81. Venedik Film Festivali’nin ana yarışmasında dünya prömiyerini yapmış olan ‘Babygirl’ orta yaşlardaki bir çiftin ateşli sevişme sahnesi ile başlıyor. Film her ne kadar kadının orgazmın eşiğindeki yüzüyle açılsa da, çok geçmeden numara yaptığını anlıyoruz. Romy (Nicole Kidman) sevişme sonrası kaçtığı başka bir odada MacBook’undan açtığı porno video ile gerçek bir doyuma ulaşıyor. Parlak bir akademik kariyer … Devamı…»
Sadi Çilingir tarafından yazılmış tüm yazılar
Masal (Yönetmen: Nilay İslamoğlu)
Nilay İslamoğlu’nun yönettiği ve Ekin Mert Daymaz, Hakan Meriçliler, Nilay Deniz, Gözde Çığacı, Tarık Uğur Özenbaş, Cenk Acarlar ile Yasmin Albay’ın oynadığı Masal, önümüzdeki aylarda ????? dağıtımıyla Onea Production tarafından vizyona çıkarılıyor.
Masal, Kıbrıs’ta otel sahibi baba ve kızın, Nehir ve Kaan’ın romantizm ve heyecan dolu hikâyesini konu alıyor.
Tete ve Masal: Rüyalar Diyarı Filmi Vizyona Girdi, Filmin Oyuncusu ve Yapımcısı Mert Turak ile Filmin Prensesi Pelin Karahan, Saba Tümer’in Program Konuğu Oluyor
Keyifli sohbetlerin değişmez ismi Saba Tümer, 27 Ocak akşamı programında yine çok özel isimleri misafir ediyor. Oyunculuğa duyduğu aşkı ve bu yolda neler yaşadığını anlatan Mert Turak özel hayatı ile ilgili daha önce hiçbir yerde paylaşmadıklarını anlatıyor. Tete ve Masal: Rüyalar Diyarı filmindeki rolünü hemen kabul ettiğini söyleyen Pelin Karahan, “Prensesi oynar mısın?” dediler, “Kim prenses olmak istemez ki?” diyerek kabul ettiğini söyledi.
- Basın Bülteni
- Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
Uçan Köfteci
Rezan Yeşilbaş’ın yönettiği ve Nazmi Kırık, Selin Yeninci, Cahit Şahin Yalçın ile Aram Dildar’ın oynadığı Uçan Köfteci, önümüzdeki aylarda ????? dağıtımıyla Rez Film tarafından vizyona çıkarılıyor.
Gerçek bir karakterden ilham alınarak gerçekleştirilen film, seyyar bir sokak köftecisinin “uçma” tutkusunun peşinden gitmesini konu alıyor. Karısı Azize’ye olan sevgi ve bağlılığı ise çatışmanın doruk noktasını oluşturuyor. Uçma tutkusunu, bir şekilde edindiği paramotor ile hayat geçirmek için çaba sarf eden Köfteci Kadir, rengarenk paraşütü ile gökyüzünde salınmaya hazırlanırken, üzerine çöken toplumsal karanlığa meydan okuyor.
Tepetaklak Özgürlük Hayalleri
‘The Brutalist’ Nazi zulmünden kurtulmayı başarmış Macar Yahudisi mimar László Tóth’un (Adrien Brody) Amerika serüveniyle açılıyor. Tóth (Adrien Brody) hayatını yeniden inşa etmek için yabancı bir ülkeye kapağı atma şansını elde etmiştir, ancak hayalini kurduğu ‘Amerikan Rüyası’na dahil olmak o denli kolay olacak mıdır. Oyunculuktan gelme yönetmen Brady Corbet, Tóth’un Yeni Dünya’nın simgesi ‘Özgürlük Anıtı’nı tepetaklak bir açıdan gördüğü ilk sahne vasıtasıyla bunun olanaksızlığını baştan haberliyor.
Vizyoner mimar Ellis adasındaki kontrollerin ardından Pennsylvania’ya yerleşmiş kuzeninin yanına sığınıyor. Soyadını Miller olarak değiştirmiş kuzen Attila Molnár’ın (Alessandro Nivola) mütevazı mobilya mağazasının deposuna yerleşen genç adam, evin beyaz Amerikalı hanımı Audrey’nin (Emma Laird) ırkçı müdahalesi ile çok geçmeden kendini yeniden sokakta bulacaktır. Harrison Lee Van Buren (Guy Pearce) için tasarladığı kütüphane bölgenin ileri gelen zengininin büyük ilgisine mazhar olduğunda makus talihi değişecek gibi olur. Zengin oligarkın çevresinin desteğiyle Sovyet mülteci kampına sığınmış karısı Erzsébet (Felicity Jones) ve yeğeni Zsófia’yı (Raffey Cassidy) Amerika’ya getirten László, patronunun merhum annesi anısına devasa bir enstitünün tasarım işini alır. Lakin bütün bunlar, göçmenlerin horlandığı, ırkçılığın ayyuka çıktığı dönem Amerika’sında Tóth ailesinin huzura kavuşmasının önüne set çekecektir.
Adını savaş sonrası döneme damgasını vurmuş olan ‘Brütalizm’ akımından alan yapım, araya serpiştirilmiş belgesel bölümlerin de etkisiyle gerçek bir yaşam öyküsü gibi sunulmuş olsa da vizyoner sanatçının hikâyesi, savaş sonrası yıllara damgasını vurmuş, ‘Le Corbusier, William Pereira, Moshe Safdie, Denys Lasdun, Alison & Peter Smithson ve özellikle Marcel Breuer gibi yaratıcılardan esinle, dekoratif tasarımdan ziyade yapısal unsurları vurgulayan mimari tarzın izini sürüyor. Corbet, sade ve anıtsal Brütalist yapıların göçmen deneyimini yansıttığını, kapsam ve ölçek olarak bu binaları, var olma savaşı veren tasarımcıların dışavurumu olarak gördüğünü ifade ediyor. Yönetmen filmdeki enstitünün inşasını da Tóth’un geçmişine dair travmaları ile hesaplaşmasının sembolü olarak kurgulamış.
Lol Crawley’nin usta işi görüntüleri, Daniel Blumberg’in 30 yıllık serüveni dönemin popüler müzik parçaları ile yoğurduğu müzik çalışması eşliğinde, ‘The Brutalist’in sağlam çıkış noktasından sembolik bir serüvene yol alışı baştan peşin bir heyecan uyandırıyor. Ama film yolda tökezliyor. Hikâyenin şekillendiği ilk bir saatlik bölüm, mağdur mimarın Holokost cehenneminden yeni bir geleceğe kaçışı, Tóth’un vaadler ülkesinde başına gelenler, kendisi gibi ırkçılıkla boğuşan siyahi dostu Gordon (Isaach de Bankolé) ile dayanışması Brody’nin sağlam oyunculuğu ile ustaca verilmiş. Buna karşılık ilerleyen bölümlerde filmin yoğun bir melodrama kaydığını, 3,5 saati aşan süresiyle 4 bölümlük mini dizi standardına düştüğünü görüyoruz. Vahşi kapitalizmin temsilcisi Van Buren karakteri (ve de veliahtı Harry Lee) Guy Pearce ve Joe Alwyn gibi iyi oyunculara rağmen yüzeysel kötü adam çizgileri içinde kalmış. Bu da on yıllara yayılan hikâyesinde Tóth’un hem kurtarıcısı hem de işkencecisi haline gelen Van Buren karakteri aracılığı ile patronaj sisteminin bir sanatçı ve onun vizyonu üzerindeki huzursuz ve yıkıcı etkileri üzerine yeterince derinleşmemizi engelliyor.
(02 Şubat 2025)
Ferhan Baran
SİYAD, Belgesel, Kısa ve Fantastik Film Adaylarını Açıkladı
Sinema Yazarları Derneği (SİYAD) belgesel, kısa ve fantastik film kategorilerinde 2024 yılı en iyi film adaylarını açıkladı. Dernek bünyesinde oluşturulan kurullar, gerçekleştirilen yapımlar arasından yılın en iyisi olmaya aday filmleri belirledi. Belgesel sinemada beş kısa, beş uzun metraj olmak üzere 10 film iki ayrı kategoride aday gösterildi. Kısa film listesinde ise 10 film yer aldı. Giovanni Scognamillo Fantastik Film Ödülü kategorisinde ise üçü uzun, ikisi kısa metraj olmak üzere beş film aday gösterildi.
SİYAD, Belgesel, Kısa ve Fantastik Film Adaylarını Açıkladı yazısına devam et
Karadeniz’in Ünye’sinden Çıkan Evrensel Bir Hikâye: Aşkın Dünkü Çocukları
Ünye’den doğan Aşkın Dünkü Çocukları filmi, 31 Ocak 2025 Cuma günü beyazperdede izleyiciyle buluşuyor. Yerel detaylarla bezeli bu film, yalnızca bir kentin hikâyesi değil, herkesin yüreğine dokunacak evrensel bir anlatım sunuyor. Aşkın Dünkü Çocukları seyircilere yalnızca bir hikâye değil bir zaman yolculuğu vaat ediyor. Karadeniz mutfağının en ünlü tatlarının yer aldığı filmde Ünye’nin çok özel lezzetleri de gözler önüne seriliyor.
- Basın Bülteni
- Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
Bu Yıl 97.si Düzenlenecek Olan Oscar Ödülleri’nin Adayları Açıklandı
The Brutalist ve Wicked’ın 10 adaylık aldığı Akademi Ödülleri’nde Anora 6 adaylık, Nosferatu 4 adaylık ve Gladyatör II bir adaylığa layık görüldü. Anora: En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Özgün Senaryo, En İyi Kurgu, En İyi Kadın Oyuncu, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu. Nosferatu: En İyi Sinematografi, En İyi Prodüksiyon Tasarımı, En İyi Kostüm Tasarımı, En İyi Makyaj ve Saç Tasarımı. The Brutalist: En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu, En İyi Özgün Senaryo, En İyi Film Müziği, En İyi Sinematografi, En İyi Kurgu, En İyi Prodüksiyon Tasarımı.
- Basın Bülteni
- Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
Bu Yıl 97.si Düzenlenecek Olan Oscar Ödülleri’nin Adayları Açıklandı yazısına devam et
Korkut Akın Yazıyor: Evrensel Bir Öykünün Modern Zaman Uyarlaması: Kurt Adam
Bir hastalık belirtisinde hemen, genetik yatkınlık sorulur: “Ailenizde var mı?” hekimler ona göre tedavi uygulayacaktır. Ancak bu, o kadar yaygın bir durumdur ki, insanın boyundan kilosuna, hareketliliğinden, usluluğuna, heyecanlılığına kadar geniş bir alana yayılır. Evet, genetik yatkınlığımız belirleyicidir muhakkak. Özellikle stres ve yarattıkları üzerine… Buna bir de yaşamın kendi sorunlarını eklerseniz bundan kurtulabilmek pek de … Devamı… »
Tomorrow X Together: Hyper Focus
Kyungkuk Kim’in yönettiği ve Yeon Jun, So Bin, Beomg Yu, Taeh Yun ile Huening Kai’nin oynadığı Tomorrow X Together: Heyper Focus (Hyper Focus: Tomorrow X Together VR Concert), 07 Şubat 2025’de CGV Mars Dağıtım tarafından vizyona çıkarılıyor.
Tomorrow X Together ile heyecan verici yeni bir yolculuk. Geniş Screenx ekranları ve gerçekçi 4DX efektleriyle Tomorrow X Together hayranları, kendilerini gerçekten konserde gibi hissedecek. Hayranlara özel bir hediye niteliğindeki bu konser, Sugar Rush Ride ve Deja Vu gibi popüler şarkıların yanı sıra Tomorrow X Together’ın muhteşem performanslarını ve eşsiz cazibesini de gözler önüne seriyor.
Drop: Kabul Et Veya Reddet Filminin Türkçe Alt Yazılı Birinci Fragmanı Paylaşıldı
Drop: Kabul Et Veya Reddet filminin ilk fragmanı yayınlandı. İlk randevular zaten yeterince sinir bozucudur. Peki, isimsiz, görünmeyen internet ortamından birinin, sizi rahatsız edici seviyede bir cinayetle tehdit eden bildirimler gönderdiği bir ilk randevu nasıl olur? Yönetmen Christopher Landon, Ölüm Günün Kutlu Olsun ve Ölüm Günün Kutlu Olsun 2 filmlerinde mükemmelleştirdiği sizi sürekli tahmin yapmaya zorlayan gerilim tarzına geri dönüyor.
- Basın Bülteni
- Fragmanı izlemek için tıklayınız.
- Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
Korkut Akın Yazıyor: Dayanışma ve Yolculuk: Kedi
“Öyle büyük dostlarız ki, kelimesiz anlaşırız” diyor şair. Bir kedi, bir köpek, bir kemirgen (kapibara), bir lemur ile bir kuş -zaten konuşamıyorlar ya, koyun bu bilgiyi bir tarafa- sessizce anlaşıyor, etkileşiyor, dayanışıyor ve birbirini koruyor, kurtarıyor. Gint Zilbalodis, gerçekten çok başarılı, bir o kadar da anlamlı animasyon filmi “Flow: Bir Kedinin Yolculuğu”nda, birbirleriyle geçinmesi imkânsız hayvanları bir teknede yaşama tutunduruyor. … Devamı… »
Sinema Mitolojiyi Yeniden Yorumluyor: Dönüş
Bütün sanatların temelinde mitoloji yatar; bu gerçekten yola çıktığınızda, günün gündemini de yorumlayabilirsiniz geleceğe bakışın rehberi de olabilirsiniz. Uberto Pasolini, birçok filmin (sözcük anlamıyla da) tam tersine bir yorum getiriyor, İthaka adası, Penelope ve Odyssey’e. Truva’da kaybetmiş olan yenilginin yorgunluğunu, acısını, hüznünü daha da kötüsü acısını taşıyan Odysses (Ralph Fiennes), önce durumu kavramaya çalışır. Penelope (Juliette Binoche), aradan geçen onca yıl hem sadakatini korumuş hem de halkını bir arada tutarak, kendisiyle birlikte olmak, buna da bağlı olarak hükümdar olmak isteyenlere direnmiştir.
Filmin, diğer birçok mitolojik örneğine bakarak çok farklı olduğunu, içerdiği duygu ve insani yanında görebiliriz. Yönetmen, özellikle geniş boşluklar bırakarak izleyicinin kendi kendine kalmasına yol açmış. Tamam, savaş var, ama bu öyle kanlı ve hunharca değil. Pasolini, bir anlamda barışın asıl çözüm olduğunu vurguluyor. Evet, kralsız kalmak zordur, yoksulluk diz boyudur, çözüm bulunamaması nedeniyle halkın huzursuzluğu herkesi tedirgin etmektedir, ama herkesin içinde bir umut vardır asla solmayan.
Truva savaşını hiç görmüyoruz, ama etkisini yüzlerde, gözlerde okuyoruz. Kraliçenin gerginliği ne sesine ne de yüzüne yansıyor ama iki arada bir derede kalmışlığı apaçık ortada. Yönetmen, özellikle izleyiciyi kendi kendine soru sormaya zorluyor. Benim için, insan eşini, aradan yıllar geçse de unutur mu, hele babasını, kralını soruları ardı ardına sıralanıyor. Ancak onun yanıtını film taşıdığı hüzünle veriyor; dahası, alabildiğine yüksek barış çağrısıyla…
(30 Ocak 2025)
Korkut Akın
Göçmenlikle Birlikte Irkçılık Hâlâ En Büyük Sorun: The Brutalist
Bugün, dünyanın dört bir yanında insanlar birçok nedenle evini, işini, aşını, eşini bırakıp bir yerden bir yere göçüyor. Bu göçlerin siyasal, sosyal, ekonomik, kültürel, ekolojik nedenlerinin yanında kendini bulma da söz konusu kuşkusuz.
İkinci Dünya Savaşında soykırıma uğrayan, toplama kamplarından güçlükle kurtulan Yahudi mimar László Tóth (Adrien Brody), anıtsal yapılarıyla tanınıyor. Eşi Erzsébet (Felicity Jones) ile yeğeni geride kalmıştır ama László, kuzeninin yanına, Pensilvanya’ya varmıştır. Varsıl ve siyasal olarak da yetkin sanayici Harrison Lee Van Buren’in (Guy Pearce) annesi onuruna yaptıracağı toplum merkezini tasarlayacaktır. Başlangıçta her şey istenilen gibidir, tıpkı Türkiye’de olduğu gibi (tabii, 1950’ler, savaş sonrası ve kapitalistler yüzlerini yeni yine çıkarıyorlar, bizdeyse hâlâ aynı), gün geçtikçe işler sarpa sarar.
László ilk darbeyi yeğeninden, daha doğrusu yeğeninin kasından yer. O da her ne kadar saklasa da ırkçıdır ve dini ayrılıkların belirleyici olduğunu düşünmektedir. Kocasını kendisi gibi Katolik yapmıştır, ama László, dinine bağlıdır. Kovabilmenin en kolay yolu taciz iddiasıdır ve kocası ikna olmuştur. İkinci darbe; László ilk gün tanıştığı siyahi arkadaşıyla birbirlerini kollamaya varan bir dostluk geliştirmiştir, ama ırkçılık kolayca aşılabilecek bir sorun değildir. Üçüncüsü ise sanayici Van Buren’in yaptıklarıdır.
Erzsébet, László’ya inansa ve güvense de, toplama kamplarındaki insanlık dışı ortam ve uygulamalar nedeniyle yürüyemediği için hiçbir şeyi belirleyememenin haklı sıkıntısı içerisindedir. Bir gün, kocasının uykusundaki sayıklamalarla Harrison Lee Van Buren ile aralarındaki gerilimin nedenini öğrenir. Bastırılmış duyguların günümüzde de ne denli yıkıcı olabileceğini gösteriyor film.
Mimaride Brutalizm, sade ve anıtsal bir tarz olmakla birlikte önemli, birçok gizemi, duyguyu yansıtıyor. László, bunu bilerek sürdürüyor. İnancına ters gelse de Katolik bir şapel bile tasarlıyor. İçinde giderek büyüyen gerilim -film boyunca birbiri ardına gelen aksiliklerin de etkisiyle- işine ve eşine zarar verecek boyuta ulaşıyor.
Yönetmen, Brady Corbet, kendisinin finanse ettiği, buna bağlı olarak da benzeri yapımlardan çok daha zor ve ucuza mal ettiği The Brutalist’i epey uzun tutmuş: tam 3,5 saat. Öncesi ve sonrası diye ayırabileceğimiz iki kısım (film, arasını kendisi veriyor) halindeki film görselliğiyle de can alıcı. Müziği ve özellikle oyuncuların başarısı es geçilemez. László’yu canlandıran Adrien Brody, Macar aksanıyla konuşuyor ve gerçekten etkileyici.
“Me too” dayanışmasını ve arşa yükselen hareketini anımsıyor musunuz? Yaşanmışlıklar ne kadar çok yalansız (yasaksız ve sansürsüz) anlatılırsa yaşam o kadar iyi olacak.
31 Ocak’tan itibaren gösterimde…
(29 Ocak 2025)
Korkut Akın
Rehber Adlı Kısa Filmin Yönetmeni Mert Erez ile Röportaj
Yönetmeninin hiçbir baskı ve beklenti olmadan düş(ünce)lerini aktarabildiği, ticari kaygı duymadan ürettiği filmdir kısafilm. Uzunluğuyla bir ilgisi yoktur, bir dildir (uzun film demiyoruz, kurmaca olarak adlandırıyoruz… Dünyada bir başka ülkede olmayan bir yaklaşımla onu da sanat ve ticari diye ikiye ayırıyoruz), onun için de bitişik yazılmalıdır. Bir küçük ayrıntıya daha değinmeliyim. “Özet film” yapılıyor kısafilm diye. Oysa kısafilm asla özet film değildir. Diliyle, anlatımıyla, yaklaşımıyla, coşkusu, heyecanıyla yetkin, yetkin olduğu gibi evrensel bir sanattır.
Bu kadar uzun girişten sonra, Mert Erez’in yazıp yönettiği, adıyla da niteliğiyle de kısafilm tanımını hak eden “Rehber” üzerine konuşabiliriz.
Sevgili Mert, Bu filmi hayata geçirme fikri nasıl ortaya çıktı? Filminizin temel amacı nedir ve neyi başarmayı hedefliyor?
Merhaba. Öncelikle teşekkür ederim bu güzel sohbet için. Memleketim Tire’ye ziyarete gittiğimde Rehber’in fikriyle çarpıştım. Çarpıştım diyorum çünkü gerçekten öyle hissettim. Arkadaşımın fotoğrafçısı var Tire’de. Ben de o gece orada kalmış ve sabah arkadaşım gelmeden dükkânını açmıştım. Yaşlı bir kadın sabah çok erken saatlerde dükkâna geldi. Oğlunun fotoğrafı olduğunu söyledi. O fotoğrafı almak istiyordu. Ben de arkadaşımı aradım ve dükkâna gelmesini söyledim. Arkadaşım ancak 3 saat sonra gelebileceğini, kadının sonra gelmesini söyledi. Kadına sonra gelmesini söylememe rağmen oturup bekleyeceğini söyledi. Çok üzgün olduğu gözlerinden belliydi, bir hikâye olduğunu sezmiştim. Arkadaşım söylediğinden biraz daha erken geldi, kadın fotoğrafı
aldı ve gitti. Arkadaşıma kadının neden beklediğini sordum. Bana hikâyeyi anlattığında çok etkilendim. Kadının oğlu ölmüştü. Arkadaşım da kadının oğlunun arkadaşıydı ve çocuğun cenazesine gidip üzerine toprak attığını söyledi. Fakat cenazeden sonra eve döndüğünde telefonu çalmış. Ekranda ölen çocuğun ismi yazıyormuş. Onun ifadesiyle söylüyorum. “Aklım çıktı” dedi. Çocuk öldü, beni nasıl arar diye. Telefonu açtığında annesi “Bana oğlum hakkında bir şeyler söyler misin?” demiş. Arkadaşım da söyleyecek bir şey bulamamış. O an insanların aynı evde yaşasalar bile birbirleri hakkında başkalarına muhtaç olmaları duygusunu hissettim. Ancak birbirini tanımayan bir baba oğul üzerinden anlatımı yaptım.
Kuşaklar arası çatışma ya da gençlerle anne baba arasındaki soğukluk(!) nereden ve niye kaynaklanıyor? Filmle olan bağınızın kişisel ve sanatsal perspektiflerinizi nasıl şekillendirdiğini açıklayabilir misiniz?
Öncelikle filmle olan bağımla başlamak isterim. Filmde aralarında neredeyse hiç tanışıklık olmayan bir baba oğul hikâyesi var. Baba oğlunun ölümü üzerine kasabaya dönüyor ve oğlunun telefonunda kayıtlı kişileri arayarak oğlunu tanımaya çalışıyor. Bu bence bir baba için soğukluk ya da kuşak çatışmasından çok daha üzücü bir durum. Babam ben 10 yaşındayken öldü. 10 yıl boyunca da çok yakın değildik. Yani çok fazla zaman geçiremedik ve birbirimizi tanıdığımızı düşünmüyorum. Filmle bağımı buradan kurdum ve babam yaşasaydı ve beni arasaydı ne olurdu diye düşündüm. Yanımdan geçse beni tanır mıydı? İsa karakterini kendimle özdeşleştirdim. Kişisel olarak da yine filme dair sanatsal perspektifi şekillendiren şeylerden biri Tire’ydi. Filmin geçtiği yer. Çünkü babamın öldüğü ve bizim de çok uzun yıllar yaşadığımız yerdi Tire. Bu nedenle filmi de Tire’de çektik. Olabildiğince çok kişisel hikâyemden doneler taşısın istedim film.
Kuşaklar arası çatışma ya da soğukluk neden kaynaklanıyor tam olarak söylemek zor. Aynı mekânların içerisinde yaşıyoruz ancak çoğu zaman birbirinden kopuk ve uzağız. Fiziksel olarak yakın olsak bile. Bunu “işte herkesin elinde bir telefon var.” gibi nedenlere bağlamak istemiyorum. Birbiriyle iletişim kurmak da birbirini tanımanın kesin bir yolu mu bilmiyorum çünkü. Bence burada insanın kendisini ne kadar tanıdığıyla ilgili de bir mesela var. Benim düşündüğüm ya da yaptığım çoğu şey kendime de sürpriz olabilir. Bu da kendimi çok tanımadığım anlamına gelir. İnsanın yapısı bu. Kendini bile şaşırtabiliyorken bir başkasının seni tam olarak tanıması mümkün mü? Belki biraz başka bir açıdan aldım soruyu ama soğukluk ya da kuşak çatışması mı bu, bilmiyorum. Bu nedenle tanımak yanılgısı üzerine cevaplamak istedim. Filmde bir sahne var. Baba Ali, oğlunun eski karısıyla oturuyor. Karısı bir şeyler anlatıyor İsa ile ilgili. Ama onu ne kadar tanıyor. Somut şeylerden ve eylemlerden bahsediyor. Hayallerini, çıkmazlarını, umutlarını, psikolojisini ne kadar kestirebilir?
Bir başka ülkede (kültürde) böyle oluyor mu (olabilir mi)? Bizim kültürümüzün altında yatan ne(ler) böyle davranmaya itiyor.
İnsanın olduğu her yerde çatışma olur. Birbirimizi anlamayız çoğu zaman. Anlamak çok zor bir şey. Anlamadan saygı duymamız gerekir bu daha zordur. Bizim kültürümüzde insanlar genellikle başka insanların işine karışmaya bayılır. Belki bu nedenle aile içinde soğukluk ya da çatışmalar biraz daha fazladır. Ama ben filmde birbiri arasında soğukluk olan değil, birbirini aynı evde yıllarca yaşasa bile tanıyamayacak insanlar ile anlatmak istedim. Çünkü bence bu mümkün değil. Gerçek hayatta karşılaştığım o acılı anne gibi. Oğluyla hiç ayrılmamışlar ancak yine de oğlunun kim olduğunu sorma gereği hissediyor. Ben neden aynı yerde yaşamayan bir baba oğul tercih ettim derseniz, bunu kendi hikâyemle bağlamak istedim diye cevap verebilirim.
Kısafilmin (içerdiği konu ve sorun bağlamında) farkındalık yaratabileceğine inanıyor musunuz? Nasıl?
Kendi kısafilmimin özelinde değil ancak kısafilmlerin bunu yapabileceğine inanıyorum. Ticari kaygı yok çünkü kısafilmlerde ve tamamen derdimizi anlatmak istiyoruz. Bu ülkenin gençleri birçok açıdan çok fazla sorun yaşıyor. Ekonomik, sosyal, toplumsal. Her biri de kısafilmlerde çok rahat konuşulabiliyor. Para kazanmak ya da filmlerimizi bir yerlere satmak, bilet kesmek gibi dertleri kısafilmde yaşamadığımız için yaşadığımız sorunlara değinebiliyoruz. Ben kişisel bir hikâye anlatmak istedim. Toplumsal tarafı da var elbette. İletişimsizlik, baba ve oğulların arasındaki o görünmez mücadele. Filmi izleyip de kendi hayatından bir şey buluyorsa bir insan ve tanımak için çaba göstermem gerek diyorsa kendince o zaman farkındalık verdi diyebilirim film için.
Bu arada… özellikle Mercedes aracı olan bir baba (ilginç, sınıfsal ya da kültürel olarak) daha bir yakın mı olur oğluna? Otobiyografik bir yanı var mı?
Sınıfsal bir açıdan yaklaşmadım. Babamın hatırladığım arabalarından biri Ford bir arabaydı. Uzun, eski, güzel görünen… Önce Ford bulmak istedim. Bulamadım. Estetik, şık ve eski bir araba arıyordum. Bir de bir zamanlar güzel ancak artık çalışmakta zorlanan bir araba istedim. Çünkü adam da bana böyle geldi. Sanki eskiden çok daha iyi durumdaymış. Artık öyle bir havası kalmamış gibi.
… bir de “niteliğiyle kısafilm denmeyi hak ediyor”un finalden kaynaklandığını belirtmeliyim. Sanki bitirseydi(n) ya da evine varıp da birilerine anlatsaydı, özet filme dönüşürdü… Tabii, babanın son, direksiyon başında ağlaması aynı anlamda bir özet film yaklaşımı değil mi?
Ben de son sahne hakkında epey düşündüm. Ağlatıp ağlatmamak konusunda. Sanki o tepkisizlik fazla geldi artık. Bir şey olmasını istedim. Ama oğluna mı ağlıyor yoksa arabanın çalışmaması mı artık ona fazla geliyor. Bunu arada bırakmak istedim. Biz de birçok şeyi deneyerek öğreniyoruz aslında. Üniversitelerde, kitaplarda ya da eğitimlerde gördüklerimiz bir yerden sonra yetmiyor doğal olarak. Bu filme kadar, ilkini 15 yaşında çekmiştim, 3 kısafilm çektim kendimce. Her birinden bir şey öğrendim. Belki 2 yıl sonra çeksem bu filmi sonunu başka türlü anlatırdım. Finali ya da filmin tamamını değiştirebilirdim. Şunu istedim aslında: ‘Ee, bu film bize ne anlattı’nın cevabını vermesin final. Çünkü bu dediğiniz gibi bir maçın özet görüntüsü değil. Bir filmin özet hali değil. Hayat böyle değil. Sana hiçbir şeyi özet geçmez. Sen anladığını anlar yoluna devam edersin. Hikâye de bitmez. Burada da öyle düşünüyorum. Adam arabaya bindi. Nereye gider, ne yapar, tekrar birini mi arar… Bunları bilemeyiz. Hayatta da böyledir bence.
(28 Ocak 2025)
Korkut Akın