Avatar: Suyun Yolu – Avatar: The Way of Water

13 yıl önce ilk kez Avatar’ı izlediğimizde, dünya sinema tarihinde çığır açan bir deneyimle karşı karşıya olduğumuzu fark etmiştik. Daha önce kullanılmamış grafik, efekt, animasyon teknikleri… 3D’ye bile yeni bir “boyut” sanki.

Yaratıcısı James Cameron ilk filmin yapılışının tam 15 yıl sürdüğünü açıklamıştı. Tüm zamanların en büyük gişe hasılatını elde eden film, Oscar ödülü sahibi de oldu. Cameron ve ekibi, setteki oyuncuların tüm özelliklerini ve hareketlerini canlandıran ve bu hareketleri tamamen bilgisayar tarafından üretilen animasyona aktarabilen yeni bir “motion-capture (hareket yakalama)” teknolojisi yaratarak Avatar’ı benzer türde tüm yapımlardan farklı bir yere taşıdı. 3D filmler tahmin edildiği kadar revaçta olmazken Avatar, “3D öyle yapılmaz, böyle yapılır” dedirten bir yapım oldu. Şahsen özellikle gözlüğün bir saatten sonra gözü ve kulağı yorması nedeniyle 3D film izlemekten hiç keyif almadım ancak Avatar’dan çıktığımda, “Bu film başka türlü izlenemez.”, demiştim. Avatar, adeta göz kamaştırıcı bir deneyimdi. “Pandora’da yaşamak istiyorum” duygusuyla ayrılmıştık salonlardan.

2009 yapımı Avatar, spiritüel olarak da gerçek bir deneyimdi. Çünkü filmin hikâyesi de çok etkileyiciydi. Gezegenimizin yaşadığı sorunlar, buna ne kadar duyarlı ve duyarsız kaldığımız, kapitalizmin, emperyalizmin yaşattığı inanılmaz uçurumlar, anlamlı herşeyin içinin boşalışı, değerlerin çöküşü, insanın yalnızlaşması, kendine yabancılaşması ve çare arayışları. Na’vilere neden imrendik? Vahşi oldukları kadar zeki, becerikli, sevgi dolu ve mutluydular. Onlar yaşadıkları toprakları kutsuyorlardı, sürekli olarak bir minnet duygusu içindeydiler. “Doğa Ana” sürekli ağızlarındaydı. Dualarla, şarkılarla sürekli olarak ruhani bir boyutta birleşiyorlardı. Hayvanlarla, bitkilerle sürekli bir iletişim ve birlikte yaşama halindeydiler. Tüm ormanın, tüm Pandora’nın nöronlar gibi birbirine bağlı oluşu, Avatar’ların anılarını bu ağda tutabilmeleri ve saçlarıyla ağaca bağlanarak bu anılara bakabilmeleri gibi ilginç fikirler de bizi müthiş şaşırtmıştı.

Herkesin kendi avatar karikatürlerini yaratmak için deli gibi uygulama indirdiği ve metaverse dünyasının gelişerek ağzımıza avatar kelimesini daha da pelesenk ettiği bugünlerde Avatar’ın ikincisi geldi sinema salonlarına. Pandemi sonrası sinemalara çok gitmediğimiz, “dijital platformlarda, evimin rahatlığında zaten film izliyorum” yaklaşımlarıyla daha az sinema bileti aldığımız bugünlerde bizi tekrar gişe kuyruklarında bekletecek bir haber bu.

Avatar: Suyun Yolu’nu elbette büyük merakla bekledik. Yine bir 13 sene geçmiş aradan, kim bilir bu kez ne gibi bir deneyim yaşayacağız diye düşündük. Umduğumuzu bulduk mu, bir bakalım.

Filmin basın gösterimi Akasya IMAX salonlarındaydı. Üç buçuk saatlik yeni bir deneyim. Yine Pandora’dayız. Karakterlerle aynı mekânı paylaştığımızı düşündüren netlikte görüntüler. Kahramanımız Jake Sully, eşi Neytiri ve dört melez çocuğu Pandora’da mutlu bir yaşam sürüyorlar, biz de aralarındayız, pırıl pırıl geziyoruz ormanda, sağımızda solumuzda uçuşan kuşlar, tatlı çiçekler, müthiş renklerle… Gökyüzü insanları ise hâlâ Pandora’yı kolonileştirmek istiyorlar ve savaşları Jake Sully ile. Eşi Neytiri, gelsinler ve savaşalım diyor. Jake ise ailemi korumalıyım, halkı da korumalıyım, o halde biz taşınmalıyız, diye düşünüyor. Eşi bunu kaçmak olarak görüyor ancak Jake ısrar ediyor ve tropik bir ada olan At’wa Attu’ya gidiyorlar. Burada Na’vilere benzeyen, onlardan daha güçlü bedene sahip, Nil yeşili renginde, suyun altında yaşayan Metkayina kabilesine sığınıyorlar. Kabile aslında varlıklarından biraz huzursuz oluyor ama yine de bir süre sonra uyum sağlıyorlar birbirlerine.

Şimdi başlıyoruz sualtı mucizelerini keşfetmeye. Nefesimizi tutup dalıyoruz suların derinliklerine. Ormandaki kadar ışıl ışıl, pırıl pırıl, şıkır şıkır her yer. Balıklar, balinalar, resifler, kayalar, kumlar, deniz anasına benzeyen sualtı hayvanları, müthiş bir okyanus altı dünyası. Adeta halisünatif deneyimler bizim için.

Çatışma sahneleri de oldukça heyecanlı geçiyor. Bir yandan içinde hissettiğimiz psikedelik, rengarenk bir ortam, bir yandan iyiyle kötünün, haklıyla haksızın savaşı, ister istemez soluğunuzu tutup takip ediyorsunuz, doğruyu söylemek gerekirse 3,5 saat nasıl geçti pek anlamadım, izlediğim şeyden koptuğumu hatırlamıyorum.

Ancak hikâye! Ah, beni şaşırtan bu oldu işte. Kabilenin onları bu denli tehdit varken anlamsızca aralarına kabûl edişi, başta birbirlerine alışamayışları, gençlerin birbirleriyle olan atışmaları… Ne kadar sıradan… Doğruyu söylemek gerekirse, klişe bir çocuk animasyonu halleri vardı yer yer filmin. Birer Avatar’a dönüşmüş olan Gökyüzü İnsanları’nın göz göre göre Jake Sully’i bulmaları, büyük bir çatışmanın başlaması ve “The End”.

Elbette, aralarda güven, sevgi, dostluk, kardeşlik, aile olma mesajları var. Artık ebeveyn olmuş Jake ve General’in ıstırabı (bazen çocuklarınızın geleceği için savaşmak, o geleceği sizin göremeyeceğiniz anlamına gelebilir – ya da daha kötüsü, başkalarının çocukları için savaşmak kendi çocuklarınıza mal olabilir) ve daha çok yer verilmiş olan genç karakterlerin her birinin ilgi çekici yolculukları… Bunlar Avatar: Suyun Yolu’na duygusal bir hareket kazandırıyor şüphesiz. İki Avatar filminin de verdiği doğa savunucusu mesajlar ve başından beri övdüğümüz görsellik elbette takdire şayan. Ancak hikâyede yer verilen klişeler, her şeyin tahmin edilebilirliği, böylesine yaratıcı bir filmde kullanılınca şaşırtıcı oluyor. 15 senede ilk film, 13 senede ikinci film olgunlaşırken, artık teknik açıdan muhteşem bir dünya yaratıldığına ve bunun gün geçtikçe daha da iyileştiğine güvenilmeli ve artık hikâyeye odaklanılmalı diye düşünüyorum. Elde bu kadar imkân varken, çok daha vurucu, çok daha altı dolu anlatımlar mümkün. Daha spiritüel derinlikler mümkün, daha olgun çevreci mesajlar mümkün, daha az klişe mümkün, ilk filmde olduğu gibi yine senaryoyla şaşırtmak mümkün. Avatar 3-4-5 yolda gibi duyumlar alıyoruz ekiple yapılan röportajlardan, belli ki onlarda da görsel olarak etkilenmeye devam edeceğiz, ama bu etkileniş de bir yerden sonra klişeye dönecek ve belki de biraz şımaracağız, “Evet, anladık 3D’yi, efektleri, animatif yetkinlikleri çok iyi kullanıyorsun da, ne anlatıyorsun?” diye soracağız daha baskın bir biçimde.

Günün sonunda, elbette izlenmeli Avatar: Suyun Yolu. Ve mutlaka 3D, mümkünse IMAX imkânlı bir salonda izlenmeli. Yine bu deneyimin içine girilmeli. Suyun altında nefesler tutulmalı, gerilimli sahnelerin de belgeselvari anların da tadı çıkartılmalı. Teknolojinin kullanımındaki devrimsel yeniliklerin yüzü suyu hürmetine bile olsa. İlk filmi tekrar izlemeniz mümkünse, izleyip gitmenizi öneririm, ilk filmi hiç izlemeyenler ya da detayları unutanlar için mutlaka yakalanamayan konular olacaktır, şimdiden söylemesi. İyi seyirler.

(15 Aralık 2022)

Melis Zararsız

blossomel@gmail.com