Sinema / TV Sektörü ve Bardağın Boş Tarafı…

Sinema / TV sektörü çalışanlarının 24 Aralık 2011 günü, çalışma koşulları ve dizi sürelerinin uzunluğu yüzünden ortaya çıkan sorunları kamuoyuna duyurmak için yaptığı eylemden (protestodan) sonra, taşlar yerinden iyice oynadı ve sektörün kördüğüm haline gelmiş birçok sorunu ortaya saçıldı.

Herkesin bildiği gibi, televizyon dizi sektörü temel olarak uç uca eklenen dört halkadan oluşuyor. Bunlar Çalışanlar, Üretici (taşeron) Yapımcılar, Yayıncılar ve Reklâmverenler… Tabii bir de bunların dışında, bunların arasındaki ilişkiyi ve adaleti gözlemlemesi gereken devlet veya bakanlıklar var. Eylemden sonraki ilişkileri kısaca gözden geçirmemizde yarar var.

Çalışanlar, sektördeki yasadışı çalışma süreleri ve koşullarını kamuoyuna duyurduktan sonra Sinema Emekçileri Sendikası’nda yeniden örgütleniyor. Çalışanlar yasal haklarını gündemde tutmaya ve çalıştırmaya kararlı.

Çalışanlar ve Yayıncıların (daha doğrusu kanal yöneticilerinin!) arasına sıkışan Üretici Yapımcılar da durumdan rahatsız. Bu eylemde, dünyadaki TV sektörlerini yakından izleyen sağduyulu bazı yapımcılar, görünürde olmasa bile, çalışanların yanında durdu. Çok azı ise yangına benzin taşırcasına dizi sürelerini bile uzattı.

Geçiş dönemi yaşadığımız şu aylarda Çalışanlar ve Üretici Yapımcılar arasında birçok olumlu değişim de gözleniyor. Ortaya çıkan yeni dinamikleri Sinema / TV sektörümüzün lehine çevirmek, dört halkanın ancak yeni modellerle birbirine bağlanmasıyla mümkün olabilir. Çalışanlar ve Yapımcılar bunun için dünya standartlarına uygun yeni üretim modelleri üstünde çalışmaya başladılar.

Yayıncılar ve Reklâmverenlerin çoğu ise değişime şimdilik duyarsız görülüyor. Onların çoğu, eylemden sonra da kötü gidişin sonuçlarını üstlerine hiç alınmadılar ve sorunları hâlâ Çalışanların ve Üretici Yapımcıların sırtına yıkmaya devam ediyorlar. Bu onların yıllardır alışkanlık edindiği, “Ne yaparsan yap ama bana kaseti hazır getir” tavrıdır. Hatırlanırsa, eylemden sonraki açık oturumlarda konuşmuş bu yöneticilerinden bazıları eyleme hazırlıksız yakalanmış ve ortalığa inciler saçmıştı. Bir kısmı bu kötü sonucun / bütünün sorumlusu olarak star oyuncuları görmüş, onların çok para aldıklarından dem vurmuştu. Bir kısmı da, sanki dizi süreleri ikiye katlanırken ücretleri ikiye arttırmışlar gibi, “süreler yarıya inerse ücretler de yarı iner” diye herkese gözdağı vermişlerdi.

İktidarda olmak insanı körleştirir, derler. Hatırlanırsa bu yöneticiler, o günlerde ellerindeki kanalların oturumlarına eylemi yapanlar yerine, o sürece hiç katılmamış kişi veya ünlü simaları çağırıp, onlarla “mutlu son”lu oturumlar da yaptılar. Ama arada bir şeyler de ağızlardan kaçmadı değil. Meselâ, zamanında büyük kanallardan birisini yönetmiş bir yönetici sözüne, “Çalışma koşulları bir yana bırakılırsa…” diye başladı. Katılımcılar da ona, “Çalışma süreleri ve koşulları nasıl bir yana bırakılır?” diyemedi. Daha sonra da, (mealen!) “Bir dizi aslında bir kanalın bir günlük masrafını çıkarıyor” dedi. Yine o günlerde, bir yapımcı da çıkıp, “Setteki çaycı benden çok kazanıyor” diyerek, her şeyin üstüne adeta tüy dikti.

24 Aralık eyleminden sonra, son birkaç yıldır TV dizilerimizin yurt dışına satışıyla övünen bazı politikacı ve kamu görevlileri de az çam devirmedi. Bir kısmı, kanal yöneticileri gibi, sorunu çok para alan star oyuncuların sırtına yıktı. Bir kısmı da, “Muhteşem Yüzyıl” vb. dizileri bahane edip sansür bıçağını bilemeye başladı. RTÜK’ün Çalışanlar ve Yayıncılar arasındaki adaletsizliği görmezden gelip, toplumsal değerler adına senaristlere adeta senaryo reçeteleri göndermesi bir başka sapma oldu.

Fakat eylemden sonra bu sektörde kralın çıplak olduğu açıkça görüldü. Artık şu bir gerçek ki, burası Tuzla Tersaneleri’nden beter, çalışanlar haklı ve Bakanlıklar da durumdan rahatsız. Bakanlıklar bunun için bir komisyon kurdu bile. Seçim yaklaşıyor ve Bakanlıklar bu durumun böyle sürüp gitmesine izin vermeyecekler gibi görünüyor. Kanal yöneticileri herhalde bu haberleri kendi medyalarından okumuşlardır. Komisyonun gündemi de belli. Çalışma koşullarının düzeltilmesi ve dizilerin kısaltılması. Sorunları her zaman aşağı havale etmeyi alışkanlık haline getirmiş Yayıncılar (ve Reklâmverenler) galiba hâlâ bir barut fıçısının üstünde oturduklarının farkında değiller.

Basına yansıdığı kadarıyla, Komisyon’un dizilerin sürelerini kısaltmayı gündemine alması ve Bakanlıkların bir beşinci halka gibi bu zincire eklemlenmesi doğru mu? Baskıya maruz kalan resmi kurum yöneticileri arasında sansüre eğilimli bakış açıları yok değil. Toplumsal oto-sansürü arkasına almaya çalışan ahlâkçı ve komplocu bir bakış, birilerinin toplumu yozlaştırmak ve uyuşturmak için bu dizileri ürettiğini söylüyor. Bir başka bakış ise, dizilerin daha çok reklâm almak için uzatıldığını söylüyor. Ortaya çıkmış garabeti açıklamaktan oldukça uzak bu bakışlar asıl da “neden”e değil “sonuçlar”a bakıyor. Oysa asıl neden, “çalışma sürelerinin uzamış olması ve çalışma koşullarının kötü olması.”

Üretici yapımcılar, dizi ihracatı artıkça ürettikleri ürünlerin uluslararası pazarda standart dışı olduğunu zaten görüyordu. Görünen o ki, TV sektörü dış piyasaya açıldıkça, dizi sürelerini piyasa koşulları zaten düzenleyecek. Yayıncılar buna uysun ve Bakanlıklar çalışma koşullarının denetlenmesi konusunda titiz davransın yeter. Direnen olursa, birkaç müfettişin birkaç gün birkaç sete düzenli gitmesi sorunu bıçakla kesilmiş gibi bitirecektir. Ama bu durumda bir yayın ve işsizlik krizi de çıkacağı için, şimdilik buna da gerek yok sanki.

Sorunların çözümü için herkesin düşünmesi, çalışma süreleri ve koşullarına uygun yeni modellere yönelmesi gerek. Bunun için bir ön hazırlık yapmak da mümkün. Çünkü yaz başında diziler bitiyor ve yeni döneme bambaşka bir düzende başlanabilir. Şu an diziler uzun çekiliyor olsa bile, önümüzdeki aylar herkes için bir prova dönemi neden olmasın? Sendikalı çalışanların örgütlendiği setlerde bu sonuçlar alınmaya başlandı bile. Yeter ki yeni döneme kadar taraflar derslerini iyi çalışsın ve Bakanlıklar da zücaciye dükkânına girmesin.

TV dizisi sektörünün çalışma zamanı ve koşullarını mutlaka düzeltmeliyiz. Çünkü bu sektör yıllarca sinema alanının doğal yapısını da bozdu ve erozyona uğrattı. Bu sektör düzelmezse, hâlâ sinema filmi sayısının artışı vb. niceliklerle avunup, sinemamızın o hayalini kurduğumuz yükselişi de bir hayal olarak kalmaya devam edecek. Bu süreci kısaltmak da ancak çalışanların bir çatı altında ve sendikalı olmasıyla mümkün…

(Bu yazı, yazarı ve alındığı yayın yeri belirtilerek, dileyen herkes tarafında izinsiz olarak yayınlanabilir veya bir kısmı alıntılanabilir.)

(13 Şubat 2011)

Hüseyin Kuzu
Senarist / Öğr. Gör.
Sine – Sen Eğitim ve Araş. Dai. Bşk.