiyoruz.’ diyerek hayıflanıyor.

Romanyalı yönetmen Angela’nın siyah – beyaz görüntüleri üzerine Lucian Bratu imzalı 1981 yapımı ‘Angela Moves On / Angela Merge Mai Departe’nin nostaljik renk paletini bindiriyor, böylece 40 küsur yıl öncesinin Bükreş manzaraları kurmaca filme belgesel işlev yüklüyor. 1981 yapımı Angela’nın (Dorina Lazar) Çavuşesku’nun –bugün parlamento binası olarak kullanılan- devasa sarayını yaptırmak için yıktırdığı Uranüs mahallesine müşteri götürdüğü sahnede kurmacanın belgeselliğini öne çıkaran önemli sahnelerden. Sokakların, yolların komünist dönem sonrasında yenilenmediği, bakım görmediği üzerinde duruluyor. Buzau adlı yerleşim bölgesine giden otoban üzerinde trafik kazasında hayatını yitirmiş insanlar için dikilen haçların katedilen mesafenin iki mislinden fazla olduğunu acılı alaycı bir dille aktarıyor Angela. Tek şeritli olan ve emniyet şeridinin de dar olduğu otobandaki haç resmi geçidinin tam 4 dakika süre ile perdeye taşındığı, söze gerek kalmadan çok etkileyici olabilen bir bölüm bu.

Yabancı işveren için işçilerin kazalardan korunma prosedürleri üzerine film çeken reklam çalışanları, oğulları bir iş kazasında sakat kalmış kurmaca filmin yaşlanmış Angela’sı ve Macar asıllı kocası ile söyleşirken belgesel ile kurmacanın muhteşem evliliği bir kez daha taçlanıyor. Bu bölümde ayrımcılık meselesinin üzerine gitme fırsatı buluyor Jude. Yaşlı Angela ülkedeki Roman azınlığa karşı ırkçı laflar sarfediyor. Faşist Orban yönetimi lehine konuşan Macar kocasına gelirsek, o da yıllar boyunca Rumenlerin Transilvanya’da yaşayan Macar halklarının haklarını umursamadığından yakınarak, Orban hükümetine oy verdiğini söylüyor.

Derken filmin tek plandan oluşan 40 dakika süreli vurucu final bölümü geliyor. Reklam ekibinin iyice bir ücret karşılığı çekimler için ziyarete gittikleri yaşlı Angela’nın oğlu mobilya fabrikası işçisi Ovidiu Pirsan (kendini canlandırıyor) hayatını mahveden olayı şöyle anlatıyor: Noel yaklaşırken yabancı müşterilere mal yetiştirmek için 17 saat aralıksız çalıştıktan sonra gecenin zifiri karanlığında işi bırakmış, arabanın teki boyanmamış derme çatma otopark bariyerine bindirince paslı demir çubuk kafasında patlamıştır. Aydınlatmanın komünist dönemden beri iyileştirilmediği fabrika çıkışında geliyorum diye bağıran felâketin ardından bir yıldan fazla süreyle komada kalan ve belden aşağısı tutmayan genç adamın tekerlekli iskemlesinde yana yakıla olayı naklediş biçimi işveren çıkarı açısından sakıncalı bulununca yerli reklamcılar sakat işçinin laflarını ağzına gömüp filmi diledikleri gibi kurgulama yoluna gidiyor. Yabancı şirketlerin Avrupa’nın dört bir yanından çöpe boğduğu, Avrupa Birliği topluluğunun en yoksul ülkesinin başına gelenlerde halkın sorumluluk payını düşünmeden edemiyor reklamcı Angela. Bu minvalde bizler de toplumsal yozlaşmanın tavan yaptığı ülkemiz insanları için aynı soruyu sormaktan kendimizi alamıyoruz.

Jude filmlerine upuzun isimler vermeyi seviyor. Son yapıtının adını da Polonyalı komünist Yahudi yazar Stanislaw Jerzy Lec’e ait bir aforizmadan almış. Final jeneriğini Edo döneminde yaşamış Japon şair ve Budist rahip Kobayashi Issa’nın çok sevdiği ‘haiku’larından biriyle tamamlarken ‘Cehennemin çatısında yürürken aşağıdaki çiçeklere bakıyoruz’ ifadesine yer veriyor. Filmin başka bir bölümünde Goethe’nin büyük büyük torunu olan şirket yetkilisi de büyük atasının ölüm döşeğinde rivayet edildiği gibi ‘daha çok ışık / mehr Licht)’ değil ‘daha çok hiçlik / mehr Nichts’ diye mırıldandığını iletiyor Angela’ya.

Modern çağda sömürü, dijital yalnızlık, tepetaklak bir çöküşe doğru hızla yol alan dünyanın bitik halini hınzır bir mizah ve edepsiz şarkılarla perdeye taşıyan Romanya’nın Oscar adayı bu benzersiz filmi İstanbul Modern sinema salonunda 13 Haziran Perşembe saat 17:15’te izleyebilirsiniz.

(08 Haziran 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Hayalet Sürücü

Kadıköy Belediyesi’ne bağlı Sinematek / Sinema Evi sezonu dünya sinemasının önemli klasiklerinden ‘Hayalet Fayton / Körkarlen’ ile noktalıyor.* Sessiz dönemde ‘İsveç sinemasının Altın Çağı’ olarak bilinen öncü figürlerinden Victor Sjöström’ün Nobelli yazar Selma Lagerlöf’den uyarladığı 1921 tarihli yapım, 20’li yılların bitimine doğru en üstün yapıtlarını verecek olan sessiz dönemin ilk başyapıtlarından biri olarak anılıyor ve bugün hâlâ ilgi ile izleniyor.

Filmin açıldığı yılbaşı gecesi, Kurtuluş Ordusu mensubu rahibe Edit (Astrid Holm) yakalandığı amansız hastalık nedeniyle ölüm döşeğindedir. Son arzusu, ruhunu kurtarmak ve doğru yola döndürmek için yardım etmeye çabalamış olduğu David Holm’u (Victor Sjöström) görmektir. Başında bekleyen arkadaşının ‘o zavallı ruhlar için yeterince çalıştın’ demesine rağmen duygusal hisler de beslediği Holm’u görmekte ısrarlıdır. Alkolik ve istismarcı, evli ve iki çocuk babası David o sırada kilise mezarlığında arkadaşlarıyla kafayı çekmekte ve eski dostu Georges’un ona anlattığı efsaneyi aktarmaktadır: anlatıya göre yılbaşında saat gece yarısını vurmadan önce ölen son kişi, bir sonraki yılbaşına dek Ölüm’ün faytonunu sürmekle ve bedeninden ayrılan ruhları toplamakla lanetlenecek, Azrail’in şoförü olarak bir yıl süreyle bu görevden ve çekeceği ıstırap ve vicdan azabından kaçamayacaktır.

David çıkan bir kavgada başına aldığı darbeyle yere yığıldığında, bedeninden ayrılan ruhunu almaya gelen eski dostu Georges’tan başkası değildir. Georges, çanlar çalmadan ölen son kişi olan eski dostunun ruhunu faytona taşırken ona mahvına sebep olduğu insanları gösterir. At ve araç aynı kalsa da sürücünün değiştiği, gece gündüz efendisinin işlerini halletmek zorunda olan ve nereye gitse keder ve talihsizlikle karşılaşmakta olan Azrail’le (Olof Ås) yolculuk David’in kendi hata ve günahları ile yüzleşmesini sağlayacak mıdır?

Özgün adı İsveççede faytoncu anlamına gelen ‘Hayalet Fayton’ yeni kurulan Svensk Filmindustri’nin ilk yapımı olarak 1921 Yılbaşı Gecesi gösterime girmiş; edebiyat alanında Nobel Ödülü kazanan ilk kadın olan Lagerlöf ile Sjöström’ün bu dördüncü işbirliği büyük başarı kazanarak sinema tarihine geçmiştir. Geriye dönüşlerle tıkır tıkır işleyen kurgusu ve bugün hâlâ hayranlık uyandıran usta işi görüntüleri Henrik ve Julius Jaenzon imzasını taşımaktadır. Film yıllar boyu sinema tarihinin başka seçkin başyapıtlarına ilham kaynağı olagelmiştir. Ingmar Bergman’ın 1957 yapımı ‘Yedinci Mühür / Det Sjunde Inseglet’deki Azrail karakteri Sjöström etkisi taşır. Keza Bergman’ın aynı verimli yılında çektiği bir diğer ünlü başyapıtı ‘Yaban Çilekleri / Smultronstallet’nde Sjöström’e sinemadaki son ikonik kompozisyonunu bahşeder. ‘Hayalet Fayton’un eril hoyratlığı resmeden ünlü ‘balta ile kapıyı kırma sekansı’ yıllar sonra Amerikalı auteur Stanley Kubrick’in de radarına girecek, bu sahnenin bir benzerini 1980 yapımı klasiği ‘Cinnet / The Shining’de kullanacaktır.

*Bu eşsiz klasiğin canlı müzikli gösterimi 13 Haziran Perşembe akşamı 20:00’de perdeli ve perdesiz gitarlarda Mert Pekduraner, davulda Nihal Saruhanlı, yaylı tamburda Muaz Ceyhan, bas gitarda Eren Dilli eşliğinde Sinematek / Sinema Evi’nde gerçekleştiriliyor.

(07 Haziran 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Kore Usulü Hayalet Avcıları

Ülkesi Güney Kore’de yılın hasılat rekorunu kıran ‘Exhuma / Pamyo’ sessiz sedasız sinemalarımıza uğramış bulunuyor. Dünya prömiyerini 74. Berlin Film Festivali Forum bölümünde gerçekleştiren yapım Uzakdoğu gerilim – korku sinemasının bilinen yönetmenlerinden Jang Jae-hyun’un imzasını taşıyor. Film Los Angeles’ta yaşayan aslen Koreli varlıklı bir ailenin doğduğundan beri ağlayan bebeklerinin rahatsızlığına çare bulma girişimiyle açılıyor. Kardeşi de akıl hastanesinde canına kıymış olan baba Park Ji-yong oğluna musallat olan büyük dedenin lanetinden kurtulmak üzere genç bir şaman çiftin yardımına başvuruyor. Derken Feng-shui ustası toprak uzmanı ile yardımcısı devreye giriyor. Lanetten kurtulabilmek için dedenin mezarının açılarak tabutun ivedilikle yakılmasına karar veriliyor. Lakin işler beklendiği gibi şekillenmiyor. Kuzey Kore sınırına yakın ıssız bir tepedeki mezarın hemen altında dikey olarak toprağa gömülü devasa bir başka mezar daha ortaya çıkıyor. Büyük dedenin emperyalist komşuları ile kirli işbirliği, Japonların Kore yarımadasında yaşattıkları zulüm tarihsel olarak devreye girerken korku – gerilim anlatısı farklı boyutlar kazanmaya başlıyor.

Bizdeki izleyiciye uzak dursa da, farklı dinlerin, Şamanizm, Budizm ve Hristiyanlığın kadim gelenekleri ile modern Kore toplumunun kaynaştığı bir coğrafyada filmin öyküsüne yedirilmiş dinsel inanç motiflerinin varlığı, filmin Kore ve civar Uzak Doğu ülkelerindeki geniş izlenme başarısının açıklaması olsa gerek. Farklı coğrafyalar içinse folklorik korku türünün iyi bir örneği olarak ilgi çekmeye aday. Yapım kabaca iki bölümden oluşuyor. Filmin bizdeki gösterimde de kullanılan İngilizce adı, dilimizde ‘mezardan çıkarma’ anlamına gelen ‘exhumation’ kelimesinden geliyor. Otantik şaman ritüelleri eşliğinde mezarın açıldığı ilk bölüm usul usul gelişen gerilimiyle başarılı. Ete kemiğe bürünmeye can atan ikinci tabutun sakini Japon generalin general ortaya çıktığı ikinci kısımda ise ortalık kan gölüne dönüşüyor.

İki hikâye arasındaki bağlantının çok iyi kurulamadığı söylenebilir. Öykünün vadettiği tarihsel açılımın güdük kalışının yarattığı hayal kırıklığı da var. Ancak folklorik motif ve görselliği başarılı olan yapım hayalet samurayın ateş topuna dönüştüğü bölümlerde zirve yapıyor. Kültleşmiş ‘Old Boy’un kadim aktörü Choi Min-sik’in ‘toprak falcısı’ kimliğinde yer aldığı film, Amerikan sinemasının klişeleşmiş şeytan çıkarma öykülerinden sıkılmış olanlar için alternatif bir seyirlik olarak, ışık – gölge kontrastının keyfine varabilmek için kusursuz projeksiyon düzenine haiz bir salon tercih etmek koşuluyla izlenebilir.

(03 Haziran 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Çorak Topraklarda

George Miller üç kuşak öncesinin kült serisi Mad Max efsanesini sürdürüyor. ‘Mad Max: Fury Road’ ile otuz yılın ardından muhteşem bir dönüşü gerçekleştirmiş olan sinemacı, dünya sinemalarıyla aynı anda bizde de gösterime giren son çalışması ‘Furiosa: Bir Mad Max Destanı / Furiosa: A Mad Max Saga’ ile memleketi Avustralya’nın uçsuz bucaksız kırsalında çektiği bir önceki maceranın evveline, küçük Furiosa’nın ana kucağından koparıldığı 15 yıl öncesine dönüyor.

Miller ile yapımcı Byron Kennedy’nin yetmişli yıllarda dünya ekonomisini kilitleyen petrol krizinin taze anıları üzerine kurguladıkları, yetmişlerin tekinsiz otoyol filmlerinin izini süren özgün öykü zaman içinde şirazesinden çıkmış insanlığın ilkel vahşetine ayna tutmuştur. Oysa serinin bu son halkası ön jenerikteki çöküş çığlıklarının uzağında yeşil bir vadinin huzurlu ortamında açılıyor. Küçük Furiosa (Alyla Browne) uzandığı ağaç dalından ‘yasak meyve misali’ olgun bir şeftaliyi kopardıktan hemen sonra yakındaki uğursuz adamların eline geçiyor. Savaşkan annesi onu kurtarmak için peşlerine düşse de kader onun çocukluğunu elinden almaya niyetlidir.

Küçük kız önce motor çetesinin lideri Dementius’un (Chris Hemsworth), daha sonra ilk kez ‘Fury Road’da tanıştığımız ‘Kale’nin efendisi ölümsüz Joe’nun (Lachy Hulme) tutsağı oluyor. Yeşil vatanına özleminin yanında küstah Dementius’tan alacağı intikamın da hayatta tuttuğu Furiosa nefret hissiyatıyla büyüyor ve gözüpek bir savaşçı olarak yetişiyor. Ölümsüz Joe’nun askeri olacağı ‘Fury Road’ öncesinde kısıtlı yeryüzü kaynakları için mücadele eden savaş lordları sofrasında Praeatorian Jack’in (Tom Burke) eğitiminden geçiyor. Yalnızca yağmalayacak kadar vahşi olabilenlerin hayatta kalabildiği bu yeni dünyada kendi şeytanlarıyla boğuşurken çorak topraklarda yeniden yaşamayı öğrenecek olan Max ile tanışma öncesinde intikamının izini sürmeye kararlıdır Furiosa.

Deneyimli Miller, temel içgüdünün hayatta kalmak olduğu bu distopik alemin son model dijital sürümünde kendine özgü dünyasının ana dinamiklerini ve 80’ine merdiven dayadığı yaşında parmak ısırtan absürd enerjisini korumayı sürdürüyor. Bir kez daha ustası Sergio Leone’nin stilize planlarını örnek alıyor, filmini bir çöl operası kıvamında sahneye koyuyor. Hikâyenin açılış bölümünü, Furiosa’yı kurtarmak için annesinin verdiği amansız mücadeleyi içeren ‘Ulaşılmazlık Kutbu’ adı verilmiş ilk epizodu çok beğendimi söyleyebilirim. Bu bölümde Baz Luhrmann imzalı ‘Muhteşem Gatsby / The Great Gatsby’den anımsadığımız Simon Duggan’ın özellikle gece görüntüleri (aman iyi bir projeksiyonda izleyin) çok etkileyici. Çorak topraklarda petrol, gıda, su ya da silah ticaretinin paylaşım savaşları pek de uzak olmayan distopik bir gelecekten çağımıza göz kırpar gibi. Lakin çok ilginç giriş bölümünün devamında aksiyon sahneleri peş peşe sıralanmaya başlıyor. Günümüz genç izleyicisi bunu bekliyor derseniz haklısınız da tüm bu iyi çekilmiş curcuna içinde karakter yaratmaya pek fırsat kalmamış. Söz gelimi Tom Burke gibi çok iyi bir oyuncu hız tuzağının içinde güme gidiveriyor.

Filmin Tom Holkenborg imzasını taşıyan müzikleri ve ses bandı (ses düzeni birinci sınıf bir salonda izleyin) dört dörtlük. Edgar Wright’ın ‘Dün Gece Soho’da / Last Night in Soho’sunda bayıldığımız Anja Taylor-Joy, Furiosa’nın yetişkinliğinde aksiyon yıldızı olarak parlarken, burun protezinin karizmasını bozamadığı ‘Thor’ Hemsworth, Dementius’da göz dolduruyor. Keza, beklenen hesaplaşma bölümünde Furiosa’nın Dementius’a hazırladığı son antolojilere geçecek cinsten. Noktalarken, ‘Furiosa’nın erdemleri ve aşırılıklarıyla distopik western sinemasının yaratıcı bir örneği olarak izlenmeyi hak ettiğinin altını çizelim.

(31 Mayıs 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Cehennemden Canlı Yayın

Cannes prömiyerinden sonra 43. İstanbul Film Festivali’nin gece yarısı sürprizlerinden biri olarak izlediğimiz ‘Şeytanla Bir Gece / Late Night with the Devil’, yazar – yönetmen Cairnes Kardeşler imzasını taşıyor. Cameron ve Colin biraderlerin 70’ler korku ve dehşet estetiğini yeniden inşa ettiği filmleri 1977 yılının Cadılar Bayramı haftasında tek mekânda gelişen ilginç bir deneme olarak dikkat çekiyor.

Vietnam kâbusu ve enerji krizinin ardından Watergate skandalı ile boğuşan ‘70’ler Amerika’sının güvensiz ve huzursuz yıllarındayız. Televizyon kaosu oturma odasına taşıdığı ölçüde, röportaj, müzik ya da skeç komedisinin eğlenceli karışımıyla kalbini ve zihnini ele geçirdiği topluma belli bir rahatlık da sunmaktadır. Johnny Carson’ın sunduğu ‘Tonight Show’un reyting rekorları kırdığı o yıllarda radyo spikerliğinden gelen Jack Delroy (David Dastmalchian) rakip kanalda yayınlanan şovuyla zirveye gözünü diker. Geç saatlerde yayınlanan UBC’nin ‘Gece Baykuşları / Night Owls’ programı tutmasına tutar, Emmy adaylıkları gelir, kanalın izleyici sayısı artar, ancak 4 sezon geçmiş olmasına rağmen Carson’ın reytingini yakalayamaz. Bu süreçte ilham perisi karısını amansız bir hastalıktan yitiren Delroy’un şovu düşüşe geçmeye başladığında hırslı sunucu talihini döndürecek çareyi 1977 Cadılar Bayramı haftasında yayına sokacağı şeytani bir canlı yayın gösterisinde arar.

Programa sahtekâr medyum Christou (Fayssal Bazzi) ve hipnotist Carmichael Haig (Ian Bliss) ile başlayan sunucunun bir sonraki konukları ortalığı karıştırır. ‘Şeytanla Sohbetler / Conversations with the Devil’ kitabının yazarı Dr. June Ross – Mitchell’in (Laura Gordon) şeytani bir tarikatın elinden kurtarıp himayesine almış olduğu 13 yaşındaki Lilly (Ingrid Torelli) aracılığıyla stüdyoya giriş yapacak olan iblis, cehennemi kâbusu Amerika’nın oturma odalarına salıverecektir.

Son yıllarda pek yaygın olan ‘sahte belgesel’ akımından hareketle çok ilginç bir fikirle yola çıkmış olan Cairnes Kardeşler’in filmi belli bir noktaya kadar merakla izleniyor. ‘Birazdan izleyecekleriniz o gece yayınlanan görüntülerin yeni keşfedilen ana kaseti ve daha önce yayınlanmamış kamera arkası görüntüleridir’ ifadesi bu ilgiyi zinde tutmakta başarılı olmuş. TV reyting savaşlarının tarihçesine değinen başlangıç da gayet iyi. Delroy’un üne kavuştuktan sonra üyesi olduğu California ormanlarında sadece erkeklerin üye olduğu ‘The Grove’ ile ilişkisi bir diğer çok ilginç, geliştirilebilecek bir ayrıntı. Ancak, 1800’lerde kurulmuş ve üyeleri arasında politikacılar, şovmenler, endüstri liderlerin bulunduğu zenginler ve güçlüler kampına ilişkin cinsel istismar spekülasyonları üzerinde pek de durulmadan geçiliyor. Buna karşılık beklenen final o denli tatmin edici olamamış. İş William Friedkin imzalı ‘70’li yıllar kâbuslarının simgesi haline gelmiş ünlü ‘Şeytan / The Exorcist’in bildik numaralarına dönmeye başladığında film özgün dokusunu yitiriyor. Korku filmlerini seven kitle için yine de ilgiye değer bir deneme. Cairnes Kardeşler’in yaratıcı üretimlerinin devamını bekliyoruz.

(30 Mayıs 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com