Kategori arşivi: Yazılar

Cinayet Profili: Ölümün Beyazperdedeki Yüzü

Ölüm her zaman korkulu rüyamızdır. Hatta korkulu rüya görmemizden de ötedir. Peki ya ecelimiz gelmeden ölüme terk edilmek?…

Her zaman insanların neden cinayet romanlarını ve filmlerini ilgiyle takip ettiklerini merak etmişimdir. Bu, bende bir illet haline geldiği için konunun üstüne giderek insanların neden cinayete bu kadar saplantılı olduklarının profilini çıkardım. Ve bazı anahtar kelimeler aracılığıyla kilitli kapıların nasıl açıldığını bildiğim için, insan yapısı ve cinayet arasındaki güçlü dürtüden yola çıkmanın daha doğru olduğuna kanaat getirdim. İnsanın içindeki dürtünün ne olduğu konusunda en ufacık bir fikri olmayanlara dair ipucu vereyim. Meselâ çevrenizde önemli bir olay olduğunda aniden durup orada neler olduğuna dönüp bakarsanız. İşte içinizi bir fare gibi kemiren bu dürtü sayesinde kafanızda soru işaretleri belirir ve bir de bakmışsınız ki o boşlukları tamamlamaya başlamışsınız bile… Bu dürtünün ne olduğunu tahmin etmeyenler için kısa bir açıklama yapmak gerek. Çünkü insanoğlu yüzyıllardır birçok şeyi merak ederek yaşamını sürdürmüştür. Ama bu merak olgusu sürekli evrim geçirmiştir. Bunun en önemli yanı ise insanların kötü olan olayları ambalajlayıp su yüzeyine çıkartarak paketlemeleridir. Zaten mantıklı olarak düşündüğümüzde “cinayet” gerçeği kaçınılmazdır.

Ötekileşme Yaşamak

Son zamanlarda gazetelerin manşetlerinde yer alan ve medyayı kasıp kavuran Münevver Karabulut Cinayeti gündemi çok fazla meşgûul ettiği için Türkiye’nin ve dünyanın sorunları arka plânda kalmış ve az önemsenmiştir. Hele ki kriz patlak vermişken… Buradan çıkarılacak sonuç esasında basittir: “İnsanlar görmek istediklerini görürler.” Bu istek doğrultusunda cinayeti baş koltuğa oturtan gazeteler, insanların arz ve taleplerini yerine getirmişlerdir. Hazır lâf arz ve talepten açılmışken; önemli bir noktaya vurgu yapayım. İnsanları asıl besleyen ve ihtiyaçlarını karşılayan bir araç olan sinema görsel anlamda gazetede yazılanları etkili hale getirdiğinden ötürü, insanların tercih ettiği sanal dünyada kaybolmasını sağlamıştır. Zaten sanal dünyanın cazibesine kapıldığımızda dış dünyadan uzaklaşarak daha önce hiç olmadığımız kadar “ötekileşme” yaşayıp özümüzden uzaklaşırız. Tabiri caizse bir bukalemun gibi başkalaşım geçiririz. Tabi şu gerçeği de unutmamak gerek: Çözülemeyen yahut çözülmesi zor olan vakalar eşik seviyesini bir hayli zorlar. Buzdağının görünmeyen tarafını görmeye çalıştığımızda ise perdede izlediklerimiz dehşet verici bir deneyim şeklinde bize geri döner.

Cinayeti Harekete Geçiren Güdü

Nereden bakarsanız bakın cinayet ve izleyici arasında doğrudan bir etkileşim vardır. Bu etkileşim geri dönüşümü besler. Meselâ çoğu Hollywood filminde (örneklerini ilerleyen satırlarda vereceğim) kıvranan bir kişinin vücuduna keskin bir cismi batırmak cinsel hazza eşdeğerdir. Birçok şehvet canisi kurbanlarını ölümüne bıçaklarken cinsel orgazma ulaşır; diğer taraftan da adli tıp soruşturmaları cinayetin nerede ve nasıl işlendiğine dair ipucu arar. Seri cinayet şehvet cinayeti ile aynı anlama geldiğinden bu konudaki araştırmacılara göre; katili harekete geçiren başlıca güdü kadınlara yönelik öfke ve onlara acı vermektir.

Korkunç cinayetlerin gerçekleştirilmesi için bir kişinin üst düzeyde şeytani bir kurnazlığa sahip olması gerekir. Çünkü ürpertici ikilemdeki cinayetin çözümü ayrıntılı zekâ oyunlarına kadar uzanır. FBI Davranış Bilimleri Ünitesi’nden (BSU) özel ajanlar, ilk kurbanının çürümüş kalıntıları ile karşılaştığında hemen panikle karışık bir karmaşa haline giren bir seri katilden bahsederler. (1970’lerin sonlarından itibaren, BSU kişilik geliştirme projesini başlatmıştır.) Bu araştırmadan elde edilen suçluların iç yüzlerine ilişkin bilgilerle BSU, şiddet suçlarıyla savaşta yeni ve büyük bir silâh olduğunu kanıtlamış bulunan “suçlu kişilik profil çıkartma” yöntemi geliştirmeyi başarmaları suç tarihine ışık tutan önemli bir gelişmedir. Ve buradan yola çıktığımızda yukarıdaki paragraflarda bahsi geçen adli tıp başarıları çok büyük bir seyirci kazanan Kuzuların Sessizliği filmiyle ölümsüzleştirilmiştir. Zaten popüler seri katil filmlerinin küllerinden doğan Kuzuların Sessizliği o yolda yürümek isteyenlere öncülük eden ender filmlerdendir. Bu filmleri sıralayacak olursak; Saw, From Hell, Seven, Candyman, Hostel, A Nightmare On Elm Street, Friday the 13th, Ring, The Last House on the Left, Martyrs, Braindead, Shaun of the Dead, Rec, The Others, Drag me to Hell, Scream ve daha niceleri…

Çifte Güç

Asında cinayet işlemek ya da adam öldürmecilik oynamak çoğunlukla tek başına yapılan bir iştir, fakat tüm bunların dışında gelişen ve filmlere konu olan cinayeti izlenir kılmak için genellikle olaylara ilgi duyan psikopatlar bir araya gelip öldürücü bir çift oluştururlar. Bazen üç veya daha fazla katil eğlence ve kâr amaçlı cinayet işlemek için bir araya geldiklerinde durum daha da karmaşıklaşır. Böylece insanın ezeli güdüsü aç gözlülükle hareket ederken suç tarihindeki en garip cinayetler işlenir. İşte tam o an bazılarımız için önemli bir yazarın cümlesi ön plâna çıkar: “Onu anne kompleksi olan bir psikopat katil olarak seyretmek, başka birisinin kusmasını seyretmek gibi bir şey…” Bu lâf her ne kadar doğru olsa da görülen köy kılavuz istemez. Çünkü beyazperdedeki görüntüler seyircinin kanına çoktan zerk edilmiştir bile…

Netice olarak, cinayet işlemeye meyilli olan kişiler kafalarında oluşturdukları ütopik dünyaya uymayan kurbanları öldürerek anarşist ruhlarını ortaya çıkarmakta gecikmezler. Ne de olsa öldürmek onlar için sıradan bir olaydır.

(24 Ağustos 2010)

Arzu Çevikalp

arzucevikalp@arzufilm.com.tr

Talihsizlik Yaşayan Pak Panter Ekibi Nihayet Basının Önüne Çıktı

PP7 Pak Panter…

Kim demiş Türkler James Bond filmi yapamaz diye… Türkler yine yaptı yapacağını! Özellikle son yıllarda Hollywood’da tüketilen ajan filmlerinin sayısı artış gösterirken, Türklerin önce davranarak kendi popüler kültürlerini action-komedi tarzıyla harmanlayıp beyazperdeye aktarmaları medyanın bir hayli ilgisini çekti. Pak Panter düzensizliğin içindeki düzeni farklı yollarla anlatan ve güç gösterilerini komedi sosuna bulayan Türk işi action filmi…

Sinemanın iki dev yapımcısı Arzu Film – Fida Film ortaklığıyla çekilen Pak Panter özel olarak kurulmuş teşkilât ile istihbarat elemanlarının başlarından geçenleri mizahi olarak konu alıyor. Hem de istikrarını hiç bozmadan… En güçlü silâhı komedi olan Arzu Film geçen gün Pak Panter filmi için basın toplantısı düzenledi.

Toplantı boyunca oyuncuların yorgunlukları her hallerinden belliydi. Kulağımıza çalınanlara göre; aksiyon sahneleri sırasında Ufuk Özkan’ın kaşı patladı, Metin Zakoğlu’nun kulak zarı, Doğa Rutkay’ın da omzundaki bağlar yırtıldı. Tüm bu olumsuzluklara rağmen oyuncular basının önüne çıkarak film hakkında çıkıp konuştular.

Murat Aslan’ın yönettiği, Ufuk Özkan, Metin Zakoğlu, Sümer Tilmaç, Erdal Tosun, Doğa Rutkay, Şenay Akay, Zeynep Aydemir, Yuri Ryadchenko, Deniz Özermen, Mehmet Ali Erbil ve Şafak Sezer’in rol aldığı Pak Panter filminin Reşadiye köyündeki basın toplantısına şu isimler katıldı: Yönetmen Murat Aslan, oyuncular Ufuk Özkan, Metin Zakoğlu, Doğa Rutkay, Zeynep Aydemir, Yuri Ryadchenko, Şenay Akay ve Deniz Özermen…

Basın toplantısı çok kalabalık olmadığından dolayı oyuncular proje ile ilgili sorulara rahatça yanıt verdiler. Ve özel olarak kurulan afişlerin basın toplantısı boyunca arka fon olarak kullanılması fotoğraf çekimleri açısından daha etkili oldu.

Gagarin rolünü üstlenen Yuri Ryadchenko’nın ve Doğa Rutkay’ın düşüncelerini aldık:

Yuri Ryadchenko: Gagari’yi sevmeye başladım.

“Ben filmin Gagari’siyim. İlk kez bir filmde rol aldım. Komedi filminde oynayacağımı duyan yakınlarım ‘Tam sana göre’ dediler ama işin aslı hiç öyle değilmiş. Bir kızı öpüyorum, sonra dönüp bir adamı öldürüyorum. Zor film, zor rol… İlginç tarafı rolü sevmeye de başladım.”

Doğa Rutkay: Beş gün hastanede yattım.

“Filmde Gülizar adında Azerbaycanlı bir ajanı canlandırıyorum. Tecrübeli, donanımlı, her türlü silâhı kullanabilen bir elemanım. Ama çekimler sırasında epey acı çektiğimi itiraf etmem lâzım. Silâh kullanmam gereken bir sahnede omzumdaki bağlar yırtıldı. Beş gün hastanede yattım. Aslında alçıya alınması gerekiyordu ama düşünce gücüyle iyileştim, alçıya gerek kalmadı.”

(22 Ağustos 2010)

Arzu Çevikalp

arzucevikalp@arzufilm.com.tr

20 Ağustos 2010 Haftası

“A Takımı”, kendine özgü mantığın bile sınırlarını aşıp, seyirciye sunduğu ‘neredeyse fantastik’ aksiyon sahnelerini ufak bulmacalarla ‘satarak’, “Cehennem Melekleri” gibi iç boş, kaba bir tür filmi olmadığını hissettirmeye çalışan gösteri. Farklı özellikleriyle bir bütün olan can dostu dört asker ile ABD Ordusu ve CIA arasındaki lâfazanlıklara takılmadan, ‘hareket’in hücrelerine nüfuz etmek için ‘kaçabilirsiniz’.

“Kapı”, Almanya’dan gelen ve Hollywood’un ürettiği fantastik gerilimlerle aynı düzeyi tutturmuş bir film. Affedilemez bir ihmâl sonucu küçük kızının ölümüne neden olan adamın, beş yıl sonra karşısına çıkan ‘bir geçit’ten zamanda geriye doğru giderek ‘o gün’e dönmesi ve biricik evlâdını kurtarması üzerinden gelişirken, kızın hayatı karşılığı ödenecek bedel, hikâyenin ‘bıçak sırtı’nda yürünen kısmını oluşturuyor. ‘İlginç bir cinayet’le, giderek çevredeki insanları da içine alan olaylar, bir John Carpenter filmi cazibesi kazanıyor… Tabii ki ‘tanıdık’ , fakat kendine özgü duygusal-fiziksel sertliği ile etki kurabiliyor; bir yönüyle de ‘dördüncü boyutta yolculuk’ üzerine düşünmenizi sağlıyor.

“Ölümsüz”, bir kez mensubu olunduğunda, ayrılmanın -ölüm dışında- söz konusu olamadığı, “bıraktım” demekle bırakılmayan mafyanın iç işleyişini, para ve güç için merhametlerini gömen patronların kendine özgü mantıklarını, kısaca, yasa dışı suç örgütünün lâfzını ve ruhunu en iyi yansıtan filmlerden biri. İşte bunun için de içerdiği şiddet, olması gerektiği gibi; yani yüksek! Jean Reno, ‘insan kalmış’ nadir ‘tövbekârlardan’ birini canlandırırken, yüreğini alabildiğine açtığı bir performansla övgüleri hak ediyor.

(18 Ağustos 2010)

Ali Ulvi Uyanık

ali.ulvi.uyanik@gmail.com

Mafyada İntikam Derin Olur

Ölümsüz (L’Immortel)
Yönetmen: Richard Berry
Roman: Franz-Olivier Giesbert
Senaryo: Richard Berry-Alexandre de La Patellière-Mathieu Delaporte
Müzik: Klaus Badelt
Kurgju: Camille Delamarre
Görüntü: Thomas Hardmeier
Oyuncular: Jean Reno (Charly Mattei), Kad Merad (Tony Zacchia), Marina Foïs (Marie Goldman), Gabriella Wright (Yasmina Telaa), Claude Gensac (Bayan Fontarosa), Jean-Pierre Darroussin (Martin Beaudinard), Fani Kolarova (Christelle Mattei), Venantino Venantini (Padovano), Musa Maaskri (Kerim), Josephine Berry (Eva), Catherine Samie (Stella Mattei), Malglaive de Max Baissette (Anatole Mattei), Richard Berry (Aurelio Rampoli)
Yapım: Europa Corp. (2010)

Aktör – yönetmen Richard Berry’nin filmi “Ölümsüz”, çarpıcı, gösterişli ve çok kanlı bir gangster filmi. Yer yer melodramın kuşattığı filmde sonunda kazanan mutluluk oluyor.

1949’da Amerika’da doğan Yahudi Alman gazeteci-yazar Franz-Olivier Giesbert’in gerçek olaylardan ilham alan aynı adlı romanından aktör-yönetmen Richard Berry tarafından gösterişli perdeye yansıması “L’Immortel – Ölümsüz” filmi. Sinemada daha çok oyuncu tarafıyla öne çıkan Richard Berry, “Ölümsüz”le dördüncü filmini yönetmiş oldu. Filmin hikâyesi Marsilya’da geçiyor. Marsilya, Fransa’nın gangster ocağı. Tıpkı Amerika’daki Şikago gibi. Kendini mafya işlerinden emekliye ayırmış Charly Matei, küçük oğlu Anotole’la arabayla küçük bir yolculuğa çıkıyor. Opera dinlemeyi seven Charly, arabayı park ettikten sonra yüzü maskeli adamların kurşun yağmuru altında kalıyor. Yirmi iki kurşun yiyen Charly kurtuluyor. Sonra da her şey usul usul açılıyor. Çocukluk arkadaşı Zacchia’yla yeraltı dünyasında itibarlı yer edinen Charly, uyuşturucu vb. işlerden hep uzak durmuş bir mafya lideri. Emekliye ayrılırken her şeyi de ortağına bırakmış. Filmin derinliğinde suikastı düzenlettiren de ortaya çıkıyor. Filmde sürprizler var. Elbette mafya yapılanmasında ailen dışında pek güvenebileceğin yer olmuyor. Mafya dünyasında insanlar sürekli paranoyaların içerisinde yaşıyor. Ama bu filmde aileler de öne çıkıyor. Alile, korunması gereken en önemli şey.

İntikam alınmadan asla…

Charly, operaya ve ailesine değer veren bir gangster. Bu güvenilmez dünyada tehlike her yerden gelebilir. Hiç beklenmedik bir anda saldırıya uğrayan Charly, olayı çözmek, belki de mafyayı çökertmek isteyen kadın polis Marie’yle mesafali iletişim kursa da intikamını polisi atlatarak tek tek alıyor. Sonunda işin başındaki “kötü adamı” polise teslim ediyor Charly. Marie’nin kocası mafyanın saldırısında ölmüş ve Marie, sanki Charly gibi intikam peşinde gibi. Aslında, Marsilya mafyasını, imkânsız olsa da, çökertmek istiyor. Politikacılardan başlayıp polis müdürlerini kendi taraflarına çekmiş bir mafya bu. Her şey kirlenmiş. Filmin çekimlerinin ve kurgusunun da çarpıcı olduğunu belirtelim.

1948’de Kazablanka’da doğan İspanyol-Fransız karışımı oyuncu Jean Reno’yu daha çok Luc Besson’un 1988 yapımı “Le Grand Bleu / The Big Blue – Derinlik Sarhoşluğu” filmiyle tanıdık. Sonra 1994 yapımı “Leon”la sevdik. Hollywood filmlerinde de oynuyor zaman zaman. 1998 yapımı “Godzilla”, 2006 yapımı “Da Vinci Codec – The Da Vince Code – Da Vinci Şifresi”, 2006 yapımı “The Pink Panther – Pembe Panter” vb. Cezayir kökenli 1964 doğumlu Kad Merad, Zaccharia karakterinde muhteşem. Kad Merad’ı Christophe Barratier’nin 2004 yapımı “Les Choristes – Koro” filminde Chabert karakteriyle hatırlayabilirsiniz. 1950’de Paris’te doğan aktör-yönetmen Richard Berry, Bob Swain’in orijinal adı “Denge” anlamına gelen 1982 yapımı “La Balance – Sokakların Kanunu” suç filminde Mathias karakterinde görünmüştü ve bu film, Ocak 1986’da gösterime girmişti ülkemizde. Berry’nin yönettiği 2001 yapımı “L’Art (délicat) de la Seduction – Sanat (hassas) Baştan Çıkarır”, 2003 yapımı “Moi, César – Ben, Sezar”, 2005 yapımı “La Boite Noire – Kara Kutu” filmlerini de görmek gerek. “Ölümsüz”, birinci sınıf aksiyon ve gerilim yüklü bir kanlı film. Mafya filmlerini sadece Hollywood’dan izlememek gerek. Bu alanda Fransız sineması da güçlüdür.

(12 Ağustos 2010)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

13 Ağustos 2010 Haftası

“Büyükler”, çocukluklarını geçirdikleri kasabaya, yıllar sonra, aileleri, takıntıları, tuhaflıkları ile gelip, göl kenarındaki büyük evde ‘Dört Temmuz’ tatilini geçiren beş arkadaşın nostalji yüklü dostlukları: Komik, komik ve komik! Görebileceğiniz en ‘ayrıksı’ komedilerden… Kalabalık oyuncu kadrosu ile film çekmenin tüm dezavantajlarını avantaja çevirmiş kusursuz yönetiminin de altı çizilmeli.

“Cehennem Melekleri”nde, sinemanın -özellikle- serüven / aksiyon / gerilim / savaş türlerinde ‘anıtsal’laşmış, en büyüğü 64 (Stallone) ve en küçükleri de 38 (Statham) yaşında, kendileri sert yürekleri ‘pamuk gibi’ bir grup adamı, aralarına güreşçiler de katılarak, şiddeti yüksek öyküde bir araya getirilmiş… Üstüne üstlük, bir sahnede, Bruce Willis ve Arnold Schwarzenegger’a da ‘uncredit’ yer verilmiş! 80 milyon dolarlık bütçe sayesinde ortalığın gerçekten de cehenneme döndüğü bir hikâye sizi heyecanlandırıyorsa, ‘Azrail gibi can alan’ bu paralı askerlerin gösterilerini kaçırmayınız… Ama emin olun ki, çıktıktan sonra belleğinizden hızla silinecek.

“Kediler ve Köpekler: Kitty Galore’un İntikamı”, biz insanların egemenliği dışında varlığını sürdüren ve akıllı hayvanlar tarafından yönetilen gizli dünyada, tabii ki ‘dünyanın kurtarılmasına yönelik’, nefes nefese yaşanan casusluk serüvenleri… Gülünç, sevimli, yoğun şekilde tüylü! Canlı hayvan performanslarını, animatronik kuklaları ve bilgisayar animasyonlarını bir araya getiren işin yönetmenlik kısmı da oldukça zorlu tabii!

Bir not: Sürekli yinelemeye gerek yok! Ancak biz sinema yazarlarının savunduğu “bir filmi orijinal seslendirmesi ile izlemenin önemi”ne dair örnek teşkil eden düşünceleri, bu filmde kötü kedi karakter Kitty Galore’a sesini veren ve onun ses dalgalanmasını / üslûbunu yaratmanın, görüntüsüne – geçmişine dayanan bir süreç olması gerektiğini söyleyen Bette Midler’ın şu sözleriyle veriyorum.

Midler: “Bir eskizle başlıyorsunuz. Zaman içinde eskizler gitgide daha canlı bir hâl alıyor ve bu yaratık adeta ete kemiğe bürünüyor. İşte o zaman sesinin nasıl bir şey olması gerektiğini size söylüyor. Kitty’nin kocaman gözleri, çok sivri ve keskin dişleri var. Eğitimli görünüyordu, dolayısıyla onu mizacı kötü olan asil bir kedi gibi seslendirdim. Belli ki bir zamanlar yıldızdı ve bu konumu ondan kopartılıp alındı. Bu yüzden, şimdi oldukça hınçlı ve filmin başlığından da anlaşıldığı gibi, intikam peşinde”.

(11 Ağustos 2010)

Ali Ulvi Uyanık

ali.ulvi.uyanik@gmail.com

Siyah Beyaz ve Sessiz: Kürt Sineması

1926 yılında Ermenistan’da çekilen ve bir Kürt kadınını ele alan Zarê adlı film, tarihte Kürtleri konu edinen ilk film olarak kabûl edilir. Siyah beyaz ve sessiz bir filmdir Zarê, kürt halkının uzun süre içinde bulunduğu durumu da filmin bu hali özetler niteliktedir.

“Savaş bölgelerinden gerçek görüntüler çekmek istiyordum; yani o savaş makinelerini, harcanan paraları, o dağlara dikilen bayrakları, kendi kendimizle nasıl savaştığımızı… Arkamızda JİTEM, arkamızda PKK, arkamızda vali ve biz film çekiyoruz. Her makara dağın başında çekiliyor, sarılıyor ve Almanya’ya gönderiliyor. Altmış dört kutu film çektik; bütün çekebildiğimiz odur. Yarısında da, zaten tipiden gözükmediği için, fazla bir şey çıkmamıştır.” diye anlatıyor yönetmen Reis Çelik, Işıklar Sönmesin filminin hikâyesini. Filmde, bir çatışma sonrası düşen çığın altında kalanlardan sadece bir gerilla ve bir asker kurtulur. Ölümü koltuk altlarında gezdiren bu iki karakter, Türkiye’de hâlâ çözülememiş sorunun başkahramanlarıdır. Yıllardır bir iç savaş yaşayan bu topraklarda sanatın bu alanda çıkıp söz söyleyememiş olmasını “beni en çok iğneleyen ve ileri iten şeydi” şeklinde yorumluyor yine Reis Çelik. Işıklar Sönmesin, Mülteci gibi filmleriyle varolan, yaşanan acıları daha çok kişiye duyurmaya çalışan Çelik’in filmleri vizyona girdiği dönemlerde çok ilgi görmese de, bu alana ilk direk kamerayı tutan yapıtlardır. Son olarak ülke sınırları içerisinde ilk kez dili Kürtçe olarak yasaklanmadan gösterime giren Min Dit filmi ise Kürt Sinemasının varlığını geniş kitlelere duyurmayı başarmıştır.

90’larda Turgut Özal’ın Kürt sorununa çözüm olabilecek açılım yolları, Kürtlerin varlığını devlet eliyle kabûl etmesi bu alandaki sanatçılara da moral olmuş ve Kürt Sineması adına yapılan çalışmalara hız vermiştir. Sonrasında açılımın yine önü kesilecek ve Kürt sinemacılar duracaktır. Günümüze gelindiğinde ise Kürt sineması yine açılımın sağladığı ortamın faydasını görerek kendini bu sefer kısık sesle değil, bağırarak duyuracaktır. Popüler bir tarzda, karikarütize edilmiş karakteriyle eleştirilen Mahsun Kırmızgül’ün Güneşi Gördüm filmi ise, eksiklerine rağmen insani yönüyle bir uyanış sağlamıştır.

Önyargıları kaldıracak dil sinema

Tarihsel sürecine baktığımızda 90’lardan sonra gelişim gösteren Kürt sineması aslında 1926’lara kadar uzanır. 1926 yılında Ermenistan’da çekilen ve bir Kürt kadınını ele alan Zarê adlı film, tarihte Kürtleri konu edinen ilk film olarak kabûl edilir. Siyah beyaz ve sessiz bir filmdir Zarê, kürt halkının uzun süre içinde bulunduğu durumu da filmin bu hali özetler niteliktedir. Türk sinemasında Kürtler yanık tenleri, bozuk Türkçeleriyle hep kaba halleriyle, töre cinayetleriyle yer bulmuşsa da ilk defa gerçek kimliklerini Yılmaz Güney yansıtmıştır. Güney’in Seyithan (1968), Endişe, Umut, Sürü (1978) ve Yol (1982) filmleri Kürtlerin yaşadığı dramı anlatır. Dönemin şartları ve yasaklar sebebiyle bu filmlerde sadece tek tük Kürtçe kelime kullanılmış, hatta Seyithan filmindeki Nebahat Çehre’nin Keje adlı bir karakteri canlandırması uzun bir süre sorun olmuştur. Sonraki yıllarda Güney verdiği bir röportajda, Kürtçe film çekmenin mümkün olmadığını söyleyecektir.

Aynı toprak üzerinde, aynı acıları ve sorunları yaşayan iki kardeş milletin birbirine bu kadar yabancılaştırılmış olması sistemin istediği bir şeydir. O kadarki, bu toprakların bir zenginliği olan bir dili Kürtçeyi siyasallaştırmış, tek bir kelimesi bile bölücülük olarak damga yemiştir. Şimdiyse Başbakan’ın köy isimlerini Kürtçe söylemesi, devlet eliyle bir Kürtçe televizyon kanalının açılmış olması, aslında yasağın ne kadar da maksatlı bir ötekileştirme olduğunun göstergesidir. Çok geç kalınmış konuşmalar ve tartışmalar sorunun Kürt halkı olmadığını göstermektedir. Sorun bu iç savaştan nemalananların rantları uğruna verdikleri mücadeledir.

Kürt halkının kendini doğru ifade edebilmesi, Batılının Doğuluyu ötekileştirmeden yakınlaşmasını sağlaması açısından sinema önemlidir. Çekilen acıların ortak olduğunu anlatan filmler, önyargıları zayıflatacaktır. Yasak altında gelişen her yapı gibi Kürt sinemasındaki filmler çoğunlukla siyasal söylenmeler içerse de, İki Dil Bir Bavul gibi naif filmler iki kardeş milleti yeniden yakınlaştıracaktır.

(12 Ağustos 2010)

Ayşe Şahinboy Doğan

Gerçek Hayat Dergisi’nde yayınlanmıştır. (Ağustos 2010)

Rekin Teksoy: Sinema Tarihçisi Tarafsız Olamaz

Geçtiğimiz günlerde sinema dergiciliğinde üçüncü yılını dolduran Modern Zamanlar, bahar aylarında özel bir konuğu ağırlamanın mutluluğunu yaşadı. Özel bir söyleşinin yanı sıra, dergi tarafından organize edilen ve Akdeniz Üniversitesi Radyo-Sinema-TV öğrencilerini kapsayan bir sohbet programına da konuk olan Rekin Teksoy, son olarak onuruna verilen bir yemeğe konuk oldu ve dergimizin sorularını içtenlikle yanıtladı.

“Rekin Teksoy’un Sinema Tarihi” üzerine…

Modern Zamanlar: Sayın Teksoy, Antalya’ya ve Modern Zamanlar’a hoşgeldiniz. Dilerseniz söze, “Rekin Teksoy’un Sinema Tarihi”nin yeni baskısından söz açarak başlayalım.

Rekin Teksoy: Tabii. Hatırlayacağınız gibi, ilk baskının üzerinden 5 yıl geçti. Yeni baskıya o günden bu yana olan gelişmeler, yeni çalışmalar eklendiği gibi, sonda yer alan kronoloji de 2008’in sonuna kadarki zaman dilimini kapsayacak biçimde genişletildi. Biliyorsunuz, sinema hızla eskiyor; bu kapsamdaki, ansiklopedik özellik taşıyan kitapların da yayını izleyen yeni filmler, yönetmenler, ödüller, teknolojik yenilikler, kayıplar vb. gelişmeler nedeniyle gözden geçirilmeleri güncelleştirilmeleri kaçınılmaz oluyor. Yeni baskıda bunu gerçekleştirme olanağı buldum. Ayrıca yeni baskının, Oğlak Yayınları tarafından çok daha özenli bir hale getirildiğini ve çalışmanın 2 cilt olarak okura ulaşma olanağına kavuştuğunu belirtmeliyim.

Modern Zamanlar: Gerçekten de, sinema yazınımızda eşi-benzeri olmayan bir çalışma…

Rekin Teksoy: Sonuçtan gerçekten memnunum. 1300 küsur sayfa, artı fotoğraflar… Türkiye’de bu kapsamda bir kaynak olmadığı gibi, övünerek söylüyorum, yabancı dillerde de yok.

Modern Zamanlar: Tam da bu noktada bir soru sormak gerekiyor. Gerçi çeşitli defalarda açıklamak durumunda kalmıştınız; ancak yeni baskı dolayısıyla yeniden gündeme getirelim. Söz konusu eserin adı: “Rekin Teksoy’un Sinema Tarihi” ve yanlış hatırlamıyorsak böyle bir tanımlama (dünyadaki örnekleri unutmadan) bizim yazınımızda hemen hiç yok. Neden böyle bir isme gerek duydunuz?

Rekin Teksoy: Biliyorsunuz, sinema çok geniş bir alan. Rastgele söylüyorum; çekilen yüz bin filmin belki beş-altı binini görme olanağı buldum, diğerlerini izleyemedim. Önceden internetin olmadığı da düşünülürse hiç bir sinema yazarı da görmemiştir. Dolayısıyla bu noktada bir seçim gündeme geliyor. Benim kaynağımda herhangi bir yönetmenin filmine yer vermem için, o yönetmenin benim dünya görüşümle bağdaşır olması gereklidir. ‘Rekin Teksoy’un’ demek, benim hayata bakış açıma uygun ve yatkın örnekleri bir araya getirmek anlamını taşır.

Modern Zamanlar: Diğer bir deyişle burada kişisel bir tarih oluşturma çabası diyebiliriz.

Rekin Teksoy: Elbette… Şimdi şöyle bir anlayış gelişti son zamanlarda: “Tarihçi tarafsız olmalıdır!” Bu tanımlamaya katılmıyorum. Bir sinema tarihçisi nasıl tarafsız olabilir? Seçtiği filmler onun yönünü, dünya görüşünü vurgular. Nitekim bir başka sinema yazarı, bu kapsamdaki bir kitabı hazırlarken başka örneklerden yola çıkabilir. Dolayısıyla bizde ya da sinema yazınında eksik olan, yazarın dünyasının ve görüşlerinin vurgulanmaması. Biliyorsunuz, kitabı Pasolini’nin Marilyn Monroe’nun intiharının ardından yazdığı ağıt – şiirle bitirdim; çünkü kapitalist sinema anlayışını teşhir eden bir şiirdir ve benim sinemaya ve dünyaya bakış açımı vurgulayacak niteliktedir.

Modern Zamanlar: Gayet iyi hatırlıyoruz Pasolini’nin şiirini. “Kadın” sayımızda sizin onayınızla yayınlamıştık.

Rekin Teksoy: Sonuçta kitap, benim görüşlerime uygun film örneklerini öne çıkarır. Türk sineması hakkındaki değerlendirmelerim ya da son dönem Amerikan sinemasına dair tespitlerim, örneğin “Yüzüklerin Efendisi” hakkındaki değerlendirmelerim genç eleştirmenleri çok şaşırttı. Kuşkusuz yönelttiğim eleştirilerde ‘onlar hiç bir şeyin farkında değil’ demiyorum; ama ben böyle düşünüyorum.

Modern Zamanlar: Sinema yazarının tarafsız olamayacağı düşüncenizi açmak adına, Rekin Teksoy’un neye taraf olduğu üzerine konuşalım dilerseniz.

Rekin Teksoy: Gençliğimden bu yana sosyalist fikirlerden yana oldum. Biliyorsunuz, 1960’larda bir ütopya gördük hepimiz; ülkede ve dünyada büyük dönüşümler olacağına, bambaşka bir dünya kurulacağına inandık. Bütün mücadelemiz ve heyecanımız buna göre şekillendi. Yalnız sinemaya değil, hayata ve insanlığa dair bakışımın altında bu dönemin izi büyüktür. Bu inançlarım bugün de değişmedi. Emek-sermaye çelişkisi ortadan kalkmadığı sürece de değişmeyecek. İzlediğim filmlerden okuduğum kitaplara ve yaptığım çevirilere kadar, belirleyici olan dünya görüşümdür. (Söyleşinin bu bölümünde, son olarak “Komünist Manifesto”yu çevirdiğinden söz eden Teksoy, henüz YÖN Dergisi kurulmadan önce, 40 kadar aydının öncülüğünde ve Doğan Avcıoğlu’nun Ankara temsilcisi olması plânlanan -çeşitli nedenlerden dolayı gerçekleşemeyen bir proje olan- haftalık haber dergisi “Olaylar”a dair bilgi veriyor.)

Modern Zamanlar: O halde sinemayla tanıştığınız ilk yıllara gidelim.

Rekin Teksoy: Ben Hukuk okudum. Sinemaya olan sevgim, kuşağımı oluşturan gençlerden farklı değildi; çünkü dönemin en önemli seyirliği sinemaydı. Sinemanın bir sanat olduğunu 50’lerde burslu olarak İtalya’ya gittiğimde öğrendim. Zaten çok sevdiğim sinemanın, İtalya’da başlıbaşına bir sanat dalı olduğunu, sinema kitapları ve dergileriyle karşılaşınca anladım. Bu arada, tesadüfen oturduğum semtte sinemacılar sokağının bulunması, hatta o sokağın sonunda bir sanat sinemasının yer alması merakımın artmasına neden oldu. Tabii Yeni Gerçekçilik akımının en popüler olduğu yıllardan söz ediyoruz. Örneğin Roma’da bir kahve vardı; Fellini’den De Sica’ya bir çok önemli yönetmenle karşılaşma olanağı buluyorduk. Bu ortamın da etkisiyle yönetmenlik okumaya heveslendim. Mussolini döneminde kurulan ünlü sinema okulu Centro Sperimmentale di Cinematografia’ya gitmek istedim. Üniversite mezunlarının kabûl edildiği yönetmenlik bölümüne aday olabilmek için adayın 20 dakikalık bir film çekmiş olması gerekiyordu. Böyle bir filmi o dönemde hazırlamak ne demekti biliyor musunuz? Pozitif, negatif… Binlerce lira, olacak iş değil… Söylemek istediğim, böyle bir girişimde de bulundum. Bir sürü sinema kitabıyla birlikte Türkiye’ye döndükten sonra Şükran Kurdakul’un Ataç Dergisi, sonra Yön, Sosyal Adalet gibi dergilerde sinema yazıları yazmaya başladım. Bu arada da Sami Şekeroğlu’nun Güzel Sanatlar Akademisi’nde kurduğu Klüp Sinema 7’deki gösterilere katıldım. Burada filmler gösteriliyor, tartışmalar yapılıyordu. Yanılmıyorsam bir Truffaut filminin ardından bir konuşma yaparken, salonun köşesinden bir seyirci söz aldı. Gür sesiyle farklı sorular soruyor, başka şeyler söylüyordu. Onat Kutlar’dı… Onat’la öyle tanıştık.

Modern Zamanlar: Doğal olarak bu tanışmanın süreci hızlandırdığını söyleyebiliriz.

Rekin Teksoy: Evet. Sinematek yılları, onun sinemaya olan büyük sevgisine tanık olmak, birlikte bir şeyler üretmek çok güzeldi.

Sinematek Serüveni

Modern Zamanlar: Sinematek yıllarından söz edelim biraz da…

Rekin Teksoy: Çok önemliydi Sinematek. Kapanana kadar yapması gereken her şeyi yaptı, yepyeni bir sinema kültürü yarattı. Bütün bir kuşak Sovyet filmlerinden, Polonya, Çek vb. filmlerinden habersizken, bir okul işlevi gördü Sinematek. Düşünün, film gelirdi, altyazısı falan yok, özetini yazar ve gelenlere dağıtırdık, öyle izlenirdi. Kimi zaman film gelmezdi, Onat çıkar “Arkadaşlar, yine Potemkin Zırhlısı’nı izleyeceğiz” derdi, seyirciler “Yine mi!” diye bağırır ama oturur bir daha izlerlerdi. Yani Sinematek, Türkiye’de sinemanın sanat olduğunu bilen, anlayan bir kuşak yetiştirdi. Sinematek olmasa bu başarılamazdı.

Modern Zamanlar: Kuşkusuz… Bu arada o dönemlerde bir sinema ansiklopedisi çalışmanız da olmuştu diye hatırlıyoruz.

Rekin Teksoy: Doğru. Arkın Kitabevi’nde yayın yönetmeniydim o yıllarda. Aralarında Cumhuriyet Ansiklopedisi’nin de olduğu çeşitli kaynak kitaplar hazırlıyorduk. Sonra sinemayla ilgili bir çalışma olanağı doğdu. Gerekli kaynaklara eriştik ve hazırlıklara koyulduk.

Modern Zamanlar: Bildiğimiz kadarıyla sinema yazınımızda bir başka ilkti bu…

Rekin Teksoy: Evet. 4 ciltten oluşacak, bir çeşit sinema tarihi çalışmasıydı. Nijat Özön ve Giovanni Scognamillo katkılarını esirgemediler. Renkli resimleriyle 80 fasikül olacak, haftalık yayınlanacak ve her sayının arkasında sinemacılar sözlüğü bulunacaktı. İlk sayımızın kapağında Jane Fonda, Barbarella pozuyla yer aldı. Tarık Dursun K. gördüğünde ‘muhteşem!’ diye nitelemişti. O sıralarda çıkarmakta olduğumuz Hayvanlar Ansiklopedisi 25 bin basıyordu, bunu da 20 bin basalım dedik ve ilk dört sayıyı böyle bastık. Yeterince tanıtım da yapmıştık Ne var ki satış rakamları çok kötüydü, ikinci ve üçüncü sayıda da böyle devam etti. 7 bin izleyici üyesi olan Sinematek’te ilk sayıdan yalnızca 3 adet satıldı. Baskı sayısını önce 10 bine sonra 3 bine düşürdük ve 40 fasikülde sonlandırma kararı aldık. Burada bir hata yaptım; Gangster sineması, Sovyet sineması, Siyasal sinema gibi bölümleri sona bıraktığım için okura ulaşması mümkün olmadı. Sonuçta çalışmayı Türk sineması ile ve Nijat Özön’ün Ulusal Sinemacıları hedef alan yazılarıyla ve aldığımız yeni kararlar çerçevesinde başarıyla bitirdik. Arkın Sinema Ansiklopedisi bugün de saygıyla hatırlanan, döneminin koşullarında benzersiz bir çalışma oldu, arşivlere girdi. Sırası gelmişken büyük yayıncı Ramazan Arkın’ı sevgi ve saygıyla anmak isterim.

Modern Zamanlar: Burada telâffuz edilen satış rakamları, ülkemizin entelektüel düzlemde nereye gittiğine ilişkin ipuçları da içeriyor. Bunu, sinemaya dair yayınların -son dönemdeki görece artışa karşın- sınırlı oluşu ve mevcut dergilerin satış oranlarını göz önünde bulundurarak ifade ediyoruz. Kuşkusuz o dönemi sinema tarihiyle ilişkilendirdiğimizde, son derece verimli ve dinamik bir sürecin söz konusu olduğunu görüyoruz.

İzninizle, Sinematek’e dönmek istiyoruz. Kuşağınıza ve o çevreye yönelik getirilen eleştirilerden önemli bir bölümü, Batı sinemalarına hayran olduğunuz ve Türk sinemasına gerekli ilgiyi göstermediğiniz düşüncesini içeriyor.

Rekin Teksoy: Bakın, biraz daha geriye gidelim. Türkiye’de hakkı teslim edilmeyen, hak etmediği denli eleştirilen bir sinemacı vardır: Muhsin Ertuğrul. Oysa sinemayı kuran kişidir o. Muhsin Bey olmasa Türkiye’de sinema bulunduğu noktanın çok gerisinde olurdu. Niye mi? Öncelikle o, İpekçi’leri film yapmaya ikna ediyor. O olmasa, sermaye başka birine güvenip film yaptırabilir miydi? Bu ülkede sinema etkinliğini kuran Muhsin Ertuğrul’dur. İyi film yapmıştır – kötü film yapmıştır, yetenekleri tartışılabilir ama göz ardı edilemez, bu anlamda heykeli dikilecek adamdır.

Sinematek’e gelirsek; (Bu bölümün girişinde dönemin sinema çevrelerinde yaşanan ayrışmaları ve nedenlerini, Halit Refiğ’i merkeze alır nitelikte sohbet ediyoruz.) Buradaki olay, Sinematek’in yahut Batı sinemasını öven sinema yazarlarının Türk sinemasını hor gördükleri iddiasına dayanmaktadır ve yanlıştır. Türk sineması adına ne iyi yapıldıysa, sinema yazarları onu değerlendirmiştir. Örneğin Yılmaz Güney. Hiç düşündünüz mü, Güney niçin Sinematek’ten çıkmazdı? Çünkü orada dünya sinemasını tanıdı. Ayrıca onu Batı’ya tanıtan da Sinematek, daha doğrusu Fransız Sinemateğinin kurucusu Henri Langlois oldu. Evet, Sinematek, Yeni Dalga filmlerini, Yeni Gerçekçilik ve Sovyet klâsiklerini tanıttı (Bu noktada Visconti’nin “Rocco ve Kardeşleri”nin ilk gösterimini, filmin altyazısız geldiğini ve Onat Kutlar’ın ricasıyla çevirmek zorunda kaldığını anlatıyor). Sonuç olarak, ortada tamamen dezenformasyon var. Sinematek’te sadece Batı sineması değil, Demirperde sineması da tanıtıldı, Hindistan sineması da… Örneğin “Aleksander Nevski”yi kim görmüştü Türkiye’de, “Toprak”ı, Polonya filmlerini? Yani bütün bunlar yapay bir tartışmadır ve burada Sinematek’in, sinema yazarlarının sadece olumlu yönleri vardır. Bu tespitin dışında, Yeşilçam, dönemin Türk sineması için bugünden söyleyebileceğim en önemli şey, o dönemde sektörün içinde bulunan insanların, yönetmenlerin sinemayı çok sevdiklerini, kendi ölçülerinde ciddi çalıştıklarını anlıyor olmam. Bilgilerinde, anlayışlarında sıkıntı olabilir; ama gerçek bu. Bu konuda haklarını teslim ediyorum.

Sinema ve Edebiyat

Modern Zamanlar: Dilerseniz şimdi de, sinemayla ilişkiniz bağlamında bir başka önemli durağa, “Sinema ve Edebiyat” projesine gelelim. Dile kolay, 601 haftalık bir televizyon programından söz ediyoruz.

Rekin Teksoy: Oldukça uzun bir zaman dilimine yayılan bir çalışmaydı, doğru. Daha önce İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde Dekan olarak görev yapan Tayfun Akgüner’in TRT Genel Müdürü olduğu dönemde başladık ve her hafta bir ya da iki konukla gösterilecek filmi değerlendirerek sürdürdük. Başlangıçta TRT’ye programın kapsamına girecek 100 filmlik bir liste verdim; ama almadılar. Bu yüzden kurumun arşivini taramak durumunda kaldık.

Modern Zamanlar: Kuşkusuz muazzam bir arşiv sözkonusu.

Rekin Teksoy: Programın başlığı işimizi kolaylaştırıyordu; çünkü sinema tarihinde edebiyatla ilişkili sayılabilecek sayısız film söz konusu. Sonuçta çok verimli bir dönemdi ve sinemasever bir kuşağın yetişmesini, klâsikleri tanımasını sağladı diye düşünüyorum. İnternet gibi teknolojik gelişmelerin yaygın olmadığı bir dönemi kapsaması da önemini arttırıyordu.

Modern Zamanlar: Gerçekten de, bir çok klâsiği “Sinema ve Edebiyat” sayesinde tanıdık.

Rekin Teksoy: Resnais, Godard, Truffaut, Capra. Bir başka olumlu yanı da, nitelikli konuklarla filmleri tartışmamız oluyordu. Örneğin Capra’nın “Arsenik Kurbanları”nı gösterdiğimiz bölüme Münir Özkul ile Mücap Ofluoğlu gelmişti. Giovanni ile de programlar yaptık, sonra iki yıl kadar Raşit Çavaş ile…

Yeni Döneme Genel Bir Bakış…

Modern Zamanlar: Gerek Sinematek’e ve gerek de Yeni Sinema dergilerine genel anlamda baktığımızda, son derece meraklı bir kuşakla karşılaşıyoruz. Bir yandan sinemanın klâsiklerini inceleyen ve tartışan; diğer yandan politik sinemanın karşılığını bulmaya çalışan, -buna tezat gibi görünse de- özellikle Avrupa’yı saran Yeni Dalga’yı anlamaya çabalayan dinamik bir kuşak, aynı zamanda -50’lerdeki öncüleri göz ardı etmeden- ilk önemli eleştirmenler kuşağı. Aradan uzunca bir zaman geçti ve bugün yepyeni bir sinema yazarı / eleştirmen kuşağıyla karşı karşıyasınız. Gelişmeleri çok iyi takip ettiğinize tanıklık ederek bir tür kıyaslamaya girişmenizi rica etsek…

Rekin Teksoy: Benim aktif olarak içinde olduğum süreç, bu işin başlangıcıydı. Başlangıçlar daima daha heyecanlıdır, tatlıdır. O zamanlar Nijat Özön’den tutun, Halit Refiğ’lere, Metin Erksan’lara uzanan bir yazar kuşağı vardı. 15 – 16 yıl filmleri tanıtan ve oldukça etkileyici de olan -bugün adı ne yazık ki çokça anılmayan- Tuncan Okan vardı. Örneğin onun önerdiği filmlere gidenler, genellikle görüşlerine katılırdı. Şimdi bu kalmadı. Tabi bunun bir nedeni de filmlerin dallanıp budaklanması, daha soyut durumların ele alınabilmesi, yeni üslûpların ortaya çıkması. Bunun dışında, internet gibi son dönemde hızla yayılan bir alan var, internet üzerinden yayınlanan sinema dergileri var. Gerçi ben, teknolojiyi sevmeme rağmen, bir dergiyi elime almadan, görerek sayfalarını çevirmeyi sevmiyorum; ama bu çabayı çok takdir ediyorum.

Gazetelerdeki sinema eleştirisinin ise artık çok büyük ağırlık taşıdığını düşünmüyorum. Seyirci, örneğin bir yabancı filmi vizyona girmesinden bir gün sonra internette bulabiliyor. Ödül almışsa siz yazmadan önce hemen öğrenebiliyor. Önceden böyle bir olanak yoktu. Dolayısıyla 60’lardaki yahut 70’lerdeki eleştirmenin etkisinin azaldığını düşünüyorum.

Modern Zamanlar: Biraz da yeni dönem Türk sineması hakkında konuşalım mı?

Rekin Teksoy: Bu noktada bir kez daha teknolojiye dikkat çekmek gerekiyor sanırım. Bugün Roma’da, Paris’te, Hollywood’da nasıl film çekiliyorsa, bu olanaklar hemen hemen burada da var. Dolayısıyla bu durum sinemaya daha çok akıcılık getirdi; ama şu da beraberinde geldi: bir kere prodüktör kalmadı Türkiye’de. Böyle bir durum hiç bir yerde yok. Son prodüktör Kadri Yurdatap’tı, onu da kaybettik, başka da varsa hakkını yediğim, bilemiyorum. Şimdi prodüktör yönetmen oldu. Parayı bulan, filmi çeken o artık. Kalite açısından, sinema sanatının kuralları açısından şikâyet edilecek birşey yok. Şikâyet edilecek nokta, Türkiye’deki pazarın 70 filmi kaldıramayacak olması. Kimi filmlerde salonda 3 seyirci oluyor. Pek çok yerli filmin seyircisi 3 bin, 5 bin, bilemedin 10 bin düzeyinde. Sinemanın bir yanıyla ticari bir olay olduğunu, yatırılan paranın dönmesini beklemenin doğal karşılanması gerektiğini düşünüyorum. Bu dengeyi kurarak başarılı, sanatsal filmler yapan pek çok yönetmen var dünyada. Öyle sanıyorum ki bizde de bu gerçekleşecek.

Diğer yanda, popüler sinemaya baktığımızda, onun pek parlak olmayan bir çizgisinin gündemde olduğunu görüyoruz. Nasreddin Hoca’dan Aziz Nesin’lere, olağanüstü bir mizah geleneği olan bir ülkede şu ara mizah adına yapılan filmleri görmek insanı üzüyor.

Sonuç olarak hem seyredilebilir, hem de sinema sanatıyla bağdaşır ürünler koymak gerekiyor ortaya. Kuşkusuz büyük sinemacılar her dönemde ortaya çıkmaz. Türk sinemasında da saygı gören, örnek gösterilen sinemacılar yeri geldiğinde ortaya çıkacaktır hatta çıkıyorlar da. (Sürü ve Umut’un Paris’teki ilk gösterimlerini, Langlois’nın coşkusunu anlatıyor.)

Modern Zamanlar: Çok keyifli, kimi zaman eğitici ve öğretici, kimi zaman da nostaljik bir sohbet oldu. Daha sözünü edemediğimiz o kadar çok konu var ki. Okuyucuyu bir süredir hazırlıklarını sürdürdüğünüzü bildiğimiz projeniz hakkında bilgilendirerek noktalayalım. Söyleşi ve Modern Zamanlar’a katkılarınızdan dolayı içtenlikle teşekkür ediyoruz.

Rekin Teksoy: Sinema Kavramları ve Terimleri Ansiklopedik Sözlüğü’nün hazırlıklarını sürdürüyorum. Şu sıralar araya giren sağlık sorunları nedeniyle bir yavaşlama oldu; ama yakın bir gelecekte tamamlayacağımı sanıyorum.

(10 Ağustos 2010)

Tuncer Çetinkaya

Not: Söyleşinin tamamını Modern Zamanlar Sinema Dergisi’nin YAZ 2010 sayısında bulabilirsiniz. Fotoğraflar için Selim Tanrıverdi’ye teşekkür ederiz.

Kukuriku – Kadın Krallığı

Dikkatli sadibey.com takipçileri farketmiştir, sadibey.com son günlerde -af buyrun- su koyverdi, “görevi ihmal ve suistimâl etti” demeyelim de “seyrek bilgi girişlerine duçar oldu” diyelim. Efendim sadibey.com bu yıl -eskilerin deyimiyle- leyleği havada gördü, bir bakıyorsunuz yurt dışına gidiyor bir bakıyorsunuz yurt içine. Yurt dışında, taaa Singapur’da çalışan oğlumuzu ziyaretimiz sırasında hanım tarafından, Karadeniz’de yaşayan bir aile büyüğümüzü kaybetmiş idik. Malûm Karadeniz fındık memleketi. Büyüğümüzün 40’ını, “Hazır herkes geleceğinden fındık hasadına rastlatalım 60’ı olarak yaparız” dediler. Biz de cenazesinde bulunamadığımız büyüğümüzü analım diyerek Karadeniz yollarına düştük. Tam bu aşamada sadibey.com’un güncelleme aksaklıkları başladı -ki bunun müsebbibi hakikaten ve kesinlikle yine sinemacılarımızdır.

Sen tut Karadeniz’e git, oralara gitmişken “Sonbahar”ın çekildiği Hopa vadilerini, “Yüreğine Sor”un çekildiği Ayder, Çamlıhemşin vs. yaylalarını ziyaret etme. Olmaz tabiki. Böylece seyyah olup şu Anadolu’yu gezelim dedik. Bu gezintiler aşamasında geçtiğimiz kuş uçmaz kervan geçmez, internet çekmez yörelerde de yol katettiğimizden görev aksamaları oldu. Tabi ki geçtiğimiz ay Göynük tarafında çekilen “Kukuriku – Kadın Krallığı”nın da bu aksamada payı var. Göynük, kenarda kalmış bir ilçe olsa da neredeyse meşhur Safranbolu ile yarışacak düzeyde tarihi vasıflara haiz bir ilçemiz. İlçenin genç Belediye Başkanı Kemal Kazan işin sırrına ermiş, merkezdeki eski binalara birebir aynen restorasyon şartı ile yenileme müsadesi veriyor. İlçe sinemada ilk defa Ömer Kavur tarafından keşfedilmiş, rahmetli “Akrebin Yolculuğu” filmini Göynük’te çekmiş. Hatta bizi gezdiren rehber arkadaş, son haftasında filmi çektiği konağa geldiğini ve bir gün kaldığını söyledi. Filmin afişinde de Tuncel Kurtiz’in arkasında Göynük’ü temsil eden Zafer Kulesi var. Küçük kasabalarda ve şehirlerde benzer kule görüldüğünde hemen saat kulesi denir. Bizde öyle deyince hemen Zafer Kulesi olarak düzelttiler.

“Kukuriku – Kadın Krallığı” Göynük’ten 13 uzaklıktaki, tam mânâsıyla yeryüzü cenneti diyebileceğimiz Çubuk Köyü yakınında çekiliyordu. Daha önce “Rüzgârlı Bahçe” adlı TV dizisi için tamir edilmiş 5 yeldeğirmenine 2 adet daha eklemişler. Ayrıca Kadınlar Kahvehanesi, filmdeki karakterlerin evleri, kümesler, ahırlar, panayır yeri vs. yapılmış. “Kadın Krallığı”nın bulunduğu arazinin karşısında Çubuk Köy ve gölü, diğer üç tarafında ise orman var. Sette yapılan toplantıda oyuncular filmdeki kıyafetleri ile basının karşısına çıktı. İtiraf edeyim “Kukuriku” adını ilk duyduğumda dişi “Recep İvedik” gibi sulu sepken, sokaktaki vatandaşa hitap eden bir film olarak algıladım. Fakat sete gidip yapılan masrafı ve sanatçıları görünce sinemamızın çok farklı bir film kazandığı kanaatini edindim. Bizim filmcilerimize akıl sır erdirilemiyor, bir tarafı Recep’lerle meşgûl olurken bazı deliler çıkıp, ne bileyim “Ulak”a para yatırıyor, “Cenneti Beklerken”, “Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü?” gibi filmler çekiyor. “Kukuriku – Kadın Krallığı”da sanırım öyle bir film olacak. Tabi gelecekte “Ulak”, “Cenneti Beklerken”, ve “Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü?” gibi filmler klâsikleşecek, Recep’ler unutulup gidecek. Ne diyeyim herşeyde bir HAYIR vardır (Recep’ler istisna). Zaten “Kukuriku – Kadın Krallığı”nın oyuncu listesinde, önde gelen oyuncularımdan Serap Aksoy ile Ali Düşenkalkar’ın adını gördüğümde bu filmin mutlaka iyi olmak mecburiyetinde olduğunu anladım.

Bendenizin bazı benzer saplantıları vardır. Meselâ üstadımız Atilla Dorsay “Bu film iyidir” desin, 1970 yılından beri gider o filmi mutlaka izlerim. Hiçbirşey anlamasam 2. kez gider izlerim. Dorsay iyi demişse mutlaka vardır bir sebebi derim. Keza -inşallah yıkılıp da yerine yapılacak AVM.nin tepesine taşınmaz- Emek Sineması saplantım da öyledir. Emek Sineması’nda gösterilen filmlerin yönetmeni, oyuncusu, şirketi, şusu, busu beni hiç ilgilendirmezdi. Orada mutlaka iyi film gösterileceğine şartlanmıştım, gider seyrederdim, her seferinde de memnun ayrılırdım.

Yazı nereden nereye gidiyor. “Kukuriku – Kadın Krallığı”na dönersek, bir Bulgar anlatısından konu alan film tam bir ilkler filmi. Filmde anlatıcı Babaruhi karakterini de canlandıran yapımcı Bahattin Doğan hikâyeyi senarist Hasan Özsoy’a getirdiğinde Hasan Özsoy uğraşmış, uğraşmış ancak 10 dakikalık bir senaryo yazabilmiş. Sonra günlerce düşünmüş, ikinci bölümü yazdıktan sonra film akmış gitmiş. Senarist Hasan Özsoy, yönetmen Serkan Ok, oyunculardan Cenk Gürpınar, Çağıl Taşbaşı ve Göksel Bekmezci’nin de ilk sinema filmi olan “Kukuriku – Kadın Krallığı”, erkeklerin işlerini kadınlar yapsa ne olacağı konusu üzerine kurulu. İktidar el değiştirse de zorbalık yine sürüyor. Daha önce “Tersine Dünya”da da benzer bir konu işlenmişti ancak “Kukuriku – Kadın Krallığı”nda erkekler yine erkek gibi, kadınlar yine kadın gibi davranıyor. Yani erkekler kadınsı hareketler yapmıyor. Önlük takıyorlar, ev işlerini yapıyorlar, çocuk bakıyorlar, eşleri işe giderken onları uğurluyorlar. 2.5 milyon lira gibi büyük bir bütçeyle çevrilen filmin şansının açık olmasını diliyoruz.

Sadi Bey’in Twitter Günlükleri: Ekstra

“Mother and Child” adlı yabancı film “Anneler ve Kızları” adıyla 30 Temmuz 2010’da vizyona giriyor. Sinemamızdaki “Anneler ve Kızları”

ise 1971 yılında vizyona girmişti. Ömer Lütfi Akad’ın yönettiği Erman Film yapımı filmde Yıldız Kenter, İzzet Günay, Neşe Karaböcek ve …

… Leyla Kenter oynuyordu.

Tek kopya da olsa sinemalarda “Cenazede Ölüm” adıyla gösterilen “Death at a Funeral”ın DVD.si “Çılgın Cenaze” adıyla DVD raflarında …

yerini aldı. Niye böyle oluyor? Geçenlerde de sinemalarda “Son Veda” adıyla gösterilen En İyi Yabancı Film Oscar ödüllü “Okuribito – …

… Departures”nın başına aynı şey gelmiş idi. Bu durumdan bazı filmlerin sinemalara alel acele, baştan savma, lâf olsun diye gösterime …

… verildiği mânâsını mı çıkarmalıyız? Veya filmi DVD.ye, Pay TV.ye, gazete promosyonuna, vs. satarken “filmi sinemada da vizyona …

… sokmuş idik” deyerek fazla para talep etme gerekçesi olarak mı kullanıldığı anlamını çıkarmalıyız? O zaman haddim olmayarak …

… “bu akıl bana çok geldi, biraz da size vereyim”: DVD.de çok satmış ve fakat sinemalarda gösterilmemiş filmlerin de bazılarını değişik…

… isimle şu kadar yıl sonra sinemalarda vizyona çıkarın anasını satayım, belki iş yapmaz.

(Not: Her iki filmin DVD.lerinin piyasaya sürülmesi aşamasında isimleri değişik duyurulmuş idi. Neyse ki filmlerin DVD.leri son anda sinemalarda gösterildikleri isimlerle piyasaya sunuldu. Sadi Bey’in twitter’ları havada kalmış oldu. Olsun, Sadi Bey havada kalsa da olur, yeter ki filmler sinemalarda gösterildikleri isimleriyle anılsın.)

(08 Ağustos 2010)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Kâbus Dolu Dehşet Gecesi

Vahşet Sapağı (Snarveien / Detour)
Yönetmen-Senrayo: Severin Eskeland
Müzik: Stein Berge Svendsen
Görüntü: Bjørn Eivind Aarskog
Oyuncular: Sondre Krogtoft Larsen (Martin), Marte Cristensen (Lina), Malin King (Lotta), Jens Hultén (Polis Gunnar), Johan Hedenberg (Bosse), Inga Didong Harrie (Ellinor), Knut Walle (Edgar), Jeppe Laursen (Lasse)
Yapım: Norveç (2009)

Norveç sinemasından gelen korku – dehşet filmi “Vahşet Sapağı”, tam anlamıyla kan fışkırtan kasvetli dehşet dolu bir korku filmi. Filmde Hitchcock’un da ruhu dolaşıyor.

İki sevgili, Martin ve Lina, Norveç sınırına doğru arabalarıyla yol alıyorlar. Bagajlarında da içkiler var. İçkileri arkadaşları Lasse’ye götürüyorlar. Polis Gunnar yollarını kesiyor. Onları anayoldan ormanın içindeki yola yönlendiriyor. Her şey yolundan çıkıyor ve perde de kıpkırmızı kana boyanıyor çok geçmeden. Bir gece boyunca süren bu filmi seyrederken Hitchcock ustayı hatırladık. Usta, 1960 yapımı “Psycho – Sapık” filmini yaptıktan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak diye düşündü. Gerçekten “Sapık” filminden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı ve kanlı korku filmleri perdeyi kuşatmaya başladı. Macar kökenli Amerikalı yönetmen Nimród Antal’ın 2007 yapımı “Vacancy – Boş Oda” filmi de Hitchcock ruhunu taşıyordu.

Gecenin karanlığında…

Bu derin ve karanlık ormanda her şey ters gitmeye başlar iki sevgili için. Önce yollarına Bosse çıkıyor. Sonra güzel Lotta’yı buluyorlar yol kenarında. Hemen arkalarında polis Gunnar bitiyor. Gunnar, Lotta’yı Martin ve Lina’yı da götürerek “ailesine” teslim ediyor. Ormanın içinde iki yaşlı çift, Ellinor ve Edgar yaşıyor. Oğulları da Bosse. Çok geçmeden, Martin ve Lina bu evde bazı şeylerin ters gittiğini anlarlarken kendileri dehşetin içine düşüyorlar. Ardından da kanlı bir mücadale başlıyor gecenin derinliğinde. Filmdeki karakterler gerçekten iyi işlenmiş. Gunnar’a hayat veren İsveçli oyuncu Jens Hultén tek kelimeyle muhteşem bir performans sunuyor filmde. Filmin görselliği de çarpıcı. Sinemaskop görüntüler de kuşatıcıydı. Bu kasvetli filmde bazı anlar insanı gerçekten irkiliyor. Dehşet ve korku filmlerini sevenleri biraz olsun doyurabilecek bir film “Snarveien / Detour – Vahşet Sapağı…”

(05 Ağustos 2010)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Rus Ajanlar Amerika’yı Kuşattı

Ajan Salt (Salt)
Yönetmen: Phillip Noyce
Senaryo: Kurt Wimmer
Müzik: James Newton Howard
Görüntü: Robert Elswit
Oyuncular: Angelina Jolie (Evelyn Salt), Liev Schreiber (Ted), Chiwetel Ejiofor (Peabody), Daniel Olbrychski (Orlov), August Diehl (Mike Krause)
Yapım: Columbia (2010)

Bu film, Amerika’da patlayan Rus ajanlar üzerine düştü. Güzel Rus ajan Anna ve bu filmin güzel ajanı Ev Salt neredeyse aynı işi yapıyorlar. Hollywood hayatın önüne geçip eski Soğuk Savaş casuslarının hallerini perdeye yansıtıyor.

Film, Kuzey Kore’nin zindanlarında açılıyor. Evelyn “Ev” Salt, ajan olmakla suçlanıyor ve işkenceler görüyor. Ev, görünüşte petrol arayan bir şirketin elemanı. Görüşmelerden sonra takasla Ev, bu zindandan kurtuluyor. Kendisinin bu derin kaostan çıkması için bir Alman araknolog Mike Krause çaba göstermiş. CIA, ekipten bir ajan kaybolmuşsa kaybolmuştur diye düşünüyor. Filmin girişi bir an insanın ruhunu daraltıyor. Hollywood’un sağ kanadı, “Pentagon”un görevli memurları gibi propaganda filmlerine girişiveriyorlar. Kuzey Kore “şer ekseni”nde değil miydi? Hollywood, Amerikan halkını yeni bir savaşa mı hazırlıyor? Propaganda filmlerinin ardından savaş patlak verdiğinde halk her şeyi “normal” karşılıyor. Bu filmde hiç kötü Amerikalı olmadığını da belirtelim. Hatta ABD Başkanı bile iyilerin iyisi.

Soğuk Savaş gibi…

Hikâye iki yıl sonrasına gidiyor. Ev, kendisi için çaba göstermiş Alman Mike’le evlenmiş ve “petrolcü işi”ne devam ediyor. Her zamanki sabahlar gibi yine işe gidiyor. Evlilik yıldönümlerinde hemen eve dönmek istese de bir Rus çıkıyor ortaya. Orlov, CIA içinde Rus ajanlar olduğunu söylüyor. Orlov, kendisini sorguya alan Ev’i suçluyor Rus ajanı olmakla. Rusya’da çocuklar, Amerikan İngilizcesini ve Amerikan yaşam tarzını öğrenerek ajan olarak yetiştiriliyorlarmış. Sonra da Amerika’ya gönderiliyorlarmış. Ev, iddiaları reddetse de CIA ajanı Peabody kuşkuyla yaklaşıyor ve ardından nefes kesen bir aksiyon başlıyor böylece.

1950 doğumlu Avustralyalı yönetmen Phillip Noyce, 1989 yapımı gerilim filmi “Dead Calm – Ölüm Sessizliği”nde güzel Nicole Kidman’ı tanıtmıştı. Yönetmen, 2002’de “Rabbit – Proof Fence – Çit” filminde Avustralya’da Aborjin çocuklarının kaçırılışını ve Hıristiyan geleneklere göre yetiştirilmesini eleştirel bir dille anlatmıştı. Noyce’u, aktör Harrison Ford’la yaptığı 1992 yapımı “Patriot Games – Tehlikeli Oyunlar” ve 1994 yapımı “Clear and Present Danger – Açık Tehlike” filmleriyle de hatırlayabilirsiniz. Yönetmen son dönemlerde televizyona ağırlık vermişti. Noyce, belgeselden gerçekçi filmlere, gerilimden uç noktada aksiyona kadar birçok film yönetti. “Ajan Salt” filmi de kendi geçmişinin bir yansıması gibi. Politik gerilimden aksiyona ve gerçekliğe kadar hepsi var bu filminde. Aslında Noyce’un bu filmi, Amerika’da patlak veren Rus ajanları olayının üzerine düştü. Anna Chapman adını almış güzel Rus ajan İrene Kutsov, Noyce’un ajanı Ev Salt gibi. Her şey üst üste biniyor işte. Bu da Noyce’un filmine yarıyor elbette.

Köstebek kimdi?..

Aslında seyircinin kafası karışıyor başlarda. Film ilerledikçe ve Ev, maharetlerini perdede göstermeye başladıkça seyirci de eğlenmeye başlıyor. Hapseldildiği yerden kurtulan Ev’in TIR’ın üzerinde kaçışı gerçekten nefes kesici. Aslında hikâye, Sovyetler dağılınca bunu hazmedemeyen eski KGB ajanları, Soğuk Savaşı sürdürüyorlar. Amerika’ya yaklaşan Rusların devlet başkanına suikast yapılırsa, Ruslar da buna misilleme yaparsa her şey eski haline döner umuduyla “uyuyan ajan” Ev Salt’u bu suikast için görevlendirmişler. Amerikan Başkanı’nın kilisedeki cenaze töreni bunun için uygun. Chenkov, yani Salt da görevini yaptıktan sonra Orlov’la buluşuyor. Orlov, rehin aldığı Salt’un kocasını öldürünce Salt, küçük bir katliam yapıyor ve asıl köstebeğin peşine düşüyor. Yarım saate yakın süren final bölümü gerçekten nefes kesici ve polisiye filmlerdeki gibi insanda merak duygusunu uyandırıyor. Perdede görmek gerekecek. Gerçekten, “Ajan Salt”, insanda “007 James Bond” filmleri tadı da bırakıyor. Hem Soğuk Savaş dönemlerindeki hem de günümüzde aksiyona dönüşmüş “007 James Bond”lar gibi. “Ajan Salt”, sıkı bir casusluk filmi. Filmin filnalinin de boşlukta kaldığını belirtelim. Belki devamı gelecektir, kim bilir…

(05 Ağustos 2010)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Her Şeyi Ters Giden Adam

Ciddi Bir Adam (A Serious Man)
Yönetmen-Senaryo-Kurgu: Coen Kardeşler
Müzik: Carter Burwell
Görüntü: Roger Deakins
Oyuncular: Michael Stuhlbarg (Lawrence “Larry'” Gopnik), Richard Kind (Arthur Amca), Fred Melamed (Sy Ableman), Sari Lennick (Judith Gopnik), Aaron Wolff (Danny Gopnik), Jessica McManus (Larry Gopnik)
Yapım: Focus (2009)

Sinemanın muhteşem kardeşleri Coenler, yine seyirciyi ruhundan vuran unutulmaz bir film yarattılar “Ciddi Bir Adam”la. Bu filmde Yahudi kültürünü dinin yönlendirdiğini de fark ediyorsunuz. Bu kültür insanlara hayatının zor anlarında bir hikâyesiyle yol mu gösteriyor? Aynı durumları ve zorlukları yaşamış Yahudiler, kendi deneyimlerini başka Yahudilere aktarıyorlar. Psikaytrist gibi.

Akademi’nin 2009 ödüllerinde film ve senaryo dallarında aday olan “A Serious Man – Ciddi Bir Adam”, Yahudi mizahı ve kültürüyle beslenen keşfedici bir film. Bu filmi seyrederken Yahudilerin de bizler gibi insan olduğunu anlıyorsunuz. Tüm karakterler, traji-komik durumlar, hikâyeler gerçekten etkileyici. Aslında bu film, seyirciyi şaşırtan bir girişle hikâyesine başlıyor. Gerçekten beklenmedik ve Yahudi kültürü üzerine öğretici bir giriş bölümü bu. Ayrıca bir kısa film gibi. Film, 20. yüzyılın başlarında açılıyor. Yahudi Velvel (Allen Lewis Rickman), kar fırtınasının sürdüğü gecede mutlu evine dönüyor ve karısı Dora’ya (Yelena Shmulenson) müjdeyi veriyor. Velvel yaşlı Groshkover’e (Fyvush Finkel) yardım ettiğini ve eve davet ettiğini söyler. Dora, hayalettir diye yaşlı adamın göğsüne bıçağı saplayıveriyor. Adam güler ve tipinin içine dalar ve kaybolur. Coenler, bir Yahudi sözünü söylüyorlar bu bölümde: Başınıza ne gelirse gelsin sakin karşılayın… Bu giriş bölümünde Aşkenaz Yahudilerin Almanca kökenli Yidişçe konuşuluyor. 2. Dünya Savaşı’nda Yahudi soykırımında çoğunlukla Aşkenazlar trajedileri yaşamıştı.

Her şey tepetaklak…

İşte bu sözler tam da fizik profesörü Lawrence “Larry'” Gopnik’e uyuyor herhalde. Film, 1967 yılına, ABD’nin Ortabatı eyaletlerinden Minnesota’ya gidiyor. Bloomington şehrinde ağırlıklı olarak Alman ve İskandinav nüfusu yaşıyor. Elbette Yahudiler de yoğunlukta. Film, Yahudileri, dinlerini, kültürlerini, sosyal hayatını gerçekten etkileyici yansıtıyorlar. Yahudileri tanıdıkça (din ağırlıklı dinlerinden dolayı çok zorlu bir şey bu) saygınız artıyor. Bu iyi ve güzel insanlar İsrail’e gidince neden acımasız olabiliyorlar diye şaşırıyorsunuz. Mizahı ve kültürü zengin olan insanlar, başkalarına acı verebilir mi? Evet, bu film, hayatı tepetaklak giden Larry’nin hikâyesini anlatıyor. Sınıfında keyif alarak fizik dersini öğrencilerine sevdirmeye çalışan Larry, karısı Judith, oğlu Danny ve kızı Jessica’yla mutlu mesut yaşadığını düşünürken karısı ona komşuları Sy’la ilişkiye girdiğini söylüyor ve hayatın öteki yüzüyle karşılaşıyor Larry. Karısı boşanmak istiyor. Bu öyle basit değil. Hem hükümet hem de dini olarak boşanmaları gerekiyor. Larry, hahamlara başvuruyor. Larry’nin bir de Güney Koreli öğrencisi Clive Park (David Kang) var. Fizik dersinden kötü not alıyor. Zarfın içindeki paray Clive’ın mı? Dürüst ve işini seven bir Yahudi olan Larry, her gün evden işe, işten eve gidip geldiği hayatında birçok şeyin ve tam bir kaosun ortasında olduğunun farkına varamamış. Evlerinde kalan kumarbaz kardeşi Arthur’un evde pek sevilmediğini bile ancak anlıyor. Rutin gibi veya ayrıntı gibi görünen şeyler hayatın aslında kendisi. Larry, bu zorlu anların içinde hayatın zorluklarını ve kaderi fark ediyor. Filmin girişindeki yazı belki de onun ve birçok insanın yol göstericisi.

Filmde gerçekten insanı zorlayan, Yahudi kültürünü öne çıkaran anlar da var. Larry’nin oğlu Danny’nin Mitsva günü de var. Bir bakıma ergenlik yaşına gelmiş Yahudi gençlerinin vaftiz edilmesi gibi bir şeye benziyor bu. Elbette “şabat” bayramı da var. Yahudiler, şabat gününde, cumaları çalışmıyorlar ve dinlenme günü geçiriyorlar. Hahamlar da bir psikolog gibi. Katoliklerdeki günah çıkarmaya hem benziyor hem de benzemiyor bu ilişki. İnsan, konuşmak ve çıkış aramak için hahamlara gidebiliyor. Coen kardeşlerin bulabildiğiniz filmlerini arşivinize katabilirseniz bu sinema anlamında bir zenginlik katabilir hayatınıza. “Ciddi Bir Adam”, iyi bir film ve insanı bir an için bile sıkmıyor. Bir film insanı sıksa ne olacak ki? Sanat sanattır… Bu filmin görüntüleri ve kurgusu çarpıcı. Müzikleri de ruhlara iyi geliyor. Feministler bu filme de kızacaklar. Bu filmde de kadınlar erkeklere felâket getiriyorlar.

(05 Ağustos 2010)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

06 Ağustos 2010 Haftası

“Ajan Salt”, duyguların yasaklandığı geleceğin totaliter toplumuna dair “Equilibrium” ya da yine bu yıl izlediğimiz, bireysel intikam hikâyesi “Law Abiding Citizen – Adalet Peşinde” gibi oldukça ‘uç’ senaryoları ile dikkat çeken Kurt Wimmer’ın muhayyilesinden çıktığı için dur durak bilmeden ‘uçmuş’. En seçkin CIA ajanlarından bir kadının, istendiğinde hemen harekete geçirilebilen, çok özel olarak yetiştirilmiş sayılı Rus suikastçılardan biri olduğunun açığa çıkmasından sonra başlayan kaçıp kovalamacalar boyunca sürprizlerin sürprizleri doğurması iyi de, gerçekliğin inandırıcılık çizgisi aşılırsa bu artık bir bilgisayar oyununa döner ki, işte burada tam da bu olmuş. Angelina Jolie’nin “Lara Croft”laşmasının önü açıldığından, ayrıntılar gereksizleşmiş. Yönetmen Phillip Noyce, aksiyonda birinci sınıf bir gösteri sunuyor zaten. Dileyenler tadını çıkarabilir.

“Ciddi Bir Adam”, boşanıp başka biriyle evlenmek isteyen karısı, sürekli ot çeken oğlu, tüm işi saçlarını yıkamak olan kızı, koltukta uyuyan kumarbaz biraderi, çırılçıplak güneşlenen bir komşusu, ırkçı olan bir diğeri ve tuhaf bir Koreli öğrencisi olan fizik profesörü Larry’nin, yaşadığı sorunlar nedeniyle üç hahama danışma sürecini öykülüyor. Başka bir anlatımla, Yahudi Larry’nin arka arkaya dizilen problemlerinin müsebbibi ve çözümü olarak neye inanması gerektiğine dair bocalamalarını aktaran ‘başyapıt düzeyinde bir kara mizah’. Gerçekten de, tüm bu kötü sıralama Tanrı’nın işi, işaretleri mi… Yoksa düzensizliğin düzeni midir? Bir fizik profesörünün tüm bu ‘düzeni anlamaması’ üzerinden, Coen’lerin ulaştığı seviyede, ‘olgun bir sinema’nın tüm ayrıntıları saklı; bu film, lezzetinin sürekli damağınızda kalmasını istediğiniz bir tatlı gibi… Bir sinema eserini zevkle izleten tüm veriler, sadece bir bilet ötede! Kaçırmanız affedilemez.

“Vahşet Sapağı”, ıssız yolda genç çifte kurulan tuzakların onları adım adım ölüme yaklaştırmasını kameralar vasıtasıyla internet üzerinden pazarlama fikrini işleyen ve meselâ, heyecanı cinayetlerle artan BBG Evi’ni röntgenlediğimiz “My Little Eye”ın açık alana uyarlaması gibi duran korku-gerilim. Tabii, ‘derin Amerika’daki ‘deli aile’lerin eline geçen kurbanların kaçış hikâyelerine de çok benziyor (buradaki ‘derin İskandinavya’). Yani bu denli ‘tanıdık’! Ancak, film ortalama da olsa bir sürprizi var: Seyircinin izlemeyi arzu ettiği ya da umduğu gibi değil, farklı bir yönde hareket etmek! Benzerlerinden ayrılan bir noktasını da, ‘gerçeğe görece daha yakın olması’ şeklinde tanımlamak mümkün.

“Zorlu Görev”, ‘Rock and Roll’ kavramının içinde -skandallardan ‘genel ahlâka aykırı her şey’e- ne varsa sakınmadan ortalığa döken ‘ayıp güldürü’. Kuşkusuz İngiliz, doğaldır ki seksi, muhakkak çılgın rock yıldızı ile onun Amerika’da konser vermesini sağlayacak olan ve giderek ‘ahlâksız’laşan plâk şirketi görevlisinin ‘utanç verici’ sahneleri, ufak çaplı gülme krizlerine girmenize neden olabilirler. Bu filme, Londra – New York – Las Vegas ve Los Angeles hattında, kentlerin, müziğin, deliliklerin, kahkahaların buluştuğu uçarı bir randevu da diyebiliriz. İlgililerine…

(04 Ağustos 2010)

Ali Ulvi Uyanık

ali.ulvi.uyanik@gmail.com

Uzakdoğu’nun Büyüleyen ve Kuşatan Sinemaları

Çin, sadece ekonomiyle değil, sinemasıyla da büyüyor ve gelişmiş sinema altyapısıyla her şeyi kuşatıyor. Sadece Çin değil, yakın coğrafyası da. Öncelikle de Güney Kore sineması.

Çin ve Çin kültürüne yakın çevre ülkelerdeki sinemalar öyle zengin ki. O coğrafyada Tayvan da var, Vietnam da. Güney Kore’de. Ezelden beri, Çin deyince önce Mao, sonra da Hong Kong’un karate filmleri akla gelirdi. O Hong Kong filmlerinde, her şeyden önce Çin kültürü yansıyordu. Çin kültürüne uygun giysiler, yaşam biçimleri ve binlerce yıllık gelenekleri vs. yansıyordu perdeden. Ama, o filmlerde arada karate de olurdu. Jimmy Wang Yu, Hong Kong filmlerinin gerçek starıydı. O uçsuz bucaksız Çin ülkesinin sinemasının içerisinde dolaşmak gerçekten zorlu bir serüven. 1996 yılında Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde o kadar çok Çin filmi gördük ve şaşkınlığa uğradık ki. Çin sineması sadece karate filmleri değilmiş. Çin her şeyiyle büyüyen bir coğrafya. Sadece ekonomiyle değil, sanatla da geliyor. Her yeri ve her şeyi istilâ ediyor. Bir de, Tayvan, Vietnam ve Güney Kore filmleri de bu coğrafyanın önemli yapıtlarını ortaya koyuyor.

Chen Kaige’den…

1952’de Pekin’de doğan beşinci nesil yönetmenlerden Chen Kaige sinemanın da özel sanatçılarından biri. Chen Kaige, Mandarince “Çen Kai-ge” diye okunuyor. Sinemaseverler onu 1993 yapımı “Ba Wang Bie Ji / Farewell my Concubine – Elveda Cariyem” filmiyle tanıdılar. Sonra arada bir filmleriyle kendini anımsattı. 2002 yapımı “He Ni Za Yi Qi / Together – Beraber…” Asıl büyüsünü 1996 yapımı “Feng Yue / Temptress Moon – Baştan Çıkartan Ay”la yaşattı. 1911 yılında geçiyordu bu filmin hikâyesi. Filmi seyrederken seyirci gerçekten zorlanıyordu. Hem anlam yaratma hem anlamak açısından. Ama Kaige, kaotik anlatımından yumuşak bir geçişle filminin içerisine seyircisini alıveriyordu. Kaige filmlerinde, batının sinema adına yarattığı değerler elbette vardı, ama yine de Kaige, batılıların kendi filmlerini anlamaları ve anlam yaratmaları için büyük bir çaba göstermiyor. Yani filmlerinde oryantalist değildi. Kaige’nin “Baştan Çıkartan Ay” filmi, Çin’in Britanya tarafından için için ahlâki olarak tüketilmesini anlatıyordu. Britanya, Çin’i ele geçirebilmek için afyonu kullanıyordu. Kaige’nin açıktan açığa olmasa da bu politik filmi, batıdan korkulması ve batının ciddiye alınmasını hissettiriyordu. Kaige, bu filminde “izlenimci” bir estetikle yansıtıyordu hikâyesini. Sağa-sola çevrinen, kayan bir kamera, bulanık görüntüler, soluk renk tonları vb. estetik alıştırmaları yapmıştı bu filminde Kaige.

Birkaç çağdaş daha…

Çin’den birkaç çağdaş yönetmeni de anmak gerekiyor. Zhang Yimou, Zhang Yuan, Wang Hengli, Sun Zhou’nun, Qi Jian, Xie Fei, Sai Fu, Chen Guoxing, He Ping, Wong Junzheng, Wong Kar-Wai, John Woo, Pang kardeşler ve birçokları. Çağdaş Tayvan sinemasından da birkaç yönetmeni anmalı. Tayvan sinemasının en önemli yönetmeni Tsai Ming-liang, Hou Hsiao-hsien, Tayvan doğumlu ama Hollywood’da çalışan Ang Lee, Edward Yang vs. Vietnam sinemasından bir tek Tran Anh Hung’u tanıyoruz ne yazık ki. Sonra Güney Koreli yönetmenler…

Büyücü Zhang Yimou…

Eski kameramanlardan ve beşinci nesil yönetmenlerinden 1951 doğumlu Çinli Zhang Yimou’nun iki filmi estetik büyü saçtı beyazperdede. İlki 2002 yapımı “Ying Xiong / Hero – Kahraman”dı. Yimou bu filmini, Tayvanlı Ang Lee’nin 2000 yapımı “Wò Hu Cáng Lóng / Crouching Tiger, Hidden Dragon – Kaplan ve Ejderha”sının dört dalda Oscar kazanmasından güç alarak çekmesiydi. Cesaret alan Yimou, Çin kültürünü efsanevi tarzda anlattı “Kahraman”la. “Kahraman” filminin hikâyesi, M. Ö. 200’lü yıllarda yedi krallığa bölünmüş bir kaos ülkesi Çin’de geçiyordu. Yimou, filminin anlatımını geleneksel biçimde değil, daha çok çağımızın kaotikliğine yakın tutmuştu. Belki de bu durum batılı sinema seyircisini filmin içine daha kolay alıyordu. Uzakdoğu’ya uzak bizlerin, bu kültürü anlamamız için de sanki bir fırsat yaratmıştı bu estetik anlatımla yönetmen. Yimou, yanılsamalar içerisinde dolaşarak doğu felsefesindeki zihinsel gerçekliğe ulaşmak istemişti sanki. Onca yanılsamaların ardından finaldeki gerçeklik anlarının aslında bir önemi kalmıyordu. Belki de önemli olan, sanat uzayının içindeki gerçeklikti. Bir tür Nirvana gibiydi. Filmde, sanat aracılığıyla geriye kalan gelenekler, kültürler ve sinema hazzı oluyordu. Hiçbir koşulda da Yimou ve sineması, melodramdan vazgeçmiyordu. Daha önce gördüğümüz ve neredeyse Yeşilçam filmi dediğimiz 2000 yapımı “Xingfu Shiguang – Mutlu Günler”den sonra gelen bu filmiyle hem anlatım, hem görsel estetik, hem de oyunculuk açısından farklı bir yerdeydi Yimou. “Kahraman” filminde kılıçlı sahneler gerçek anlamda stilizeydi. Uzakdoğu, özellikle Çin ruhuyla örtüşüyordu bu dövüş koreografisi. Tam anlamıyla bir dövüş-baleydi bu anlar. Ağır çekimler, zamanın akışını yavaşlatarak “an”ın tadını çıkarttırıyordu. Yağmur damlaları veya su tanecikleri nasıl da büyüleyiciydi devasa perdede. Uçan Kar Usta’yla Çırak’ın dövüşleri perdede az görülür bir estetik yoğunluk yaratıyordu. Bu dövüş sürerken, düşen sonbahar yaprakları insanı gerçekten büyülüyordu. Oklar da sanki yağmur gibi yağıyordu. Şaşırtıcı, ama neredeyse kanlar hiç görünmüyordu bir iki an dışında. Dövüş anlarında seyirciye sadece haz vermek istemiş sanki yönetmen. Çin mimarisi ve diğer mekânlar da estetik tat veriyordu filmde. Christopher Doyle’un şiirsel görüntüleriyle dipte duyulan ve insanın yüreğine hüzün indiren Dun Tan’ın müzikleri de bu filmden akılda kalanlardı. Bu filmin bir şeyi daha vardı, o da güzeller güzeli Zhang Ziyi (Jang Zi-yi diye okunuyor) tanıtmasıydı. Elbette muhteşem Maggie Cheung da vardı.

“Kahraman” ilgi görünce, 2004 yılında “Shi Mian Ma Fu / House of Flying Daggers – Parlayan Hançerler”i de çekti Yimou. Ama, bu iki filmin görselliği batı sinemasının, özellikle Hollywood da dahil yaratamayacağı bir zenginlikle perdede yaratılmasıydı. Hem kültürün yansıyışı hem de estetik olarak sinemanın ulaştığı üst noktalardı bu iki film. Renk kullanımları, kameranın devinimleri, kurgu alıştırmaları ve batı tarzı oyunculuğun dışındaki karakter deneyimleri Yimou’nun filmlerinin değerini artırıyor. Bu iki filmi sadece perdede görmek gerekiyor. Ayrıca, Çin sinemasının geldiği noktayı da gösteriyordu yönetmenin filmleri. Yimou’nun “Parlayan Hançerler” filminde, oyunlar ve yalanlar, sanki filmin başrollerindeydi. Ama bunu bir merak ve gerilim unsuru olarak da kullanmıyordu yönetmen. Kısa bir an sonra neyin ne olduğu açıklanıyordu. Bunun da ötesinde mimikler ve vücut diliyle, seyirciye de bunun bir oyun olduğu hissettiriliyordu. Yimou, zekice ve iyi yazılmış senaryosundaki doğuya özgü o gizemleriyle sinemanın imkânlarını yanına alarak kendisi de zekice oyunlar oynuyordu. Uzakdoğu kültürüne uzak bizlerin, o gizemlerin içindeki koridorlarda kaybolması mümkündü. Bunun açıklaması aşağı yukarı şuydu: Hindistan’dan girip doğuya doğru yolculuk yaparsanız oraların mitolojilerinin ve gizemli felsefesinin içerisinde, gerçek anlamda yaratıcılıkla karşılaşırsınız. Oralarda insanın düş gücünü besleyen derinlikli rüyalar var. Stilize kurguları, çekim açı-ölçekleri ve mekân duygularıyla ilham veriyor oraları. Bu kadar yoğun estetik duyarlılığı başka sinemalarda bulabilmeniz şimdilik mümkün değil sanki.

“Parlayan Hançerler”, Feng Tang bölgesindeki polis merkezinde açılıyordu. Yıl 859… Polisin tüm derdi “Uçan Hançerler” denilen ve ne yaptığını bir türlü bilinemeyen örgütü ortadan kaldırmaktı. Bunun için de işe “Peony Köşkü” denilen “özel ev”den başlamak gerekiyordu. O mekânın yeni gözdesi de kör Mei’di. Genç polis Jin kimlik değiştirip o mekâna gittiğinde Mei’yi görür görmez tutuluyordu. Mei, güzeller güzeli, ama hançer kullanmada ve dans yapmada da bir ustaydı. Erkekleri hemen büyülüyordu. Onun evde yaptığı dans, hem müziği hem de koreografisiyle sinemanın özel anlarındandı. Yimou, filminde hikâyesini geliştirirken, zeki bir buluşla Mei ve Jin’i uzun bir yolculuğa çıkartıyordu “Uçan Hançerler”e ulaşmak için. Yolda sürprizler ve baleyle bütünleşen estetik dövüşler vardı. “Uçan Hançerler”in mekânına gelindiğinde bile bu örgüt yine seyirci için bir gizem, bir efsane durumunu sürdürüyordu. Örgütün konuşlandığı kamış ormanındaki dövüş anları, yüksek bir estetik görsellik vadediyordu seyirciye. Polis yüzbaşısı Leo, Mei’ye, belki de güzelliğine tutkuluydu. Mei de, rüzgâr gibi esen yakışıklı Jin’e. Trajik finalde, aşkta yenilen, ama nefes almayı buruk bir biçimde sürdüren yüzbaşı belirsiz geleceğine doğru giderken, suçluluk veren pişmanlığı da yanında götürüyordu. Elbette bu filmde de güzelliğiyle büyü saçan Zhang Ziyi vardı.

Uzakdoğu sinemasından gelen filmler gerçekten çok parlak ve insanı hemen içine alıyor. Gizemleri, estetik yoğunlukları, kurgu dili ve kahramanlarının dudaklarından düşen kelimelerle yaratılan yanılsamalar, hem filme hem de tüm Uzakdoğu sinemasına gerçek zenginlik veriyor. Yimou’nun filmlerini izlerken, hiçbir şeyin gerçek olmayacağını düşünüyorsunuz, ardından gerçeklik olduğu gibi karşınıza çıkıveriyor. Ama, tüm bunlarla beraber her şey taze bir biçimde yansıyor filmlerine. Yimou’nun bu filminde kurduğu aşk üçgeni, gerçekten Fransız filmlerindeki kadar zarif. Her biri estetik bir sekansa dönüşen dövüş anları gibi aşk da çok estetik yansıyor perdeden. Filmde birçok an, estetik coşkunlukla sunulmuş.

Yimou’nun 2006 yapımı “Man cheng jin dai huang jin jia – Altın Çiçeğin Laneti”, bir imparatorluğun çöküş anlarına tanıklık ediyor. Estetik yönden yine çarpıcı olsa da, “Altın Çiçeğin Laneti”, yoğun olarak insanların üzerinde odaklanıyor. Görsel sanatlara tutkun sanatseverleri görselliğiyle çarpıp giden 2002 yapımı “Kahraman” kadar olmasa da, “Altın Çiçeğin Laneti”nde de yaratıcı dövüş ve savaş sahneleri var. Yine estetik. Ama, belirlediğimiz gibi bu film, insana dair derinlikli bir yapıt.

Film, 10. yüzyılda Tang Hanedanlığı’nın çöküş yıllarını anlatıyor. Bu dönem, M. S. 923 – 936 olarak adlandırılıyor. İyilikle kötülüğün, kötülükle iyiliğin birbirine karıştığı filmde, seyirci zihinsel olarak hangi tarafla özdeşleşeceğini bilemiyor hikâyenin bir yerinden sonra. Kötülerin kötüsü imparator mu, yoksa diğer tüm karakterler de az ya da çok kötülükler var mı? Hikâye derinleştikçe, iyilik ve kötülük olgusu da seyircinin zihninde sürekli değişiyor. Gerçek bir dönemi anlatan film, sadece karakterleri kurgulamış. Filmi seyrederken Shakespeare ruhuna da dokunuyorsunuz genel olarak. Ama yönetmen Yimou, hiçbir Shakespeare oyunundan esinlenmemiş. İnsanı ve insanlık durumlarını en iyi yansıtan Shakespeare’in karakter betimlemelerine yakın karakter yansımaları var Yimou’nun filminde. Film bittikten sonra hayata dair deneyimler de yaşatıyor neredeyse bu film.

Film, sabahın mahmurluğu üzerine açılıyor. Davullarla uyanan sarayda yaşayan insanlar, hummalı bir hazırlığın içine giriyorlar. Çünkü imparator seferden dönüyor ve ona karşılama töreni yapılması gerekiyor. Sarayın güzel kızları süslenirken, imparatoriçe de solgun yüzüyle bu hazırlığa katılıyor. İmparator, gösterişli karşılama töreninden istemediğini habercisiyle saraya ilettikten sonra, ortanca oğlunun yanına gidiyor imparator. Türklerle cenkten dönen ortanca oğul Prens Jai’yle önce kılıç dövüşü yapan imparator, onu saraya davet ediyor. Çünkü Kasımpatı Festivali yaklaşıyor. Aile içinde de bazı kararlara varması gerekiyor imparatorun. Kendisinin yerini alacak veliahtı da kafasında belirlemiş imparator. Evet, imparator bir şeylerin farkında. Bu öyle bir imparator ki, müthiş öngörülü ve birileri bir şeyleri daha yeni düşünürken, o sonuçların ne olacağını biliyor. Bu yüzden eşi imparatoriçeyi yavaş yavaş zehirliyor. Sarayın doktoru Jiang’ın (Dahong Ni) hazırladığı sıvı ilâç, insanı önce güçsüzleştiriyor, sonra da delirterek öldürüyor. İmparatoriçe, büyük üvey oğlu Wan’la (Ye Liu) da ilişki yaşamış yıllarca. İmparator da bunu biliyor. Sarayda alttan alta entrikalar dönerken, Kasımpatı Festivali’nde kanlı savaşla beraber daha derindeki sırlar ve hırslar da ortaya çıkıyor.

Filmde sözü edilen Kasımpatı Festivali, her 9 Eylül’de Çin’de hâlâ kutlanıyormuş. Bu festivale Çifte Dokuzlar Festivali diyormuş Çinliler. Dokuzuncu ayın dokuzunda kutlandığı için. Çin’de yılların hayvan adıyla anılması geleneği de hâlâ sürüyor. Filmde de bunu fark ediyorsunuz. İşte bu Çin’den yansıyan trajediler, evrensel olarak karşılığını buluyor. Çünkü, iktidar savaşı hiçbir zaman bitmiyor. Yönetmen Yimou, gördüğümüz son iki filmi “Kahraman” ve “Parlayan Hançerler”e göre daha dramatik bir yapıda kurmuş filmini. Böylece insan trajedilerini gerçekçi yansıtıyor perdeye. Yimou’nun bu filminde de görsel açıdan estetik dövüş sahneleri var, ama yoğun değil. Yukarıda andığımız filmlerine göre daha az dövüş sahneleri olmasına rağmen “Altın Çiçeğin Laneti”, “Kahraman” ve “Parlayan Hançerler” gibi estetik. Yimou’nun filminde karakterleri gözlemci bakışla takip ettiğinizde insanın değişken ruh hallerine de tanıklık ediyorsunuz. Sonunda kazanan hayat deneyimi ve sabır oluyor. Fonda duyulan müzikleri, hem karakterlerin hem de atmosferin ruhuyla buluşturabilmiş yönetmen. Müthiş Çin müzikleriyle filmi de dinliyorsunuz.

Pang kardeşler…

Danny ve Oxide Chun Pang kardeşler birer ikiz. 1965 yılında Hong Kong’ta doğdular. 2002 yapımı “Gin-gwai / The Eye – Göz” korku filmleri serisiyle adlarını batıda duyurdular. 2006 Cannes Film Festivali’nde gösterilen “Gwai-wik / Re-cycle – Hayalet Dünya”, Uzakdoğu korku sinemasına yeni bakış açıları getiren stilize bir filmdi. Mekân kullanımları, kamera açıları/devinimleri ve ışık düzenlemeleriyle sanatseverleri kendine doğru çekiyordu. Bu filme, bir sanat eseri yaratmanın yolculuğu da diyebilirsiniz. İlham denilen o karanlık dehlizin tam ortasına düşmek ve yaratmak. Pang kardeşler, bu korku filminde, doğrudan insanın iç dünyasına giriyorlar ve vicdan dahil birçok şeye dokunuyorlardı. Bir insan düşündüğü, yaptığı, unutmak istediği birçok şey, bu ilham yolculuğunda karşısına çıkarsa ne yapabilirdi? Bu bir rüya mıydı, yoksa bir kâbus muydu? Film bittikten sonra bile zihninizde karışıklık sürüyordu. Gerçeklik ya da düş neydi? İkisi arasındaki sınır nerede başlıyordu? Hem gerçeküstücü hem de dışavurumcu estetikten beslenen “Hayalet Dünya”, iç mekân/iç dünya korkusu yaşatıyordu seyirciye yoğunlukla. Pang kardeşlerin filminin içeriği zenginleştiren görselliği açısından da bakmak gerekiyordu. Çünkü dışavurumcu estetikteki gibi birçok şey, müzik de dahil, bilinçaltından dışarıya yansıyordu. Bir depremden çıkmış enkaz binalar, orman, uçurumlar gibi görsel açıdan doruk noktalar vardı filmde. Kameranın bulunduğu açılar, insana rüyadaymış izlenimini yaşatıyordu. Ana rahmini çağrıştıran mekândaki sekans (kürtaj yapılan bebek ceninleri duvarlara yapışmıştı), gerçeküstücü estetikten yardım buluyordu. Filmin muhteşem görüntüleriyse Taylandlı kameraman Decha Srimantra’ya ait.

Pang kardeşlerin 2007’de Hollywood’da çektikleri “The Messengers – Messengers” filmi, tam anlamıyla bir Amerikan kültürüydü. Hikâyesiyle, karakterleriyle ve de mekânlarıyla. Hatta batı kültürünün yarattığı estetik değerleriyle beraber. Pang kardeşler, önceki filmlerinde de batı kültürüne ve estetiğine uzak değillerdi. Dışavurumcu ve gerçeküstücü estetiklerden beslenen kardeşler, “Messengers”de bu estetiklerle beraber, izlenimci estetikten de yardım bulmuşlardı. Özellikle dış mekânların genelinde bu izlenimci estetik fark ediliyordu. Sarının tüm tonlarıyla Van Gogh ruhu kuşatıyordu perdeyi. İç mekânlarda yoğun olarak dışavurumcu estetik öne çıkıyordu. Filmin hikâyesi Kuzey Dakota’da geçiyordu. Ön jenerik öncesi siyah-beyaz görüntülerle bir katliam yansıyordu perdeye. Filmin final bölümünde bu anların anlamı ortaya çıkıyordu. Ardından o çarpıcı ön jenerik geliyordu. İkiz kardeşler, dışavurumcu bir klip yapmışlardı sanki bu anlarda. Hikâye, katliamın beş altı yıl sonrasına gidiyordu. Beş altı yıl önce tüm çiftçiler ekonomik darboğaza girmişler ve iflâs etmişler. Bu ekonomik savruluştan sonra kimi aileler dağılmış, kimileri sessizce bu toprakları terk etmişler. Kasabalıların, çiftlik evindeki katliamdan hiç haberleri olmamış. Evde kalan Burwell ailesinin de kasabayı terk ettiklerini sanıyorlar. Katliamın yaşandığı bu çiftlik evine Şikago’dan göç eden Solomon ailesi yerleşiyordu. Pang kardeşlerin filminde en belirgin şey, renk kontrastlarıydı. Dış mekânlarda alabildiğine parlak güneşin altında sarının tüm tonları çevreyi kuşatıyordu. Ama evin içi alabildiğine koyu tonlarda ve kasvet yüklüydü. Hem ışık düzenlemeleri hem de evin iç görünümü dışavurumcu bir etki yaratıyordu perdede. Bu yüzden iç mekânlar daha tedirgin edici ve ürkütücü olurken, dış mekânlar insana daha sıcaklık ve güven duygusu veriyordu. Ama, dışarıda da kara kargalar görülüyordu. Koyu renk tonları insanı irkiltiyordu bu filmde. Kargaların bu çiftliği neden terk etmediklerinin cevabı filmin derinliğinde veriliyordu. Bir de müzikler vardı. Viyolonsel tınıları iç mekânlar kadar tedirgin ediciydi. Filmdeki ses efektleri de çarpıcıydı. Hong Konglu Pang kardeşleri ve filmlerini yakından takip etmeli. Onların olduğu taraflarda yaratıcılık ve estetik var çünkü.

“Altın Ayı”lı…

Çin sinemasının bağımsız filmlerinden 2006 yapımı “Tuya de Hun Shi – Tuya’nın Evliliği”, 2007 yılında Berlin Film Festivali’nde “Altın Ayı” kazanmıştı. Çinli yönetmen Quanan Wang, “Tuya’nın Evliliği”yle parası olmayan, ama yaratıcı yönetmenlere ilham da verdi. Moğolistan’ın kuzeyindeki bozkırlarda yaşayan insanları belgesel tadında beyazperdeye yansıtan “Tuya’nın Evliliği”, batılılar için egzotik, bizim gibi ülkeler içinse alabildiğine gerçekçi bir filmdi. “Çin’in devrim beşiği” olduğu söylenen Shaanxi eyaletindeki Yan’an şehrinde 1956 yılında doğan yönetmen Wang, filminin girişiyle final bölümünü birbine bağlamıştı. Seyirci, filmin başıyla sonu arasında kalan hikâyeye tanık oluyordu. Hikâyenin ortasında da yüreği kocaman güzel Tuya vardı. Çincenin bir lehçesi olan Mandarince çekilen “Tuya’nın Evliliği”nde bir tek Tuya’ya hayat veren Yu Nan’ın gerçek oyuncuydu, diğer tüm karakterler amatördü. Belki de kendi gerçek yaşamlarını oynuyorlardı perdede. Filmin kamera kullanımı ve kurgusu da estetikti. Film, yoğun olarak ev ve çevresinde geçiyordu. Az mekân, az karakter ve şehirlilerin bilmediği hayatlar. Batılılar, böyle filmlere yüreklerini ve ödüllerini açıyorlar hep.

Vietnam da var…

1962’de Vietnam’ın Danan bölgesinde doğan Tran Anh Hung, Wong Kar Wai’yle beraber Uzakdoğu’da en iyi şeylerden biri. Çocukluğunda ailesiyle Paris’e göçen Hung, 1995 yapımı “Xich Lo/Cyclo – Bisikletçi” filminde, değişen ve yozlaşan Vietnam’ı anlatmıştı. Kızıldan pembeye dönüşmeye başlayan bu sosyalizmde, gelir adaletsizliği ve yoksul Vietnamlılar vardı. Yeraltı örgütleri çığ gibi büyüyüp hayatı kuşatıyordu. Yönetmen, bu filminde kamerasını çok öfkeli kullanmıştı. Kamera, çok az yerde sakindi. Yetişme çağındaki bir genç ailesini geçindirebilmek için bisiklet-taksicilik yapıyordu. Özendiği çete lideri, genç bisikletçinin kız kardeşiyle oluyordu. Genç, yırtmak için çeteye girme savaşımı veriyordu hep. Sonuçta birileri kazanırken kaybeden de Vietnam halkı oluyordu. Filmde, belgesel tadında görüntüler de vardı. Amerikalıların enkaza dönüşmüş uçakları ve helikopterleri de caddelerde duruyordu, Yönetim onları kaldırmamış geçmiş unutulmasın diye belki.

Yönetmenin 1992 yapımı “Mui du-du Xanh / L’Odeur de la Papaye Verte – Yeşil Papayanın Kokusu”nda da geleneksel toplumda kadına bakışı yansıttı perdeden. Hikâye, 1951 yılında Saygon’da geçiyordu. On yaşındaki Mui’nin gözleriyle yansıyordu her şey. Ülkeye Fransız kültürü egemen ve oraya Çinhindi diyorlar. Mui, zengin evinde hizmetçilik yapıyordu. Aradan on yıl geçtikten sonra ülkeye sosyalizm gelir. Yıl 1961. Ama, her şey düzelmemiştir tam anlamıyla. Bu defa da ülkeyi istilâ edecek olan ABD çünkü. Yönetmen, bu filminde kadınları anlattı. Kadınlar, egemen erkek dünyasında geleneksel rollerini sürdürüyorlardı. Bu filmin estetiği gerçekten etkileyiciydi. Hung, “Bisikletçi”den farklı bir estetik denemişti bu filminde. Mekânlar, ışıkların yansıyışından dolayı kasvetliydi. Ayrıca kamera kullanımları da alabildiğine sakindi yönetmenin.

Güney Kore’den…

Güney Kore’den gelen Ji-woon Kim’in 2003 yapımı filmi “Janghwa, Hongryeon – Karanlık Sırlar”, gerçekten çok şey anlatıyordu. Hem içerik hem de biçim olarak. Kim’in filminde Michelangelo Antonioni tadı bile bulabiliyordunuz. Mozart’ın coşkuyla öfkeyi sanki iç içe geçirmiş o muhteşem müzikleri de insanı tuhaf yapıyordu bu filmde. Hem ürperiyordunuz hem coşuyordunuz. Ji-woon’un filmini izlerken, içinize bir şüphe de düşüyordu. Görülen her şey gerçek miydi, diye. Annelerinin ölümünden sonra ruhsal travma geçirip akıl hastanesinde yatan iki kız kardeş tedavilerinin ardından evlerine dönüyorlardı. Şehirden uzak, dağın yamacında, hemen yanında bir göl olan ormanlık bir yerde, tek başına konuşlanmış bir sayfiye evinde yeni hayatlarına başlıyordu iki kız kardeş. Ama bir değişiklik vardı. Baba, eve bir üvey anne getirmişti. Abla Soo-yi, küçük kız kardeş Soo-yeon’i üvey anne Yoem’in baskısından korumaya çalışıyordu. Babaysa, olan her şeye tepkisiz ve sessiz gibi görünüyordu. Soo-yi, babasına mesafeli ve tepkiliydi. Öte yandan evde de tuhaf şeyler olmaya başlıyordu. Sesler duyuluyor, kapılar kendiliğinden açılıyor, hayaletler görülüyordu. Üvey annenin baskısıyla da birlikte iki kız kardeş için kâbus dolu anlar çoğalıyordu. Bu hikâye size her şeyi sunuyor muydu? Başlarda, yavaşlığın ve sakinliğin içine usulca dalıp gezinen kamera, yakın ve ayrıntılı çerçevelemelerle atmosferin soluğunu hissettiriyordu. Mo-gae Lee, bu filmle kameramanlığa başladı ve sanatseverleri büyüledi. Evi, öncelikle iç mekânları bir karakter gibi kullanmıştı yönetmen. Mekâna düşen ışıklar, filmin gerçeküstücülüğüne zenginlik katmış. İç mekânlar çok kasvetliydi. Sanki zihinle, iç dünyayla metafor oluşturuyordu. Elbette Wolfgang Amadeus Mozart. Öfkeli ve coşkulu kemanlara derinden gelen piyano tınıları eşlik ediyordu. Filmin özgün müzikleri Mozart ustanın gölgesinde kalsa bile yine de fark ediliyordu. Filmin senaryosu da zekiceydi. Finalde seyircinin zihni epeyce karışıyordu. Film bitiyor, kuşku sürüp gidiyordu çünkü. Bu filmin orjinal adı şuydu: “Janghwa” (gül çiçeği), “Hongryeon” (kırmızı nilüfer)… Kim Ji-woo’nun bu filmi, Kore sinemasında altıncı uyarlama. Kore’de beş yüz yıla yakın hüküm süren Josoen Hanedanlığı (1392 – 1897) döneminde yazılmış “Janghwa, Hongryeon, Jeon” hikâyesinden günümüze bir uyarlama, bir ilham “Karanlık Sırlar” filmi…

1964 yılında Seul’da doğan yönetmen Kim Ji-woon’un 2005 yapımı “Dalkomhan Insaeng – Acı Tatlı Hayat”ta, şiddetin öfkesini çok sert ve kanlı bir biçimde beyazperdede yaratıyordu. Bu film öyle şiddet yüklüydü ki. Yeraltı dünyasının kuralları yıkıcı ve yok ediciydi. Yönetmen, bu şiddet yüklü kara filminde şiirsel gerçekliği yaratmayı başarmıştı. Rus sinemasındaki şiirsel gerçekliğin yakınlarında dolaşıyordu “Acı Tatlı Hayat” filmi. Usul usul gelişen anlar, bazı sahnelerin ayrıntılı biçimde yansıyışı ve yoğunluklu olmasa bile uzun plân-çekimler, Ji-woon’un filmine şiirsel gerçeklik katıyordu. “Acı Tatlı Hayat”, yönetmenin daha önce gördüğümüz üçüncü filmi 2003 yapımı “Karanlık Sırlar” filminden çok farklıydı. “Karanlık Sırlar”, şizofren bir ruh haliyle perdeye yansırken, “Acı Tatlı Hayat” tam bir nevrotik filmdi. Karakterler ve yaşadıkları dünya paranoyaktı. Bu yüzden karakterler takıntılıydı. Paranoyalarla kuşatılmış yeraltı dünyası, geride hiç pislik izi bırakmamak için takıntılı biçimde işlerini “temiz” yapıyorlardı. Yani her şeyi yok ediyorlardı. Filmde görünen tek kadın karakter Hee-soo’nun bile takıntısı vardı. Avizelere tutku ötesinde takıntılı olan Hee-soo, aslında sanatçı ruhlu bir insandı. Viyolonsel de çalıyordu. Nasıl olmuşsa olmuş, babası yaşındaki Kang’ın metresi olmuştu konservatuvar öğrencisi Hee-soo. Kung-fuyla “kötü”leri yok eden Sun-woo, şimdi acının ne demek olduğunu yaşayarak ödüyordu. Ji-woon’un filmi, karanlık ve sert bir dünyayı, alabildiğine dingin bir sinema diliyle yansıtıyordu beyazperdede. Fonda kullandığı müzikler de filmin psikolojisine büyük katkıda bulunmuştu. Senfonik tarza yakın duran müzikleri ilk bölümde kullanmıştı yönetmen. Her şey daha sakin ve kendi doğallığında akıp gidiyordu. Film derinleştikçe müzikler de değişiyordu filmde. Sun-woo’nun Hee-soo’yu düşlediği anlarda viyolensel ve piyano tınıları duyulurken, Sun-woo’nun intikamını aldığı sahnelerde latin gitarları kuşatıyordu perdeyi. Film, Sun-woo’nun iç sesiyle açılıyor ve kapanıyordu. Seyirci, ölmüş veya ölmek üzere olan bir insanın geride bıraktıklarına tanıklık ediyordu sanki.

Bir star…

Güney Kore sinemasının belki de “star” yönetmeni Chan-wook Park… Filmlerinde çoğunlukla kahramanları hep bir intikamın peşinde Park’ın. Bir de “kader” var elbette. Kaderi belirleyen ya da denetleyen sadece Tanrı değil, bu dünyada yaşayan herhangi biri de olabilir. 1963 doğumlu Park’ın 2002 yapımı “Boksuneun Naui Geot – Haklı İntikam” filminde, intikam duygusunun korkunç trajedisini anlattı. Hem de sınıfsal farklılıkların da altını çizerek. Çarpıcı görselliği olan bir minimalist bir filmdi bu. Bir genç adam, kız kardeşi için bir böbrek arar. Son çare olarak organ mafyasına başvurur. Mafya ondan hem kendi böbreğini, hem de parasını ister. Mafyayla anlaşan genç adam dolandırıldığını sonradan fark eder. Genç adam bir umutla eski patronunun kızını kaçırır ve öfkeli babanın intikamınından kurtulması pek kolay değildi. İntikam üçlemesinin ikinci filmiyse 2003 yapımı “Oldboy – İhtiyar Delikanlı”ydı. İnsanlar, hiç bilmedikleri ve hiç akıllarına getirmedikleri anları yaşayabilirler. Filmdeki Dae-su gibi. Üç yaşındaki kızının doğum günü için heyecanla eve giderken ne olduğunu anlayamadığı bir hücrede gözlerini açıyordu ve tam on beş yıl o hücrede kalıyordu Dae-su. Oradan kurtulduktan sonra hem ailesini, hem de on beş yıl süren bu acıyı yaşatanları arıyordu. Dae-su, bir genç kızla tanıştığında o kızın kendi trajedisi olduğunu sonradan anlıyordu. Çünkü o, dilinin cezasını çekmişti yıllarca. Dışarı çıktıktan sonra da çilesi devam ediyordu. Lise yıllarında, Woo-jin Lee’nin kız kardeşiyle ensest ilişkisine tanık olan Dae-su, bu sırrı herkese yayınca bir trajedinin de başlatıcısı oluyordu bu. Lee, yıllar geçse de korkunç plânını uyguluyor ve Dae-su da aynı acıları çekiyordu. Çünkü, Dae-su, bilmeden kendi kızıyla yatacak ve bunu öğrendiğinde trajedisi tam bir cehenneme dönüşecekti. Yaratıcı ve çarpıcı bir anlatımı olan bu filmde tuhaf bir varoluşçuluk vardı. Alabildiğine karamsar bu filmde intikam duygusunun felâketi fark ediliyordu.

Park, 2004 yılında üç yönetmenli korku antolojisi olan “Three…Extremes – Üç Sıradışı” filminde, yine bir intikam hikâyesi anlattı. Kendi bölümünün adı “Cut – Kesme”ydi. Filmin derinliğine girdikçe sırların içinde nefretler ve öfkeler de dışarı çıkıyordu. Bir figüran ünlü bir sinema yönetmeninden intikam almak için yönetmenin evini basıyordu bu bölümde. Kendisine tapan ve estetik takıntılı yönetmenin karısının piyano tuşları üzerinde tek tek parmaklarını kesen figüran sırları da ortaya çıkarıyordu. Elbette nefretleri de. Park’ın filmlerinde hem varoluşçuluk, hem de dışavurumculuk var.

Gerçekten Güney Kore filmlerini seyrederken, korku ve öfkeyi anlamaya çalışıyorsunuz. Sürekli Japonların tacizlerini yaşamış, ülkelerini Amerikalılar istilâ etmiş ve sürekli faşist cunta yönetimleri altında ezilmiş bir halk bu. Güney Kore filmlerinde hissedilen güvensizlik, korku ve öfkeyi de iyi fark etmek gerekiyor. Alt metni çok derin bir film de, 2003 yapımı “Akasia / Acacia – Akasya”ydı. 1968 doğumlu Ki-hyung Park, basit bir hayalet filmi yapmamış ve derinliklerde Güney Kore’yi düşünüyordunuz. Modern zamanların iletişimsizliğinin bir çığlığı olan Norveçli dışavurumcu ressam (1863 – 1944) Edvard Munch’un “Çığlık” tablosuna da bir gönderme yapan filmde, çocuğun bir hayalet olduğu da ancak final bölümünde anlaşılıyordu. Akasya ağacı önemli bir metafor belki de filmde. Güney Kore’yi bilmek gerekiyor. Filmi seyrederken iki farklı film görmüş gibi hissediyordunuz. Filmin ilk yarısını dikkatli seyrettiğinizde ikinci yarıda “puzzle”ları tamamlayabiliyordunuz.

Bong Joon-ho sinemasından…

Yıl 1986… Gyunggi bölgesi. Alabildiğine uzanan pirinç tarlalarının olduğu kırsal bölgede bir kadın cesedi bulunur. Ceset, kanaletin içine atılmıştır. Polis dedektifi Park ve ortağı Yong-yu, olayı araştırmaya girişirler. Onlar, askeri yönetimin en sert olduğu bu dönemde, krimolojik açıdan tüm imkânsızlıklara rağmen bu vakanın üzerine giderler. Ama, hiçbir sonuç çıkmaz ve her defasında başladıkları noktaya gelirler. Katil de sakin bir biçimde cinayetlerini işlemeyi sürdürür. Katil kimdir? Bu olay Güney Kore’de yaşanmış ve katile hiç ulaşılamamış. Parmak izi bırakmayan katil, cinayetlerini ritüele dönüştürmüş. Yağmur yağınca harekete geçen katil, aslında bu yüzden geride kendinden bir şey bırakmıyor. Seri cinayet işleyen katilin en büyük özelliği, kurbanlarını kendi üzerindeki eşyalarla öldürmesi. Katil, çok acımasız ve psikopat bir kadın düşmanı. Psikopat katil, yağmur yağınca, özellikle ormanda kadınları pusuya düşürüyordu. Bazılarına tecavüz ediyor, bazılarını da öldürdükten sonra kendi kendine tatmin oluyordu. Kadınların cinsel uzuvlarına o an kadının üzerinde ne bulursa; kaşık, kalem, şeftali dilimleri gibi şeyleri yerleştiriyordu. İç çamaşırlarıyla kadınları boğuyordu. Bu ritüel hiç değişmiyordu. Bu kadınlar tek başına neden ormanda bulunuyor, denilebilir. Kasaba o kadar küçük ki, herkes birbirini tanıyor. Kasabada bir de fabrika var. 1969 doğumlu Güney Koreli yönetmen Bong Joon-ho, bir noktadan sonra baskıcı bir yönetim altında yaşamaya çalışan Koreli insanlara psikanalitik açıdan bakmaya çalışmış. Her şeyiyle sıkıştırılmış ve ruhsuzlaştırılmış bu insanlar, her şeyi içine atıp bastırıyorlar. Fabrika işçisi Byung-soon, en tipik bir biçimde yansıyor perdeden. Evli ve çocukları olan Byung-soon’un fetişizmi ve anlattığı rüyaları birçok şeyi açıklıyordu. Evinde bulunan porno dergileri, kadın iç çamaşırları ve kafasındaki birçok fantaziyle beraber. Kore toplumu içine kapanmış ve gerçeklik olan dışarısıyla ilişkisini koparmış gibiydi. Uyuşmuş, bezginleşmiş ve ruhsuzlaşmış. Yönetmen Bong Joon-ho, gösterdiği tüm karakterler içinde bir tek dedektif Park’ı yakından gösteriyordu. İşinde ateşli gözükse de, aslında pek mutlu değil Park. Sevgilisiyle ilişkileri bile monotonlaşmış. Park’ın ortağı Yong-yu, faşizan bir polis. Sorgu odasında işkence yapmaktan haz alıyor sanki. Filmin bir yerinde Seul’den bir polis dedektifi gelir kasabaya. Park ve Yong-yu ile beraber çalışmaya başlar Suh Tea-yoon. Genç polis, Seul’de bile böyle vahşi cinayetlerle karşılaşmamış hiç. Evet, her şey bir tarafa, katil kim, sorusu hep zihinlerde. Et lokantası işleten Beak ailesinin özürlü oğulları Kwang-ho bu cinayetleri işleyebilir miydi? Yoksa o katili görmüş müydü? Dedektiflerin en son ulaştıkları ve tariflere uyan fabrika işçisi genç Park Hyung-gyu mu işlemişti onca cinayeti? Teni kadınlar kadar çekici ve yumuşak Hyung-gyu’nun DNA’sı Amerika’ya yollanır, ama sonuç yine sıfırdır. Yönetmen, vahşice öldürülmüş kadınların çürümüş bedenlerini gösterirken, kelimelerle o şiddeti vurgularken insana suçluluk duygusu veriyordu nedense. Bu sert filminde yönetmen yer yer mizaha da başvuruyordu. Belki seyircisine tahammül verebilmek için. “Sal in Eui Choo Eok – Cinayet Günlüğü”, Güney Kore’den gelen bir kara filmdi. Sinema dili ve görselliği etkileyiciydi. Seyirci, bazı anlarda perdeye bakmakta zorlanıyordu. Şiddet de vahşiceydi.

Han, Güney Kore’nin başkenti Seul’u tam ortadan ikiye bölen bir nehir. Han Nehri’nde değişime (mutasyona) uğramış dev bir balık dehşet saçıyor. Canavar balığın ahtapot gibi kolları da var. Hikâye, Amerikan üssündeki morgda başlıyordu. Amerikalı komutan, tozlanmış şişelerin içindeki ilâçları lavaboya döktürüyordu. Toksitlenmiş ilaç Seul’un hayat damarı Han Nehri’ne karışıyordu. Sonuçları birkaç yıl sonra çıkıyordu ortaya. Nehirde kendini gösteren dev balık, kanlı dehşetiyle korku salıyordu şehre. 1969’da Seul’de doğan Bong Joon-ho, Güney Kore sinemasının parlak ve yaratıcı yönetmenlerinden biri. Yönetmen Bong Joon-ho, “Cinayet Günlüğü” filmindeki estetik hazları, korku-şiddet filmi “Gwoemul – Yaratık”ta da yaşatıyordu. Bu yönetmenin mekân kullanımları ve atmosfer duygusu sanatseverleri etkiliyor. Film, Park ailesinin hikâyesi üzerinden gelişiyordu. Saçlarını saman sarısına boyatmış Gang-du, hayatı boyunca babası Hie-bong’a vicdan azabı çektirmiş. Çünkü, hızlı dönemlerinde dünyaya gelen Gang-du’ya iyi bakamamış. Bu yüzden Gang-du, iyi beslemediği için yeterince protein de alamamış. Gang-du, fazla zeki değil ve sürekli uykusu gelen biri. İşte bu Gang-du’nun ortaokula giden 13 yaşında bir kızı da var. Karısı onu kızı doğduktan sonra terk etmiş. Gang-du, Han Nehri kıyısındaki babasının büfesinde çalışıyor. Hei-bong’un iki çocuğu daha var. Okçu kızı Nam-joo, son yarışta bronz madalya kazanıyor. Sürekli içen ve hep muhalif oğlu Nam-il, gençliğinde demokrasi için faşizme karşı eylemler yapmış. Ülkenin şimdiki haliyle de mutsuz Nam-il. Yönetmen Bong Joon-ho, Nam-il karakterini kendisiyle özdeşleştirmiş sanki. Filmlerinde alttan alta geçmişe, faşizme eleştiri getiren yönetmenin kendisi de gençliğinde öğrenci eylemlerinde Nam-il gibi molotof kokteyli atmıştır belki de. Bong’un bu filminde, metaforlar yoğun. Han Nehri’nden çıkan canavar balık, belki de faşizm korkusunun bir dışavurumu gibi. Yaşlı Hie-bong üzerinden de geçmişe göndermeler yapıyordu yönetmen. Faşizm zamanlarında Güney Kore’de her şeyin rüşvetle yürüdüğünü de hissediyorsunuz. Günümüzün zengin Güney Koresi’nde yoksulluklar da var. Yönetmen, şimdi demokrasi olsa bile çok öfkeli. İşte tüm bir aile, canavar balığın küçük kız Hyun-seo’yu kaçırdıktan sonra bir araya geliyordu. Hyun-seo’nun öldüğünü sanıyorlar. Ama umutsuz bir anda Hyun-seo, cepten babasını arıyor ve ardından aile bir ekip oluşturarak Hyun-seo’yu aramaya başlıyor. Filmdeki yaratık balık, gerçekten inandırıcı ve başarılı. Az bir şey zeki olan ve epeyce de çevik bu dev yaratık, ağzına attığı, kollarına doladığı insanları kanalizasyonda kendine sığınak yaptığı yerde biriktiriyor. Kurbanların çoğu elbette hemen ölüyor. Şans eseri Hyun-seo ölmese de, trajedisinden kurtulamıyor finalde. Babasıyla sokaklarda yaşayan küçük bir oğlan çocuğunu yaratık Hyun-seo’nun bulunduğu yere getiriyor. Yönetmen, yaratığa kurban olmadan önce oğlan çocuğuyla babasının hikâyesini de gösteriyordu. Evsiz baba-oğul, boş buldukları evlerde kalırken, kolayca girdikleri marketlerden “ödünç” yiyecekler alıyorlardı. Hayatları böyle yoksulluk içinde sürüp gidiyordu. Finalde, Hyun-seo ölürken, oğlan çocuğu hayata dönüyor ve Park ailesine bir armağan oluyordu. Kızı Hyun-seo’yu kaybeden Gang-du, küçük çocuğu hayatına katıyordu. Bu filmin görselliği ve müzikleri sanatseverleri etkiliyordu. Üslûpçu bir yönetmen olan Bong’un görsel dünyası gerçekten çok zengin. Fonda duyulan müzikler de filmin ruhuyla ve atmosferiyle buluşmuştu. Bong Joon-ho, Güney Kore sinemasının parlak ve yaratıcı yönetmenlerinden.

Tayvanlı usta…

Hou Hsiao-hsien, sinemanın önemli yönetmenlerinden. Yönetmenin adı Mandarince “Hou Ziyao-Ziyen” diye okunuyor, ama Tayvan’da Hou Şiao-şien diye de okunabiliyor. 1947 yılında Tayvan’da doğan yönetmenin filmleri daha çok festivalerde gösterildi. Ustanın Fransa’da çektiği “Le Voyage du Ballon Rouge – Kırmızı Balonun Yolculuğu”, 27. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde gösterildikten sonra sinemalarda da seyirciyle buluşmuştu. Yönetmen, festivalde 2005 yılında “Altın Lale” kazanan 2004 yapımı “Kohi Jiko – Cafe Lumiere” ve 2005 yapımı “Zui Hao de Shi Guang – Üç Defa” gibi filmleriyle buralarda da biliniyor. 1993 yapımı “Hsimeng Jensheng – Kukla Ustası” da var. Yönetmenin, Çin kültüründeki kukla sanatına yoğun ilgisi var. “Kırmızı Balonun Yolculuğu”nda da kuklalar öne çıkmıştı. Hsiao Hsien’nin bu filmi, bir şehre ve bu şehirdeki insanlara adanmış. Paris ve sokakları, bir belgesel tadında yansıyordu perdeye. Yönetmen, Tayvan’ın sokaklarında büyümüş ve sokak deneyimleri de filmlerine gerçekçi biçimde yansıyor. Tayvan sinemasında, Tsai Liang Ming gibi “yeni gerçekçi” tarzda filmler çekiyor Hsiao Hsien. “Kırmızı Balonun Yolculuğu”, yönetmenin Avrupa’da çektiği ilk filmdi ayrıca. Film, küçük Simon’la bir kırmızı balonun iletişimiyle başlıyordu. Kırmızı balon, Paris’in üzerinde uçuyor ve zaman zaman hikâyeye katılıyordu. Yedi yaşındaki Simon’un annesi Suzanne, Çin kuklasına tutkun. Sarışın Suzanne bu tutkuyu babasından almış. Suzanne, şimdilerde Paris’teki Çin kuklalarını seslendiriyor. Suzanne’ın yeni ayrıldığı yazar kocasından Simon olmuş. Eski kocasından da şimdi Brüksel’de yaşayan Louise. Kocası, romanını yazabilmek için Montreal’e taşınmış. Suzanne, kendi apartmanında yaşıyor. Kocasının arkadaşı senarist Marc, kiracısı ve aylarca para ödemeden alt katındaki dairesinde kalıyor. Bu sorunu avukatla çözen Suzanne, aslında yalnız bir insan. Çünkü aşka gereksinimi var. Oğlu Simon’la da ilgilenmesi gerekiyor. Yaptığı iş nedeniyle Çinlilere yakın olduğundan oğlu için Çinli bir kızı bakıcı olarak tutuyor. Çinli kız Song Fang, Pekin’de sinema okumuş. Song, Paris’te master yaparken Simon’la da ilgilenmiş oluyor. Suzanne’ın da dairesinde kalıyor. Elbette en büyük düşü kısa film çekmek. Song, 1956 yılında Fransız yönetmen Albert Lamorisse’in çektiği kısa film “Kırmızı Balon”un benzeri bir kısa film çekmeye başlıyor. Filminde Simon’la bir kırmızı balon oynuyor. Elbette başrolde Paris şehri var. Şehrin üzerinde aylak aylak uçan kırmızı balonun göründüğü tüm sahneler, Song’un kısa filminden anlardı. Simon’un ablası Louise’le şehirde dolaşmalarını da bir kısa filmdi belki de. Bu filmde bir aylak daha vardı. O da Hsiao Hsien’in kamerası. “Yeni gerçekçi” ruhu taşıyan Hsiao Hsien, bu filminde kamerasıyla şehirde aylak aylak dolaşarak gözlemler yapıyordu. 1940 yılında ölen Alman Yahudisi filozof Walter Benjamin gibi. “Flanörlük” diye adlandırılan bu aylaklıkta filozof ya da sanatçı, hiçbir şey yapmıyormuş gibi görünerek insanlar arasında dolaşarak gözlemler yapar. Bu gözlemler, fikirlerini ya da sanatını besliyor. Hsiao Hsien’in filminde müthiş gözlemler var. Görüntü yönetmeni Pin Bing Lee’nin kullandığı bu kamera gerçekten ilham vericiydi. Yönetmen, insanı sevmenin, güven duymanın, bir işi severek yapmanın güzelliklerini de hissettiriyor seyircisine. Kör piyano akortçusunun işini sevgiyle yapması. Piyanoyu alt kattan üst daireye taşıyan hamallarla Suzanne’ın insana iyi gelen iletişimi. Song’un kırmızı balona tutkusu. Simon’un sevgiyle büyüyüşü. Bir şehre ve mekânlarına içten gelen sıcak bir aşk da vardı elbette. Final bölümünde yedi yaşındaki çocukların tablo önünde resmi yorumlayışları da unutulmaz anlardan biriydi. Yönetmen Hsiao Hsien, estetik değeri yüksek bu filminde günlük yaşamın sıradanlığını yer yer belgeselci duyarlılığıyla yansıtıyordu perdesine. Yönetmenin kamerası da, belirlediğimiz gibi, aylak aylak dolaşıyordu şehirde. Hem şehri hem de insanları aylak bir bakışla gözlemliyordu bu kamera. Filmin görselliği ve kurgusu da öğreticiydi. Hsiao Hsien, klâsik anlatımlardaki gibi kamerasını açı-karşı açıya yerleştirmemiş. Yani, bir sahnede kullandığı bir açıya o sahnede bir daha geri dönmüyordu. Özellikle Suzanne’ın evinde uzun plân-çekimler gerçekleştirmiş yönetmen. Kamera, bu uzun plân-çekimlerde sadece sağa ve sola dönüyordu yer değiştirmeden. Hsiao Hsien, bir tek final bölümünde çocuklar tablodaki resmi yorumlarken bu estetiğin dışına çıkıyordu. Belgeselci ruhu olan bu filmde, Juliette Binoche ve Hippolyte Girardot dışındaki diğer oyuncular kendi adlarıyla oynamışlardı. Filmde piyano tınılarını duymak da iyi geliyordu insana. Ustanın, 2005 yılında 24. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde “Altın Lale” kazanan 2003 yapımı “Kôhî jikô / Café Lumiére”, Japon sinemasının büyük yönetmenlerinden Yasujiro Ozu’ya adanmıştı. Bu film aslında Yoko’nun (Yo Hitoto), Tokyo’nun ve trenlerin filmiydi.

Tsai Liang-ming başka…

Tsai Liang-ming (Mandarince Çay Liyang-ming diye okunuyor), sinemaseverlerin filmlerinin peşine takılıp gitmesi gereken Tayvanlı büyük yönetmen. Ustanın birçok filminde su neredeyse başrolde. 1992 yapımı “Ching Shaonien na Cha / Qing Shao nian nuo zha / Rebels of the Neon God – Neon Tanrı” filmi, Tayvan’ın başkentinde gençlerin peşine düşüyor. Kamera, iki hırsız arkadaş Ah-tse (Chao-jung Chen) ve Ah-ping’in (Chang-bin Jen) peşinde dolaşırken, hikâyenin diğer kahramanları patencide çalışan güzel Ah-kuei (Yu-Wen Wang) ve üniversite sınavlarına hazırlanan Hsiao- Kang (Kang-sheng Lee)… Hırsız gençler gece yaşıyor. Soygun yapıyorlar, kazandıkları parayı oyun salonuna yatırıyorlar. Konan Konakları’nda dördüncü katta kalan Ah-tse’nin dairesini sürekli su basıyor. Cehennemi sıcaklığın olduğu şehirde birden bastıran ve ne zaman duracağı bilinmeyen yağmurlar en çok Ah-tse’ye zarar veriyor. Ah-ping, öne çıkmıyor. Ah-tse’nin hayatına Ah-kuei giriyor. Fırtınalı aşk da başlıyor böylece. Bir de Hsiao-kang var. Babası taksi şoförü. Ailesiyle yaşıyor. Babası kendisi gibi olmasın diye oğlunu üniversitede okutmak istiyor. Ah-tse’nin fark etmediği, ama Hsiao-kang’ın gözlerinin üzerinde olduğu Ah-tse, Hsiao-kang’ı bir ara yoldan çıkarıyor, dershaneyi ve evi terk ederek Taypey’in gecelerine vuruyor kendini. Bunda James Dean’ın da “asi” ruhunun payı var. Geleceksizliği gerçekçi bir sinema diliyle anlatan yönetmenin filminde yağmurlar, sıcak ve mobiletler başrolde. Şuna da değinmek gerekecek herhalde. Uzakdoğu’da Tanrı Norcha, babasından nefret edermiş. Tıpkı Hsaio-kang gibi. Filmin İngilizce adındaki “neon” adı, daha çok filmdeki gece atmosferiyle oyun salonunu çağrıştırıyor gibi.

1957’de Malezya’da doğan Tayvanlı ustanın 1998 yapımı “Dong / Hole-Delik” filminde de su başrolde. 2000 yılına girerken bir virüs dünyayı tehdit ediyor ve sürekli yağmur yağıyor. Hsiao-kang (Kang-sheng Lee), dairesinde dinlenirken, su tesisatçısı geliyor ve su sızıntısını bulabilmek için salonun ortasına bir delik açıyor. Aşağı katta kalan genç kadının (Lin Kun-hue) dairesini su basıyor sürekli çünkü. Hsiao-kang, aşağıdaki genç kadını da merak etmeye başlar. Onu delikten röntgenlemeye başlar. İkisi de yalnız ve aşka düşmeye hazırlar. Bu filmde müzikal bir hava da var. Liang-ming, 1950’lerde ve 60’larda Uzakdoğu’da ses getirmiş Tayvanlı şarkıcı-dansçı Grace Chang’a da selâm gönderiyor. Liang-ming, filmlerinde tıpkı François Truffaut’nun yaptığı gibi yapıyor. Truffaut, Jean-Pierre Léaud’yu birçok filminde Antoine Doinel karakterinde oynatmıştı. Liang-ming de, Kang-sheng Lee’yi Hsiao-kang karakteriyle birçok filminde oynattı.

(31 Temmuz 2010)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Rüyaların İçinden Geçen Aksiyon

Başlangıç (Inception)
Yönetmen-Senaryo: Christopher Nolan
Müzik: Hans Zimmer
Kurgu: Lee Smith
Görüntü: Wally Pfister
Oyuncular: Leonardo DiCaprio (Cobb), Marion Cotillard (Mal), Ken Watanabe (Saito), Cillian Murphy (Robert Fischer, Jr), Joseph Gordon-Levitt (Arthur), Ellen Page (Ariadne), Tom Hardy (Eames), Dileep Rao (Yusuf), Tom Berenger (Browning), Pete Postlethwaite (Maurice Fischer), Michael Caine (Miles)
Yapım: Warner Bros (2010)

Son dönemlerin yaratıcı yönetmenlerinden İngiliz yönetmen Christopher Nolan, Wachowski kardeşlerin “Matrix” serisinden ilham almış gibi görünen “Başlangıç”ı, aksiyon ve şiddet yüklü bir rüya-film.

1970’te Londra’da doğan son dönemlerin heyecan verici yaratıcı yönetmenlerinden Christopher Nolan, “Inception – Başlangıç” filmi, orijinal adı “Hatıra” olan 2000 yapımı “Memento – Akıl Defteri” gibi anlatım kurgusu heyecan veriyor. Elbette Wachowski kardeşlerin “Matrix” seriyalinden ilhamlar var. “Matrix”, bir bilimkurguydu. “Başlangıç” filmi bir bilimkurgu değil. Elbette “fütüristik” yönleri var. Nolan’ın filmine “Matrix”ten esinlenme diyerek Nolan’ın yaratıcılığını azaltmamalı. Gerçekten Nolan’ın bu filminden daha çok sinemasal tat aldık “Matrix”e göre. Elbette “Matrix”in de hakkını teslim etmek gerek. “Matrix”, sinema tarihine kaldı, öncelikle serinin ilk filmi. Wachowskilerin “Matrix”inde gerçeklik kasvetli bir karanlık dünyaydı. Gerçeklik gerçekdışı yansıyordu. Sanal dünyaysa bildiğimiz dünya gibiydi. Nolan’ın filmindeyse gerçek ve sanal dünya aynı. Bu iki filmin ortak noktası, aynı rüyanın içerisinde ekiplerin aynı anda bulunması. Nolan’ın filminde heyecan verici şeyse, rüyalardan dönüşte Edith Piaf’ın “Non, Je Ne Regrette Rien” (Hayır, Hiç Pişman Değilim) şarkısı duyuluyordu. Nolan, Dominic “Dom” Cobb’ın eşi Mal’ı oynayan Marion Cotillard’a selâm gönderiyor. Cotillard, 2007 yapımı “La Môme – Kaldırım Serçesi”nde Edith Piaf’ın hayatını canlandırdı ve “En İyi Kadın Oyuncu” dalında Oscar kazandı.

Derin suçluluk duygusu…

Film, Japon kıyılarında açılıyor. Sahilde Cobb’u baygın buluyor ve Cobb, yaşlı bir Japonun yanına götürülüyor. Hikâye geriye döndüğünde her şey bir kaos içerisinde. Cobb, karısı Mal’ın ölümüyle derin bir suçluluk duygusu yaşıyor. Cobb, fikirlerin bir virüs gibi insanın zihnine girip derin takıntılar yarattığını düşünüyor. Karısı Mal’ın da zihnine fikir sokmuş Cobb. Mal rüyanın içerisinde intihar etmiş ve şimde “Araf”tadır Mal. Cobb, Mal’ı rüyada öldürürse suçluluk duygusundan kurtulabilir mi? Belki de. Cobb, gerçeklikte hiçbir zaman ulaşamayacağı çocuklarına ulaşmak için de büyük bir savaşım veriyor. Çocuklarını, kendisine hep sırtı dönük görüyor Cobb. Babası Miles’tan yardım bulan Cobb, ekibine genç üniversite öğrencisi Ariadne’i katıyor. Öncesinde Japon Saito, Cobb’a bir öneride bulunuyor. Dünyanın kullandığı enerjiyi ele gerçirip tekel olmak isteyen Fischer ailesine karşı rüyada küçük bir savaş yapmayı öneriyor. Karşılığındaysa Cobb’a gerçekliğe döndürecek Saito. Ölüm döşeğindeki Maurice Fischer, ölürken kasanın şifresini oğlu Robert’a vermiştir umuduyla ekip oğul Robert’a rüyanın içerisine alıyor ve macera nefes kesici görüntülerle perdeye yansıyor.

Evet. Nolan’ın bu filmi “Matrix”ten ilham almış. Düşünerek sonunda Nolan’ın asıl ve derin ilhamını bulduk. Alejandro Amanebar’ın 1997 yapımı “Abre los Ojos – Aç Gözünü” filmi, Nolan’ın “Başlangıç” filmiyle neredeyse aynı ruhu taşıyor. Nolan, Amanebar filmlerinin tutkunu. Nolan’ın filminde Paris anları da muhteşem bir estetikle yansıyor. Nolan’ın filminin finali, Amanebar’ın filminin finali gibi insanı boşlukta bırakıyor. “Başlangıç”, yıllar geçtikçe değeri çoğalacak filmlere benziyor.

(29 Temmuz 2010)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

30 Temmuz 2010 Haftası

“Anneler ve Kızları”, yazgıları birbirlerini etkileyen kadınların, şu tuhaf kozmik kurallar içinde varoluşlarını anlamlandırma çabaları boyunca çektikleri acılar ve kısa süren mutluluk zamanları üzerine… Yapım – yönetimde, tam bir Latin Amerikalı dayanışması ve duyarlığı… Naomi Watts’ın Samuel L. Jackson’ı ‘ele geçirdiği’ seks sahnesi, antolojik! Filmin süresi biraz uzun hissettirse de, sanıyorum ki kadın izleyiciler ‘kendilerini izledikleri için’ sıkılmayacaklar.

“Başlangıç”, orijinal bir öykü sunuyor: Bir grup ‘soyguncu’nun rüya yapılandırarak ve saklı fikirlerini çalmak istedikleri kişiyi bu rüyaya dâhil ederek -daha çok- endüstriyel bilgi hırsızlığı yapması! Ve vurgulamak gerek ki, eksendeki ‘trajik aşk’ hikâyesi olayların seyrine direkt tesirde bulunduğu için, ‘olabildiğince’ gerçekçi aksiyon ve mecburen başvurulan dijital görsel etkilemeler, duygulara hizmet etmiş oluyor… Salt gösterişten ibaret bir film değil yani. Tabii ki, “Yurttaş Kane”den “The Matrix”e bazı filmleri anımsamak hoşunuza gidecek ve Leonardo DiCaprio’nun ‘önderliğindeki’ çetenin tüm mensuplarının performanslarıyla ‘uçar gibi’ sürükleneceksiniz.

“Yepyeni Bir Hayat”ın yönetmeni, kendi yaşamından izler taşıyan filminde, “rol yapmıyor gibi” olan küçük oyuncusunun duyguları aracılığıyla Jinhee’nin dünyasına giriyor. Çok sevilen babacığı tarafından yetimhaneye terk edilmesinin, bu yeni ev ile sakinlerini tüm direnç – inadına karşın zamanla kabûllenişinin, yaşıtlarının hüzün dolu öykülerini öğrenmenin yüreğinde bıraktıklarının ve sonunda, yabancı bir ülkeye / yabancı bir aileye verilmenin onulmaz kırıklığının hikâyesi. Yönetmen için bir terapi, bizler için de terk edilmenin acısını daha iyi anlayarak merhametimizi çoğaltmamız için bir fırsat.

(27 Temmuz 2010)

Ali Ulvi Uyanık

ali.ulvi.uyanik@gmail.com