Kategori arşivi: Yazılar

02 Temmuz 2010 Haftası

“Alacakaranlık Efsanesi: Tutulma”da, kendi benliğini ve arzu ettiklerini adamakıllı keşfe çıkan ‘buğulu’ Bella Swan, okulun son yılında, kendisinin merkezde olduğu korkunç bir intikam plânının yürürlüğe konmasının tam ortasında, ‘soğuk’ aşkı / ‘kristal’ Edward Cullen ile yüreğini ısıtan ‘sıcak’ Jacob Black arasında, tam bir insan dişisi gibi davranmaya devam ediyor. Onunla duygudaşlık kuran dünyanın her yanından milyonlarca genç kız da soruyor: Ben olsam kimi seçerdim? Sinemanın, bire dört-beş veren akıllıca yatırımlarından biri olan serinin üçüncüsünde, hedef kitle için cazip gelen duygusal çalkantılar ve yeni bir vampir topluluğuna karşı savaşacak olan Cullen ailesinin kurt adamlarla işbirliği yapması gibi aksiyona yönelik ‘tanıdık’ gelişmeler, yetişkinlere sıkıcı gelebilir. Fakat kabûl edelim ki, “Twilight” artık bir görüngü!

“Müşteri”, işçi sınıfından evli erkeğin -sıkıntı çekmeden geçinebilmesi için- bedenini kentsoylu kadınlara satmasını, cinsellik, aşk, evlilik, ahlâk gibi temel ve problematik kavramları iç içe geçirerek hikâye ediyor. Kuşkusuz zor bir metin yazmış olan ve filmi yöneten ve de oynayan, son olarak “Yaşamaya Değer”in suratsız / yalnız apartman görevlisi rolünde izlediğimiz Josiane Balasko, sormaktan kendini alamıyor: Çıkarlar söz konusu olduğunda, ahlâk nereye kadar dayanabilir… Ve bu noktada, aşk konumlanabilir mi? Zeki bir çalışma; herkesin kendini sınaması için özellikle, öneriyorum!

“Oyuncak Hikâyesi 3”, genel adları oyuncak ve yapıları plâstik-metal-elektronik devreler gibi suni olsa da, her biri sağlam bir dost olan kahramanlarını, bağlılıkların / vefanın, dayanışmanın, özverinin, cesaretin -bir kez daha- esaslı biçimde sınandığı bu yeni serüvende ve ‘göz kamaştırıcı’ bir mekân-renk-hareket zenginliğinde bir araya getiriyor. Doğaldır ki, gelişen dijital teknolojiye koşut serinin en iyisi! Ancak salt teknolojik değil, öykü doygunluğu açısından da en etkilisi. İzlerken, türünde klâsikleşmiş “The Great Escape – Büyük Kaçış”ı anımsayabilirsiniz.

“Ölüm Zili”, bizdeki lise muadili okulun sınırları içinde, bir intikam plânını uygulamaya koyan katil ya da katillerce kapana düşürülen bir grup öğrenci ve öğretmenin oradan oraya koşturmaları içinde bizlerden de korkmamızı isteyen film! Ancak bu ölüm oyunu öyle karışık ve anlamsız ki, değil korkmak gevşetip rahatlatıyor yani uyku hali yaratıyor. Fonda değinilen, eğitim sistemindeki yozlaşma ve adaletsizlik meselesi de, bu bir tür “Testere” olmaya soyunmuş filmi iyice mânâsızlaştırıyor. Demek, başka ülkelere orijinal senaryoların/filmlerin yeniden çevirim haklarını ihraç eden Güney Kore’den de kötü filmler çıkabilmekteymiş!

“Yuva”, sevdiği tek insanı, henüz doğurmadığı çocuğunun babasını kaybeden ve onun ölümüne, kendisinin de fiziksel olarak çökmesine yol açan eroinden kurtulma savaşına giren genç kadının, o güne dek hiç farkında olmadığı şeyi, ‘yaşamanın güzelliğini’ öğrenmeye çalışması… Şansı, hayatına giren kayınbiraderinin ‘her varlığı sevmek’ sevinciyle yüklü olmasıdır. Dramatik bir olay içermesine karşın, izledikten sonra insana iyi hissettiren filmlerden… Gücünü, doğal anlatımından ve gerçekten de hamile olan kadın oyuncunun performansı ile ‘melek gibi’ erkek karakterden alıyor.

(29 Haziran 2010)

Ali Ulvi Uyanık

ali.ulvi.uyanik@gmail.com

Paris Kan Gölü

Paris’ten Sevgilerle (From Paris with Love)
Yönetmen: Pierre Morel
Hikaye: Luc Besson
Senaryo: Adi Hasak
Müzik: David Bucley
Kurgu: Frédéric Thoraval
Görüntü: Michel Abramowicz
Oyuncular: John Travolta (Charlie Wax), Jonathan Rhys Meyers (James Reece), Kasia Smutniak (Caroline), Richard Durden (Büyükelçi Bennington)
Yapım: Wanrer Bros-Europa Corp. (2009)

Batılıların kendilerine benzemeyen kültürdeki insanlara önyargılı baktığı filmlerden olan “Paris’ten Sevgilerle” yer yer ırkçı ve öfkeli şiddet yüklü bir film.

Ünlü Fransız yönetmen Luc Besson’un hikâyesini yazdığı ve yapımcılarından biri olduğu “From Paris with Love – Paris’ten Sevgilerle”, batının doğuya saldırgan bakışını yansıtan yer yer ırkçı bir film. Hayata diyalektik açıdan bakamazsanız, bu filmin manipüle ettiklerine hemen inanırsınız. Batılılar, kendilerine benzemeyen herkese ve her şeye saldırıyorlar. “Paris’ten Sevgilerle” filmine göre Çinliler ve Pakistanlılar çok tehlikeli. Hepsi suç için doğmuş. Çinliler, batıdaki tüm uyuşturcu trafiğini yönlendirirler. Pakistanlıların hepsi terörist bir canlı bomba. İnsan önyargılar ve ırkçılıklar yüzünden kederlere düşüyor. Doğru tarafları olabilir. Ama tüm bir toplumu öyle sunmak elbette çok ürkütücü bir şey. Kızılderilere soykırım yapıldı Amerika’da. Bu soykırımda tüm bir toplum mu suçluydu? Mafyayı yaratan Amerika’nın her ferdi mi gangsterdi? Ya Fransızlar? Amerika gibi günahın ülkesi olan Fransa’nın günahları da Amerika’dan az değil. Dünyadaki tüm halkların soylu tarafları var. Eğer suçlar ortaya çıkıyorsa bu emperyalizmin yaydığı bir şeydi. Hem suçlar hem de şiddet. Konjektüre göre bazı örgütleri yaratan batı, işi bittikten sonra kontrol edemediği o örgütlerin şiddeti kendisine yönelince tam bir Frankenştayn oluyor. Politikadan nefret ediyoruz ama batıdan öyle yalanlar ve manipülasyonlar üzerimize yağıyor ki… Propaganda tehlikeli bir oyuncak.

Paris’te şiddet ve heyecan…

Ama bu film, tüm politik yönlerini bir tarafa bırakabilirseniz tam anlamıyla birinci sırııf bir aksiyon ve şiddet filmi. “Paris’ten Sevgilerle”, bir zamanların Soğuk Savaş dönemlerinin “007 James Bond” filmlerinin tadını veriyor. Evet, bu filmi perdede seyretmeye doyamıyorsunuz. Kurgusu ve senaryosu iyi olan filmde, öncelikle John Travolta’nın performansı heyecan verici. Dazlak ve küpeli Wax, “çömez” ajan James’le Paris’i birkaç gün içinde kan gölüne çeviriyor. James, Paris’te Amerikan Büyükelçisi Bennington’ın ufak tefek işlerini görerek ajanlıkta “tecrübe” kazanıyor. James bir de Caroline adında bir genç kadına aşık. Onunla evlenmeyi bile hayal ediyor. Ama hayatına birdenbire Wax girince ajanlıkta epey yol alacağını da anlıyor. Wax, ajanlığın “inceliklerini” de James’e uygulamalı olarak gösteriyor. Wax, bu şehre indiğinde Paris’te hiçbir şey eskisi gibi olmuyor. Romantizmin şehrinin karanlık yüzüne dalan Wax, hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını da gösteriyor James’e. Gerçekten kaç zamandır böyle nefes kesici birinci sınıf bir aksiyon filmini perdede görmemiştik. Filmdeki şiddetin çok sert olduğunu da belirtmeliyiz. Kanlar neredeyse fışkırıyor her yere. Wax ortaya çıktıktan sonra temposu bir an düşmeyen filmde seyirci ancak final bölümünde nefes alabiliyor. James’in bir santraç ustası olduğunu da belirtmeli.

Sinemaseverler, 1977 doğumlu İrlandalı oyuncu Jonathan Rhys Meyers’ı Woody Allen’ın 2005 yapımı “Match Point – Maç Sayısı” filminde Chris Wilton karakteriyle hatırlayabilirler. John Travolta, “Paris’ten Sevgilerle” filminde John Badham’ın 1977 yapımı “Saturday Night Fever-Cumartesi Gecesi Ateşi” filmindeki gibi sanki dans ediyordu şiddet sahnelerinde. 1964 yılında doğan Fransız Pierre Morel, yönetmenliğe kameramanlıktan geçti. Sinemaseverler bu yönetmenin 2008 yapımı Taken – 96 Saat” filmini hatırlayabilirler. Luc Besson, yönetmen Morel’e tam anlamıyla destek veriyor. Çünkü Morel, kameraman olarak birçok uluslararası aksiyon filminde çalıştı. Yani bu işi iyi biliyor. Morel, David Lynch’in 1984’te çektiği “Dune” (Kumul) bilimkurgusunu yeniden çekmeyi düşünüyor. “Dune”un yazarıysa Frank Herbert.

(23 Haziran 2010)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

25 Haziran 2010 Haftası

“Paris’ten Sevgilerle”, insanlığın ciddi düşmanı terörizmin yeni tuzaklarından birini etkisiz hale getirmek için koşturan iki ajanı vitrine çıkarıp, bu bahaneyle şiddeti sıradanlaştıran, kötüsü de ‘eğlenceli’ hale getiren ve açık biçimde ırkçılık yapan kaba aksiyon gösterisi. Birileri yapımcı / öykünün yazarı Luc Besson’a anımsatmalı ki, “ticari film çekmenin de, para kazanmanın da bir ahlâkı vardır”… Sanatçılara akıl vermek doğru değilse de, seyircilere sunulacak şiddet gösterilerinde bilinçaltına yerleşebilecek nefret mesajlarına yer vermemek gerektiğini vurgulamak isteriz.

“Örnek Aile”, sürekli, artan bir hırs ve azgınlıkla tüketmesi gereken bireylere günün yirmi dört saati ürün satan kapitalizmin, bu satışları gerçekleştirme numaralarının ulaştığı son merhalede, ‘tüketirken, aşk da dâhil her şeyi tüketen’ insanların acınası hikâyesi. Ancak, kendi mantığı içindeki gerçeklikten saptığı final ve etkisini çok zayıflatan zorlama kırılma noktaları ile başarılı bir film olmanın kıyısından dönüyor. Yine de, ‘örnek bir aile’nin nasıl örnek alınmaması gerektiğini merak edenler için!

“İşkence Okulu”, horlanan, dışlanan, alay edilen, aşağılanan şişman öğrencinin intihar etmesinden sonra hayaletinin çıkagelip intikam almaya başlaması, biraz ‘slasher’, biraz komedi, biraz seks, biraz çıplaklık, biraz psikolojik sos içerse de, ergenlik çağındakiler için ‘mısır patlağı tüketerek eğlenecekleri’ bir anlamsızlık kesinlikle! Yaş sınıflandırmasında “18+” alması tuhaf. Çünkü bu film, o yaşın üstünde hiçbir ‘aklı başında’ seyircinin ilgi alanı içinde değil!

(22 Haziran 2010)

Ali Ulvi Uyanık

ali.ulvi.uyanik@gmail.com

Bir Trier Senfonisi: Antichrist

Tuva Semmingsen’in büyüleyici yorumuyla “lascia ch’io pianga”yı dinleterek prolog kısmını bize sunuyor Antichrist. Oldukça dingin başlayan görüntüler ve müziğin de hipnotize edici gücüyle damarlarımızda bir ağırlaşma başlıyor. Kolumuzu kaldıramaz oluyoruz. Sanki ihtiras bizi sarmalıyor ama üzerimizdeki o ağırlık yüzünden bedenimizi kontrol edemiyoruz. Kar taneleri mümkün olabilecek en yavaş haliyle perdeden siyah beyaz görüntüler eşliğinde kayıp giderken bedenimiz de hayalimizdeki bedenin içinde tekleşmenin hazzını yaşıyor. Aslında tüm bu açılış sahnesinde bir aldatmaca var. Yaklaşık 10 sn.lik bir görüntü 10 dk. boyunca bize gösteriliyor. Renklerin yaratacağı bir yanılsama yok. Müzik ise başkaca bir şeye konstantre olmamıza engel oluyor. Kullanılan tekniğin istenirse eğer seyirciyi ne derece manipüle edebileceğini de göstermiş oluyor Trier bize. Ama Trier tam da bu noktada her şeyi öylesine bütünleştirici bir etki yaratarak sunuyor ki bize, teknik yanılsamaların içine sağlam fikirlerin ve görsel olarak sinemada görmeye çok da alışık olunamayacak cesur sahnelerin yerleştirilmesiyle bütünsel olarak yönetmenin kişisel mastürbasyonunu da tamamlamış oluyor. İnsanın içindeki hayvani dürtülerin de ne kadar bireyin şahsına münhasır olduğunun başarılı bir şekilde ifade bulduğunun altını çizmiş oluyor. Güçlü yorumu ve bize insanı en uç haz anındaki şeffaflığıyla yüzleştirmesiyle Antichrist’in sırf prolog sahnesi bile sinema tarihinde unutulmayacaklar arasında yerini alabilir. Aynı zamanda naif haliyle de dikkat çeken bu sahneyi fantastik unsurlarla da bezeli bir çeşit vicdan sorgulamasından bağımsız tutmak mümkün değil. Charlotte Gainsbourg’un yüzüne de bu hadise çok yakışmış.

Filmi 3 tema üzerinden incelemek mümkün. Bu temaların dinsel ya da mitolojik temellerinden bağımsız bir şekilde ele alınması ise daha tercih edilebilir bir eleştiriye zemin hazırlıyor. Keder, acı ve umutsuzluk… Süreç, aynen bu şekilde ilerliyor ama biz bu şekilde ilerlediğine episodik anlatımlar sayesinde daha da emin olabiliyoruz. Keder başlıklı bir bölüm açıldığında kedere dair ne olabilecekse zihnimizde hazırlığımızı yapıyoruz ve aynı durum diğer bölümler için de geçerli oluyor. Film üç dilencinin bizden varoluşumuza sahip çıkmasıyla, bize tuttuğu aynayla ilerliyor ve tüm korkularımızla, korkularımızı nasıl alt edeceğimizi sorgulatmakla bizi cezalandırıyor. Filmde kadın karakter ve erkek karakterin isimleri bize hiç söylenmiyor. Duyduğumuz tek isim filmin başında ölen çocuklarının ismi. Yani bizim yarattığımız şeye atfettiğimiz değerin sembolize edilmiş hali. Kendimize ise bir değer biçemediğimiz bu dünyada bencilliklerimiz ve yenik düşmelerimizle anlamsızlaştırdığımız çocuklarımız. Diğer bir okumayla da başkaları tarafından yaratılan bizler ve gittikçe isimsizleşmeye mahkûm edilmiş beyinlerimiz. Tek umursadığımız kendi vicdanımızı rahatlatmak ya da usulsüz olarak bi şeylere sahip çıkmak. Film, insanoğlunun hiçleşmeye mahkûm edildiğinden tutun, aslında hayvani dürtü diye bir şeyin tüm canlıların varoluşunun temelinde yatan bir gerçek olduğuna kadar birçok yoruma açık. Lars Von Trier’in filmografisinde bambaşka bir yerde diyemeyeceğim çünkü zaten Trier’in filmografisi özellikle teknik anlamda kendini geliştirmeye dönük bir yapıda seyrediyor. Dogville, Lars Von Trier’den Beş Engel gibi filmler yapmış, ardından da pek de bir anlam verilemeyen belki de fazla stilize edilmiş Emret Patronum’la bizi selâmlayan bir adamın Antichrist’e kadar ulaşan süreçte ne gibi çılgınlıklar yapabileceğini tahmin eder hale geldik. SİYAD’ın bu yıl 29. Uluslararası İstanbul Film Festivali için seçmiş olduğu En İyi İlk Filmler kuşağında Trier’in “Suç Unsuru” filmi gösterildi ki 35 mm formatında beyazperdede bu akıl almaz deliliğe şahit olmak kendimi oldukça şanslı hissetmeme yetti de arttı bile. Avrupa’nın hâlâ ortaçağdan kalma skolastik yapısına dem vuruşuyla, hikâye içinde yarattığı hikâyelerle, kurgunun izleyeni ters köşeye yatıran sürprizleriyle sıradışı bir yönetmenin ilk göz kırpışına da tanık olmuştuk. Antichrist’in görsel anlamda çok daha cesur olan anlatımına şaşıramayacağımız kadar orjinal ve kusursuzdu “Suç Unsuru”.

Şimdi de biraz Trier’in kadınlara ne yaptığı üzerine üç beş kelâm edelim. Kadınlar hem suçlu, hem fedakâr, hem anne, hem sadık bir eş hem de yalnızlar bu hayatta. Antichrist’e göre üçgenin tepesinde kadının kendisi vardı. Hayatın merkezi iyiliğiyle, kötülüğüyle kadına odaklı bir bakış açısına sahip. “Dancer in the Dark”ta müzikâllerin dayanılmaz çekim gücüne kapılıp gittik Selma karakteriyle. Göremediğimizi gösterdi bize. Aslında oldukça klâsik bir senaryoyu dramatize ettikçe etti ve çivi çiviyi söker hesabı bizi gözyaşlarına boğdu. Belki de Trier’in dertlerini kadınların çektikleri cefalarla ifade etmek çok daha doğru bir anlam buluyordur. Dogville ile başlayan Fırsatlar Ülkesi Amerika üçlemesinde de kadınlar dünyayı kurtarmaya yelteniyorlar ama battıkça dibe batıyorlar. Antichrist’te de Charlotte Gainsbourg’un oyunculuğu oldukça vahşi. Tıpkı Emily Watson, Björk, Nicole Kidman gibi belli bir ön hazırlık süreci geçirmişe benziyor. Bu konuda da Lars Von Trier’in kendine has çalışma teknikleri de meşhur zaten. Karakteri psikolojik olarak zihinde tam olarak oturtmaya çalışıyor ya da belki de David Lynch misali oyuncunun karakter hakkında bir şey anlamaması işine geliyordur. O ya da bu şekilde sonuç itibariyle olayın süzgeçten geçirilmesi sıkı bir yorgunluğu da beraberinde getiriyor.

28 yaşına hızla yaklaşmak olduğum şu günlerde Antichrist bana ne kattı peki? Ya da katması gerekiyor muydu? Sanırım ikinci soruya verilecek yanıt sinemasal anlamda herkesin ne tarz bir duruşu olabileceğine de açıklık getirir. Ama ben bu sorulara net bir cevap veremeyeceğim. İzlenilen şey bir şeyleri ifade etme derdini bariz bir şekilde ortaya koyuyorsa bana da bir şey katmasını daha bir fazlaca bekleyebilirim. Ama bunların bir sınırı da yok tabiiki. Antichrist çoğu insanın beynindeki tabulara sert bir eleştiri getiriyor. Olduğu kesin olan ama kabûllenilmesi ya da fark edilmesi güç olan noktalara giriyor. Özümüzde varolan bencilliğimizi dışavuruyor. Yer yer simgesel anlatımlarla yer yer de direkt olarak söylüyor derdini. Film ülkemizde “Deccal” ismiyle gösterime girdi. Çok fazlaca bir yorumu öncesinde yapmaktansa şu şekilde bir açıklamaya yeltenmeyi daha uygun buluyorum:

“Deccal*, ahir zamanda farklı inançlara göre Mesih’in veya Mehdi’nin ikinci kez yeryüzüne gelmesinden önce insanlığın dini inançlarını kullanıp saptırarak kötülüğe ve sapkınlığa yönelteceğine inanılan düşünce yada varlık. Hadislere göre, Deccal kıyamete yakın bir zamanda Mesih’in dünyaya zuhurundan önce Allah tarafından insanları kötü yola ve imansızlığa çağıran, Âdem ile kıyamet arasındaki vakitte Allah’ın yeryüzüne gönderdiği en büyük fitnedir.”

O halde benim anladığım kadarıyla Antichrist ya da Deccal, nasıl telâffuz edersek edelim bahsedilen kötülük insanı şehvetinin kurbanı yapacak bir kötülüktür. İnsanoğlunun da şehvetinin kurbanı olduğunu itiraf edersek herkesin içinde bir deccal var o halde. Trier içi boş olmayan bir söylevin derdinde. O ya da bu şekilde pek kayıtsız kalınamayacak bir filmle yine aklımızı bulandırabilmeyi başarmış.

* http://tr.wikipedia.org/wiki/Deccal

(22 Haziran 2010)

Görkem Akgün

Geçmişi Unutan Adamın İntikamı

Hong Kong sinemasının önemli yönetmenlerinden Johnnie To’nun Fransız rock yıldızı Johhnie Hallyday’le Hong Kong’ta yaptığı “İntikam Peşinde”, belleğini yitirmiş bir babanın intikamını anlatıyor.

Film, mutlu bir evliliğin üzerine açılıyor. Fransız genç kadın Irene, Çinli bir geç adamla evlenmiş ve iki çocukları olmuş. Dışarıda yağmurlu kasvetli bir hava var. Birileri eve baskın yapar ve onları vahşice öldürürler. Kadın, ağır yaralı hastaneye kaldrırılır. Babası da, Paris’ten Hong Kong’un batısındaki Makau’ya gelir. Kızından gazetedeki kelimeler üzerinden ipuçları alır. Ama Francis Castello’nun belleğiyle bir sorunu var. Belki de bu bellek onu geçmişin acılarından koruyordur. Katliam yapan çeteyi bulmak için rastlantıyla Kwai ve küçük çetesiyle tanışıyor Costello. Kwai, patron Fung’un pis işlerini temizleyen biri. Yine böyle bir iş üzerineyken Costello bu temizlik işine tanık oluyor ve böylece bu çeteyle kader birliği yapıyor. Kendisinin aşçı olduğunu söyleyen Costello’nun aşçılığından emin olamıyorsunuz. Hatırlamak için Kwai çetesinin fotoğraflarını çeken Costello, bir yerden sonra kızının intikamını bile unutuyor.

Çarpıcı final böiümü…

Şiddetin yoğun ve stilize olduğu Johnnie To filmlerinde genel olarak dingin bir anlatım vardır. Usul usul olayların içine girerseniz ve o atmosferin içerisinde kaybolursunuz. “İntikam Peşinde” filminde de bu böyle. 1955 doğumlu Hong Konglu yönetmen, suç filmleriyle batıda gereken saygıyı görüyor. Öncelikle Venedik Film Festivali onu kutsadı. Johnnie To, yönetmen – senarist – yapımcı Ka Fai-Wai’yle de iyi bir ortaklığıyla önemli filmler ortaya koyuyor. Yönetmen bu filminde dingin bir kamera kullanmış. Ama, görüntünün içiyse çok hareketli. Film, genelde gece atmosferinde geçiyor. Mekâna düşen ışıklar insana kasvetin içindeymiş duygusunu yaşatıyor. Kara film tadı da veren “İntikam Peşinde”de şiddet de stilize yansıyor perdeye. Kanlar, bir ressamın tablosuna boya fışkırtması gibi fışkırıyor. Neredeyse şiddetin hiç bitmeyecek hissine kapılıyor insan o atmosferin içinde. Filmin uzun final bölümü de melodram yüklü bir trajedi gibiydi. Yönetmen, filmin ilk bölümlerinde fonda piyano tınılarını kullanıyor. Şiddet çoğaldıkça rock tadı veren gitar tınıları da duyulmaya başlıyor. Elbette bu doğal. Çünkü filmin başrollerinde Fransızların rock yıldızı Johnny Hallyday var. Johnnie To’nun bu filmi 62. Cannes Film Festivali’nde “Altın Palmiye” için de yarışmıştı. 2009 Filmekimi’nde gösterilen ama ne yazık ki vizyona çıkamayan bu film şimdi DVD olarak sinemaseverin karşısında. Sinemanın yaşayan büyük ustalarından Johnnie To’nun filmlerini bir gün perdesi en kocaman sinemalarda görmeyi temenni ediyoruz.

İntikam Peşinde (Fu Chou/Vengeance)
Yönetmen: Johnnie To
Senaryo: Ka Fai-Wai
Müzik: Tayu Lu
Görüntü: Cheng Siu-keung-Hung To Mo
Oyuncular: Johnny Hallyday (Costello), Anthony Wong Chau-Sang (Kwai), Ka Tung Lam (Chu), Suet Lam (Şişko Lok), Sylvie Testud (Irene), Simon Yam (Fung)
Yapım: Fransa-Hong Kong (2009)

(19 Haziran 2010)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

18 Haziran 2010 Haftası

“Şüphe”, başkası için tehlikeli olabilecek karakter zaaflarını ve kötüsü de, sevdiği kadın tarafından aldatıldığına dair takıntısını giderek boğucu bir şekilde yaşayan adamın, pekâlâ kısa metraj olabilecek öyküsünü, klostrofobik ev içinde ‘kurgu numaraları’ ile uzatmış. Benzerlerinden farklı, orijinal bir stili yok; çarpıcı sürprizi yok; akılda kalıcı oyuncu performansı yok… Ancak seyircinin zamanını telef etme cüreti var! 97 dakikalık bu ilk filmi illâ izlemek isterseniz, başından ve sonundan on beşer dakikayı alın, birbirine ekleyin, değişen bir şey olmadığını göreceksiniz.

“İlahların Aşkı”, iddialı bir Türkçe isim… Oysa orijinalinin vurguladığı ‘denizden gelen’ daha uygun! Başka bir adamla yaşayan eski karısının yanında kalan böbrek hastası küçük kızını çok seven ve adeta onun için yaşayan İrlanda’lı, eski alkol bağımlısı balıkçının ağlarına takılan genç kadın, denizden çıkagelen! Onun gelmesiyle ve baba kızın yaşamını saran küçük sevinçlerle birlikte, genç kadının fantastik bir varlık mı, yoksa bu dünyanın gerçeği mi olduğuna karar veremediğiniz bir çizgide ilerleyen film, umudun her daim muhafazasına dair. Finali ‘beklediğimiz gibi’ ve ‘Neil Jordan ismine göre’ filmin geneli, ortalamanın üzerinde değil! Ancak, ilgiyi çeken unsurlarını da sıralamak gerek: Kuzeyin balıkçı kasabasının ‘yosun’ rengi , ‘kirli’ görüntülerinin arkasındaki imza, müthiş kameraman/görüntü yönetmeni Christopher Doyle; lirik ezgiler içeren müzikler; tabii ki rolüne ‘cuk’ oturmuş Colin Farrell; Meksika doğumlu Polonya asıllı oyuncu/şarkıcı, “Trade” ile tanıdığımız Alicja Bachleda’nın masalsı güzelliği…

“Gezegen 51”, uzayın derinliklerinden gelen kötü niyetli istilâcıların insanları zombileştirmesi üzerine kurulu ‘dünya efsanesi’ni, uzak bir gezegendeki başka bir uygarlıkta (hoş, ellili yılların Amerika’sı gibi) yaşayanlar için insanları istilâcı durumuna getirip tersine çeviren, geniş spektruma (serüven, güldürü, bilim kurgu…) sahip animasyon. Aslında, hakkında bilgi sahibi olmadığın ve tanımadığın, bu nedenle de korktuğun başka varlıkları düşman olarak kabûl etmenin kolaycı bir yol, ancak onlarla iletişim kurup temas ettikçe ortak yanların keşfiyle birlikte dost olmanın sonu mutlu biten bir çaba olduğunu söylemesi, “Ejderhanı Nasıl Eğitirsin?” ile akraba olduğuna işaret etmekte… Oradaki Hıçkıdık, burada Gezegen 51’in genç Lem’i, ejderha ise Dünya’dan çıkagelen Kaptan Charles T. Baker! Herkes ‘insan’ olduğu halde binbir ayrımla düşmanlıkların körüklendiği günümüzde, küçük izleyicilere ‘farklı olandan korkmamayı’ öğütleyen bu tür temalara sinemada daha fazla ihtiyaç var sanki.

(16 Haziran 2010)

Ali Ulvi Uyanık

ali.ulvi.uyanik@gmail.com

Kadının Karanlık Yüzü

Deccal (Antichrist)
Yönetmen-Senaryo: Lars von Trier
Kurgu: Asa Mossberg-Anders Refn
Görüntü: Anthony Dod Mantle
Oyuncular: Willem Dafoe (Adam), Charlotte Gainsbourg (Kadın)
Yapım: Zentropa-Nordisk Films-IFC Films (2009)

Sinemanın önemli yönetmenlerinden Danimarkalı usta Lars von Trier’in “Antichrist – Deccal” filmi, 62. Cannes Film Festivali’nde “Altın Palmiye” için yarışmıştı. Charlotte Gainsbourg da “En İyi Kadın Oyuncu” ödülünü almıştı bu festivalden. Bu film, Cannes’dan bu yana fikirsel olarak saldırıya uğradı.

Sinemanın önemli yönetmenlerinden Danimarkalı usta Lars von Trier’in (Lars von Triyer okunuyor) 62. Cannes Film Festivali’nde “Altın Palmiye” için yarışan “Antichrist – Deccal” filmi, o zamandan beri büyük bir fikirsel saldıraya uğruyor. Bu filmin kadın düşmanlığı yaptığı ve hatta Trier’in faşist olduğu gibi ciddiye alınmayacak tuhaf ve komik suçlamalar da yapıldı. Bu filmde kadın düşmanlığını göremedik. İnsanoğlu erkek gibi insankızı kadının da “ay”ının karanlık yüzü var. Trier usta, kadının bu karanlık tarafına kamera çeviriyor işte. Filmin derinliğinde de anlamlaşıyor bu. Ama, bu filmdeki şiddet sahnelerine bakabilmek insanı gerçekten sarsıyor. “Antichrist – Deccal”, belki de şimdiden bir başyapıt. Geleceğe kalması muhtemel çağdaş bir klâsik bu. “Antichrist – Deccal”de, kötüleşmeye başlayan kadına hayat veren Chalotte Gainsbourg, performansıyla Cannes’da “En İyi Kadın Oyuncu” ödülünü de almıştı. Yönetmen birçok filminde olduğu gibi bu filminde de hikâyesini bölümlere ayırıyor ve arayazılar kullanıyor. Bu sinemaskop filmin estetiği de çok çarpıcı. Yönetmen, hafif el kamerası kullanılmış ve görüntüler de zaman zaman sarsıntılı. Trier bu filmini gerçeküstücü estetikle yansıtıyor. Arayazılar da bunun içinde. Trier, açı-karşı açı tekniği de kullanmamış.

Film, bir prologla, yani bir önsözle başlıyor. Bu önsöz siyah-beyaz yansıyor. Kadın ve erkek duşun altında gerçek anlamda nefes nefese sevişiyorlar. Bu siyah-beyaz bölüm, baştan sona yavaş çekimle yansıyor perdeye ve metaforlarla dolu. Kadınla erkeğin sevişmeleri sürerken, bebekleri Nic uyanıyor, yatağından aşağı iniyor. Dışarıda sert tipi var. Salonun penceresi de rüzgârdan açılıyor. Yeni yürümeye başlayan bebek masaya tırmanıyor ve pencereden aşağıya doğru bir melek gibi uçuyor. Alttan da Handel’in (1685 – 1759) kilise müziğini çağrıştıran büyülü müziği kuşatıyor her yeri.

Bölüm 1: Matem…

Film renkleniyor. Bu bölüm, bebek Nic’in cenaze töreniyle açılıyor. Babanın gözyaşları akarken, arkada yürüyen anne yere yığılıyor. Uzun sürecek trajik bir depresyona giren kadın, hep bir suçluluk duygusu ve vidan azabı yaşıyor. Aylarca sürecek bir azap bu. Ama, film derinleştikçe, karanlık taraflardan dışarı çıkanlar bir şeyleri anlamlaştırıyor. Terapist adam, karısını depresyondan çıkarabilmek için onun korkularının üzerine gidiyor. Kadının en büyük korkularından biri Eden Ormanı. Bu orman, ABD’nin kuzeydoğusundaki Vermont eyaletinde bulunuyor. Ama bu orman sahneleri Almanya’da çekilmiş. Karı-koca trenle yola çıkıyor. “Eden”, İngilizcede Adem ile Havva’nın yaşadığı cennet bahçesi demek. Bu yolculukta adam, kadını hipnoz ediyor. Kadın kendini Eden Ormanı’nda görüyor. Meşe palamudu ağacının altındaki orman evinde trajediler yaşanıyor derinliklerde. Ormana geldiklerinde adam, bir anne ceylanın yavrusunu ölü doğuruşuna tanıklık ediyor.

Bölüm 2: Acı (kaos hükmeder)…

Orman evine yerleşiyorlar. Adam, ininde bağırsakları dışarı çıkmış yaralı tilkiyi görünce “kaos hükmeder” diye mırıldanıyor tilkiye bakarken. Evin damına gece meşe palamutunun meyveleri düşüyor sürekli. Kadın, yatakta adamı tahrik etmeye başlıyor, sanki öç alır gibi. Adamsa kadını ruhsal yönden iyileştirmeye çabalıyor sürekli. Ormanda dolaşırken, ağaçtaki yuvasından ölü kuş düşüyor yere ve karıncalar, yavru kuşu canlı canlı yiyorlar. Yönetmen, sadece insanın yaşadığı şiddeti değil, doğada yaşanan şiddeti de gösteriyor seyircisine. Trier, yoğun metoforlar kullanmış bu gerçeküstücü filminde.

Bölüm 3: Çaresizlik (soykırım)…

Adam, kadın uyurken evin çatı katına çıkıyor. Orada dini resimlerle soykırım resimlerini görür. Bir de not defteri. Adam, Nic’in fotoğraflarında bir şey keşfediyor. Fotoğraflarda kadın, Nic’e ayakkabalarını ters giydirmiş hep. Şizofren bir ruh halindeki kadın bu andan sonra “ay”ının karanlık yüzündeki dehşeti saçmaya başlıyor. Filmdeki çok güçlü gerçeküstü bir sahnede kadın, adamla sevişirken birden dışarı çıkıyor ve kökleri dışarı çıkmış ağacın dibinde kendi kendini tatmin ediyor. Ardından adam geliyor, sevişirlerken köklerin arasından eller dışarı çıkıyor. Bu an, terse çevrilmiş bir dini resim tablosu gibi. Daha sonra evin yanındaki kulübede adamı tahrik eden kadın, sevişme sürerken irkiltici bir şiddetle adama şiddet uyguluyor. Adam acıyla bayıldıktan sonra kadın adamın ayağını matkapla deliyor ve taş tekerleği adamın bacağına takıyor ve somunu anahtarla sıkıştırıyor. Bundan sonra yaşamla ölüm arasında bir mücadele başlıyor aralarında. İnsan bu sahneleri seyrederken gerçekten irkilti yaşıyor. Adam, kadının olmadığı bir anda dışarı çıkıyor ve bir hayvan inine sığınıyor. İndeki siyah karga ses çıkardığı için başına taşla vuran adam, kadından kurtulamıyor. Final bölümünde ölümcül savaş başlıyor aralarında.

Bölüm 4: Üç Dilenci: Acı. Umutsuzluk. Istırap…

Bu bölüm de gerçekten irkiltici. Kadın, üç dilenci gelince birileri ölecek diyor. Bebeğini hatırlayan kadın elindeki makasla zevk aldığı yeri kesiyor. Kadın bir köşede dururken, evin içinde ceylan (acı), tilki (umutsuzluk) ve karga (ıstırap) görünüyor. Adam, ardından telâşla bacağındaki tekerleği çıkartıyor ve trajedi tersine dönüyor sonra.

Epilog, yani sonsöz bölümü de siyah-beyaz ve gerçeküstücü. Adam ormanda yol alırken yine Handel’in kilise müziğini çağrıştırın büyülü müziği çalıyor fonda. Adam, yerden meyve alıyor ve yiyor. Yüzleri görünmeyen yüzlerce kadın, adamın yanından geçip gidiyor. Burada Hıristiyanlığa dair metaforlar olabilir. Antichrist, Hıristiyan inanışına göre İsa Mesih’e benzeyen bir düşman. Müslüman inanışına göreyse bir deccal. Yönetmen, filmdeki kadının psikolojik sorunlarının bebeğinin öldükten sonra değil daha öncelerinde olduğunu hissettiriyor. Şizofren gibi davranan kadın, adamı yok etmek isterken sanki tüm erkeklere savaş açmış gibi. Seyirci, kadını ilk gördüğü anda bile tuhaf bir irkilti yaşıyor. Bu filmin okyanus derinliğine dalmak için belki de Hıristiyan inanışını biraz anlamak gerekiyor. Bu filmdeki şiddet ve cinsellik gerçekten sarsıcı. Sanki ikisinde de pornografi var gibiydi. Bazı şiddet sahnelerine bakabilmek gerçekten zorlu bir serüven.

(12 Haziran 2010)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Gökhan Balseven ve Tuba Sarıca’yı Tanıyor musunuz?

Bugün (11.6.2010) başlayan Lars von Trier’in Antichrist filmini saat 14:15 seansında seyrettim. Film hakkında her hangi bir şey yazacak değilim. Başka şey yazacağım.

Yıllar önce bir gece TV.de adını anımsamadığım bir Amerikan filmini seyrederken, jenerikte “Music by” olarak ön adı İbrahim olan bir Türk ismi görmüştüm, soyadını not etmiş ve o günlerde soruşturmuş olmama rağmen şimdi hatırlamıyorum. İsim olarak tanıyanlar çıkmıştı. Hep hayıflanırdım, eskiden final jenerikleri bu kadar uzun olmasada gösterilmezdi. O jeneriklerde, Amerikan isimleri doğal olarak ağırlıkta idi. Köken itibari ile farklı da olsalar -en azından- öyle anılıyor, o ismi kullanıyorlardı. Yabancı olarak, Japon isimlerine daha sık rastlamama rağmen Arap (orta-doğulu) isimlerine de rastlamak mümkündü ama bunlar eskidendi. Şimdi de jenerikler var, fazla bir değişiklik yok. Bugün dört kişi seyrettiğimiz Antichrist’in son dakikalarında dört kişiden ikisi gitti, final jeneriği başlayınca üçüncü kişide gitti, ışıklar yandı, ben beklemeye devam ettim. Jenerikte birden Gökhan Balseven ismini gördüm, görüntü ekibi içinde çalışanlardan biri idi, devam eden jenerikte daha aşağılarda, Tuba Sarıca adına rastladım. O’nun konumu tam olarak belirleyemedim, daha aşağılar da ise Hakan Bloudalh gibi biri var. Hakan’ın ilk a’sının üzerinde küçük bir “o” var, -soyadını doğru olarak kaydememiş olabilirim.

Antichrist filmi -sonunda- bitti. Bu, Gökhan Balseven ve Tuba Sarıca’yı tanıyanlarınız çıkabilir. Bunlar bir kaç kuşak öncesinden Avrupa’ya gitmiş ailelerin çocukları olarak, oralarda yetişmiş ve sinema sektöründe çalışmaya başlamış veya devam eden kişiler olabilirler, hatta (çifte) vatandaşlık hakkından da yararlanarak farklı pasaport taşıyabilirler ama galiba köken itibari ile Türk-ler. Bu önemli mi? Değil, dünya artık giderek küreselleşiyor. Fatih Akın’ın şu an taşıdığı pasaport beni hiç ilgilendirmiyor. Ama bir von Trier filminde çalışmak herhalde keyifli bir iştir, film bazı yazarlarca rahatsız edici bulunsa da.

İki oyuncu ile çok kısıtlı mekânlarda film yapmak, işin özelliği itibari ile bir deneysel çalışmadır, ama von Trier’in filmi için hiçte deneysel bir çalışma diyemeyeceğim. Antichrist deneysel bir sinema değil. “Düşünsel bir sinema” yorumuna katılın veya katılmayın, sonuna kadar sabretmeniz de gerekmiyor ama sinemanın “farklı” bir kullanımı. von Trier yine filmini prologla açıp epilog ile kapatıyor, araya her birine isimler verdiği dört bölüm ekliyor fakat bölümden bölüme geçişte hiçbir zaman ve mekân değişmesi olmuyor, olay kaldığı yerden devam ediyor, yani aslında kesilmemiş oluyor, yani film aslında dört bölüm değil -hele ormana gittikten sonrası sadece bir tek bölüm.

Cennet / Cehennem, “doğa” ve “şeytan” düşünceleri, “kadın”ın -şeytanlığa vardırılan- durumu, Lars von Trier’in bizlere ulaşan son filminde gösterilip / anlatılırken, sinemasal heyecanı görmezden gelinemeyecek boyutları aşmaktadır.

(11 Haziran 2010)

Orhan Ünser

Akvaryumdaki Balık mısın?

Çocukken çoğumuza dünya tozpembeydi. Büyüdükçe dünyanın ne kadar trajik bir yer olduğunu deneyimledik. Bizatihi tecrübeyle sabit… Peki henüz 11 yaşında bir çocuk bu gerçekle yüzleşmişse, çarpmanın etkisi ne kadar sert olur? Sonuçları ne kadar ağır olur?

“Le Herisson” yani “Kirpi”; -Türkçeye “Yaşamaya Değer” adıyla çevrildi- 1981 doğumlu genç yönetmen Mona Achache’nin ışıl ışıl parlayan ilk filmi. Muriel Barbery’nin başta Fransa olmak üzere tüm dünyada çok satan romanından uyarlanan film; Türkiye’de “Kirpinin Zarafeti” ismiyle yayınlandı ve de çok sevildi. Kitabı ıskalamış olduğum için çok üzgünüm ama film üstü okumanın da ayrı bir keyif olacağını düşünüyorum.

Gelelim küçük kızımız Paloma’nın hikâyesine… Paloma, yetişkinliği “akvaryumdaki balık” olmaya benzetiyor. Haksız da sayılmaz! Ama bunu nasıl öğrendi? Çünkü o bir çocuk ve tüm çocuklar gibi meraklı. Ama Paloma’daki merak biraz fazla! Ayrıca çok zeki ve müthiş bir gözlem yeteneği var. Karşısındaki tablo ise aynen şöyle; anne; depresyonun majör – minör hatlarında süzülüyor, baba bencil – ruhsuz bir iş adamı, abla dünyadan bihaber… Kendi geleceğinin de böyle olmasını istemeyen Palamo buna kendince bir çözüm buluyor; 12. yaş gününde intihar etmek! Kalan günlerini de küçük kamerasıyla gördüğü her şeyi çekmekle ve intiharını meşru kılacak sebepleri anlatmakla geçiriyor. Daha doğrusu bizi ikna etmeye… Ama her hayatın birbirinin aynısı olmadığını ve sürprizlerle dolu olduğunu henüz bilmiyor; çünkü o hâlâ küçük bir kız… Paloma plânladığı ölüm gününe emin adımlarla yürürken, kapıcıları Madam Michel ve yeni komşuları Kakuro Ozu ile tanışıyor. O andan itibaren Paloma belki de hayatında ilk defa kendininkine hiç benzemeyen insanları, daha doğrusu hayatları keşfetmeye başlıyor. Ve gerçek hayat başlıyor! Zarlar atılıyor.

Beyoğlun’daki sinemalarımızın birer ikişer yok edilmesiyle bu tarz filmleri izleme de, özgürlüğümüz de elimizden alınmış oldu ne yazık ki… Az salonda, dar vakitte görünüp gidiyorlar. 1 ya da şanslıysa 2 hafta ömrü var bu filmlerin… Oysa bir ömür unutulmayacak güzellikte filmler… Bu yüzden kirpinin zarafetini keşfetmek için acele edin!

(10 Haziran 2010)

Gizem Ertürk

Sıradan İnsanlar

Sadi Bey’in Twitter Günlükleri 22

16 Temmuz’da gösterime girecek olan “Ordinary People”ın Türkçe adı “Sıradan İnsanlar” bizim kuşak seyircilerin çok aşina olduğu bir film …

… adıdır. Ünlü oyuncu Robert Redford’un yönetmenlik yaptığı ilk filmlerden biri olan ve başrollerinde Donald Sutherland ile Mary Tyler …

… Moore’un oynadığı 1980 yapımı “Ordinary People” sinemalarımızda Film Pop tarafından Türkçe “Büyük Ceza” ismiyle gösterildi. Ancak …

… filmin çekildikten birkaç yıl sonra sinemalarımıza gelme aşamasında medyada hep orijinal adı “Ordinary People”ın tam çevirisi …

… “Sıradan İnsanlar” ismiyle anıldı. Öyle böyle değil o sıralar Robert Redford hem ününün hemde yakışıklılığının doruğunda olduğundan …

… hemen her gün gazetelerin baş sayfalarında yer alıyor. Fakat ne hikmetse Film Pop filmi yapımından 2 – 3 yıl sonra Türkiye’ye getirdi…

ve Türkçe “Büyük Ceza” adıyla gösterime çıkardı. Gönlüm bir türlü filmin “Büyük Ceza” olan Türkçe adına alışamamış, “Sıradan İnsanlar”ın …

… filme Türkçe isim olarak konmaması hafızamın bir köşesinde yara olarak kalmıştı. Neyseki vizyona girecek olan yeni “Ordinary …

… People”ın Türkçe adı hafızamdaki “Sıradan İnsanlar” yarım kalmışlığına teselli oldu sayılır.

Türkçe afiş deyip geçmeyin, filmlerin tanıtımında neredeyse en önemli materyal afiştir. Seyirci önce afiş vasıtasıyla filmle karşı …

… karşıya gelir. Hatırlarım daha önce çalıştığım film şirketinde yabancı film afişleri Türkçeleştirilirken afişe konacak birkaç …

… kelimelik vurucu söz için şirketin tüm elemanları seferber olurduk. En vurucu cümleyi bulana iltifatlar yağdırırdık. Robert …

.. Redford’un yönettiği “Ordinary People”ın “Büyük Ceza” Türkçe adıyla gösterime çıkarılmasını hafiften sitemli bir şekilde hatırlattım.

Bu vesileyle filmi aklamış olayım. Zaman zaman medyada yabancı film isimlerinin Türkçe çevirelirinin yanlış yapıldığı yansır. Hatta bazı …

… sinemaseverler işin tadını iyice kaçırır, filmcilerin neden bu kadar yeteneksiz çevirmenlerle çalıştığından falan dem vururlar. (Bir …

… çeşit avcılık?) Oysa kazın ayağı öyle değildir. (Bu kazın ayağının nasıl olduğunu bir türlü öğrenemedik ya, neyse.) Yeni kuşak …

… sinemaseverlerin de bu konuda bilgisi olsun diye dönüp dolaşıp arada sırada konuyu hatırlatırım. Yabancı filmlere Türkçe isim …

… konulurken, orijinal çevirisinden çok bizim seyircimize cazip gelecek, filmin konusuyla ilgili çekici bir ad bulunur. Veya bazen …

… öyle orijinal isimler olur ki mecburen filmin adını kısaltarak Türkçe isim koyarsınız veya başka şekilde isimlendirirsiniz. Yine sık …

… sık misal verdiğim gibi örneğin Avşar Film’in “Kızarmış Yeşil Domatesler” adıyla Ekim 1992’de gösterime çıkardığı o güzelim filmin …

… orijinal adı “Fried Green Tomatoes At The Whistle Shop Cafe”nin tam çevirisinin “Tren Düdüğü Kafeteryasındaki Kızarmış Yeşil …

… Domatesler” şeklinde olduğunu biliyorum, yarım yamalak İngilizcemle. Şimdi bunu Türkçe isim olarak afişe bassanız, kimin aklında …

… kalacak benden başka ve senden başka. Geçenlerde Kanal D’nin DVD listeleriyle haşır neşir olurken, aşna fişne yaparken -her neyse …

… işte- rastladım. Filme şöyle bir Türkçe isim koymuşlar: “Sevgilimin Kazara Bu Dünyadan Göçmüş Eski Nişanlısıyla Tanıştığım Gün”. İyi …

… de yapmışlar, çünkü DVD.de bu isim gider. Fakat gel de filmi bu Türkçe isimle sinemalarda gösterime çıkar, kimin aklında kalır.

Millet birbirine tavsiye ederken 50 çeşit yeni isim uydurur. Hani sinemalarda vizyona çıkmamış fakat TV.lerde gösterilen yabancı filmler …

… vardır. Her TV kanalı, gösterdiğinde başka bir Türkçe isim uydurur. Seyirciyi yanıltmak ayıp değil mi birader; nasıl derler, …

… konsensus sağlasanıza aranızda, aynı Türkçe isimle göstersenize filmlerinizi. Meselâ biz SİYAD üyesi sinema yazarları hiç üşenmeyiz, …

Atıf Yılmaz’ın filminden bahsedeceksek ve doğrusunu tam hatırlayamamışsak açarız notlarımızı ve ansiklopedileri, kitapları, vs., …

… bakarız “Ah Belinda”nın adına. Öyle yazılmamıştır, doğrusu “Aaahh Belinda”dır. (Bir büyük A, 2 küçük a, 2 küçük hee.) Keza film …

… şirketinde çalıştığım sırada, Gerard Depardieu’nun başrolünü oynadığı filmin adını da basın tanıtımları sırasında bilgisayarımın …

… alnına (?) yapıştırmıştım, yanlış yazmayayım diye. Cem Yılmaz’ın da kulakları çınlasın, A. R. O. G: Bir Yontmataş Filmi vizyona girdiğinde basına filmin …

“RRRrrr!!!” adlı yabancı filmle ne kadar benzeştiği yansımıştı. Bu filmin adında geçen ünlem (!) işareti de 3 adet olacak. “What The …

… Bleep Do We Know!?” fillminin Türkçe adını (Ne @!* Biliyoruz ki!?) hiç karıştırmayın, bilgisayar klavyesinde karakterleri bulup …

… çıkarmak çok zor. Ünlü oyuncu Sandra Bullock’un da film afişleri konusunda şöyle bir hassasiyeti varmış. Biliyorsunuz geçen yıl hem …

… En İyi, hem En Kötü oyuncu seçilmek gibi 1001 yılda bir rastlanacak bir ödüllendirmeye uğramış olan bu oyuncumuz bazı filmlerinin …

… yapımcılığını da üstleniyor. Kendi filmleri için diğer dillerde hazırlanan tüm afişlerin eskizleri basımdan önce Bullock’un önüne …

… gidiyormuş. Ünlü oyuncu hiç üşenmeden kontrol ediyormuş, hatta yazı karakterleri bir tarafa puntolarının bile değişmesine müsaade …

etmiyormuş. Bu konuyu eskiden sinemaların fuayelerine konulan lobi fotoğrafı dediğimiz ve hemen her film için yaptırılan 10 – 15 adetlik …

… fotoğraflarla sürdürecektim ama onu başka bir zaman ele alırız. Twitter’ın iyice suyunu çıkarmayalım. Pardon çıkaralım, “Sabaha …

… karşı bıraktığım yere kadar geri gittim. Bir tane klas tivit görsem dişimi kıracağım! Şimdi 10 km yürüyüş, dönüşte not vereceğim …

ha :)” diye yazan arkadaşa hak veriyorum… -da, sayın üstad Twitter’da klas tivit olmaz mı her an var, tam yazdığınız sıradaki en hatırı …

… sayılır tivit de şuydu: “Sabaha karşı bıraktığım yere kadar geri gittim. Bir tane klas tivit görsem dişimi kıracağım! Şimdi 10 km …

… yürüyüş, dönüşte not vereceğim ha:)”

(10 Haziran 2010)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

11 Haziran 2010 Haftası

“Son Şarkı”, okuyan / izleyen üzerinde etkili olan formülleri kullanarak romantik dramlar yazan Nicholas Sparks’la sinemada altıncı buluşmamız! Bayan yönetmen Julie Anne Robinson, süssüz, sade bir öyküleme ile Miley Cyrus adlı popüler genç şarkıcıyı oyunculuk sahasına çekip, Greg Kinnear gibi önemli bir aktörle buluşturmuş ve karşısında ezilmemesini sağlamış. Dağılmış bir ailede baba ile kızın yeniden yakınlaşma çabaları ve kızın ilk kez yaşadığı aşk, filmin üzerinde ilerlediği iki eksen. Sinema olarak farklı bir özellik barındırmıyor. Üzülerek rahatlamak isteyenler için doğru bir adres/’seans’.

“Sex and the City 2”, direkt olarak serinin hayranlarını hedefleyen bir eğlence. Ancak, ‘ruh dördüzü’ bu kadınlarla kendilerini özdeşleştirenler, üçü evli olduğu için, işin çapkınlık ve seks kısmında, ‘yürüyen kadın cinsiyet hormonu’ Samantha’nın çapkınlıklarıyla idare edecekler. Carrie ve Charlotte ve Miranda’dan da, evliliğe dair doğru / dürüst dersler alacaklar. Çok kapsamlı bir defileyi de andıran filmde beni mutlu eden, anlamlı yüzü botoks uygulamalarıyla anlamsızlaşmış olsa bile, tek sahnede şarkı ve dansını sergileyen ‘aşkım’ı yani Liza Minnelli’yi yıllar sonra izlemek oldu.

“Nanny McPhee: Büyük Patlama”, haşarı çocuklara büyü yardımıyla gerekli dersleri verip onları ideal kıldıkça inanılmaz çirkinliği yok olan dadının, ikinci büyük savaş yıllarında, evin babasının cepheye gittiği, kırsal kesimdeki bakımsız çiftlikte yaşayan aileyi ziyareti. Ya da, barışa, paylaşmaya, yardımlaşmaya, cesarete ve inanç sahibi olmaya dair dersler. Fantastik boyutta eğlenceli, masallar gibi büyüleyici. Senaryo da Emma Thompson’dan.

“Elveda”, Gorbachev imzalı “Glasnost” (açıklık) ve “Perestroika” (yeniden yapılanma) politikalarının sonucunda SSCB’nin dağılması öncesi, bu süreci bir şekilde öngören ve hisseden KGB mensubu albayın, Moskova’da çalışıp yaşayan bir Fransız yurttaşı aracılığıyla sızdırdığı belgelerle gerçekleştirdiği 80’lerin büyük casusluk hikâyesi. Bildiğimiz, tanıdık hatta eski bir sinema… Fakat klişelerden olabildiğince uzak kalmış. Rejime dair eleştirisi, samimi: Odaktaki karakter olan casusu oynayan Emir Kusturica’nın da katkısıyla, yürekli ve ‘adam gibi adam’ olmanın sağlam bir tanımını yapıyor.

“Deccal”, tuhaf bir film. Alabildiğine sert, ‘karanlık’ biçimde ve metaforik şiddette, yaradılışsal sorguda bulunuyor. Fenası da, doğayı ‘Şeytan’ın Kilisesi’ gibi ve doğurgan erişkin dişiyi de doğa ile özdeş bir tür ‘Şeytan hizmetkârı’ gibi gösterip cinsiyetçilik yapma cüretini gösteriyor. ‘Yüksek sanat’ın, sefil fikirlerle buluşması böyle olsa gerek!

(09 Haziran 2010)

Ali Ulvi Uyanık

ali.ulvi.uyanik@gmail.com

Gökten Zembille İnen Yönetmen: Ertem Eğilmez

Hiç bıkmadan sorularıma cevap veren ve her konuda yardımcı olan Ertem Eğilmez’in torunu Arzu Çevikalp’e teşekkür ederim.

Günümüzde Ertem Eğilmez’in izinden giden ve onun yerini dolduracak kalibrede bir sinemacı ismi söyleyebilir misiniz?

Öncelikle günümüzün yönetmenlerinin durumunu pek parlak bulmuyorum. Ticari filmler yapılmaya başladıkça yönetmenlik anlayışı da değişti. Tabi buna istinaden filmlerdeki gerçekçiliği yakalama duygusu da doğal olarak kayboldu. Eskiden gerçeklerden yola çıkılarak yazılan hikâyeler seyircilerin ilgisini çekerdi. Her an ve her saniye yaşanabilecek olayları konu alan ve çeşitli mesajlar içeren Eğilmez sineması, tüm bunları esprili bir şekilde yansıtırdı. O zamanlar ticari kaygı olmadığı için Eğilmez “halka ne sunarım” diye düşünmezdi. Ve Eğilmez’in hedef kitlesi “halk”tı. Doğal olarak, filmler yapay bir üretim haline dönüşmezdi. Çünkü yapaylık işin içine girdiği zaman duygusallık tamamıyla işlevini yitiriyor. Bilinen bir gerçek varsa o da günümüzde yapaylığın ön plânda olduğu… Günümüzde Ertem Eğilmez’in yerini dolduracak tek bir yönetmen ismi verememek kendi adıma çok üzücü. Ama şunu söyleyebilirim. Bazen geçmişimizdeki retro havasını solumak isteyen yönetmenler (ki bunlar bir elin parmağını geçmezler) Ertem Eğilmez’in “ağlatırken güldürmek, güldürürken ağlatmak” taktiğini kısa süreli ödünç alarak nostaljik bir ortam yaratmaya çalışıyorlar. Son yıllarda Murat Şeker tarafından yazılan ve yönetilen Aşk Tutulması sıkı aile ilişkileri, komşuluk ilişkileri ve aşk gibi kaybetmeye başladığımız değerlere vurgu yapıyor. Şeker’in de kendi deyimiyle; mizah ve yaşam sevinci aynı potada eritiliyor. Ayrıca Murat Şeker’in kendisine örnek aldığı yönetmenlerden biri Ertem Eğilmezdir.

Ertem Eğilmez ekolünün Türk sinemasındaki önemli yeri ve kalıcı etkisi, sizce nedir?

Ertem Eğilmez sineması hiçbir zaman önemini yitirmez. Hatta defalarca izlememize rağmen Ertem Eğilmez filmleri eskimez. Çünkü Eğilmez trajikomik hikâyeleri mizah ile süsleyerek dönem eleştirisi yapar. İki eylem olan gülmek ve ağlatmayı aynı anda seyirciye veren Eğilmez, hayatın içinden kesitlerle donattığı görüntüleri doğaçlama ile birleştirir. Yani diğer bir deyişle her şey doğaldır. Doğal olmasının sebebi de Eğilmez’in halktan biri olmasıydı. Eğilmez için halkın problemleri, diğer meselelerden çok daha farklı bir şekilde vuku buluyordu. Ama görüyorum ki günümüzde, sulu zırtlak komediler baş tacı olarak görülüyor. İşte bu durum Ertem Eğilmez’in başarısının her zaman ön plânda olduğunun bir göstergesi…

Ertem Eğilmez’in torunu olarak onu nasıl anlatırsınız?

Dedemi kaybettiğim zaman daha yedi yaşındaydım. Onu tanımaya ne yazık ki müşerref olamadım. Ama onunla ilgili hiç unutamadığım bir anım var. Sene 1989 ve Arabesk filminin çekimlerindeyim. Tekerlekli sandalyesinde makinelere bağlı olarak yaşam mücadelesini sürdüren dedem iş aşkıyla yanıp tutuştuğu için son anlarını sette geçirmeyi tercih etmiş. Ben de dedeme benzediğimden ufak yaştan itibaren setlerin tozunu yutmaya başladım. Hatta Müjde Ar ve Şener Şen’in Belgrad ormanlarında birbirlerini kovaladıkları sahneyi daha dün gibi hatırlıyorum. Ailemin bana anlattığı hikâyeler sayesinde dedem hakkındaki bilgilere sahip oldum. Bir de hayal meyal hatırladığım ufak bir detay var. O da dedemin vaktinin çoğunu Büyükada’da geçirmekten çok hoşlandığı…

Rejisör Ertem Eğilmez normal hayatında nasıl biriydi?

Ertem Eğilmez normal hayatında çok okuyan bir adamdı. Elinden hiç kitap eksik olmazdı. Onun tek arkadaşı kitaplardı. Eğilmez hiçbir zaman fotoğraf çektirmeyi ve medyada gözükmeyi sevmezdi. O yaptığı filmlerle gündeme gelmeyi severdi. Ailesine çok önem veren Eğilmez, özü sözü bir, disiplinli, çok çalışan, güçlüklerden yılmayan, engel tanımayan, bilgi ve birikimlerini paylaşan bir dehaydı.

Canım Kardeşim filminin Arzu Film’i neredeyse batırıyordu yönünde çıkan haberler doğru mu?

Öncelikle lâfa şu şekilde başlamak istiyorum. “Her çıkışın bir inişi vardır.” O dönemlerde çekilen filmlerde ticari kaygı güdülmediği için filmlerin batma olasılığı yüksekti. Canım Kardeşim, Antalya Altın Portakal’da ödül almış bir filmdir. Ama Canım Kardeşim’in Arzu Film’i batırması gibi bir şey söz konusu olamazdı. Ama filmin gişe hâsılatı çok iyi olmadığı da aşikârdı. Koca bir çınarın devrilmesi bir filmin maliyetini çıkaramaması ya da kâr elde edememesiyle bağlantılı değildir. Eğer birkaç film kâr elde edemezse ancak o zaman kepenkleri indirip gidersiniz.

Neden o eski Türk Filmlerini artık göremiyoruz, ya da neden o eski Türk filmlerindeki sıcaklık şu an yok?

Milenyum çağına girişimizle beraber filmlerdeki sahneler görsel efektlere dayandırılmaya başlandı. Diğer bir açıklamayla robotlaştırıldık. Ayrıca filmlerin içine giremeyip onlar gibi hissedememek bu düşünceyi kanıtlar nitelikte. Eskiden filmlerde görmeye alışık olduğumuz ince espriler artık yerini sulu şakalara bıraktı ve bel altı espriler gündeme oturdu.

Ertem Eğilmez’in diğer yönetmenlerden bu kadar farklı olmasının sebebi nedir?

Ertem Eğilmez vizyonu geniş bir adamdı, bir cümleden büyük bir senaryo yazardı. Ertem Eğilmez sinemasında halktan insanlar filmlerin kahramanıydılar. Eğilmez için mizansenin, yaratıcılığının film için katkısı büyüktü. Hatta bazı filmlerinin senaryosunu set ortamında yazdığı da olurdu. Eğilmez’in hedef kitlesi yalnızca halktı. Eğilmez halkın içinden seçtiği kahramanları filmin başköşesine oturtarak, onlara yepyeni anlamlar yüklerdi. Şimdiki yönetmenler eğitime önem verdikleri halde, “modernize” edilmiş bir toplum anlayışının getirdiği değerleri, tabiri caizse “kapitalist” yönetim biçiminin modellerini uyguluyorlar. Kalıplaşmış düşünce biçiminden yola çıkan günümüz yönetmenleri buzdağının öteki tarafını göremediklerinden ve yaratıcılık yoksunluğundan muzdarip olduklarından dolayı farklı olmayı başaramıyorlar. Tabi bir de şu var; Eğilmez için disiplin o kadar önemliyken, günümüzün yönetmenlerinin üstesinden gelemediği bir durum bu. İşte tüm bu aktarılanlara göre Eğilmez’in diğer yönetmenlerden farkı ve alamet-i farikası hiçbir hataya yer vermemesinden ileri geliyor.

Ertem Eğilmez hakkında ödevine yardımcı olduğum Süda Tarım’a bana bu güzel soruları sorduğu için sonsuz teşekkürlerimi borç bilirim.

(09 Haziran 2010)

Süda Tarım

Sezgin Türk Röportajı

Yaşamak, duymak, sorgulamak ve tabii ki paylaşmak için belgesel film yapan bir yönetmen Sezgin Türk. “Kır Çiçeklerinin Öğretmeni” adlı belgeseliyle 9. Alanya Belgesel Film Festivali’ne katılan Türk, şu sıralar yolları Mamak Cezaevi’nde kesişen dört kadını anlattığı belgeseli üzerinde çalışıyor.

Kamerayla olan maceranız nasıl başladı?

Sinemayla buluşmam, 1986 yılında Yusuf Kurçenli’nin “Merdoğlu Ömer Bey” filminde yönetmen yardımcısı olarak çalışmaya başlayarak oldu. Daha öncesinde reklâm sektöründe çalışmıştım. Ankara Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu’nu bitirdikten sonra altı ay kadar süren bir çalışma oldu bu. Belki size çok garip gelecek ama bu sektörde bu kadar kısa süre çalışmama karşın bir zaman sonra arkadaşlarıma mektup yazamadığımı fark ettim. Sözcükler anlamını kaybetmişti. Çünkü eğer metin yazarı olarak çalışıyorsanız artık kelimeler eğip büktüğünüz bir oyuncak haline geliyor. Bir bankanın genel müdürü adına yazdığım mektupta genel müdürün yalnızca beyni değil, yüreği de olduğumu hissettiğim an ise bu çalışmayı noktalandırdım. Elbette okulu yeni bitmiş, dünyanın binbir yüzüyle karşılaşmamış biri için böyle bir durum baş edilmez bir şey. İyi ki de öyle olmuş. Sonra işsizlik günleri… İstanbul’u zaten tanımıyorum; hiç kimseyi tanımıyorum. Böyle bir durumda Yusuf Kurçenli’yle tanışmak benim için bir dönüm noktası oldu. Yusuf Kurçenli ustamdır ve hâlâ bir usta olarak onun elini sırtımda hissederim.

Kurmaca film alanında yetişirken belgesel üzerine çalışmaya nasıl karar verdiniz?

Yönetmen yardımcısı olarak çalışırken diğer yandan kısa filmler yapmaya başladım. Bunlar ilk anlatım deneyimlerimdi. Kısa filmin özgür dünyası benim için büyük kazanımdı. Anlatım biçimleri deneme cesaretini bu deneyimin oluşturduğunu düşünüyorum. Kurmaca anlatım alanında yetişmeme karşın uzun metrajlı filmlerin büyük finansal olanak gerektirmesi beni belgesele yöneltti. Benim dönemimdeki birçok yönetmen ilk filmlerinde finansal olanakları kendileri yaratmak zorunda kaldılar. Yani bir film yaratmak için her şeyden önce finansal bir çalışma yapmak gerekiyor. Böyle bir yaşamdan kaçtım. Zannedersem kişisel özelliklerim yaşamda bir şekilde beni yönlendirdi. Belgesel film yapmak benim dünyama çok uygun bir yaratım yolu!

Kurmaca filmi çok iyi bilen bir belgesel yönetmeni olarak bu iki tür arasındaki farkı bize nasıl anlatırsınız?

Kurmaca filmde senaryo aşamasında her şeyi belirlersiniz. Adı üstünde her şeyi kurmuşsunuzdur. Belgeselde ise sadece gitmek istediğiniz yönü, yöneldiğiniz şeyi belirleyebilirsiniz. Önceden ne yaşacağınızı bilme şansınız yoktur. Kendinizi yaşama bırakırsınız. Önyargısız olmaya çalışırsınız. Hatta olabildiğince önceki deneyimlerinizin seçici bir algılamayla sizi sınırlamasına izin vermemek istersiniz. Sonra yaşam kendi öyküsünü oluşturur. Siz bu öykü içinde yaşamı daha önce bakmadığınız bir yerden görür ve yeni sorgulamaların içinde kendinizi bulursunuz. Elbette sonra film izleyiciyle buluştuğunda bu sorgulama süreciniz devam eder.

Belgesel ne demek sizin için?

Belgesel büyüleyici bir şey! Zannedersem her şeyden önce ‘yaşamak’, ‘duymak’, ‘sorgulamak’ ve sonra da ‘paylaşmak’ istemi belgesel yapmaya yönlendiriyor. Elbette yaşamı paylaşmak için çok farklı araçlar var. Yalnızca ‘sanatsal’ araçlar değil, günlük yaşamımızda bile paylaşım için birçok yol buluyoruz. Şanslıyım ki ‘belgesel’ yaparak daha yaygın paylaşım yaşıyorum.

Belgesel nasıl bir yaratım alanı sizce?

Belgeselin bir cinsiyeti olacaksa ‘kadın’ olmalı diye düşünüyorum. Çünkü kadınların ‘öteki’yi algılama yatkınlıkları belgesel yaratımda olanak sağlamaktadır. Ayrıca belgesel yaratımı ‘iktidar’ ilişkisine olanak vermiyor. Belgeselde yöneldiğimiz insan veya durumlara ‘belirleyen’ olarak yaklaşmak yerine yaşanan durumlar içinde filmin oluşumunu sağlamak zorundayız. Dolayısıyla ‘iktidar’ olma haline yatkın olmayan kadınlar için belgesel kendilerini doğal olarak yaşayabileceği bir yaratım alanıdır. Bir belgeselin iyi bir yaratım olması için erkek belgesel yönetmenler için de aynı durum söz konusudur aslında. Bu nedenle belgesel yaratım süreçlerinde erkek veya kadın olmanın önemli bir farklılık yaratmadığını düşünmekteyim. Erkek yönetmenler de daha çok kadınlara özgü olarak düşündüğümüz bu duyum yollarını belgesel yaratım sürecinde kullanmak zorundadırlar.

Belgeselcilikte kadın yönetmen olmanın avantaj ya da dezavantajlarını yaşıyor musunuz

Hemen söylemeliyim ki, ben ve birçok belgesel yönetmeni ‘kadın yönetmen’ nitelemesi içine sıkıştırılmaktan hoşlanmıyoruz. Çoğumuz filmlerimizin ‘yönetmen filmi’ olarak algılanmasını yeğliyoruz. Elbette böyle düşünmeyenler de var. Üyesi olduğum Belgesel Sinemacılar Birliği’nde, şimdiye kadar yönetimde kaç kadın ve erkek olduğuna ilişkin bir yaklaşım hiç yaşamadım. Fakat kadın yönetmen denildiğinde akla yalnızca kurmaca film kadın yönetmenleri geliyor. Türkiye’deki kadın belgesel yönetmenleri bugüne kadar bir belgesel, kitap veya akademik çalışmanın konusu olmadı ne yazık ki! Ama belgesel yaratımda kadınların olumlu konumu toplumun diğer yaşam alanlarındaki kadınlar için önemli çıkarımlar sağlayacak bir yaşam deneyimdir. Ama ne acı ki kadın filmleri festivalleri belgeselcilerin filmlerine yer vermelerine karşın belgesel yaratıma çok ilgi göstermemektedirler. Örneğin, Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali’nde emek ödülü alan belgeselci kadın bulunmamaktadır. Kurmaca film yönetmeni, seslendirme sanatçısı, senarist, festival yöneticisi, öğretim üyesi, yönetmen yardımcısı, yapımcı, sanat yönetmeni var, belgeselci yok.

Ciddi bir müzik eğitiminiz var. Altı yıl boyunca çok değerli hocalardan piyano eğitimi almışsınız. Üstelik piyanoya Bitlis’te başlamışsınız. Bundan biraz bahsedebilir misiniz?

Evet, yaşamın çok hoş bir rastlantısı, Bitlis’te 1970 yılında piyano dersi almaya başlamam. İdealist bir müzik öğretmeni ve babamın birlikte Bitlis Öğretmen Okulu’na piyano getirilmesi çabası sonucu, taştan bir binanın sobası olmayan odasında, yanımda bir mangal, en önemlisi babamın sevgisiyle yaşadım bu deneyimi. Daha sonra Ankara’ya geldiğimiz yıllarda babamı kaybettim. Ama müzik öğretmenim bana müzik eğitimi verilmesini bir amaç haline getirdi. Abdullah Uz ve daha sonra Ferhunde Erkin’le çalışma olanağı bulmaya kadar giden bir yaşam deneyimi oldu bu.

Aldığınız müzik eğitiminin yönetmenlik kariyerinizde faydasını gördünüz mü?

Elbette oldu. Ama benim algılamam ağırlıkla görseldir. Her hangi bir duygunun, düşüncenin kendiliğinden bir şekli oluşur beynimde. Böyle, ben görüntüyle düşünüyorum. Ama belgesellerimde müziğin etkisi oldukça fazladır. Filmin içindeki dengeleri oluştururken daha çok bir beste yapar gibi hissediyorum. En önemlisi, filmi oluşturan her şey; kamera, ses, ışık… bir senfonideki piyano, keman ve diğer aletler gibi başlı başına varlığı olan unsurlardır. Bu nedenle müziği bir fon değil; başlı başına bir anlatım unsuru olarak filmde kullanmak isterim. Belá Bartók bestelerini çalmak yaşamımda önemli etki oluşturdu diyebilirim. Yaşam algımda, duyuşumda çok büyük bir etki bu. Belá Bartók, 20. yüzyıla damgasını vurmuş bir besteci, piyanist ve halk müziği derlemecisi. Onunla ilgili bir film yapmak yaşamımda çok önemsediğim bir şeydi. Ve yaptım.

Bir de “Mamak’ta Kesişme” adında bir belgesel film projeniz var, nasıl bir çalışma bu?

12 Eylül döneminde Mamak Askeri Cezaevi’nde kaldım. Mamak’ta birlikte kaldığım dört kadın arkadaşımla bu filmi yaptım. Hepsinin de hayatı çok farklı yerlerde başlıyor. İkisi subay çocuğu, ikisi kırsaldan kente göç etmiş ailelerin çocukları. Kendilerini politik etkinliklerle ifade ediyorlar. Hepsinin yolları Mamak’ta kesişiyor. Tahliye olduklarında sıfırdan hayata başlıyorlar. 30 yıl sonra yaşamlarına baktığımızda yine farklı özellikler görüyoruz. Belgeseli bugünlerde bitirmek üzereyim. Bu filmde, kadınların yalnızca Mamak Cezaevi deneyimi yerine yaşamlarının bütününe bakmanın daha anlamlı olduğunu düşünüyorum. Kuşkusuz yalnızca Mamak Cezaevi deneyimleri söz konusu olsaydı kahramanlar anlatmış olacaktık. Şimdi ise dört kadının öyküsünü anlatmış olduk.

9. Alanya Belgesel Film Festivali’ne “Kır Çiçeklerinin Öğretmeni” adlı belgesel filminizle katıldınız. Bize festivalden ve bu filminizden bahseder misiniz?

Alanya Belgesel Festivali, benim için bir belgeselci olarak ‘umut’ anlamına geliyor. Çok büyük bir lâf gibi oldu ama değil. Eğer 9 yıldır bir festivalde izleyiciler belgeselle buluşuyorsa ‘belgesel’ var demektir. Alanya Belgesel Film Festivali’ne ikinci kez katıldım. Biz belgeselciler için festivaller filmlerimizin yaşamla buluştuğu mekânlardır. Dolayısıyla biz de yeni yaratımlarımız için önemli bir itki alırız. Alanya Belgesel Film Festivali bu açıdan olağanüstü! Çünkü festivali düzenleyen arkadaşların alçak gönüllü ve içten yaklaşımları bizleri öyle bir sarıp sarmalıyor ki! Bu yıl “Kır Çiçeklerinin Öğretmeni” isimli belgeselimle festivale katıldım. 2500 dolayında yetenekli köy çocuğunun okumasını sağlamış bir eğitimciye ilişkindi belgesel! Alanya Belgesel Film Festivali’nde ‘engelli’ arkadaşlarımızın engelsizliği yaşarak katıldığı bir gösterim oldu. Bu filmin ruhuna uygun bir durumdu.

(08 Haziran 2010)

İlayda Vurdum

www.ucansupurge.org’da yayınlanmıştır. (03 Haziran 2010)

9. Alanya Belgesel Film Festivali – Zeynep Banu Özbek Röportajı

Alanya’da tam 9 yıldır yürütülen bir Belgesel Film Festivali var. Belgeselin önemine inanıp, tamamen gönüllülük esasına dayanarak bu işi 9. yıla kadar taşımayı başarmışlar. Bizde bu başarı hikâyesini merak ettik ve Alanya Belgesel Film Festivali başkanı Zeynep Banu Özbek ile sizin için konuştuk…

Her şey 94 senesinde bir avuç sinemaseverin, Alanya’da sinema salonu olmamasından kaynaklanan sıkıntı ile bir araya gelmesiyle başlıyor. Farklı meslek gruplarından oluşan ekip, sinema izlemek adına başka şehirlere gideceklerine, Alanya’da bir dernek çatısı altında toplanarak sinema salonu açmaya karar veriyor. Ve yaklaşık 7 sene sürecek olan açıkhava film gösterimi etkinliği Yavuz Özkan, Handan İpekçi, Halil Ergün, Zeki Demirkubuz, Zühal Olcay, Serap Aksoy, Fikret Kuşkan gibi değerli yönetmen ve sanatçıların katılımı ile verilen açılışla yol almaya başlıyor. Bu yolculuk bu sene düzenlenen 9. Alanya Belgesel Film Festivali’ne kadar, içine tiyatro gösterimlerini de dahil ederek devam ediyor.

Zeynep Hanım Alanya Sinematek Derneği Başkanı olarak bu derneği kurmaya nasıl karar verdiniz?

Ben Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümü mezunuyum, İstanbul’da okurken İstanbul Film Festivali’ndeki filmlerin sıkı bir takipçisiydim. Bu süreç içinde Türkiye’de Sinematek Derneği’ni kuran sevgili Onat Kutlar ile tanışma, sinema hakkında verdiği derslere katılma şansını da yakalamıştım. Resim bölümündeki yüksek lisansımı tamamladıktan sonra 1989 -1990 yılları arasında Alanya’ya yerleştim… Alanya, Türkiye’ de sinema salonu açılan ilk ilçelerden biri olmasına rağmen, benim yerleştiğim tarihlerde bir tane bile sinema salonunu yoktu… Açılan salonların hepsi ekonomik nedenlerden dolayı kapanmıştı. Bizde bu yüzden film izlemek için Antalya’ya gitmek zorunda kalıyorduk. Fakat bir süre sonra bu işin böyle yürümeyeceğini anladık. Antalya – Alanya arası 2 saat… Bu zor ve ciddi zaman isteyen bir zevk haline gelmeye başlayınca sinemaya gönül vermiş olan dostlarla bir araya gelip derneğimizi kurduk. Ardından da açık hava film gösterimlerine başladık.

Tam olarak kaç yılında başladınız gösterimlere ve bu süreç ne kadar devam etti?

1994 yılında Alanya Sinematek Derneği’ni kurduk. Ağırlıkta bayanlardan oluşan, sanata düşkün, keyifli bir gruptu bizimkisi… Basından takip edip, yeni olan ya da görmeyi tercih ettiğimiz filmleri İstanbul’dan getirtip, Grand Kaptan Otel’in terasında akşamları açık hava gösterimlerinde hep beraber izliyorduk. O kadar güzel günlerdi ki, düşünebiliyor musunuz, elinizde şarabınız, yıldızların altında film izliyorsunuz… Gün oldu Yılmaz Güney’in “Yol” filmini ağlayarak, kimi zaman “Kuş Kafesi” gibi filmleri kahkahalarla izledik.

Sonrasında Alanya’da sinema salonları açılmaya başlayınca bu konudaki misyonumuzu tamamladığımızı düşünüp 2001 yılından sonra belgesel filme yönelik festival çalışmalarına başladık.

Festivale başlama sürecinde kimlerle çalıştınız?

Bizler bu yola çıkmaya karar verdiğimizden itibaren BSB (Belgesel Sinemacılar Birliği) yönetim kurulu her daim yanımızda, destekçimiz ve yol göstericimiz oldu. Bunun yanında elbetteki Alanya Belediyesi ve yine Alanya Ticaret Odası desteklerini hiçbir zaman esirgemediler. İlk günden beri yanımızda yer alan, bizleri destekleyen Novum Touristik, bu sene destekleri ile yanımızda olan Aska Otelleri, Titan Otel Grup, Özel Hamdullah Emin Paşa Koleji ve önceki yıllara dair adını sayabileceğim birçok şahıs ve firmaya sizin aracılığınızla yürekten teşekkür etmek istiyorum…

Neden sinema değil de, belgesel film ile ilgili bir festival yapma ihtiyacı hissettiniz?

Sinematek Derneği olarak belgeseli çok önemsiyoruz. Toplum olarak gazete, kitap okuma alışkanlıklarımızı yitirmeye başladık. Bunun da merak etme, araştırma duygularımızı körelmesine neden olduğunu üzülerek gözlemliyoruz. Sonuçta toplumsal hafızamızda ciddi boşluklar oluşmaya başladı ki bu geçmişe sahip çıkabilmek adına çok tehlikeli bir gelişme… Bu anlamda belgesel sinemanın yaşanan gerçekleri gelecek nesillere taşımak ve hatırlatmak adına önemli bir görevi üstlendiğine inanıyoruz. Fakat maalesef belgesel sinemayı sadece hayvanlar alemi ile ilgili kayıtlardan ibaret sanan bir toplumumuz var. Mevcut bilinci değiştirmek ve bu misyonu yerine getirebilmek için elimizden geldiğince belgesel sinemayı toplumun gündeminde tutmayı amaçladık. Belgesel Film Festivali de bizi amacımıza ulaştıracak en güzel yollardan biriydi.

Festivale başlamanızdan bugüne kadar neler değişti izleyicide?

Bugün 9. yılını kutladığımız festivalimizde bir şeyleri değiştirdiğimizi net olarak gözlemleyebiliyoruz, Alanya’da ciddi bir belgesel film izleyicisi oluşmaya başladı… Artık “Biz ilkokuldayken öğretmenimiz bizleri sınıfça belgesel izlemeye sizin festivalinize getirirdi” diyen gençlerle tanışıyoruz ve bu durum bizim görevimizi başarıyla gerçekleştirdiğimizi gösteriyor.

Festivalin içeriği nasıl bir programdan oluşuyor?

Bu sene de diğer yıllarda olduğu gibi Ulusal ve Uluslararası birçok yönetmenin belgesel filmini ağırlıyoruz… 20’si kadın yönetmenin olmak üzere toplam 44 film festivalimizde yer alıyor… Önceki yıllarda olduğu gibi bu sene de Türk yönetmenlerimizin bir kısmı ile festival süresince Alanya’da beraberiz. Bu yönetmenlerimiz film gösterimlerinin ardından seyircilerin film ile ilgili ya da belgesel sinemaya dair sorularına cevap verecekler.

Önümüzdeki senelerde festivalinize yurtdışındaki yönetmenleri de konuk etmek istiyor musunuz?

Önümüzdeki sene 10. yılımızı kutlayacak olmak bizi çok heyecanlandırıyor. Ağırlıkta bayanlardan oluşan bir yönetim olduğumuz için festivale evlâdımız gözüyle bakıyoruz. Ve bu çocuğun 10. yaşına girebiliyor olması, emeklerimizin karşılığını görebiliyor olmak bizleri çok onurlandırıyor. Bu anlamda daha geniş donanımlı bir program hazırlayacağız. Yurt dışından da film seçkimizde yer alacak olan yönetmenleri festival süresince ağırlamak, belgesel sinema hakkında konferanslar vermek, atölye çalışmaları gerçekleştirmek arzusundayız. Elbetteki bu arzumuzun gerçekleşebilmesi için sponsorlarımızın desteği çok önemli. Önümüzdeki günlerde 10. yıl için çalışmalarımız başlayacak. Festivali uluslararası boyuta taşımamızın kültürel ve tanıtım anlamında Alanya’ya çok değer katacağına inanıyoruz.

Röportajımızı burada sonlandırıyoruz, verdiğiniz yanıtlar için çok teşekkür ederiz…

Ben teşekkür ederim…

(08 Haziran 2010)

İlayda Vurdum

www.ucansupurge.org’da yayınlanmıştır. (03 Haziran 2010)

Sinema-TV Yıldızlarımızı Sarıp Sarmalayan “Alaturka Menajer” Terörü

“Sayın Ali Murat Güven, İstanbul – Türkiye,
Çalıştığınız gazete adına özel bir söyleşi yapmak istediğiniz aktör
Robert De Niro, halen Londra’daki bir sette yeni filminin çekimleriyle uğraşmaktadır ve önümüzdeki dört aylık çalışma programı bütünüyle doludur. Fakat, bu süre geçtikten sonra görüşme talebinizi yenilerseniz, başvurunuz tarafımızdan tekrar değerlendirilecektir. En iyi dileklerimle… – Bryan Lourd / Robert De Niro adına / Basın ve Halkla İlişkiler Sorumlusu”

Yukarıdaki mesajı, 2007 yılında, ABD’nin en büyük ve de popüler sanatçı ajansı olarak bilinen Creative Artist Agency’den, kendisiyle Yeni Şafak adına özel bir röportaj yapmak için yıllardır yanıp tutuştuğum Robert De Niro’nun efsanevî menajeri Bryan Lourd’dan almıştım. Hâlâ da e-posta arşivimde saklarım bu belgeyi…

De Niro’yu sizlere uzun uzadıya anlatmaya zaten gerek yok; fakat o Brian Lourd ki yalnızca anılan sanatçı değil, Hollywood’u Hollywood yapan kadın-erkek her kim varsa mutlaka portföyünde bulunan, yeryüzünün tartışmasız en ünlü (aynı zamanda da en pahalı!) menajeri… Bunun da ötesinde, kadrosunda görev yaptığı CAA’nın yönetici ve ortaklarından biri… Şöyle bir bakalım, müşterileri arasında kimler varmış bu karizmatik yıldız avcısının:

George Clooney, Brad Pitt, Robin Williams, Arnold Schwarzenegger, David Duchovny, Helen Hunt, Oprah Winfrey, Tom Cruise, Sean Penn, Madonna, Naomi Watts, Natalie Portman, Penelope Cruz, Jimmy Fallon, Matthew McConaughey, Krystle Luther, Taraji P. Henson, Peter Jöback…

Evet; bana, yani ABD’nin ellide biri büyüklüğündeki bir doğu ülkesinden “Robert De Niro ile görüşmek istiyorum” diye mesaj gönderen bir sinema yazarına bu cevabı, yukarıdaki türden müşterilere sahip olan bir adam gönderdi. Bunu yaparken de “Kim sallar Türkiye’yi” falan demedi. Ki benzer içerikteki somut ve nazik cevapları daha başka Amerikalı-Avrupalı sanatçıların menajerlerinden de almışlığım vardır. Emin olunuz, işi biraz sıksaydım, olayın iyice peşine düşseydim, o dönemlerde hem yönettiği hem de yan rollerinden birini üstlendiği “İyi Çoban” (The Good Shepherd) filmini çeken De Niro’yla mutlaka görüşür, görüşürken de eline bir Yeni Şafak tutuştururdum. Fakat, görüşmemizin bir kaç ay sonraya kalması tez canlı bir adam olarak hevesimi kırdı, ben de bu sevdadan vazgeçtim.

Şimdi, sizlere bu hikâyeyi neden anlatmış bulunuyorum?

Meslekte yeterince kaşarlanmış bir gazeteci ve sinema yazarı olarak, Türkiye’de sinema, televizyon ve sahne yıldızlarıyla medya arasındaki köprüleri kurma (!) görevini üstlenen “menajerlik müessesesi”nin uzun yıllardır nasıl da keyfî ve laçka bir düzen içinde ilerlediğini gayet iyi bilirim. Fakat, mayıs ayının başlarından bu yana Cine5 kanalında hazırlayıp sunmakta olduğum “Sinema Meclisi” programının konuk davet etme süreci, söz konusu iş alanının ülkemizde ne denli döküntü bir görünüme sahip olduğunu biraz daha yakından müşahade etmemi sağlarken, bana da şimdiye kadar yaşadıklarıma rahmet okutan yepyeni deneyimler kazandırdı.

İnanılmaz tutum ve davranışlara sahip “publicity” uzmanlarıyla (!) dolu bu piyasa… Cep telefonlarını açmayan, açsa da sekreterine açtıran, bir biçimde kendilerine ulaştığınızda ise sizinle gayet yüzeysel ve laubali konuşmalar yapan, “Ben sizi arayıp bilgi vereceğim” dediğinde bir daha asla geri dönmeyen, e-postalarına cevap verme alışkanlığı kazanamamış, sanatçısını medya mensupları ve hayranlarıyla buluşturmaya değil “buluşturmamaya” yeminli tipler ortalıklarda son derece pişkin tavırlarla “Ben menajerim” diye dolanıp durmaktalar…

Çok net söylüyorum; bu kişilerin ne iş ahlâkı, ne de aslî hedefe ulaşma noktasında batı tipi bir menajerlik mantığıyla uzaktan yakından hiç bir ilgileri/ilişkileri yok. Çünkü Amerikalı-Avrupalı bir menajer, kendisine bağlı bir müşteriyi radyoya, televizyona, yazılı basına ve dahi internete taşıyabildiği ölçüde işinde başarılı sayılır; piyasadaki saygınlığını da sergilediği performansla artırır. Bizim alaturka menajerler ise bunun tam tersine, sanatçılarını toplumdan ve medyadan gizledikleri ölçüde iş yapmış olduklarını sanıyorlar!

Hele de Yeşilçam’ın klasik dönem yıldızlarının önemli bir bölümüne “tulum” sistemiyle menajerlik yapan pek meşhur bir hanım şahsiyet var ki, onunla herhangi bir bağlantı kurmayı Allah düşmanımın başına vermesin!

Bir kere, kendisiyle bizzat görüşmeniz hemen hemen imkânsızdır. Açtığınız her telefona 20 yaşlarındaki sekreteri bakar! Bu ülkede neler olup bitiyor; televizyonda, radyoda, yazılı basında, internette yükselen değerler kimler, sanatçısını size gönderdiğinde elde edeceği artılar ve eksiler neler… Bütün bunlar umurunda bile değildir mâlûm kişinin. Ne medya ne de sinema dünyasından gerçek anlamda haberi olmadığı için, “sanatçı parlatma”yı topu topu bir “Beyaz Show”, bir “Seda Sayan”, bir de Okan Bayülgen’in -konuklarından 15 kat daha fazla konuştuğu, zaman zaman da onları alenen bozduğu- “Makine”li, “Kral”lı kuşluk vakti programlarına göndermek sanır. Kendisine mesaj attığım sabah Kanal D’de bir canlı yayına konuk olduğunu gördüğüm sinema aktristi bir müşterisinin “uzunca bir süredir İstanbul dışında olduğunu, aylarca da gelmeyeceğini, bu yüzden program konukluğu teklifimizi üzülerek reddettiğini” söyleyecek kadar da pervasız bir yalancıdır. Dahası, bir başka sinema editörü arkadaşımız, bu konuşmadan topu topu beş-altı gün sonra, aynı sanatçıyı teke tek yakaladığı bir telefon görüşmesinde onu kolayca iknâ ederek kendisiyle bir internet söyleşisi yapmıştır!

Sırf, gördüğümüz bu kaba-saba muameleler yüzünden, Cine5’de kendileri için 3 saat ekranda kalacakları özel “saygı bölümleri” yapmayı planladığımız bir çok kıdemli Yeşilçam yıldızını konuk etmekten vazgeçtik. Çünkü, Türk medyasının yıllardır ağzından iki cümle alabilmek için evinin kapısında nöbet tuttuğu Cem Yılmaz’ı toplam iki dakikalık dostça bir görüşme sonucunda yayına konuk edebiliyorken, en son filmlerini 20 yıl önce çekmiş emekli aktör ve aktristlere telefonda bir merhaba demeyi bile başaramıyoruz!

İçimi acıtan şey şu ki, menajerleri onları çatır çatır “harcarken”, bu sanatçıların büyük bir bölümünün ise durumdan haberleri bile olmuyor. Kendilerinin cep telefonlarına ulaşıp birebir görüşmeler yapmayı başarabilsem, hiç bir zaman vazgeçmediğim o tatlı dilim ve güler yüzümle muhataplarımın yüzde 99’unu programıma konuk edebileceğimden adım kadar eminim. Fakat, ne yazık ki çoğunlukla bu noktaya kadar ilerleyemiyor, iletişimi provoke eden “menajer terörü”nü aşamıyoruz.

Bir de bundan daha kötüsü var ki o da menajerliğini ailesinden kişilere yaptıran tamamen “eski moda” yıldızlar… Bu, bizim gibi iyi niyetli adamlar için tam anlamıyla felâket bir durum; çünkü böylesi taleplerimizde “çakma menajerler” olaya “Aman, ne gereği var şimdi televizyona falan çıkmanın, akrabam zaten yeterince tanınıyor, iyisi mi hiç üzülüp yorulmasın, paşa paşa evinde otursun” şeklinde baktığından dolayı, direkt “red” yiyoruz. Bu tür amca oğlu/dayı kızı tipler ne meslek ne de eğitim olarak PR işinden gelmedikleri için, ciddi bir telefonlaşma, yazışma, söylediği saatte geri dönüp bilgi verme gibi huyları da hiç yok; bütünüyle “Nuri’nin kardeşi Emin” ya da “Cüneyt’in oğlu Hakan” sistemi üzerinden ilerliyorlar.

Geçenlerde, her saniyesiyle kendisine adanmış özel bir program yapmayı nicedir hayâl ettiğimiz; bunun için de yıllarını Türk sinema tarihine vermiş iki değerli araştırmacı, “Yeşilçam Hatırası” adlı internet sitesinin kurucu-editörü Mesut Kara ve yine “Yeşilçam” adlı zengin içerikli bir başka sitenin kurucu-editörü Erhan Işık’la birlikte tam üç hafta boyunca peşinden koşturup durduğumuz kült bir aktörün yakınları bizleri tek kelimeyle kanser ettiler. En sonunda teslim bayrağını çektik ve bu sanatçıyla televizyonculuk tarihimize geçecek bir “tribute” bölümü yapma fikrimizi kesin olarak rafa kaldırdık.

Böylesine ilgisiz, sevgisiz ve hoyrat tavırların, o sanatçının bir posterini, bir lobi fotoğrafını, kamuoyunca az bilinen bir filmini gün ışığına çıkartabilmek için kendini helak eden bizim gibi sinema tarihi meraklılarını ne denli hırpaladığını izah etmeye gerek duymuyorum. Yalnızca şu çok iyi bilinsin ki kırılıyoruz, hem de çok kırılıyoruz.

Dünyadaki bütün “fan”ler gibi, Türk toplumunun da filmleriyle, televizyon dizileriyle, şarkılarıyla, kitaplarıyla kendilerine yıllar yılı unutulmaz anlar yaşatmış olan kültür-sanat insanlarıyla arada sırada çeşitli vesilelerle buluşup hâlleşme hakkı vardır. Bu tür kitlesel buluşmaların en sağlıklı yöntemi ise medya organlarıyla yapılan yazılı, sözlü ve görüntülü söyleşilerdir. İnsanlar, böylesi kalıcı kayıtlar sayesinde sevdikleri sanatçıların duygu dünyalarını daha bir yakından tanır, önceden hiç bilmedikleri bazı özelliklerini fark eder ve onları eskisinden çok daha fazla severler.

Halkın “sanatçıyı zirvelere taşımak”tan doğan bu hakkı rahatça kullanmasını sağlayabilmek için de medyayla o yıldızın arasına despot birer saray muhafızı gibi dikilmiş bulunan menajerlerin ne yapılıp edilip eğitilmesi, aralarından özellikle bazılarının -yukarıda dile getirdiğim döküntü davranışlarından vazgeçmelerini sağlamak üzere- en seri biçimde “evcilleştirilmeleri” gerekiyor.

Hiç debelenmeyin ve tafra yapmayın. Biz medya mensupları yoksak, siz de yoksunuz çünkü…
Tıpkı Âşık Veysel’in o güzelim türküsünde dediği gibi:

“Güzelliğin on para etmez / Şu bendeki aşk olmasa”

(07 Haziran 2010)

Ali Murat Güven
Yeni Şafak Gazetesi Sinema Editörü

alimuratg@yahoo.com