Kategori arşivi: Yazılar

Dünyayı Sarsan Sorun: Göçmenlik

Parmağınıza bir iğne batsa canınız oradadır ve çok acıtır. Oysa olmadık anda ve yerde parmağınıza iğne batabilir. Canınızı yakan o anda olmasıdır. R.M.N. de öyle, canınızı acıtıyor. Romanya’da, Macar ve Romenler ile Çingeneler arasında geçmesiyle Türkiye’de Kürtler, Türkler ve Suriyeliler arasında geçmesinin hiçbir farkı yok. Filmdeki kişilerin adlarını değiştirin, kimse fark etmeyecektir bile…

Bir zamanlar, kendi aralarında çatışan Macarlarla Romenler, Çingeneleri kovduktan sonra birbirleriyle çatışırlarken çalışmaya gelen ekonomik göçmenlere karşı yeniden geçici bir barış içerisinde buluyorlar kendilerini.

Yabancılar dışarı!

R.M.N. sadece Transilvanya’da yükselen yabancı işçi sorununu aktarmıyor, aslında hemen tüm dünyaya yayılan ve her geçen gün yükselen yabancı düşmanlığına dikkat çekiyor.

Bolu Belediye Başkanı’nın, Fethiye’de, Esenyurt’ta ve daha birçok yerleşim merkezinde yaşanan yabancı düşmanlığı gerçekten hepimizin barış içinde bir arada yaşamamızın önüne geçecek. Düne kadar Kürt, Ermeni diye dışlanan insanların yerini artık Suriyeli, Afgan, Afrikalı aldı.

Yönetmen Cristian Mungiu, toplumun ahlâk ve inanç üzerinden ikiyüzlülüğünü anlatıyor. Bir yanıyla çok ahlâklı ama evli olmasına rağmen sevgilisi var. Bir yanıyla çocuk sahibi ama çocuğunun sorununa hiç ama hiç eğilmiyor bile. Babası var, ailenin en büyüğü, sadece kendi yaşamına son verdiğinde anlam kazanıyor.

Benim dediğim olsun da…

Küçük bir kasabada, ekmek fabrikasına işçi arayan patronlar, çalışacak kimseyi bulamayınca ekonomik göçmenleri işe alır. İp de orada kopar… Kendileri de Avrupa’nın farklı ülkelerine karın tokluğuna gidenler, kasabada yabancı işçi istemezler. Elle tutulur bir gerekçeleri yoktur. Akıllarına geleni söylerler, yanıtları ve tezlerinin çürütülmesini ise dinlemezler bile. Kiliseden bile kovarlar yabancı işçileri; tek bir gerekçeleri vardır, onlar yabancıdır.

Peki, siz gelin çalışın. Olmaz! Avrupa’nın bir başka kentinde, karın tokluğuna sürünmeyi kabul ederler ama. Öyle büyür ki ayrımcılıkları, yıllardır kasabalarında hizmet veren çevreci örgüt çalışanlarını bile kovmak isterler.

Filmekimi’nde gösterilen R.M.N.’yi ikinci kez yine tüylerim diken diken izledim. Bir filmi izlerken sinema salonunda olduğunuzu unutuyorsanız, kamerayı fark etmiyorsanız, oyuncuları hissetmiyorsanız iyi bir film izlemişsiniz demektir. Ben iki kez de aynı hislerle, sanki o küçük kasabada, tam da Noel öncesinde o insanların arasında yaşıyordum.

Aramızda bir fark var ama…

O küçük kasabadaki insanlar her ne kadar ateşli olsalar da fevri davransalar da, akıllarına geleni söyleseler de, siyaseten ikiyüzlü ve ahlâksız olsalar da birbirlerine tahammül edebiliyorlar. Bizde benzer durumlar çatışmayla, katliamla sona erer. Milliyetçi muhafazakârlarla tutuculukları ötekilerden hiç de geri kalmayan ulusalcıları birçok olayda gördük. İnsanlar öldürüldü.

Böylesi bir sorunu yaşamamak, en azından böyle düşünenleri aklıselime davet etmek için herkes ama küçükten büyüğe, kadın erkek, yaşlı genç, okumuş okumamış herkes izlemeli. Hâttâ birkaç hafta üst üste izlemeli. Belki o zaman, seçime giderken sorunlarımız azalır bir nebze.

(22 Aralık 2022)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Çamura Batmış Duygular

Dünya prömiyerini Büyük Jüri Ödülü’nü kazandığı Cannes Film Festivali’nde yapmış olan ‘Öğle Güneşinde Yıldızlar / Stars at Noon’ çağımızın saygın sinemacılarından Claire Denis’nin imzasını taşıyor. Nikaragua’nın kaotik politik ortamında Amerikalı bir kadın gazeteci ile İngiliz iş adamının tutkulu ilişkileri üzerinden ilerleyen filmde, seyahat dergilerine makale veren Trish ile tanışıyoruz önce. Kayıp insanlar ve infazları konu aldığı son yazısı nedeniyle pasaportuna el konmuştur. Geçimini sağlamak için 50 dolar karşılığında fahişelik yapar. Sıfırı tükettiği ucuz motel odasından kurtulmak ve ülke dışına çıkabilmek için yataklarına girdiği bölge nüfuzlularından yardım dilenir. Yabancıların kaldığı Intercontinental Hotel’in barında soğuk ve gizemli Daniel DeHaven ile karşılaştığında, bölgenin tehlikeli ikliminde iki tedirgin ruhun tutkulu dansı başlar.

Fransız sinemacı, sivil savaş yıllarında Nikaragua’da bulunmuş Amerikalı yazar Denis Johnson’ın 1986 yılında yayımlanmış aynı adlı romanından etkilenmiş, Sandinista Devrimi’ni fon alan öyküyü günümüze taşımış. Pandemi koşulları nedeni ile çekimlerin Panama’da gerçekleştiği yapımda, yaklaşan seçimlerin toplum üzerinde baskıyı daha da arttırdığı, cadde ve sokaklarda askerlerin arama yaptığı, patlamaların ve ölümlerin halkı sindirdiği üçüncü dünya manzarası eşliğinde bölgenin makus kaderinin pek de değişmediğini göstermek istemiş. Ancak Denis, önceki filmlerinden çok iyi bildiğimiz üzere fonda dönen siyasi entrikalardan ziyade kayıp iki ruhun duyumsadıkları ile ilgili. Tekinsiz bir iklimde birbirlerini bulmuş iki kişinin izini jestler, bakışlar, dokunuşlar, bedenler, yüzler ve ihtiraslı sevişmeler aracılığıyla sürüyor.

İkisi de yalan söylüyor. Kendilerini ele vermek istemiyorlar. Bu alemde yalnız olduklarını bildikleri için. Delice sevişmek onların dili haline geliyor. Araftan çıkmanın bir yolu bu belki de. Çıkarcı, hadi söyleyelim kahpe dünyada birbirlerine sığınmaktan, aşık olmaktan korkuyorlar besbelli. Yine de bir yerlerde ‘bu bizim balayımız’ ya da ‘hadi burada ölüverelim’ demekten kendini alamıyor Trish. Fransız auteur sinemacı bu girift ilişkiyi yoğun yakın planlar ile görselleştirmiş. Sürekli yağan yağmurun, sıcağın nemin dokunuşlarla bütünleştiği atmosferik yapı, sinemacı ile uzun yıllardır yol arkadaşlığı yapan Tindersticks’in nefis caz tınıları ile desteklenmiş.

Öğle güneşinde gökyüzünde beliriveren yıldızların simgelediği bu çekingen sırılsıklam aşkın öyküsü yılın en iyi filmlerinden biri. Özgün romancının soyadını ödünç alan ve büyük ölçüde Johnson’ın kendi deneyimleri, yaşadıkları ve duyumsadıklarının sözcüsü olan Trish’te (Andie MacDowell’ın yetenekli kızı) Margaret Qually arsız çekiciliğine eşlik eden kırılgan masumiyeti ile büyülüyor. Tutkulu anlarda ona bir bulutla seviştiği hissini veren terli ve beyaz İngiliz’de, ‘The Batman’ çekimleri nedeniyle son anda yerini aldığı Robert Pattinson’ı aratmayan Joe Alwyn’i ise, Amerika’nın Irak’taki ikiyüzlü rezilliğini bir tokat gibi yüzlere çarpan Ang Lee filmi ‘Billy Lynn’in Uzun Yürüyüşü / Billy Lynn’s Long Halftime Walk’daki Texas’lı er Billy performansından anımsıyoruz.

(20 Aralık 2022)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Görkemli Su Senfonisi

James Cameron imzalı 2009 yapımı ‘Avatar’ emperyalist dünya güçlerinin cennet Pandora gezegeninin yer altı zenginliğini ele geçirme planını anlatır. Dünyalılar (burada Amerikalılar oluyor) ve Pandora yerlileri Na’vilerin DNA karışımlarından üretilmiş Avatar eşleşmeleri ile gezegene adım atan bilim adamları, özel şirketlerin emrindeki askeri milislerce korunur. Amaç, köyleri çok değerli maden rezervinin üzerinde kurulmuş yerliler ile anlaşma yoluna gitmek, olmadı onları zorla yerlerinden yurtlarından etmektir. Bu süreçte kaderin cilvesi ile programa dahil olan, felçli bir savaş gazisi iken Avatar marifetiyle ayağa kalkan Jack Sully, cennet doğaya aşık oluyor ve onunla derin bir ruhani bağ kurmuş yerel halkla omuz omuza verdikleri gerilla savaşı sonucunda emperyalist güçlerin karşısına dikiliyor. Devrimci bir ton taşıyan ilk ‘Avatar’ın emperyalist ABD’nin dünyaya hükmeden Hollywood endüstrisinin bir ürünü olması kuşkusuz ironiktir. Ancak dünyanın dört bir köşesine doğayı koruyan anti sömürgeci mesajını iletmesi hiç yoktan iyidir. Avatar’ın sinema teknolojisine kattıkları ile birlikte gelmiş geçmiş en çok izlenen yapımlardan biri olması geniş perdede film izleme deneyiminde ulaşılan tartışılmaz bir zirvedir.

‘Avatar’ın yaratıcısı yönetmen James Cameron 13 yıl aradan sonra hikâyenin beklenen devamı ile karşımıza geliyor ve yeni epizod ‘Avatar: Suyun Yolu / Avatar: The Way of Water’ kaldığımız yerden devam ediyor. Na’vilere sadık bir avuç bilim adamı dışındaki yabancılar ölmekte olan dünyalarına geri postalanırken, yeni bedeninde yeni baştan doğan Jack Sully, aradan geçen zaman içinde yuvasını kurmuş, çocuklarını büyütmüştür. Bu eşsiz doğada mutluluk basittir ama en kötü yanı bir anda uçup gidebilmesidir. Hava insanları eskisinden daha yıkıcı güçleriyle geri döner. Bu defa maden işletmeye değil, ölen dünyalarına ikame olmak üzere Pandora’yı ele geçirme niyetindedirler. Gezegendeki en saldırgan askerlerin zihinlerini almak suretiyle onları Na’vi bedeninde savaşa yollayan emperyalist güçler topları, tüfekleri, alev makinalarıyla amaçlarına ulaşırlar da. Askerlerin başındaki Albay Miles Quaritch’in anılarının yüklü olduğu Avatar bunun ötesinde intikam ateşiyle yanıp tutuşmaktadır. Jack Sully ve ailesi Orman Halkı’nı bu yakıcı intikamdan korumak üzere yurtlarını terkedecek ve binlerce ada içine yayılmış deniz klanlarına karışarak kaybolmayı seçeceklerdir. Avatar serisinin ikinci epizodu, Jack Sully ve ailesinin deniz halkları ile kaynaşması, karadaki becerilerini suda geliştirmeleri ve onların yerini eninde sonunda bulacak olan ezeli düşmanına karşı bu defa Resif klanı ile omuz omuza suda verdikleri mücadele üzerinedir.

Cameron yeni öyküyü görkemli bir senfoni tadında görselleştirmiş. Ormandan ve Hallelujah dağlarından kaçış ile sonlanan başlangıç bölümü Allegro tempoda ilk filmden anıları tazelerken, ikinci bölüm Andante dinginliğinde deniz ülkesinin şiirini ve deniz altının büyüleyici dünyasını görselleştiriyor. Suyun hayatı ölüme, karanlığı aydınlığa, herşeyi birbirine bağladığı düsturundan hareketle yeni yuvalarını kuran Sully’lerin ve deniz halklarının mutluluğu, çok geçmeden balina avcılarının rehberliğinde adalara çıkartma yapan askerlerin gelişiyle kararacaktır. İnsanoğlunun yaşlanmasını durduracağı ileri sürülen -şişesinin 80 milyon dolar ettiği- ‘Amrita’ sıvısını elde etme pahasına deniz halklarıyla dost olan zeki ve duygusal dev balinaların (Tulkunlar) insafsızca katledildiği bir ara bölüm, izlenmesi kolay olmayan kederli bir geçiş olarak hafızalara kazınıyor. Ve bu görkemli ‘su senfonisi’nin Molto Vivace final bölümüne ulaşıyoruz. Topyekün savaş kaçınılmazdır artık. Bu noktada Cameron sinema tarihinin iz bırakmış görkemli felâket filmlerine atıf yapıyor. ‘Poseidon Macerası’, ‘Jaws’, Cameron’un kendi klasiği ‘Titanic’ten anı sahneler perdede canlanıyor. Bu mahşer evresinde Jack Sully’nin alev alev yanan sudan yarısı çıkmış yüzü Martin Sheen’in ‘Kıyamet / Apocalypse Now’daki siluetini andırıyor.

‘Suyun yolunun ne başı vardır, ne de sonu. Deniz alır, deniz verir. Doğada hiçbir şey yok olmaz’. ‘Avatar: Suyun Yolu’ geldikleri dünyada yeşilin kökünü kazıyan, denizleri kirleten, doğanın dengesini bozan en büyük tehdit insanoğlunun durdurulamaz zulmüne karşı duruyor. İsyanı, doğal yaşamın hayrına çalışmayan çağımızın baş döndürücü teknolojisinin sinemada ulaştığı zirvede dile geliyor. Aranızda bu ne yaman çelişki diyenleriniz çıkabilir. Bu yine de dünya halklarına iletilen mesajın önemini azaltmıyor. Sinema perdesinde daha önce yaşadığımız deneyimlere eşsiz bir halka daha ekleyen filmin büyüleyici görselliği (hele bir de IMAX fırsatı yakalanmış ise) göz kamaştırmayı sürdürüyor.

(17 Aralık 2022)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

İnsan Neden Anavatanını Bırakır: Avatar: Suyun Yolu

Günümüzün en önemli sorunu göçler. Sadece insanlar değil, neredeyse bütün canlılar göçüyor. Küresel ısıtmanın getirdiği iklim değişikliği, ekonomik koşulların zorlaması, savaşlar ve tabii kültürel değişim talebi temel etkenler olarak giderek artan göçlerin nedenleri arasında.

İnsan neden anavatanını bırakır? “Doğduğu yer değil, doyduğu yerdir vatan” diye kendimizi avuttuğumuz bu geniş göç coğrafyasında küçük bir azınlık, o da belki, mutlu olabiliyor.

Sinemanın dahi yönetmeni James Cameron, işte bu önemli ve asla göz ardı edilemez sorunu seriyor gözlerimizin önüne… Müthiş bir teknoloji, olağanüstü güzel görüntüler, neredeyse kusursuz bir uygulama (ve tabii, görüntünün, müziğin, montajın da aynı oranda kusursuz olduğunu belirtmek gerekir) ile Avatar’ı büyük bir heyecan ile izlettiriyor, soluksuz…

Ama arkadaş, bunu insan izleyecek! (Cem Yılmaz’ın epey eskise de dillerden düşmeyen reklâmdaki büyük yapılmış çakma cips için “doktor, bunu insan yiyecek” demesi gibi, salondan “artık bitse de çıksak” beklentisi yükseliyordu. Salon çıkışında gözlerden okunan oydu.

Mutluluk haram!

Avatar’ın ilk filmini anımsıyorsunuzdur; hoş kimse unutamadığı için bu kadar bekledi “Avatar: Suyun Yolu”nu. Jake Scully ve Neytiri (Zoe Saldaña), üç biyolojik çocukları Neteyam, Tuk ve Lo’ak ile birlikte Nav’is olarak Pandora’da yaşıyorlar. Felç olup da kurtulduklarını düşündükleri Albay Miles Quaritch, bir Na’vi/insan avatarı biçiminde hayata geri döner ve Pandora’nın kontrolünü ele geçirmek için Na’vilere karşı savaş açar. Doğal olarak Jake ve ailesi, Metkayina klanının sığınır.

Sonrasını filmden izleyeceksiniz. Olağanüstü görüntülerin verdiği mesaj, yukarıda da değindim (filmde iki kez yinelenerek vurgulanıyor): Göçmenlik. Yeni bir mekân, yeni bir toplum, yeni bir çevre, yeni bir yaşam biçimi… Uyum sağlamak pek kolay değil. Sabırsız gençler arasındaki çekişme çatışmaya ramak kala kesiliyor. Merak ve heyecanın doruğundayken. Acaba ne olacak?

Burası sizin de eviniz…

Bu birkaç günü saymazsanız (çocuk, hâtta bebek istismarı ve İBB Belediye Başkanı İmamoğlu hakkında verilen hüküm nedeniyle gündem değişti) büyük küçük herkesin dilinde göçmenler ya da mülteciler vardı. Suriyeli veya Afgan kaçak göçmenler üzerine herkes bir şey diyordu… Kimi kovmaktan kimi ise ucuz işgücü olduğu için kalmasından yanaydı. Zaman zaman küçük çaplı kalkışmalar da yaşanmadı değil…

İşte Avatar: Suyun Yolu tam da bunu anlatıyor. Tabii ki, kendi diliyle, kendi yaklaşımıyla… Müthiş bir teknikle, denizin içinde, suyun altında, gökyüzünde, sadece öldürmek için gelen düşman (!) ile sadece yaşamaktan başka bir beklentileri olmayanların (!) savaşını izliyoruz. Yönetmenin sualtı flora ve faunasının gerekliliğinin, korunması gerektiğinin altını çizdiği çevreci yaklaşımını unutmamalı…

Avatar: Suyun Yolu, duygusal, fantastik, aksiyon, Yönetmen ve Senaryo: James Cameron, Oyuncular: Sam Worthington, Zoe Saldana, Sigourney Weaver, Stephan Lang, Kate Winslet… 16 Aralık 2022 tarihinden başlayarak gösterimde…

(15 Aralık 2022)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Avatar: Suyun Yolu – Avatar: The Way of Water

13 yıl önce ilk kez Avatar’ı izlediğimizde, dünya sinema tarihinde çığır açan bir deneyimle karşı karşıya olduğumuzu fark etmiştik. Daha önce kullanılmamış grafik, efekt, animasyon teknikleri… 3D’ye bile yeni bir “boyut” sanki.

Yaratıcısı James Cameron ilk filmin yapılışının tam 15 yıl sürdüğünü açıklamıştı. Tüm zamanların en büyük gişe hasılatını elde eden film, Oscar ödülü sahibi de oldu. Cameron ve ekibi, setteki oyuncuların tüm özelliklerini ve hareketlerini canlandıran ve bu hareketleri tamamen bilgisayar tarafından üretilen animasyona aktarabilen yeni bir “motion-capture (hareket yakalama)” teknolojisi yaratarak Avatar’ı benzer türde tüm yapımlardan farklı bir yere taşıdı. 3D filmler tahmin edildiği kadar revaçta olmazken Avatar, “3D öyle yapılmaz, böyle yapılır” dedirten bir yapım oldu. Şahsen özellikle gözlüğün bir saatten sonra gözü ve kulağı yorması nedeniyle 3D film izlemekten hiç keyif almadım ancak Avatar’dan çıktığımda, “Bu film başka türlü izlenemez.”, demiştim. Avatar, adeta göz kamaştırıcı bir deneyimdi. “Pandora’da yaşamak istiyorum” duygusuyla ayrılmıştık salonlardan.

2009 yapımı Avatar, spiritüel olarak da gerçek bir deneyimdi. Çünkü filmin hikâyesi de çok etkileyiciydi. Gezegenimizin yaşadığı sorunlar, buna ne kadar duyarlı ve duyarsız kaldığımız, kapitalizmin, emperyalizmin yaşattığı inanılmaz uçurumlar, anlamlı herşeyin içinin boşalışı, değerlerin çöküşü, insanın yalnızlaşması, kendine yabancılaşması ve çare arayışları. Na’vilere neden imrendik? Vahşi oldukları kadar zeki, becerikli, sevgi dolu ve mutluydular. Onlar yaşadıkları toprakları kutsuyorlardı, sürekli olarak bir minnet duygusu içindeydiler. “Doğa Ana” sürekli ağızlarındaydı. Dualarla, şarkılarla sürekli olarak ruhani bir boyutta birleşiyorlardı. Hayvanlarla, bitkilerle sürekli bir iletişim ve birlikte yaşama halindeydiler. Tüm ormanın, tüm Pandora’nın nöronlar gibi birbirine bağlı oluşu, Avatar’ların anılarını bu ağda tutabilmeleri ve saçlarıyla ağaca bağlanarak bu anılara bakabilmeleri gibi ilginç fikirler de bizi müthiş şaşırtmıştı.

Herkesin kendi avatar karikatürlerini yaratmak için deli gibi uygulama indirdiği ve metaverse dünyasının gelişerek ağzımıza avatar kelimesini daha da pelesenk ettiği bugünlerde Avatar’ın ikincisi geldi sinema salonlarına. Pandemi sonrası sinemalara çok gitmediğimiz, “dijital platformlarda, evimin rahatlığında zaten film izliyorum” yaklaşımlarıyla daha az sinema bileti aldığımız bugünlerde bizi tekrar gişe kuyruklarında bekletecek bir haber bu.

Avatar: Suyun Yolu’nu elbette büyük merakla bekledik. Yine bir 13 sene geçmiş aradan, kim bilir bu kez ne gibi bir deneyim yaşayacağız diye düşündük. Umduğumuzu bulduk mu, bir bakalım.

Filmin basın gösterimi Akasya IMAX salonlarındaydı. Üç buçuk saatlik yeni bir deneyim. Yine Pandora’dayız. Karakterlerle aynı mekânı paylaştığımızı düşündüren netlikte görüntüler. Kahramanımız Jake Sully, eşi Neytiri ve dört melez çocuğu Pandora’da mutlu bir yaşam sürüyorlar, biz de aralarındayız, pırıl pırıl geziyoruz ormanda, sağımızda solumuzda uçuşan kuşlar, tatlı çiçekler, müthiş renklerle… Gökyüzü insanları ise hâlâ Pandora’yı kolonileştirmek istiyorlar ve savaşları Jake Sully ile. Eşi Neytiri, gelsinler ve savaşalım diyor. Jake ise ailemi korumalıyım, halkı da korumalıyım, o halde biz taşınmalıyız, diye düşünüyor. Eşi bunu kaçmak olarak görüyor ancak Jake ısrar ediyor ve tropik bir ada olan At’wa Attu’ya gidiyorlar. Burada Na’vilere benzeyen, onlardan daha güçlü bedene sahip, Nil yeşili renginde, suyun altında yaşayan Metkayina kabilesine sığınıyorlar. Kabile aslında varlıklarından biraz huzursuz oluyor ama yine de bir süre sonra uyum sağlıyorlar birbirlerine.

Şimdi başlıyoruz sualtı mucizelerini keşfetmeye. Nefesimizi tutup dalıyoruz suların derinliklerine. Ormandaki kadar ışıl ışıl, pırıl pırıl, şıkır şıkır her yer. Balıklar, balinalar, resifler, kayalar, kumlar, deniz anasına benzeyen sualtı hayvanları, müthiş bir okyanus altı dünyası. Adeta halisünatif deneyimler bizim için.

Çatışma sahneleri de oldukça heyecanlı geçiyor. Bir yandan içinde hissettiğimiz psikedelik, rengarenk bir ortam, bir yandan iyiyle kötünün, haklıyla haksızın savaşı, ister istemez soluğunuzu tutup takip ediyorsunuz, doğruyu söylemek gerekirse 3,5 saat nasıl geçti pek anlamadım, izlediğim şeyden koptuğumu hatırlamıyorum.

Ancak hikâye! Ah, beni şaşırtan bu oldu işte. Kabilenin onları bu denli tehdit varken anlamsızca aralarına kabûl edişi, başta birbirlerine alışamayışları, gençlerin birbirleriyle olan atışmaları… Ne kadar sıradan… Doğruyu söylemek gerekirse, klişe bir çocuk animasyonu halleri vardı yer yer filmin. Birer Avatar’a dönüşmüş olan Gökyüzü İnsanları’nın göz göre göre Jake Sully’i bulmaları, büyük bir çatışmanın başlaması ve “The End”.

Elbette, aralarda güven, sevgi, dostluk, kardeşlik, aile olma mesajları var. Artık ebeveyn olmuş Jake ve General’in ıstırabı (bazen çocuklarınızın geleceği için savaşmak, o geleceği sizin göremeyeceğiniz anlamına gelebilir – ya da daha kötüsü, başkalarının çocukları için savaşmak kendi çocuklarınıza mal olabilir) ve daha çok yer verilmiş olan genç karakterlerin her birinin ilgi çekici yolculukları… Bunlar Avatar: Suyun Yolu’na duygusal bir hareket kazandırıyor şüphesiz. İki Avatar filminin de verdiği doğa savunucusu mesajlar ve başından beri övdüğümüz görsellik elbette takdire şayan. Ancak hikâyede yer verilen klişeler, her şeyin tahmin edilebilirliği, böylesine yaratıcı bir filmde kullanılınca şaşırtıcı oluyor. 15 senede ilk film, 13 senede ikinci film olgunlaşırken, artık teknik açıdan muhteşem bir dünya yaratıldığına ve bunun gün geçtikçe daha da iyileştiğine güvenilmeli ve artık hikâyeye odaklanılmalı diye düşünüyorum. Elde bu kadar imkân varken, çok daha vurucu, çok daha altı dolu anlatımlar mümkün. Daha spiritüel derinlikler mümkün, daha olgun çevreci mesajlar mümkün, daha az klişe mümkün, ilk filmde olduğu gibi yine senaryoyla şaşırtmak mümkün. Avatar 3-4-5 yolda gibi duyumlar alıyoruz ekiple yapılan röportajlardan, belli ki onlarda da görsel olarak etkilenmeye devam edeceğiz, ama bu etkileniş de bir yerden sonra klişeye dönecek ve belki de biraz şımaracağız, “Evet, anladık 3D’yi, efektleri, animatif yetkinlikleri çok iyi kullanıyorsun da, ne anlatıyorsun?” diye soracağız daha baskın bir biçimde.

Günün sonunda, elbette izlenmeli Avatar: Suyun Yolu. Ve mutlaka 3D, mümkünse IMAX imkânlı bir salonda izlenmeli. Yine bu deneyimin içine girilmeli. Suyun altında nefesler tutulmalı, gerilimli sahnelerin de belgeselvari anların da tadı çıkartılmalı. Teknolojinin kullanımındaki devrimsel yeniliklerin yüzü suyu hürmetine bile olsa. İlk filmi tekrar izlemeniz mümkünse, izleyip gitmenizi öneririm, ilk filmi hiç izlemeyenler ya da detayları unutanlar için mutlaka yakalanamayan konular olacaktır, şimdiden söylemesi. İyi seyirler.

(15 Aralık 2022)

Melis Zararsız

blossomel@gmail.com

Memleket Hikâyesi

‘Bu kadar yanlış olan ne yaptık?’ Bozkırın ortasındaki derin çukura gözlerini dikmiş savcı beyin bu sözleri ile açılır Emin Alper imzalı ‘Kurak Günler’. Devletin yargı erkini temsil eden iki kişi yer altındaki boşlukların çökmesi sonucu ortaya çıkmış doğa oluşumuna biraz hayranlık, daha fazla ürperti ile bakmaktadır. İdealist savcı Emre’nin yeni tayin olduğu Yanıklar kasabasının çıkışıdır burası. Meteorun açtığı çukura benzeyen ürkütücü oluşumlar, kasabaya su temini için yeraltı kaynaklarının yoğun tüketilmesinin nedeni olduğu toprak erozyonları sunucu meydana gelmiştir. Bu tedirgin açılış, Emre’nin kasabaya girişinde insanı allak bullak eden ilkel bir gösteri ile sürer. Yaban domuzu avından dönen kasaba eşrafı canı burnunda hayvanı katlettikten sonra leşini bir kamyonetin arkasında sokak sokak sürüklemektedir. Havaya sıkılan silah seslerinin eşlik ettiği bu kanlı tören sonrasında hukuki dille sert bir uyarı gelir genç savcıdan. Ama burası küçük bir yerdir ve burada bu tür geleneksel eğlenceler (!) olağandır.

Susuzluktan kırılmaktadır Yanıklar. Kasabanın 40 yıllık sorunudur bu gerçi. Değişmez belediye başkanı, obrukların şehir merkezine dayanma tehlikesine aldırış etmeksizin yaklaşan seçimi yeniden kazanma derdindedir. Yakın göllerden su taşıma projesi maliyeti yüksek olduğu için rafa kaldırılmış, obruk tehdidine ilişkin bilirkişi raporları hasıraltı edilmiştir. Başkanla davalı olan bir önceki savcı hayati tehlikesi olduğunu ileri sürerek görev süresinin bitimini beklemeden ortadan kaybolmuştur. Geldiği gün kaldığı evde fareler ile metaforik bir mücadeleye girişen Emre, kasabanın güçlülerinin dümen suyuna girmemek için vereceği kavgada başarılı olabilecek midir. Hakime Zeynep ile kasabanın muhalif gazetesini çıkartan gizemli Murat sözlü imalarla uyarırlar onu. Yüzmek için girdiği yakınlardaki gölün dibi gibi balçıklıdır burası, insanı içine çekiverir. Belediye başkanının bağ evini ziyaret ettiği ve içine hap katılmış boğma rakı ile bilincini kaybettiği gece hem Emre, hem de film için bir dönüm noktası haline gelecektir.

Alper’in Güneydoğu’da sürmekte olan savaşın alegorik temsili olan 2012 yapımı ilk uzun metrajı ‘Tepenin Ardı’ iktidarı elinde tutanların düşman yaratma olgusu üzerinedir. Bu sayede cemaat kenetlenecek, iç düzendeki aksamalar göz ardı edilecektir. Erkek egemen güç ve iktidar ilişkileri üzerine yaman bir gözlem içeren bu ilk film, erkeklik dayatmaları üzerine de zengin bir çeşitleme sunarken, yönetmenin çocukluğunun geçtiği Konya Ermenek’teki kapalı geniş vadi tipik bir western atmosferine sahiptir. Venedik Film Festivali jüri özel ödüllü ikinci filmi ‘Abluka’da (2015) yıllar sonra karşılaşan iki kardeşin karanlık hikâyesiyle kamerasını kırsaldan metropol varoşlarına çevirir sinemacı. Film devletin kendilerine buyurduğu işlere giderek yabancılaşmış toplumun kıyısında yaşayan bu iki karakterin giderek gerçek dünyadan kopuşları ve kendi paranoyaları içinde kaybolmaları üzerine yaman bir seyirliktir. Ötekileştirme ve paranoya meseleleri üzerinden metaforlarla yüklü bir önceki filmi ile tematik ortaklığı bulunan ‘Abluka’ kolektif paranoya yerine bireysel paranoyanın neden olduğu parçalanma üzerinde yoğunlaşır. İlk filminde western ikonografisinden ilham almış olan genç sinemacı metropolün ardındaki tekinsiz dünyayı resmederken bu defa kara film (film noir) ile flört edecektir. Distopik görsel atmosferi ustaca inşa eden Alper, filmin ikinci bölümünde kurgu oyunlarıyla ana karakterlerin zihnine dalış yapar, böylece kimin dost kimin düşman olduğunun gittikçe belirsizleştiği bir atmosfer içinde izleyici de karakterlerle birlikte kaybolmaya başlar. Ve yönetmenin kendi ifadesiyle ‘hiç beklemediğimiz biçimde yaşadığımız ülke kurmaca ülkeye benzemeye başlar’.

Cannes Film Festivali’nin saygın ‘Belirli Bir Bakış / Un Certain Regard’ şeçkisine kabûl edilmiş olan ‘Kurak Günler’ ile, ilk bölümün kasaba gerçekliği ve obruk metaforu ile Türkiye’yi işaret eden yeni bir memleket hikâyesine yönelmiş Alper. Western ikonografisinden yararlanmayı sürdürürken (Emre kasabanın ‘Kahraman Şerif’i görünümündedir ilk başlarda) kısa vadeli çıkarlar peşinde halkın uzun vadeli yararını düşünmeyen fırsatçı politik yapıyı sergilemek istemiş. Obruklar, -yönetmenin sözleri ile- manipülatör siyasetçilerin iktidarı bırakmamak için toplumu sürüklediği çukurlara dönüşmüş. Bağ evindeki rakı alemi gecesinde -aynı ‘Abluka’da olduğu gibi- savcı Emre’nin bulanıklaşan zihni misali film de kararıyor. Böylece tür sinemasına, Alper’in ‘Abluka’dan aşinası olduğumuz ‘kara film / film noir’ ortamına dalıyoruz. Emre gece boyunca olan biteni bölük pörçük hatırlamaya çabalarken, bizler de onun anımsadığı ve/veya ona aktarılanlar ölçüsünde eksik parçaların izine düşüyoruz. Bu bulmacalı yapı içinde ülkemizin temel meseleleri, erkek egemen şiddet, cinsiyetçilik, ırkçılık, homofobi ana öyküye paralel olarak yol alırken, ilk bölümdeki toplumsal gerçekçi atmosfer, ‘Avrupa Film Akademisi’nin saygın ödülü ile taçlanan müthiş bir kurgu ve ses tasarımıyla distopik bir dünyaya evriliyor. Domuz avının izini süren çarpıcı açılış, insan avına dönüşen olağanüstü finalle noktalanırken, Alper’in bir sinema mucizesi ile görselleştirdiği güzel bir gelecek hayali, içinde yaşadığımız korku tünelinden çıkış umuduna dönüşüyor.

(07 Aralık 2022)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Hal-i Pürmelalimiz: Kurak Günler

“Anadolu’yum ben tanıyor musun” diye soruyordu Ahmed Arif, şiirce. Hepimiz bir tarafından tanıyoruz, az buçuk. Tümüyle tanımak pek kolay olmuyor; baktığınız yer, sizin kültürel, ekonomik, siyasal, ideolojik bakışınız belirleyici olabiliyor. En tam da o nedenle işte, şair soruyor haklı olarak.

Emin Alper de, “Kurak Günler”de, bu gerçeklikten el alıp alabildiğine geniş, alabildiğine yoğun anlatmaya çalışmış kendi tanıdığı Anadolu’yu.

Erkek egemen bir Anadolu kasabasına, aslında biraz tutucu (hep düzgün giyimli, hep tıraşlı, hep meraklı), biraz da idealist (ailesinden ve aldığı eğitimden kaynaklı), kendini var etmeye çalışan (ama gizlice, yüzmeye herkesin gittiği yerlere değil de “bakın kendi başıma da çekinmeden, korkmadan yaşayabiliyorum” diyerek) bir savcı atanır. Kasaba ileri gelenleri hem kendilerini tanıtmak ama bu arada ne denli güçlü olduklarını göstermek için ellerinden geleni yaparlar. Dar bir çevre, dışarıdan gelen bir memur (ne kadar üst düzey olursa olsun) ve yerel siyasi yapılanma içerisinde kanaat önderi niteliğiyle her şeyi diledikleri gibi taşımayı başaran taşra yereli…

Bir filmin taşıyıcısı çelişkilerse -ki, hep o sürülür öne- Kurak Günler’de çelişkiler yumağı var… Filmin adından da belli, susuzluk temel çelişki. Susuzluktan yararlanarak siyasi rant elde eden, yasa ve toplumsal davranışlara bile uymayan ama kimsenin de ses çıkarmaya kalkışmadığı yerel yöneticinin ailesi ve arkadaşlarının yaptıkları bir diğer çelişki. Örtbas edilen taciz, tecavüz gibi konuları aslında alttan alta destekleyen (bunun için para da giriyordur devreye muhakkak, birilerinin diyet borcu vardır ve ondan da yararlanılır her zaman) ahalinin tavrı. Bu arada susuzluğa kimse ses çıkarmaz ama iş erkek egemen yapının, milliyetçi muhafazakâr kışkırtmalarına sokağa dökülür insanlar… Emin Alper gerçekten bize Anadolu’da yaşanması olası (aslında büyük şehirlerde de benzer bir durum mahalle, semt çerçevesinde yaşanıyor; bakın çevrenize, sokağınıza…) hemen tüm çelişkileri getiriyor beyazperdeye.

Kim ne derse desin…

Emin Alper senaryosunu iyi kurmuş, iyi oyuncular bulmuş, iyi mekânlarda çekmiş, müziğini dozunda ve gerçekten etkili kullanmış, iyi montajlamış, iyi sunuyor biz izleyicilere…

Tabii ki kolay değil arı kovanına çomak sokmak. Kararlılık gerekir, dik durmak gerekir, anlatılanların dozunun iyi dengelenmesi gerekir. Filmin içerdikleri arasında yer alan “eşcinsel yaklaşım”, “zekâ özürlü” dans eden kıza tecavüz (babasının tepkileri yerel yöneticinin parasıyla mı tersine döndü), susuzluğa tepki göstermeyen ahali gibi kasap çengeli örneği soru işaretleri kalıyor insanın aklında. Yönetmenin, bu kocaman soru işaretlerini bilinçli olarak öyle bıraktığını düşünmüyor değilim. “İzleyici tartışsın, hiç değilse sorunların kaynağına kendisi insin ve kendi çözümünü bulsun” yönetmenin talebi gibi geldi ve hak veriyorum. Filmin etkisini sürdürmesi çok güzel bir şey.

Filmin iki ana karakteri savcı ile gazeteci; ancak diğer yanda belediye başkanı, oğlu ve arkadaşları var. Arada kalan ise hâkime hanım. Her ne kadar Dünya Kupası maçları sürüyorsa da, buradaki karşılaşmanın sonucunu birkaç ay sonra yapılacak seçimler belirleyecek. Siyasi açıdan bakılınca bir başka sonuç çıkarılabilir, ama film zaten baştan aşağı siyasi. Gösterime girdiği tarih itibarıyla seçime yönelik bir mesaj aranabilirse de, filmin tasarlanıp yapılması en az beş yılı kapsıyor. Yine de izleyicinin ağzı torba değil ki büzesiniz.

Kurak Günler, duygu, gerçeklik, Yönetmen ve Senaryo: Emin Alper, Oyuncular: Selahattin Paşalı, Ekin Koç, Erol Babaoğlu… 09 Aralık 2022 tarihinden başlayarak gösterimde…

(07 Aralık 2022)

Korkut Akın

korkut@gmail.com

Sırada Eşit Haklar Var

‘Acil Durumda Jane’i Ara / Call Jane’ kadın haklarının ağırlıklı olarak gündeme geldiği günümüz sinemasından ilgiye değer bir ‘bağımsız’ örnek. Bütçesi mütevazı ama meselesi çok değerli bir küçük film. Todd Haynes’in şimdiden klasikleşmiş, cinsler ayrımı ya da eşcinsellik meselesini ajandasının gerilerine atmayı bilmiş en hasından bir aşk hikâyesini, sınıf ve güç ilişkilerini jestler, renkler, kostümler üzerinden vermeyi başaran 2015 yapımı ünlü filmi ‘Carol’un senaryo yazarı Phyllis Nagy imzasını taşıyan yapım, 1968 yılının Ağustos ayında Chicago kentinde açılıyor. Ceza avukatı kocası ve 15 yaşındaki kızı Charlotte ile huzurlu bir evliliği olan Joy, ülkenin ve dünyanın Vietnam protestoları ve eşit hak talepleri ile yangın yerine döndüğü yıllarda sakin banliyö hayatını sürdürmektedir. Kocasının şirket davetindeyken dışardan yükselen sesler eşliğinde ilk kez ‘Yippies’ olarak anılan Uluslararası Gençlik Partisi’nin gösterisine ve polislerin kapalı kapılar ardından coplu müdahale girişimine tanık olur. Banliyö evlerinin becerikli bakımlı ev kadınlarından biridir Joy. İkinci çocuğuna hamileliğinin keyifli bekleyişi doktorundan aldığı haberle hüsrana dönüşür. Kalp yetmezliği nedeni ile hamileliğinin sonlandırılması gerekmektedir. Ancak Amerika’nın birçok eyaletinde olduğu gibi Chicago’da da kürtaj yasağı vardır. Sağlık durumunun aciliyetini öne sürse de, erkeklerden oluşan doktorlar konseyi kürtaj operasyonu için olumlu oy kullanmaz. Çaresizlik içinde bir sokak ilanı ile haberdar olduğu Jane Topluluğu’na başvuran genç kadının hayatı bir daha eskisi gibi olmayacaktır.

Virginia adındaki liderleri yönetiminde gizli bir kürtaj dayanışması oluşturmuş her biri birer Jane olan kadınların sıcak ve şefkatli ortamında hamileliğinden kurtulan Joy, Virginia’nın ricası üzerine genç bir kızı merkeze götürülmesinde gönüllü şoförlük, daha sonra doktor asistanlığı ve nihayetinde foyasını meydana çıkardığı sahte doktorun yerine bizzat uygulamacı olarak hizmet vermeye başlayacaktır. İlk karşılaşmalarında ‘Bu senin suçun değil, kimsenin suçu değil’ demiştir Virginia. Sadece sağlık sorunları nedeniyle değil, tecavüz mağduru olan, yoksulluk nedeni ile bakamayacakları çocukları doğurmak istemeyen, kısaca kendi bedenleri üzerinde kendi özgür kararlarını vermek isteyen tüm kadınlara kol kanat germektedir dayanışma grubu. Yemek yapan, ev temizleyen, öğleden sonra 4’te buzlu martini ile sarhoş olan ya da çikolatalı kurabiyeler hazırlayan kadınlardan biri değildir artık Joy. Başka insanlarla, düşünen ve iş yapan kadınlarla birlikte yol almayı seçmiş bir kadındır o. Asistanlık yaptığı erkek doktorun ‘iyi bir hemşire olabilirdin’ sözlerini ‘niye doktor olmayayım’ diye yanıtlayan, kendine güvenen bir özgür bir bireydir artık. ABD Yüksek Mahkemesi’nin ülkede kürtajı yasallaştıran ve ‘Roe Wade’e Karşı’ olarak bilinen Ocak 1973 tarihli kararıyla ülkenin birçok eyaletinde yürürlükte olup kürtajı yasaklayan yasalar iptal edilir. Bir mücadele kazanılmıştır. Sırada eşit haklar, eşit ücret meselesi var diyerek şanlı şerefli uğraşlarını sürdürür Jane topluluğu. Eşit haklar konusunun günümüzde birçok alanda hala tam anlamı ile çözülemediği göz önüne alındığında ve yaklaşık 50 yılın ardından Texas eyaletinde kürtaj yasağı utancının yeniden gündeme getirilme çabası derinleşirken ‘Jane Collective’ dayanışmasının özverili öyküsünü yeniden hatırlatan böylesi filmlere başta kadınlar olmak üzere tüm insanlığın ihtiyacı olduğunu düşünüyorum.

(02 Aralık 2022)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

İran Toplumuna Öfkeli Bir Bakış

Uykusundaki kızını öptükten sonra fakir odasından işe çıkan Sümeyye gecenin karanlığında müşteri arayışındadır. Önce umumi tuvalette dudağını boyar, saçını düzeltir, yüksek ökçeli ayakkabılarını geçirir ayağına. İlkin yılın safran ihracatçısı seçilmiş itibarlı (!) müşterisinin azgın ihtiyacını giderir. Hiç keyfi yoktur yine bu akşam. Torbacı yaşlı teyzeden bir tutam daha Afgan otu dilenir. Ona birikmiş borcunu ödeyebilmesi için birkaç işe daha gitmesi gerekmektedir. Sakso çektiği ikinci müşterisinin ardından motorunun arkasına atladığı esrarengiz adam onun sonunu hazırlayacaktır. Dehşet içinde çırpınırken küçük bir kızı olduğunu söylemesine rağmen gözü dönmüş adamın acıması yoktur. Genç kadını kendi baş örtüsü ile boğduktan sonra siyah çarşafa sarar ve cesedini şehre tepeden bakan ıssız bir tepeye öylece bırakır.

Dünya prömiyerini Cannes Film Festivali ana yarışmasında yapan ‘Kutsal Örümcek / Holy Spader’ ön jenerik öncesinde çoğunlukla Amerikan cinayet öykülerini hatırlatan böylesine ürpertici bir bölüm ile açılıyor. İran doğumlu yönetmen Ali Abbasi’nin yüksek öğrenimi için ülke dışına çıktığı 2000 – 2001 yıllarında Meşhed kentinde işlenmiş seri cinayet sarmalından yola çıkıyor film. İran’ın kutsal hac beldesi olarak bilinen başkent Tahran’ın ardından ikinci büyük şehrini korkuya salan seri katil gerçek hayatta 16 cinayetin ardından yakalanmış ve yönetmen dahil bir çok kişinin şüpheli bulduğu idam kararıyla infaz edilmiştir. Abbasi gerçek öyküden hareketle cinayetlerin önünün neden bu denli geç alındığını araştırmak ve bu vesile ile mollaların yönettiği çağdaş İran toplumuna ayna tutmak istemiş. Bunu 6 aydır yakalanamayan seri katili araştırmak için Meşhed’e gelen kurmaca kadın gazeteci karakteri ile yapmayı deniyor. Tahran’da kendisine sarkıntılık eden editörüne karşı koyduğu için işinden olan ve serbest gazeteci olarak çalışan Rahimi (Cannes’dan en iyi kadın oyuncu ödüllü Zar Amir-Ebrahimi) bekâr bir kadın olarak rezervasyon yapmış olduğu otele kabul edilmekte sorun yaşıyor. Kendisini önemsemeyen, bir sonraki aşamada sarkmaya çalışan polis şefini bertaraf etmekle uğraşıyor ardından. Ancak tüm bunlar genç kadını yıldırmıyor. Kopya fahişe cinayetleri tekrarlanırken polisin gevşek davranması, kentin kutsal mahallelerinde ahlâksızlığa karşı cihat yaptığını ulu orta ilan eden, ardında delil bırakmaktan çekinmeyen katilin ‘kurbanlarını kutsal bir amaçla ağına çeken örümcek’ kod adıyla bir kahramana dönüşmesine tanıklığı onun kararlılığını tetikliyor.

Abbasi bizde sinemalara gelmeyen ilginç psikolojik gerilim denemesi olan ilk uzun metrajı ‘Shelley’in (2016) ardından İsveç’te çektiği 2018 yapımı ‘Sınır / Gräns’ ile dünya çapında tanındı. Cannes’ın ‘Belirli Bir Bakış’ seçkisinde en iyi yönetmen ödülü almasının ardından Oscar adayı olmuş makyaj çalışması ile ülkemizde de büyük ilgi toplayan yapım, sınır polisi Tina’nın kendi kadar tuhaf bir adamdan etkilenişi ve öz varlığını sorgulayacağı sırları öğrenişi üzerine doğaüstü ve kara film ögelerini ustaca harmanlayan çizgi dışı bir aşk filmidir. Kuzey mitolojisinden esinlenmiş gençlik yıllarını geçirdiği ülkesi üzerine bir film yapmak istemiş sinemacı ama bu arzusu kolay hayata ‘Sınır’ın ardından çocukluk ve ilk geçememiş. Cinsellik ve şiddet unsurları nedeniyle ülkemizde ‘16 yaş üzeri’ ibaresini almış olan bir filmin İran sınırları içinde çekilemeyeceği baştan belliymiş. Çekimler için Türkiye’de karar kılınmış, setler hazırlanmış ve önemli ölçüde para harcanmış olmasına karşın, yönetmenin düşüncesine göre İran yetkililerinin muhtemel baskısı yüzünden Türkiye’deki çekim izni iptal edilmiş. Bunun üzerine benzer bir coğrafyaya sahip Ürdün’de tamamlanan filmde gazeteci Rahimi’yi oynayacak oyuncu İran rejimi ile ters düşme endişesi ile son anda filmden ayrılınca projenin 41 yaşındaki kast yönetmeni Ebrahimi kendisini başrolde buluvermiş. Popüler bir televizyon yıldızı iken 2006 yılında kendisinin yer aldığı iddia edilen bir seks kasedi skandalı nedeni ile gözden düştükten ve devlet yetkilileri ile başı derde girdikten sonra çareyi İran’ı terk ederek Paris’e yerleşmekte bulan sanatçı yaşadığı kötü deneyimi filmin hizmetine sunma fırsatı bulmuş. Bu da Danimarka’da yaşayan ve ülkesini uzaktan eleştiren Abbasi’nin kızgınlığı ile birleştiğinde ortaya öfke yüklü bir film çıkmış. Bir İran öyküsünde belki de ilk kez cinselliği ve yoğun şiddeti kullanma fırsatının şehveti ile kantarın topu fazla kaçmış. Korku ve kara film ögelerine pek düşkün Abbasi eşarp cinayetlerini katilin gözünden en ince ayrıntılarına kadar gösteriyor. Hem de bir değil, iki değil tam üç kez benzer infaz anlarını izlettiriyor. Sarılı olduğu halıdan ayağı çıkmış cesedin önünde katilin ve her şeyden habersiz karısının çıplak cinsel ilişkisine yer veriyor. Bir gerilim filminin Batı seyircisini cezbedecek tüm klişelerini kullanmakta ısrar ediyor. Bu da röportajlarında sözünü ettiği ‘seri katiller yaratan bir toplum eleştirisi’ savını zedeliyor. Klasik polisiyelerin aksine katil Said’i (Mehdi Bajestani) en başından deşifre ediyor. Irak savaşından yara bere almadan dönmüş 3 çocuklu inşaat işçisini ve mazbut aile yaşantısını gözler önüne seriyor. Ancak, şehit ya da gazilik mertebesine ulaşamamanın ezikliği (!) içinde toplum hayatına geri dönen adamın sapkın psikolojisi yeterince derinleşemiyor. Kanun dışılığın kol gezdiği kentte kadın erkek toplumun her kesiminin seks işçilerine bakışı ve iki yüzlü ahlâkının irdelenmesi klişe düzeyini aşamıyor. Said’in ergenlik çağındaki oğlu Ali’nin küçük kız kardeşini konu mankeni olarak kullanmak suretiyle babasının cinayetlerini temsili olarak canlandırdığı sahne Abbasi’nin hedefi doğrultusunda çok iç paralayıcı bir bölüm gerçi ama iki saate yaklaşan filmin geri kalanı aynı amaca hizmet etmiyor ve de iyi bir polisiyede olmaması gereken mantık ve süreklilik hataları ile irtifa kaybediyor.

(01 Aralık 2022)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanaran.com

Dünyanın Tüm Ötekileri

Luca Guadagnino’nun Venedik Film Festivali’nden yönetmen ve oyuncu ödülleri ile dönen son filmi ‘Kemikler ve Her Şey / Bones And All’ yağlı boya çizimlerle açılıyor. Kırsal Amerika ıssız bozkırlarının resmedildiği çalışmalar soluk soluğa bir yol serüveninin habercisi gibidir. Siyahi babası ile kader birliği yapmış Maren’in kısa hayatı kasabadan kasabaya göç ederek geçmiştir. Çekmiş gitmiş annesini hiç tanımaz. Ona ait hiçbir anı, bir fotoğraf bile yoktur. Babası da annesi hakkında konuşmaz. İçe dönük genç kız okulun popüler kızlarından bir davet aldığında, babasının geceleri yattığı odanın kapısını kilitlemesi onu durdurmaz. Homoerotik bir yakınlaşma üzerinden ilerleyen kızlar partisi, Maren’in yakın arkadaşının ojeli parmağını nerdeyse koparacak şekilde arzu ile ısırması kızlar kadar izleyiciyi de dehşete düşürür. Soluk soluğa eve dönüşü babası için bir sürpriz değildir. Doğası gereği tıpkı annesi gibi Maren de insan eti ile beslenme ihtiyacı duymaktadır. Yapacakları tek şey taşıyabilecekleri üç beş eşyayı yanlarına alıp polis gelmeden önce Virginia’yı ve yaşadıkları alüminyumdan fakir evlerini bir an önce terkederek başka bir kasabaya kaçmaktır.

Maren 18’ine geldiğinde baba pes eder. Doğum belgesini ve olan biteni anlattığı bir teyp kasetini (film 80’li yıllarda geçiyor) kızına bırakarak ortadan kaybolur. Kendi yolunu çizmek için yola çıkan Maren derin Amerika’nın izbe kasabalarından geçerek Minnesota’da yaşayan annesinin izini sürmeye kararlıdır. Bu uzun yolculukta kendi gibi insan eti yiyenler ile karşılaşacak, onları kokularından tanımayı öğrenecek, ona şefkatle yaklaşan çılgın Lee’ye aşık olacaktır.

Camille DeAngelis’in 2015’te yayımlanmış ödüllü ‘genç yetişkin’ romanından, yönetmenin gözde senaristi David Kajganich’in uyarladığı film, dehşetengiz açılışının ardından hikâye boyunca seyri kolay olmayan kanlı sahneler ile sürmesine karşın Guagnino’nun elinde tipik bir korku gösterisine sapmadan yönünü şefkat yüklü bir aşk hikâyesine çeviriyor. Bu belki de fazla aşırı örnek üzerinden doğası gereği dışlanmış, toplum dışına itilmiş tüm ötekilerin derdi üzerine bir söyleme evriliyor. ‘Beni Adınla Çağır / Call Me By Your Name’ ile Timothée Chalamet’yi sinema evrenine tanıtan İtalyan sinemacı, bu kez aynı şeyi kırılgan Maren’i canlandıran Taylor Russell ile gerçekleştirmiş, deli dolu Lee’yi canlandıran her daim gözdesi Chalamet ile birlikte çıkış yolu arayan genç kızın çaresiz arayışını ön plana çıkarmış. Filmin en akılda kalıcı iki yorumu ise eski tüfeklerden geliyor. Kenarı tüylü fötr şapkası, uzun saçları at kuyruğu örgülü, beslendiği insanların saçlarını birbirine bağladığı örgüyü yanından ayırmayan, insan öldürmeyi sevmeyen ve de ölmekte olan insanların kokusunu uzaktan alabilme yeteneğine haiz yaşlı ‘yiyici’ Sully’de deneyimli oyuncu Mark Rylance’in performansı olağanüstü. Keza kısa rolünde harikalar yaratan pasaklı Jake’de yine unutulmaz bir aktör Michael Stuhlbarg harikalar yaratmış. Yiyici olmayan müridi Brad (yönetmen David Gordon Green) ile takılan Jack filmin adını da açıklıyor izleyiciye. Beslenmenin doruğunda bedenin son kemiğine kadar yendiği aşkın anı ifade ediyor ‘Kemikler Ve Her Şey’. Bu kadarı da olmaz diyenleriniz çıkacaktır. Haklısınız bu film herkese göre değil. Lakin, doğası gereği ötekileştirilmiş insanların çaresizliğini her midenin kaldıramayacağı bir metafor üzerinden irdeleyen bu çizgi dışı yapım, görüntüleri, kurgusu ve müzik bandı ile titiz bir çalışmanın ürünü olarak ilgiyi hak ediyor.

(26 Kasım 2022)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Alt Sınıfların Öfkesi

Altın Palmiye ödüllü Ruben Östlund yapıtı ‘Hüzün Üçgeni’ne kardeş geldi. Mark Mylod imzası taşıyan ‘Menü / The Menu’, İsveçli sinemacı gibi büyük burjuvaziyi topa tutuyor. Zenginler topluluğu bu kez gizemli Hawtorn adasındaki ultra lüks restoranda toplanmıştır. Aralarında gurme iş adamları, genç borsacılar, eski kurt Hollywood aktörü ve yemek eleştirmenlerinin bulunduğu 12 kişilik grup, kişi başı 1.250 dolarlık zengin menüyü beklerken, ünlü şef Slowik (Ralph Fiennes) adada yetiştirilmiş bitkiler, taze kesilmiş etler ve yeni avlanmış deniz ürünleriyle onları şaşırtmaya hazırdır. Hassas lezzet profillerinin tadına varabilmek için yemek öncesinde sigara içmemeye özen gösteren davetliler, karizmatik şefin askeri disiplin ile yönettiği mutfak ekibinin hazırladığı şok edici sürprizlerle sarsılmaya hazırdır artık.

Seth Reiss ile Will Tracy’nin kaleme aldığı senaryonun über zengin sınıfın erişilmez dünyasına, doymak bilmez iştahına bakışı, Östlund kara mizahının ötesinde müthiş bir öfkeyi barındırıyor. Yetenekli bir aşçı iken mutfak sanatını varlıklı sınıfın hizmetine sunarak yükselmiş olan Slowik’in burnundan kıl aldırmaz müşterileri, gizli sırlar ve saklı günahlar tabak sunumları ile deşifre edilirken akşamın gerilimi adım adım yükselmektedir. Bardak taşmıştır artık ve gecenin bundan sonrası davetliler için hayatta kalma mücadelesine dönüşecektir.

Daha önce ‘Taht Oyunları / Game of Thrones’, ‘Entourage’, ‘Succession’ gibi bol ödüllü televizyon dramalarında yönetmenlik görevi üstlenmiş olan Mylod, sürrealizmin babası auteur sinemacı Luis Buñuel imzalı ‘Yok Edici Melek / El Angel Exterminador’un ana esin kaynağı olduğunu belirtiyor bir söyleşisinde. Amerikalı sinemacının tek mekânda ilerleyen filmi gün karardıkça şok edici süprizlere doğru yol alırken, Hitchcock’un ünlü klasiği ‘İp / The Rope’ta olduğu gibi gece bastırdığında gerilim doruğa tırmanıyor. Varlıklı bireylerin başına neler mi geliyor, o kısmı filmi seyredecek olanlara bırakalım. Finaldeki cümbüşü, üzerinden yağ damlayan nefis çizburgerine iştahla gömülmüş, kazara topluluğun arasına sızmış Nebraskalı Margot (Anya Taylor-Joy) ile birlikte izleyebilirsiniz.

(25 Kasım 2022)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Yaşamınız Gözlerinizin Önünden Geçsin

Aklından geçeni yüzüne yansıtmayanlar vardır, bilirsiniz… “Poker surat” dedikleri bu insanların ne sevindiği belli olur ne de üzüldüğü… En ufak bir kıpırtıyı, mimiği bile kaçırmamak için, dahası ondan yola çıkıp da düşüncesini yakalamayı istersiniz ama o fırsatı hiç tanımaz. Sadece size değil, kimseye vermez o fırsatı. Böylesi “donuk” insan sevilebilir mi? Kasap çengeli örneği kocaman bir soru işareti. Onu tanımlayana dek günler, aylar geçer…

İşte öyle biridir Jake, hayatını pokerden kazanan bir kumarbaz. Öylesine donuktur ki, sevgilisinin beklentisinden bile haberi yoktur. Öylesine kendisiyle ilgilidir ki, kızının taleplerini bile umursamaz. Öylesine şişik egoludur ki, çocukluk arkadaşlarını bile gözünü kırpmadan tehlikeye atar…

Senaryosunu da yazan, yönetip başrolünü üstlenen Russell Crowe, kumarbazlıktan çok insanları tahlil ediyor. Jake, çocukluk arkadaşlarını bir akşam evine davet eder ve hayatları boyu bir daha asla karşılaşamayacakları bir öneri sunar. Poker oynayacaklar ve kazananın parası inanılmaz çok olacak. Tek kural vardır: Ne istemeyebilirler -ki zaten o parayı duyanın bir el bile olsa oynamaktan kaçınması pek mümkün değildir- ne de oyunu yarım bırakabilirler.

Tam sosyolojik bir hesaplaşma olacaktır bu oyun. Hem değil mi ki, bizde de “kişiyi yolculukta tanırsın” denir… Çocukluktan bu yana bir arada olan, birbirleriyle dayanışma gösteren arkadaşlar, yıllar içinde farklı işlere girmiş farklı bir yol tutturmuş bile olsalar para her zaman her kapıyı açan bir anahtar olduğu için bu kez hem elde edecekleri kazancın hem de gelecekte yaşayacakları rahatlığın düşü ile mest durumdayken…

Tam o sırada…

İşte tam o sırada, “Olmaz ki, böyle de yatılmaz ki” diyor ya Orhan Veli, bilinen en güzel Fahriye Abla şiirinde, en tam da öyle… Olmaz ki, böyle de denk gelmez ki…

Ne olduğunu filmi izleyince görüp şaşıracak, belki kızacak, belki de sevineceksiniz.

Sanatın yaşam içerisinde belirleyici bir gücünün olduğunu, her türlü kötülüğü yeneceğini bir kez daha göreceksiniz. Tamam, kabûl, kumar parasıyla, haksızca elde edilmiş sanat eserleri ama koruyanının ve kollayanının olması; değer vermesiyle doğru orantılı geleceğe kalmasını sağlaması önemli.

Sahi, filmin bitiminde kumarbazın portresini yapan genç ressamın tuvaline yansıttığı duyguları ile sizin salondan çıkarkenki duygularınız arasında epey bir fark olacaktır, muhakkak.

Tehlikeli Oyun (Poker Face), duygu, gerilim, Yönetmen ve Senaryo: Russell Crowe, Oyuncular: Russell Crowe, Liam Hemsworth, RZA, Elsa Pataky, Aden Young, Steve Bastoni, Daniel MacPherson, Brooke Satchwell, Molly Grace, Paul Tasson and Jack Thompson… 25 Kasım 2022 tarihinden başlayarak gösterimde…

(24 Kasım 2022)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Erkek Egemen Bakışın Korkunç Ağırlığı: Kutsal Örümcek

Başınızı iki elinizin arasına alın, gözlerinizi kapayın ve bir an düşünün. Toplumsal yapı insanları ne denli etkiliyor? Bir başka şekilde soralım: Mahalle baskısı yaşamı nasıl ve ne kadar cehenneme çeviriyor?

İran’da, başörtüsü zorunluluğuna karşı çıkan kadınlar, Mahsa Amini’nin ahlak polisi tarafından öldürülmesinden sonra yüzlerini bile saklama ihtiyacı hissetmeden en merkezi yerlerde bile saçlarını açıyor. Bu, yeni bir İran’ın ufuktan doğduğunun göstergesidir.

Birkaç gün sonra, 27 Kasım’da birçok kentin ana meydanlarında olduğu gibi İstanbul’da Kadıköy’de yapılması planlanan “Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü” eylemlerinin İran’daki kadınların mücadelesinden farkı yok. Bütün ülkelerin kadınları, aynı gün “Kadın Yaşam Özgürlük” sloganını haykıracak ağız dolusu, cinayetlere ve haksızlıklara karşı öfkeyle…

Ali Abbasi’nin, Cannes’da En İyi Kadın Oyuncu ödülünü kazandıran filmi Kutsal Örümcek (Holy Spider), kenti seks işçilerinden temizlemeye kararlı bir adamın yaşattığı vahşeti, buna bağlı olarak da devletin kolluk güçlerinin, adaletle doğrudan ilgili olmasına karşın hiç de adil olmayan mahkemelerinin ve alabildiğine tutucu halkın savunması eşliğinde izliyoruz.

Said, Irak savaşından sonra kendisini boşlukta bulmuş, çocukları ve eşiyle iyi ilişkiler içinde görünse de içten içe “kahramanlık” peşinde olan inşaat işçisidir. Rahimi, polisin ve adliyenin yapmadıklarını ortaya çıkarmak ve öldürülen kadınların izini sürerek katili bulmak isteyen bir gazetecidir.

Rahimi, kendisini taciz eden gazete yönetmenini ifşa ettiği için işten atılmıştır. Olayları takip etmek amacıyla gittiği kentte yalnız bir kadın diye otele bile alınmak istenmez. Ancak askıntı olmak için gelen polis elini kolunu sallayarak girer, kimse de bir şey sormaz.

Said, eşini ve çocuklarını annesinin evine bıraktığı geceler motoruyla sokaklarda çalışan kadınların peşine düşer. Bir gecelik ilişki için evine aldığı kadınları boğarak öldürür.

Filmin önemli aşaması, Rahimi’nin bütün engellemelere karşın Said’i yakalatmak için çabalamasıdır. En sonunda, kendisini seks işçisi gibi gösterir ve Said’in motoruna biner. Akıllı ve cesurdur, bir şekilde kurtulur; tabii Said’i yakalatır, tutuklatır.

Asıl önemlisi bundan sonrasıdır. Neredeyse her şey yeniden başlamaktadır. Said yaptıklarını savunur, “deli raporu” alıp da kurtarmak isteyen önemli insanlara ve hatta adalet bakanlığının yetkililerine rağmen. Gazeteler (orada da yandaş basın var muhakkak ki) Said’in haklı olduğunu yazar. İnsanlar aralarında Said’i ve haklılığını konuşur. Hatta sokaklarda gösteriler yapılır Said’in iyi bir şey yaptığını iddia eden… Verilen idam hükmü üzerine yetkililer mahkeme kararının uygulanmayıp kurtarılacağına dair Said’i ikna ederler.

Filmin sonunda, Said’in oğlunun, babasından yana olduğunu söyleyerek küçük kardeşini de halıya sarıp öldürme uygulamasını göstermesi, sorunun ne denli büyük ve kalıcı olduğunun da işaretidir. Bizim ülkemizde de insanlar, söylentilere, hurafelere, cinlere, üfürükçülere inanıyor hâlâ. Hem eğitim zayıf, hem de insanlar körü körüne inanıyor söylentilere. İşin içine din katılınca ne eğri kalıyor ne haklı… Sonra da psikolojik sorunlarını yenmek için hastaneye gitmek yerine insan öldürmeye soyunuyorlar. Filmde anlatılan seri cinayetler bizim ülkemizdeki kadın cinayetleri, doktorlara saldırı ile birebir aynı.

Kutsal Örümcek (Holy Spider), duygusal, belgesel, gerilem, Yönetmen ve Senaryo: Ali Abbasi, Oyuncular: Mehdi Bajestani, Zar Amir Ebrahimi, Arash Ashtiani, Alice Rahimi, Sara Fazilet, Nima Akparbour… 25 Kasım 2022 tarihinden başlayarak gösterimde…

(22 Kasım 2022)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Silgiden Korksaydık Hata Yapmazdık

Mirza ve Mirhat ikiz kardeştir. Yoksul bir Diyarbakırlı ailenin okula da giden, birbirlerinden ayrılmayan çocuklarıdırlar. Biri idealist diğeri realisttir kendi deyimleriyle. Biri daha duygusal diğeri daha ataktır. Biri telekinetik enerjiyle bekçinin evinin camlarını kırarak ona ders (!) verebileceğini sanır. Diğeri, o gözlerini kapatmışken attığı taşla kırar… Sonuçta ikisi de mutludur. Bu iki kardeşin Diyarbakır sıcağında tek bir arzuları vardır: Havuza girmek. Güvenlikli, duvarlarla çevrili, özel bekçileri olan sitenin havuzunu gözlerine kestirseler de bekçi engelini aşmaları mümkün değildir…

Yoksul aile dedik ya, uyumlu, kendilerince kendilerini yetiştirmiş ama yetmediğini fark ettiğimiz aile de mutludur aslında. Kavga, kaç-göç yoktur. Birlikte oyunlar oynayarak, çocukların iyi yetişmeleri için sorular sorup yanıtlarını öğrenerek yaşayıp giderler.

İkizlerin bu kadar keyifli olması öğretmenin gözünden kaçmamıştır; hemen her derse gülümseyerek başlamak için bir espri yapmalarını ister. Okulda da her şey yolunda gitmektedir.

Güvenlikli, girilmesi yasak sitede yaşayan bir kızla çocukluk flörtü bile yaşayamasalar da, Surların duvarları arasında dolaşsalar da, aşağı mahallenin çocuklarından çekinseler de tek amaçları havuza girmektir.

Aydın Orak, kendisinin yazdığı sıcak, izleyiciyi sarıp sarmalayan, merak ettiren bir senaryo yazmış ve bunu başarmış. Yalın bir dili var filmin, atraksiyonlara girmeden, izleyiciyi yormadan çocukların o içten, o muhteşem oyunlarını izlettiriyor.

Doğan Güzel’in “Qırıx” karakterini anımsatan filmde, Aydın Orak, bir mesaj peşine düşmek yerine gündelik yaşamın yansımalarına odaklanmış. Belli ki iyi gözlemlemiş insanları ve mekânı. Belli ki izleyicinin yorumunu istemiş. Yönetmenin tiyatroculuğundan kaynaklı olsa gerek oyunlar biraz abartılı ve kamera karşısında…

Derdini anlatan bir film, öncelikle filmin süresi 93 dakika. Uzatmanın, sündürmenin gereği yok ve temposu da hiç düşmüyor… Belki bazı karakterler biraz daha ayrıntılı işlenebilirdi, çocukların, surların dibinde buldukları tabancanın filmin içinde bir “işe yarayacağı” (!) beklenebilirdi, o da izleyicinin muhteşem belleğine kalsın. Kültür Bakanlığı desteği de alan film aslında tam bir “öteki” filmi. Kürtler hep öteki olarak görüldüler ya… Bu açıdan da önemli bir film.

Sabırsızlık Zamanı artı bir yıldızı hak ediyor, kim ne derse desin.

Sabırsızlık Zamanı, duygu, Yönetmen ve Senaryo Aydın Orak, Oyuncular: Mirza ve Mirhat Zarg, Pelin Batu, Rıza Sönmez, İştar Gökseven, Ali Seçkiner Alıcı, Feride Çetin… 18 Kasım 2022 tarihinden başlayarak gösterimde…

(15 Kasım 2022)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Bardağın Dolu Tarafı… Tamirhane

Araba çalarken sahibinin kalp krizi sonucu ölmesi sonrasında olaylar beklenmedik bir şekilde gelişir. Keyifli, izlenirliği yüksek, temposu düşmeyen, güçlü kadrosuyla da yüksek gişe yapacak bir film Tamirhane.

Bir gazetede, filmin yönetmenliğini üstlenen Erkan Kolçak Köstendil’in, bir takımda kalecilik yaptığı haberi vardı. Orada, Köstendil, “Bir çocuk benden görüp bir kulübün altyapısına başlarsa bu bana yeter de artar.” diyor. Onun bu sözünü rehber alıp da seyircinin bu denli güçlü bir kadrolu ve tempolu filmi keyifle izleyeceğini öngörmek çok da zor değil.

Tabii ki, daha çok film çekilsin, daha çok insan sinemaya gitsin, daha çok izlensin filmler… Sanat her sorunun çözümünde hepimize yol gösterir, kurgu da, mizah da olsa.

Ancak…

Bir “ancak” var ama. İşte orası belirleyici. Aynı haberde Köstendil, içine sindiğini ifade ediyordu. Gerçekten içine sindiği doğru mu acaba?

Öncelikle herkes film çekebilir. Herkes resim de yapar, oynar da, heykel de yontar, şarkı da söyler… Beceremediğinin farkına kendisi var(a)mazsa, yaptığı işin yeterli olmadığını hedef kitlesi gösterir.

Bülent Şakrak’ın yazdığı ve önemli bir karakteri canlandırdığı Tamirhane’de senaryo rejiye göre çok daha ileride. Yönetmen biraz daha özenli olsa veya dersine çalışmış olsa senaryoyu taşıyabilirdi. Taşırdı da, çünkü kadro gerçekten çok iyi. Yönetmen oyunculara mizansen ver(e)mediği için olsa gerek, istenilen düzey yakalanamamış. Bu haliyle olmamış mı? Olmuş. Çok da izlenir. Dijital platformlarda da öne çıkar (televizyonlarda “bip”ler ve RTÜK sansürü nedeniyle izlemenin keyfi hiç kalmaz). Ancak popülerliği, bir süre sonra biter ve unutulur.

Eril dil, cinsiyetçi küfür

Bülent Şakrak, belki de gündelik dilde, hemen herkesin diline pelesenk olmuş cinsiyetçi küfürleri vara yoğa savuran karakterler yaratmış. Konuşmalardan onları çıkardığınızda ne konuştuklarını anlamak pek mümkün değil. Kadınların temel haklarının (referandum bile gündeme geldi de, temel haklarda referandum mu olurmuş, diyerek vazgeçildi, iyi de oldu) konuşulduğu, kadın mücadelesinin verildiği bu günlerde, bunca eril dil, çok da yakışık almadı düşünsel olarak. Ama hak vermemek de elde değil senariste, “para tatlı”.

Peki, unutulsun mu? Yazan da, yöneten de, oynayanlar da unutulmasını isterler mi? Hayır, tabii ki, istemezler. O zaman neden biraz daha çalışmazlar, neden titizlenmezler? Çünkü her şeyi biliyorlar değil mi? Onlarca filmde çalışmış ya da oynamışlardır muhakkak, deyim yerindeyse gözleri kapalı en iyisini yaparlar. Doğrudur, yaparlar, inanıyorum. Ama yine de inanmak yeterli gelmiyor.

Biz bu öyküyü biliyoruz…

Biraz dostluk, sorgusuz sualsiz bağlılık, platonik aşk, aralara biraz vurdu kırdı, birinin biraz daha zeki, diğerinin biraz daha ne derlerse yapması ve bol konuşma… Resmin estetik yanı olmasa da olur, çekim ölçeklerine kim bakar, seyirci zaten bunalmış ekonomik sorunların batağında… Ver gazı, biraz gülsün (futbol seyircisinin uluorta bağırıp küfretmesi gibi) boşalsın yeter… Bu ilişkinin arasına serpiştirilen birkaç (bilinen ve daha önce izlediğimiz) sürpriz, senaryonun o çok bilinirliğini silmiyor.

Erkan Kolçak Köstendil, yönetmen olmanın gerçekten meşakkatli ve zor bir süreçten geçilmesi olduğunu anlamıştır sanırım. Yeni filminde (umarım yeniden geçer kamera arkasına) hazırlık ve rejiye daha bir çalışarak “motor” diyecektir.

Tamirhane, mizah, Yönetmen: Erkan Kolçak Köstendil, Oyuncular: Nejat İşler, Rıza Kocaoğlu, Merve Dizdar, Erkan Can, Engin Hepileri, Bülent Şakrak… 11 Kasım 2022 tarihinden başlayarak gösterimde…

(09 Kasım 2022)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com