Kategori arşivi: Yazılar

Sadece Senin İçin Yazdığım Satırlar

‘Güvenli bir Yer / Sígurno Mjesto’ dış sesin acıyı yüreğinde hissettiğimiz tonlaması ile açılıyor. ‘Bunların hiçbiri yaşanmamış olsaydı, sana şunları anlatabilirdim. Bak bu senin oturduğun bina ve şimdi yirmiye kadar sayacak ve koşarak içeri gireceğim.’ Ağabey Bruno’nun sözleridir bunlar. Sakin bir akşamüstü, girişinde çocukların kaygısızca oynadığı, bir köpeğin çimenlik alana doğru seğirttiği kadraja soluk soluğa giren genç adamın gri tonlardaki sevimsiz toplu konut binasına dalışını ve deli bir hızla merdivenleri çıktığını duyarız. Bir dairenin kapısını umutsuzca yumrukladıktan sonra açılmayan kapıyı kırar. Sonrası karanlıktır. İntihar teşebbüsünde bulunan kardeşini kurtarma derdindedir, lakin karşılaştığı manzara umut verici görünmez. Ancak Bruno her şeyi yeni baştan yazmaya kararlıdır. Sadece onun için yazdığı sözcüklerle iletişim kuracağı kardeşini polis karakolu ve psikiyatri koğuşunun soğuk ve ilgisiz duvarlarının dışına çıkarmaya ve annelerini de yanlarına alarak Damir’i son kez mutlu resim verdiği sahil kentine götürmek tek gayesidir artık.

Hırvat asıllı yönetmen Juraj Lerotić ilk uzun metrajında kendi hayatından esinler taşıyan kişisel trajediyi perdeye taşıyor. Bu katarsis sürecinde daha da ötesine giderek kimselere emanet edemediği Bruno rolünü bizzat kendisi üstlenmiş. Kederli öyküsüne yaklaşımı soğukkanlı ve oldukça mesafeli. Deneyimli görüntü yönetmeni Marko Brdar şizofren bir kafanın içinde nelerin döndüğüne dair biçimsel arayışların izinde beklenmedik açılar ve kadrajlar denemiş. Işık-gölge kullanımı, karanlık-aydınlık zıtlıkları ile çıkış umudunun peşine düşülmüş. Bu ısrarlı arayışın meta anlatının ilk bölümünde çok iyi işlediğini söyleyebilirjz. Akıl sağlığı sorunlarının aile bağlarını nasıl etkilediğine dair hassas bir keşif niteliği taşıyan deneme, Split’te geçen son bölümde daha konvansiyonel bir anlatıma yöneldiğinde bir miktar irtifa kaybına uğruyor belki ama bütünüyle bakıldığında sinemanın anlatım olanakları üzerine son derece özgün bir yapımla karşı karşıya olduğumuzu rahatlıkla söyleyebiliriz. Oyuncu / yönetmen Luratić’in yanısıra içe dönük Damir’de Goran Marković, annede deneyimli aktris Snježana Sinovčić Šiškov’un performansları övgüye değer. Kurguda Marko Ferković’in çabası da öyle. Geçtiğimiz yıl Locarno’dan en iyi erkek oyuncu (Marković), en iyi yönetmen ve en iyi ilk film ödülleri ile dönen, Hırvatistan’ın 2023 Oscar ödülleri aday adayı olan film sevindirici bir biçimde ülkemiz salonlarında gösterime çıkıyor ve sinefiller tarafından keşfedilmeyi bekliyor.

(14 Eylül 2023)

Ferhan Baran

[email protected]

Venedik’te Cinayet: Görsel Şölen, Gerilim ve Merak…

Daha önce Doğu Ekspresinde Cinayet (2017) ve Nil’de Ölüm (2022) filmlerinde Hercule Poirot’yu canlandıran Kenneth Branagh, “Venedik’te Cinayet” (A Haunting in Venice) ile üçüncü kez Hercule Poirot olarak karşımızda… aklıma hep Hz. Ali’nin kılıcı Zülfikar’ı getiriyor ucu çifte kıvrık bıyıkları… İlginç, ilginç olduğu kadar da unutulmaz.

Doğaüstü ve gerilim olarak belirtilse de suç, korku ve dramı da içeren filmin en büyük kozu tarihi… Agatha Christie, hepimizin bildiği gibi 1. Dünya Savaşı sonrasını ele alır. Ancak bu kez, 2. Dünya Savaşı sonrasında, 1947 yılındayız… Bu kadar zaman geçince üzerinden, haklı olarak emeklidir. Venedik’te yaşayan Poirot’yu yazar arkadaşı Cadılar Bayramı akşamında bir köşkteki davete çağırır. O gece biri ölünce, Poirot araştırmaya başlar.

Korku kadar dram, dram kadar, doğaüstü güçler, doğaüstü güçler kadar gerilim ve doğal olarak merak içeren film, gerçekten izleyiciyi sıkmadan, bakışını bir an için bile perdeden kaçırmadan pürdikkat odaklanmasını sağlıyor. Kenneth Branagh, kamera arkasını anlatırken hiçbir oyuncusuna korku efektleri ve olacaklar konusunda bilgi vermediğini söylüyor. Yani seyirci kadar oyuncular da o efektlerden etkilenmiş. Avizenin düştüğü sahnede oyuncuların yakın çekimi (kuşkusuz filmin anlatımını olumsuz etkilerdi ama) izleyiciyi daha bir etkilerdi.

Üç kez…

Evet, film izleyiciyi üç kez ters köşe yaptı. Buna da bağlı olarak katil (veya katiller) kim bilinemedi. Agatha Christie okurları bilir, romanların (ve uyarlanan filmlerin) en önemli gücü katilin bilinmemesidir, Hercule Poirot titizlikle araştırır, en çok da karakterlerin duruşunu takip eder. Buna karşın Arthur Conan Doyle, kahramanıyla sonucu bilinen bir durumun çözümünü araştırır. Ayrıntı her iki yazarda (kahramanda) da önemlidir, ama birinde olayın bilinmezliği de söz konusudur.

“Venedik’te Cinayet”te Poirot, yine insanlarla konuşarak, onların psikolojilerinden yola çıkarak çözer gizemli cinayet(ler)i. Perili şatoda bulunan herkes zanlıdır, ama içlerinden biri asıl suçlu, değerleri yataklıktan (yardımcı) suçlu… Ancak eğer spoiler olmayacaksa, galiba, “ilk taşı suçsuz olan atsın” demek gerekir.

Doğaüstü (paranormal) güçler, filmin gizem ve gerilimini alabildiğine arttırıyor.

15 Eylül’den başlayarak gösterimde…

(14 Eylül 2023)

Korkut Akın

[email protected]

Zorluklardan Kaçmak İçin: Güvenli Bir Yer

Sosyal devlet, gelin biz buna çağdaş devlet diyelim, vatandaşlarının barınma, beslenme, eğitim, sağlık haklarını gözetir ve hizmetlerini karşılıksız verir. Peki, bu her zaman, her ülkede karşımıza çıkıyor mu? Tabii ki hayır. Parası olanın düdüğü çaldığı gibi bu temel hak ve özgürlükleri kullanabiliyor.

Jurac Lerotic, başrolünde de oynadığı, özyaşam öyküsünden önemli kesitler içeren filminde aslında bu temel soruna parmak basıyor. Bruno (Jurac Lerotic), kardeşi Damir’in (Goran Markovic) intihar eğilimli olduğunu bilir, gelen telefonla da girişimini engellemek için kapısını kırarak eve girer. Polis, her yerde olduğu gibi sadece kendi bakışıyla doludur ve suçlu peşindedir, ilk bulduğu(!) kişi doğal olarak da Damir’i kurtaran Bruno’dur.

Burada bir küçük ayrıntıyı atlamak istemem: Ambulansa binmek isteyen kardeşi, görevliler engeller; o da sesini çıkartmadan kabul eder. Bizde, biri ambulansla hastaneye gönderilirken hangi görevli, ‘Binemezsiniz.’ diyebilir? Olay çıkar valla.

Zorlu, karamsar…

İntihar eğilimli birinin öyküsünü anlatmak başlı başına güç; buna seyirciyi katmak için ister istemez dar, sıkıştırılmış etkisi veren bir ölçek tercih edilmeli ve alabildiğine ışığı az kullanmalı. Bu açıdan film başarılı. Gerçekten de film boyunca merakla birlikte, sıkılıyorsunuz. Merakla birlikte, çünkü ne olacağını bilemiyor, her sekansın, her planın arkasından bir ‘sürpriz’ bekliyorsunuz.

Filmde kafa karışıklığı, bilinmeyenin gizemi, korku ve çaresizlikle birlikte sevilen birini (burada kardeş ve oğul, çünkü anne de geliyor) kazanma duygusunu bir arada yaşıyoruz.

İyi niyet yeterli mi?

Bruno’nun kardeşi Damir’i yaşamda tutmaya çabalaması iyi niyetli ve bir o kadar da kıymetli. Yönetmenin bakışı ise sadece Bruno ve Damir’le sınırlı değil… Mekân yok, zaman yok, kişiler pek tanıtılmıyor (Bruno’nun sinema sektöründen olduğunu öğreniyoruz sadece, zaten özyaşam etkisini o sayede öğreniyoruz). Orada anlatılan kişi ve olaylar herkesin başına gelebilir. Bir insanı kurtarma çabasını herkes her zaman verebilir.

Burada bir ara daha vermeli… Sağlık görevlilerinin soğukkanlılıktan öte duyarsızlığı (belki sürekli karşılaştıkları için fazlaca deneyimli oldukları söylenebilirse de) izleyicide kaygıyı alabildiğine arttırıyor.

Psikolojinin karamsarlığını seven izleyicilere…

15 Eylül’den başlayarak gösterimde…

(13 Eylül 2023)

Korkut Akın

[email protected]

Onay Bekleyen Kız Çocuğu

Sis pustan etrafın zor seçildiği orman yolundan ilerleyen beyaz taksi yolcu olarak bir anne-kızı taşımaktadır. Güz sonunun erken kaybolan zayıf ışığının altında yol alırlar bir süre. Ormanlık yolun sık ağaçlarının çıplak dalları onları bir bilinmeze sürükler gibidir. Sürücünün gitmekte oldukları mekân hakkında anlattıkları ürperti katsayımızı yükseltir. İkinci Dünya Savaşı yıllarında annenin teyzesine ait olan ve şimdilerde otel olarak kullanılan 300 yıllık malikaneye vardıklarında akşam olmuştur bile. Anne-kızın dışında başkaca bir konuğun ortada gözükmediği otelin mesafeli resepsiyonisti karşılar onları. Hikâyenin bundan sonrası, kapı gıcırtısının pencere camına değecek izlenimi veren dalların hışırtısına, uzak kuş seslerinin acı çığlıklarına karıştığı sisin gündüz vakti bile kalkmadığı tedirgin bir deneyim sürecidir.

Bu tekinsiz giriş, yönetmen Joanna Hogg’un İngiliz edebiyat ve sinemasının köklü geleneklerinden gotik hayalet öyküsüne meylettiğini düşündürür. Film ilerledikçe asıl niyetine vakıf oluruz. İngiliz sinemacı kendi gençliğinden beslenen yarı-otobiyografik filmi ‘The Souvenir’ ve onun devamı niteliğindeki ‘The Souvenir: Part II’de başından geçmiş toksik bir ilişkiden yola çıkarak kendi üslûbunun izindeki taze bir yönetmenin hem sosyal çevresi hem de annesi ile olan güvensiz ve kırılgan ilişkisine yer verirken, anneye Tilda Swinton, Hogg’un gençliğinden süzülmüş Julie karakterine çağdaş sinemanın büyük oyuncusunun öz kızı Honor Swinton Byrne hayat vermişti. Bu başyapıt düzeyindeki iki güzel film sinemalarımıza uğramadı ne yazık ki. Şükür ki Hogg’un üçlemesinin son parçası ‘Sonsuz Sır / The Eternal Daughter’ ülkemiz sinemalarında gösterim şansı buluyor.

Hogg kişisel anılarına şimdilik son noktayı koyan filminde orta yaşlarını süren Julie ile çok yaşlanmış annesi Rosalind’i makyaj marifetiyle ezeli ebedi dostu Tilda Swinton’a oynatmış. Galler’in kuzeyindeki ürkütücü görünümlü malikanede yaşananlar annenin hatıraları ve kızı üzerindeki yıpratıcı hakimiyeti üzerinden puslar içindeki geçmişle acı tatlı bir hesaplaşmaya dönüşüyor. Konu aslında evrensel: Hogg ebeveyninden ayrılamamış, ayrı bir birey olmakta zorlanan, her daim onay bekleyen kız çocuğunun (ya da oğlan farketmez) büyüyememişlik sorununu irdeliyor, sislerin ardında sisli hatıralar ile cebelleşiyor. Bu sancılı kopma sürecine dair hesaplaşmada, filmin ana karakterlerinden biri haline gelmiş perili izlenimi veren gotik şato aracı rolünü üstleniyor.

Daha önce 2010 yapımı ‘Takımada / Archipelago’da birlikte çalıştığı Ed Rutherford’un puslu manzaraları, ses tasarımcısı Jovan Ajder’in tedirginliği tırmandıran çalışmasının da büyük katkısıyla sonuç gayet başarılı. Hogg’un onlu yaşlarından itibaren birlikte olduğu can dostu Swinton ile okul bitirme ödevi kısa filmi ‘Caprice’den yıllar sonra buluştuğu ‘Souvenir’ üçlemesini tamamlayan bu küçük mücevher, pandemi döneminde tek mekânda yalnızca 3 oyuncu ve Swinton’un gerçek hayattaki pek kabiliyetli köpeği Louis ile çekilmiş etkileyici bir oda filmi, izleyiciyi annelik, evlatlık ve ayrılma zamanı üzerine yaman bir meditasyona hazırlayan son dönemin en iyi çalışmalarından biri. Filmin sürprizli finalini izleyecek olanlara bırakalım. Korku/gizem başyapıtlarından ‘The Shining’de Béla Bartók’un ‘yaylılar, vurmalılar ve çelesta’ için yazmış olduğu tanınmış eserinin (Sz. 106, BB 114) ‘adagio’ bölümünü kullanmış olan Kubrick’e nazire olarak, filminin tekinsiz atmosferini oluştururken Hogg’un aynı eserin hipnotik ‘andante tranquillo’ bölümüne yer vermiş olduğunu meraklısı için notlarımız arasına alalım.

(06 Eylül 2023)

Ferhan Baran

[email protected]

Yüzleşme… Sonsuz Sır

İnsan düş(ünce)leriyle yaşar. Dereden tepeden, oradan buradan, geçmişten gelecekten biriktirdiklerini buluşturup en iyisini, en doğrusunu, en güzelini bulmaya çalışır. Ancak yine de anıları bırakmaz peşini. Her ne kadar geçmişi değiştiremezseniz de anılarınızı, en azından düş(ünce)lerinizde değiştirebilirsiniz. Yönetmen Joanna Hogg, kendi yazdığı (daha önceki iki filminin belki devamı sayılabilecek) “Sonsuz Sır”da (The Eternal Daughter) anne ve kızın anılarını -alabildiğine ilginç, alabildiğine merak dolu ve alabildiğine heyecanlı bir akışla- ele alıyor.

Orta çağdan kalma bir köşk, artık otele çevrilmiştir, anne ve kız rezervasyon yaptırarak gelir yerleşirler. İzleyicide bir merak, bir korku, bir beklenti doğar yavaştan… Bir müddet sonra anne – kızın eskiden bu köşkte yaşadıkları anlaşılır. Bir şey olacaktır, ama ne! Evet, bir şeyler olur, ama hiç beklenmeyen, hiç umulmayan… ters köşeye yatar herkes (kimseye söyleyemese de kendileri bilir, yanıldığını).

Tilda Swinton hem anneyi hem kızını canlandırıyor; öyle ki aynı karede bile görseniz, asla hissetmiyorsunuz aynı kişinin iki rolü de oynadığını. Swinton’u, oyunculuğunun gücünü takdir etmek için illa ödül kazanmasını beklemek gerekmiyor.

İki ayrı karakter, iki ayrı rol

Sinemacı olan kız, annesini konuşturmaya gayret eder, çünkü onun anılarıyla dolu bir film çekme niyetindedir. Anne belki farkına varmamıştır, ama üzerinde de durmaz. Filmde fazla kişi yoktur, bomboş (oysa resepsiyonist dolu olduğunu söylemiştir) otelde, çeşitli sesler duyarlar, rüzgârın da eşliğinde. Bir köpekleri vardır, o anne kızın arasındaki en büyük bağdır bir bakıma. Bahçıvanla karşılaşır kız, konuşurlar bir gece sabaha kadar. Burada da bir şey olmamışsa bir daha olmaz diye düşünmeyin, çünkü o bir dönüm noktası filmin.

Anne kendi içine kapanık, pek öne çıkmıyor; kızı ise onu konuşturmak için çırpınıyor sürekli. Aradan yüzleşme doğuyor. İşte filmin temel mesajı… Çok yavaş akan, buna da bağlı olarak izleyicinin sıkılacağı, ama sonradan ‘neydi, ne oldu’ deyip geriye dönmek isteyeceği (ama dizi değil ki bu, özet adı altında tekrarı olsun), kafasında tartışacağı ve kendince bir sonuca ulaşacağı bir film. Filmin yavaşlığına aldanmamak gerekir, önemli olan hızı değil, içeriği.

08 Eylül’den başlayarak gösterimde…

(06 Eylül 2023)

Korkut Akın

[email protected]

Eğitim mi, Toplum mu?: Tavuri

Yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan çıkar diye sürekli sorulan, yanıtı kolay verilemeyen soruyu, gelin insanın iyiliği için soralım. İnsan iyi midir ya da insanın yaşamını belirleyen nelerdir? İnsanın karakterinin genlerle oluştuğunu biliyoruz. Yani, aile geçmişi insanın yaşamını belirleyen en önemli etkenlerden biri…

Sosyoekonomik, sosyopolitik, sosyopsikolojik ve tabii sosyoekolojik ilişkiler yaşamın belirleyicileri. Siz çok sessiz sakin biri olabilirsiniz, ama çevreniz (mahalle baskısı) sesini yükseltiyorsa, artık sessiz değilsinizdir. “Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim.” sözü tam da bu nedenle kişileri tanımakta önemli bir nirengi sayılır.

Aynı mahallede, top peşinde koşturduğu, Kıbrıs’ın namlı dolandırıcısı Çetin Serttaş’a (Tavuri) kamerasını çeviren Derviş Zaim, bir toplumsal sorunu vurguluyor. Çocukluğundan beri (anne baba ayrılığının temel neden olduğunu göz ardı etmemek gerekir) hırsızlık yapan, yaşamının yüzde 70’ini hapishanede geçiren Tavuri, anlayışlı olarak tanımlayabileceğimiz bir şeffaflıkla anlatıyor yaşamını.

Sülün Osman ya da Selçuk Parsadan gibi, sizin de muhakkak bir tanıdığınız “tavuri” vardır. Aslına bakarsanız, kendilerince dürüst insanlardır; haksız da sayılmazlar. Kendilerini kandırmaya çalışanları dolandırırlar onlar. Gönülleri kadar elleri de açıktır.

Kıbrıs’ın namlı dolandırıcısı Tavuri’yi belgeselini yapmaya ikna etmesi bile başlı başına önemli bir başarı Zaim’in hanesine yazılacak. Hapishanede çekim izni alması, oradaki hükümlülerin hayata bakışını da filme yansıtabilmesi bir diğer başarısı yönetmenin. Belki biraz gözlemci, belki biraz duygusal, belki de biraz insanca bir dili var filmin; arada kamera ile kendisini de gördüğümüz için birazdan biraz az interaktif. Kendisinin dile getirdiği gibi pek bir merhamet görülmese de, yardımseverliğin insan duyarlılığını yansıttığını söyleyebiliriz.

Yaşamın her alanında…

Elimin altında tuttuğum ve herkesin mutlaka okumasını önerdiğim “Çoğu İnsan İyidir” (Mundi Yayınları), insanların yaşamının koşullara bağlı olarak dönüşebildiğini anlatıyor. Bilmem Derviş Zaim “Çoğu İnsan İyidir”i okudu mu, ama Tavuri’nin yaşamının aynı çerçevede belirlendiğini izliyoruz.

Beş yıllık bir süreci, aynı ekiple tamamlayabilmek de önemli… Bunu başardığı için de kutluyoruz Derviş Zaim’i.

(04 Eylül 2023)

Korkut Akın

[email protected]

15 Eylül’den başlayarak gösterimde…

Yaşam Savaşında İki Zıt Güç: Kar ve Ayı

Küresel ısıtma nedeniyle ne kışlar kış gibi ne yazlar… İnanılmaz sıcaklar yaşıyoruz, seller ve kuraklıklarla birlikte. Bir çelişki gibi gözükse de gerçek bu. Kendi çıkarlarımız doğrultusunda, başka hiçbir canlıya yaşam izni vermezsek doğayı ve doğanın o güzelliğini (yaşama katkısını da) yok ederiz.

Selcen Ergun’un, birçok festivalden ödülle dönen ilk filmi Kar ve Ayı, en sonunda izleyicinin karşısına çıkıyor. Hemen baştan belirtmemiz gerekir ki, gerek yönetmen Ergun’u gerekse filme emeği geçen herkesi kutlamak, alkışlamak gerekir. Selcen Ergun, gerçekten bir sinema dili tutturmuş filminde; senaryo hatalarına rağmen merak ve heyecanla izleniyor.

Karlarla kaplı bir kasabaya hemşire olarak tayin edilen Aslı (Merve Dizdar) kapalı bir toplumda dışarıdan gelen birinin yalnızlığını hisseder. Sağlıkçıdır, ama geleneksel köylü bakışı içerisinde benimsenmesi pek mümkün değildir.

Hasan (Erkan Bektaş) hamile olmasına karşın eşini çalıştıran, doktora götürmeyen, her zaman sarhoş ve -kasabalının bildiği gibi- sevgilisi olan biridir. Eh, kasabaya genç bir hemşire gelmişse, onu taciz etme hakkını kendinde bulacak denli de hadsizdir.

Samet (Saygın Soysal) ise Hasan’la düşman, aslına bakarsanız yalnız, dağdaki vahşi hayvanları düşündüğünü iddia eden ama onları suçlayabilecek denli de tutarsız biridir. Tabii, genç hemşireye de gönlü düşer hemen.

Görüntünün gücü…

Müthiş bir atmosfer ve olağanüstü oyunculuklarla dolu film, bir gizemi de birlikte taşıyor: Ayı. Kasabalının en korktuğu hayvandır ve hemen her gece kasabadan uzak tutmak için ateş yakıp ses çıkararak ayıları kaçırmaya çalışırlar.

Doğa karla bir şeyleri gizliyorsa da bir şeyler uç veriyor yine de. Samet ile Hasan’ı barıştırmak isteyen muhtar, o gece Hasan’ın kaybolmasına da -bir anlamda- sebep olur. Genç hemşire, kendisine sarkıntılık eden Hasan’ı iter. Burada bir pozitif ayrımcılıktan söz edebiliriz. Samet, tabii ki, Aslı’yı ikna etmek için ve daha yakın olabilmek için Hasan’ın cesedini taşımıştır. Ayı tam da burada devreye giriyor.

Aslı ile Samet, yürürlerken bir ayı ile karşılaşırlar. Acaba o ayı Aslı’nın hayalinde mi karşılarına çıkmıştır yoksa gerçek midir? Yaban hayatını savunduğunu, hayvanları koruduğunu söyleyen Samet, kasabalının ayıyı vurması karşısında ne tepki verecektir? Kasabalıyı tanımadığımız gibi erkek egemen bakışın neresindeler bilmiyoruz. Kahve falı geleceği görmek için yeterli midir acaba?

Senaryosundaki eksiklikler olmasa film çok daha güçlü olabilirdi; buna da bağlı olarak oyuncuların muhteşem performansı ile taçlanabilirdi. Yönetmen Selcen Ergun, yeni çalışmalarında bu eksikliklerini giderecektir. Yönetmeni daha başarılı filmlerde selamlamak için hazırız.

08 Eylül’den başlayarak gösterimde…

(03 Eylül 2023)

Korkut Akın

[email protected]

İçeri Girmesine İzin Verdiğinde

Dünya prömiyerini yaptığı Sundance Bağımsız Filmler Festivali gösterimi ertesinde sinema aleminde bir fenomen haline gelen ‘Konuş Benimle / Talk To Me’ tek plan süsü verilmiş uzun açılış sekansından başlayarak has bir korku/gerilim vadediyor. Karanlık sokaklardan ışıltı eğlence mekânına dalan Cole telâşla kardeşini aramaktadır. Kendisini kapattığı odanın kapısını kırdığında Duckett’ı sayıklarken bulur. Genç çocuk sadece kendisine görünen ölmüş babasının suçlaması üzerine herkesin gözleri önünde önce ağabeyini sonra kendisini ölümcül bir biçimde bıçaklar. Bu dehşet yüklü girişin ardından bir avuç yeni yetmenin kaygısız dünyasına daldığımızda biraz olsun soluklandığımızı düşünürüz, ancak korkulu dakikalar hiç de uzakta değildir. Annesini birkaç yıl önce trajik bir biçimde yitirmiş ve iletişim kuramadığı babası ile yaşadığı evden ziyade yakın arkadaşının babasız yuvasına sığınmış olan Mia’nın gece vakti otoyolda önüne çıkan ağır yaralı kangurunun can çekiştiği anlar yaklaşan dehşet anlarının habercisidir sanki. Her şey, heyecan yaşamak bir araya toplanmış gençlerin mumyalanmış seramik kaplı bir kesik el aracılığı ile ruh çağırma oyunu ile başlar. ‘Konuş Benimle’ ve ardından ‘Beni İçine Al’ komutları ile tekinsiz deneyimin eğlenceli ve dramatik bağımlılığına kapılan kafadarlardan bazıları çizgiyi aştıklarında talepkâr ruhların istilâsı altında geri dönülmez bir yola girecek, ortalık karışacaktır.

Güney Avustralyalı ikiz yönetmenler Danny ve Michael Philippou’nun özgün bir fikrinden yola çıkan film, son dönemde hayli tıkanmış korku/gerilim sinemasına taze bir soluk getirmiş, türün tanınmış örneklerinden aldığı ilhamı gizlemeden meraklısını fazlasıyla tatmin edecek bir yapım ortaya çıkmış. İlk sahnede ‘Jaws’un ünlü temasını andıran girişin ardından Cornel Wilczek’in hipnotik müzik çalışması filmi sarıp sarmalıyor. Gençlerin tekinsiz deneyimlerinin kollektif bir kendinden geçişe dönüştüğü sekansta Edith Piaf’ın klasik şansonu ‘La Foule’ ezgilerinin kullanılışı gerçekten hoş. ‘Sapık / Psycho’nun duş sahnesinin finaline, ‘Şeytan / Exorcist’in bedenin ele geçirilme temasına göndermeler de öyle. Joel Schumacher imzalı 1990 yapımı ürkütücü ‘Çizgi Ötesi / Flatliners’ı günümüz Z kuşağının beğeni ve davranıp kalıplarına uyarlama çabası da hissediliyor. Danny Philippou’nun ortağı olduğu senaryo, Aaron Mclisky’nin görüntü çalışması titiz ve incelikli. Mia rolünde ilk kez izlediğimiz Sophie Wilde umut vadediyor. Dehşet görüntülerinden ya da bol kanlı sahnelerden sakınılmamış ancak yalnızca şok yaratmak amaçlı yerinden hoplatıcı korku efektlerine yüz vermeden öykünün merakla takip edilen gidişatına hizmet edilmiş. Filmin dünya çapında gördüğü ilginin sonucu olarak, belki de açığa çıkmamış sırların yanıtının da verileceği bir devam filmini şimdiden öngörüyoruz. Özellikle türün meraklıları kaçırmasın.

(02 Eylül 2023)

Ferhan Baran

[email protected]

Yıldızlı Göğün Sessizliği ve Havai Fişekler

Damián Szifron’u dilimize ‘Vahşi Hikâyeler’ adıyla çevirebileceğimiz, bizde ‘Asabiyim Ben’ adıyla gösterilmiş üçüncü uzun metrajı ‘Relatos Salvajes’ ile tanımıştık. Medeniyet ile barbarlığı ayıran ince çizginin aşılması durumunda neler olacağı, gündelik hayatlarımızda biriken öfke kontrolden çıktığında neler yaşanacağı üzerine fantastik tadlar içeren, yakıştırılmış adındaki asabiyetin çok ötesinde beklenmedik gelişmelerle kesif bir şiddete taşınan birbirinden bağımsız altı öyküden oluşan yapım Cannes Film Festivali ana seçkisinde görücüye çıkışının ardından tüm dünyada büyük bir ilgi görmüş, hemen ardından en iyi yabancı film kategorisinde Oscar adayları arasına girmişti.

Nerdeyse 10 yıllık bir bekleyişin ardından gelen ‘Katili Yakalamak / To Catch A Killer’ Arjantinli sinemacının geniş hayran kitlesi edindiği Hollywood aleminde İngilizce çektiği ilk uzun metrajı. Televizyonda büyük ilgi gören gözde polis dizileri havasında beklenmedik (ya da çok beklendik) bir toplu katliam sekansı ile açılıyor film. Batimore’daki görkemli gökdelenin çatı katındaki çılgın yılbaşı partisi keskin bir nişancının mermileri ile sarsılıyor. Karanlık gökyüzünü delen havai fişeklerin silah seslerini örttüğü bu dehşet anlarında çevredekiler ve cam dış asansörü kullananlar dahil 29 kişi isabetli tek atışla hayatını kaybederken, konuşlandığı mekânı havaya uçuran tetikçi yanıtlanmayı bekleyen sorularla izini kaybettirmiştir. Bu durumda vakayı ele alan FBI baş müfettişi Lammark (Ben Mendelsohn) ile irtibat elemanı olarak yanına aldığı kadın polis Eleanor Falco’nun (Shailene Woodley) karmaşık cinayetler serisini çözmek için hem zamana hem de statülerine ve çıkarlarına halel gelmesini istemeyen bürokratlara, politikacılara, iş adamlarına karşı savaş vermeleri gerekecektir.

Szifron’un polisiye öykülerin aşina olduğumuz kurgusu ile yola çıkan filmi, Lammark’ın açık eşcinselliği kadar yanına seçtiği, anti sosyallik, saldırganlık ve ilaç bağımlılığı gibi nedenlerle FBI tarafından reddedilmiş Falco gibi ayrıksı ana karakterleri ile benzerlerinden ayrılıyor. ‘Kuzulanın Sessizliği / The Silence of the Lambs’in Clarice Starling’ini anımsatan içe dönük Eleanor’un geçmişi hakkında detaylı bilgi alamasak da onun 12 yaşından başlayarak eziyetli bir süreçten bugünlere gelebildiğini, mali sorumluluğunu üstlenecek kimsesi olmadığı için öğrenimini sürdürememiş oluşunu, hem insanlardan hem de intihar eğilimi nedeniyle kendinden korunmak için polislik mesleğine yöneldiğini öğreniyoruz. Üstleri ile mücadelesini her daim sürdürmüş 30 yıllık hizmeti bulunan kıdemli baş müfettişin onu yardımcısı olarak yanına almak istemesi de kadın polisin bastırılmış öfkesinden hareketle, yaş, ırk, cinsiyet gözetmeksizin gözünü kırpmadan masum insanları katleden soğukkanlı katilin hissiyatına ulaşmak içindir aslında. 72 saat sonra gelen ve çoğunluğu polis 24 kişinin ölümüyle sonuçlanan ikinci katliamın ardından eski suçlular ve Arap azınlık üzerine yoğunlaşan polis teşkilatının beceriksiz başarısızlıklarına isyan eden Lammark’ın olaydan alınması Eleanor’un infazcının kimliği ve psikolojisi üzerine gizli araştırmasını sürdürmesine engel olmayacaktır. Soğukkanlı katil ile karşı karşıya gelmesi ve onun gerekçeleri ile yüzleşmesi kaçınılmazdır artık.

‘Katili Yakalamak’ gerilimini başarıyla kurmuş ve çok iyi kotarılmış bir polisiye serüvenin ötesinde, ABD’ye dışardan bakan bir gözün sıkı bir sistem eleştirisi ile öne çıkıyor. Szifron daha en başından alter egosu konumundaki Lammark’ın partnerinin sözleriyle niyetini ortaya koyuyor. Tetikçinin yetiştiği toprakların, dünyanın birçok yerinde olduğu gibi yaşanmaz bir yer haline gelmesinde bu devletin büyük payı yokmudur. Dünyayı kuşatan markaları, plastiği ve tüm aşırılıklarıyla yalnızca kârı hedefleyen kapitalist düzenin eseri değil midir bu hızlı kirleniş. 300 milyon Amerikan vatandaşına karşılık 400 milyon silahın serbetçe dolaştığı ve yarıdan fazla cinayetin failinin bulunamadığı bir ülkede bireysel katliamların önünü almak mümkün müdür. Yalnızca insanca yaşayabilecek bir yer ve zaman özlemi içinde olanlar, gecenin sessizliğini delen havai fişeklerin altında her an gözetim altında açık cezaevine dönüşmüş bu düzende huzur bulamayacak ve intikam zırhını kuşanacaktır belki de.

Bu ve benzeri soruları soran ve çağımıza kuşkuyla bakan karamsar bir film bu. Senaryoyu Jonatham Wakeham ile birlikte kaleme alan sinemacı filmin kurgusunu da üstlenmiş. Çok değerli besteci Carter Burwell’in Coen kardeşlerin ünlü başyapıtı ‘Fargo’daki dünya ahvali üzerine kara bakışlarına eşlik eden içli kemanı bu defa Szifron için dile gelmiş ve olanca hüznü ile filmi sarıp sarmalamış.

(26 Ağustos 2023)

Ferhan Baran

[email protected]

Savaşta Önce Kendini Öldürürsün: Kelebek Görüşü

Hastalık insanın fiziki, ruhsal hasar görmesidir; buna ek olarak artık sosyal ilişkileri de eklemek gerekir. Bizim “mahalle baskısı” dediğimiz çevre ilişkileri de insanın sağlığını belirler. Dışarıdan görünen fiziki hasarlar için herkes hemfikirdir de içte olan, kimselere anlatılamayan -hatta kimselerin anlayamayacağı- sorunlar insanı yer bitirir. Doluya koyarsınız almaz, boşa koyarsınız dolmaz. Ne yaparsanız yapın, kendinizi ikna etseniz bile yanınızdakini ikna edemediğiniz sürece hastalığınızı yenemezsiniz.

Ukrayna – Rusya Savaşından bir kesit izletiyor bize yönetmen Maksym Nakonechnyi, senaryosuna da katkıda bulunduğu Kelebek Görüşü’nde (Butterfly Vision). Ukraynalı hava keşif uzmanı Lilya (Rita Burkovska), esir düşmüş, takasla kurtulmuştur. Ancak tutsakken yaşadıklarını unutamadığı gibi kimseye anlatamaz da. Eşi, ayrılıkçı milis gücüne katılmış Tokha (Lybomyr Valivots), kabullenemez bu durumu; odayı birbirine katar duyduğunda. Oysa beklediği bir haberdir bu, çünkü onların da yaptığı bundan çok farklı değildir; yani kendileri birini esir alsalar onların da yapacağı şey tecavüz etmektir.

Bosna çocukları…

Savaşların artık uzaktan yapıldığı, insanların televizyon ekranlarından canlı olarak da takip ettiği günümüzde bu tür tutsaklıklar pek bulunmaz diye düşünse de insan. 20. yüzyılın sonlarında Sırplarla Hırvatlar arasında yaşanan Bosna Hersek Savaşında, kadın tutsaklar doğurdular, yaşama tutunabilmişlerse. Bosna Çocukları adı verilen o çocukların hepsi tecavüz çocuğuydu ve büyük bir travmaydı herkes için. (Bugün bizde, tecavüzcüsüyle evlendirilen kızların durumu da pak farklı değil, savaş olmamasına rağmen.)

Benim bedenim, benim kararım…

Muhakkak ki kadınlar çok daha iyi bilir ve hisseder o kürtaj koltuğuna oturmanın zorluğunu… Her ne kadar istenmeyen bir hamilelik de olsa içinde yaşayan bir canlıdır ve karar kendisinin olmalıdır, her şeyden ve herkesten önce. Ancak öyle olmuyor yaşamın içinde… Her kafadan bir ses çıkıyor. Kimi kültürel, kimi dinsel, kimi geleneksel, kimi gelecekle bağlantılı, kimi ahlâk adı verdikleri tutuculukları, kimi de “ya benimsin ya kara toprağın” mantığıyla alabildiğine tepki gösteriyor, hatta öldürüyor bile…

Lilya, o ikilemin içerisinde, ne yapacağını bilemez haldeyken (evdekiler, asker arkadaşları, sokaktakiler, hatta otobüsten indirenler) herkes tepki gösterir. Tutsaklıktan kurtuluşunda “kahraman” ilan edilmiştir, ama artık bir “kirli”dir o herkesin gözünde. Asıl kahramanlık o çocuğu doğurmaktır. Asıl cesaret o kadarı alabilmektir. Asıl mücadele o doğum sonrasında başlayacaktır.

Savaşlar olmasın…

Her ne kadar Ukrayna – Rusya Savaşından önce çekilmiş olduğu için artık bir belgesel gibi izlense de, Kelebek Görüşü’nü savaş karşıtı bir film olarak herkes muhakkak izlemeli… Savaş sonrası yaşanan sendrom (girişte değinmeye çalıştım) yıllar süren ve asla çözüme kavuşamayan bir travma olacaktır. (Bizdeki “düşük yoğunluklu çatışma” denilen adı konulmamış savaştan gelenlerin yaşadıklarını da belgelemek, filme çekmek, öyküsünü yazmak, resmini çizmek, hey19kelini yontmak, müziğini bestelemek gerekir.)

25 Ağustos’ta gösterimde…

Korkut Akın

[email protected]

Geçmişin Hayaletlerini Çağırma Vaktidir

Cannes’da dünya prömiyerini yapan Olivier Peyon imzalı ‘Bırak Artık Şu Yalanlarını / Arrête Avec Tes Mensonges’, adını küçük yaşlarından hikâyeler kurgulayan yazar Stéphane Belcourt için annesinin sıkça kullandığı cümleden alıyor. Oysa ‘öykü yazmak yalan söylemek değildir ki’. Tanınmış romancı yoğun üretimiyle kendi gerçeğini, yıllar boyu kalın gözlüklerinin ardında gizlediği tutkularını, sırlarını yazıya dökmektedir. Liseyi bitirdikten hemen sonra büyük kente kapağı atmış, doğup büyüdüğü küçük kasabanın boğucu ve tutucu ikliminden uzaklaşmak suretiyle özgürlüğüne ve yaşamın engin zenginliklerine yelken açmıştır. 200. kuruluş yıldönümünü kutlayan Güneybatı Fransa’nın dünyaca ünlü konyaklarıyla bilinen kasabasına şeref misafiri olarak davet edildiğinde, 35 yılın ardından amber kokulu anılarının, 1984 yazının deli tutkulu günlerinden beridir yüreğinde derin bir sızı olarak taşıdığı ilk aşkının izini sürmek içindir kısa ziyareti.

Phippe Besson’un çok satmış otobiyografik romanından uyarlanan yapım, ilk aşkın yakıcılığı üzerinden evrensel bir büyüme hikâyesi anlatıyor. Öznelerinin eşcinsel olması ve bu sevdanın 40 yıl öncesinin kapalı dünyasında kaçak göçek yaşanması (ya da yaşanamaması) öykünün kırılganlık boyutunu, hüzün katsayısını yükseltiyor. Yönetmen Peyron hikâyenin günümüzde ve 1984 yazında geçen ikili anlatımının kurgusunu gayet başarılı bir şekilde dengelemiş. Seçmelerde keşfedilmiş Jérémy Gillet (Stéphane) ile Julien de Saint-Jean (Thomas) kırık aşk hikâyesinin ana karakterlerinde kimyaları tutmuş iki genç yetenek olarak göz dolduruyor.

Filmin günümüzde geçen bölümlerinde Stéphane’ın 50’li yaşlarına Guillaume de Tonquédec, Cognac kasabasında karşılaştığı (yasak aşkı Thomas’ın oğlu) genç rehber Lucas Andrieu’ye (Fransız sinemasının efsanevi aktörü Jean – Paul Belmondo’nun hık demiş dedesinin burnundan düşmüş torunu) Victor Belmondo parlak yorumları ile hayat vermiş. Görmüş geçirmiş yazar o muhteşem yaz sonrasında kendisinden bir daha haber alamadığı Thomas’ın izini kovalarken, genç Lucas hayatta olduğu süre zarfında yakınlık kuramadığı, hep durgun, hep düşünceli babasının büyük sırrının peşine düşer. Geçmişin hayaletlerini çağırma vakti geldiğinde bu ikili karşılıklı yaralarını sarmak için çaba sarf edecektir. ‘Bırak Artık Şu Yalanlarını’ belki çok yeni şeyler söylemeyen ancak aşk, özgürlük ve insan ilişkileri üzerine evrensel dokunuşları olan zarif filmlerden.

(17 Ağustos 2023)

Ferhan Baran

[email protected]

Geçmişiniz Sizinle… Blue Beetle

Sinemanın 37 harfi var, a-be-ce gibi düşünürsek. O harfleri birleştirerek yeni sözcükler oluşturup cümleler kuruyoruz. Müzikteki nota sayısı da az ama sonsuz tını oluşturulabiliyor. …ama yine de birçok benzerlik söz konusu olabiliyor. Buna ek olarak bazı beğenilmişliklerle bağlantılı olarak birbirinin benzeri cümleler ardı arkasına kuruluyor. Yani, benzer öykülerle benzer filmler çekiliyor. Buna rağmen, Blue Beetle, bu tekdüze gidişi kırmaya kararlı.

Yine bir olağanüstü güç

Jaime Reyes (Xolo Maridueña) mezun olmanın mutluluğuyla ailesinin yanına döndüğünde, hayatın gerçek yüzüyle karşılaşır. Bir büyük firma (tröst demek daha doğru aslında) evlerine el koymuş ve çıkartmaya zorluyor; gelirleri kısıtlı olan aile bir çözümsüzlüğün içindedir. Tıpkı Türkiye’de olduğu gibi çalışanlara az para verilmekte, insanlar işsizlikten yakınmakta ve bu zor durumu aşmak için çabalamaktadır.

Jenny Kord (Bruna Marquezine), babasının haklarını da vermeyip dünyayı ele geçirmeye çalışan halasından (Susan Sarandon) çaldığı olağanüstü güç kaynağını Genç Jaime’ye verir. O olağanüstü güç, kendisini sevince, bünyesine girer ve genç Jaime yeni bir Süperman, Batman, Kaptan Amerika vb. olur, istemese de…

Buraya kadarı hemen her bilimkurgu filminden bildiğimiz bir giriş. Ancak bundan sonrası farklı; çünkü Reyes ailesi birbirine bağlı, birbirini seven ve savunan bir ailedir. Ailenin geçmişinde (büyükanne ve amca) antiemperyalist düşünceleri nedeniyle militandırlar gençliklerinde (Filmin girişinde, amcanın güvenlik kameralarından sakınmasının gerekçesi çıkıyor ortaya).

İyilerle kötüler…

Bir aksiyon filmi olmasına rağmen komediyi, gerilimi ve (ağlatan değilse de gözü yaşartan) dramayı içeren Blue Beetle’da bir anti kahramandan söz etmek de mümkün. Şiddetten alabildiğine kaçınan Jaime, hiçbir zaman kahraman olmak istemiyor. Jaime’nin olağanüstü güç sahibi olmasıyla birlikte denge değişince film, bir iyilerle kötüler arasındaki savaşa dönüşüyor. Aile sevgisi belirgin bir biçimde sergileniyor.

Benim kurtarıcım…

Okurlar farkındadır, birkaç gündür Koreli Yousu Kim, değerlendirmeleriyle katkı sunuyor yazılarıma… Bu kez, gerçekten de daha iyi yazdığı için benim Blue Beetle’ım oldu.

“Blue Beetle, birçok diğer film gibi, hem keyif hem de duygu içeren ve değerli dersler sunan bir filmdi. Bu film, ne kadar zengin olunursa olunsun, aile sıcaklığı ve sağlıklı insan ilişkileri olmadan yaşamın çok yalnız hissedilebileceğini gösterdi. Aynı zamanda bu sevginin birçok hayat zorluğunu aşmada yardımcı olabileceğini de gösterdi. Başkalarıyla bağlantı kurma hissi ve ailenin değerliliği birbirine ifade edilmeli, çünkü bu anlar sonsuz değil; böylece pişmanlık yaşanmaz.

Şaşırtıcı bir şekilde, ailenin en büyüğü ve sözü dinlenen tek kişisi büyükanne bende kalıcı bir hatıra bıraktı. O, herkesten daha güçlü bir karaktere sahipti. Diğer aile üyeleri sevdiklerinin ölümlerine yas tutarken bile sakin ve güçlü kalmıştı; bu düşünce bile yüreğimi acıttı. Böylesine dayanıklı bir birey olmak için kaç deneyimden geçtiğini hayal etmek bile içimde bir yerde bir duygu hissettiriyor.

İnsanın büyümesi nereye kadar devam eder?

Blue Beetle’ı izlerken aynı zamanda yanılgılı inançların insanın düşüşüne nasıl yol açabileceğini fark ettim. Acı yaşayan insanlar genellikle öfke ifade etmek ve ona dayanmak için bir şey veya birine karşı derin bir kin geliştirirler. Bu süreçte acı tekrar tekrar yüzeye çıkabilir ve böyle düşünceler ortaya çıkar: Eğer o kişinin hayatında sıcak bir varlık olsaydı.

Düşünülemez suçların yaşandığı Güney Kore’deki mevcut duruma bakarken, suçluların gençliklerinde en azından bir olumlu etkiye sahip olsalardı bazı şeyler farklı olabilirdi diye düşünmemek elde değil. Aşk ve ilginin gücüne inanan biri olarak, içten içe derin bir üzüntü hissetmemek mümkün değildi.”

18 Ağustos tarihinden başlayarak gösterimde…

(16 Temmuz 2023)

Korkut Akın

[email protected]

Bana Bir Yalan Söyle Kendi Gerçeğin Olsun

“Halk Sağlığında Koruyucu Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon” adlı kitap ve DVD çalışması bulunan, klinik psikonöroloji eğitimini tamamlamış, homeopati hizmeti veren Fzt. Osteopat İbrahim Mayda’dan, bir bilimsel gerçekliği paylaşarak başlamak en doğrusu… Herkesin bilmesi ve kabul etmesi gerekirken bizim ülkemizde kulaktan dolma söylentilerle mahalle baskısı yaratılıyor ve yaşamlar söndürülüyor.

“Inferior Nucleus Anterior Hypothalamus (INAH): Cinsiyet, hamileliğin 9. haftasında testesteron düzeyine göre belirleniyor. INAH, erkekte testesterondan dolayı biraz büyük, kadında da östrojenin fazlalığına bağlı olarak biraz küçüktür. Erkekte testesteron yüksek östrojen düşük, kadında ise östrojen yüksek testesteron düşüktür. INAH normalin biraz altında ise fibromyalji sendromu, ondan biraz daha düşükse biseksüel eğilimler, daha da düşükse ilişkide pasiflikler yaşanır. INAH her iki cinste normalden yüksekse gerek erkekte gerekse kadında aktiflik önde olur.

INAH’ın normalin dışında olmasına ek olarak epigenetik yaşamdaki olumsuzluklar beslenme alışkanlıkları çocuk yaşta cinsel travmalar psikolojik travmalar vs. INAH’ın normalin dışında olmasındaki tabloyu destekler. Erkek erkeğe ya da kadın kadına olan cinsellik bir hastalık değil, kendi doğalarının gereği yaptıkları birlikteliklerdir. Herkesin saygı duymak gibi bir zorunluluğu vardır ve ötekileştirilmemelidirler.”

Otobiyografik öykü…

Bir kitaptan uyarlanan “Bırak Artık Şu Yalanlarını”, dedikodularla yaratılan korku dolu tedirginliği giderecek bir film. İlk aşkın ve yaşattığı heyecanın bir ömür boyu sürecek hatıraların özel önemini aktarıyor biz izleyiciye… “Seni seviyorum, ama bundan sana ne” yaklaşımı, aslında aşkın tek taraflı olduğunun da göstergesidir; eğer arada büyüyen duygu karşılıklı iki kişiyi de yüceltiyorsa, zaten sürüyor. Siz, birini seversiniz, o bir başkasını seviyordur ve bir araya gelmeniz mümkün değildir… İşte o zaman aranızdaki duygular bıraktığınız yerde durmaz. Ya büyür gelişir, bir daha tutamazsınız ucundan bile ya da o denli genişler yayılır ki asla toparlanamaz. Peki, ne olur o zaman?

Herkes kendi yoluna…

İçinizde yaşatırsınız duygularınızı, görmeseniz de, işitmeseniz de… İki yüzüncü yılını kutlayan ünlü bir konyak markasının etkinliğinde yer alan romancı Stéphane Belcourt (Guillaume de Tonquedec), uzun yıllar sonra dönmüştür kentine. Her şey değişmiştir, insanlar da, ortam da, ilişkiler de… Geçmişini anımsar her adımda. Unuttuğu, unutturulması istenen geçmişini, aradan geçen yıllar sonrasında yeniden hatırlar. İlk gençlik yıllarında aşk yaşadığı Thomas yoktur, ama oğlu Lucas Andrieu (Victor Belmondo) ile tanışır. Doğal olarak da anılar birbirini kovalar.

Sıradan bir öykü gibi gelse de tutucu düşüncenizin zincirlediği duygularınızı sarıp sarmalayacak bir anlatım “Bırak Artık Şu Yalanlarını”. Gerçek duyguların alabildiğine yalın ve sapmadan anlatıldığı film, yönetmen Olivier Peyon’un başarısını da kanıtlıyor. Film, duygunuzu sınırlamadan ve sizi zorlamadan konuyu gerçekten çok iyi anlatıyor. Oyuncular da (özellikle Tonquedec ve oğul Belmando müthiş, Guilaine Londez’in canlandırdığı organizasyon sorumlusu Gaëlle Flamand) yönetmene katılınca filmin gücü de yükseliyor, heyecanı da, etkisi de… Müziğini de unutmamak gerekir muhakkak.

Otobiyografik kitabın filmi de aynı çizgiyi sürdürüyor. Geri dönüşlerle hatırlananlar arasında güçlü bir bağ kuruluyor ve olayları şu anda veya geri dönüşlerde ortaya çıkarken izliyormuşsunuz gibi hissettiriyor. Şimdiki zaman ile geçmiş arasında gidip gelen bir film yeni bir şey değil aslında, ilk aşkını anan birinin anlatılması da yeni değil, ama “Bırak Artık Şu Yalanlarını”, hepsini bir potada birleştirerek sağlam bir yapı oluşturuyor.

Sadece görüntüye bakarak…

Sinemayı çok seven, dilini bilmese de filmi (Fransızcaydı, altyazı da Türkçe olunca) sıkılmadan, büyük bir özenle -ve tabii, keyifle- izleyen Koreli misafirimiz Yousu Kim, şöyle yazdı duygularını:

Film “Lie With Me”, benim için renkli bir aşk büyüsü gibiydi. Anladığım bir dil olmadığı için, sadece filmin kendisini gözlemliyordum. Aslında, filmin sesinin bir yan öğe olduğunu söyleyen ustanın sözünü doğrularcasına sadece görüntüyü izleme fırsatının benzersiz bir deneyim olduğunu sezdim. Anlatılanın ayrıntılarını bıraktığım anda, oyuncuların yüzlerindeki küçük duygu değişikliklerini görebilmeye başladım. Ani üzüntüden beklenmedik gerçeklerle yüzleşmenin hayal kırıklığına, pişmanlığın acısından karşılıksız sevginin yürek parçalayıcı hüznüne kadar geçişler belirgin bir şekilde ortaya çıktı. Bu, neredeyse sihirli bir bağ gibiydi…

18 Ağustos tarihinden başlayarak gösterimde.

(15 Ağustos 2023)

Korkut Akın

[email protected]

Müzik Dans ve Hikâye: Carmen

Carmen, en çok filme uyarlanan öykülerdendir; klasik olanı da vardır, modern olanı da… Aykırı olanı da görürsünüz, uyumlu olanını da… Bu kez Yönetmen Benjamin Millepied, bize, Meksika sınırındaki kaçak göçmenlerin arasından bir müzik, dans ve öteki öyküsü sunuyor.

Evet, günümüzün en büyük sorunlarından, hatta en başta gelenlerinden biri olan göçmenlik çözüm bulunamayan ve hemen her ülkeyi ilgilendiren bir konu. Türkiye’ye Suriyeli, Afgan, Afrikalı geliyor; Türkler de Almanya, Amerika Birleşik Devletleri’ne gidiyor. Kimi siyasal, kimi ekonomik, kimi sosyal (ve tabii küresel kuraklık da unutulmamalı) nedenlerle göçmen olurken; Carmen’de olduğu gibi hayatını kurtarmak için her şeyini geride bırakıp da gidenler de var…

Annesi öldürülen Carmen (Melissa Barrera), çareyi kaçmakta bulur. Carmen sınırdan geçerken, gönüllü sınır muhafızı Aidan (Paul Mescal), arkadaşlarını öldürür, birlikte kaçarlar. İki genç arasında, başta yoksa da film ilerledikçe bir duygusal çekim söz konusu olur. Ancak belirleyici olan aşk değil, hayata tutunabilmektir. İki arkadaş, hem kaçaklıklarını gizlemek hem yakalanmamak hem de içlerindeki duyguyu dizginlemek ihtiyacı hissederler.

Hikâyenin taşıdıkları…

Masallar artık “bir varmış, bir yokmuş” diye başlıyor mu bilemiyorum, ama Carmen filmini izlerken masallardaki kahramanlar, artık peri padişahının kızını alabilmek için Kaf Dağı’nın ardına ulaşmak ya da dağı delip geçmek zorunda değil. Modern zamanlar denilen günümüzde, ıskalanmış yaşam sürdürenlerin, hayatta kalma mücadelesiyle sınırları aşmaları, sadece sinemanın değil tüm sanatların en sürükleyici efsanesi.

Yönetmen Millepied, belirgin bir mekânı vurgulamıyor. Tabii ki, orası Meksika olabileceği gibi gözünüzü bir an için, bir saniyeliğine kapayın, Suriye – Türkiye, Türkiye – Yunanistan, Kanada – ABD, Ukrayna – Avrupa ülkeleri de olabilir. Öyküler farklı olabilir belki, ama kesinlikle aynı duygu yükünü omuzlamıştır.

Carmen, bağımsız, kendi başına buyruk yaşayan, ama gelenekleriyle de bağını koparmamış bir kadın. Dansın duygusu içine işliyor insanın izlerken. O denli iyi kurgulanmış ki, Sadi Çilingir, haklı olarak, “Filme müzik yapılırdı, ama Carmen’de müziğe film yapılmış.” diyor. Tabii ki, müziğe yapılan film akla hemen video klipleri getiriyorsa da hem doz, hem hız, hem de uyum tam sağlanmış.

Carmen’in yolculuğu Meksika sınırını aşmakla başlıyor, yanındaki ile birlikte, kendi sınırlarını da zorladığı bir arayışı izliyoruz.

Film, olay örgüsünden çok bir ruh hali aktarımı; buna da bağlı olarak özgürlük ve aidiyet, tutku ve trajedi, müzik ve dans, yaşam ve ölüm iç içe… Film, olabildiğince gerçek bir öyküyü böylesine şiirsel bir dille aktarıyor izleyiciye… Anlatılan öykü ve anlatılış biçimi değişse de özündeki insan hiç değişmiyor. İnsanla birlikte ayrılmaz ikilininse aşk ve isyan olduğunu unutamamak gerekir.

Misafir görüşü

Filmi birlikte izlediğimiz, misafirimiz Koreli Yousu Kim, filmi şu cümlelerle yorumladı: “Türkçeyi sınırlı anladığım için filmin görsel unsurlarına odaklandım. Özellikle Carmen’in eli, üzerimde önemli bir etki bıraktı. Farklı sahnelerdeki yer alış biçimi güçlü ve unutulmazdı. Aidan’in illüzyonlarının, travmatize olmuş askerlerin zorluklarını yansıttığı şekilde sanatsal olarak sunulmuş olması da etkileyiciydi. Filmdeki müzik ve dans performansları çok iyiydi, benim için büyük bir zevk ve gözlerim için bir şölendi sanki.

Carmen’in bakışları, güçle doluydu ve dirençli bir kadın imajı çiziyordu, bu da aşkın ve veda etmenin hayatımızın belirleyici zorlukları olduğunu yansıttı. Onun cesaretini görmek ilham vericiydi ve bana hayatın sürekli bir hoş geldin ve hoşça kal döngüsü olduğunu hatırlattı.”

18 Ağustos’ta gösterimde…

(12 Ağustos 2023)

Korkut Akın

[email protected]

Dünya Daha da Karanlık Olur mu: Sürü

Öylesine zorlu koşullarda yaşıyoruz ya da yaşatılıyoruz ki, çözümsüzlüğü çözüm diye gösteriyorlar ve hep aldanıyoruz.

Sürü, Kolombiyalı iki gencin alkol içip uyuşturucu kullandıktan sonra işledikleri cinayet sonrası götürüldükleri cezaevinde yaşananları anlatıyor. Bir ormanın derinliklerinde, güya rehabilite edilecek “suçlu” ergenler, aslında birileri için keyifli bir yaşam merkezi hazırlıyorlar. Başlarındaki eli silahlı gardiyandan, idealist ve dini telkinlerle onları “doğru yol”a getireceğine inanan koruyucuya, hükümlü gençler de dahil kimse inanmıyor bu “cehennem”den başarıyla çıkılacağına.

Karanlık…

Bizim ülkemizde ormanlar kesiliyor, jandarma kesenleri değil korumaya çalışanları engelliyor. Diğer tarafta ormanlar yanıyor, söndürmek için koşturanlar engelleniyor. Her ikisini de devletin güçleri yapıyor, olan doğayı korumak için mücadele edenlere oluyor. Kolombiya’da ise orman birilerine peşkeş çekilmek üzere hükümlü gençlerin dur durak bilmeyen insanüstü çabalarıyla yaşanılabilir yere çevrilmeye çalışılıyor. Film, her iki bakışın da yanlışlığını sorgulamak için ipuçları veriyor izleyicilere.

Biz, film üzerinden gidelim ve Kolombiya’daki öyküye odaklanalım, sizler de ülkemize uyarlayın: “Sanat, görünenle görünmeyen arasında bir köprüdür.” diyen yönetmen Andres Ramirez Pulido, filmiyle, sorunlu gençlerin zorunlu tutuldukları hapishanedeki karanlık yaşamı izletiyor.

Babasını öldürmeyi düşleyen, ama yanlışlıkla bir başkasını vuran (bu arada cesedi de bulunamıyor) Eliu’nun ve cürmü birlikte işlediği El Mono’nun (suç ortağı) tedirgin ama bir o kadar da boyun eğmeyen duruşları, dar alanda da olsa bir başkaldırı. Diğer taraftan öldürdükleri adamın yakınlarının intikam alma girişimleriyle, Eliu’nun kardeşinin oluşturduğu çete ile babasını öldürme kararlılığı arasında izleyici sözsüz bir şiddeti yaşıyor. Gerçek mi yoksa yanılsama mı tüm bunlar?

Ormanın derinliklerindeki gençlerin bilinmezliği ve karanlık görüntüler izleyicinin içine işliyor. Sıkıcı bir film sanılsa da sorgulayan ve sorgulatan bir film Sürü.

Suçlu da olsa insan, sosyal bir varlıktır ve muhakkak ki, hakları vardır.

Küçük bir not…

Film adları belirleyici olur izleyicinin zihninde… Filmin orijinal adı La Jauria, Türkçeye Sürü olarak çevrilmiş. Sözcük anlamı üzerinden bakarsak La Jauria Fransızcada Jüri anlamına gelirken Kolombiya’da kullanılan İspanyolcada “Paket” demek… Ancak ses benzetmesinden yararlanılarak filmin adının “Sürü” olması uygun görülmüş. Her üç sözcük de filmin içeriği hakkında bilgi vermiyor (tabii, çağrışımlar üzerinden her üç adı da anlamlandırabilir, aralarındaki diyalektik bağı kurabilirsiniz). Belki merak uyandıran bir ad verilebilirdi ve izleyici için daha da çağıran bir isim olabilirdi…

28 Temmuz’dan başlayarak gösterimde…

(27 Temmuz 2023)

[email protected]