Etiket arşivi: Killers of the Flower Moon

Petrol Kadar Kara

Unutulmuş tarihi süreçleri derin bir inceleme sonucunda gün ışığına çıkarmasıyla bilinen araştırmacı gazeteci yazar David Grann’in 2017 yılında yayımlandığında büyük yankı uyandıran kitabı ‘Dolunay Katilleri: Osage Cinayetleri ve FBI’ın Doğuşu’ bir ulusun geçmiş günahlarını belgeleri ile ortaya koyan dehşetengiz bir Amerikan suç ve ırkçılık öyküsüdür. Kitabın merkezinde ABD hükümeti tarafından Oklahoma’daki Kızılderili Bölgesi’ne yerleştirilen yerli kabilesi Osage Halkı yer alır. Ohio ve Mississippi nehri vadilerindeki verimli topraklardan batıya sürülenler için Tanrı’nın başka bir planı olacaktır. Gündüz kıtlığın gece aç kurtların dolaştığı bu olabilecek en berbat topraklarda 19. yüzyıl sonlarında ‘kara altın’ın bulunmasının ardından kabile maden haklarını elinde tutmak ve arazilerini müteahhitlere kiralamak suretiyle fevkalade zenginleşecek, 1920’lere gelindiğinde Osage halkı kişi başına en yüksek gelire sahip toplululuk olarak anılacaktır.

Lakin Beyaz Amerikalı’nın topraktan fışkıran baş döndürücü zenginliği yerli kabilelere bırakma niyeti yoktur. Önce gözü dönmüş vurguncular bölgeye akın eder. Göz dikme ve el koyma, ABD hükümetinin onayıyla devreye giren, -yetersiz’ görüldükleri için- Kızılderili servetlerinin beyazlar tarafından yönetildiği çarpık, düpedüz ırkçı ‘vasilik’ sistemi ile ayyuka çıkar. Daha da kötüsü, yine 1920’lerin başlarında ‘Korku Krallığı / The Reign of Terror’ olarak adlandırılan süreçte düzinelerce Osage insanı, arsenik katılmış viski ile yavaş yavaş zehirlenme dahil korkunç yöntemlerle infaz edilir. Böylece evlenme yoluyla yerli ailelere sızan beyazlar hunharca katledilenlerin mirasçısı olarak petrol hisseleri dahil ‘kelle hakları’nın üstüne oturur. Yeni kurulmuş olan FBI, 1923 yılında Osage ileri gelenlerinin talebi üzerine soruşturma başlatır. New Yorker ekibinden yazar Grann’in büronun başarı ile yürütülmüş ilk cinayet davaları üzerinden ilerleyen yaman araştırmacı gazetecilik öyküsünün ana kahramanı ise soruşturmayı yürüten eski Teksas korucusu FBI dedektifi Thomas Bruce White’dan başkası değildir.

Leonardo DiCaprio kitabı ilk keşfedenlerden biri olarak film haklarını yayım öncesinde satın almış ve ‘hep bir Western yapmak istemiş’ olan hamisi Martin Scorsese ile uzun bir çalışma dönemi geçirmiş. Araya oyuncunun ve yönetmenin başka filmleri girmiş, senaryo yazarı Eric Roth ile birlikte birkaç taslak üzerinde çalıştıktan sonra hikâyeyi romanın ana kahramanı olan FBI görevlisi yerine, Osage zenginliğine gözünü dikmiş beyaz dayı-yeğen üzerine kurma fikri tercih edilmiş.

80 yaşındaki Scorsese’nin yönettiği, Amerikan tarihinin utanç verici sayfalarından birini konu alan ‘Dolunay Katilleri / Killers of the Flower Moon’ doğrudan mahkeme tutanaklarından ve Grann’in Osage cinayetleri davası üzerinden yürüyen Roth’un dramatik kurgusundan yola çıkmış. Birinci Dünya Savaşı’ndan iç organlarından hasarlı bir biçimde dönen Ernest Burkhart (Leonardo DiCaprio), Fairfax şerif yardımcılığını da yürüten sığır çiftliği sahibi dayısının başrolde olduğu suç kampanyasına dahil olmak suretiyle köşeyi dönme planları peşindedir. Kaba saba genç adam üstünü başını düzeltir düzeltmez dayısının önerisi üzerine, biraz da deniz mavisi gözlerinin yardımıyla babasız zengin Osage ailesinin büyük kızı Mollie (Lily Gladstone) ile evlenmeyi başarır. Karısının akrabaları meçhul cinayetler sonucu bir bir ortadan kaldırıldıktan sonra sıra kronik şeker hastası Mollie’ye gelecektir.

Deneyimli Scorsese Amerikan tarihinin petrol kadar kara geçmişini neşter altına yatırdığı ilk Western’inde kariyerinde önemli bir yer teşkil eden suç ve kara film unsurlarını tarihi belgelerle kaynaştırmak üzere yola çıkmış. Öte yandan Osage halkının yaşadığı yerlerde topluluğun yaşayan gerçek üyeleri ile işbirliği yaparak bölgenin otantik kültürünü, düğün, cenaze törenlerini, dua ritüellerini belgesel tadında yansıtmayı arzulamış. Bir de zaman içinde filizlenen bir aşk hikâyesine yer vermek istemiş. Bu da çok amaçlı destansı yapımın hayli uzaması, tekrara ve hantallığa düşmesine neden olmuş. Romanın etrafında şekillendiği FBI hadisesi ve dedektif Tom White’ın (Jesse Plemons) perdede gözükmesi için 2 saati aşkın bir sürenin geçmesini bekliyorsunuz örneğin. Burkhart çiftinin üç çocuğunun dünyaya geldiği 8-10 yıllık süreçte ana karakterlerin değişim süreci ve Scorsese’nin bir söyleşisinde ifade ettiği ‘masum olmayan karakterlere insanlık katmak’ çabası da maalesef pek işlemiyor. De Niro’nun çok bildik yorumuyla canlandırdığı William ‘King’ Hale’in Osage halkı için ‘çok nazik ve cömertler ama hastalar’ diyerek ‘şansın seçtiği insanları’ yok etmeyi olağan sayması, ‘yollar, okullar hastaneler yaptım, onları 20. yüzyıla taşıdım’ kibrinin, geleneksel ‘Beyaz Amerikalı Irkçılığı’nın (filmde bir sahnede eş zamanlı olarak zencilerin katledildiği Tulsa olaylarına da yer verilmiş) mahkûm edilişi değerli kuşkusuz, ancak deneyimli oyuncuları ve teknik ekibi ile görselliği sorunsuz duran yapım dağınıklığı yüzünden 4 bölümlü mini dizi duygusunu fazlaca hissettiriyor. Bu hakiki Vahşi Batı kâbusunun, petrol kadar kara hikâyenin ruhunu yakalayabilmek için ise David Grann’in soruşturma belgelerini, birinci ağızdan tarihi kayıtları, verilen ifadeleri yıllarca titizlikle inceleyerek kaleme aldığı, film ile aynı adı taşıyan dilimize de çevrilmiş (İthaki Yayınları) kurgusal olmayan romanına göz atmanız gerekiyor.

(20 Ekim 2023)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Vahşi Kapitalizmin Yükselişi: Dolunay Katilleri

Martin Scorsese, sinemanın o kendine özgü izlenirliğini, anlatıcılığını ve yorumlayışını muhteşem bir şekilde yansıtıyor beyazperdeye. Deneyimli sinemacı, daha ilk kareden hem izleyiciyi hem de izleyicinin ruhunu kavramayı başarıyor (bana göre hep olduğu gibi).

Bu kez bir uyarlama… Tarihin içinden, sadece Amerikalıları değil, (isimleri değiştirin, istediğiniz ülkeye uyarlayabilirsiniz; maden için İngiltere, çevre korumacılığı için Türkiye, hatta son İsrail saldırılarına bile…) herkesi ilgilendiren bir öykü ve geleceğe yönelik dersler içeren.

Muhteşem bir açılış

Bir aşk öyküsü çerçevesinde, aslında bir soykırımın anlatıldığı filmde; William Hale (Robert De Niro), topraklarını çalmak ve petrol haklarını almak için Yerli Amerikalıları öldürüyor. Yeğeni Ernest Burkhart’ı (Leonardo DiCaprio), petrol haklarını devralma planının bir parçası olarak bir Osage kadını olan Mollie Burkhart (Lily Gladstone) ile evlenmeye ikna eder. Ernest, Mollie’ye aşık olur ve bu da planın bozulması anlamına gelir. Yeni kurulmakta olan (aslında hep var da, kurumsallaşmaya başlayan) FBI’ın bir ajanı (Jesse Plemons) cinayetleri araştırmak için şehre gelir.

Petrolün bulunmasıyla tarihin akışının da değiştiğini anlatarak başlıyor büyük usta filmine. Petrol, dünün yoksul ve hor görülen Osaka halkını, zengin ve Avrupa’ya gidip gelen, her birinin altında birer otomobille yaşayan insanlara dönüştürüyor. Birilerinin ağzı sulanmaz mı, böylesi bir durumda. Irkçılık kendini gösteriyor ve kukuletalı (Ku Klux Klan) katiller gecenin karanlığında değerlerin el değiştirmesini sağlıyor.

Evrensel bir öykü…

Yukarıda da değindiğim gibi, Birinci Dünya Savaşı sonrası, gelişme ve medeniyet adı altında bir katliam yaşanıyor. Bunu ister açgözlü para babaları, ister devletler, isterse devlete sırtını dayamış illegal örgütler yapsın; biliyoruz ki bugünlerin temelinde yatan gerçek bu.

Bu arada, kişisel kin, nefret ve intikam da giriyor devreye… Burkhart, Mollie’nin kişisel servetine göz koymuş ve mirasın paylaşılarak azalmaması için sanki ailenin yanındaymışçasına duruşu, genel anlamda insanın yaşananlar karşısında aldığı tutumu yansıtıyor.

Scorsese, gerçekten uzun olan filmde izleyiciyi sıkmadan, yormadan yılların birikimi ve deneyimiyle anlatıyor anlatacaklarını. Oyuncuları ünlü olsa da filmi taşıyan sinema dili ve çerçevenin görüntülediği estetik tat.

20 Ekim’den başlayarak gösterimde…

(19 Ekim 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com