Kategori arşivi: Yazılar

Acı Hatıralar

Kaybettiklerimiz 2022

Bozkurt Kuruç (16 Ocak 2022), Oyuncu, Yönetmen, Öğretim Üyesi (?????)
Yaşar Aydaş (23 Ocak 2022), Bağlama ve Kaval sanatçısı (?????)
Fatma Girik (24 Ocak 2022), Oyuncu (Teşvikiye Camii’nden Bodrum’a uğurlandı)
Ayberk Pekcan (24 Ocak 2022), Oyuncu (Mersin Yenişehir ilçesi Hz. Muğdat Camii, Tarsus Şehir Mezarlığı)
Ertunç Şenkay (26 Ocak 2022), Görüntü Yönetmeni (Teşvikiye Camii, Feriköy Mezarlığı)
Didem Şahin (27 Ocak 2022), Belgesel Yönetmeni (Florya Basınköy Camii, Küçükçekmece Mezarlığı)
Diler Saraç (28 Ocak 2022), Oyuncu (Teşvikiye Camii’nden kaldırıldı)
Şerafettin Gür (29 Ocak 2022), Yapımcı (Üsküdar Şakirin Cami, Karacaahmet Mezarlığı)
İrfan Atasoy (03 Şubat 2022), Oyuncu, Senarist, Yapımcı, Sinemacı (Levent Afet Yolal Camii, Zincirlikuyu Mezarlığı)
Tansu Okan (10 Şubat 2022), Müzisyen, Oyuncu, Seslendirme Sanatçısı (Karacaahmet Şehitlik Camii, Osmangazi Mezarlığı)
Haydar Dümen (10 Şubat 2022), Doktor, Oyuncu (Ulus Arnavutköy Mezarlığı)
Cemil Özbayer (12 Şubat 2022), Tiyatro Oyuncusu ve Yönetmeni, Sinema Oyuncusu (?????)
Erkan Akad (13 Şubat 2022), Laboratuvar Şefi, Renk Düzenleyici, Makinist (Çanakkale, Enez)
Salih Bolat (13 Şubat 2022), Şair, Yazar, Akademisyen, Oyuncu (?????)
Arif Şentürk (15 Şubat 2022), Ses Sanatçısı, Oyuncu (Zeytinburnu Seyyid Nizam Camii)
Gülşen Girginkoç (17 Şubat 2022), Oyuncu, Seslendirme Sanatçısı, Suflöz (?????)
Ayten Erman (24 Şubat 2022), Sinema ve Tiyatro Oyuncusu (Karacaahmet Şakirin Camii)
Manucher Vusuğ (27 Şubat 2022), Oyuncu (Londra ?????)
Hüseyin Elmalıpınar (03 Mart 2022), Oyuncu (?????)
Ali Mermer (04 Mart 2022), Fotoğrafçı (Edirnekapı Şehitlik Sakız Ağacı Camii ve Mezarlığı)
Tahir Akıllı (06 Mart 2022), Makinist, Oyuncu (?????)
Murat Özer (09 Mart 2022), Sinema Yazarı (Adapazarı)
Kunt Tulgar (16 Mart 2022), Yönetmen, Oyuncu, Yapımcı, Kurgucu (Zincirlikuyu Camii, Ayazağa Mezarlığı)
Aydın Engin (24 Mart 2022), Yazar, Senarist (Çengelköy Mezarlığı)
İsmail Çağlar (31 Mart 2022), Yapım Asistanı, Yapım Amiri, İdari Yapımcı, Uygulayıcı Yapımcı, Yapımcı
İbrahim Gündoğan (01 Nisan 2022), Oyuncu (Göksu Peksimetçi Salihağa Camii)
Atıl Ant (07 Nisan 2022), Yayınevi Sahibi (?????)
Aslan Şükür (10 Nisan 2022), Çizgi Roman Ressamı (Bakırköy Konyalı Camii)
Aykut Sözeri (26 Nisan 2022), Sinema ve Tiyatro Oyuncusu ve Yönetmeni (Yenimahalle Ahmet Efendi Camii, Karşıyaka Mezarlığı)
Agâh Özgüç (27 Nisan 2022), Sinema Yazarı ve Tarihçisi, Şair (Üsküdar Şakirin Camii, Karacaahmet Mezarlığı)
Tahsin Lale (30 Nisan 2022), Oyuncu (?????)
Kadir Kök (30 Nisan 2022), Oyuncu (Kocaeli, Gebze, Kadıllı Mahallesi)
Kamil Tozman (01 Mayıs 2022), Sinema İşletmecisi (Eskişehir Asri Sinema)
Metin Özlen (03 Mayıs 2022), Karagöz Ustası, Hayali Sanatçı (?????)
Cem Madra (04 Mayıs 2022), Etnolog, Radyo Programcısı, Belgeselci ve Kütüphaneci (Zincirlikuyu Camii ve Mezarlığı)
Kemal Kenan Ergen (14 Mayıs 2022), Mizah Yazarı, Senarist (Kocaeli, Gölcük, Değirmendere Mahallesinde toprağa verildi.)
Yılmaz Kanat (16 Mayıs 2022), Yapım Amiri (?????)
Sönmez Yıkılmaz (03 Haziran 2022), Oyuncu, (Teşvikiye Camii)
İlker Kurt (05 Haziran 2022), Oyuncu (İzmir İlahiyat Fakültesi Hacı Fatma Tatari Camii)
Sultan Tolgu Kadem (05 Haziran 2022), Oyuncu (Muğla – Menteşe İlçesi Saburhane Camii, Şehir Yeni Mezarlığı)
İnci Birol (11 Haziran 2022) (Gerçek Adı: Asiye Yurdagül Ergin, Teşvikiye Camii)
Uğur Terzioğlu (13 Haziran 2022), Film İthalatçısı (Milas Kurşunlu Camii, Milas Şehir Mezarlığı)
Münir İnselel (19 Haziran 2022), Oyuncu, DJ (?????)
Kemal Karadeniz (21 Haziran 2022), Beyoğlu Sineması Müdürü (Giresun)
Osman Wöber (25 Haziran 2022), Oyuncu, Tiyatro Yöneticisi (Teşvikiye Camii, Kilyos Mezarlığı)
Cüneyt Arkın (28 Haziran 2022), Oyuncu, Yönetmen, Yapımcı (Teşvikiye Camii, Zincirlikuyu Mezarlığı)
Ahmet Faik Şener (Lâkabı: Balarısı Ahmet) (29 Haziran 2022), Müzisyen (?????)
Sencar Sağdıç (04 Temmuz 2022), Oyuncu (?????)
Erdal Gülver (06 Temmuz 2022), Oyuncu (?????)
Okan Sarul (08 Temmuz 2022), Kurgucu (Tarabya Camii)
Cesur Doğan (10 Temmuz 2022), Oyuncu (?????)
Yavuz Figenli (16 Temmuz 2022), Yönetmen, Senarist, Yapımcı (?????)
Erden Kıral (17 Temmuz 2022), Yönetmen, Senarist, Yazar (Teşvikiye Camii, Zincirlikuyu Mezarlığı)
İlhan İrem (28 Temmuz 2022), Şarkıcı, Bestekar (Bebek Camii, Aşiyan Mezarlığı)
Rauf Altınak (31 Temmuz 2022), Tiyatro ve Sinema Oyuncusu (Kireçburnu Camii ve Mezarlığı)
Sevil Nursan (01 Ağustos 2022), Sanat Yönetmeni, Oyuncu (?????)
Sungun Babacan (06 Ağustos 2022), Seslendirme Sanatçısı ve Yönetmeni, Çevirmen (Balıkesir Burhaniye Orjan Camii, Burhaniye Belediyesi Geriş Mezarlığı)
Semih Sergen (06 Ağustos 2022), Sinema ve Tiyatro Oyuncusu, Seslendirme Sanatçısı (Bodrum Gölbaşı Camii ve Mezarlığı)
Halil İnönü (10 Ağustos 2022), Sinema Makinisti (İsmail Safa Camii, Lefkoşa Mezarlığı)
Süreyya Gürsel Evren (13 Ağustos 2022), Oyuncu (?????)
Oğuzhan Tercan (14 Ağustos 2022), Yönetmen, Senarist (Ordu Altınordu Orta Camii, Hatipli Şehir Mezarlığı)
Rıza Pekkutsal (16 Ağustos 2022), Sinema, Tiyatro, Dizi Oyuncusu (Buca Yaylacık Camii, Eski Buca Mezarlığı)
Civan Canova (20 Ağustos 2022), Sinema ve Tiyatro Oyuncusu (?????)
Ali Güney (24 Ağustos 2022), Oyuncu, Prodüksiyon Amiri (Teşvikiye Camii, Ayazağa Mezarlığı)
Bülent Tezcanlı (27 Ağustos 2022), Müzisyen, Sinema ve Tiyatro Oyuncusu (?????)
Başak Özel (20 Eylül 2022), Oyuncu, Redaktör, Seslendirme Sanatçısı, Yazar (?????)
Tunç Oral (20 Eylül 2022), Oyuncu, Yapımcı (Antalya Türbeli Camii ve Mezarlığı)
İsmail İncekara (06 Ekim 2022), Oyuncu (Kanlıca İskenderpaşa Camii, Kanlıca Mezarlığı)
Ayhan Kâhya (09 Ekim 2022), Seslendirmeci ve Opera Sanatçısı, (?????)
Leyla Kenter (11 Ekim 2022), Oyuncu, Akademisyen (?????)
Sadık İncesu (13 Ekim 2022), Oyuncu, Yapımcı, Görüntü Yönetmeni (Nurtepe Cemevi, Ulus Mezarlığı)
Ahmet Güleryüz (15 Ekim 2022), Yönetmen, Senarist, Yönetmen Asistanı (Beyoğlu Hüseyin Ağa Camii)
Billur Kalkavan (15 Ekim 2022), Sinema TV Oyuncusu, Sunucu (Zincirlikuyu Camii ve Mezarlığı)
Demiray Erül (16 Ekim 2022), Sinema, Tiyatro, TV Dizi Oyuncusu, Seslendirme Sanatçısı (Bodrum Ortakent Kerem Aydınlar Camii)
Sinem Üretmen (24 Ekim 2022), Oyuncu, Manken (Hollanda’da toprağa verildi)
Rıza Akın (02 Kasım 2022), Oyuncu (Adana Asri Mezarlığı)
Hıncal Uluç (20 Kasım 2022), Gazeteci, Eleştirmen, Oyuncu (?????)
Güzin Çorağan (27 Kasım 2022), Oyuncu (?????)
Hayal Sirer (11 Aralık 2022), Oyuncu (Antalya Uncalı Mezarlığı)
Daniela Giordano (16 Aralık 2022), Oyuncu (?????)
Sarper Özcan (19 Aralık 2022), Müzisyen (?????)
Pakize Suda (21 Aralık 2022), Oyuncu, Yazar, Şarkıcı (Muğla)
Ayşe Gencer (30 Aralık 2022), Caz Sanatçısı, Oyuncu (Levent Afet Yolal Camii, Ulus Mezarlığı)

(31 Aralık 2022)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Kameralı Yahudi Çocuk

Steven Spielberg 70’li yılların Amerikan Sineması’na yeni ufuklar açan öncü yönetmenlerden biridir. İlerlemiş yaşına rağmen düzenli film çekmeyi sürdüren sinemacı, ilk gençlik yıllarının anıları ile yüklü ‘West Side Story’nin hemen ardından ne zamandır kafasında olan öznel hikâyesini anlatmak istemiş. Annesi Leah ile babası Arnold’a adanmış ‘Fabelmanlar / The Fabelmans’ onun görsel anı defteri olmuş. Sevinciyle hüznüyle kendi geçmişi ile hesaplaşmaya ancak onları yitirdikten sonra cesaret edebilmiş. Film 6 yaşındaki Steven’ın (filmde Samuel) sinemayla ilk tanışması ile başlıyor. Her sinema tutkunu için büyülü bir hatıradır bu. Şimdinin operası olan Süreyya Sineması’nda ‘Kırmızı Balon’ (Albert Lamorisse, 1956) ile içime düşen sinema ateşi, usta sinemacı için aynı yaşlarda ‘The Greatest Show on Earth’ (1952) ile kıvılcım almış. Sinematografinin özüne ilişkin ilk bilgileri parlak elektronik mühendisi babasından alıyor Sam. Minyatür arabası ile babasına sipariş ettiği oyuncak treni çarpıştırmak suretiyle filmin onu çok etkileyen kaza sahnesini evdeki amatör kamerayla yeniden çekmeye girişiyor.

Samuel’in kamera ile coşkulu birlikteliği büyüme yıllarında devam ediyor. Takip eden 12 yıllık zaman diliminde, gelişmekte olan bilgisayar sektöründe aranan bir eleman haline gelecek olan babaya sunulan yeni iş teklifleri ile aile önce Phoenix, Arizona daha sonra Kuzey Kaliforniya’ya göç ediyor. Ancak güneyin WASP (beyaz, anglo-sakson, protestan) Amerikan çevresinde içe dönük ve gösterişsiz Yahudi çocuk, liseli gençlerin zorbalığı ile baş etmeye çalışacak, amatörce çektiği okul gezisi filminin çarpıcılığı antisemitik alaycı şakaların son bulmasını sağlayacaktır.

‘Fabelmanlar’ın merkez hikâyesi sinemacının annesi ile paylaştığı sırrı üzerinden ilerliyor. Babanın çalışma arkadaşı, ailenin yakın dostu, çocukların Bennie amcası ile annesi arasında filizlenen gizli aşkı sezse de görmezden gelen Sam, kamp gezisinde çektiklerini kurgularken sinema hakikati tüm çıplaklığı ile gözleri önüne seriyor. Kamera saklı köşelerde neredeyse el ele dolaşan, sevgiyle şakalaşan çifti, annenin aşık bakışlarını kaydetmiştir. Derin bir arkadaşlık ile beslenen masum bir sevdadır bu. Anne Leah (filmde Mitzi) dünyanın en saygılı, en zeki, en nazik, en bilge, en sabırlı insanı olarak tarif ettiği kocasına ne olursa olsun evli kalacağını, çocuklarını düşüneceğini ve bencil davranmayacağını söyler oğluna. Öte yandan onu tutkularının izini sürmeye teşvik etmekten geri durmaz. Aile ve Sanat’ın insanı iki parçaya böldüğünü çok iyi bilen genç kadın, başarılı piyano kariyerini ve dans tutkusunu bir kenara bırakmış, ailesi ve üç çocuğu için hayallerini iptal etmiştir. Ama oğluna ‘git istediğini yap’ özgürlüğünü sunmaktan kaçınmaz. Sanat ona toplumda taçlandıracak ama kalbini de yerinden sökecek ve onun yalnız kalmasına neden olacaktır belki de.

Sinemacının ‘E.T.’den ‘Close Encounters of the Third Kind’a bir çok filmine filme sızmış ebeveyn ya da dağılmış aile bireylerinin dertlerine dair meseleler gelir aklımıza. Ona hiç büyümek istemeyen Peter Pan’ı anımsatan, ebeveynden çok arkadaş olmuş annesi ile ilişkisi sinemanın etkileyici gücü ile dile gelir. Annenin kamp gezisinde karanlıkta araba farının ışığında coşku ile dansettiği bölüm, ya da genç Samuel’in Mitzi’nin piyanoda çaldığı Bach ezgisi (BWV 974 Re minör konçerto, adagio bölümü) eşliğinde aşık çiftin masum sırrını keşfettiği kurgu sekansı filmin unutulmayacak sahnelerinden bir kaçı olarak hafızalara kazınır. Genç sinemacının efsanevi yönetmenlerden John Ford’un huzuruna çıktığı ve ondan altın değerinde öğüt aldığı bir diğer otobiyografik sahne ise paha biçilmez güzelliktedir.

Spielberg’in 2017’de kaybettiği annesini (muhtemel Oscar adayı) Michelle Williams, 2020’de 103 yaşında yitirdiği babasını Paul Dano başarı ile canlandırmış. Kısa ama büyüleyici Ford kompozisyonunda bir diğer sinema ustası David Lynch’e yeniden hayran oluyoruz. Filmi sırtlayan genç Samuel’de Gabriel LaBelle gelecek için umut vaad ederken, Bennie amcada Seth Rogen, eksantrik Boris dayıda Judd Hirsch gönül çelici performanslar sunuyor. Spielberg’in senaryosunu tanınmış oyun yazarı Tony Kushner ile birlikte yazdığı, sadık çalışma arkadaşları Janusz Kaminski’nin görüntülediği, John Williams’ın müziklerini yaptığı ‘Fabelmanlar’ kamera tutkunlarını cezbedici, etkileyici bir sinefil filmi olarak ilgiyi hak ediyor.

(05 Ocak 2023)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran

Sinema -Otobiyografik Filmle- Yaşamı Kuşatıyor

Film başladığında ilk aklıma gelen Fikret Otyam’ın yakınması oldu: “Kırk yıllık fotoğrafçıyım, bir kameram bile olmadı, ama bir arkadaşım 8 yaşındaki oğluna 8 mm. film kamerası aldı doğum günü armağanı olarak.” İşte, o şanslı çocuklardan biri Steven Spielberg.

Mitzi Fabelman (Michelle Williams), eşi Burt (Paul Dano) yanlarında küçük Sammy ile sinemaya giderler. Sammy ilk kez bir film izlemektedir, tabii ki, çok etkilenir. Hoş, sinemadan etkilenmeyen çocuk mu olur? Yeni yıl armağanı olarak filmde gördüğü trenden ister anne babasından. Onları çarpıştırarak etkisini görmek ister, ama hemen her kısıtlı gelirle yaşayan ailede olduğu gibi aman bozar diye engellenir. (Burada, Çetin Altan geldi aklıma… “Çocuklara armağan olarak elektrikli tren alınır ama büyükler oynar en çok.” diye yazmıştı, çünkü büyüklerin de özlemidir öylesi hareketli oyuncaklar.) Annenin, aralarında sır olmasını belirterek babanın kamerasını çocuğa vermesiyle çarpışma tek seferde ve oyuncağa fazla zarar vermeden halledilir.

Yeni bir ufuk açılıyor…

Sammy artık büyümüştür (Mateo Zoryan), onlarca film çeker. Burada dikkat çekilmesi gereken en önemli konu, ailenin çocuklarına kayıtsız koşulsuz destek olması… Her ne kadar, bizdeki gibi “oku, bir mesleğin olsun, sonra istediğini yap” gibi inanılmaz sarsıcı yaklaşım gelirse de zorlama yoktur pek.

Sonrasını biliyorsunuz… Steven Spielberg, dünyanın önde gelen yönetmenlerinden biri olur. Filmleri seyirci rekorları kırar, ödüller kazanır.

Ailenin önemi…

Anne Mitzi’nin, eşi Burt’ün iş arkadaşı Bennie (Seth Rogen) ile görüntülere de yansıyan yakınlaşmasını ilkin Sammy fark eder. Belki baba da fark etmiştir ama göz yummuştur. Burt, eşini de çocuklarını da çok sevmekte, onların rahat etmesi, mutlu olması için elinden gelen her şeyi yapmaktadır. Mitzi de aynı duygular içindedir, ama içindeki o duygusal yaklaşımın etkisinden de kurtulamamaktadır. Sammy’nin bu gizi keşfetmesiyle gerçekler su yüzüne çıkar. Aile dağılmak üzeredir. Sammy ve kardeşlerinin yakarmaları hâttâ tehditleri boşa çıkar.

Bizde de gündemdeki bir konu aile ve ailenin önemi, hâttâ öyle ki Anayasa bile değiştirilecek belki. Anne Mitzi’nin bu tutkusuna karşı baba Burt alabildiğine hoşgörülü, esnek ve saygılıdır. Bizde olsa, çoktan kadın cinayeti çıkardı. Demek ki, olgunluk ve bilinçlilik böyle bir şey; filmin en öne çıkan öyküsü bu…

Okulun önemi…

Sadece bizde değil, bütün dünyada toplumların temel sorunlarından önde geleni ırkçılık ve dinsel bağnazlık. Fabelmanlar Yahudiler ve kendilerince inanışlarının gereklerini yerine getirmektedirler. Okulda, Sam’in (özellikle vurguluyor, dışlanmayı önlemek için) gördüğü şiddetin temelinde de Yahudi olması yatıyor. Sam, kendisini tehdit eden, dövenleri ne yaparsa yapsın, bir türlü ikna edemez, çünkü onlar da at gözlüğü takmış, muhafazakâr eğitim almış, sıradan ailelerin çocuklarıdır.

Aileler çocuklarını rahat yetiştirirler belki, ama Sam duygularını yansıtmakta cidden sıkıntı yaşar. Kız arkadaşına, okumak yerine kendisiyle evlenmeyi teklif edecek kadar geleceği okuyamaz. Ailenin toplandığı masadaki konuşmalar, aslına bakarsanız alabildiğine gündeliktir ama bizim “ahlâk” anlayışımıza ters gelir; bir şeyleri tehdit ve tehlike olarak görmekten uzaklaşmalıyız. Bennie, Mitzi’den büyük olasılıkla öğrenmiştir Sam’in onları keşfettiğini… Bir kamera armağan eder. Sam, rüşvet olduğunu bilir o kameranın ve elini bile sürmez. Duygularını kontrol altında tutmayı becerebilmesi önemlidir, özellikle bir ergen için.

Yoğun içerikli…

Bizden bir yönetmen, Ümit Ünal’ın, belki kendisinin bile unuttuğu kısa filmi geldi aklıma. Bizim çektiğimiz Süper 8 mm. kısa filmimiz Voli’nin ilk ve tek büyük ödülü kazandığı İFSAK Kısa Film Yarışması’na katıldığı ve “özendirme ödülü” kazandığı filmin üzerini çizmiş ve filmin kutusuna da “Atık değildir, dikkat ediniz.” yazmıştı. Spielberg ise tabancaların ateşlendiğinin görünmesi için oraları delmiş.

Burada bir anı daha girmeli devreye: Voli’yi kurguluyoruz Rıza Baloğlu (ışığı üzerimize değsin) ile… Duvara yansıttığımız görüntüde, Balıkçı doğal bir refleksle kaşını kaldırıyor, oltaya takılan balığı hissettiğinde… Montaj masası diyemeyeceğim, (filmde göreceksiniz) aletinde, kareyi tüm ayrıntısıyla görmek mümkün olamadığı için Spielberg, nasıl bulmuş o kareyi de delmiş, merak etmedim değil. Ümit Ünal, belki de o tek kareyi bulamadığı için filmi çizmişti… kim bilir!

Gerek konuşmalarda gerekse görüntülerde birçok filme gönderme yaparak sinemaya saygısını da sunuyor bu filmle… Tamam, uzun ama asla sıkıcı değil. Tamam, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde geçen bir otobiyografik bir film ama süzülecek çok dersler var içinden. Sam’in ilk film denemeleri gerçekten çok titiz çekilmiş, çok emek harcanmış; bu, bir gencin yetişmesinde ona verilen değerin önemini vurgulamak açısından çok kıymetli. Hele de Spielberg’in ilk filmi Duel’i (Belâ adıyla televizyonda da gösterildi) anımsarsanız, onun bir dahi olduğunu da kabûl edersiniz.

Sinema meraklıları kadar sinema okulu öğrencileri de dikkatle izlemeli, geleceklerini belirleyecek önemli ipuçları yakalayacaklardır.

(05 Ocak 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Aşkımızın Üzerine Yağmur Yağıyordu*

Dünya prömiyerini yaptığı 75. Cannes Film Festivali ‘Belirli bir Bakış / Un Certain Regard’ seçkisinden en iyi yönetmen ödülü ile dönen Alexandru Belc imzalı ‘Metronom’, yağmurlu bir Bükreş meydanında açılıyor. Savaş kahramanlarını simgeleyen masif kabartmaların taş duvarlarını süslediği geniş alanın ortasında 17 yaşındaki Ana’nın ufak tefek siluetini görüyoruz. Arzu ile beklenen genç Sorin ise gökten inmiş ilahi bir varlık misali puslar içinde sağ köşeden kadraja dahil oluyor. Bu diyalogsuz uzun giriş sekansı hasret dolu bir kucaklaşma ile sonlanıyor. Ana’nın Sorin’den aldığı -bizlerin sonradan öğreneceği- haber genç kızı perişan ediyor, gözyaşları yağmura karışıyor.

1972 yılının sonbaharıdır. Çavusesku diktasının zulmü altında inleyen Romanya halkı ülkenin boğucu ortamında tedirgin yaşamlarını sürdürmektedir. Liseden mezuniyetlerini bekleyen Ana ve arkadaşları diktatörlüğün neşesiz koyu iklimine gençlik baharının rengini katmaya çabalar. Çoğu kitap ve plakların yasak ve ulaşılmaz olduğu o yıllarda, Ana’nın can arkadaşı Roxana’nın ev partisinde buluşmak için sözleşilir. Ana evden izin çıkmamasına rağmen partiye katılır. Bu annesi ile birlikte Almanya’daki babasının yanına temelli taşınacak olan Sorin’i görmesi için son fırsattır belki de. Rengarenk giysileri ve dönemin protest pop müzik parçaları ile kendi özgür dünyalarının hayalini kuran ekip, bir dönemin sunucusu popüler radyo şovu ‘Metronom’un yapımcı ve sunucusu Cornel Chiriac ile iletişim kurmayı planlar. Batının protest şarkılarını çaldığı için aforoz edilen, ülke dışına çıkışının ardından Almanya üzerinden yayına giren ve Romanya’da dinlenmesi yasak olan ‘Özgür Avrupa Radyosu’nda yayınlanmak üzere bir mektup ve ilişiğinde sevdikleri parçalardan oluşan bir istek listesi Sorin’in irtibata geçeceği yabancı muhabir kanalı ile Chiriac’a ulaştırılacaktır. Geleneksel ezgi ve dansların ardından Jimi Hendrix, Janis Joplin şarkıları, Paris’te kalp krizinden ölen Jim Morrison’un anısına çalınan ‘The Doors’un ikonik parçası ‘Light My Fire’ eşliğinde kendinden geçen çocukların eğlencesi uzun sürmeyecek, bir ihbar üzerine evi basan gizli polis eşliğinde sorgu merkezine götürüleceklerdir.

’80 doğumlu yönetmen Belc, Romanya Yeni Dalgası’nın öncülerinden Cristian Mungiu ve Corneliu Porumboiu’nun asistanlığını yapmış. Dünya Kadınlar Günü’nün tarihi anlamı üzerine ‘8 Mart’ ve ülkesinin halen ayakta kalmış son sinema salonlarından ‘Dacia Panoramic Cinema’yı yaşatma savaşımını konu edinen 2015 yapımı ‘Cinema, Mon Amour’ belgesellerini çekmiş. 9 yaşına kadar Çavuşesku rejiminin en karanlık döneminde yaşamış olan sinemacı, Almanya’ya kaçışının ardından 1975’te 33 yaşında suikasta kurban giden Chiriac ve radyo programı üzerine önce bir belgesel hazırlamaya girişmiş. Daha sonra komünist rejimin koyu diktatörlük yıllarını yaşamamış, belki yalnızca okulda aktarılan ya da aile büyüklerinden duydukları kadarıyla dönem hakkında bilgi sahibi olan genç kuşaklara, ülke içe kapandıkça dikte edilmiş kültürün en güçlü propaganda aracı haline geldiği 50 yıl öncesinin kapkaranlık iklimini kırık bir gençlik aşkı üzerinden anlatmak, o yıllarda günlük hayatın her zerresine sızmış gizli polis teşkilâtının karanlık yüzünü yeni kuşaklara göstermek istemiş. Seçmiş olduğu 1972 yılında her şeyin daha yeni başladığını, 80’li yıllarda korku ve zulüm dalgasının çok daha beter hale dönüştüğünü ifade ediyor bir söyleşisinde.

Koyu gri baskı rejiminde renkli giysileri ve gençlik coşkuları ile var olmaya çalışan çocuklar, gizli polis karakolunun koyu kahve ürkütücü dehlizlerinde başka bir dünya ile tanışıyor. Öyküsünü müzik, kostümler ve renkler üzerinden anlatan Belc’in filmi de ikinci yarıda kopkoyu bir tona bürünüyor. İri yarı hoşgörüsüz görevlilerin karşısında uzun mor elbisesi ile ufacık kalmış Ana’yı izliyoruz. Kendisi işin içinde olmadığı halde arkadaşlarını ele verecek dokümanı imzalayacak mıdır? Yoksa geleceğini karartmak pahasına baskı ve tehdidin koyu karanlığına sessiz ama güçlü isyanını sürdürebilecek midir? Belc bunları tartışmaya açarken, eski ve yeninin ezeli çatışmasının metaforu niyetine belki, Ana rolünde genç kuşağın yetenekli oyuncusu Mara Bugarin ile Albay Ibis’i oynayan Romen sinemasının emektar ismi Vlad Ivanov’u karşı karşıya getiriyor, ikilinin parlak performansları üzerinden sorularına yanıt arıyor.

*Yazının başlığı, giriş sekansından esinle Ingmar Bergman’ın 1946 yapımı ikinci uzun metrajının (Det Regnar på vår Kärlek) adını taşımaktadır.

(04 Ocak 2023)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Güçlü Hikâye, Gücü Tükenmiş Film

Çağan Irmak, yakın geçmiş üzerine yaptığı filmlerle hepimizin gönlünde taht kuran yönetmen. Özgeçmiş ağırlıklı hikâyelerini kendisi yazıyor, kendisi çekiyor. Hayatın içinden, bir başkasının belki de görmezden geldiği ayrıntıları yakalayıp tam da Yeşilçam duygusuyla aktarıyor.

Sevinçle hüznü birbirinin içine geçiren Çağan Irmak, uzun bir aradan sonra film içinde film olan Sevda Mecburi İstikamet ile yine seyircinin gözbebeği olacak, yine duyguları deşecek ve yine mendiller ıslanacak, etkisi evlerden yayılacak…

Melodram denilince…

70’lerden 2000’li yıllara uzanan, Çağan Irmak imzalı Sevda Mecburi İstikamet’in başrollerinde Selçuk Yöntem, Selin Şekerci, Kubilay Aka, Elif Ceren Balıkçı ve Günay Karacaoğlu yer alıyor.

Sevda ile Selim’in aşkı, magazin dünyasının katkısıyla (!!!) yerlerde sürünürken çocukları Suna’nın sorumluluğu -bizim ülkemizde- her zaman olduğu gibi annenin omuzlarına yükleniyor. Olanı biteni anlatmayıp merakınızı filme saklamanızı sağlayacağım kuşkusuz, ama devletin özel çocuklara bakışının eleştirilmesi gerektiğini vurgulamaktan geri durmayacağım.

Selim, “Sizin dediklerinizi yaptım.” diyor. Sahi, hepimiz hep birilerinin dediğini yaptık. Anne babamız istedi diye belirli okula gittik, üniversitede bölüm seçtik, onların kararlaştırdığı kişi ile evlendik. Mutsuzluğumuzun nedeni olarak onları gösteremiyoruz ama… Çağan Irmak, bu anlamda hiç çekinmeden, sakınmadan söylüyor sözünü.

Selim’i 70’li yıllarda yönlendirenler istedikleri sonuca ulaşamayınca ortada görünmüyor; Selim ise kimseyi mağdur etmemek için yaşadıklarını çarpıtmayı bile deniyor. Ta ki, Suna ile yeniden tanışıncaya kadar…

Eski ben ile yeni ben…

Selim, kızı Suna’ya kavuştuğunda eski Selim’in hatalarını tekrar etmemeye dikkat ediyor. Artık taşlar yerine doğru konulmuştur. Suna ile el ele verip aklını çelmeye çalışan -kimi zaman bunda da başarılı olan- eski Selim’i yok ediyor.

Çağan Irmak’ın sinema dili, Yeşilçam’ın duygusunu başarıyla yansıtıyor. Zaten Irmak’ın izlenirliğinin de temelinde bu yatıyor. Sevda Mecburi İstikamet’i beğenmeyen, çok olacaktır, dahası yerden yere vurmaya hevesliler de çıkacaktır. İzleyenler biraz aklıselim düşününce, beyazperdeye yansıyan öyküde kendilerini göreceği sekanslar bulacaktır.

(03 Ocak 2022)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Metronom: Gençlik Müzikle Özgürlük Yolunda

2023 Türkiye için önemli bir yıldönümü, seçim de var üstüne üstlük. Gösterime, yılın ilk haftasında giren Metronom, geçmişten bugüne yaşananları da çağrıştırdığı için çok etkileyici geldi bana. Birkaç açıdan bakmak gerekiyor…

Öncelikle 50 yıl öncesinin anımsanması açısından alabildiğine ilginç bir film. 50 yıl çok uzun bir süre sayılmayabilir, ama yaşanan değişimlerle (teknolojik gelişmeleri de katarsanız hele, müthiş) “arada dağlar var” dedirtiyor insana. Okullardaki zorunlu (önlük) tek tip giyimden boş sokaklara, gece karanlığından müzik sevdasına, ama asıl dikkatlerden kaçmaması gereken önce devletin ardından da anne baba baskısına kadar çok şey değişmiş.

Romanya ile Türkiye arasındaki fark

Metronom, 70’lerde yasaklı müzik ve mektup yazma sorununu ele alıyor. Gençlerin özgürlüklerinin nasıl da kolay engellendiğini anlatıyor. Altı üstü popüler müzik gruplarının dünya listelerinde öne çıkan parçalarını dinlemek, onunla dans edip eğlenmek isteyen gençlerin ispiyonculuk ve polis gücüyle nasıl sindirildiğini izliyoruz.

Müziğin yasaklanması bizde de vardı: O yıllarda arabesk müzik yasaktı, Kürtçenin adı bile kabûl edilmezdi. Aradan geçen 50 yılda konserler, sokak müzisyenleri, Kürtçe müzik yasaklanıyor.

Tutuculuktan kaynaklanan cinselliğin yaşanmaması hâlâ tabu, gençler için hâlâ geçerli.

Aradan 50 yıl geçmiş ama değişmemiş

Yönetmen Alexandru Belc, özgürlüğün neredeyse hiç olmadığı 1970’lerin Romanya’sında özgürlüğü arayan gençlik hakkında bir film yapmak istediğini belirtiyor bir söyleşisinde… Komünist rejimin kötülendiği iddia edilebilir, ama anlatılanların büyük çoğunluğunun gerçek olduğu da biliniyor. Doğaldır ki, bir kısım devlet yöneticileri ve aileleri böylesi baskıları hissetmemiştir, ama müzik gibi evrensel bir barış dilinin yasaklandığı biliniyor. Dolayısıyla komünizmin değil Romanya’da uygulanan rejimin eleştirisidir Metronom filminde anlatılan.

Basit bir hikâye ama anlatım müthiş!

Görüntünün en durağan olduğunda beyazperdeden öyle bir gerilim yükseliyor ki, tırnaklarınızı geçiriyorsunuz koltuklara. Oyuncular öyle başarılı ki, o sorguda sanki siz ter döküyorsunuz.

Yönetmen Alexandru Belc, senaryosunu da yazdığı Metronom’da, liseden mezun olacak gençlere odaklanıyor. Anne babalar, “aman çocuğum, üniversiteye gidebilsin” diye çocuklarının arkadaşlarıyla eğlenmesini bile engellemeye çalışırken, gençler radyodan gizlice yabancı kanallardan dünyanın en popüler gruplarından en yeni şarkılarını dinlemek isterler. Gençlerin müzik dinleyip dans etmesi, cinselliklerini de kamçılar. Ana (Mara Bugarin) genç ve âşık, sevdiği genç Sorin (Serban Lazarovici) ise ailesiyle yurtdışına kaçmak için arkadaşlarını ispiyonlayan biri. Ana, Sorin’i, kendisinin onu sevdiğini kanıtlamak için uyarılara rağmen yatmayı bile göze alır.

İyi polis kötü polis…

Basına da yansıyan benzer olaylar bizde de yaşandı, yaşanıyor. Polis, sırf arkadaşlarını gammazlaması için gençleri satın almaya, onları ajan olarak kullanmaya çaba harcıyor. Filmde de benzer bir durum söz konusu. Ana, ilk anda ifadesini bile yazmayarak arkadaşlarını ele vermiyor, ama polis hem deneyimli hem de babasının (Mihai Calin) işiyle tehdit edince daha fazla direnemiyor.

Film, öyküsü itibariyle evrensel, sinema dili açısından da alabildiğine güçlü… Konusu gereği sadece Romanya ile sınırlı değil, geçtiği yıl ise ülkeden ülkeye değişse de yaşananlar aynı.

Tüm bunlardan hareketle mutlaka izlenmeli. Kendinizi göreceksiniz muhakkak. Ancak sadece siyasal/toplumsal yaşam çerçevesinde bakılması gerekmiyor; duygusal bir yanı da var. Ana, her ne olursa olsun sevdiceğinin oluyor, bir anlığına da olsa…

(03 Ocak 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Buradan Çok Uzakta

Sinema sektörümüz 2022 yılında da onlarca sanatçı ve emekçimizi ebediyete uğurladı. Allah rahmet eylesin; mekânları cennet olsun:
Bozkurt Kuruç (16 Ocak 2022), Oyuncu, Yönetmen, Öğretim Üyesi
Yaşar Aydaş (23 Ocak 2022), Bağlama ve Kaval sanatçısı
Fatma Girik (24 Ocak 2022), Oyuncu (Teşvikiye Camii’nden Bodrum’a uğurlandı)
Ayberk Pekcan (24 Ocak 2022), Oyuncu (Mersin Yenişehir ilçesi Hz. Muğdat Camii, Tarsus Şehir Mezarlığı)
Ertunç Şenkay (26 Ocak 2022), Görüntü Yönetmeni (Teşvikiye Camii, Feriköy Mezarlığı)
Didem Şahin (27 Ocak 2022), Belgesel Yönetmeni (Florya Basınköy Camii, Küçükçekmece Mezarlığı)
Diler Saraç (28 Ocak 2022), Oyuncu (Teşvikiye Camii’nden kaldırıldı)
Şerafettin Gür (29 Ocak 2022), Yapımcı (Üsküdar Şakirin Cami, Karacaahmet Mezarlığı)
İrfan Atasoy (03 Şubat 2022), Oyuncu, Senarist, Yapımcı, Sinemacı (Levent Afet Yolal Camii, Zincirlikuyu Mezarlığı)
Tansu Okan (10 Şubat 2022), Müzisyen, Oyuncu, Seslendirme Sanatçısı (Karacaahmet Şehitlik Camii, Osmangazi Mezarlığı)
Haydar Dümen (10 Şubat 2022), Doktor, Oyuncu (Ulus Arnavutköy Mezarlığı)
Cemil Özbayer (12 Şubat 2022), Tiyatro Oyuncusu ve Yönetmeni, Sinema Oyuncusu
Erkan Akad (13 Şubat 2022), Laboratuvar Şefi, Renk Düzenleyici, Makinist (Çanakkale, Enez)
Salih Bolat (13 Şubat 2022), Şair, Yazar, Akademisyen, Oyuncu
Arif Şentürk (15 Şubat 2022), Ses Sanatçısı, Oyuncu (Zeytinburnu Seyyid Nizam Camii)
Gülşen Girginkoç (17 Şubat 2022), Oyuncu, Seslendirme Sanatçısı, Suflöz
Ayten Erman (24 Şubat 2022), Sinema ve Tiyatro Oyuncusu (Karacaahmet Şakirin Camii)
Manucher Vusuğ (27 Şubat 2022), Oyuncu (Londra)
Hüseyin Elmalıpınar (03 Mart 2022), Oyuncu
Ali Mermer (04 Mart 2022), Fotoğrafçı (Edirnekapı Şehitlik Sakız Ağacı Camii ve Mezarlığı)
Tahir Akıllı (06 Mart 2022), Makinist, Oyuncu
Murat Özer (09 Mart 2022), Sinema Yazarı (Adapazarı)
Kunt Tulgar (16 Mart 2022), Yönetmen, Oyuncu, Yapımcı, Kurgucu (Zincirlikuyu Camii, Ayazağa Mezarlığı)
Aydın Engin (24 Mart 2022), Yazar, Senarist (Çengelköy Mezarlığı)
İsmail Çağlar (31 Mart 2022), Yapım Asistanı, Yapım Amiri, İdari Yapımcı, Uygulayıcı Yapımcı, Yapımcı
İbrahim Gündoğan (01 Nisan 2022), Oyuncu (Göksu Peksimetçi Salihağa Camii)
Atıl Ant (07 Nisan 2022), Yayınevi Sahibi
Aslan Şükür (10 Nisan 2022), Çizgi Roman Ressamı (Bakırköy Konyalı Camii)
Aykut Sözeri (26 Nisan 2022), Sinema ve Tiyatro Oyuncusu ve Yönetmeni (Yenimahalle Ahmet Efendi Camii, Karşıyaka Mezarlığı)
Agâh Özgüç (27 Nisan 2022), Sinema Yazarı ve Tarihçisi, Şair (Üsküdar Şakirin Camii, Karacaahmet Mezarlığı)
Tahsin Lale (30 Nisan 2022), Oyuncu
Kadir Kök (30 Nisan 2022), Oyuncu (Kocaeli, Gebze, Kadıllı Mahallesi)
Kamil Tozman (01 Mayıs 2022), Sinema İşletmecisi (Eskişehir Asri Sinema)
Metin Özlen (03 Mayıs 2022), Karagöz Ustası, Hayali Sanatçı
Cem Madra (04 Mayıs 2022), Etnolog, Radyo Programcısı, Belgeselci ve Kütüphaneci (Zincirlikuyu Camii ve Mezarlığı)
Kemal Kenan Ergen (14 Mayıs 2022), Mizah Yazarı, Senarist (Kocaeli, Gölcük, Değirmendere Mahallesinde toprağa verildi.)
Yılmaz Kanat (16 Mayıs 2022), Yapım Amiri
Sönmez Yıkılmaz (03 Haziran 2022), Oyuncu, (Teşvikiye Camii)
İlker Kurt (05 Haziran 2022), Oyuncu (İzmir İlahiyat Fakültesi Hacı Fatma Tatari Camii)
Sultan Tolgu Kadem (05 Haziran 2022), Oyuncu (Muğla – Menteşe İlçesi Saburhane Camii, Şehir Yeni Mezarlığı)
İnci Birol (11 Haziran 2022) (Gerçek Adı: Asiye Yurdagül Ergin, Teşvikiye Camii)
Uğur Terzioğlu (13 Haziran 2022), Film İthalatçısı (Milas Kurşunlu Camii, Milas Şehir Mezarlığı)
Münir İnselel (19 Haziran 2022), Oyuncu, DJ
Kemal Karadeniz (21 Haziran 2022), Beyoğlu Sineması Müdürü (Giresun)
Osman Wöber (25 Haziran 2022), Oyuncu, Tiyatro Yöneticisi (Teşvikiye Camii, Kilyos Mezarlığı)
Cüneyt Arkın (28 Haziran 2022), Oyuncu, Yönetmen, Yapımcı (Teşvikiye Camii, Zincirlikuyu Mezarlığı)
Ahmet Faik Şener (Lâkabı: Balarısı Ahmet) (29 Haziran 2022), Müzisyen
Sencar Sağdıç (04 Temmuz 2022), Oyuncu
Erdal Gülver (06 Temmuz 2022), Oyuncu
Okan Sarul (08 Temmuz 2022), Kurgucu (Tarabya Camii)
Cesur Doğan (10 Temmuz 2022), Oyuncu
Yavuz Figenli (16 Temmuz 2022), Yönetmen, Senarist, Yapımcı
Erden Kıral (17 Temmuz 2022), Yönetmen, Senarist, Yazar (Teşvikiye Camii, Zincirlikuyu Mezarlığı)
İlhan İrem (28 Temmuz 2022), Şarkıcı, Bestekar (Bebek Camii, Aşiyan Mezarlığı)
Rauf Altınak (31 Temmuz 2022), Tiyatro ve Sinema Oyuncusu (Kireçburnu Camii ve Mezarlığı)
Sevil Nursan (01 Ağustos 2022), Sanat Yönetmeni, Oyuncu
Sungun Babacan (06 Ağustos 2022), Seslendirme Sanatçısı ve Yönetmeni, Çevirmen (Balıkesir Burhaniye Orjan Camii, Burhaniye Belediyesi Geriş Mezarlığı)
Semih Sergen (06 Ağustos 2022), Sinema ve Tiyatro Oyuncusu, Seslendirme Sanatçısı (Bodrum Gölbaşı Camii ve Mezarlığı)
Halil İnönü (10 Ağustos 2022), Sinema Makinisti (İsmail Safa Camii, Lefkoşa Mezarlığı)
Süreyya Gürsel Evren (13 Ağustos 2022), Oyuncu
Oğuzhan Tercan (14 Ağustos 2022), Yönetmen, Senarist (Ordu Altınordu Orta Camii, Hatipli Şehir Mezarlığı)
Rıza Pekkutsal (16 Ağustos 2022), Sinema, Tiyatro, Dizi Oyuncusu (Buca Yaylacık Camii, Eski Buca Mezarlığı)
Civan Canova (20 Ağustos 2022), Sinema ve Tiyatro Oyuncusu
Ali Güney (24 Ağustos 2022), Oyuncu, Prodüksiyon Amiri (Teşvikiye Camii, Ayazağa Mezarlığı)
Bülent Tezcanlı (27 Ağustos 2022), Müzisyen, Sinema ve Tiyatro Oyuncusu
Başak Özel (20 Eylül 2022), Oyuncu, Redaktör, Seslendirme Sanatçısı, Yazar
Tunç Oral (20 Eylül 2022), Oyuncu, Yapımcı (Antalya Türbeli Camii ve Mezarlığı)
İsmail İncekara (06 Ekim 2022), Oyuncu (Kanlıca İskenderpaşa Camii, Kanlıca Mezarlığı)
Ayhan Kâhya (09 Ekim 2022), Seslendirmeci ve Opera Sanatçısı
Leyla Kenter (11 Ekim 2022), Oyuncu, Akademisyen
Sadık İncesu (13 Ekim 2022), Oyuncu, Yapımcı, Görüntü Yönetmeni (Nurtepe Cemevi, Ulus Mezarlığı)
Ahmet Güleryüz (15 Ekim 2022), Yönetmen, Senarist, Yönetmen Asistanı (Beyoğlu Hüseyin Ağa Camii)
Billur Kalkavan (15 Ekim 2022), Sinema TV Oyuncusu, Sunucu (Zincirlikuyu Camii ve Mezarlığı)
Demiray Erül (16 Ekim 2022), Sinema, Tiyatro, TV Dizi Oyuncusu, Seslendirme Sanatçısı (Bodrum Ortakent Kerem Aydınlar Camii)
Sinem Üretmen (24 Ekim 2022), Oyuncu, Manken (Hollanda’da toprağa verildi)
Rıza Akın (02 Kasım 2022), Oyuncu (Adana Asri Mezarlığı)
Hıncal Uluç (20 Kasım 2022), Gazeteci, Eleştirmen, Oyuncu
Güzin Çorağan (27 Kasım 2022), Oyuncu
Hayal Sirer (11 Aralık 2022), Oyuncu (Antalya Uncalı Mezarlığı)
Daniela Giordano (16 Aralık 2022), Oyuncu
Sarper Özcan (19 Aralık 2022), Müzisyen
Pakize Suda (21 Aralık 2022), Oyuncu, Yazar, Şarkıcı (Muğla)
Ayşe Gencer (30 Aralık 2022), Caz Sanatçısı, Oyuncu (Levent Afet Yolal Camii, Ulus Mezarlığı)

(31 Aralık 2022)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

2022’den Benim Seçtiklerim

Hayatımızı büyük ölçüde kısıtlayan Covid salgını nedeniyle kapılarını bir süreliğine kapatmış olan sinema salonlarına dönebilmenin mutluluğunu yaşadığımız 2022’de, önceki senelerden bekleyen yapımların da gün ışığına çıkması ile hayli verimli bir sinema yılını geride bırakmış bulunuyoruz. 2022 yılı içinde izleyebildiklerim arasından seçtiğim en iyiler listemi, iyi filmlerin bolluğu nedeni ile bu yıl her zamankinden daha uzun tuttum. (Not: Listede yer alan filmler üzerine yayınlanmış yazılarımın tamamına, parantez içinde belirtilen başlık ve tarihlerden ulaşabilirsiniz.)

1- DRIVE MY CAR
2021’de Cannes’da prömiyerini yapan, bu yıl Ocak ayında sinemalarımızda gösterime giren Ryûsuke Hamaguchi imzalı film, acıların ağırlığı ile yüklü hayatımıza katlanabilmek üzerine bir deneyimi Çehov’un ölümsüz metni üzerinden usul usul ören, yalnızlık, kayıplar, hafıza ve dil üzerine çok katmanlı bir başyapıt. (‘Yalnızlık Paylaşılır’ / 29.01.2022)

2- AYRILMA KARARI / Decision To Leave
Koreli auteur sinemacı Park Chan-wook, Cannes’den en iyi yönetmen ödülünü aldığı son başyapıtında, ilk döneminin kara filmlerine dönüş yapıyor, bir polis ile cinayet zanlısı arasında gelişen tutkulu aşkın hikâyesini şaşırtıcı bir üslûpla, yaratıcı yönetmenlik tercihleriyle anlatırken unutulmaz finaliyle sinemaseverleri büyülüyor. (Ülkemizde gösterime girmeyen film, halen MUBI’den izlenebiliyor.)

3- MEMORIA
Taylandlı eşsiz sinemacı Apicathpong Weerasethakul’un yine Cannes’dan jüri ödüllü son filmi, maddi dünyadan manevi alemin düşler diyarına insanlığın ortak hafızasına doğru yol alan ve bu gizemli serüvene izleyiciyi de ortak eden kusursuz bir başyapıt İspanyolca adı dilimizde hafıza (ya da bellek) anlamına filmde fenomen oyuncu Tilda Swinton başrolde. (‘İnsanlığın Ortak Hafızasına Yolculuk’ / 11.03.2022)

4- GÖKYÜZÜNE BAKTIĞIMIZDA NE GÖRÜYORUZ
Son dönemin en heyecan verici yaratıcılarından biri olan Gürcü sinemasının önemli isimlerinden Aleksandre Koberidze’nin klişe bir aşk tutulması ile başlamasına karşın, farklı anlatım üslûpları denediği filminde, sihir denilen şeylere, gerçek olamayacak kadar garip olduğu düşünülen doğaüstü gelişmelere alan açmayı, bunların günlük hayatımızın bir parçası olduğunu dile getirmeyi hedeflediğini dile getiriyor. (‘Sinema Bizi Kavuşturur’ / 14.07.2022)

5- ÖĞLE GÜNEŞİNDE YILDIZLAR / Stars at Noon
Çağımızın saygın sinemacılarından Claire Denis dünya prömiyerini Büyük Jüri Ödülü’nü kazandığı Cannes Film Festivali’nde yapmış olan son filminde fonda dönen siyasi entrikalardan ziyade, tekinsiz bir iklimde birbirlerini bulmuş iki kayıp ruhun jestler, bakışlar, dokunuşlar, bedenler, yüzler ve ihtiraslı sevişmeler aracılığıyla duyumsadıkları ile ilgileniyor (‘Çamura Batmış Duygular’ / 20.12.2022)

6- KUZEYLİ / The Northman
Amerikalı auteur sinemacı Robert Eggers’in titiz bir tarihsel ve mitolojik ön çalışma ile çağdaş aksiyon geleneğine alternatif sunan önemli çalışması, Kuzey’in kasvet ve kıyametini yüksek sanata dönüştüren, saf ilkelliği has sinemayla buluşturan yılın en önemli sinema deneyimlerinden biri. Kubrick’in mirasçısı Eggers’in henüz mükemmel bulmadığı sinemasının gelecek ürünlerini merakla bekliyoruz. (‘Saf İlkelliğin Has Sineması’ / 21.04.2022)

7- KÂBUS ÇIKMAZI / Nightmare Alley
Guillermo del Toro’nun ‘film noir’ ile buluştuğu yapım, insan ruhunun karanlık dehlizlerinde tur atarken, olağanüstü oyuncu kadrosu, çok başarılı sinematografisi, 1940’lar set tasarımı ve beklenmedik sürprizleriyle heyecan veriyor. Dünyanın tüm kötülüklerini bir ayna misali yansıtan doğaüstü yaratıklar, hayaletler ya da vampirler yerine bu defa en acımasız canavarlar olarak gördüğü kanlı canlı insanlar kullandığını dile getiriyor sinemacı. (‘İnsan İnsanın Kurdudur’ / 06.02.2022)

8- MÜSTAKBEL SUÇLAR / Crimes of The Future
Sinema evreninin kuşkusuz en özgün yaratıcılarından biri olan David Cronenberg’in 8 yıl aradan sonra çektiği ve ilk gösterimini geçtiğimiz Mayıs ayında Cannes Film Festivali ana seçkisinde yapmış olan filmi, onun 70’li yıllardan başlayarak inşa ettiği distopik dünyanın tek kelimeyle heyecan verici son ürünü. Usta sinemacı teknoloji ve beden deformasyonu ışığında sanatın sınırlarını ve her türlü bürokratik baskıya karşın sanatçının toplumdaki rolünü tartışıyor. (‘Beden Gerçekliktir’ / 28.07.2022)

9- BERGMAN ADASI / Bergman Island
Birlikteliklerini sürdüren ikisi de yönetmen çiftin hikâyesi üzerine Mia Hansen-Løve imzasını taşıyan serbest vezin çalışma, otobiyografiyi de aşarak bir kadın sanatçının geçmişini ve geleceğini sorguladığı yaratım egzersizine dönüşürken, ikonik deha Ingmar Bergman’ın muhteşem ve ürkütücü mirasını tartışmaya açıyor. (‘Kendine Ait Bir Ada’ / 13.02.2022)

10- KERR
Disiplinlerarası yaratılara imza atmış auteur yönetmenimiz Tayfun Pirselimoğlu’nun adını ‘mükerrer, tekrar, tekerrür’ kelimelerinin kökünden alan son başyapıtı, bir delilik halinin yaşandığı ifade ettiği dünyamızı ve özelde memleketimizi alegorik olarak ifade ediyor. Tepkisizliğimizden ve etrafımızda olup bitenlere müdahil olmak istememe halimizden dolayı hepimizi kendi vicdanımızla baş başa bırakıyor. (‘Her Şey Tekrar Ediyor’ / 29.04.2022)

11- KURAK GÜNLER
Emin Alper’in obruk metaforu ile Türkiye’yi işaret eden yeni bir memleket hikâyesine yöneldiği son filmi, ‘Avrupa Film Akademisi’nin saygın ödülü ile taçlanan müthiş bir kurgu ve ses tasarımıyla distopik bir dünyaya evriliyor. Domuz avının izini süren çarpıcı açılış, insan avına dönüşen olağanüstü finalle noktalanırken, Alper’in bir sinema mucizesi ile görselleştirdiği güzel bir gelecek hayali, içinde yaşadığımız korku tünelinden çıkış umuduna dönüşüyor. (‘Memleket Hikâyesi’ / 07.12.2022)

12- BİR EVLİLİK HİKÂYESİ / The Story of My Wife
Yaşayan en büyük sinemacılardan Ildikó Enyedi’nin Cannes’da ilk gösterimini yapmış, ölümünden önce adı Nobel Edebiyat Ödülü adayları arasında anılmış olan Macar yazar Milán Füst’ün 1947 yılında yayımlanmış en tanınmış romanından uyarladığı filminde, alaycı değişimlerle dolu hayat sürecinde kadın-erkek ilişkiler dinamiği, evlilik sorunsalı, arzu, bağlanma, sahiplenme, kıskançlık gibi evrensel temalar arasında ustaca sörf yapan nefis bir metinden bir o kadar incelikli bir çalışma ortaya koyuyor. (Bu güzelim filmi sinema perdesinde izlemenizi dilerdim, ancak sanırım vizyona girmeyecek. MUBI’ye uğraması mümkündür.)

13- INISHERIN’İN ÖLÜM PERİLERİ / The Banshees of Inisherin
Eserleri ülkemizde de sahnenmiş İrlandalı tanınmış oyun yazarı Martin McDonaugh’ın Venedik’ten çifte ödüllü son filmi, uzun yıllara dayanan can arkadaşlığın tek taraflı bitirilişi, yaşanan keder ve onu izleyen nefret psikolojisi ışığında müthiş bir karakter tahliline girişiyor. Oyuncu takımı olağanüstü. (Filmekimi’nde izleyici karşısına çıkan ve Oscar yarışında iddialı olan filmin yaygın gösterime çıkması bekleniyor.)

14- PACIFICTION
Yine Cannes 2022 ana yarışma bölümünde yer almış olan Katalan yönetmen Albert Serra’nın filmi izleyicisini hipnotik bir tropik yolculuğa çıkarıyor, Fransız sömürgesi Tahiti adasında geçen kurgu hikâye düşsel bir üslûpla siyaset batağında emperyalizmin kokuşmuşluğunu sergilerken, nükleer yarış heveslisi Fransa özelinde gezegenin gidişatı üzerine üzerine ürkütücü bir tasvire dönüşüyor. (Filmekimi’nde gösterilen film gösterime girmez ise muhtemelen MUBI’de karşınıza çıkacaktır.)

15- R.M.N.
Cristian Mungiu’nun Cannes’da prömiyerini yapan son filmi adını ‘MR Görüntüleme’nin Romence kısaltılmışından almış. Romanya Yeni Dalgası’nın dünya sinemasına armağan ettiği auteur yönetmenin özelde Transilvanyalı halkların, genelde insan denen vahşi hayvanın MR’ını çektiği çalışması Romanya sınırlarını aşarak günümüz Avrupası’nın ve hatta çağdaş Dünya’nın mikrokozmosuna dönüşüyor. (‘İçimizdeki Hayvan’ / 23.12.2022)

16- YAKIN / Close
2018 yapımı ‘Girl’ ile parlak bir çıkış yapan Belçikalı Lukas Dhont’un Cannes’da Büyük Jüri Ödülü’nü paylaşan ikinci uzun metrajında 13 yaşındaki iki erkek çocuğun şefkat dolu can arkadaşlığı, okuldaki çocukların zorbalığı ve erkeklik dayatmalarına karşı koyamıyor. Gerisi bir trajedi. Jeanne-Pierre ve Luc Dardenne esini taşıyan yapım (özellikle bkz. ‘Oğul / Le Fils’), ‘Yaşamın Kıyısında / Manchester by the Sea’den beri izlediğim en kederli film belki de. (Filmekimi’nde gösterilen, 01 Ocak 2023’te farklı salonlarda özel gösterimi yapılacak olan filmin vizyona girmesini umuyoruz.)

17- TORI VE LOKITA /Tori et Lokita
Dardenne kardeşlerden söz açılmışken, Cannes ana yarışma seçkisinde yer almış, göçmen sorunu üzerine dördüncü çalışmaları olan sarsıcı son filmlerinden söz etmeden geçmeyelim. Efsane ikili, Afrikalı Belçika sürgünlerinin trajedisi üzerine belki de kariyerlerinin en sert ve karanlık örneğine imza atarak, Avrupa’daki kanunların göçmenler lehine mutlaka yeniden değerlendirilmesini talep ediyor. (‘Suç ve Ceza Film Festivali’nde İstanbul izleyicisi ile buluşan filmin mutlaka vizyona girmesi gerektiğinin altını çiziyoruz.)

18- ALCARRÀS
Berlin Film Festivali’nin en iyi filmi seçilen Carla Simón imzalı tamamen amatör oyuncuların yer aldığı film, Katalonya’nın Alcarràs köyündeki arazilerinde nesillerdir şeftali toplayan Solé ailesini merkezine alıyor. Simón, 2017 İstanbul Film Festivali Jüri Özel Ödülü’nü kazanan ’93 Yazı / Estiu 1993’da olduğu gibi geleneksel aile bağlarının mahrem ve dokunaklı bir portresini çizerken, dünyamızı tehdit eden ekolojik yıkımın ayak seslerini duyuruyor. (İstanbul Film Festivali’nde gösterilen film vizyona girmeyecek. Önümüzdeki aylarda MUBI’den izlenebilir.)

19- PETER VON KANT
François Ozon’un ustası Rainer Werner Fassbinder’e ithaf ettiği son filmi, efsanevi Alman sinemacının özyaşamsal anılarından yola çıkmış 1972 yapımı ‘Petra von Kant’ın Acı Gözyaşları’nın çağdaş bir yorumu. Fassbinder’e fiziksel olarak da çok benzeyen Denis Ménochet’nin harikalar yarattığı film son dönemin en çekici sinefil yapıtlarından biri bu. (‘Herkes Öldürür Sevdiğini’ / 19.09.2022)

20- ÖRÜMCEK VE KIZ / Das Mädchen und die Spinne
Sinemanın dramatik yapısından uzakta kendi yolunda ilerleyen yılın en ayrıksı yapımlarından. İsviçre asıllı Zürcher kardeşlerin Bresson ve Tati ile karşılaştırılması bu yüzden. Bir düzineden fazla karakter arasındaki bağı ve gizemli alışverişi simgeleyen örümceği Hitchcock usulü bir MacGuffin olarak düşünerek, büyük çözümlemelere dalmadan zeki ayrıntılar üzerine hoş bir zihin jimnastiğine girişebilirsiniz. (‘Ve Hayal Gemisi Yol Alırken’ / 26.05.2022)

BONUS: THE BATMAN
Süper kahraman filmleri içinde prestijli bir yere sahip olan maskeli şövalyenin Matt Reeves’in elinden çıkma yeni uyarlaması, bu tür aksiyonlara mesafeli duranlar için cazip sürprizler içeriyor. Yağmurlu gecelerin karanlığında bir seri katilin izini süren bu gizemli kara hikâye, pisliğin içine batmış kentin yetim çocuklarının öyküsü ile derinlik kazanıyor. (‘Gece, Yağmur ve Yetim Çocuklar’ / 10.03.2022)

(27 Aralık 2022)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Disney ve Marvel Filmlerini Bile Geride Bırakan Belgesel: The Buldiers of Alhambra

“The Buldiers of Alhambra” “Elhamra’yı İnşa Edenler” belgeseli, ikonik Elhamra Sarayları, Comares ve Lions’ı hayal eden ve inşa eden insanların hikâyesini anlatıyor. Film, 14. yüzyılda bu sarayları inşa eden Granada emirleri I. Yusuf ve V. Muhammed’in veziri ve aynı zamanda bir tarihçi olan İbnü’l-Hatib’in günlüklerine dayanıyor.

Elhamra üzerine yapılmış bir çok belgesel var ancak Elhamra’yı İnşa Edenler, ilk kez bu eşsiz ve büyüleyici mimari sanat eserinin yapımının ardındaki yaratıcı amacı sinematografik bir şekilde ortaya çıkarmak için İbnü’l-Hatib’in tarihsel tanıklığı ve en güncel bilimsel araştırmaları kullanıyor. Varlığımızın amacından ve sonunda her şey kaybolduğunda sanatın her şeye nasıl anlam kattığından bahsediyor.

Belgeselin yönetmeni Isabel ile Çeşitlilik ve Kültürlerarası Projeler konusunda Avrupa Yayın Birliği’nde birlikte ortak projelerde çalıştık. Kendisinin imza attığı her işe nasıl titizlikle yaklaştığını biliyorum. Bu kez başka bir boyuta geçmiş ve harika bir belgesel yapıma damgasını vurmuş.

Bu belgeseli neden yapmak istedin Isabel, derdin neydi, motivasyonun neydi?

Şu anda İspanya dediğimiz bölgede, çok fazla kültür geçişinin olduğu bir yerde yaşadığım için her zaman kendimi şanslı hissettim. Kendimi derinden Akdenizli ve Avrupalı hissediyorum ve kültürel çeşitliliğin zenginlik ve ilerleme olduğuna kesinlikle inanıyorum.

Avrupa’nın karanlık çağlarında, ışık İspanya’nın güneyinde, Endülüs’te parlıyordu. Yüzyıllar boyunca, Endülüs Avrupa’daki en önemli yenilik ve bilgi merkeziydi. Bilim, tarım ve tıpta muazzam ilerlemenin yanı sıra birçok büyüleyici tarihi karaktere de sahipti. Elhamra, tarihin o döneminin son büyük ifadesi olarak varlığını hâlâ sürdürüyor ve İbnü’l-Hatib, onun ruhunu mükemmel bir şekilde cisimleştiren kişidir. Bu eşsiz yapının ve tarihçisi İbnü’l-Hatib’in tarihimizin bu unutulmuş ve aşkın bölümünü anlatmaya başlamak ve İslam’ın Avrupa’daki köklerini, Batı Kültürünün gelişmesinde rönesansın Endülüs köklerini ve Endülüs’ün etkisini savunmak bu belgesele başlamak için mükemmel bir sebep diye düşündüm.

Elhamra’yı İnşa Edenler, kültürümüzün ve kimliğimizin çok sayıda katmandan oluştuğunu ve genellikle yabancı olarak gördüğümüz şeyin aslında kendimizin ayrılmaz bir parçası olduğunu bize hatırlatarak, daha iyi bir anlayışı teşvik etmek için farklı kültürleri yakınlaştırmayı amaçlayan bir hikâyedir.

Üretim süreçlerinden bahseder misin? Projeye kimler ortak oldu, kimler destek verdi? Eminim uzun ve zorlu bir süreç olmuştur.

Farklı sebeplerden dolayı uzun ve zorlu bir yapım oldu. Her şeyden önce, film çekimi için izin almak söz konusu olduğunda, Elhamra muhtemelen Avrupa’da en fazla kısıtlamaya sahip olan binalardan biridir. Aslında, Elhamra kompleksinde bu büyüklükte bir film çekimine ilk kez izin veriliyor. Bu yetkiyi alabilmek için çok çeşitli koşullara uymamız ve böylesine özel bir yerin gereksinimlerine tamamen uyarlanmış bir çekim planı tasarlamamız gerekiyordu. İspanya’nın en çok ziyaret edilen anıtı olduğundan sürekli insan akışını engelleyemedik. Mümkün olan en küçük ekiple çekim yapmak zorunda kaldık. Saraylardaki sahneleri çekmek için, bu bölümlerin halka kapalı olduğu dönemlerde, sabah ilk iş ya da akşam olmak üzere iki saatlik zaman aralıklarında çalışmak zorundaydık. Ayrıca doğal ışıkla çalışmamız veya onu gerektiren durumlarda çok sınırlı, yaratıcı aydınlatma çözümleri kullanmamız gerekiyordu. 14. yüzyıl İbnü’l-Hatib’in metinlerine dayanan senaryoyu yazmak için yaklaşık üç yıl boyunca birçok tarih danışmanının yardımıyla çalıştık. Bu aynı zamanda filmi gerçekleştirmek için mali desteği tamamlamamız gereken zamandı, çünkü İspanya’da bugüne kadar yapılmış en iddialı belgesel filmlerden biri. Bütçe 1.620.000 €’dur ve bunu mümkün kılmak için İspanyol ve Avrupa kamu eğlence programları ile uluslararası yayıncıların bir kombinasyonunu yönettik: Media Creative Europe, Andalusian Film Fonu ve Katalan Film Fonu ve İspanyol kamu TV RTVE ve Canal Sur ve ARTE/ZDF, ORF ve Aljazeera Documentary.

Bir yönetmen olarak benim için bu film, yapımın boyutu, 14. yüzyılda yerleşen kurgusal anlatı ve ayrıca belgesel çekerken pek yaygın olmayan bir şey olan dijital VFX ile ilk kez çalışma gerçeği nedeniyle bir meydan okuma oldu. Dahil olan harika ekibin geri kalanı kadar tüm aklımı ve ruhumu buna koydum ve birçok insan için benzersiz ve önemli bir şey yaptığımızı düşünüyorum.

Müslüman kültürü hakkında bir film yapıldığında, genellikle oryantalist bir atmosfer yaratılıyor? Göbek dansı, harem gözdeleri, hamam sahneleri, acımasız hükümdarlar, kesilen eller vs. bunlar neden belgeselinizde yok? Bundan nasıl kaçındın?

En büyük endişelerimden biri buydu. Amerikan ve İngiliz filmlerinde İspanya ve İspanyol kültürünün ne olduğuna dair pek çok gülünç temsil görüyorum ve hiçbir koşulda, aynı zamanda bana çok aptalca gelen bu hatayı yapmak istemedim. Yazı ekibi, sanat ekibi ve içerikle ilgili işi olan herkes, tüm süreç boyunca danışmanlar, Müslüman ve Arap tarihçiler tarafından desteklendi. Bu bir docudrama belgeseli. Dramatize edilen bölümlerde ana rolü Mısırlı aktör Amr Waked canlandırıyor, ancak geri kalan tüm oyuncular da Kuzey Afrikalı aktörler veya ikinci nesil Müslümanların oğulları olan İspanya’daki göçmenler. Doğu ve Batı kültürleri arasında ortak geçmişimizi gösteren bir köprü kurmak isteyen bir filmde bu yön çok önemliydi ve yapım boyunca bunun hep farkındaydık.

Filme tepkiler nasıl? Özellikle Hristiyan – Avrupalı izleyicilerden?

Film hakkında özellikle Endülüs’te ve tabii ki Granada’da büyük bir beklenti vardı. Film, prestijli Valladolid Uluslararası Film Festivali’nde resmi yarışmada yer aldı. SEMİNCİ, belgesel yarışmasında ve basından ilk tepkileri aldık.

Gazeteciler filmden etkilendiler ve filmin tasvir ettiği bilinmeyen yeni şeylerin miktarı ve anlatılma şekli karşısında şaşırdılar. Elhamra’da yaşayan, dönemin tarihçisi olan ve daha önce kimsenin adını duymadığı bir adamın bu keşfi elbette herkesi şaşırttı. insanlar kendi tarihlerini keşfetmek için geçmişe yapılan bu yolculuktan ve bu karizmatik İbnü’l Hatib karakterinden gerçekten etkilendiler. Bunun binanın inşasının ardındaki insanlık tarihini bilmenin, Nasrid halkıyla bağlantı kurmanın ve onları atalarımız olarak görmenin güçlü bir yolu olduğunu düşünüyorum.

Belgesel, ilk hafta sonu gösterildiği Granada’daki üç sinemada Disney ve Marvel filmlerini bile geride bırakarak en çok izlenen film oldu. O hafta The Builders of the Alhambra, İspanya’nın dört bir yanındaki sinemalarda en çok izlenen belgesel oldu.

Artık sinemalarda üçüncü haftamızdayız ve seyirci filmi sinemalarda izlemek istiyor. Sinema gösterimleri, tüm dünyada olduğu gibi İspanya’da da belgeseller için çok zor, bu yüzden beklemediğimiz büyük bir başarı ve ödüllerin en iyisi. Mümkünse belgeseli Kuzey Afrika ülkeleri, Orta Doğu ve Türkiye’de sinemalara getirebilmeyi çok isterim.

Bu belgeseli izlemek isteyenlere ne dersin?

Bu filmin yapının duvarları, dekorasyonuna kazınmış mesajlar, restorasyon çalışmaları, Nasrid’lerin sözlerinin ve şiirlerinin yankısı ile geçmişin bugün ve gelecekle buluştuğu, zamanda bir yolculuk olduğunu söylerdim.

Elhamra, zaman içinde bir kapsül, şişedeki bir mesaj gibidir ve film, Elhamra’nın yaratıcılarına yakınlaşmak için bu mesajı deşifre ediyor.

Bu hikâye günümüzle nasıl bağlantılı peki?

Tarih her zaman bugünden bahseder. Geçmişe dair, modası geçmiş, hayatımızı etkilemeyen bir unsur olarak gören ön yargı var ve bu da bence çok büyük bir hata, dünyamızı yaşadığımız karanlık ana sürükleyen unsurlardan biri olabilir bu. Şu günlerde; geçmişi görmezden geliyoruz. Sahi nereden geliyoruz?

Sadece önümüze çıkanlara bakarsak içinde bulunduğumuz toplumsal ve siyasi süreçleri anlayamaz ve çözüm bulamayız. Ayrıca The Builders of the Alhambra, Akdeniz’de yüzyıllardır farklı kültürlerin bir arada yaşadığı küresel ve çeşitlilik içeren bir dünyanın yaşandığını ve bunun zenginliğe neden olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Ayrıca Nasrid Granada yani Endülüs’ün son dönemi, dünyanın kökten değiştiği ve insanların hayatta kalabilmek için uyum sağlamayı bilmesi gereken bir gerileme dönemiydi. Avrupa’da Karanlık Çağlar olarak adlandırdığımız Orta Çağ’ın o döneminin, bildiğimiz diğerlerine benzer durumlar hakkında bize anlatacak çok şeyi olduğunu düşünüyorum.

(Bu yazı ilk olarak 26 Aralık 2022 tarihinde cinedergi.com’da yayınlanmıştır.)

(27 Aralık 2022)

Semra Güzel Korver

İçimizdeki Hayvan

Romanya’nın dünya sinemasına armağan ettiği auteur yönetmen Cristian Mungiu’nun Cannes’da prömiyerini yapan son filmi ‘R.M.N.’, Andrey Zvyagintsev başyapıtı ‘Sevgisiz / Nelyubov’un Alyoşa’sını anımsatan Rudi’nin görüntüsü ile açılıyor. Sırtında çantası tek başına okula giderken yolunun geçtiği tekinsiz ormanda karşılaştığı şey, onun dehşete düşmesine ve konuşmayı kesmesine neden olmuştur. Eş zamanlı olarak gurbet ellerde çalışan babasının Alman ustabaşının ırkçı söylemine dayanamayıp adama girişmesi sonucu işinden olmasına tanıklık ediyoruz. Baba ocağına dönüş yapan Matthias’ı küçük Transilvanya kasabasında, dibe vurmuş ülke ekonomisinin mağdur ettiği ve aynı onun gibi farklı Avrupa ülkelerine çalışmaya gidenlerden geriye kalmış huzursuz, tedirgin bir insan topluluğu karşılıyor.

Matthias zerre değer vermediği karısı Ana’nın ezik yetiştirdiğini düşündüğü oğlunu ‘erkek adam’ yapmak niyetindedir. Yanından ayırmadığı av tüfeği ile birlikte ormana gidecekler, pusuda bekleyen tehlike ile savaşacaklardır. Rudi güçlü olacaktır, zaten tarihi güçlü olanlar yazmamışlar mıdır. Çingene kökeni ona aşağılayıcı bir biçimde hatırlatılmış olan Matthias karısını küçük görmeyi sürdürmekte, acıyanların erken öldüğü görüşünden hareketle oğluna kimseye acımamasını öğütlemektedir. Avrupa Birliği’nin hava kirliliğini öne sürerek geçim kaynağı madeni kapatmasıyla işsizliğin iyice bel büktüğü yörede, bölgenin mütevazı ekmek fabrikasını yöneten Matthias’ın eski göz ağrısı Csilla, yerel halk asgari ücrete talim etmeye burun kıvırdığı için Sri Lankalı üç işçiyi istihdam edince, köyün karlı dingin görünümünün gizlediği öfke fırtınası, hayatta kalma dürtüsünün kendinden olmayanı günah keçisi ya da düşman belleten nefret ateşi küçük yerleşim bölgesinde ırkçı bir cadı kazanı kaynatmaya başlayacaktır.

İlk yarısında kaba saba Matthias’ın erkeklik gösterileri üzerinden gerilimi kuran film, yabancı işçilerin topluluk hayatına dahil olmasıyla birlikte kolektif bir ırkçılık manifestosuna dönüşüyor. Buz hokeyi izleyen, kilisede birlikte müzik yapan, Noel coşkusunu yaşayan bireyler bir cemaat kalabalığına dönüştüğünde birtakım trajik gelişmelerin fitili ateşleniyor. Oysa bu kadim Transilvanya toprakları farklı dil, din, etnisite ve kültürel tarihleriyle asırlar boyu farklı insan topluluklarına yuva olmamış mıdır. Aynı dinden bile olsalar, uzak diyarlardan ekmek parası için göç etmiş farklı renkte ve kültürden yabancılar, ekonomik darboğaz içinde bunalmış, yaşam kaygıları taşıyan Transilvanya halkının hayal kırıklıklarının kolay hedefi olmaktan kurtulamayacaktır.

Mungiu ‘kedimizi hayvanlardan üstün görüyoruz ama ilkel dürtülerin hakim olduğu milyonlarca yıl düşünüldüğünde beynimizin ancak son 5000 yılda kültür ve eğitim ile şekillenen bölümünün çok düşük bir yüzdeyi oluşturduğunu’ savından hareketle, ‘kritik durumlarda insanoğlunun dipte kalmış duygularının kolaylıkla su yüzüne çıkabileceğini’ ifade ediyor. Filmin ikinci bölümünde tam 17 dakika süren kesintisiz tek planda çektiği ‘toplantı’ sekansında köy ahalisinin farklı kültürlerden bireyleri dertlerini, itirazlarını, nefret dolu ırkçı söylemlerini eş zamanlı olarak farklı dillerde dile getiriyor. 22 tekrar çekimle kotarılan bu olağanüstü polifonik bölüm Romanya sınırlarını aşarak günümüz Avrupası’nın ve hatta çağdaş Dünya’nın mikrokozmosuna dönüşüyor.

Romence ‘Rezonanta Magnetica Nucleara’nın kısaltılmışı olan R.M.N. bizdeki karşılığı MR olarak bilinin ‘Manyetik Rezonans Görüntüleme’ anlamına geliyor. Matthias’ın hasta babasının beyin taramasından yola çıkan Mungiu, özelde Transilvanyalıların genelde insan denen yırtıcı hayvanın MR’ını çekiyor. Karanlık, bilinmez ürkütücü orman metaforu ve ‘Vahşi Hayvanlardan Uzak Durun’ uyarısıyla yola çıkan yönetmen finaldeki ayı metaforu ile Matthias özelinde insanoğluna önemli sorular soruyor. Araftaki genç adam bir tercih noktasındadır: Karanlık hayvan genlerine mi yönelecek, ya da onu aşkın, renklerin ve müziğin ışıklı yolunda bekleyen idealist Csilla ile birlikte mi yürüyecektir. Sorunun yanıtını Mungiu da bilmiyor.

(23 Aralık 2022)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Dünyayı Sarsan Sorun: Göçmenlik

Parmağınıza bir iğne batsa canınız oradadır ve çok acıtır. Oysa olmadık anda ve yerde parmağınıza iğne batabilir. Canınızı yakan o anda olmasıdır. R.M.N. de öyle, canınızı acıtıyor. Romanya’da, Macar ve Romenler ile Çingeneler arasında geçmesiyle Türkiye’de Kürtler, Türkler ve Suriyeliler arasında geçmesinin hiçbir farkı yok. Filmdeki kişilerin adlarını değiştirin, kimse fark etmeyecektir bile…

Bir zamanlar, kendi aralarında çatışan Macarlarla Romenler, Çingeneleri kovduktan sonra birbirleriyle çatışırlarken çalışmaya gelen ekonomik göçmenlere karşı yeniden geçici bir barış içerisinde buluyorlar kendilerini.

Yabancılar dışarı!

R.M.N. sadece Transilvanya’da yükselen yabancı işçi sorununu aktarmıyor, aslında hemen tüm dünyaya yayılan ve her geçen gün yükselen yabancı düşmanlığına dikkat çekiyor.

Bolu Belediye Başkanı’nın, Fethiye’de, Esenyurt’ta ve daha birçok yerleşim merkezinde yaşanan yabancı düşmanlığı gerçekten hepimizin barış içinde bir arada yaşamamızın önüne geçecek. Düne kadar Kürt, Ermeni diye dışlanan insanların yerini artık Suriyeli, Afgan, Afrikalı aldı.

Yönetmen Cristian Mungiu, toplumun ahlâk ve inanç üzerinden ikiyüzlülüğünü anlatıyor. Bir yanıyla çok ahlâklı ama evli olmasına rağmen sevgilisi var. Bir yanıyla çocuk sahibi ama çocuğunun sorununa hiç ama hiç eğilmiyor bile. Babası var, ailenin en büyüğü, sadece kendi yaşamına son verdiğinde anlam kazanıyor.

Benim dediğim olsun da…

Küçük bir kasabada, ekmek fabrikasına işçi arayan patronlar, çalışacak kimseyi bulamayınca ekonomik göçmenleri işe alır. İp de orada kopar… Kendileri de Avrupa’nın farklı ülkelerine karın tokluğuna gidenler, kasabada yabancı işçi istemezler. Elle tutulur bir gerekçeleri yoktur. Akıllarına geleni söylerler, yanıtları ve tezlerinin çürütülmesini ise dinlemezler bile. Kiliseden bile kovarlar yabancı işçileri; tek bir gerekçeleri vardır, onlar yabancıdır.

Peki, siz gelin çalışın. Olmaz! Avrupa’nın bir başka kentinde, karın tokluğuna sürünmeyi kabul ederler ama. Öyle büyür ki ayrımcılıkları, yıllardır kasabalarında hizmet veren çevreci örgüt çalışanlarını bile kovmak isterler.

Filmekimi’nde gösterilen R.M.N.’yi ikinci kez yine tüylerim diken diken izledim. Bir filmi izlerken sinema salonunda olduğunuzu unutuyorsanız, kamerayı fark etmiyorsanız, oyuncuları hissetmiyorsanız iyi bir film izlemişsiniz demektir. Ben iki kez de aynı hislerle, sanki o küçük kasabada, tam da Noel öncesinde o insanların arasında yaşıyordum.

Aramızda bir fark var ama…

O küçük kasabadaki insanlar her ne kadar ateşli olsalar da fevri davransalar da, akıllarına geleni söyleseler de, siyaseten ikiyüzlü ve ahlâksız olsalar da birbirlerine tahammül edebiliyorlar. Bizde benzer durumlar çatışmayla, katliamla sona erer. Milliyetçi muhafazakârlarla tutuculukları ötekilerden hiç de geri kalmayan ulusalcıları birçok olayda gördük. İnsanlar öldürüldü.

Böylesi bir sorunu yaşamamak, en azından böyle düşünenleri aklıselime davet etmek için herkes ama küçükten büyüğe, kadın erkek, yaşlı genç, okumuş okumamış herkes izlemeli. Hâttâ birkaç hafta üst üste izlemeli. Belki o zaman, seçime giderken sorunlarımız azalır bir nebze.

(22 Aralık 2022)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Çamura Batmış Duygular

Dünya prömiyerini Büyük Jüri Ödülü’nü kazandığı Cannes Film Festivali’nde yapmış olan ‘Öğle Güneşinde Yıldızlar / Stars at Noon’ çağımızın saygın sinemacılarından Claire Denis’nin imzasını taşıyor. Nikaragua’nın kaotik politik ortamında Amerikalı bir kadın gazeteci ile İngiliz iş adamının tutkulu ilişkileri üzerinden ilerleyen filmde, seyahat dergilerine makale veren Trish ile tanışıyoruz önce. Kayıp insanlar ve infazları konu aldığı son yazısı nedeniyle pasaportuna el konmuştur. Geçimini sağlamak için 50 dolar karşılığında fahişelik yapar. Sıfırı tükettiği ucuz motel odasından kurtulmak ve ülke dışına çıkabilmek için yataklarına girdiği bölge nüfuzlularından yardım dilenir. Yabancıların kaldığı Intercontinental Hotel’in barında soğuk ve gizemli Daniel DeHaven ile karşılaştığında, bölgenin tehlikeli ikliminde iki tedirgin ruhun tutkulu dansı başlar.

Fransız sinemacı, sivil savaş yıllarında Nikaragua’da bulunmuş Amerikalı yazar Denis Johnson’ın 1986 yılında yayımlanmış aynı adlı romanından etkilenmiş, Sandinista Devrimi’ni fon alan öyküyü günümüze taşımış. Pandemi koşulları nedeni ile çekimlerin Panama’da gerçekleştiği yapımda, yaklaşan seçimlerin toplum üzerinde baskıyı daha da arttırdığı, cadde ve sokaklarda askerlerin arama yaptığı, patlamaların ve ölümlerin halkı sindirdiği üçüncü dünya manzarası eşliğinde bölgenin makus kaderinin pek de değişmediğini göstermek istemiş. Ancak Denis, önceki filmlerinden çok iyi bildiğimiz üzere fonda dönen siyasi entrikalardan ziyade kayıp iki ruhun duyumsadıkları ile ilgili. Tekinsiz bir iklimde birbirlerini bulmuş iki kişinin izini jestler, bakışlar, dokunuşlar, bedenler, yüzler ve ihtiraslı sevişmeler aracılığıyla sürüyor.

İkisi de yalan söylüyor. Kendilerini ele vermek istemiyorlar. Bu alemde yalnız olduklarını bildikleri için. Delice sevişmek onların dili haline geliyor. Araftan çıkmanın bir yolu bu belki de. Çıkarcı, hadi söyleyelim kahpe dünyada birbirlerine sığınmaktan, aşık olmaktan korkuyorlar besbelli. Yine de bir yerlerde ‘bu bizim balayımız’ ya da ‘hadi burada ölüverelim’ demekten kendini alamıyor Trish. Fransız auteur sinemacı bu girift ilişkiyi yoğun yakın planlar ile görselleştirmiş. Sürekli yağan yağmurun, sıcağın nemin dokunuşlarla bütünleştiği atmosferik yapı, sinemacı ile uzun yıllardır yol arkadaşlığı yapan Tindersticks’in nefis caz tınıları ile desteklenmiş.

Öğle güneşinde gökyüzünde beliriveren yıldızların simgelediği bu çekingen sırılsıklam aşkın öyküsü yılın en iyi filmlerinden biri. Özgün romancının soyadını ödünç alan ve büyük ölçüde Johnson’ın kendi deneyimleri, yaşadıkları ve duyumsadıklarının sözcüsü olan Trish’te (Andie MacDowell’ın yetenekli kızı) Margaret Qually arsız çekiciliğine eşlik eden kırılgan masumiyeti ile büyülüyor. Tutkulu anlarda ona bir bulutla seviştiği hissini veren terli ve beyaz İngiliz’de, ‘The Batman’ çekimleri nedeniyle son anda yerini aldığı Robert Pattinson’ı aratmayan Joe Alwyn’i ise, Amerika’nın Irak’taki ikiyüzlü rezilliğini bir tokat gibi yüzlere çarpan Ang Lee filmi ‘Billy Lynn’in Uzun Yürüyüşü / Billy Lynn’s Long Halftime Walk’daki Texas’lı er Billy performansından anımsıyoruz.

(20 Aralık 2022)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Görkemli Su Senfonisi

James Cameron imzalı 2009 yapımı ‘Avatar’ emperyalist dünya güçlerinin cennet Pandora gezegeninin yer altı zenginliğini ele geçirme planını anlatır. Dünyalılar (burada Amerikalılar oluyor) ve Pandora yerlileri Na’vilerin DNA karışımlarından üretilmiş Avatar eşleşmeleri ile gezegene adım atan bilim adamları, özel şirketlerin emrindeki askeri milislerce korunur. Amaç, köyleri çok değerli maden rezervinin üzerinde kurulmuş yerliler ile anlaşma yoluna gitmek, olmadı onları zorla yerlerinden yurtlarından etmektir. Bu süreçte kaderin cilvesi ile programa dahil olan, felçli bir savaş gazisi iken Avatar marifetiyle ayağa kalkan Jack Sully, cennet doğaya aşık oluyor ve onunla derin bir ruhani bağ kurmuş yerel halkla omuz omuza verdikleri gerilla savaşı sonucunda emperyalist güçlerin karşısına dikiliyor. Devrimci bir ton taşıyan ilk ‘Avatar’ın emperyalist ABD’nin dünyaya hükmeden Hollywood endüstrisinin bir ürünü olması kuşkusuz ironiktir. Ancak dünyanın dört bir köşesine doğayı koruyan anti sömürgeci mesajını iletmesi hiç yoktan iyidir. Avatar’ın sinema teknolojisine kattıkları ile birlikte gelmiş geçmiş en çok izlenen yapımlardan biri olması geniş perdede film izleme deneyiminde ulaşılan tartışılmaz bir zirvedir.

‘Avatar’ın yaratıcısı yönetmen James Cameron 13 yıl aradan sonra hikâyenin beklenen devamı ile karşımıza geliyor ve yeni epizod ‘Avatar: Suyun Yolu / Avatar: The Way of Water’ kaldığımız yerden devam ediyor. Na’vilere sadık bir avuç bilim adamı dışındaki yabancılar ölmekte olan dünyalarına geri postalanırken, yeni bedeninde yeni baştan doğan Jack Sully, aradan geçen zaman içinde yuvasını kurmuş, çocuklarını büyütmüştür. Bu eşsiz doğada mutluluk basittir ama en kötü yanı bir anda uçup gidebilmesidir. Hava insanları eskisinden daha yıkıcı güçleriyle geri döner. Bu defa maden işletmeye değil, ölen dünyalarına ikame olmak üzere Pandora’yı ele geçirme niyetindedirler. Gezegendeki en saldırgan askerlerin zihinlerini almak suretiyle onları Na’vi bedeninde savaşa yollayan emperyalist güçler topları, tüfekleri, alev makinalarıyla amaçlarına ulaşırlar da. Askerlerin başındaki Albay Miles Quaritch’in anılarının yüklü olduğu Avatar bunun ötesinde intikam ateşiyle yanıp tutuşmaktadır. Jack Sully ve ailesi Orman Halkı’nı bu yakıcı intikamdan korumak üzere yurtlarını terkedecek ve binlerce ada içine yayılmış deniz klanlarına karışarak kaybolmayı seçeceklerdir. Avatar serisinin ikinci epizodu, Jack Sully ve ailesinin deniz halkları ile kaynaşması, karadaki becerilerini suda geliştirmeleri ve onların yerini eninde sonunda bulacak olan ezeli düşmanına karşı bu defa Resif klanı ile omuz omuza suda verdikleri mücadele üzerinedir.

Cameron yeni öyküyü görkemli bir senfoni tadında görselleştirmiş. Ormandan ve Hallelujah dağlarından kaçış ile sonlanan başlangıç bölümü Allegro tempoda ilk filmden anıları tazelerken, ikinci bölüm Andante dinginliğinde deniz ülkesinin şiirini ve deniz altının büyüleyici dünyasını görselleştiriyor. Suyun hayatı ölüme, karanlığı aydınlığa, herşeyi birbirine bağladığı düsturundan hareketle yeni yuvalarını kuran Sully’lerin ve deniz halklarının mutluluğu, çok geçmeden balina avcılarının rehberliğinde adalara çıkartma yapan askerlerin gelişiyle kararacaktır. İnsanoğlunun yaşlanmasını durduracağı ileri sürülen -şişesinin 80 milyon dolar ettiği- ‘Amrita’ sıvısını elde etme pahasına deniz halklarıyla dost olan zeki ve duygusal dev balinaların (Tulkunlar) insafsızca katledildiği bir ara bölüm, izlenmesi kolay olmayan kederli bir geçiş olarak hafızalara kazınıyor. Ve bu görkemli ‘su senfonisi’nin Molto Vivace final bölümüne ulaşıyoruz. Topyekün savaş kaçınılmazdır artık. Bu noktada Cameron sinema tarihinin iz bırakmış görkemli felâket filmlerine atıf yapıyor. ‘Poseidon Macerası’, ‘Jaws’, Cameron’un kendi klasiği ‘Titanic’ten anı sahneler perdede canlanıyor. Bu mahşer evresinde Jack Sully’nin alev alev yanan sudan yarısı çıkmış yüzü Martin Sheen’in ‘Kıyamet / Apocalypse Now’daki siluetini andırıyor.

‘Suyun yolunun ne başı vardır, ne de sonu. Deniz alır, deniz verir. Doğada hiçbir şey yok olmaz’. ‘Avatar: Suyun Yolu’ geldikleri dünyada yeşilin kökünü kazıyan, denizleri kirleten, doğanın dengesini bozan en büyük tehdit insanoğlunun durdurulamaz zulmüne karşı duruyor. İsyanı, doğal yaşamın hayrına çalışmayan çağımızın baş döndürücü teknolojisinin sinemada ulaştığı zirvede dile geliyor. Aranızda bu ne yaman çelişki diyenleriniz çıkabilir. Bu yine de dünya halklarına iletilen mesajın önemini azaltmıyor. Sinema perdesinde daha önce yaşadığımız deneyimlere eşsiz bir halka daha ekleyen filmin büyüleyici görselliği (hele bir de IMAX fırsatı yakalanmış ise) göz kamaştırmayı sürdürüyor.

(17 Aralık 2022)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

İnsan Neden Anavatanını Bırakır: Avatar: Suyun Yolu

Günümüzün en önemli sorunu göçler. Sadece insanlar değil, neredeyse bütün canlılar göçüyor. Küresel ısıtmanın getirdiği iklim değişikliği, ekonomik koşulların zorlaması, savaşlar ve tabii kültürel değişim talebi temel etkenler olarak giderek artan göçlerin nedenleri arasında.

İnsan neden anavatanını bırakır? “Doğduğu yer değil, doyduğu yerdir vatan” diye kendimizi avuttuğumuz bu geniş göç coğrafyasında küçük bir azınlık, o da belki, mutlu olabiliyor.

Sinemanın dahi yönetmeni James Cameron, işte bu önemli ve asla göz ardı edilemez sorunu seriyor gözlerimizin önüne… Müthiş bir teknoloji, olağanüstü güzel görüntüler, neredeyse kusursuz bir uygulama (ve tabii, görüntünün, müziğin, montajın da aynı oranda kusursuz olduğunu belirtmek gerekir) ile Avatar’ı büyük bir heyecan ile izlettiriyor, soluksuz…

Ama arkadaş, bunu insan izleyecek! (Cem Yılmaz’ın epey eskise de dillerden düşmeyen reklâmdaki büyük yapılmış çakma cips için “doktor, bunu insan yiyecek” demesi gibi, salondan “artık bitse de çıksak” beklentisi yükseliyordu. Salon çıkışında gözlerden okunan oydu.

Mutluluk haram!

Avatar’ın ilk filmini anımsıyorsunuzdur; hoş kimse unutamadığı için bu kadar bekledi “Avatar: Suyun Yolu”nu. Jake Scully ve Neytiri (Zoe Saldaña), üç biyolojik çocukları Neteyam, Tuk ve Lo’ak ile birlikte Nav’is olarak Pandora’da yaşıyorlar. Felç olup da kurtulduklarını düşündükleri Albay Miles Quaritch, bir Na’vi/insan avatarı biçiminde hayata geri döner ve Pandora’nın kontrolünü ele geçirmek için Na’vilere karşı savaş açar. Doğal olarak Jake ve ailesi, Metkayina klanının sığınır.

Sonrasını filmden izleyeceksiniz. Olağanüstü görüntülerin verdiği mesaj, yukarıda da değindim (filmde iki kez yinelenerek vurgulanıyor): Göçmenlik. Yeni bir mekân, yeni bir toplum, yeni bir çevre, yeni bir yaşam biçimi… Uyum sağlamak pek kolay değil. Sabırsız gençler arasındaki çekişme çatışmaya ramak kala kesiliyor. Merak ve heyecanın doruğundayken. Acaba ne olacak?

Burası sizin de eviniz…

Bu birkaç günü saymazsanız (çocuk, hâtta bebek istismarı ve İBB Belediye Başkanı İmamoğlu hakkında verilen hüküm nedeniyle gündem değişti) büyük küçük herkesin dilinde göçmenler ya da mülteciler vardı. Suriyeli veya Afgan kaçak göçmenler üzerine herkes bir şey diyordu… Kimi kovmaktan kimi ise ucuz işgücü olduğu için kalmasından yanaydı. Zaman zaman küçük çaplı kalkışmalar da yaşanmadı değil…

İşte Avatar: Suyun Yolu tam da bunu anlatıyor. Tabii ki, kendi diliyle, kendi yaklaşımıyla… Müthiş bir teknikle, denizin içinde, suyun altında, gökyüzünde, sadece öldürmek için gelen düşman (!) ile sadece yaşamaktan başka bir beklentileri olmayanların (!) savaşını izliyoruz. Yönetmenin sualtı flora ve faunasının gerekliliğinin, korunması gerektiğinin altını çizdiği çevreci yaklaşımını unutmamalı…

Avatar: Suyun Yolu, duygusal, fantastik, aksiyon, Yönetmen ve Senaryo: James Cameron, Oyuncular: Sam Worthington, Zoe Saldana, Sigourney Weaver, Stephan Lang, Kate Winslet… 16 Aralık 2022 tarihinden başlayarak gösterimde…

(15 Aralık 2022)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Avatar: Suyun Yolu – Avatar: The Way of Water

13 yıl önce ilk kez Avatar’ı izlediğimizde, dünya sinema tarihinde çığır açan bir deneyimle karşı karşıya olduğumuzu fark etmiştik. Daha önce kullanılmamış grafik, efekt, animasyon teknikleri… 3D’ye bile yeni bir “boyut” sanki.

Yaratıcısı James Cameron ilk filmin yapılışının tam 15 yıl sürdüğünü açıklamıştı. Tüm zamanların en büyük gişe hasılatını elde eden film, Oscar ödülü sahibi de oldu. Cameron ve ekibi, setteki oyuncuların tüm özelliklerini ve hareketlerini canlandıran ve bu hareketleri tamamen bilgisayar tarafından üretilen animasyona aktarabilen yeni bir “motion-capture (hareket yakalama)” teknolojisi yaratarak Avatar’ı benzer türde tüm yapımlardan farklı bir yere taşıdı. 3D filmler tahmin edildiği kadar revaçta olmazken Avatar, “3D öyle yapılmaz, böyle yapılır” dedirten bir yapım oldu. Şahsen özellikle gözlüğün bir saatten sonra gözü ve kulağı yorması nedeniyle 3D film izlemekten hiç keyif almadım ancak Avatar’dan çıktığımda, “Bu film başka türlü izlenemez.”, demiştim. Avatar, adeta göz kamaştırıcı bir deneyimdi. “Pandora’da yaşamak istiyorum” duygusuyla ayrılmıştık salonlardan.

2009 yapımı Avatar, spiritüel olarak da gerçek bir deneyimdi. Çünkü filmin hikâyesi de çok etkileyiciydi. Gezegenimizin yaşadığı sorunlar, buna ne kadar duyarlı ve duyarsız kaldığımız, kapitalizmin, emperyalizmin yaşattığı inanılmaz uçurumlar, anlamlı herşeyin içinin boşalışı, değerlerin çöküşü, insanın yalnızlaşması, kendine yabancılaşması ve çare arayışları. Na’vilere neden imrendik? Vahşi oldukları kadar zeki, becerikli, sevgi dolu ve mutluydular. Onlar yaşadıkları toprakları kutsuyorlardı, sürekli olarak bir minnet duygusu içindeydiler. “Doğa Ana” sürekli ağızlarındaydı. Dualarla, şarkılarla sürekli olarak ruhani bir boyutta birleşiyorlardı. Hayvanlarla, bitkilerle sürekli bir iletişim ve birlikte yaşama halindeydiler. Tüm ormanın, tüm Pandora’nın nöronlar gibi birbirine bağlı oluşu, Avatar’ların anılarını bu ağda tutabilmeleri ve saçlarıyla ağaca bağlanarak bu anılara bakabilmeleri gibi ilginç fikirler de bizi müthiş şaşırtmıştı.

Herkesin kendi avatar karikatürlerini yaratmak için deli gibi uygulama indirdiği ve metaverse dünyasının gelişerek ağzımıza avatar kelimesini daha da pelesenk ettiği bugünlerde Avatar’ın ikincisi geldi sinema salonlarına. Pandemi sonrası sinemalara çok gitmediğimiz, “dijital platformlarda, evimin rahatlığında zaten film izliyorum” yaklaşımlarıyla daha az sinema bileti aldığımız bugünlerde bizi tekrar gişe kuyruklarında bekletecek bir haber bu.

Avatar: Suyun Yolu’nu elbette büyük merakla bekledik. Yine bir 13 sene geçmiş aradan, kim bilir bu kez ne gibi bir deneyim yaşayacağız diye düşündük. Umduğumuzu bulduk mu, bir bakalım.

Filmin basın gösterimi Akasya IMAX salonlarındaydı. Üç buçuk saatlik yeni bir deneyim. Yine Pandora’dayız. Karakterlerle aynı mekânı paylaştığımızı düşündüren netlikte görüntüler. Kahramanımız Jake Sully, eşi Neytiri ve dört melez çocuğu Pandora’da mutlu bir yaşam sürüyorlar, biz de aralarındayız, pırıl pırıl geziyoruz ormanda, sağımızda solumuzda uçuşan kuşlar, tatlı çiçekler, müthiş renklerle… Gökyüzü insanları ise hâlâ Pandora’yı kolonileştirmek istiyorlar ve savaşları Jake Sully ile. Eşi Neytiri, gelsinler ve savaşalım diyor. Jake ise ailemi korumalıyım, halkı da korumalıyım, o halde biz taşınmalıyız, diye düşünüyor. Eşi bunu kaçmak olarak görüyor ancak Jake ısrar ediyor ve tropik bir ada olan At’wa Attu’ya gidiyorlar. Burada Na’vilere benzeyen, onlardan daha güçlü bedene sahip, Nil yeşili renginde, suyun altında yaşayan Metkayina kabilesine sığınıyorlar. Kabile aslında varlıklarından biraz huzursuz oluyor ama yine de bir süre sonra uyum sağlıyorlar birbirlerine.

Şimdi başlıyoruz sualtı mucizelerini keşfetmeye. Nefesimizi tutup dalıyoruz suların derinliklerine. Ormandaki kadar ışıl ışıl, pırıl pırıl, şıkır şıkır her yer. Balıklar, balinalar, resifler, kayalar, kumlar, deniz anasına benzeyen sualtı hayvanları, müthiş bir okyanus altı dünyası. Adeta halisünatif deneyimler bizim için.

Çatışma sahneleri de oldukça heyecanlı geçiyor. Bir yandan içinde hissettiğimiz psikedelik, rengarenk bir ortam, bir yandan iyiyle kötünün, haklıyla haksızın savaşı, ister istemez soluğunuzu tutup takip ediyorsunuz, doğruyu söylemek gerekirse 3,5 saat nasıl geçti pek anlamadım, izlediğim şeyden koptuğumu hatırlamıyorum.

Ancak hikâye! Ah, beni şaşırtan bu oldu işte. Kabilenin onları bu denli tehdit varken anlamsızca aralarına kabûl edişi, başta birbirlerine alışamayışları, gençlerin birbirleriyle olan atışmaları… Ne kadar sıradan… Doğruyu söylemek gerekirse, klişe bir çocuk animasyonu halleri vardı yer yer filmin. Birer Avatar’a dönüşmüş olan Gökyüzü İnsanları’nın göz göre göre Jake Sully’i bulmaları, büyük bir çatışmanın başlaması ve “The End”.

Elbette, aralarda güven, sevgi, dostluk, kardeşlik, aile olma mesajları var. Artık ebeveyn olmuş Jake ve General’in ıstırabı (bazen çocuklarınızın geleceği için savaşmak, o geleceği sizin göremeyeceğiniz anlamına gelebilir – ya da daha kötüsü, başkalarının çocukları için savaşmak kendi çocuklarınıza mal olabilir) ve daha çok yer verilmiş olan genç karakterlerin her birinin ilgi çekici yolculukları… Bunlar Avatar: Suyun Yolu’na duygusal bir hareket kazandırıyor şüphesiz. İki Avatar filminin de verdiği doğa savunucusu mesajlar ve başından beri övdüğümüz görsellik elbette takdire şayan. Ancak hikâyede yer verilen klişeler, her şeyin tahmin edilebilirliği, böylesine yaratıcı bir filmde kullanılınca şaşırtıcı oluyor. 15 senede ilk film, 13 senede ikinci film olgunlaşırken, artık teknik açıdan muhteşem bir dünya yaratıldığına ve bunun gün geçtikçe daha da iyileştiğine güvenilmeli ve artık hikâyeye odaklanılmalı diye düşünüyorum. Elde bu kadar imkân varken, çok daha vurucu, çok daha altı dolu anlatımlar mümkün. Daha spiritüel derinlikler mümkün, daha olgun çevreci mesajlar mümkün, daha az klişe mümkün, ilk filmde olduğu gibi yine senaryoyla şaşırtmak mümkün. Avatar 3-4-5 yolda gibi duyumlar alıyoruz ekiple yapılan röportajlardan, belli ki onlarda da görsel olarak etkilenmeye devam edeceğiz, ama bu etkileniş de bir yerden sonra klişeye dönecek ve belki de biraz şımaracağız, “Evet, anladık 3D’yi, efektleri, animatif yetkinlikleri çok iyi kullanıyorsun da, ne anlatıyorsun?” diye soracağız daha baskın bir biçimde.

Günün sonunda, elbette izlenmeli Avatar: Suyun Yolu. Ve mutlaka 3D, mümkünse IMAX imkânlı bir salonda izlenmeli. Yine bu deneyimin içine girilmeli. Suyun altında nefesler tutulmalı, gerilimli sahnelerin de belgeselvari anların da tadı çıkartılmalı. Teknolojinin kullanımındaki devrimsel yeniliklerin yüzü suyu hürmetine bile olsa. İlk filmi tekrar izlemeniz mümkünse, izleyip gitmenizi öneririm, ilk filmi hiç izlemeyenler ya da detayları unutanlar için mutlaka yakalanamayan konular olacaktır, şimdiden söylemesi. İyi seyirler.

(15 Aralık 2022)

Melis Zararsız

blossomel@gmail.com