Ali Ulvi Uyanık tarafından yazılmış tüm yazılar

Bu Sansürle, Sinema Kanallarına Tamamıyla Elveda!

Sözün bittiği yere geldik (aslında çoktandır gelmiştik)! Çoğunluğun oylarıyla seçilmiş hükümet, sigara ve alkole savaş görüntüsü altında sanatı da sansürlüyor; sayısı zaten az olan sinema tutkunlarını hiçe sayıyor! Vatandaşın para ödeyerek satın aldığı tematik kanallara da, dünyanın en önemli sansür organizasyonlarından RTÜK’ün yasası altında sansür uygulatıyor!

Alkol yasaklarıyla birlikte sinema kanallarında film seyretmeye tamamıyla veda etmek durumundayız! Bu yasağın geleceğinin sinyallerini Başbakan 2010 yılında vermişti.

Aşağıda, “Sansürden asla kurtulamayacağız!” başlığı altında 2010 Temmuz’unda yayımlanan yazımdan o bölümü aktarıyorum.

“Eyvah! Başbakan alkole savaş açıyor!

Önce haber: “Sigarayla mücadelesi Dünya Sağlık Örgütü tarafından ödüllendiren Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, alkol yerine meyve önerdi. Erdoğan, sigaranın zararlarını anlatırken, ‘Bu işin sulusu da, kurusu da zarar… Bu alkol nereden elde ediliyor? Meyvelerden filan elde edilmiyor mu bunlar? Üzümden elde etmiyor musun, ediyorsun. Onları ye’ dedi”.

Neden eyvah? Çünkü Başbakan’ın sigaraya açtığı savaşta asıl kaybeden sinema sanatı oldu: RTÜK İmparatorluğu, yasa maddesine dayanarak yaşadığımız dünyanın bir gerçeği olan sigarayı sinema evreninden ‘sildi’. Böylece, ‘blurlama tekniği’, oyuncu performanslarının ve filmlerin ‘içine etti’/ediyor! Şimdi, aynı teknikle filmlerden bir de ‘alkol silinirse’, ‘tüy dikecek’!”

(24 Mayıs 2013)

Ali Ulvi Uyanık

ali.ulvi.uyanik@gmail.com

28 Ocak 2011 Haftası

“Tron Efsanesi”, deha düzeyindeki bilgisayar oyunları tasarımcısı babasının aniden kaybolmasından yirmi yıl sonra -bir şekilde- dijital dünyanın içine girerek, buradaki Sistem’i ele geçirmiş ve gerçek dünyaya sıçramaya hazırlanan ‘ana program’ ve ‘program’larla, bir ‘kullanıcı’ olarak mücadele eden genç adamın hikâyesi üzerine kurulu. Şüphe götürmez biçimde, şaşırtıcı: Sıfırdan yaratılmış bir bilgisayar sonsuzluğu içinde giderek büyüyen ve ayrıntılarla her saniye daha karışıklaşan program ağlarında, 3D teknolojisinin de katkısıyla zor bir serüven duygusu yaşamak durumundasınız. Güdümbilimsel, zor, fakat bu tür bir seyir zevkine başka bir filmde ulaşmanız henüz olası değil. Sanki kullandığınız bilgisayarın geometrisindeki karanlığın içinde, keskin ışıkların / renklerin rehberliğinde dolaştığınızı hissedeceksiniz. Ve unutmayın ki, zaman zaman ışık hızında akan dijital bir öykü olsa da, bir babayla oğlu arasındaki bağlılığın sınandığı bir duygusallık… Elektronik müziğin öncü ikilisi Daft Punk’ın, ruh halinizi bu dünyaya uyumlu hale getiren müzikleriyle filme en önemli katkıyı sağladığının altını da kalınca çiziyorum.

TRON (1982)

1982 yılı yapımı, Steven Lisberger’in senaryosunu yazıp yönettiği “TRON” Türkiye’de gösterime girmedi. 10 yıl sonra, Walt Disney Home Video’nun Türkiye temsilcisi AVT tarafından çıkarılan videosu raflarda yerini aldı. Aşağıdaki izlenimlerim, on beş günlük dergi Milliyet Sanat’ın 01 Mart 1992 tarihli sayısında “Videolardan Seçmeler” başlığı altında yayımlanmıştır. Günümüz bilgisayar animasyonu tekniklerinin hayal edilme aşamasında olduğu, ‘internet’ sözcüğünün bile henüz kullanılmaya başlanmadığı bir yılda çekilen film, belli ki beni çok etkilemiş.

Işığın değişik boyutlarda yol aldığı bilgisayar evreni içinde “Yıldız Savaşları”nı yaşamak… Yoğun bir bilinçaltı jimnastiğiyle zorlu bir yolculuğa çıkmak… Enerji dolu, soluk alıp veren bir bilgisayarın içinde “sanal mı yoksa gerçek mi” sorusunun yanıtını aramak… Genç bilgisayar programcılarıyla üst düzey yöneticinin savaşına katılmak… Gücü ve despotizmi simgeleyen Merkez Kontrol Programı (MKP) ile ‘asi’ Tron Programı’nın ‘mikro devreler’ içinde müthiş ivme kazanan mücadelelerini izlemek… Animasyon tekniklerinin kompüter egemenliğinde nasıl kusursuzluğa ulaştığına ve çizgilerin düz, simetrik, soğuk dünyasında bile ‘ruh’ların nasıl var olabildiklerine tanık olmak… Şaşkınlık ve kıskançlıkla karışık bir hayranlıkla ‘mükemmel olmak’ın gerçek karşılığını yakalamak… Oscar adayı ‘kostüm tasarımı’ ve ‘ses’in ayrıntılarına kafa yormak… Sinemada çok ama çok az rastlayabileceğimiz bir teknoloji yoğun filmin duygusal açılımlarında gezinmek… Evet, evde bir film izlemek için geçerli nedenleri ve Jeff Bridges, Bruce Boxleitner, David Warner, Cindy Morgan’dan oluşan ‘kompüterize’ kadrosuyla kaçırılmaz.

“Biutiful”, adaletten yoksun, sefil, acı insan yaşamlarının ortasında, var olması bile kocaman bir problem olan eski karısı, iki küçük çocuğu, kan işemeye başladığı safhada artık baş edemediği prostat kanseri ile ölüme giderken geride bıraktıkları için plânlar yapan, üstelik medyum yetenekleri olduğu için kalbi fazlasıyla kavrulan, 6,932 milyar kişiden bir adamın şu berbat dünyadaki son günleri. Javier Bardem adındaki oyuncunun, seyirciye aktardıklarından daha fazla, kendi kariyeriyle ilgili yaşadığı, ‘karakterin gerçekliği’ noktasındaki tuhaf deneyimi… Iñárritu, insan derilerine monte edilmişçesine anları yakalayan kamera çalışmasıyla mutsuz olmak için epey neden yüklüyor. Pesimistler, ruhları daha da ‘batmış’ şekilde çıkacak filmden.
Uzun eleştiri için tıklayınız.

(27 Ocak 2011)

Ali Ulvi Uyanık

ali.ulvi.uyanik@gmail.com

21 Ocak 2011 Haftası

“Çölde Kutup Ayısı”, romanının yayımlanması için sancılar çeken, bir de ‘kazayla baba’ adayı olma sorumluluğu altında ezilen genç yazar Gunther’in, 13 yaşındaki günlerini, devlet korumasına alınana dek geçen sefil yaşamını anımsaması üzerine kurulu. Flaman alt sınıfının en aylak, en iğrenç üyelerini oluşturan üç amcası, alkolik babası ve tuvaleti dışarıda ev ile bu ‘koca çocukları’ çekip çevirmeye çalışan büyükannesiyle yaşadığı, ‘kazurat’, alkol, tütün kokulu fakat tüm bu pisliğin altında karşılıksız sevginin parıldadığı tuhaf anılar bunlar. Zor bir uyarlama. Tavizsiz biçimde gerçekçi, yürek atışlarını hissettiğiniz bir anlatı, doğal akışa uyan kamera kullanımıyla, sisteme uyumlu -arınık, ancak ruhsuz- bireylerin tam tersi karakterlerini yaşanır kılıyor. Acı yaşamların, küçük sevinçlere tutunduğu insan öyküleri: Bir Roy Orbison konserini, kendilerininki haczedildiği için İranlı komşularının televizyonundan izleyerek çocukça şımarmaları gibi.

“Büyük Sır”da, 1930’ların Tennessee kırsalında kırk yıldır münzevi bir yaşam süren adamın, ‘işlerin kesat’ gittiği cenaze evine gelip, kasaba halkının katılımıyla ‘ölmeden ölüm töreni’ni yapmak istemesi, ilk başta zekice gelişecek bir mizahın ipucu gibi görünse de, ilerledikçe, seyirci üzerinde etkili olamayacak bir sır etrafında gelişen yavan bir öyküye dönüşüyor. Hikâyedeki boşlukların yanı sıra, asıl sorun, büyük oyunculara (Oscar ödüllü Robert Duvall, Oscarlı Sissy Spacek, Oscar adayı Bill Murray…) küçük gelen bir film olması. Televizyonda izlemek için ideal ama…

“Ağaç”, dört çocuklu genç anne – babadan kurulu, kent dışındaki ve kökleri su bulabilmek için uzaklara doğru ilerleyen bir ağacın kenarındaki portatif evlerinde yaşayan aile fertlerinin, kalp krizi sonucu babayı kaybetmeleri sonrası içine düştükleri duygusal boşluğun içinde birbirlerine tutunma çabalarını öykülüyor. Bu Avustralya’dan gelen film, ağaç metaforunu kullanarak, anne ve her bir çocuk için farklı tonlar içeren ‘ölümü kabûllenememe ve fakat giderek de doğal döngüye dönüş’ sürecini yumuşak bir üslûpla aktarırken, aileyi bir arada tutmanın değerini anımsatıyor. Gereksiz yere coşup çarpıcı anlar yaratmak iddiasında olmayan ve genel olarak sakin akan, teknik düzeyi yüksek bir çalışma.

(20 Ocak 2011)

Ali Ulvi Uyanık

ali.ulvi.uyanik@gmail.com

14 Ocak 2011 Haftası

“Tehlikeli Aşk”ta, Bollywood, çok güzel kızla nefes kesici derecede yakışıklı erkeğin, gerçek dünyaya taban tabana zıt ve inanılmaz ‘plâstik’ estetiğe sahip ‘acıklı aşk hikâyesi’ni, Las Vegas, Los Angeles, New Mexico’dan sunuyor: Tuhaf derecede sürrealite! Eleştirmenin anlamı var mı? Tanrı, bizleri 128 dakikalık sürümünden korudu (bu 90 dakika)!

“Megazekâ”, ‘dünyayı kurtarma günleri’nin yakışıklısı süper kahramanın, aslında, ‘kötü’ diye tanımlanan dehanın ‘olmazsa olmaz’ı olduğuna, meseleye ‘diğer taraf’tan bakarak işaret ediyor. İşaret etmekle kalmayıp, doğrunun ne olduğuna bambaşka açılardan yaklaşarak, buruk ve buruk olduğu kadar neşeli bir ‘süper zeki adam’ portresi yaratıyor. Eğer çocuklar illâ bir ders alacaklarsa, hayatın siyah ya da beyaz değil rengârenk ve farklı olanı sevmenin de önemli olduğunu öğrenecekler.

“Kâğıt”, insanlara hizmet etmek yerine onların yaşamlarını çevreleriyle birlikte mahveden ‘ceberut devlet’in en önemli organı olan bürokrasiyi, insanlığın aydınlanması ve özgürlüğü yolundaki en önemli buluşlardan biri olan ince – kuru yaprakların kötücül amaçlarla kullanılmasıyla simgeleyen hikâyesini farklı stilde anlatmayı deniyor… Ancak sinemamızın ezeli zaafı olan, kaba hatlı, kıvrımsız, düz ve ‘kendi içinde estetik’ barındırmayan metnin kurbanı oluyor. ‘Mesajlarını gözümüze sokuyor’; soktukça da etkisini yitiriyor… Sonunda da bir derse dönüşüyor! Biz seyirciler ‘gayet iyi anlayıp’ tam puanla sınıfı geçiyoruz da, geriye sinema adına belleğimizde ve yüreğimizde ne kalmış oluyor, bilemiyoruz. Yine de desteklenmesi gerekli bir film. Hele ki, RTÜK İmparatorluğu gibi kurumlarla sansürü devam ettiren ‘haşmetli devlet’, silâh gibi kullandığı kâğıtlarını şimdilerde başka hedeflere fırlatıyorken…

“Cadılar Zamanı”, Ortadoğu’ya yapılan Hıristiyan Seferleri’nde (14. yüzyılın ilk yarısı), kadınların ve çocukların da öldürülmeye başlanması üzerine ‘yüreklerindeki şeytan’dan rahatsız olup savaşmayı bırakan iki şövalyenin, sonradan ‘mecburen’ üstlendikleri bir görevde ‘gerçek şeytan’la karşılaşarak kefaretlerini ödemeleri çizgisinde gelişen fantastik serüven. Orta Çağ’ın, veba salgınının, kilise egemenliğinin ‘karanlığı’ ile gotik korkuyu başarıyla birleştiren, set tasarımları, müziği ve özellikle ışık kullanımında şaşırtıp büyüleyen görüntüleriyle, perdeye mıknatıs gibi çekiyor (Osmanlı döneminde ‘kabak ışık’ kullanan görüntü yönetmenleri özellikle izlemeli).

“Benim Adım Aşk”, Milano’da yaşayan kent soylu zengin ailenin üç çocuklu gelini Rus asıllı kadının, oğlunun aşçı arkadaşıyla sürüklendiği tutkulu cinsel serüvendeki ‘açığa çıkma’ anını ve ardından gelecek trajik olayı bekleyen seyirciyi, biçimsel ustalıkları da kullanarak, tam iki saat hikâyeye ‘yapıştırıyor’. Sinemayı sanat yapan bu tabii ki: Binlerce kez işlenmiş öyküyü, değişik – riskli bir gramer belirleyerek tazelemek! Bu film, tepeden tırnağa sanat eseri!

”Aşk Sarhoşu”, yeryüzündeki insan sayısı kadar tanımı olan ‘aşk’ın en zorlarından, en imkânsız gibi görünen hallerinden birini öykülüyor. Yaşamındaki ‘mümkün olmayanlar’ listesinin ilk sırasında ‘birine duygusal bağlılık’ gelen ressam kız ile ‘cinsel performanslarını paraya tahvil etse çok zengin olacak’ ilâç prezantasyon temsilcisi ‘şeytan tüylü’ genç adam arasında oluşan kuvvetli cinsel ilişkinin sonradan dönüştüğü aşk! Herkesin birbiriyle acımasızca savaştığı ‘rekabet muharebeleri’nin tam ortasında, sinsi bir hastalığın pençeleri içinde, gelecekte fiziki – ruhsal kötü günlerin yaşanacağı bilindiği halde, aşk, nasıl olup da, sistemin, toplumsal afyonların, bireysel uyuşturucuların üzerine çıkıp, bu kadınla erkeği sımsıkı bağlayabildi? Büyük ve değerli filmlerin yapımcı – yönetmen – yazarı Edward Zwick (1952 doğumlu), kalplerine sızarak harika performanslar elde ettiği iki oyuncusuyla birlikte, duygusal sömürülere prim vermeden ve mizahın gücünü akıllıca kullanarak bu sorunun yanıtını aramış… Genç karakterlerle, olgun seyircilerin daha kolay duygudaşlık kuracaklarını sanıyorum.

(12 Ocak 2011)

Ali Ulvi Uyanık

ali.ulvi.uyanik@gmail.com

07 Ocak 2011 Haftası

“Güzel Bir Hayat Düşlerken”, 1991’de, ‘parçalanmaya başlamış’ Yugoslavya’nın Hersek’teki köyünde, yıllar önce ‘parçalanmış bir aile’nin diplere itilmiş saflık ve sevgiyi yeniden canlandırmasını, insan olduğumuzu ‘fena, hem de çok fena hissettirerek’ öykülüyor. Sapasağlam bir hikâye… Duygusal dalgalanmalar ve tonların yüreğinizi ele geçirdiği bir anlatım stili… Doğal oyunculuğun en iyi örnekleri… Yeni yılın ilk mükemmel filmi.

“Eyyvah Eyvah 2”, İstanbul’da bulduğu kayıp babası ve bu arayışında ona yardımcı olan ’harbi şarkıcı abla’, frapan Firuzan ile Çanakkale – Geyikli’ye dönen açıkgöz -fakat hemşire Müjgan’a ilanıaşkta mahcup- klarnetçi Hüseyin’in yeni sakarlıkları / serüvenleri… Yine ‘içimizden’ ve yine insanımıza özgü mizahtan üretilmiş bir eğlence. İddiasız, güldürmeye dönük, seyirciye vaat ettiklerini yerine getiren, aksaksız sayılabilecek bir çalışma. Zaten tekdüze bir hikâye olduğundan, öyle unutulmaz komedi anları yaratabilecek iniş – çıkışlar, iç içe geçmiş hareketler falan beklemeyiniz. Gidiniz, neşeleniniz, mutlu olunuz.

(05 Ocak 2010)

Ali Ulvi Uyanık

ali.ulvi.uyanik@gmail.com

31 Aralık 2010 Haftası

“Hayde Bre” adlı ‘samimi film’, tüm fazlalıklarına ve tartım sorunlarına rağmen belleğime üç not düştü: Bir; çok doğru: “Kendini ait hissettiğin yer evindir.” İki; çocuklarıyla yaşam savaşı veren bir anne, gerçekten de, ‘her anlamda’ azami dayanıklı müstesna bir varlıktır. Üç; Nilüfer Açıkalın, bu rolünü (Saadet) tamamıyla ‘giyinmiş’ ve mükemmel oynamıştır.

“Gulliver’in Gezileri”, İrlandalı yazar Jonathan Swift’in (1667 – 1745), hem kurumları, hem de insan açgözlülüğünü eleştiren, dört bölümden oluşan, dünyanın da temel 100 eseri arasında bulunan kitabının ruhunu, günümüz rekabet sisteminde saflığını koruyup aşka inanan komik başkarakterini Bermuda Şeytan Üçgeni içinde bir yolculukla cüceler dünyasına götürerek aynen aktarıyor. Ancak, stil olarak günümüz popüler güldürü anlayışını, Jack Black’in canlandırdığı, anti – yakışıklı, kaba ve sevimli adam sentezi karakterle çılgın uçlara çekiyor. Yarattığı masalımsı dünya ise mükemmel… “Shark Tale” ve “Monsters vs Aliens” gibi önemli animasyonlara da imza atan yönetmen Rob Letterman, mekânları, arka plânları, nesneleri, figürleri en zenginleştirilmiş şekilde tasarlayıp orantılayarak çerçeveye yerleştirmiş ve katıksız bir görsel kalitede sunmuş. Ve 3D ile de boyutlandırıp, seyircinin sinemasal doygunluğunu üst seviyelere çıkarmış. Memnun kalmamanız için bir neden yok.
Uzun eleştiri için tıklayınız.

“Çapkın”, duygularından arınmış biçimde zengin kadınlara tutunan ve cinsel cazibesi / gücü sayesinde para emerek sistemin içinde var olma savaşı veren genç adamın, ‘kendisinin kadın karşılığı’ bir kıza tutulması ile ‘tuzla buz’ olmasını, “Young Adam” ve “Asylum”la tanıdığımız yaman İngiliz David Mackenzie, hikâyenin gereklerini yerine getirerek tam anlatmış. Sinemanın gördüğü jigololar içinde, Richard Gere’dan (“American Gigolo” / 1980) sonra, günahlarıyla parlayan kent L. A.’de ‘iş tutan’ ve finalde ‘aşkını gömüp ruhunu satmayan’ genç jigolo rolünde Ashton Kutcher da özel bir yere sahip artık.

“Aslı Gibidir”, orta yaşlı İngiliz yazar ile onu İtalya, Toscana’da gezdiren sanat galerisi sahibesi Fransız kadının bir günlük hikâyesi. Gün ilerledikçe ve diyaloglar da evlilik, evlât sahibi olma, çatışmalar, bencillik, karşılıksız – yıpratıcı duygular gibi konulara açıldıkça bir karı – koca ilişkisinin ciddi ruh haline girmelerini anlatıp, seyirciyi de bu imgelemle gerçek arasındaki katmanlı yapının içine çekiyor: Yoksa sahiden karı kocalar mı? Gerçek çift olmasalar da ‘aslı gibiler’! İlk sahnelerdeki sürekli konuşmalarla zorlanma ihtimaliniz olsa da, giderek yükselen ‘gerilim’ ve ‘çok canlı’ kamera çalışmasının etkisinde, kendi hayatınızın içinde buluyorsunuz kendinizi. Sonuç: Bittiğinde, bir ustanın eserini izlediğinizi tam olarak hissettiğiniz filmlerden.

(28 Aralık 2010)

Ali Ulvi Uyanık

ali.ulvi.uyanik

10 Aralık 2010 Haftası

“Turist”, ideal kadın formu Jolie ile rüyalara uçuran erkek Depp’in, çiftler için ‘seksapel bir kent’ olan ve duyuları aşan Venedik’te, ölümcül tehlikenin ortasında kalıp ‘tutkulu aşkın -neredeyse- kitabını yazdıkları’, hafif film. Hafifliği kim umurunda? Bir süreliğine ve bu şekilde perdeden içeriye kaçmak çekici yahu!

“Narnia Günlükleri: Şafak Yıldızı’nın Yolculuğu”, serinin başkahramanları olan dört kardeşten -ergenlik çağına girmiş olan- ikisinin, huysuz küçük kuzenle Narnia’ya dönüp katıksız bir deniz serüvenine atılmaları: Yeni bir ‘kendini tanıma, dışarıdakinden önce içindeki karanlığı yok etme ve cesaretini sınama hikâyesi’ daha! Düş gücünün sınırsız etki alanında, tehlike ve bu film hayli büyümüş. Üç boyut ve daha akıcı bir öyküleme ile dijital sanatçılar yeni meydan okumalara girişmişler. Dev deniz canavarının, gemi ile içindekilere saldırdığı uzunca bölümdeki komplike tekniğe özellikle dikkat!

(09 Aralık 2010)

Ali Ulvi Uyanık

ali.ulvi.uyanik@gmail.com

03 Aralık 2010 Haftası

“Memlekette Demokrasi Var”, 1960 yılındaki darbe ve sonrasında da indirilmiş başbakanın idamı sürecinde, ‘fikirlerini savunmasa da Menderes’i idamdan kurtarma operasyonu’na karar vererek ‘demokrasi’yi sadece lâfla savunmadığını ispata girişen Yassıada’nın karşısındaki köyün ‘deli’si / muhtar adayı ile çevresindekilere dair hikâyenin , ‘beylik Yeşilçam filmi’ gibi anlatıldığı komedi – dram. İşte tam da bu nedenle, ilgi çekici bir çıkış ve eksantrik tiplemeler yakalamasına karşın “kör kör parmağım gözüne” mesaj kaygısıyla acemilikler tuzağına düşüp heba olmuş bir çalışma. Oldukça rahat izlense de hani, geriye değerli bir şey kalmıyor. Kendi adıma, Mustafa Kuşçu’nun görüntü çalışmasının altını çiziyorum sadece.

“Av Mevsimi”, “Amerikan Sineması’nın polisiye türü” başlığı altında izlediğimiz yüzlerce örnekten ögeleri damıtıp, bizim topraklarımız, insanlarımız, erk – şiddet mekanizmalarımızla sentezleyen ve sinemada yapabileceklerinin sınırlarını gayet iyi bildiği için ayakları yere sağlam basan çalışmalara imza atan zeki bir yazar / yönetmenin Cem Yılmaz’a rol çaldırarak gerçekleştirdiği, sıkılmadan tüketebileceğiniz film.
Uzun eleştiri için tıklayınız.

(01 Aralık 2010)

Ali Ulvi Uyanık

ali.ulvi.uyanik@gmail.com

26 Kasım 2010 Haftası

“Yine mi Sen?”, hayatımızın bir bölümünde bize cehennemi yaşatan kişiyle ileride tekrar karşılaştığımızda ağzımızdan çıkan ilk sözcüklerdir. Tipik Amerikan ailesine gelin adayı olarak nüfuz etmeye başlamış çekici genç kadına, lise yıllarında yaşamı zindan ettiği evin kızının gösterdiği tepki gibi! Her ülkeden insanın yakın bulabileceği bu ‘çıkış noktası’nı yakalayan güldürü, bir araya geldiklerinde ‘havai fişek patlamaları gibi’ komedi anları yakalayan oyuncuların cazibeleri ile sulu meyvesine ulaşmak için iştahla yaladığınız şekere benzer diyalogları / mizansenleri birleştiren bir keyif olarak tanımlanabilir.

“Git Başımdan!”ın, ‘fiziksel, ruhsal, mesleksel olarak zıt iki adam ile birinin sevip diğerinin nefret ettiği köpeğin, ABD’yi bir uçtan diğerine otomobille geçmek zorunda kalması’ şeklindeki hikâyesi, komedide ‘delice uçup arsızca coşan’ yönetmen Todd Phillips’in iştahını iyice kabartıp, kahkaha attırmaya endeksli bir işe imza atmasını sağlamış. Benzer yol macerası “Planes, Trains & Automobiles”deki (1987) Steve Martin – John Candy ikilisinde olduğu gibi, Robert Downey Jr. – Zach Galifianakis’de de, gergin olanın başına her tür belanın geldiği ve kaygısız gibi görünenin de(aynı zamanda tombul olanın) duygusal yalnızlığının hüznünü sakladığı bir tuhaf arkadaşlık öyküsü! İç mantığına kolayca ihanet edip sınır tanımazlıkta köpürdükçe köpüren, bir yönüyle de, ‘yolda kendini ve yanındakini tanıma öyküsü’ olan “Due Date”, izlerken müthiş zevk veriyor. Ama sadece o kadar!

“Biri Beni Isırdı”, daimi bunalımlı ve liseli ergenlik dönemi kızının, ‘kırılgan’ beyaz vampir çocuk ile ‘agresif’ esmer kurt oğlan arasında ne istediğini bilemez halde gidip geldiği, bu soğuk – sıcak delikanlılarla da kızları hedefleyen bir ticari fenomene dönüşen “Alacakaranlık”ın anlamsızlığıyla yaman biçimde dalga geçiyor. Her üç oyuncu da, asıl filmde rol alabilecek yeteneklere ve fiziksel özelliklere sahipler. Bu film, öncelikle bunu ispatlıyor. Yani “Twilight” serisi, “Biri Beni Isırdı”nın iki erkek oyuncusuyla başlasa, dünyanın her köşesinden ‘her yaştan genç kız’ şimdi onlara tapıyor olacaktı. Dolayısıyla, ünlü film ve kişileri alabildiğine tiye alan filmler zincirinde, içine ne bulunduysa doldurulmuş bir çorba değil, parodinin özelliklerini başarıyla uygulayan bir örnek olarak sivriliyor.

(26 Kasım 2010)

Ali Ulvi Uyanık

ali.ulvi.uyanik@gmail.com

29 Ekim 2010 Haftası

“Son Ayin”, “Race with the Devil” (1975) ile akraba olan bir film. Amerika’nın, modern düşünce sistemlerine direnen fanatik ‘derinliklerinde’, Tanrı’ya inanan çoğunluğun içinde yuvalanan Şeytan’a (ve iblislerine) tapanlara dair, seyircinin, kendi inancı ve durduğu yere göre iki farklı şekilde de ‘görebileceği / yorumlayabileceği’ bir korku öyküsü. Yine el kamerasıyla, gerçekliğin idrak edilebileceği şekilde çekilmiş. Tema etkili mi? Evet! Korkar mısınız? Bilmiyorum!

“Sihirbaz”, 1959 yılında, varyetelerin rock gruplarına yerlerini bıraktığı dönemde, yalnız bir Fransız illüzyonistin, önce İskoçya kıyılarının küçük kasabalarında, sonra yanına takılan genç kızla Edinburgh’da mesleğine devam etmek istemesini, ancak değişen dünyanın sert gerçekleri sonunda yeniden işsizliğine ve üşütücü tek başınalığına dönmesini, muhteşem komedyen Tati’nin (1907 – 1982) kızına yazdığı bir mektuptan yola çıkarak öykülüyor. Canlandırmada çizgilerin gücünün, bir hikâyeyi nasıl salt görüntülerle anlatabileceğini ve bir kentin, bir mekânın, bir karakterin animasyon dünyasından içeriye alındığında, nasıl hem kendine özgü, hem de stilistik bir dokuya kavuşabileceğinin değerli örneklerinden. Pastel bir güzellik… Şefkatin tanımı. Bir film, izleyenin, çoğu kez ‘dondurucuda saklanan’ insani duygularını ancak bu denli başarıyla ısıtabilir.

“Nefes Nefese”, ABD sınırına yakın, dünyanın en tehlikeli kenti Juarez’deki yer altı dünyasında, ölümüne çok az kalmış küçük kızı için yasadışı organ nakli peşinde koşan Amerikalı savcının -bu suç dünyası içinde- hızlanan kalp atışlarını izleyene aynen yansıttığı gerilim. Vicdanının adalet talep eden sesi ile kızının umutsuzca almaya çalıştığı nefes arasında kalan adamın çarpıcı kararına giden süreçte, her unsuruyla başarılı bir dram. Meselesini, hikâyesinin ayrıntılarıyla sağlamlaştıran bir film!
Uzun eleştiri için tıklayınız.

30 Ekim 2010

Ali Ulvi Uyanık

ali.ulvi.uyanik@gmail.com

22 Ekim 2010 Haftası

“Sosyal Ağ”ın, salt, başlangıcı 2003 – 04 olan sosyal görüngü, şu an dünyanın en kalabalık üçüncü ülkesi olan Facebook’un kısa yaşamı üzerine olduğunu düşünürseniz yanılırsınız. Bu film, yaradılıştan bu yana tüm bir insanlık tarihini belirleyen, hırs, azim, dayanışma, kıskançlık, ihanet, çatışma gibi, öykü anlatma sanatlarının temalarından bir kısmını içeriyor. Ve öyküyü de, popüler sosyalleşme ağı Facebook’a insanların kurgulayıp yükledikleri ‘gerçekler’ gibi, karakterlerin bakış açılarından üç farklı ‘gerçek’le sunuyor. Nabzı kavramış, mükemmel bir ritimle tabii… Siyahla beyaz arasındaki tonlarda ilerleyen, sinema talebelerine ders olarak okutulması gereken bir senaryo; bu çok yakın geçmişe, oyuncularla birlikte keskin bir ‘dönüş yapmış’ yönetmenlik! Bu yılın en iyilerinden.
Uzun eleştiri için tıklayınız.

“Son Savaşçı”, M. S. 117’de İngiltere’de yayılmaya çalışan Romalıları gerilla taktikleriyle engelleyen Pict halkının hâkimiyetindeki bölgede sıkışan Komutan Quintus Dias ve bir grup askerin kurtulma yolculuğunun hikâyesi: Sert, vahşi, şiddetli, kirli, karanlık, çarpıcı… Yayılmacılığın ve çirkin politikaların bedellerini herkesin, hem işgâle uğrayıp her şeylerini kaybedenlerin hem de işgâl edenlerin ödediği, insanoğlunun güç gösterisini lânetleyen bir dram. Yüksek bütçeli filmlerin ‘plâstik’ gösterilerinden uzak, çıplak vücuda saplanan çeliği iyice hissettirip, et parçalarının dokusunu ve kanın kokusunu algılatan bir gerçeklik! Bir İngiliz yapımı!

“Paranormal Activity 2” ile ilgili, Paramount Pictures’ın gizlilik politikasına bağlı kalarak, sadece fena halde tırstığımı söylemekle yetineceğim. İpucu 1: İlk filmle direkt bağlantılı. İpucu 2: Jenerik izleyenler, film bittikten sonra kararmış perdeye bakarak bir dakika kadar beklemek zorunda! İpucu 3: Yönetmen, sinefillerin iyi bildiği “The Door in the Floor”a imza atmış Tod Williams.
Uzun eleştiri için tıklayınız.

“Aşka Fırsat Ver”de, kariyer hırsı – para kazanmak – rekabet üçgeni içinde sevgili bile olabilmiş erkek ve kadından kadın olanı, ‘yedi yaşındaki kendisinden’ aldığı mektuplarla bulunduğu noktadan geriye doğru bakarak, yaşamının hiç de hayal ettiği gibi gelişmediğini görür ve… Bu duygusal ve zeki film, kökleşik olsa da, bir defa daha, iş dünyasının insan suretli ‘canavar’larından biri olduğumuzda, ’insanlığa dönüş’ yapmamızı salık vermekte: Zengin sinema dili ve Sophie Marceau’nun katkısıyla da, izleyen üzerinde etki kurabilmekte.

“Amcam Önceki Hayatlarını Hatırlıyor”, ‘canlı ve saldırgan’ dünyamızdan, asıl ait olduğumuz spiritüel evren içindeki evrenlere(Matruşka Bebekleri’ni düşünün), ‘karma’, ruh göçü ve derin düşünme gibi kavramlarla yolculuk yapmamızı sağlayan, rüya görmekle -neredeyse- eş bir film. Bu ruhani yolculuğu, Budizm’in öğretileri ve mistisizmiyle -ticari çarkın dışında kalarak- ilgilenenlere özellikle öneriyorum.

(20 Ekim 2010)

Ali Ulvi Uyanık

ali.ulvi.uyanik@gmail.com

15 Ekim 2010 Haftası

“Sammy’nin Maceraları”nı izlerseniz, bir deniz kaplumbağasının yanında tam elli yıl gezegenin sularında dolaşıp ‘insanoğlunun ihaneti’ne karşın ‘pes etmeyen’ doğanın mucizevî güzelliklerine tanık olmanın keyfini süreceksiniz. Anımsatalım, IMAX için 3 Boyutlu üretim yapan nWave Pictures’ın filmi, kusursuz bir derinlik duygusu oluşturuyor.
Uzun eleştiri için tıklayınız.

“Red”, biri kadın dört CIA emeklisi sıkı ajanın bir suikastlar zincirinden kurtulmak için teşkilâtta adamları da olan ‘kötü silâh tüccarı’ ve avanesiyle giriştiği -neredeyse- küçük çaplı muharebeleri, ‘kurt oyuncular’ın ayrıntılarla süslediği bir mizahla sunuyor. Bir sürü farklı kentte ve bir tuhaf tanışma / aşk öyküsü ekseninde istemediğiniz kadar aksiyon, tamamen eğlenmeniz için! Ama dikkat: Aynen “Sevgili Hedefim” gibi, katillere fazlasıyla sempati duymanız, sonra rahatsız edebilir!

“Çoğunluk”, dünyadaki yerine, mesleği / kültürel katkılarıyla ile değil de hüviyetiyle (Türk / Müslüman) tutunmaya çalışan, yüzyıllar öncesinden bu yana süregelen can alma / can verme misyonunu iliklerine kadar hisseden, tensel temasın tinsel sağlığa açılan kapı olduğunu bilmeyen ve keşfedemeyen, keşfetmeyen şefkat yoksunu sert erkeklerin kendi çocuklarını da aynı minvalde yetiştirmeye çalıştıkları bir toplumda çekirdek aileye odaklanıp, seyirciyi, evin ‘zayıf halka’sı delikanlının yaşamına bir süreliğine dâhil ediyor. Bu, hiçbir olguyu / detayı seyircinin gözüne sokmayan, her plânı incelikle düşünülüp yazılmış ve çekilmiş, toplum bilimsel spektrumu geniş bir tespit… Yüksek düzeyde bir sanat yapıtı değil; kusursuz bir sinema filmi. Şahsen farkında olmadığım ve bilmediğim bir şeyi anlatmıyor, ancak ‘bir ülkenin anatomik bilgileri’ni tarihe not düşüyor. Bir ilk filmde kırk yıllık yönetmenlerin başaramadıklarını gerçekleştirmek az buz değil. Seren Yüce’ye bravo!

(17 Ekim 2010)

Ali Ulvi Uyanık

ali.ulvi.uyanik@gmail.com

08 Ekim 2010 Haftası

“Ye Dua Et Sev”, yaklaşık yedi milyar insandan bir milyarının açlık çektiği şu dünyada, ‘rahatın battığı’ çok gelişmiş New York’lu kadınlardan birinin İtalya’da kendini şımartması, Hindistan’da iç huzurun gücünü öğrenmesi, Bali’de de dengeye hazır olmasından müteşekkil içsel yolculuğunun pazarlanması (filmin de başta söylediği gibi, “herkesin derdi kendine”)… Daha doğrusu, bu pazarlamanın sinema ayağı! Aynı zamanda, 43 yaşındaki Julia Roberts’ın kendini tekrar ederek parlatılması efendim… Yerseniz! Vallahi, refahtan bunalıma giren batılıların saflık arayışlarına çıktığı Asya ülkelerindeki ticari uyanıklıklardan gına geldi. Ha, belki Türkiye’de, içindeki boşlukları doldurmak isteyen özenti kadınlar için bu “yiyip içip derin düşünme ve âşık olma” macerası caziptir, bilemem.

“Toprak Altında”, tabut içinde gömülmüş bir adamın fiziksel değişimleri ve ruhsal dalgalanmalarını seyirciye geçiren, kalp atış hızını aynen hissettiren bir serüven. Evet, yaşamak çabasının, o çok sınırlı süre ve daracık dikdörtgen içindeki ‘büyük serüven’i hem de. Uyaralım; bu sinemanın yaratıcı örneğini, oyuncu, görüntü yönetmeni ve yönetmenin ‘meydan okuması’nı izlemek, eşine az rastlanır bir deneyimdir!

“Şantaj”, tüm yaşamını ‘dini aidiyet’ kaplamış şartlı tahliye memurunun ruhunun diplerine sakladığı tutkularının, hapishaneden kurtulmak isteyen genç bir mahkûmun fettan karısı tarafından açığa çıkarılması ve mahkûmun da, ilginçtir, farklı bir inanışla tekâmül sürecine girmesi… Kısaca, iki erkeğin ve kadınlarının, kendi ‘içlerine’ yaptıkları yolculuklarla, insan denilen çetrefil yaratığın şifrelerine dair bir inceleme. Karanlık bir öykü, akıllıca bir bakış, müessir performanslar. Sinema sanatının klâs takipçileri için.
Uzun eleştiri için tıklayınız.

“Sevgili Hedefim”, enteresan biçimde ‘ahlâksızlık’ sunuyor. Hedefini ‘halledene’ kadar -arada masumları öldürmek de dâhil- gözünü kırpmadan ilerleyen kiralık katillerin dünyasında, her tür şiddeti kanıksayıp, İngilizlere özgü ‘kara komedi’nin zorlama esnekliği içinde bir aşkın doğuşuna bile tanık oluyoruz. Evet, bu bir film; ama filmin süresine küçük gelmiş bir öyküde, katillerin meslek ahlâkı (!) ve insan canı almanın incelikleri kanımızı dondurmaya yetti!

“Satılık Ruh”, Wes Craven’in yeni seri katil öyküsü. Tekinsiz ve koyu siyah! Lânetli ‘beyaz adamlar’ ülkesi Amerika’nın, kendi yarattığı korkular içinde asla huzura kavuşamayacağını bir kasaba ile ‘örnekleyen’ , ‘metninin altı dolu’ bir film.
Uzun eleştiri için tıklayınız.

(06 Ekim 2010)

Ali Ulvi Uyanık

ali.ulvi.uyanik@gmail.com

01 Ekim 2010 Haftası

“Yedek Polisler”, New York Polis Departmanı’nda, ‘astarı yüzlerinden pahalı’ iki ‘yıldız’ kanun uygulayıcısı devre dışı kaldığında sokaklara çıkan ve bu işe taban tabana zıt görünmelerine karşın, çağın en büyük soygunlarına olanak sağlayan ‘para yönetimi’nde ünlü bir ismin peşine düşen, görebileceğiniz en tuhaf ikili. Will Ferrell, sürekli çalıştığı yönetmen Adam McKay ile oluşturduğu ‘kontrollü edepsizlik’ diyebileceğimiz güldürü anlayışını, sıkı yumruklarından ve bir sahnede ‘estetiğinden’ yararlandığı Mark Wahlberg’ü kadroya dâhil ederek tekrarlıyor. Seyircinin sıkılmasına asla izin vermeyen teknik kadro, gerçekçi aksiyon sekanslarıyla “vay vay vay!” nidalarına yol açan filmde, ‘kapitalizm prensleri’nin ABD devleti ve vatandaşlarına (dolaylı olarak bizlere de) hangi uçuk rakamlara mal olduklarını son jeneriklerde gayet net aktarıyor.

“Kavşak”, birbirine temas eden acılar ve mutsuzluklarla örülü dört hikâyede, karakterlerin aralarında iletişim kurmaları ile birlikte umudun yeşermesini, dingin ve gereksiz diyaloglardan kaçınıp olabildiğince görüntü diline yaslanarak sunuyor. Eğer olasılıklarla ilgili düşünmeye başlarsanız gedikler bulabileceğiniz öykü yapısına takılmadan, bazen hafif ‘düşmeler’ yaşansa da oyuncu performanslarından ve dokuyla tamamen bütünleşen müzikten çok zevk alarak seyredebilirsiniz. Benim bir filme verdiğim değerin ölçüsü son zamanlarda daha belirgin: Eğer en az bir sahnede ağdalı numaralar çekmeden, samimi biçimde yanağımdan yaşlar süzdürmeyi başarmışsa eğer, evet, ‘benim filmimdir’… “Kavşak” gibi!

“İyi Yürek”, tüm dünyası, sigaranın, alkolün ve nobranlığının, huysuzluğunun, sınırlı sayıda müdavim müşterilerinin arasında sıkça kalbinin teklediği bar olan yaşlıca patronun, bu dünyadan gitmesi gerektiğine inanarak bileklerini kesmiş genç evsizle karşılaşıp onun ‘temiz’ kalbini keşfetmesi ve ikisinin (ve herkesin tabii) ‘kocaman bir şaka’ olan hayatlarını yeniden şekillendirmesi üzerine kurulu. Çok yönlü sanatçı Dagur Kári, içinde bulunduğumuz berbat çağda, bir yavru kediyi asarak öldürmeye varacak kadar dibe vurmuş kötülüğe karşın insan yüreğinin saflığını, gözümüzün içine sokmadan hassas noktalarımıza dokunarak anlatıyor. Sapasağlam bir sinema!

“Baykuş Krallığı Efsanesi”, çarpıcı filmleriyle tanıdığımız Zack Synder yönetimindeki beş yüzün üstünde sanatçının, baykuşlara dair dünyada, anatomik gerçekçiliği hareket estetiğiyle birleştirerek, efsanelere dair klâsik temaları yinelediği ve fakat ‘karanlık bir film duygusu’nun daha ağır bastığı 3D animasyon / serüven. 13 yaş altı çocuklar için ürkütücü olabilir.
Uzun eleştiri için tıklayınız.

ÖNEMLİ: 21 yıldır bu ülkeden para kazanan Warner Bros. Türkiye’nin yetkilileri, ‘küçük hesaplar’ yaparak, orijinal seslendirme ile izlemenin sinefiller için şart olduğu filmi silme dublajlı vizyona çıkararak, bu ülke seyircisine ne kadar değer verdiklerini gösterdiler! Üstelik bazı sözlerin hiç anlaşılmadığı berbat bir seslendirme söz konusu. Bu “inadım inat” tavırlarını kınıyor; filmin tanıtımlarında sundukları ve neden orijinal izlememiz gerektiğini vurgulayan şu satırları dikkatle okumanızı öneriyorum:

“Oyuncular, canlandırdıkları karakterlerinin çeşitli seslerini taklit ederek Wayne Pashley’ye (üst denetçi ses editörü ve tasarımcısı) oldukça yardımcı oldu; ses ekibi bu sesleri gerçek baykuş sesleri ile harmanlayarak diyalogdan gerçek kuş seslerine kusursuz bir geçiş sağladı.”

“Gerçek baykuşların ve harika oyuncuların seslerini birleştiren Wayne, sizi karakterlere daha da yakınlaştıran ve baykuş dünyası hakkındaki bakış açınızı genişleten bir doku eklemiş oldu,” diyor Nalbandian (yapımcı).

(29 Eylül 2010)

Ali Ulvi Uyanık

ali.ulvi.uyanik@gmail.com