Kategori arşivi: Yazılar

Tanrının Yarattıkları: Hepimiz İçin Açılan Bir Pencere

Kim bizi nasıl bilirse onun için öyleyiz! Kaderci herkesin çok kolay kabûl ettiği bir duygu bu. Oysa kimse dışarıdan bilinen kadar değildir, derinde, daha derinde farklı duygu, düşünce veya gizemi vardır. O gizemi “kör parmağım kör gözüne” yaklaşımıyla göze sokarsanız, kimse kabûl etmez, itiraz eder. Sonra ne mi olur; izleyin…

God’s Creatures (Tanrının Yarattıkları), sürekli bulutlu ve rüzgârlı İrlanda kıyılarındaki küçük bir balıkçı köyüne götürüyor bizi. Hemen herkes balıkla ilgili bir işte çalışıyor; kimi balık tutarken, ağırlıkla kadınlar balık işleme fabrikasında çalışıyor. İnanılmaz bir şey; herkes fosur fosur sigara içiyor. Çözümsüzlüğün göstergesi…

Aileen (Emily Watson), Avusturalya’ya gitmiş oğlu Brian’ın (Paul Mescal) habersiz dönüşüyle çok mutlu olur. İçten içe umduğu şeydir, oğlunun geri dönmesi, o nedenle de istiridye ruhsatı için yıllar boyu ücret ödemiştir. Brian, neden gitmiştir, kimse bilmiyor, sormuyor da. İma bile edilmiyor. Ama bir şey var… Babası ile anlaşamıyor. Büyük olasılıkla geleneksel baba oğul çekişmesi, çözümsüz çelişki. Bir gün, eski arkadaşı Sarah (Aisling Francioisi), polise Brian’ın kendisini taciz ettiğini bildirir. Anne Aileen, doğal olarak oğlunu korumak için yalan söyler.

Hayatın gerçeği…

Bir ay ancak kaldı, belki de görüp göreceğimiz en önemli seçim arifesindeyiz. Aileen de benzer bir seçimle yüz yüze… Bizimki biraz daha zor, çünkü sadece kendimiz, çocuklarımız veya ailemiz değil tarımıyla, sanayisiyle, ormanı ve deresiyle, ekonomisi ve sosyal yapısıyla, insanı hatta tüm canlılarıyla hepimizi ilgilendiriyor. İlk filmlerini çeken Saela Davis ile Anna Rose Holmer, dramatik yapıyı o denli güçlü kurmuş ki kendinizle özdeşleştiriyorsunuz ister istemez. Sahi, bizim ülkemizin de en büyük sorunlarından biri taciz ve tecavüz. Sadece anneye (aileye) değil devlet görevlilerine bile kabûl ettiremiyorsunuz (İstanbul Sözleşmesi, bu durumu hiç değilse görünür kılacak).

Kara bulutların insanın ruhunu daraltması yaşamın da bir yansıması aslında. Bir de istiridyede mantar oluşumu var… Toplumun çürümüşlüğünü, sorunların çözümsüzlüğünü gösteren. Karamsar atmosferi olmasına ve alabildiğine yavaş akmasına karşın, film hayatın gerçeğini gözler önüne serdiği için… güçlü oyuncularının, kararlı kamera görüntülerinin kusursuz montajının (kurgusunun) da unutulmaması gerekir… izlenmeli. Birçok ödül adaylığıyla, adından uzun süre söz ettireceğini de belirtmeliyim.

21 Nisan’dan başlayarak gösterimde…

(13 Nisan 2023)

Korkut Akın

[email protected]

42. İstanbul Film Festivali’nden Paha Biçilmez Belgeseller

İstanbul Film Festivali Belgesel Kuşağı bu yıl da birbirinden ilginç yapımlardan oluşan bir seçki sunmayı sürdürüyor. Listede ilk dikkatimizi çeken ve dünya prömiyerini Şubat 2023’te Berlin Film Festivali’nde yaparak büyük ödül Altın Ayı’yı kazanan ‘Küçük Evren / Sur L’Adamant’, günümüzün en büyük belgesel sinemacılarından Nicolas Philibert’in son filmi. Filme özgün adını veren “L’Adamant” benzersiz bir bakımevi: Paris’in kalbinde, Seine Nehri üzerinde yer alan, yüzen bir yapı. Ruhsal bozukluklardan muzdarip yetişkinleri ağırlayan bu merkez, onların kendilerine zamanda ve mekânda bir yer bulmalarına, iyileşmelerine ya da morallerini yükseltmelerine yardımcı oluyor. Psikiyatristler, psikologlar, hemşireler, meslek terapistleri, uzman eğitimciler ve sanat terapistlerinden oluşan ekip, psikiyatrinin bozulmasına ve insanlıktan uzaklaşmasına karşı ellerinden geldiğince direnmeye çalışıyor.

Oscar’lı belgeselci Laura Poitras, 20. yüzyılın en tanınmış, en tartışmalı fotoğrafçılarından Nan Goldin’in epik, duygusal ve iç içe geçen hikâyesini anlattığı, 2022 Venedik Film Festivali’nin büyük ödülü Altın Aslan galibi son filmi ‘Hayatın Tüm Acıları ve Güzellikleri / All the Beauty and the Bloodshed’ listenin bir diğer kaçırılmaz yapımı. En İyi Belgesel dalında da Oscar’a aday olan film, tabu yıkan fotoğrafları ve röportajları paralelinde Nan Goldin’in ABD’deki opioid krizine karşı şahsen yürüttüğü mücadeleyi konu alıyor. Bir dönem OxyContin’e bağımlı olduğunu söyleyen Goldin, bu ilacın üreticisi Purdue Pharma ile şirketin sahibi Sackler ailesini ABD’de bağımlılık yoluyla 400.000’i aşkın kişinin ölümüne neden olmakla suçluyor. Filmde, Goldin’in aile sırlarından arkadaşları ve sanatçı dostlarıyla ilişkilerine, fotoğraflarının arkasındaki hikâyelere uzanan şahsi tarihçesi, Poitras’ın deyişiyle “Amerika’dan kaçanların mirası” da derinlemesine gözler önüne seriliyor.

2022 Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan Annie Ernaux’nun yazıp anlattığı, oğlu David Ernaux-Briot’nun yönettiği ‘Super-8 Yılları / Les Années Super-8’, Annie Ernaux’nun yazarlığa adım atmadan önce çekilmiş 8mm hatıra filmlerini bir araya getiriyor. 1972 ila 1981 yılları arasında çekilmiş super-8 filmlerin yalnızca bir aile arşivi olmadığını, aynı zamanda 1968’den sonraki on yıl boyunca toplumsal bir sınıfın eğlencelerine, yaşam tarzına ve özlemlerine tanıklık ettiğini ifade eden oğul David, bu sessiz görüntüleri, mahrem olanı toplumsal olanla ve tarihle birleştiren bir hikâyeye dahil etmek, o yılların tadını ve rengini aktarmayı hedeflemiş. Birçokları tarafından Fransa’nın en önemli edebi sesi olarak kabul edilen Ernaux’nun ‘evlilik, annelik ve olup biten her şey üzerine’ bu ‘büyülü ev filmi/görsel makalesi’nin 13 Nisan Perşembe günü saat 16:00’da Fransız Kültür Merkezi’ndeki gösterimi sonrasında soru/cevap bölümüne katılacağını ve aynı gün 18:00’de son kitabı ‘Genç Adam / Le Jeune Homme’un imza seansında bulunacağını edebiyat tutkunları için ayrıca duyurmak isterim.

‘Kapr Kodu / Kapr Code’ özellikle müzikseverler için kaçırılmaması gereken ilginç bir “belgesel opera”. Stalin Ödülü sahibi Çek besteci Jan Kapr’ın hayatını konu alan bu son derece sıradışı müzikal biyografiyi yazan ve yöneten Lucie Králová. Progresif besteci Jan Kapr (1914-88) komünist ideolojiye baş koymuş, Sovyetler Birliği tarafından ödüllendirilmiş, ancak sonra sanatsal görüşü nedeniyle sosyalist Çekoslovakya’da yasaklanmış, adı her yerden silinmişti. Bu filmde dünyaca ünlü Brno Çek Filarmoni Korosu mensubu 17 opera sanatçısı, polis tutanakları, Kapr’ın politik açıklamaları ve aşk mektuplarından parçalar da dahil olmak üzere ünlü sanatçının hayatından sahneleri seslendiriyor. Petra Šuško’nun özgün müziği ve Jiří Adámek / Austerlitz’in librettosu üzerine kurulu filmde operayı seslendiren koronun şefi Petr Fiala’nın Kapr’ın yaşayan son öğrencisi olduğunu ayrıca belirtelim.

Yürütücü yapımcılığını Ruben Östlund’un üstlendiği ‘Ve Kral Dedi ki: Ne Harika Bir Makine / And The King Said, What A Fantastic Machine’, Camera Obscura ve Lumière kardeşlerden Youtube ve sosyal medyaya “görüntü”nün izini sürüyor ve yıllar boyunca insan davranışını nasıl etkileyip değiştirdiğini gözlemliyor. Yönetmen ikilisi Axel Danielson ve Maximilien Van Aertryck insanın kendini görüntüleme ve izleme merakını, medya kültürünün baskınlığını, sinema ve sosyal tarihçe uygulamalarını gözlemlerken, milyarlarca dolarlık bir endüstriye nasıl vardığımızı sorguluyor. Film dünya prömiyerini Sundance Film Festival’inde Dünya Sineması Belgesel Yarışması bölümünde yaptı, ardından Berlin Film Festivali’nde gösterildi.

Çok ödüllü usta belgeselci Mark Cousins imzalı Roma’ya Yürüyüş / Marcia Su Roma’, faşizmin İtalya’daki yükselişini ve 1930’ların Avrupa’sının çöküşünü, gün yüzüne çıkmamış arşiv görüntüleri ve kendine has sinemasal çözümlemesiyle anlatıyor. Cousins’in prömiyerini Venedik’te yapan, hem deneme-film hem de tarihi belgesel niteliğindeki yeni filmi, tarihi bağlamsallaştırarak günümüzde Avrupa’da yükselen radikal sağ ve gerçekleri saptıran medyanın kol gezdiği siyasal manzaraya da ayna tutuyor. Film, adını 1922’de İtalya’da faşistlerin hükümeti devirmek amacıyla yaptıkları ve Benito Mussolini’nin iktidara gelmesiyle sonuçlanan meşhur gösteri ve yürüyüşten almış.

Alman kadın sinemacı Steffi Niederzoll yönettiği ‘Tahran’da Yedi Kış / Sieben Winter in Teheran’ ise İran sınırlarının ötesinde bir direnişi, kendisine tecavüze yeltenen adamı öldürdüğü gerekçesiyle tutuklanarak idam cezasına mahkûm olmuş 19 yaşındaki Reyhane’nin kadın haklarının simgesine dönüşen öyküsü üzerinden anlatıyor. Berlin’de filmi ödüllendiren Alman Sinemasına Bakış bölümünün jürisi, ödül kararını şöyle gerekçelendirmişti: “Güçsüzlük duygusunun üstesinden nasıl gelinir ve buna karşı nasıl direnilir? Kurumsallaşmış erkek şiddetine meydan okuyan genç bir kadının hikâyesini nefessiz izledik.” Kutsal Örümcek’in başrolündeki Zar Amir Ebrahimi, film boyunca Reyhane’ye sesini vererek onun mücadelesine umut katıyor.

Bu parlak seçkiye ülkemizden iki değerli belgesel çalışmayı da eklemek isterim. Bunlardan Önder Esmer’in yazıp yönettiği ‘Aşk, Ateş ve Anarşi Günleri’ 1965 yılında genç yazar Onat Kutlar ve bir grup aydın tarafından kurulan Türk Sinematek’inin müthiş serüveni üzerine. 1972 yılında henüz 15 yaşında iken gencecik sinema tutkuma eşsiz yollar açan bu efsanevi kurumun öyküsünü yaşayan kurucularının ağzından perdeye taşıyan özel bir film bu. Aynı şekilde, genç yönetmen Fırat Özeler’in imzasını taşıyan ‘Kavur’, ülkemiz sinemasının yetiştirdiği orta kuşak auteur sinemacıların şahsım için en değerlisi olan Ömer Kavur’un filmlerindekine benzer bir yolculuk üzerinden, terk edilmiş kasabalarda, harabelerde, kimselerin kalmadığı otellerde sahipsiz mektupların, hatırlanmayan rüyaların ve kayıp bir filmin izini sürerken Kavur ile hayali bir diyalog başlatıyor.

(09 Nisan 2023)

Ferhan Baran

[email protected]

42. İstanbul Film Festivali Uluslararası Yarışma Filmlerini Beklerken

42. İstanbul Film Festivali’nin ‘Uluslararası Altın Lale Yarışması’ filmleri gösterilmeye başlıyor. Bu yıl yarışma jürisinin başkanlığını Portekizli yönetmen João Canijo yürütüyor. Auteur sinemacının bu yıl festival programında da yer alan Berlinale’den Gümüş Ayı ödüllü son çifte filmi ‘Mal Viver / Kötü Yaşamak ve Viver Mal / Yaşamak Kötü’ de merakla bekleniyor. Uluslararası Yarışma jürisinin öteki simalarına gelirsek, 2019 yapımı ‘Onun Adı Petrunya’ ile tanıyıp sevdiğimiz, bu yıl ‘Dünyanın En Mutlu Adamı’ adlı en yeni filmi festivalde gösterilen Makedonyalı yönetmen Teona Strugar Mitevska, Brezilyalı oyuncu Maeva Jinkings, yapımcı Dora Bouchoucha ile kreatif direktör ve sinema araştırmacısı Alexandre O. Philippe büyük jürinin diğer üyeleri olarak ekibi tamamlıyor.

Uluslararası Yarışma seçkisi geçtiğimiz yıl olduğu gibi yine 10 filmden oluşuyor. Geçtiğimiz Şubat ayında Berlin’den Fipresci ödülü ile dönen Avustralyalı auteur yönetmen Rolf de Heer imzalı ’İnsanlık Ölmedi / The Survival of Kindness’ ilk bakışta dikkat çekiyor. Film çölün ortasında bir karavanın üzerindeki kafeste ölüme terk edilmiş Siyah Kadın’ın çölden dağa, şehirden şehre, salgın hastalıkların ve zulmün içinden geçerek verdiği başkaldırının öyküsü üzerinden ilerliyor. Şiddet, sonu gelmeyen ırkçılık, adaletsizlik, sömürgeleştirme konularını ele alan minimalist bir ahlaki meselin sözcülüğünü yapıyor.

Ocak ayında Sundance’te Dünya Sineması – Dramatik kategorisinde Jüri Özel ödülüne layık görülen ‘Aramızdalar / Parmi Nous – Animalia’ Fas asıllı yönetmen Sofia Alaoui’nin ilk uzun metrajı. ‘Mücadelem Arap sinemasının içine tıkıldığı klişelere karşı’ diyen sinemacının filmi, dogmaları, toplumsal yapıyı ve günümüz Fas’ında kadınların yerini irdeleyen merak uyandırıcı bir bilimkurgu – fantezi. Orta halli geçmişiyle Itto, yeni evlendiği kocasının burjuva ailesinin ayrıcalıklı yaşam tarzına yavaş yavaş uyum sağlamaya çalışırken, doğaüstü olaylar ülkeyi kasıp kavururken, yeni ailesinden ayrı düşen genç kadının mücadelesi başlıyor.

Çok yönlü yönetmen, senarist, kurgucu ve oyuncu Houman Seyedi imzalı İran’ın Oscar adayı ‘Üçüncü Dünya Savaşı / jang-e Jahani Sevom’, sürekli ezilen bir inşaat işçisinin İran’da çekilen Nazi soykırımı ile ilgili sıradan bir filmde figüran olarak yer alması ile hayatının altüst olmasını anlatıyor. Kara komedi olarak başlayıp insan zulmünün karanlık duygusuzluğuna inen yapım, prömiyerini yaptığı Venedik Film Festivali’nin Ufuklar bölümünde en iyi film ve erkek oyuncu ödüllerini kazandı.

2023 Berlin Film Festivali’nin Karşılaşmalar bölümünde dünya prömiyerini yapan ‘Kör Noktada / Im Toten Winkel’ Türkiye asıllı yönetmen Ayşe Polat imzasını taşıyor. Almanya’dan gelip Türkiye’nin kuzeydoğusunda ücra bir köyde çekim yapan bir film ekibi, yaşlı bir Kürt kadınla röportaj yapıyor. Kadın, yıllar önce kaybettiği oğlunun anısını canlı tutabilmek için kadim bir ritüel yürütmektedir. Alman ekibe Kürtçe çeviride yardımcı olan yedi yaşındaki Melek’in bakıcısı, küçük kızın asıl amacı belirsiz, karanlık bir örgüte mensup babası ve esrarengiz bir varlığın Melek’e musallat olması ile giriftleşen öyküsüyle farklı bir gizem filmi bu.

Tanınmış sinemacı Eskil Vogt’un senaryosundan yola çıkan ‘Kopenhag Diye Bir Yer Yok / København Findes Ikke’ filmin yönetmeni Martin Skovbjerg’in sözleriyle “radikal ve trajik bir aşk öyküsü, aşkın özgürleştirici potansiyeli ve yıkıcı gücü hakkında şiirsel, canlı, çağdaş bir hikâye”. Bir genç kadın hiç iz bırakmadan ortadan kayboluyor. Erkek arkadaşı, üç ay sonra tuhaf bir teklifi kabûl ediyor: Bir eve kapatılacak ve kadının babası tarafından olaylarla ilgili sorgulanacaktır. Anlaşılan o ki iki âşık tuhaf ve alışılmadık gibi görünen bu hayatı sürdürmeyi kararlaştırmışlardır.

“Mucize denen şeyi bizzat ellerinle yaratabilirsin.” Martin Eden’in yönetmeni Pietro Marcello’nun müzik, tarih ve folkloru harmanlayan yeni dönem filmi ‘Al Yelkenler / L’Envol’ işte böyle başlıyor. 20 yıllık bir döneme yayılan, büyülü gerçekçilik üzerine kurulu şiirsel bir masalı andıran yapım, Fransa’nın kuzeyindeki bir köyde babasıyla yaşayan küçük Juliette’in öyküsü. Afacan Juliette kaderinde daha büyük şeyler olduğunu, bir gün al yelkenlerin onu köyden alıp götüreceğini söyleyen bir cadıyla karşılaşıyor ve bu kehanete inanmaktan asla vazgeçmiyor. Film, Rus yazar Alexander Grin’in aynı adlı romanından uyarlanmış.

Cannes’da Eleştirmenler Haftası kapsamında prömiyerini yapan ‘Sıradaki Kız / Da-Eum So-Hee’ okullardan şirketlere bir sistemin tümüne eleştiri getiren, sessizlerin sesi olan sarsıcı, araştırmacı bir gerilim – dram. Yönetmen July Jung’un gerçek bir öyküden yola çıktığı yapımda, liseli bir kızın ölümünü araştırırken aslında kendini de sarmalamış acı gerçeklerle yüzleşen kadın dedektif Oh Yoo-jin’i izliyoruz. Film, tek başına ölüme yenik düşen bir çocuk ve tek başına olmanın dehşetini herkesten iyi bilen yetişkinin hikayesi üzerinden ilerliyor.

Yine ilk gösterimi Cannes’da Yönetmenlerin On Beş Günü Bölümü’nde gerçekleşen ‘Pamfir’ insan ilişkilerini, affetmenin gücünü, kadere karşı seçimlerin ve iyiye karşı kötünün varlığını işliyor. Ukrayna’nın batısında bir kasabada, her yanda maskeler ve kostümlerin göründüğü geleneksel bir karnaval eğlencesinden bir gün önce, bir süredir ailesinden uzakta olan Pamfir eve dönüyor. Ailesine karşı öyle derin bir sevgi beslemektedir ki oğlu kasabanın ibadethanesinde bir yangına neden olduğunda bile tüm halkı karşısına alıp çocuğun kabahatinin diyetini bir şekilde ödemeye tereddüt etmiyor.

Fanny Molins’in yönetmenliğini yaptığı ‘Atlantic Bar’ Fransa’nın güneyinde, Arles kentindeki bir bardan taşan insancıllığı, sıcaklığı, hayatı, karşılaşmaları, aşkı ve dramı anlatıyor. İnsanların her gün uğradıkları, birbirlerini uzun zamandır tanıdıkları, dans edip şarkı söyledikleri, dertleştikleri bakımsız mahalle mekanının satışa çıkarılması barın işletmecisi Nathalie ile müdavimler için dünyanın sonu, umutsuzca ihtiyaç duyulan bir yerin kaybı demektir. Ortak dayanışma duygusu, nezihleştirmenin doymak bilmez iştahına karşı duruşu politik hâle getirecektir.

Bir diğer yarışma filmi olan ‘Su / El Agua’ İspanya’nın güneydoğusunda küçük bir köyde yaz mevsiminde geçiyor. Yönetmen Elena López Riera’nın doğup büyüdüğü kasabada ağırlıklı olarak amatör oyuncularla çektiği, bilindik bir efsaneden yola çıkan filmde, fırtına yüzünden köyün ortasından geçen nehrin taşma ihtimali baş gösteriyor. Bazı kadınların “içlerinde suyla” doğdukları için sel geldiğinde yok olacaklarını anlatan kadim söylence, köyün dört bir yanında bir ayin gibi tekrarlanmaya başlarken, fırtına öncesi gerginliğinde, ölüm kokan bu köyden kaçma hayalleri kuran Ana ile José arasında bir yaz aşkı filizleniyor.

(07 Nisan 2023)

Ferhan Baran

[email protected]

Zindanlar ve Ejderhalar: Hırsızlar Kralı Onurdan mı Söz Ediyor?

Filmin adında yer alınca ister istemez bir “onur” arıyoruz… Bulabilir miyiz? Tabii ki bulabiliriz, yeter ki isteyelim. Biliyorsunuz, ay ışığı ile eşeğin kuyruğu arasındaki diyalektik bağ da kurulabilir.

Tam adıyla, “Zindanlar ve Ejderhalar: Hırsızlar Arasındaki Onur” filmi tam günümüz Türkiye’si için biçilmiş taftan. Hem komedi, hem dram, hem gizem, hem korku, hem de mesajıyla geçirdiğiniz zamana değecektir. İnanın…

Seçim öncesi gerekli…

Olmayan bir gezegende, olmayan bir ülkenin, olmayan halkı, olmayan bir iktidarı seçmek için toplanmış. Birlikte hırsızlık yaptıkları Edgin (Chris Pine) kızını arkadaşı Forge’a (Hugh Grant) emanet eder, hapsa girer. Edgin, ekip ve hücre arkadaşı, güçlü Holga (Michelle Rodriguez) ile kaçıp kızını bulmaya çalışır. Olmayan ülkenin olmayan iktidarına aday olan, olmayan seçimin olmayan kampanyasında olmadık bir şekilde (yani biraz hile, biraz desise, biraz da akılla) başkan olan Forge, doğal olarak her şeyi inkâr eder. İktidar olmak keyifli ve güzel bir şeydir, kazançlıdır ve hiçbir sorumluluk gerektirmez…

Bilmem, ben bizim ülkemiz dedim ama sanki her ülke aynı galiba. ABD Başkanı bile mahkemeye çıktı, ilk kez… Demek ki “olmaz olmaz” bu dünyada. Olmayanı oldurmaksa sinemacıların işi… Keyifle ve rahatça izlettiriyorlar hem de. Sahi, ne enflasyon, ne pahalılık, ne sıkılan kurşunlar, depremle yıkılan evler, selde sürüklenen çadırlar var… Oh ne âlâ memleket!

Şans, sihir, cesaret ve sen!

Tabii, sensiz olmaz. Her ne kadar, filmde Edgin, ekibine katmak için Doric’e (Sophia Lillis) söylese de, asıl bize (yani izleyiciye) söylüyor. Çünkü izleyici olmazsa film, film olmaz ki…

Uzunca bir film, iki saati aşkın… Ancak hiç fark etmiyorsunuz. Kahkahalar arasında keyifle izliyorsunuz; merak heyecan ve büyük bir beklentiyle…

Bırakın filmi kimin çektiğini, yazmış olsam da kimin oynadığı da önemli değil. Çok başarılı olduklarını daha jenerik bitmeden kabul edeceksiniz.

Ara başlığa alamadıysam da güç ve gençlik de var bu filmin çimentosunda. Çömez Simon (Justice Smith) üstünden atabilsin diye tüm çekingenliğini, acemiliğini ve ilan edebilsin diye aşkını biraz zaman tanımak gerekir. Benim yerime siz verin o şansı…

Olmayan dünyanın olmayan ülkesinde, olmayan halkın olmayan yaşamında olan sihir var bir de. Kimi kötü, büyücü deniyor; kimi iyi, sihir adı veriliyor. Birden dünya dönüyor… Bahar geliyor yeniden…

Sanki biz de o olmayan dünyanın olmayan ülkesinin olmayan halkının mensubu olsaydık, ne olurdu. Gerçi ateş saçan canavarlar, duvardan geçen böcekler, zindanlar, devler arasında kolay bir yaşam olmazdı, ama keyifnden de geçilmezdi…

Filmin sonu bizden…

Türkiye sinemasının en bilinen filmlerinden “Selvi Boylum Al Yazmalım”ın, hemen herkesin belleğindeki finali: “Sevgi neydi? Sevgi emekti”, bu filmin de finali.

7 Nisan 2023’ten başlayarak gösterimde…

(06 Nisan2023)

Korkut Akın

[email protected]

Bir Ekran ve İnternete Yenilecekler…: Kayıp

Bilgisayarın ardından internet ile bağlantılı iletişim başladığında, 30 yılı aşmıştır, “kavramların içeriklerini değiştirmek gerekir” diye yazmıştım. Bizim için sosyalleşme sokakta oynamak, hatta okula gitmekti, çünkü arkadaşlık kuruluyordu dersliklerde, teneffüslerde… Şimdi, Z kuşağı dediğimiz genç arkadaşlar evden çıkmadan, ekran ve internet bağlantılı kamera üzerinden sosyalleştiği gibi filmde izlediğimiz üzere dedektiflik bile yapıyor.

Will Merrick ve Nick Johnson’ın yazıp yönettiği, hızıyla da ilgi çeken bu farklı, farklı olduğu kadar merak uyandıran ve en az bir o kadar da heyecanlandıran film; pandemi sonrası yapılan az mekânlı, kişileri sınırlı, bütçesi kısıtlı bir yapım. Her şeyi bir ekrandan izliyoruz.

Kadrajı doldurmak belirleyici…

Bu, önemli bir dil aynı zamanda. Yazılı basın dediğimiz, bir dönemin en önemli haberleşme olanağı sunan gazeteler yerini çoktan kameraya bıraktı. Ressamlar bile kamera çerçevesine uygun 16:9 oranı (günümüz teknolojisiyle çok küçük değişikliklerle güncellenmiş bile olsa) çerçeve kullanıyorlar. İşlerinin yaygınlaşabilmesi için televizyon, daha doğru deyişle kameraların gözüne hoş görünmek bir zorunluluk artık.

Will Merrick ve Nick Johnson, belki ilk değiller (telefonla dizi çekildiğini hatırlayın lütfen), ama bir gerçekliği öne çıkararak ilgiyi farklı bir alana odaklıyor. Bu, önemli bir gelişme, önemli bir adım. Bu arada, tablet, bilgisayar, hatta telefonla izlenme oranlarını göz önüne alırsanız, yakın plan çekimler giderek daha da artacak. Sinema ile televizyonu birbirinden ayıran bu fark unutulmamalı…

Grace Allen (Nia Long), kızı June (Storm Reid) ile yaşarken erkek arkadaşıyla tatile çıkar. Geri dönmeyen annesini ekranlar üzerinden arar. Genç kız, hemen hiçbirimizin (orta yaş üzeri herkesin, kesinlikle) aklına gelmeyecek yöntemler kullanırken hayret etmemek mümkün değil. Tabii, birçoğumuz şaşkınlıktan dilimizi bile yutabiliriz.

Vay canına!

18 yaşındaki June’u, evde bıraktığı için tedirgin anne, sürekli uyarır kızını. Haklı olarak tedirgindir ve merak etmektedir. Bizler de seyirci olarak kızın başına bir şeyler gelecek diye kaygılanır, ona göre izleriz filmi… İlk ters köşe! Sürpriz orada da bitmez…

Yeni kuşak gençleri tanımak, nasıl akıl yürüttüklerini anlayabilmek, nasıl bir çözüm bulduklarını bilmek için biçilmiş kaftan “Kayıp” filmi. June, annesi ile erkek arkadaşı tatildeyken, yaşının gereği, sabahlara kadar eğlenir, ortalığı dağıtır, evi altüst eder… Sonra da internet üzerinden bulduğu temizlikçiye evi teslim eder, yine internet üzerinden parasını ödemiştir, peşin olarak.

Asıl sonrası önemli…

Gerek annesinin gerekse erkek arkadaşının e-posta ve sosyal medya şifrelerini bulur (kimini kırmaya bile gerek yoktur, kolay yolunu bilirseniz) takibe başlar. Türlü yollar dener ve sonunda annesinin izini bulur. Tabii ki, orada da bir sürpriz bekliyordur bizleri…

Bu filmden sonra, “benim şifrem çok güçlü, kimse kıramaz” demeyin. Bazı püf noktalarını atlayamaz ve ipucu bırakırsınız ister istemez. Yok, dijital hayat uzak dursun diyemezsiniz, film dijital yollarla annesinin gittiği yerleri, kaldıkları otelleri, yemek yedikleri lokantaları buluyor. Hatta canlı (arşivler ne güne duruyor) izliyor da…

Ne dijital yaşamdan uzak durun ne de ona kanıp her şeyinizi emanet edin.

Anne babalar, çocuklarınıza bilgisayar başından kalkmıyor diye kızmayın, onların bilgisayarla sosyalleştiğini, yeni dünyalara yelken açtığını unutmayın.

…ama bir şekilde, uzaktan takip edin, özellikle bizim ülkemizde, son yıllarda artan uyuşturucu kullanımını gözeterek.

31 Mart gününden başlayarak gösterimde…

(29 Mart 2023)

Korkut Akın

[email protected]

Yalana İnanmak Kolaydır: Çaykovski’nin Karısı

İnsanlar hep dört dörtlük insan hayal eder. Her şeyiyle kendisinin beklentisine uyacağını sanır. Zaman içerisinde bu beklentiler törpülenir, ‘fazlalıklar’ dengelenir. Ama yine de o ilk beklentinin kalıntıları durur küller altındaki köz gibi… Kimi zaman işine, kimi zaman yapıp söylediklerine, kimi zaman boyuna posuna, şekline şemailine, saçının kıvrımına… bakıp umutlanırız: “Tamam, işte buldum ruh eşimi!”

Bu, ünlülere karşı daha da yüksektir ve Çaykovski’nin Karısı tam da bu açmazı, hem de alabildiğine güçlü anlatıyor.

Kirill Serebrennikov, daha önceki filmlerinde olduğu gibi başarıyı yakalıyor. Bu, alabildiğine uzun olmasına karşın sıkmayan, temposu düşmeyen, ilgi odağını yitirmeyen filmden etkilenmemek, Çaykovski’nin veya karısının yerine kendisini koymamak ne mümkün!

Antonina (Alyona Mikhailova), Çaykovski (Odin Lund Biron) ile tanışıp konservatuar eğitimi almak isterken, sanatçının ‘lastikli’ yanıtıyla belki de, takıntılı bir aşığa dönüşür. Ama öyle böyle bir takıntı değildir bu, hayatını adar o andan sonra Çaykovski’ye… Peki, Çaykovski? Çaykovski’nin umurunda bile değildir, görmezden gelir karısını, yok sayar. Boşanabilmek için neler yapar neler!

Filmin iki ucu var: Biri Çaykovski, diğeri karısı. Her iki ucu da aslına bakılırsa sorunlu. Eşcinsel olduğu bilinen Çaykovski, biraz ekonomik zorunluluk, biraz dedikoduları önlemek amacıyla kabûl ettiği bu evlilikten nefret etmekte, buna da bağlı olarak hep itici davranmaktadır. Antonina ise gözünde artık o denli büyütmüştür ki kocasını, giderek gerçek yaşamdan uzaklaşır. Her iki ucun da çok iyi ve alabildiğine görsel anlatıldığı filmin ilişkilere, geleceğe, yaşama bakışınızı etkileyeceği muhakkak. Güncel bir not olsun; bakalım siz de günümüz Türkiye’siyle, gerek cumhurbaşkanlığı gerekse parlamento seçimleriyle bağlantı kuracak mısınız?

31 Mart gününden başlayarak gösterimde…

(28 Mart 2023)

Korkut Akın

[email protected]

42. İstanbul Film Festivali’nde Kaçırılmaması Gerekenler

Festival üzerine bu ikinci yazımda, seçimlerinize katkıda bulunacağını umduğum, klasikler dışında kalan yapıtları içeren, bir tanesi ikili 10 filmlik geleneksel ‘kaçırılmaması gerekenler’ listemi takdim ediyorum.

1- SONSUZ SIR (The Eternal Daughter):
Hatıra (The Souvenir), Hatıra: 2. Bölüm (The Souvenir: Part II), Takımada (Archipelago) filmleriyle tanıdığımız İngiliz yönetmen Joanna Hogg’un dünya prömiyerini Venedik Film Festivali ana yarışma seçkisinde yapan yeni filminde Tilda Swinton hem bir yönetmeni hem de annesini canlandırıyor. ABD Ulusal Eleştiri Kurulu’nun on filmlik 2022 listesine giren, idari yapımcılığını Martin Scorsese’nin üstlendiği yapım, bilinmeyenler ve gizemli güçlerle çevrili bir dünyada insanın geçmişine dönüp kendini anlamaya çalışmasını anlatan bu sıra dışı gotik hayalet hikâyesi.

2- KIZIL GÖKYÜZÜ (Roter Himmel):
Barbara, Transit ve Undine’nin yönetmeni Christian Petzold’un son filmi, dünya prömiyerini büyük ödüle layık görüldüğü 2023 Berlin Film Festivali’nin ana yarışmasında yaptı. Yönetmenin doğal elementleri konu alan üçlemesinin bu ikinci ayağı, Baltık denizi kıyısında, bir yanı orman küçük bir tatil evinde geçiyor. Sıcak amansız bastırmışken haftalardır yağmur yağmayan bölgede ikisi eski ikisi yeni dört genç arkadaş bir araya geliyor ve duygular, etraflarındaki kurak ormanlar gibi alev almaya başlıyor. Çok geçmeden ormanın alevleri eve ulaşacaktır.

3- KÖTÜ YAŞAMAK (Mal Viver) ve YAŞAMAK KÖTÜ (Viver Mal):
Saygın Portekizli auteur yönetmen João Canijo’nun dünya prömiyerlerini 2023 Berlin Film Festivali’nde yapmış, aynı otelde geçen ikili filmleri Kötü Yaşamak ile Yaşamak Kötü Portekiz’in kuzey sahillerinde bir otelin işletmecisi olan birkaç kuşaktan kadınları izliyor. Yıllardır birbirlerine içerledikleri için ilişkileri zehirli bir hal almış, otel gibi onlar da içten içe çürümeye başlamıştır. Ailenin en küçüklerinden bir genç kadının bu mekâna varışı ortalığı karıştıracak, birikmiş hasetlerle gizli nefretleri canlandıracaktır. Yönetmen Canijo, bu yıl İstanbul Film Festivali Uluslararası Yarışma’nın jüri başkanlığını yürütecek.

4- GECENİN SONUNA DEK (Bis Ans Ende Der Nacht):
Christoph Hochhäusler’in yönettiği yapım, Frankfurt’un karanlık olduğu kadar şık suç labirentlerinde üç kişiyi takip eden, suçla aşkın, arzuyla cinsel karmaşanın girift hikâyesini anlatan bir gerilim. Gizli görevdeki polis memuru olan Robert, karanlık uyuşturucu baronu Victor’un güvenini kazanmak için trans kadın Leni ile ilişkiye girdiğinde bastırdığı duyguları ve gerçek benliğiyle yüzleşiyor. Bu ilginç kara film Fassbinder’den izler taşıyor.

5- YAVAŞ (Slow):
2023 Sundance Bağımsız Filmler Festivali’nde Dünya Sineması – Dramatik kategorisinde en iyi yönetmen seçilen Marija Kavtaradze imzalı Litvanya yapımı, dans, uzlaşma ve sevmenin farklı yollarına dair dokunaklı bir dram. Tanıştıkları andan itibaren güzel bir bağ kuran dansçı Elena ile işaret dili tercümanı Dovydas’ın ilişkisi derinleştiğinde ve Dovydas aseksüel olduğunu açıkladığında gerginlik kaçınılmaz oluyor ve ikilinin kendilerine özgü bir yakınlık kurmaları gerektiği ortaya çıkıyor.Amerikalı tanınmış fotoğraf sanatçısı Nan Goldin’den etkilenen sinemacı, doğal bir estetik elde etmek için çekimleri tamamen el kamerası ve 16mm filmle gerçekleştirmiş.

6- DÜNYANIN KRALLARI (Los Reyes Del Mondo):
Çağdaş Latin Amerika sinemasının en büyük yeteneklerinden biri olarak görülen Laura Mora Ortega imzalı 2022 San Sebastian büyük ödüllü, Kolombiya’nın Oscar adayı yapım, yasasız sokaklarda yaşayan, vaat edilmiş topraklara doğru yollara düşmüş ailesiz beş çocuğu öznesine alan, vahşilikle sevimliliğin harmanlandığı sert bir masal. Paylaşılan yalnızlıklar, direnmekten taşan itaatsizlik, öfke, dostluk ve haysiyet üzerine Kolombiya cangılından geçen şiirsel bir yolculuk.

7- 34. MADDE (Regra 34):
Her şeyin pornografik bir karşılığı olduğunu iddia eden internet meme’i “34. Madde”ye atıfta bulunan film, toksik erkekliğin yaygınlığı, zevk ve arzunun politikası, eşitlikçi ve daha iyi bir toplum özlemi gibi şiddet dolu bir dünyanın varoluşsal çatışmalarını cesurca ele alıyor. Prömiyerini yaptığı Locarno Film Festivali’nde en iyi filme verilen Altın Leopar’a layık görülen Julia Murat imzalı yapım, taciz davalarında kadınları tutkuyla savunan genç hukuk öğrencisi Simone’un kişisel cinsel ilgilerinin izinde gerçeklik ve fantezinin sınırlarının birbirine karıştığı karanlık bir şiddet ve erotizm dünyasına yolculuğun öyküsü.

8-OTOBİYOGRAFİ (Autobiography):
2022 Venedik Film Festivali’nde FIPRESCI ödülünü kazanan Makbul Mubarak imzalı yapım, Endonezya’nın kırsalındaki bir kasabada emekli general Purna ile malikanedeki hizmetkârı Rakib’i izliyor. Ailesi yüzyıllardır Purna’nın ailesine hizmet etmiş olan Rakib, örnek aldığı, hem akıl hocası hem de baba gibi görüp bağlandığı yaşlı adama giderek yükselen sadakati şiddet dolu olayları tetikliyor. Yönetmen ilk uzun metrajında, ortada bir sözleşmenin olmadığı hâlâ süregelen derin feodal yapıyı neşter altına yatırırken, genç delikanlı sadakat ve adalet ikileminde yolunu kaybediyor.

9- MÜZİK (Music):
Alman “Yeni Yeni Dalgası”nın öncüsü Angela Schanelec’in 2023 Berlinale’den en iyi senaryo ödülü ile dönen son filmi, klasik bir efsaneyi müzikle birleştiren, Oidipus trajedisinin kendine özgü ve çarpıcı bir çağdaş yorumu. Doğduğunda Yunanistan’da dağlık bir alanda terk edilen ve babasını ya da annesini tanımadan evlat edinilen Jon, yirmi yaşındayken yanlışlıkla bir adamın ölümüne neden oluyor. Cezaevinde tanıştığı gardiyan Iro onunla ilgileniyor ve onun için müzikler kaydediyor. Giderek görüş yetisini kaybeden Jon müzik sayesinde hayatını her zamankinden daha dolu yaşayacaktır.

10- PASAJLAR (Passages):
Amerikan bağımsız sinemasının ilginç yönetmenlerinden Ira Sachs’in dünya prömiyerini Ocak ayında Sundance’te yapan yeni filmi olağandışı bir aşk üçgenini izliyor. Film bu üçgenin kişilerini canlandıran yıldız oyuncularından büyük destek alıyor. Kuir film yönetmeni Tomas (Franz Rogowski), eşi Martin (Ben Whishaw) ve bir gecelik beraberliği ilişkiye dönüşen Agathe’nin (Adèle Exarchopoulos) öyküsü, karizmatik ve kendini beğenmiş bir erkeğin kendi evliliğini mahvetmekle yetinmeyip toksik hakimiyetini iki ilişkisinde birden sürdürmesi üzerinden ilerliyor.

(25 Mart 2023)

Ferhan Baran

[email protected]

İstanbul Film Festivali 42 Yaşında

İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından düzenlenen, ülkemizin en kapsamlı uluslararası sinema etkinliği İstanbul Film Festivali bu yıl 42. yaşını kutluyor. Aradan geçen yıllar boyunca yepyeni ve dinamik sinemacı kuşaklara okul olmuş baharın müjdecisi festivalimiz, bir kez daha Türkiye ve dünya sinemasının en nitelikli örneklerinin yer aldığı zengin programıyla 07 – 18 Nisan tarihleri arasında kentin iki yakasında farklı mekânlar ve 6 salonda sinemaseverlerle buluşmaya hazırlanıyor. Festivalde gösterimlerin yanı sıra, her sene olduğu gibi, konuk yönetmen ve oyuncuların katılımıyla gerçekleştirilecek söyleşiler ve özel etkinlikler yer alıyor.

Programına aldığı 134 uzun metrajlı, 29 kısa filmden oluşan görkemli programıyla sinemaseverleri yine epeyce koşuşturacağa benzeyen festival, bu yıl 70’li yıllarda Amerikan Sineması’nı tazelemiş yeni Hollywood’un öncülerinden William Friedkin’i uzun kariyerini süsleyen 10 filmlik bir seçki ile anıyor. ‘Hollywood’da Bir Asi: William Friedkin’ başlıklı bölümde, dünya sinemasını ve çağdaş sinemacıları derinden etkilemiş benzersiz sinemacıyı DVD’den izledikleri filmleriyle tanımış olan genç kuşak izleyici onun unutulmaz başyapıtlarını sinema salonlarında seyretme şansına kavuşacak. Bizde gösterilmemiş 1970 yapımı off-Brodway uyarlaması ’The Boys in the Band’, hemen onu takip eden 5 Oscarlı ‘Kanunun Kuvveti / The French Connection’, sinema tarihinin belki de en ürkütücü filmi, William Peter Blady uyarlaması ‘Şeytan / The Exorcist’ ve sinemacının son dönem ilginç yapıtlarından ‘Böcek / Bug’ ve 2011 yapımı ‘Katil Joe / Killer Joe’ya uzanan seçki, tüm sinemaseverler için gerçek bir hazine değerinde.

Festival bu yıl Fransız sinemasının önemli klasiklerinden ’Anne ile Fahişe / La Maman et La Putain’in 50. yaşını dünya sinemalarıyla birlikte kutluyor. Jean Eustache’ın başyapıtı olarak kabûl edilen Yeni Dalga sonrasının önde gelen, alışılmadık bir aşk üçgenine dahil olan üç karakterin aşk ve seks üzerine felsefi diyalog ve monologlarını izleyen şefkatli, tutkulu, romantik, samimi genç yapıtı restore edilmiş kopyasından izlenebilecek. Saygın sinema dergisi ‘Sight & Sound’un 2022 eleştirmenler anketinde ‘tüm zamanların en iyi filmi’ seçilen Chantal Akerman imzalı 1975 yapımı ‘Jeanne Dilman, 23 Quai Du Commerce, 1080 Bruxelles’ gerçek zamanlı gündelik yaşamın ayrıntıları üzerine yoğunlaşan ve 3 gün boyunca ergenlik çağındaki oğlu ile yaşayan ve geçinebilmek için evde seks işçiliği yapan dul bir ev kadınını izleyen bu yılın tartışmasız en güzel sürprizlerinden bir diğeri.

İstanbul Film Festivali, Türkiye sinemasının önemli yapıtlarını restore ettirerek gün ışığına çıkarmaya ve bu klasiklerin yeni kopyalarını sinemamıza kazandırmaya devam ediyor. Bu yıl yenilenmiş kopyasından sunulacak olan auteur sinemacımız Metin Erksan’ın senaryosunu yazıp yönettiği 1976 yapımı ‘İntikam Meleği: Hamlet’, geçtiğimiz yıl aramızdan ayrılan sinemamızın unutulmaz oyuncusu Fatma Girik’i anmamız için de güzel bir fırsat olacak. İlk filmi ‘Fırat’ın Cinleri’ ile büyük ses getirmiş yönetmen Korhan Yurtsever’in 1980 sonrası cunta döneminde yıllarca yasaklı kalmış yapıtı ‘Kara Kafa’ da festivalin ‘Cinemania’ seçkisi dahilinde yine restore edilmiş ve ilk kez geçtiğimiz ay Berlin Film Festivali’nde gösterilmiş kopyasından gösteriliyor.

Ulusal ve Uluslararası Uzun Metraj Film Yarışmaları ile birlikte yakın geçmişte Ulusal Belgesel ve Kısa Film kategorileriyle yarışma cephesini genişleten festival, etkinliğin geleneksel bölümlerinden, genç yönetmenlerin çektikleri ilk veya ikinci filmlerin yer aldığı ‘Genç Ustalar’ seçkisini bir kez daha yarışmalı bir bölüme dönüştürmüş. Yabancı festivallerde dünya prömiyerlerini yapmış filmlerden zengin bir toplamın yanı sıra, ‘Mayınlı Bölge’ seçkisinde yer alan ve sinemaseverler için sıkı keşif imkânları sunan yapımlar bu yıl da izleyicisini bekliyor. ‘Antidepresan’, ‘Çiçek İstemez’ ya da ‘Nerdesin Aşkım’ başlıklı tematik bölümler bu yıl da eksik olmazken, ‘Festival Galaları’ seçkisi dahilinde daha geniş bir seyirci kitlesinin ilgisini çekmeye yönelik filmler her zaman olduğu gibi program menüsünü çeşitlendiriyor.

Festivalin açılış filmi ‘Hırçın / Scrapper’, Charlotte Regan imzasını taşıyor. Bu yıl Sundance Bağımsız Filmler Festivali’nde Dünya Sineması – Dram kategorisinde Büyük Jüri Ödülü’nü kazanan yapım, sıcak ve esprili bir baba-kız hikâyesi anlatıyor. Diğer önerilerimiz ve geleneksel kaçırılmaması gerekenler listemizi başka bir yazıya saklayarak, festival biletlerinin bu yıl 31 Mart Cuma gününden itibaren passo.com.tr, Passo mobil uygulaması, Passo perakende satış noktaları ve İKSV ana gişeden genel satışa sunulacağını hatırlatmış olalım.

(24 Mart 2023)

Ferhan Baran

[email protected]

Ustalıklı Bir Görsel Şölen: John Wick: Chapter 4

İnsan yaşamdan ne bekler? Huzurlu bir dünya. Evet, sadece o. Hepimiz, ama hepimiz aynı umut, aynı beklenti, aynı heyecanla benzer bir dünya bekliyoruz. Peki, izin verilir mi? Yok, illa birilerinin engellemesinden ya da deyim yerindeyse taş koymasından değil, koşulların, olanakların, fırsatların, hatta tesadüflerin bile denk gelmemesinden ulaşılamayabilir o düşlenen huzura.

John Wick de aynı… Eşi öldükten sonra kendi içine kapanmak istese de peşini bırakmayanlar nedeniyle bir türlü umduğu gibi yaşayamaz. Bu kez de (bu dördüncü kısım…) öyle oldu; hem de hiç ummadığı bir şekilde ve boyutta.

Duygusallık…

Belki de akılda kalıcı bir öyküsü olmayan ama gerçekten beyazperdeye bağlayan, günün gündemini unutturan (bizim gibi gündemin hep yoğun ve sürekli değiştiği ama dozunun hiç düşmediği ülkelerde daha çok), o şık ve suikastçıyla özdeşleştiren John Wick filmleri izleyici çekiyor. İşte, en tam da o nedenle en yüksek hasılat getiren film oluyor…

Bir üçleme olarak tasarlansa da, dördüncüsünün, hem de neredeyse iki film uzunluğunda çıkması John Wick yapımcılarının beklentisinin ne denli yüksek olduğunun da göstergesi.

Anlatılamaz, izlemek gerekir…

İlk üç bölümünü izleyenler bilir (hem zaten üzerine bir şey de okumaya gerek duymadan koştular bile sinema salonlarına), akın akın gelen düşman (!) ne gözünü korkutur John Wick’in, ne de yıldırır. Keanu Reeves’in, büyük çoğunluğunu (çok zorunlu olanlar dışında, tüm dövüş sahnelerinde kendisi oynamış) dublörsüz oynadığı açıklanan filmde akılcılık değil duygular öne çıkıyor. Onca silahlı adam attığını vuramıyorsa ne diye tutuluyor ki! Gerçi Wick de vuramıyor, diğer tüm “kahraman”lık filmlerinin aksine. Ama bir şey var; şiddeti körüklese de, sıçrayan kan insanın içini soğutuyor. Olanlar belki mantıksız ama izlettiriyor kendisini. Ne şiddet olsun ne de ölüm… Ne ayrılık olsun ne de sorun…

John Wick, dünyayı omuzlarında tepeden aşırmaya çalışan mitolojik kahraman Sisyphos gibi üç kez yuvarlandığı merdivenlerden yeniden çıkıyor. Filmi uzun bulanlar için bu bir gerekçe olarak gösterilebilir, ama ne denli yılmaz ne denli korkmaz ne denli bitmez enerjili olduğunu da başka türlü anlatmak zordur.

Gözleriniz kamaşacak

Uzundan da uzun bir film John Wick’in bu yeni filmi, yani 4.sü. Yine de sıkılmadan, hatta zamanın su gibi aktığını düşünerek çıkacaksınız salondan. Zor kuşkusuz, hem uzun hem dozunda, hem şiddet dolu hem de mesajı yok. John Wick’in tümünün bir mesajı bulunabilir aranırsa, ama bu filmin günün gündeminden sıyrılıp da rahatlamaktan başka bir görevi yok.

22 Mart gününden başlayarak gösterimde…

(23 Mart 2023)

Korkut Akın

[email protected]

Güleriz Ağlanacak Halimize ya da: Özel Bir Hediye

Sami, (Jamel Debbouze) karnı burnunda eşinin de zorlamasıyla tembelliği bir tarafa bırakıp bir AVM’de gece bekçisi olarak çalışmaya başlar. Patronun (Philippe Etienne, Daniel Auteuil başarıyla canlandırıyor) şımarık oğlu Alexandre, (Simon Faliu) (annesi öldükten sonra, babasının yoğun işleri ama daha önce katı ve sekter tutumu nedeniyle ilişkisi kopuktur), doğum günü armağanı olarak “ne istersen al” dendiği için Sami’yi ister. Tabii ki, “özel hediye”, emeğinin karşılığını alacaktır. Ne istersin sorusuna verilebilecek tek yanıt: Banka borcu kadar bir tutardır…

Öykü bu. Bu çerçevede gelişen öyküde, Sami’nin eşi de dahil tüm arkadaşlarının kapanması istenen (aynı patronun bir diğer iştiraki) fabrikada çalışıyor olmaları önemli; patronun çevresi ise ya başbakanlar ya da çok zengin iş insanları ile dolu ve lüks içinde…

Emek sermaye çatışması…

Alıştıkları fabrikanın kapanmasıyla hepsi işsiz kalacak mahalleli, haklı olarak patronu protesto edip haklarını istemektedirler. Sami ise patronun oğlunun “özel oyuncağı” olarak ömründe göremeyeceği bir para kazanma şansı yakalamıştır.

Eşine ve arkadaşlarına durumunu açıklasa bir dert, açıklamasa bir başka… Çocuğun şımarıklığından yılıp da kaçsa bir, kaçmasa başka… Tam bir çelişki. Bu arada, patronun durumu da Sami’den aşağı kalır değil. O da şımarık da olsa oğluna taviz verse, yani yakınlık gösterse -ki, büyük olasılıkla kendisi de sevgisiz, empati yoksunu büyütüldüğü için- bir dert, göstermese oğlu gözlerinin önünde eriyecek. Sami hepsini çözecektir.

“Özel Bir Hediye” aslına bakarsanız, basit ama derinlikli, dram yüklü ama komedi ağırlıklı, patrondan yana gibi ama emekçiyi destekliyor… İzleyiciyi sarıp sarmalayan keyifli ve dokunan bir film. Hemen bütün popüler filmler gibi yüzeysel yaklaşım içerisinde, sorunun kaynağına inmeyen, dokundurmalarla değinip geçen, çözümü izleyicinin düşüncesine bırakıyor. Siz, eğer bilinçli biriyseniz çözümün ne olduğunu buluyorsunuz, değilseniz güldükleriniz yanınıza kâr kalıyor, belki küçük bir soru işareti ile çıkıyorsunuz salondan.

Poker surat…

Daniel Auteuil, çıkarlarının peşindeki patron Philippe Etienne’de başarılı. Sami, onun, oğluyla iletişim kurması için her ne olursa olsun, düşüncesinin ve tavrının yüzüne yansıması gerektiğine ikna etmeye uğraşıyor. Adam, o denli içselleştirmiş ki patronluğu bir milim bile gerilemiyor… Sami’ye hak verdiği bir konuşma sonrasında, maç izlerken gol olduğunda bile insanlar gerginliklerinden (korkularından da; ne de olsa patron, iki dudağı arasında yaşamları) kurtulamıyorlar.

İnsanların çıkarlarını gözeterek birbirlerinin üzerine çıkma hesapları sadece filmin geçtiği Fransa’da değil, tüm dünyada yaşanan bir gerçek. En küçük bir fırsat geçmeyegörsün ellerine, hemen satıyorlar birbirlerini… Gerçi hepsi farklı ırklardan ve tabii, renklerden ama filmde altı çizilen bir diğer konu göçmenler ve ucuz işgücü… Bizde de öyle değil mi? Kadın erkek ayrımı da işlenen bir diğer konu muhakkak ki.

Bizim ülkemiz açısından bakarsak, tam da kritik (bu son günlerin en moda sözcüğü, o nedenle ben de kullanıyorum) seçim sürecinde herkes yerini ve konumunu belirlemeli.

Keyifle izlenen, izleyiciyi rahatlatan film, (ben de dahil) kim ne derse desin. Filmin son sözü ise, çok eski bir slogan: “Fabrikalar, tarlalar, siyasi iktidar, her şey emeğin olacak!” Bakalım, Alexandre nasıl davranacak!

24 Mart gününden başlayarak gösterimde…

(22 Mart 2023)

Korkut Akın

[email protected]

En Güzel Sığınak Belleğin Sığınağıdır

Filmekimi yolculuğumda izlediğim ‘Sekiz Dağ / Le Otto Montagne’ nihayet gösterimde. Cannes Film Festivali’nden Jüri Ödülü dönen film Belçikalı yönetmen Felix van Groeningen ile oyuncu eşi Charlotte Vandermeersch’in ortak imzasını taşıyor. İtalyan yazar Paolo Cognetti’nin dilimizde de yayımlanmış aynı adlı otobiyografik romanından perdeye aktarılan yapım, bir ömürlük dostluğun, şehirli Pietro (Luca Marinelli) ile dağ çocuğu Bruno’nun (Alessandro Borghi) yıllar içinde her karşılaşmalarında paylaştıkları aşkları, kayıpları, babaları ile ilişkileri ve kesişen yazgıları üzerinden tıpkı romanda olduğu gibi sakin bir ırmak misali yol alıyor. Özellikle doğa tutkunlarının derinden etkileneceği bu zarif roman/film ‘Brokeback Mountain’ yazarı Annie Proulx’un ifadesiyle ‘dağlara bir kez olsun ilgi duymuş bizim gibi insanlar için çok yoğun ve insanın içini sızlatan bir hikâye anlatıyor’.

Öykümüz 1984 yazında başlıyor. 12 yaşındaki Pietro ailesiyle yazı geçirmek için geldiği dağ evinde yaşıtı Bruno ile sıkı bir arkadaşlık kuruyor. İçe dönük mühendis babanın kentli oğlu ile gurbet ellerde çalışmaya gitmiş duvarcı ustasının köylü çocuğunun ortak tutkusu dağların eteğine kurulmuş Grana köyünün mis gibi havası ve göz kamaştırıcı doğasıdır. Çayırları, buzulları keşfe çıktıkları zirve yürüyüşleri, terkedilmiş kulübeleri, viraneleri, eski değirmenleri inceledikleri yazlar boyunca iki çocuk gitgide büyürken, tüm farklılıklarına rağmen dostluğun anlamını öğreniyorlar. Yıllar geçtikçe birbirlerinden uzaklaşsalar da dağlara olan tutkuları yaşadıkları trajedilerde bile onları birarada tutacaktır.

Çocukluk, yetişkinlik, dostluk, insanın dünyadaki yerini arayış serüveni, baba-oğul ilişkileri, hayatın acımasız gerçeklerine dair evrensel temaları lirik bir dille işleyen metin 2012 yapımı ‘Kırık Çember / The Broken Circle Breakdown’ ile gönüllerimizi fethetmiş sinemacı çiftin elinde leziz bir filme dönüşmüş. ‘İnsan dünyadaki yerini aklının ucundan geçmeyecek bir bölgede ve biçimlerde buluyor’ diyor yazar Cognetti ve Belçikalı yönetmenler hayatın olanca hızına rağmen durup soluklanılması gerektiği yerde eşlik edilesi türden sakin, meditatif bu öyküyü perdeye taşıyor.

‘En güzel sığınak belleğin sığınağıdır’ diye ilave ediyor yazar ve yönetmenler. Yaz mevsimi karları erittiği gibi anıları da silip süpürüyor, ama buzullar dağların geçmiş kışların belleğini muhafaza ediyor. İşte bu yüzden dağlara, hikâyelerinin saklı olduğu yerlere dönüş yapıyor yetişkin dostlar. Her geri dönüşte öykülerini yeniden okuyabilmek için. ‘Sekiz Dağ’da sessizlikler besteci ve yorumcu Daniel Norgren’in country tadındaki ezgileriyle kaynaşıyor. Sinemacıların değişmez çalışma arkadaşı Ruben Impens soluk kesici görüntü çalışmasıyla yüreğe dokunan metnin görsel dilini yaratıyor. Mutlaka izlenmeli.

(21 Mart 2023)

Ferhan Baran

[email protected]

Doğa Soyut Bir Kavramdır: Sekiz Dağ

Babasının terk ettiği köyde kalmış Bruno ile (Alessandro Borghi) babasıyla düş(ünce)leri uyuşmayan Pietro (Luca Marinelli) çocukluktan başlayan samimi ve bir o kadar da kopmayan bir arkadaşlık kurarlar. Çocukluk yıllarında çocukça, büyüdükçe belki biraz uzak, yetişkin olunca daha sıkı sarılırlar birbirlerine. Kentte bürokrat olarak yaşayan babasının dağ aşkı baştan beri kentin (ve okulun) karalığından sıkılan Pietro için yeni bir kapıdır, belki bir uyum yakalayabilmeleri için. Bruno ise kenti deneyimleme olanağı pek de yolunda gitmez. Her iki arkadaş için dağ bir özgürlüktür, kim ne derse desin.

Pietro’nun babasıyla uyumsuzluğu, aslında kuşak çatışmasıdır. Baba, kendisinin hayata geçiremediklerini oğlu üzerinden gerçekleştirmek amacındadır. Aslında baba iyi niyetli olsa da oğlunun itirazlarına hak vermemiz gerekir. Onlar bu “açmaz”ı öğrendikten sonra Pietro’nun babasıyla Bruno’nun arası düzelir ve görmesek de keşif yolculuklarına çıkarlar.

Çevrecilik…

Ekoloji, günümüzün en çok dillendirilen konusu. Özellikle son yıllarda siyasal iktidarın beton saplantısı nedeniyle yeşil alan bırakmaması, ormanları kesip beton yığınıyla doldurması (Validebağ Korusu’na belediye tarafından moloz dökülmesi de aynı anlayışın sonucu) insanların tepkisini çekiyor. Doğal olarak itirazlar yükseliyor. Gezi Direnişi de benzer bir kalkışmaydı ve iktidar, direniş önderlerini haksız ve hadsiz yere cezalandırarak kendisini halkın gözünde mahkûm ettirdi.

Filmin başarısı yürekte…

Charlotte Vandermeersch, Felix Van Greoningen’in üstlendikleri senaryo yazımı ve yönetmenlik filmin katıldığı hemen her festivalde kabul gördü. Festival jürileri gibi izleyici de, bu denli geniş bir yelpazede güçlü bir film olduğunu gördü ve hakkını verdi. Özellikle Ruben Impens’in görüntüleri enfesti. “Ah, ben de o dağlara tırmansam, insan boyunu aşan karlara, insanı devirecek denli sert rüzgârlara, insanı sağır edecek denli sessizliğe ve yalnızlığa, her işin kendi omuzlarına yüklenecek olmasına karşın yılmam.” demedenen çıkan izleyici yoktur herhalde hangi ülkede, hangi salonda gösterilirse gösterilsin.

Manzara filmi demek filmi inkâr etmektir

“Sekiz Dağ” pastoral bir manzara filmi olarak tanımlansa da sadece manzara ile sınırlandırılamaz. Muhakkak ki, başarılı görüntüsüyle alabildiğine ferah dağ havasıyla izleyiciyi içine çekiyor. Aynı şekilde kentteki tekdüzelikten sıkılan gençler de dağda bir kulübe yaptırıp küçük bir işletme (süt, peynir taze otlar vb. satışı yapmak) ile “bağımsız” yaşamak istiyorlar. Bruno, onlara, “doğa dediğiniz soyut bir kavram; burada çayır, inekler, taş, dağ, güneş var” diyor. Bir araya gelip haydi köyde yaşayalı dediğiniz zaman, oraları da beton yığınına döndürürsünüz ister istemez. Bodrum ön bilinen örnek; gerçi hemen her kıyı köyü aynı… Bile isteye, zorluklarını göğüslemeyi de kabûl ederek, yılmadan, bıkmadan mücadele etmek gerekir dağda, köyde yaşamak… Filmin en can alıcı iki mesajı (biri kuşak çatışması, diğeri çevre gönüllülüğü) bunlardı. Peki, iki saati aşkın süren film bu kadar mı? Tabii ki değil, iki arkadaşın kopmaz bağlarla birbirlerine sarılmaları da öne çıkıyor (sanki herkes bu yönü almış ele, nedense bizimle de doğrudan bağlantılı asıl meseleyi göz ardı etmeye söz birliği etmişler).

Sığınılabilecek tek liman

Pietro, kaçıp kurtulmak isteğiyle Nepal’e gitse de orada da duramayıp dönüp geliyor ikide bir. Bruno ise zorluklara göğüs germeye çabalarken kız arkadaşı ve çocuğu kente dönünce yapayalnız kalıyor. Sığınabileceği tek liman yine çocukluk arkadaşı Pietro’dur ve ondan medet umuyor.

17 Mart gününden başlayarak gösterimde…

(21 Mart 2023)

Korkut Akın

[email protected]

Balinayı Öldürmek

270 kiloluk dev bir balinayı andıran Charlie sorunlu kalbinin onu sıkıştırdığı ve ölüm zamanının geldiğini zannettiği anda o anda evinde bulunan misyoner gençten kendisine bir makale okumasını ister. Aşırı kiloları yüzünden hareket etmekte zorlanan edebiyat öğretmeninin bir öğrencisi tarafından yazıldığını akla getiren deneme, yazar Herman Melville’in tanınmış romanı ‘Moby Dick’ üzerinedir. Yazıyı kaleme alan kişi yazarın denizde olma öyküsünden söz eder. ‘Kitabın ilk bölümünde kendisine Ishmael adını veren Melville küçük bir sahil kasabasında Queequeg isminde bir adamla aynı yatağı paylaşır. Aynı pipodan tüttürürler, birlikte kiliseye giderler ve daha sonra tek bacaklı kaptan Ahab’ın kaptanlığında denize açılırlar. Kitap boyunca pek çok zorlukla karşılaşan Ahab’ın hayatı beyaz dev balinayı öldürmek üzerine kuruludur. Balinaların tasviri olan uzun sıkıcı bölümleri okuduğumda üzüldüm çünkü tüm bunların bizleri kısa bir süreliğine de olsa yazarın kendi kederli hikâyesinden kurtarmaya çalışmak üzere kaleme alınmış olduğunu biliyordum. Bu kitap benim kendim hakkında düşünmemi sağladı.’

Bilgisayar ekranından deforme bedenini saklayarak çevrimiçi ders verdiği öğrencilerine ‘yazdıklarınızda dürüst olsun’ tavsiyesi veren Charlie için de bir aydınlanmadır bu kısa deneme belki. Ders verdiği erkek öğrencisine kapılarak karısını ve henüz küçük yaşlardaki kızını terk edişi üzerinden 8 yıl geçmiştir. Delice tutulduğu Alan, papaz babası tarafından reddedilerek kiliseden atıldığında bir köprüden atlayarak hayatına son verdiğinde, pişmanlıklar içinde bocalayan Charlie, kayıpları ile başa çıkmak için aşırı ölçüde kilo almak suretiyle ölümünü hazırlama yolunu seçmiştir. ‘Elveda Las Vegas / Leaving Las Vegas’ta içkinin yardımıyla ölüme yatan Nicolas Cage misali şişmanlatıcı sağlıksız besinler tüketerek öz yıkım yolunda ilerleyen Charlie son demlerini yaşadığının farkındadır. Ağır kalp yetmezliği ve çok yüksek tansiyonuna karşın kendisine bakıcılık yapan Liz’in hastaneye gitme önerilerini sürekli reddeder. Son arzusu şimdilerde 16 yaşında olan uyumsuz ergen kızı ile yüzleşmek ve ona karşı pişmanlığını dile getirmektir. Ancak bu hesaplaşma süreci kolay geçmeyecektir.

‘Pi’ ve ‘Bir Rüya İçin Ağıt / Requiem for a Dream’ gibi çizgi dışı ilk dönem çalışmalarıyla tanıyıp sevdiğimiz New Yorklu yönetmen Darren Aronofsky, uluslararası başarılar kazandığı karakter odaklı ‘Şampiyon / The Wrestler’ ya da ‘Siyah Kuğu / Black Swan’ gibi filmlerin ardından bu kez senaryoyu da kaleme almış olan yazar Samuel D. Hunter’ın bol ödüllü sahne oyunu ‘Balina / The Whale’den yola çıkmış. Metnin teatralliğine hiç dokunmadan tek bir mekânda geçen filmde ağır ve hüzünlü bir atmosfer hakim. Dışarda sürekli yağmurun yağdığı yarı aydınlatılmış, her bir köşesine fast food artıklarının saçılmış olduğu, ağır beden kokusunu hissedebildiğimiz kasvetli bir odanın içinde geçiyor herşey. Bu karanlık ev ortamında Brendan Fraser bir mucize gerçekleştiriyor. Hollywood’da kadri kıymeti bilinmemiş 90’lı yılların genç ve yakışıklı oyuncusunun aldığı kilolara ilave olarak son derece başarılı bir makyaj ve protez giysiler içinde sinema dünyasına dönüşü kelimenin tam anlamıyla görkemli. Bu 5 kişilik sahne oyunu/filmde onun nüanslı performansına eşlik eden, Liz’de Hong Chau, ergen Ellie’de Sadie Sink ve kısacık bir rolde görmeyi çok özlemiş olduğumuz Samantha Morton gayet iyiler. Öykünün katı gerçekçiliği ve duygusal patlamalarını benzersiz dokunuşları ile dengeleyen ve geçtiğimiz günlerde en iyi erkek oyuncu Oscar ödülünü kazanan Fraser’ın dönüşünü kutlamak için mutlaka izlenmeli.

(17 Mart 2023)

Ferhan Baran

[email protected]

Propaganda Yaşamın İçinde: Rebel

Eskiden misyonerler, din bezirgânları olurdu, sizi kendi görüşüne çekmek için çaba harcardı. Değişmedi, artık tebliğci olduklarını söylüyorlar. Türlü yalan dolanlarla kandırarak, belli bir strateji çerçevesinde militan devşirenler vardı bir dönem.

İsrail – Filistin savaşları sürerken İran – Irak savaşı çıkarıldı, oradan yeterince nemalanamayan siyasal güç, bu kez Suriye’de iç savaş çıkardı. Çok toplumlu bir ülke olması, etnik karşıtlıkların gündemden düşmemesi orada da bir savaşı körükledi. Kendilerini Siyasal İslam olarak gören ve (hemen bütün radikal gruplar öyledir, kendilerinin dışındakiler asla gerçek İslamcı değildir) hemen silahlanarak ortalığı kan gölüne çeviren IŞİD (Irak Şam İslam Devleti) örgütü dünyanın birçok yerinden militan edindi.

Özellikle Avrupa’da, Müslüman ülkelerden çeşitli nedenlerle göç etmiş, gerek dinleri gerekse gelenekleri nedeniyle yabancı olarak dışlanmış gençleri kandırarak savaşa göndermeye başladı. IŞİD sadece dini bir silahlı örgüt değildi, hak ve hukuk tanımayan, kuralı olmayan, eli kanlı bir örgüttü.

Belçika’da annesi ve küçük kardeşi Nazım ile yaşayan Kemal, yoksul ve zorlu bir hayatı hak etmediğini düşünen, hızlı yaşayan ve rap müzik yaparak bunu dile getiren bir gençtir. Annesiyle tartışınca, kendisini IŞİD’cilerin arasında bulur. Onların kurallarını hiçe saysa da bir gün o simli perde kalkar ve gerçekler ortaya çıkar.

Bu arada Belçika’da da savaşçı devşirmeye çalışan IŞİD militanları Kemal’in küçük kardeşini kandırmak, onu da savaşa yollamak için girişimde bulunurlar. Küçük Nazım, hem annesinin kendisi üzerinde baskı kurmasından hem de okuldaki arkadaşlarının özellikle ağabeyi üzerinden kendisini aşağılamalarından sıyrılmak için bu teklifi kabul eder.

Küçük Nazım da bir savaşçıdır artık. Ağabeyinin durumunu öğrenir ve gecikmiş olsa da kaçar. Bütün zorluklar annelerin omuzlarına yığılmıştır; anne büyük oğlunun ardından küçüğünü kaybetmeyi hazmedemez ve peşinden Suriye’ye gider.

Suriye’de, savaşın en ön saflarında, IŞİD ile YPG (Yurtsever Partizan Güçleri) çarpışmaktadır. Anne YPG’li savaşçıların da yardımıyla küçük oğlunu bulur ve evlerine dönerler.

Film, özellikle rap yapan (veya seven) Kemal’in müzikleriyle etkiyi arttırıyor. Rebel’in “acı” anlamına geldiğini düşününce, itiraz eden bir müziğin, yani rap’in anlamı artıyor. Yaşanan acı, içine işliyor insanın…

Burada anne ile oğlunun öyküsünden çok dini kendi görüşlerine alet eden ve insanları kandırmak için her türlü hileyi yapmaktan çekinmeyen misyonerler öne çıkıyor. Ailenin tanıdığı, küçük Nazım’ı ikna etmeye çalışan din görevlisi her ne kadar karşı çıksa da gidişatı engelleyemez. Gerçekten iyi organize olan, her türlü iletişim olanağını kullanan IŞİD’ciler Nazım’ı götürürler savaşa.

İnsan filmden çıktıktan sonra, uzun bir süre izlediklerinin etkisinden kurtulamıyor. Yakın planlarla, etkileyici görüntülerle devam eden filmde, bir yandan da niye, nasıl, neden, kim bunlar sorusu dönenip duruyor izleyicinin kafasında. Öyle olsaydı, böyle olmasaydı diye doluya koyuyor aldıramıyor, boşa koyuyor dolduramıyor…

Aradan geçen on yıl kadar süre sonrasında, belki IŞİD gücünü ve etkisini yitirdi, ama milyonlarca insan canından, evinden, ülkesinden oldu. Hem değil mi ki bu savaş nedeniyle milyonlarca insan Türkiye’ye sığındı… Bu filmin bir sonraki ayağı, Türkiye’de kalması istenmeyen zorunlu göçmenlerin yaşadığı sefalet olmalı… 17 Mart gününden başlayarak gösterimde…

(14 Mart 2023)

Korkut Akın

[email protected]

Emanet Çocuk

80’ler başlarının İrlanda kırsalındayız. Beşincinin yolda olduğu çok çocuklu çiftçi ailenin sessiz kızıdır Cáit. Kalabalık evlerinde hamile annesi, depresif kumarbaz babası ile her biri kendi havasında kız kardeşleri ona karşı öylesine ilgisizler ve yuvaları öylesine kasvetlidir ki, 9 yaşındaki Cáit ne evde ne okulda göz önünde bulunmaktan kaçınır sürekli. Küçük kız okul tatili başladığında yaz boyunca kalması için annesinin uzaktan akrabasına yollandığında, başta kendini tedirgin hissetse de kısa sürede endişeye yer olmadığını ve güzel günlerin onu beklediğini hisseder. Çocuk yeni evine gelir gelmez Kinsella çifti ile kendi ebeveynleri arasında dağlar kadar fark olduğunu keşfeder. Çocukları olmayan çiftin ona hiç tatmadığı sevgi, özen ve şefkati sunmasıyla aile ve ev denilen şeylerin daha önce deneyimlemediği olanaklarını keşfetmeye başlar. Utancın ve sırların barınmadığı bu evde kendi iç dünyasını ve duygularını tanıma şansı bulan ve gerçek mutluluğu yudumlayan küçük kız, münasebetsiz bir komşu kadının ağzından geçici ailesinin trajik geçmişini öğrenecektir.

Çağdaş İrlanda edebiyatının parlak kalemlerinden Claire Keegan’ın bizde ‘Emanet Çocuk’ adıyla yayımlanmış -özgün adı ‘Foster’ bakıcı anlamına geliyor- 80 sayfalık novellasından yola çıkan ‘Sessiz Kız / An Cailín Ciúin’ mevsimin en ilgiye değer filmlerinden biri olarak dikkat çekiyor. Belgeselleri ile tanınmış İrlandalı yönetmen Colm Bairéad’ın bu ilk kurgusal çalışması hayranlık uyandırıcı bir bütünlüğe ve olgunluğa sahip. Keegan’ın metninde olduğu gibi çocuk gözü ve hissiyatı ile aktarılan hikâye gücünü sessiz sadeliğinden alıyor. Yine özgün öyküde incelikle tasvir edilmiş olan İrlanda kırsalının el değmemiş yeşili ve pastoral güzelliği Kate Mullough’un görüntü çalışmasıyla perdeye yansıyor. İrlandalı besteci Stephen Rennicks’in filmi bir tül gibi saran meditatif müzik çalışması ayrıca övgüye değer. Keza filmin oyuncu kadrosu birinci sınıf. Sevgi ve ihtimamla bir çiçek gibi açan Cáit’te ilk filminde çok parlak bir yetenek olduğunu kanıtlayan küçük aktris Catherine Clinch ve ona eşlik eden Kinsella çiftinde Carrie Crowley ile Andrew Bennett gayet iyiler. Özgün İngilizce metni nesli tükenmekte olan İrlanda diline uyarlayarak hemşerilerine vefa borcunu ödemek istemiş yönetmen Bairéad. Çocukluk ve ebeveyn olmak üzerine çok önemli dersler içeren ve unutulmaz finaliyle belleklerden kolay çıkmayacağa benzer bu güzel filmi mutlaka izlemenizi öneriyorum.

(10 Mart 2023)

Ferhan Baran

[email protected]