Altın Portakal’ın 57. yolculuğu olağanüstü koşullarda başladı ve tamamlandı. Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Muhittin Böcek’in hastalıkla verdiği mücadelenin dışında etkinliklerin salgın koşulları göz önünde bulundurularak planlanması, organizasyonla ilgili düşüncelerimizi –ki, eleştirilerimizin ‘saklı’ olduğunu vurgulayalım- doğal olarak ikinci plana itiyor. Bu bağlamda, yakın bir süreçte, bir başka önemli festivalden ödülle dönen ve başkan olarak görevlendirilmesi “doktor olmasıyla” açıklanan isim de dâhil olmak üzere jüri oluşumunun mantığına yer vermeyeceğiz.
Devlet Yardımı Ekseninde “Sanat Sineması”
Festivalin Ulusal Yarışma bölümünde bu yıl 12 film yer aldı. Genel olarak bakıldığında, ortaya kimisi fazlasıyla tanıdık, kimi de yeni arayışlara işaret eden filmler izlediğimizi söyleyebilirim; ancak ilk elden altını çizmek istediğim şey, -öteden beri vurgulamakla birlikte- “festival sinemasında” Kültür Bakanlığı olgusunun her geçen gün belirleyiciliğini arttırdığı yönündedir. Desteklenen filmlerle gerçekten bağımsız olan yapımlar arasındaki tematik, hâttâ biçimsel farklılıklar, artık olgu üzerine kalem oynatmayı zorunlu hale getirmiştir. Yönetmeni oto sansüre iten, kamerasını özgürce kullanmasını engelleyen “herkesin bildiği sır” gibi bu durumun varlığı orada duruyorken kimi filmler nasıl bir yöntemle ve hangi nesnel yaklaşımla değerlendirilebilir? Doğrusu bilemiyorum. Bildiğim şey, “sanat sinemasında” cinselliğin neredeyse hiç olmadığı, “zararlı alışkanlıklardan soyunmuş” olarak ele alınan insanın tektipleşmeye doğru hızla ilerlediği ve “parayı verenin düdüğünü öttürdüğü”.
Bu noktada bir paradokstan da söz etmek gerekir: Yukarıdan aşağıya savunulan sanat dili, “yerli ve millî” olmanın dışında, “kutsal aileye” halel getirmeyecek bir bakış içermeli. Biraz da bu yüzden kimi festival filmleri bu yaklaşımı temel alıyor; ancak “çürüme” ve “tükeniş” atmosferi, ülkenin sosyo-politik ve kültürel ikliminden bağımsız olmayacak biçimde, ele alınan ailelerde kendisini gösteriyor. Gerek “Dirlik Düzenlik” , gerek de “Çatlak” bunun başarılı sayılabilecek örnekleri.
Susmak İçin Birçok Neden Var!
Önceki yıllarda bir sektör çalışanı, dizilerde akşam yemeği sahnelerinin -alkolün gösterilmesinin yaratacağı sorunlar nedeniyle- kahvaltıya dönüştüğünü söylemişti. Benzer bir durum festival sineması için de geçerli. Figürler gündelik yaşam formundan kopartılmak zorunda kalınınca gerçeklikle imtihanını kaybediyor, ortaya tuhaf bir manzara çıkıyor. İşin daha vahimi, sözgelimi “Kumbara” filmindeki başrol oyuncusunu, arkadaşıyla sahilde bira içerken gösteren sahne sinema yazarını dahi şaşkınlığa uğratabiliyor, anlatıda gerekli olan bu anları “radikal bir tutum” olarak nitelendirmesine yol açabiliyor. Gidişatın varacağı nokta için kâhin olmaya gerek yok; organizasyona kaynak yaratan erkin, festivallerin seçici kurullarını belirleme konusunda talepkâr olması an meselesidir. Bakalım o zaman hangi “sanat filmini”, nasıl tartışacağız?
Geçmişte kendisine açık kanalların, -sanki mesele bu noktaya gelmeyecekmiş gibi- savunuculuğunu yapanların önce tepki gösterip sonra suskunluğa gömüldüğü yerdeyiz. Evet, herkes her şeyi biliyor; ama konuşmamak için (kimisi adına o güzel günlere tekrar dönüleceği umuduyla, kimisi içinse iklimin sertleşmesinden dolayı) birçok neden var!
İklim Değişirken
Önceden festival filmlerinin ayrı bir dili ve matematiği olduğunu durmaksızın anlatanlar, şimdi kendi yarattıkları manzarayı inkâr ediyor gibiler. Daha metaforik, biçimselliğe daha çok yaslanan ve yaratılan festival iklimiyle uyumlu görünen göz ardı edilip konjonktürle bağ kuran öncelenebiliyor; aydın / yarı aydın tavrı farklılaşıyor. Bir filmin yaşanan olumsuz gelişmeleri -sinemasal bakımdan tartışmalı; ancak samimi bir temelde- kadını merkeze alarak masaya yatırması (“Hayaletler”), diğer filme göre öne çıkması için yeterli olabiliyor. Diğer film demişken (“Gölgeler İçinde”), içerdiği sistem eleştirisi ve finaliyle ortaya koyduğu “mücadeleci ruhun kutsanması”, muhtemelen fazlaca “biçimci” bulunduğu, içinden geçilen ortamda “yaraya merhem olamayacağı” için tercih sebebi olmuyor. Kişisel düşüncem, SİYAD ve Film-Yön jürilerinin verdiği karara paralel biçimde Erdem Tepegöz’ün filminin, festivalin en başarılı yapımı olduğu yönünde. Samimi bir çabanın ürünü olan, kimi parlak anlarına karşın tam da ilk filmden beklenebileceği biçimde yoğunluk içeren, ele aldığı figürleri ve olguları yeterince işleme şansı olmayan “Hayaletler”in tamamen kişisel bir kararla ödüllendirildiğini düşünüyorum. (Benzer şeyler, “pozitif ayrımcılık” içeren ödüller için de geçerli. Bu durum kantarın topuzunun kaçtığına işaret ediyor.) Bu durumun, ilk filminde gayet olumlu sinyaller veren Azra Deniz Okyay’ın sinemasını nasıl etkileyeceğini birlikte göreceğiz.
“Deneyimli” İsimler, Sıradan Filmler
Evet, Türkiye’nin neredeyse son 20 yılına damgasını vuran “festival filmi” olgusunda belli belirsiz bir değişim yaşanıyor. Bunun kalıcı olup olmayacağı şu anda belirsiz. Bu geçiş ikliminde “deneyimli” yönetmenlere de ayrı bir parantez açalım. Sineması adına gerçek bir “U dönüşü”nü gerçekleştiren Derviş Zaim, olasılıkla kariyerinin en sıradan filmiyle, “Flaşbellek”le kapılarımızı çaldı Antalya’da. Konjonktürden fazlasıyla beslenen, kendisini adeta resmi görüşün savunucusu olarak konumlandıran bu filmin sinema dili de çok tartışmalı. “Gölgeler ve Suretler”de olguya nesnel ve soğukkanlı bir bakış atmayı başaran Zaim’in Suriye sorununda emperyalizmi göz ardı etmesi ya da tek doğru sözü, “cani doktora” söyletmesinin ortaya çıkardığı trajikomik durum bir tarafa, yıllardan bu yana oluşturduğu özgün sinemasal arayışlara, teorik zemini çürük, durumu aksiyon ile kurtarmaya çalışan bir yapımla nokta koyması endişe verici. Reis Çelik ise yukarıda yaşanan değişimi açık farkla ıskalıyor; primitif bir yaklaşımla sinemasını yenileyemeden yolculuğunu sürdürüyor. Büyük altüst oluşlar çağında, oluşturduğu “toplumsal duyarlılık taşıyan yönetmen” kimliğini bir kenara iten Çelik’in öyküsü incir çekirdeğini dolduramayacak bir konuya sahip “Ölü Ekmeği”nde izleyicisine iki kez “Kiziroğlu Mustafa Bey” türküsünü dinletmesini anlamak kolay görünmüyor. Atalay Taşdiken ise geliştirdiği sinema diliyle öncüllerinden ayrılıyor. “Kar Kırmızı”, kimi anlarda parlayan senaryosu ve başarılı sinematografisiyle dikkat çekiyor. Finali “dağın fare doğurmasını” andırsa da, yan rollerde tartışmalı performanslar barındırsa da film, çıtanın üzerinde seyrediyor.
Sonuç Olarak
Son olarak “Gelincik” ve “İnsanlar İkiye Ayrılır” üzerinde de durmak gerekir. Orçun Benli’nin politik gerilimi, sinemada yeterince ele alınmayan bir konuyu, soğukkanlı biçimde masaya yatırmayı deniyor. Bunda belli ölçülerde başarılı olduğu da söylenebilir. Filmin en büyük kusuru, kısa filme yakın duran senaryosu ve diyaloglarda alttan alta işleyen ve tekrar duygusu yaratan gerilim müziği. Jüri Ahmet Mümtaz Taylan’ı öne çıkarsa da Kaan Yıldırım’ın performansının filmi sürüklediğini söylemek mümkün. Denenmeyen bir türde dikkate değer bir çalışma.
“İnsanlar İkiye Ayrılır” ise hep sözü edilen dizi estetiğinden bolca nemalanıyor; ancak son bölümde olayları açıklamaya çalıştığı final bir kenara bırakılırsa özgün bir senaryoya dayanıyor. Temposu iyi, kimi anlarda izleyicisini şaşırtmayı başarıyor ve hak ettiği ödüle uzanıyor. Gişede başarılı olmasını ve “festival sineması” ile “gişe filmleri” arasında köprü oluşturmasını dilerim.
Yazının sonunda Muhittin Böcek’e acil şifalar dilerken, daha özgür ruhlu ve sağlık endişesi taşımadan takip edebileceğimiz festivallerde buluşmayı temenni ediyorum.
(14 Ekim 2020)
Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü [email protected]
Sinema işletmeleri kapandığında kimileri huzura erecek sanki! Ya da haklı çıkmış duygusuyla yıllarca ‘sinema bitti’ diyenler kınalanacak gibi. Gerçekten de var mı böyle bir ihtimal? Bütün sinema işletmeleri gün gelir de tamamen kapatabilir mi salonlarını? Bunun gerçekleşebilmesi için iyice tek düze bir çağa, merakın olmadığı, hikâyelerin anlatılmadığı, masalların tükendiği bir bin yıla girmek gerekiyor. Bütün sinemaların ortadan kalkması, hepsinin açılmamak üzere kapanması insanlık yok olmadığı sürece gerçekleşmeyecek.
Sinema akademisyenleri ve profesörlerinin sinema öğrencilerine sordukları ilk soru çoğunlukla ‘Neden sinema?’ olmuştur… Bu kadar basit bir soru, mânâsız ve tek düze. Kimse kusura bakmasın ama özellikle, üç aşamalı yetenek sınavını (genel kültür, yetenek, sözlü mülâkat) geçip sınıfa oturmuş sinema sevdalılarına da ‘Neden sinema?’ diye bir soru sorulmamalıydı? Öğrenim dönemlerinin sonrasının ‘bağımsız’ (aslında her tarafından bağımlı) sinemacıları, bu soruya maruz kalan öğrenciler de, genellikle ‘İnsanlara anlatmak istediğim şeyler var.’ diyerek yanıtlıyordu hocalarını. Yetenek sınavlarının ortadan kalkmasından sonra güzel sanatlar fakültelerine giriş yapan bütün ‘sanatçı’ adaylarının da ‘anlatmak istediği hikâye’ sayılarında patlama oldu.
Dünya salgınla sarsılırken sinema işletmelerinin kapalı olmasına, açıldığında kimseciklerin salonlara gitmemesine neden şaşırıyoruz? Bilinçli her insan gibi sosyal mesafeye dikkat etmek, kalabalıklara karışmamak, sağa sola sürtünmemek, maske takmak, mümkün olduğunca evden çıkmamak, yüksek sesle konuşmamak ve buna benzer birçok alışık olmadığımız uygulamaya dikkat etmemiz gerekmiyor mu? 2020 Mart’ından önce yaptığımız bir çok sosyal faaliyeti önlemler eşliğinde gerçekleştirmemiz, kurallara uyarak yapmamız gerekmiyor mu? Sokaklara çıkıp ‘amaaan yok virüs falan’ diyerek kaosa mı sürükleyenlerden olmak doğrusu, inansak da inanmasak da toplumların geleceği için genele uyum göstermek mi? Her aklı yerinde insan istemese de, zorlansa da sürece uyumlanmış durumda. Bu şartlarda da otellerin, restoranların, meyhanelerin, seyahatlerin ve konumuz, sinema işletmelerinin eski günlerini yaşamasını beklemek zaten mümkün değil. Salgın sürecinde sinema işletmelerinin çalışmıyor olmasını dijital çağa yenilmişlik olarak göstermek, salonları köhneleşmiş mekânlar olarak görmek temelde kültürsüz toplumlar yaratmak isteyen iradelerin değirmenine su taşmakta, onların yerleştirmek istediği güçsüz, çağdaşlıktan uzak zekâ tohumlarının hızla büyümesine yardımcı olmak, daha rahat yönetmek için arzulanan orta çağ hâttâ ilk çağa dönüşü hızlandırmaya yardımcı olacaktır.
Salgından ötürü sinema işletmeleri kapalı. İşletmeler açıkken de buralara gitmek yine salgın sebebiyle riskli. Olayın özü bu. İyi de bu özden yola çıkarak ‘Sinema bitti’ye gelmek kime ne kazandırıyor ya da kazandıracak? Dünyada sinemanın bitmediğini yazının sonrasında paylaştığım verilerde gözlemlemek mümkün. Yereldeki durumdan biraz daha bahsetmek gerekirse;
Onun ticaretinden anlayan, bunu iyice öğrenmiş her yapımcı için ‘sinema’ en yüksek gelir getiren enstrümandır. Bütün sinemalar kapandığında da bu gerçek değişmeyecek. Salgın sebebiyle meydanı boş bulan ‘streaming’ dünyası daha sinema işletmeleri eski yerini almadan trafik sıkışıklığı yaşıyor. Sinema mecrası elinden alınan dünya yapımcıları dijital mecraların kapısında yatıyor. Amerika’nın stüdyo yapımcıları kendi dijital mecralarını sinemaya göre limitli ama daha fazla pay alabilmek adına kurmaya çalışıyor. Abone sayılarını arttırmak isteyen dijital, internet mecraları bölge bölge geliştirdikleri ‘süründürerek dize getirme’ taktikleriyle -şimdilik- insanların haftalık sürelerini gasp edip onları hipnotize etmeye çalışıyor. Sinema ise yıllardır ürettiği içeriği, şimdiki dijital, internet mecralarının, eskiden video kasetlerin sonrasında blu-ray ve DVD-VCD’nin, bir ara korsan yayınların, çok kısa bir süre televizyon kanallarının belirlediği satış bedellerinin üç dört mislini bilet fiyatı hedefleyerek dünyaya dağıttı. Tüccar sinemacılar -belki de bilinçsizce- ürettikleri içeriğin çok büyük bir zemine yayılan (oyuncu, yazar, yönetim, set çalışanları, tanıtım, post-prodüksiyon, vizyon tedarikçileri, yapım evi, müzisyenler, makyaj ustaları, sesçiler, sinema eleştirmenleri, sinema salonları sahipleri, çalışanları, fotoğrafçılar, afiş tasarımcıları) telif değerini de en yüksekte tutarak ilk önce sinema salonlarında pazarlamayı seçiyor. Çünkü, gelirin kontrol edilebildiği, sanatçı teliflerinin ve kâr paylarının en düzenli ve hakkaniyetli şekilde dağılımının gerçekleştiği bir mecradır, çünkü ürettiğiniz içerin anlamlı şekilde, amacına en uygun bir sunumla hem ticari hem de sanatsal açıdan karşı tarafa geçtiği bir olgudur sinema. Bütün sinema salonları kapandığında da bu böyle olacak. Sinema salonunda vizyona çıkarttığınız bir film kendisine ve paydaşlarına reklam, sponsorluk gibi birçok katma değer sağlarken internet ve televizyon gibi sinemaya göre ticaret açısından sığ mecralarda ürününüz, performanslarınız, telifleriniz ve fikirleriniz sizden bağımsız olarak peşkeş çekilmekte ve size müdahale, pay şansı vermeksizin emeğiniz üzerinden ticari bir kazanım elde edilmektedir. Bütün sinemalar kapandığında da bu böyle olmaya ve böyle anılmaya devam edecektir.
Sinema ve dijital mecralarda içerik kullanımı neredeyse yeni bin yılın başından bu yana konuşuluyor. Bu kıyasıya tartışılırken sinema teknolojisi kendisini ‘büyük ekran’ hedefinde sürekli geliştirmeye devam etti. Boyut ve efekt eklemelerinin yanı sıra vazgeçilmez ve en şahane ayrıcalık olan ‘büyük ekran’ sanat eseri ile ticari değer arasında da ortak bir mânâ yolu çiziyor aslında. ‘Filmler yoluyla insanlara birşeyler anlatmak isteyenlere’ sunulan en güçlü enstrüman!
Dünya genelinde ‘streaming’ pazarında büyük bir panik yaşanıyor. Salgın sebebiyle mecburen devre dışı kalmış sinema pazarına yapılan bel altı vuruşlarla geleceğin içerik ticaretinde kapılmak istenen köşelerin talibi o kadar çok ki… DVD, video, VCD, CD, blu-ray gibi fiziksel içerik dağıtım mecrası tam anlamıyla sona erdi diyebiliriz. Evlerdeki arşivler iyi koleksiyonerler için birer film kütüphanesi olacak sadece. 1980’lerden bu yana ‘ne gideceğim sinemaya, alırım kasedi, cd’yi istediğim zaman, ileri geri ala ala izlerim, film de benim olur’ diye diye geçen 40 yılın ardından sinema olduğu yerde, kendisini her gün geliştirerek kültürün ve içerik ticaretinin köşe taşı olmaya devam ediyor. ‘Streaming’in fiziksel mecradan sonraki ikinci kurbanı ise elbette televizyon kanalları (pay, free tv’ler) olacak. Oldu bile. Bütün başat televizyon kanallarının dijital içerik dağıtım alternatifleri neden var? Son çırpınışlar. Öte yandan dijital, internet mecrasını silkeleyecek ve bugünkü trafik sorununa ek olarak gelecek diğer mesele ise işin izleyici üzerindeki ekonomik etkisi olacak. Hangi abonelik şekliyle olursa olsun, nasıl bir bütçe modeli eşliğinde ilerlenirse ilerlensin dijital mecraların en büyük handikapı yapımcı, üretici ve sanatçı ile yapılan kontrolsüz gelir ilişkisi ve buna bağlı olarak içeriğin izinsiz olarak çoğaltılıp gösterilebilir olması. ‘Abi-abla yıllık 300 TL.’ye binlerce film, dünyadaki bütün maçlar, sayısız kanal!, HD kalitesinde…’ IPTV ve daha niceleri.
‘Tenet’in su götürmez başarısı. Dünyadaki sinemaların tamamen kapalı olduğu bir dönemde, bugün, ölümlerinin sayısı 100 binlerle anıldığı bir salgın sürecinde sinemalarda vizyona film çıkartmak! Çıkartmak ve 200 milyon dolarlık bütçesinin 100 – 150 milyon dolar üzerine koyup süreci sonlandırmak!.. Su götürmez bir başarı. Öncelikle böyle bir aksiyonu takdir etmek gerekmez mi? Kısıtlı gösterim imkânlarıyla, bir takım döneme uyarlanmış strateji ile bir üründen, böyle bir dönemde 100 – 150 milyon dolar arası ekstra gelir elde etmek, sadece ‘başarı’ olarak değerlendirilebilir. Kimileri buna ‘deney’ dese de bu yakıştırmaya kulak asmamak gerekiyor. Warner Bros.’un bu denemesi dünyanın sinema gösterim stratejisinin de şekillenmesine sebep olmuştur. Amerikan başkanının -belki de seçim stratejisidir- bile virüse yakalandığı, vaka sayılarının arttığı, ikinci dalganın yaşandığı endişe dolu şu günlerde bile bir takım filmler vizyon yaparken, gişeden ve sinemadan yüksek gelir hedefleyen ‘blockbusterlar’ dijital mecraları tercih etmeksizin tarihlerini 2021’e ayarladılar. ‘Streaming’e rağmen, sinemadan yüksek gelir elde edileceğini bu yapımcılara ‘Tenet’ söyledi. Dünya genelinde % 12 ile % 20 arasında değişen doluluk oranları bandında çalışan sinema işletmeleri (Amerika Birleşik Devletleri dahil) geleneksel içerik değerlendirme zincirinin hâlâ açık ara en başında yer alıyor. Bundan sonraki yıllarda sinema lokasyon sayılarının düşecek olmasının, sinema işletmelerinin kapanacak olmasının, perde sayılarının azalacak olmasının dijital içerik mecralarının yaygınlaşması, çoğalması ile bir ilgisi olmayacak. Gerçek bir strateji ve prodüksiyonla bir yapımcı günün birinde tek bir büyük sinema salonunda en yüksek dijital teknolojiyle bir gösterim yapabilecek ve yine sadece iki saatte ortalama üç bin kişilik bir seyir etkinliğinde hatırı sayılır bir gelir elde edebilecek. Yanı sıra ‘derdini, dramasını’ karşısındakilere, bir kültüre tuğla koyarak geçirebilecek. Bütün sinemalar kapansa da bu böyle olacak…
Sinemanın bugün içinde olduğu durumu direkt olarak salgın ve etkileri çerçevesinde değerlendirmek doğru olacaktır. Elbette teknolojik açıdan yetersiz olan, film gösterim olanakları zayıf olan, sinema salonu ölçülerine uymayan işletmeler kaçınılmaz olarak veda edecektir. Etmelidir de. Büyük ekranınız, yüksek tavanınız, sinematik ses düzeneğiniz ve geleneksel sinema salonu nizamı anlayışınız yoksa artık bir sinema işletmecisi değilsiniz demektir. Bu unsurların olmadığı milyonlarca düzenek hali hazırda artık herkesin evinde kurulu. Dijital projeksiyona uygun olmayan, barkovizyon ve benzer ekipmanlardan gösterilen filmleri sinema işletmelerine dağıtıp bu filmlere izleyici gelmesini bekliyorsanız, bu filmleri sinema perdenizde misafirlerinize hâlâ izletmeyi tercih ediyorsanız siz günümüzün sinemacısı ne yazık ki değilsiniz. Bir yandan sinema işletmeciliği ya da sinema gösterimleri için film ithalatı – ticareti yapıp öte yandan ‘streaming’ kanallarının reklamını yapıyor ya da buralarda gösterilen içeriğe güzellemeler diziyorsanız siz bugünün sinemacısı ne yazık ki değilsiniz… Sinemacı olmadığınız gibi ülke sinema kültürünün güçsüzleşmesine sebep olan küçük ve bugün için görünmez unsurlardansınız. Hele de böyle bir dönemde her sinemacının en sarsılmaz şekilde kaliteli içeriğe salon vermesi, dünya sinemasının stratejilerine kulak vermesi ve misafirleriyle arasında yeni ve dinç bir güven bağı kurması gerekmektedir. İşletme giderleri açısından dayanamayan sinemalar muhakkak ki kapanacaktır. Bu işletmelerin video filmleriyle, sinema için yetersiz, yayınlanmış içeriklerle ayakta durması sadece bir illüzyondur. Dünya üzerinde genel bir yaşam güvencesine ulaşıldığında sinemalar eskisinden çok daha kuvvetli bir dönüşe imza atacaktır.
Ayda bir yardım kampanyaları ‘düzen’lemek yerine ya da karakterine uygun olmayan filmleri ‘denize düşen yılan sarılır’daki gibi göstermektense, yetmezmiş gibi, sinema kültürünün yaşaması için salonlarda misafirlere sunulabilecek filmleri üç kuruşluk ticari gelir uğruna beyazcama sıkıştıran uygulamalara ‘şu film şuraya geliyormuş aman da ne güzel olmuş’ gibi övgülere uğratmak yerine dayanmak, dayanabilmek, direnmek en azından direnmeye çalışmak uzun vadede bu ‘oyunun’ içinde kalmaya yetecektir. Krizlerde ve pandemi durumlarında çok normaldir ki piyasalar, büyük sektörler bile yara almaktadır, daralmakta ve küçülmektedir. Sebepleri bunlar olarak almayıp, sinemanın dijitale teslim olduğunu söylemek günümüzde ‘sinemacılık’ değildir. Ekonomik sebeplerden ve sinemaların kapalı olmasından ötürü bir piyasa mikro düzeye de gerilese sinemacılık tanımı, film izleyiciliği ve film severlik üzerinden yapılmayacaktır. Ticaretinden, sanatına dek uzanan meşakkatli yolda sinemacılık bir bütün olarak ele alınmalı ve zeminine göre stratejiler geliştirmelidir. Dünya bunu uygulamaktadır. Tam da bugün sinemacılığı Türkiye’de geriye götüren detay uygulamalardan vazgeçme vaktidir. Perde yüz ölçümü küçük, koltuk kapasitesi (VIP özelliğindekiler hariç) düşük olan (100 ve altı), bir salondan diğer salona ses geçen, yalıtımı olmayan, cep sinemaları (merdiven altı, alçak tavan, küçük ve düşük kapasiteli salonlar) miadını doldurmuştur, kapatılmalı ve buralardaki teknik ekipman değerlendirilmelidir. Sinema işletmecilerinin lokasyon ve mahalleli değerlendirmelerini bilimsel olarak yapıp kapasite olmayan ya da düşük potansiyelli bölgelerdeki sinemalarını vakit geçirmeden kapatmalıdır. Blu-ray ya da DVD kaynaklı gösterimler yapılmamalıdır. Televizyon da ya da internet mecralarında gösterilmiş filmler geleneksel vizyon dinamiğine sokulmamalıdır. Yerelde, furya sinemacılığı örnekleri ile internette örnekleri olan yabancı, avantür içerikler sinema perdelerini meşgûl etmemelidir. Bu ve benzer içeriklerin hiçbir yatırımcıya, işletmeciye ve yükleniciye ticari bir getirisi olmayacak, uzun vadede ülke sinemaseverlerinin kaliteli sinema içeriğinden de uzaklaşmasına sebep olacaktır.
‘Tenet’in bir deney olmadığını, dünyanın sinema devlerine bir örnek teşkil ettiğini söylemiştik. Bu cesur denemenin ardından normal dünya için, gişe umutlarını ayakta tutan stüdyolar 2021 takvimine sıralandılar. Bir deneyden bahsetmek gerekirse buna en güzel örnek ‘Mulan’ olabilir. Film, kendi şirketinin dijital mecrasında sinemalarla aynı anda gösterildi ve ‘streaming’ geleceği planları açısından hayal kırıklığı yarattı. Elbette dijital mecralara gönderilen filmler de var. Bu da oldukça normal. Bir takım filmlerin mevsimi ve süresi olduğu aşikâr. İzleyicisiyle bir şekilde buluşmazsa albenisi kaybedecek filmler. Dalından koparılan meyveler gibi, çürürler.
Sinemada film izlemek bugünden sonra daha da ‘ayrıcalıklı’ bir durum olacak. Film festivalleri topluluk gösterimlerini daha fazla önemseyecek, bu etkinlikler çok daha değerli hale gelecek. Tüccar yapımcılar ve sinema sanatçıları – yaratıcıları için fırtınadan önceki sessizlik bu. (Kusursuz Fırtına) Normalleşmenin ardından, endişelerin toplumlar üzerinden elini çekmesiyle beraber sinema ve sinema işletmeleri olduğundan daha güçlü olacak. Bütün sinemalar kapansa da film izleme kültürünün sarayı her zaman sinemalar olacak!
İnsanlık var oldukça sinema da var olacak, peki ya futbol? Futbol ve sinemayı karşılaştırdığımızda, sinema adına durum daha da umut var hale geliyor, adeta tescilleniyor. Erkek egemenliğinde yürüyen dev bir sektör. Yok olmanın eşiğinde. Neden? Çünkü yeni hiçbir şey vadetmiyor. İzlemek istediğiniz her doksan dakikada artık aynı şeyler oluyor. Yarattığı oyuncular bugün için en üst seviyede. Bundan sonra devreye girecek yeni oyuncular da ağzıyla kuş tutamayacak. Oyun kurallarında bir güncelleme yok. Gün geçtikçe aynılaşan ve hantallaşan bir sektör. Sunulan bütün içeriğe kolaylıkla ulaşmak mümkün. Ulaşılan her içerik birbirinin aynı. Gollü karşılaşmalar da bile bir izleme bütünlüğü sağlanamıyor. Futbol uzmanlarının ortak görüşü: ‘şu lig bu lig dışında tadı yok’… Ve onun da tadı kalmayacak. Futbolu var edecek oyuncular da doğal olarak artık yetişmiyor. Mahalle maçları kalmadı, semt futbol okullarına ilgi düşük. Çağın çocukları ekran başında. Yeni hiçbir şey vadetmeyen futbol sektörü sadece sonuç odaklı, skor odaklı ve bahis odaklı olmaya doğru ilerliyor. Sanal maçlar, sanal oyuncular, sanal ligler ve bunlar üzerinde oynanan bahisler artık gerçeğinden çok daha fazla zaman kaplıyor insanların hayatında. Meselâ; ‘futbol artık altı oyuncu iki kaleci, kadın erkek karışık takımlar şeklinde, gol başı puan kuralları ile oynanacaktır.’ denmediği sürece bir merak uyandırmayacak gibi duruyor. Salgından sonra eski günlerine dönemeyecek bir olgu varsa o da futboldur denebilir.
Her film yeni bir durumu, olayı, hayali vadetmektedir ve kendisinden söz ettiren, merak uyandıran her film izleyicisiyle buluşur. Bu vaadi en yaygın şekilde paylaşmak isteyen her tüccar yapımcı ve her bilinçli sanatçının tercih edeceği mecra ise öncelikli olarak sinemadır.
Türkiye’de güçlü bir sinemacılık piyasasından bahsetmek hayli zor. Her ne kadar son yıllardaki yerli sinema filmi bilet satış payı % 60’lara dayanmış olsa da bu oranın yakalanmasını sağlayan içeriğin çok az B, yoğunlukla C sınıfı tüketiciye yönelik olduğunu söyleyebiliriz. Zayıflayan ekonomi, hayat şartlarının zorlaşması Türkiye’de bugün, normal bir yaşamsal zeminde bile sinema salonlarına rağbeti düşürüyor. 2019’da bilet fiyat ortalamasının 12 TL.’den 16 TL. bandına çıkması da yıllık bilet satışını büyük ölçüde ve olumsuz yönde etkilemişti. Daha da artacak bilet birim fiyatlarından dolayı da bugünden sonra hangi tüketici sınıfından olursa olsun sinemayı tercih edecek insanlar kaliteli ve benzersiz içeriğe ödeme yapmak isteyecekler. Formül olarak ‘nişan, düğün sahnelerinin’ tercih edildiği, skeç söylemlerinin, televizyon starlarının filmleri ve bunlara benzer formüllerin kullanıldığı yapımlar eskisi gibi rağbet göremeyecek. Çünkü bu ve benzer içerikler ziyadesiyle ve daha da uygun fiyatlara beyaz camda var. Yerli sinema filmi yapımcılarının ayrıcalıklı ve daha kaliteli içerik üretmesi şart. Biyografik yapımların, kitleleri hedef alan dramaların şansı çok daha yüksek. İzlenmeden önce ve izlendikten sonra kendisinden söz ettirmeyi başaran içerikler sinemada yüz güldürecek.
Türkiye sinemacılığın en dramatik durumu ise devletle olan ilişkisidir. Küresel bir salgın sebebiyle felç olan sinema yaşamı ve ona bağlı bütün dinamikler bugün için can çekişmektedir. Her piyasanın olduğu gibi sinema yaşamının da devlet yardımına ihtiyacı vardır. Süre gelen destek ve teşviklerin haricinde piyasayı olumsuz yönde etkileyen salgın sürecine özgü yardımlardan bahsediyorum. Bugün için devlet tarafından sinemacılar ve sinema yapımcıları için açıklanmış hiçbir paket bulunmamaktadır. Kredi yardımı, işletme gideri desteği, eğlence vergisinin ortadan kaldırılması, teşvik paketi ve benzer hiçbir uygulama yoktur. Türkiye’de haftalık olarak en yaygın icra edilen sosyal olgunun bu derece yalnız bırakılması, bu olgunun bütün departmanlarını olumsuz yönde etkilemektedir. Dolayısıyla koca bir kültür, gelecek nesilleri geliştirecek, yaşatacak ve toplumları güçlendirecek koskoca bir olgu kaderine terk edilmiştir.
Sinema kültürünün yaşatılması ve güçlendirilmesi için tutarlı ve birlikte gerçekleştirilecek bir eylem planıyla, Türkiye için de veriler daha iyimser bir seviyeye ulaşacaktır.
Bizim insanımız iki şeyi çok iyi bilir; o kadar iyi bilir ki, yıllarını bu alana vermiş, üzerinde uğraşmış, hâlâ da çalışanlardan daha iyi… Biri futbol, diğeri sinema. Film çekerken “şöyle yürüse, böyle yapsa, baksa” diyenler olurdu. Dışarıdan bakınca kolay gelir, herkes kendince iyi oyuncu, iyi senarist, iyi yönetmendir. Haydi deseniz kaçacak delik ararlar, başka.
Atillâ Dorsay, deyim yerindeyse sinemayı hepimize sevdiren, üzerine yazdıklarıyla anlamamızı sağlayan, farklılıklarını da görmemizi isteyen bir sinema yazarı usta, duayen. Yeni kitabı “Dünyaya Açılan Sinemamız ve Yeni Bir Kuşak, Türk Sineması 2010 – 2020” ile okura 54. kez ulaştı.
Aklın yolu bir
“Türkiye’de politika yazarı olmak kolay. Her kahvede sabahtan akşama politika yorumları (sinema ve futbola bir de politika eklenmesi gerekiyor-muş) yapılıyor. Ama sanat yazarı, sanat eleştirmeni olmak çok daha zor. Çünkü sizler politika dahil her şeyi izlemek ve ayrıca çok daha özel bilgilere sahip olmak zorundasınız” Güneri Civaoğlu’nun sözleri. Atillâ Dorsay’ın birtakım polemiklerin üzerine yazdıklarından aldım. Aklın yolu bir.
Sinemamıza iyimser bakış…
Gelişmeyi tetikleyenler eleştirmenlerdir ve eleştirmenler iyimser oldukları için umudu üzmezler hiçbir zaman. İzledikleri filmi beğenmeseler de (aslında bütün sanat dalları için geçerli) bir yol gösterirler, ışık tutarlar. Bu, hem sanatçılar hem izleyenler için geçerlidir.
Sinemamızın gelişmesine en güçlü dayanak olan, yazdıkları ve anılarıyla yıllardır herkesin başvuru kaynağı haline gelen Atillâ Dorsay, her filmi, konu, içerik, oyuncu veya yönetmen ayırmaksızın izlemesi, yazarken önyargılı olmaması ve daha da önemlisi yazdıklarını kitaplaştırmasıyla da adını kazıdı sanatımıza… bir önemli nokta daha var: Alabildiğine iyimser ve destekleyici. Hataları görmüyor mu? Muhakkak ki görüyor. Yanlışları bilmiyor mu? Tabii ki biliyor. Ancak sinemamızın, buna da bağlı olarak sanatın ve kültürün desteklenmesi gerekiyor. Atillâ Dorsay da onu yapıyor.
Kitapta yer aldığına göre (o, tam sayıları bildirmiş), 2010 – 2020 arasında her yıl 250 ile 426 film gösterilmiş. Her filmi anımsamak mümkün değil, üzerine yazılanları da… Ama kitaplaştığında gerçek bir başvuru kaynağı, önemli bir tarihi belge oluyor.
Dorsay, günün gündemini, sosyal konuları, politik yaklaşımları ve asıl mesleği çerçevesinde kent ve kentsel yaşamı yansıtıyor yazılarında. Yani bir anlamda hayatı aktarıyor filmle birlikte.
Kitleye dönük…
Endüstriyel olsa da sinema, özü itibarıyla kitleye dönük bir sanat. Kitabının sunuş yazısında, “Kaldı ki kendi adıma -defalarca yazıp söylemişimdir- popüler sinemayı asla reddetmedim; hatta küçümsemedim. O sinemanın çok sıkı takipçisi değilim; hâttâ yanına yaklaşmak bile istemediğim filmler, seriler veya oyuncular da oldu. Ama yine de kitle sinemasının en ilginç örneklerini izledim ve yazdım. Hâttâ kimilerini en iyi film listelerime aldım” diyen Dorsay, en çok film için bir basın gösterimi düzenlenmemesine kızıyor… Şaşaalı magazin basınına da açık galalar yapıp da sinema yazarlarına bir gösteriminin çok görülmesini kaldıramıyor. Gişe yapmayan filmler için “neden yazmadınız” yakınmalarının bini bir para olunca… Sitemini, “Bizim de onurumuz var” sözüyle dile getirirken olanca nezaketiyle taşı gediğine koyuyor, tabii. Kim haksız diyebilir ki!
Samimi ve şeffaf
Atillâ Dorsay, 180 film eleştirisini elden geçirip, üzerinde çalışıp sıralamış. Dilinin ve yaklaşımının ne denli olumlu ne denli içten olduğunu okuduğunuzda hissediyorsunuz. Filmler üzerine yazarken titizlendiğini, kimseyi kırmak istemediğini, yazdıklarının isteğini aşan anlamlar taşımaması için nasıl çaba harcadığını, filmi değil de sinemayı savunduğunu, sinemanın yaşamı yansıtan en güçlü sanat olduğunu, buna da bağlı olarak geniş kitlelere ulaşmasının da etkisiyle okurunu sinemaya yönlendirme düşüncesinde olduğunu görüyorsunuz.
Atillâ Dorsay, sadece filmleri aktarmamış biz okurlara; “Yeni Bir Kuşak” adı altında genç sinemacıları ve dünyaya açılan yeni filmlerimizle sinemamızın geleceğinin de alabildiğine parlak olduğunu vurgulamış. Berlin ve Cannes’da ödül alan yönetmenlerimizi takip edecek, daha da çok ödül toplayacak yeni bir kuşağın geldiğini müjdelemiş.
Gerek sinema geçmişi olan ve üzerine yazmak isteyen ve kitap yazıları yazan benim için en belirleyici cümlesi: “…film üzerine görüşlerimi tam bir eleştiri yazısına dönüştürdüm. Bunu yapmış ve şu filmleri ortak belleğimize kazandırıp ‘unutulmaktan kurtarmış’ olmakla iftihar ediyorum.”
Bir avuç nostalji…
Filmini yarışmaya… düzeltiyorum, gösterime giren her filmin değerlendirildiği SİYAD ödüllerine (meslek birliklerinden temsilci olmaması gerekçesiyle) katmaktan kaçınan yönetmen ve yapımcılara, dünyadan da örneklerle öyle bir ders veriyor ki…
Bağışlayın, Atillâ Bey de bağışlasın, kitapta yönetmenlerin, oyuncuların, ilgililerin ve filmlerin adları (hem de yıllarıyla) yer alıyor. Benim bir sorumluluğum da, kitapların okunmasına katkı sağlamak… İzleyicilerin Hale Soygazi’nin kolunda (Bir Yudum Sevgi nedeniyle haklı olarak) Kadir İnanır’ı görmek isterken sürpriz şekilde Atillâ Dorsay’ın sahneye çıkması ilgi çeker tabii. İstiyorum ki, Hülya Koçyiğit, Mahsun Kırmızıgül, Türkan Şoray, Çağan Irmak, Nuri Bilge Ceylan, Lütfi Ömer Akad, Yılmaz Güney ve daha nicelerinin yer aldığı o ilginç yazılar okunsun. Zaten bir yazısında, Nuri Bilge Ceylan’ın kazakla sahneye çıkıp ödül almasının yoğun katılımlı gecenin önüne geçmesine ve yankılarına (Hıncal Uluç polemiği önemli) yer veriyor. Bir yazısında da, hiçbir eleştirmenin filmi beğenmese de “sakın gitmeyin” demediğine, ama bulundukları konum gereği her konuda kalem oynatan (kimi zaman da fırıldaklık yapan) köşe yazarlarına “buyurgan ve diktatör” diyor.
Atillâ Dorsay filmler üzerine yazdıkları gibi yaşamın belirleyicilerinden olan anılarını da kitaplaştıran biri. 54 kitabı var ve hepsi köşe taşlarını oluşturuyor şu yakın tarihimizin.
Yenisi yolda…
Atillâ Dorsay, sinemamızın istenilen düzeyde, dünya çapında kabul gören bir nitelikte güçlü ve aranan olmasının düşünü görüyordu, yıllar boyunca sinemayla ilgilenen herkes gibi. Kitapta da vurgulandığı gibi o düşü yaşıyor olması ne büyük mutluluk, hepimiz için.
Sinemamızın duayen yazarı, bu düşünün yanı sıra ikinci bir kitap hazırlığının da peşine düşmüşken, koronavirüs günlerinde hepimizin evde kaldığı karantina günlerinin ardından, kalp rahatsızlığından (6 damarı içeren by-pass ile) kendisini asla yalnız bırakmayan ve hep destekleyen eşinin de desteğiyle kurtulmuş. Şimdi hepimiz merak, heyecan ve umutla yeni kitabını bekliyoruz.
Popülizmin sefaleti
Televizyon programı yaparken muhakkak ve mutlaka kitap tanıtımı da eklerdim, kitapların ne denli önemli ve gerekli olduğunu vurgulamak için.
Artık ne yeterli kültür sanat programı var ne de kitap tanıtımı… Fox TV’de “Çalar Saat” programında İsmail Küçükkaya, kitap tanıtımı değil, ama kitap duyurusu yapıyor, bu bile çok önemli bir şey. Ancak Küçükkaya, (12 Ekim 2020’de) Atillâ Dorsay gibi bir ustanın (onun yaşından fazla kitabıyla), duayenin kitabını yazarından hiç söz etmeden, sadece kapak görselindeki oyuncuyu anarak duyurması gerçekten popülizmin sefaleti olarak önemli bir üzünç kaynağı. Yapmayın bunu, lütfen.
Dünyaya Açılan Sinemamız ve Yeni Bir Kuşak
(Türk Sineması 2019 – 2020)
Atillâ Dorsay
Remzi Kitabevi
Eylül 2020, 272 s.
Güney Afrikalı Nobelli yazar JM Coetzee’nin 1980 yılında yayımlanan ünlü romanı ‘Barbarları Beklerken / Waiting for the Barbarians’ın sinema uyarlaması bu hafta gösterime girdi. Salgın döneminin öne çıkan filmlerinden biri olan yapım, geçtiğimiz yıl Venedik Film Festivali’nin ana seçkisinde yer almıştı.
Coetzee eserlerinde, Güney Afrika’yı ve sömürge yönetimi politikalarını eleştirel bir dille ele alır. Evrensel emperyalizmin sömürü anlayışına, ve kimin uygar kimin barbar olduğuna dair sorular sorar, 1948 – 1994 yılları arasında beyazların siyahilere ve yerli halklara uyguladığı faşist yöntemleri bir beyaz adam olarak yargılamaya koyulur. 20. yüzyıl başlarında adı belirtilmeyen bir imparatorluğun ücra bir sınır bölgesinde geçen ve filme kaynaklık eden romanında, olan bitene bölgede görevli bir sulh hakiminin gözünden tanıklık ediyoruz.
Ücra karakolda yıllardır görevini sürdüren emekliliği yaklaşmış kanun adamının sakin hayatı, merkezden sınır ötesindeki ‘barbarlar’ tehdidine karşı bölgeye gönderilen sorgu müfettişi Albay Joll’un gelişiyle eksen değiştirir. Totaliter her organizmada olduğu gibi, yerli halkı kontrol edebilmek için sanal düşmanlar üreten emperyal güçler, bu hikâyede de toprağında yaşayan insanları düşman, kendilerini ‘uygar’, yörenin geleneğini sürdüren yerlileri ‘barbar’ ilan etmişlerdir bile. Albay’ın acımasız tutumu karşısında hem kendi otoritesinin hem de iktidara bağlılığının sarsıldığını fark eden yaşlı adam, yerli halka reva görülen ağır işkencelere karşı çıktığında, herkesi karşısına alacaktır.
‘Barbarları Beklerken’ iktidar ile uyum içinde yaşamını sürdürmüş bir hukuk adamının görevi ve vicdanı arasında yaşadığı gelgitler ve yoğun iç tartışmalarını merkeze alan eşsiz bir metin, çetin bir iç yolculuğun hikâyesidir. Sulh hakiminin tanıklığı eşliğinde, kimlerin gerçek barbar olduğunun iz sürücüsüdür. Başka halkların topraklarını işgâl eden emperyal hükümranlıklar mıdır barbar olan. Yoksa, yaşama biçimini, kültürünü, korumak isteyen, toprağında yaşamak isteyen yerli halklar mı.
Gerek Coetzee gerekse yapımcı Michael Fitzgerald’ın seçimiyle yönetmenlik koltuğuna Kolombiyalı Ciro Guerra’nın seçilmesi şaşırtıcı değil. Kolombiyalı sinemacıyı, Amazon topraklarında kutsal bir şifa bitkisinin izini süren iki bilim insanının öyküsünden yola çıkarak, sömürgeciliğin Amazon halkının tarihi üzerinde yarattığı derin tahribat üzerine, siyah-beyaz görselliği ve şiirsel sinema diliyle ağıt yakan 2015 yapımı benzersiz denemesi ‘Yılanın Kucağında / El Abrazo de la Serpiente’ ile tanımıştık. Yerel kültürleri yerle yeksan eden beyaz adamın günahlarını tavizsiz bir sinemayla aktaran filmin dünya çapında büyük ilgi görmesi ve Oscar adayı olmasının ardından, Cristina Collego ile ortaklaşa yönettiği bir sonraki filmi ‘Göç Mevsimi / Pájaros de Verano’, geçtiğimiz yıl sinemalarımızı ziyaret etmişti. Kolombiya halkının uyuşturucu üreticiliğine geçişinin Escobar’dan önceki yıllarını anlatan çalışma, bu acı sınavın kutsallık üzerine inşa edilmiş bir yaşam biçimini nasıl yerle bir ettiğini anlatıyordu. Vahşi kapitalizmin akıl çelici nimetlerinin gözlerini kamaştırdığı, yüreklerini kararttığı bir toplumun; ölülerinin kehanetlerine kulak vermemiş, gücendirilmiş ruhların artık onları korumadığı insanların trajik öyküsünü dile getiriyordu.
Bu portfolyonun ardından yönetmenin Coetzee’nin romanıyla karşımıza çıkması rastlantı değil. Kendi başarılı yönetmenlik denemeleri olan görüntü ustası Chris Menges ile birlikte olması; sulh hakiminde Mark Rylance gibi çok incelikli performanslar sunan bir oyuncu ile çalışması da filmin artılarından. Ancak sinemaya uyarlanması kolay olmayan bir roman ‘Barbarları Beklerken’. Senaryo bizzat Coetzee tarafından ele alınmış bile olsa, roman kahramanının içsel yolculuğu peliküle geçememiş. Buna karşılık Johnny Depp ve küçük bir rolde Robert Pattinson gibi yetenekli oyuncular, tek boyutlu yazılmış kötü adam tiplemelerinde fazla bir varlık gösterememiş. ‘Kahrolsun Emperyalizm’ mesajını duyurmak açısından işlevi var kuşkusuz, ancak bu haliyle Fas ve İtalya’nın kızgın kumlarında çekilmiş görüntüler eşliğinde, eski usul Hollywood tarzı oryantalist bir seyir vaad ediyor ‘Barbarları Beklerken’. Piyasadaki film yokluğunda buna da razıyım diyenler için.
Filmler gösterime sunulmadan önce Kültür Bakanlığı’na müracaat edilir, yaş sınıflandırılması, vs. yapıldıktan sonra “Kayıt Tescil Belgesi” adında bir belge alırlar ve sinemalara dağıtılırlar. Bu belgeler zaman zaman bize de ulaşır. Ancak sektör içindeki dolaşımlarda başlığında “Kayıt Tescil Belgesi” yazan bu belgeler hep “Eser İşletme Belgesi” olarak yazılır, çizilir ve anılır. Neden böyledir hep merak etmişimdir, sonunda keşfettim. Malûm bizim bazı sinema sanatçılarımız sinemaya intisap ettiklerinde, yapımcıların görüşlerine göre, seyirciye cazip gelmeyeceği düşünüldüğünden gerçek adları değiştirilir. Nüfus kağıdında Bumin Gaffar Çıtanak yazdığı halde sanatçımızı bize Fikret Hakan olarak, Fahrettin Cüreklibatur yazdığı halde sanatçımızı bize Cüneyt Arkın olarak, Rüjdan Tercan yazdığı halde sanatçımızı bize Murat Soydan olarak yuttururlar, pardon arz ederler. Bence Kültür Bakanlığı’ndan “Kayıt Tescil Belgesi” olarak çıkan evrakın sektörde “Eser İşletme Belgesi” olarak arz-ı endam etmesinin yegâne sebebi budur. Var mı başka izahı? (08 Ağustos 2020)
Hayatın geçmişteki bir bölümüne odaklanıp karamsar olmamalı. Neticede yaşam sürüyor, zirve belki yarınlarda saklıdır, ne biliyorsunuz? (07 Ağustos 2020)
Kendimize fazla değer atfetmeyelim, abartmayalım; kar tanesi gibiyiz, kısa zamanda eriyip gideceğiz. (20 Ağustos 2020)
Sinemaseverlerin uzun zamandır merakla beklediği Christopher Nolan’ın “Tenet”i yarın gösterime giriyor. Film bu sabah basın mensuplarına gösterildi. O nedenle sosyal medyanın bana hitap eden kısmında şu sıra “Tenet’in gösterimine gittim / gitmedim” modası var gibi duruyor. Konuya ben de dokunayım; 65+ olan bendeniz, danışmanlarımın kararına uydum ve doğal olarak gidemedim. Yani 3. seçenek “gidemedim” seçeneği oluyor, o benim işte. (25 Ağustos 2020)
Yakışıklı sanatçı şarkısını söylerken parçalanıyor adeta, yanıyor, tutuşuyor: “Benzemez kimse sana, tavrına hayran olayım…” Araştırayım şunu diyorum, google’dan mazisini karıştırıyorum, 6 kez evlenmiş, boşanmış. Eee olmuyor ama birader, hani benzemezdi kimse ona, tavrına hayran oluyordun? Samimiyet yok senin terennümünde, yapma böyle. Sakin ol biraz. (29 Ağustos 2020)
Sinema sektörüyle ilgili sosyal medya hesaplarında bir-iki gündür “Haftaya Ankara’dayız”, “Perşembe’ye Ankara’ya damlıyoruz” vs. türünden mesajlar dolaşmaya başladı. Tam bu noktada bendeniz ve 65+’daşlarım için “hüzünlüyüm sadece” ifadesi tam yerini buldu, çünkü “kırgın değilim”. 10 – 15 yıldır davet edildiğim Ankara Film Festivali’nden -muhtemelen pandemi nedeniyle- herhangi bir çağrı almadım. Öyle gösteriyor ki, sabah 10’dan önce sokağa çıkamamak, akşam 20:00’de eve dönme mecburiyeti, şehirlerarası seyahatler için devlet ricalinden binbir çeşit izin almak, gidilen yerde 1 ay zorunlu ikâmet etme şartı, vs. gibi önlemler, 65+’lara neredeyse cüzzamlı muamelesi yapılıyor zannına kapılmamıza yol açmaya başladı. Gevşetin artık şunu. Bizler de mitinglere, müze kapanışlarına vs. gidebilelim. Çay, kahve, vs, vs. (01 Eylül 2020)
Memleketin en çok izlenen haber TV kanalında, Koronavirüs tedbirleri konusunda danışılan koskoca Profesör Dr. “Ankara’da otobüste koronavirüs taşıyıcısına rastlama şansınız çok yüksektir.” diyor. Kardeşim, ona “şansızlık” derler; başlatmayın “bulaş”ınıza, doğru konuşun şu dilimizi. (02 Eylül 2020)
Memleketin masumiyetinin henüz bozulmadığı yıllarda milli pizzamız lahmacun, kıyma ile yapılmaktaydı. İki kelimenin birleşmesinden oluşan “lahmacun”un mânâsını araştırdığımızda “lahm”ın et, “acin”in hamur demek olduğunu, dolayısıyla “lahmacun”un, “üzerine kıyma, soğan, biber konarak pişirilen pide” demek olduğunu anlıyoruz. Bahusus yıllar geçtikçe macunumuzdaki kıyma yavaş yavaş azaldı ve günümüze geldiğimizde neredeyse ara ki bulasın. Dolayısıyla biz 65+’lar gençlerimizin hararetle tavsiye ettiği lahmacunu yediğimizde sükûtu hayale uğrayabiliyoruz; çünkü o lahmacun, bu lahmacun değil. Lâkin gençler için o lahmacun, o lahmacun. (03 Eylül 2020)
Aslında her şey tek, fakat her şeyin iki yüzü var ve bu yüzler birbirine mecbur, birisi olmazsa öteki de olmayacak. İyi-kötü, güzel-çirkin, neşe-keder… (04 Eylül 2020)
Toz tarçın kullanıyorsanız Seylan tarçını en iyisidir. Bazı satıcılar Çin tarçınını Seylan tarçını diye satmaya kalkabilir; toz olduğu için anlayamazsınız. Tarçının Seylan tarçını mı, Çin tarçını mı olduğu satıcının kibarlığına, nezaketine ve Allah korkusuna bağlıdır. (Bu değerli bilgiyi sabah sohbetinde Profesör Osman Müftüoğlu’ndan aldım.) (09 Eylül 2020)
Falanca Sucukları’nın sunduğu Çağla ile Yeni Bir Gün Programı’nda değerli hocam Doktor Ender Saraç’ın sık sık kullandığı “İlk önce” ifadesinin verdiği ilhamla “ilk” defa böyle bir konuyu ele alma lüzumunu hissettim. “Önce” giriş yaptım, şimdi konuya geleyim: “Örneğin meselâ” değil, sadece “örneğin” veya “meselâ”, “ful dolu” değil, sadece “ful” veya “dolu” kelimelerini kullanmalıyız. (10 Eylül 2020)
Rahmetli Yıldırım Gürses, “Eller, eller” şarkısıyla adeta ellerimize methiyeler düzmüş. Gelgelelim şarkıyı terennüm ederken, salındıkça bütün yükü ayaklar çekiyor. Tıpkı gerçek hayatta olduğu gibi. Bütün yük çalışanların üzerinde, yöneticiler sefa sürüyor. (11 Eylül 2020)
Olivia de Havilland “Ben 110 yaşına kadar yaşamayı planlıyorum”* dermiş.
Hollywood’un Altın Çağı’nın iki Oscar ödüllü bu son kadın starı, bazılarına göre süperstarı, iki ay önce, 26 Temmuz’da aramızdan ayrıldığında 104 yaşındaydı.
Geçen yıl 103 yaşında vefat eden Kırk Douglas’ın ardından, Hollywood, böylece Altın Çağı’dan arda kalan son birkaç asırlık çınarından birini daha kaybetti.
Olivia de Havilland uzun yaşamanın sırrının üç “L”de olduğuna inanırmış. Sevmek (Love), gülmek (Laugh) ve ışık (Light).
Ayrıca hayata olumlu bakmak ve her zaman bir şeylerle meşgul olmak, her daim yaşam prensibi olmuş.
Bir de, tabii, bir işin yürümediğini görünce, Olivia de Havilland’ın yaptığı gibi, Hollywood adlı cazibe merkezine bile arkanı dönüp çekip gidip, 40’lı yaşlara girerken, yeni bir hayata başlama cesareti gösterebilmek.
Fransız – Alman ortak kanalı Arte, geçen ay, 30’lu 40’lı yılların bu efsane oyuncusunu anmak için, “en iyi kadın oyuncu” dalında iki Oscar ödülünden birini kazandığı 1949 yapımı, ülkemizde de 1951 yılında gösterilen “Miras” (The Heiress) filmini yayımladı.
Henry James’in “Washington Meydanı” (Washington Square) romanından uyarlanan, yönetmen koltuğunda usta William Wyler’ın oturduğu, 1850’lerin New York’unda geçen, tam bir siyah-beyaz şölen.
Ama herşeyden önce “Rüzgâr Gibi Geçti” filmi gelir elbette.
Bazı filmler gönlümüze ve beynimize öylesine kazınıyor ki giderek özel ve tüzel kişilik kazanıyorlar bence. Olivia de Havilland’ı 1930’ların sonunda bir gecede dünyaca tanınan bir oyuncuya dönüştüren on Oscar ödüllü “Rüzgâr Gibi Geçti”* öyledir mesela.
Birkaç sefer niyetlenildiyse de 81 yıldır yerine bir yenisi konulamadı.
1942 yılında gösterime girdiğinden beri hâlâ en çok sevilen aşk filmi seçilen “Casablanca” da öyledir. Rick’i oynayan Humprey Bogart’ın yerine kolay kolay başka bir oyuncuyu koyamazsınız.
Bizim filmlerimiz arasında aklıma ilk gelen “Selvi Boylum Al Yazmalım.” Türkan Şoray, Kadir İnanır ve Ahmet Mekin’in yerine koyalım bakalım başka isimler. Kolay değildir, koyamayız.
“Rüzgâr Gibi Geçti” filminde, Scarlet O’Hara (Vivien Leigh), Rhet Butler (Clark Gable), Melani ve Ashley (Leslie Howard) dörtlüsünden, ateşli Scarlet’i kıskançlık ve öfkeden çıldırtan sessiz sakin melek ruhlu Melani’ye can veriyordu Olivia de Havilland.
Ancak 1916 yılında Tokyo’da İngiliz asıllı bir anne babadan dünyaya gelen, 2020’nin Temmuz’unda Paris’te uykuda hayata gözlerini yuman, sıcak, sevecen, yaramaz çocuk gülümsemesiyle ünlü, bu ufak tefek, güzel yüzlü, biblo gibi kadın, hiç ama hiç canlandırdığı Melanie gibi sessiz sakin yumuşak biri değil anlaşılan. Tersine, tabiri caizse, tam bir “çetin ceviz.”
Neden derseniz, yedi yıllık kontratla bağlı olduğu Warner Bros. şirketinin astığı astık kestiği kestik patronu Jack L. Warner’a başkaldırıp, açtığı davayı kazanarak 1944 yılında, hâlâ kendi adıyla anılan “De Havilland” kararını çıkarmayı başarıyor. “Stüdyo sisteminin belini kırdı”* diye nitelenen bu karar ya da yasa, büyük film stüdyolarının yıldızlarına uyguladığı “kontrat esareti”ne darbe indirip, sinema oyuncularına özgürlük ve kendi kariyerlerine sahip çıkma yolunu açıyor. Bu Hollywood’da o zamana kadar görülmüş birşey değil. Bu bir.
Bilindiği gibi, Hollywood, “Altın Çağ” diye anılan, kabaca 1920’lerden 1950’lere uzanan yıllarda, Warner Bros, RKO, Fox, MGM ve Paramount gibi beş büyük; Columbia, Universal ve United Artists gibi daha küçük üç stüdyo tarafından yönetiliyor.
Bu stüdyoların başındaki Jack L. Warner, Howard Hughes, Darryl F. Zanuck, Louis B. Mayer, Adolf Zukor gibi, neredeyse yıldızları kadar ünü büyük patronlar, sözü kanun olan birer zorba kral sanki.
Yedi yıllık kontratlarla kendilerine bağladıkları ve mahkemeden “De Havilland” kararı çıkana kadar da kontratlarını keyfi olarak kafalarına göre uygulayıp uzattıkları yıldızlar, onların gerek kariyerlerine gerek özel hayatlarına, kimi zaman cinsel tacize kadar varan her türlü tasarrufu kendilerine hak gördükleri “özel mülkleri” ve “ücretli köleleri.”
Jack L. Warner davayı kaybettikten sonra, şapkasını çıkarıp yerine oturacağına, olup biten sanki çektiği bir filmin mizanseniymiş gibi, Olivia de Havilland’ı işten atıp, filmlerinde oynatmamaları için diğer stüdyolara da baskı yapıyor örneğin.*
Hatırlarsak, geçen yıl gösterilen, başrolünü Renée Zellweger’ın üstlendiği “Judy” filmi, çok yetenekli bir Hollywood yıldızının, yani Judy Garland’ın hayatının MGM’in büyük patronu Louis B. Mayer ve ekibi tarafından daha 15 – 16 yaşından itibaren nasıl acımasızca ve vahşice perişan edildiğini bir güzel sergiliyordu.
“Star, Hollywood stüdyo sisteminde, hem büyük bir şöhrettir, hem de bir köledir. Ben de hem bir stardım hem de bir köle,” diye değerlendiriyor bu durumu Olivia de Havilland, 2009 yılında “The Independent” gazetesinden John Lichfield’le Paris’te yaptığı görüşmede.
Olivia de Havilland, bu gözükara patronlara itiraz edip “hayır” demeye cesaret edebilen, Bette Davis gibi, Katherine Hepburn gibi, Rita Hayworth gibi parmakla sayılabilen birkaç yıldızdan biri. Buna karşılık bu adamların, “huysuz,” “geçimsiz,” “başına buyruk” diye damgaladıkları bu eşsiz yıldızların başlarına örmeye çalıştıkları çoraplar ise traji – komik ayrı bir yazı konusu olabilir.
Olivia de Havilland, hanım hanımcık bir ingiliz leydisi görünümüne rağmen, gönlünü gidip gidip sinema dünyasının en “arıza” adamlarına kaptırıyor. Bu da iki.
Önce, 1935 yılından başlayarak birlikte sekiz film çektiği, ölünceye kadar skandalları dillerden düşmeyen, çocukluğundan itibaren başını durmadan belaya sokan, okullardan atılan, yakışıklının yakışıklısı Errol Flynn’a aşık oluyor. Hiçbir işte dikiş tutturamayan, peşindeki öfkeli kıskanç kocalar yüzünden doğduğu Avustralya’dan ayrılmak zorunda kalan Flynn, Hollywood’da kamera ışıklarının karşısında macera filmlerinin vazgeçilmez oyuncusuna dönüşüyor. Olivia de Havilland’la aralarındaki güçlü çekim beyazperdeye de yansıyor. Ama Flynn evli. O yüzden bu ilişki fazla ileri gidemeden imkansız bir aşk olarak kalıyor. “Doğru, aramızda çok yoğun bir çekim vardı,” diyor Olivia, yıllar sonra bir röportajında*.
Ardından 1938 yılında egzantrik milyoner, uçaklara, uçmaya tutkun, hastalık hastası, evham kumkuması RKO stüdyosunun patronu Howard Hugues’la hiçbir yere gidemeyecek bir ilişkisi oluyor. “İyi bir insandı. Gerçek bir kahramandı,” diye anıyor de Havillland, Hugues’u.
Bu iki arıza adamdan sonra Havilland bir değişiklik olarak, iki yıl kadar Amerikan sinemasının “iyi insan, iyi vatandaş” rollerinin vazgeçilmez oyuncusu James Stewart’la çıkıyor. Olivia’nın “Savaş – öncesinin liseli aşkı gibiydi” diye tanımladığı bu ilişki James Stewart’ın İkinci Dünya Savaşı sırasında savaşa gitmek için orduya katılmasıyla sona eriyor.
Ardından Olivia de Havilland, sinemanın en maceraperest, en başına buyruk, en yerinde duramayan adamına sırılsıklam aşık oluyor. Yani yönetmen, oyuncu, senaryo yazarı, boksör, süvari subayı, muhabir ve daha pek çok şey olan İngiliz, İskoç, İrlanda hatta uzaktan Portekiz asıllı, Nevada doğumlu John Huston’a.*
1941 yılında birlikte “Aşk Yarışı” filmini çekerken ilişki yaşıyorlar. Hatta filmde Olivia’nın kızkardeşini oynayan Bette Davis, yönetmen Huston’un Olivia’ya iltimas geçmesi ihtimalinden ciddi endişe duyuyor. Ancak Huston o sırada ikinci karısıyla evli, boşanmaya da niyeti yok. İlişkileri üç yıl sürüyor. “O benim çok büyük aşkımdı. Evlenmek istediğim bir adamdı,” diyor Olivia, Huston için.
Olivia de Havilland bu fırtınalı ilişkilerin ardından sonunda iki evliliğini okur, hem de yazar adamlarla yapıyor. 1946 yılında evlendiği ilk kocası Marcus Goodrich, “Night Waitress,” “Navy Born” gibi romanların yazarı. Senaryo da yazıyor.
1955 yılında evlendiği ikinci kocası Fransız Pierre Galante, gazeteci – yazar. “Paris Match” dergisinin ünlü yayın yönetmeni. 1979 yılında boşanıyorlar ama hep dost kalıyorlar. Galante, Grace Kelly ile Monaco Prensi Rainier’i bir foto – röportaj nedeniyle ilk kez Cannes’da bir araya getiren kişi olarak tanınıyor. On ikiden fazla kitap da yazan Pierre Galante’nin 1984 tarihli “Operasyon Valkyrie” romanını Tom Cruise 2008’de filme çekip başrolünü oynadı.
Olivia de Havilland’ın kendisi gibi ünlü oyuncu olan, bir buçuk yaş küçük kızkardeşi Joan Fontaine ile hiç geçinemedikleri, ilişkilerinin hayatları boyunca, uzun süreler görüşmeyi kesecek kadar sürtüşmeli, kıskançlık krizli ve rekabetçi olduğu iddiası yaygın. Bu üç.
Anneleri Lilian’ın baskısıyla İngiltere’ye dönmek üzere 1919 yılında gemiyle Japonya’dan yola çıkan de Havilland ailesi, Olivia ve Joan’ın bronşit ve zatürre hastalıklarına iyi gelir umuduyla gemiden inip güneşli Kaliforniya’ya yerleşmeye karar verince, büyüyünce ikisi de oscarlı yıldız olacak iki küçük kızın Hollywood’a giden yollarına ilk taşlar döşeniyor.
Avukat babaları bir süre sonra onları terkedip, Tokyo’daki evlerinde hizmetli olarak çalışan Japon sevgilisine geri dönüyor. Anne baba 1925 yılında boşanıyor. Joan’ın olmasa da, Olivia’nın öz babasıyla ilişkisi kesiliyor. Annesi bir iş adamıyla ikinci evliliğini yapıyor. Aşırı baskıcı ve kontrolcü üvey baba oyunculuk hayallerinin önünü kesmeye çalışıp, okul oyununda rol almasına izin vermeyince Olivia on altı yaşında evi terk edip, bir aile dostunun yanına gidiyor. Bu da dört.
Anne Lilian, Birleşik Amerika devletinin bu en renkli, en canlı eyaletinde, kızlarını büyük bir ısrar ve kararlıkla birer “İngiliz” olarak yetiştiriyor. Sanat, oyunculuk, dans, müzik eğitimi almalarına önem veriyor.
Olivia de Havilland, 1934 yılında bir okul oyununda ünlü Avusturya asıllı tiyatro yönetmeni ve yapımcı Max Reinhardt tarafından keşfediliyor. Oyun William Shakespeare’in “Bir Yaz Gecesi Rüyası.”
Reinhardt, Olivia de Havilland’ı aynı oyunda önce tiyatroda ardından da Warner Bros. için 1935 yılında çektiği filmde oynatıyor. Böylece on dokuz yaşında Olivia’nın önünde Hollywood’a giden kapılar açılıyor. Önce “Kanlı Korsan” (Captain Blood), “Vatan Kurtaran Aslan” gibi Errol Flynn’le oynadığı “derin romantik, hızlı macera” filmleriyle sinema dünyasında adını duyuruyor. 1939 yılında da “Rüzgâr Gibi Geçti” filmiyle zirveye yürüyor.
Olivia de Havilland’ın “en iyi kadın oyuncu” dalında ilk Oscar ödülünü aldığı, Birinci Dünya Savaşı yıllarında evlilik dışı bir çocuk dünyaya getiren ve onu evlatlık vermek zorunda bırakılınca, yıllarca uzaktan takip edip yaklaşmaya çalışan bir anneyi oynadığı, Paramount Pictures yapımı, 1946 tarihli “Günah Çocuğu” (To Each His Own) filmini izleme olanağım olmadı.
“Günah Çocuğu,” kendisine hep tekdüze saf masum kadın rolleri verilmesine itiraz ettiği için Warner Bros.’un 1943 yılında Olivia’yı kara listeye alıp, sonra da işten atması yüzünden, açtığı davanın sonucu kesinleşene kadar iki yıl evinde oturup beklemek zorunda kalan yıldızın yeniden setlere döndükten sonra çektiği ilk film bu arada.
Yine bir Paramount yapımı olan, Olivia de Havilland’ın ikinci Oscar ödülünü aldığı 1949 tarihli “Miras” (Heiress) filmini ise geçen ay Arte televizyonunda büyük bir keyifle izledim.
Henry James’in, bir arkadaşının anlattığı gerçek olaydan yola çıkarak yazdığı, 1880 yılında yayınlanan romandan uyarlanan film, aradan geçen yetmiş bir yıla rağmen gerek teknik, gerek içerik, gerek oyunculuk açısından hâlâ çok güncel, taze ve etkileyici. “En iyi kadın oyuncu”nun yanı sıra, “en iyi sanat yönetimi ve set tasarımı”, “en iyi kostüm”, “en iyi müzik” dalında aldığı dört Oscar ödülünü sonuna kadar hak ediyor.
Olivia de Havilland, 1850’lerde henüz yeni gelişmekte olan New York’ta varlıklı, mevki sahibi doktor babası, kocasını kaybedince yanlarına gelen halasıyla beraber yaşayan, otuzunu geçmiş, hem kendi evinde, hem de içinde yaşadıkları toplumda evde kalmış kız gözüyle bakılan utanganç, insan içine çıkmaya çekinen, çıkarsa da iki lafı biraraya getiremeyen Catherine’i ustalıkla canlandırıyor. Catherine’in, üzerine geçirilmiş kalın güvensizlik ve çekingenlik perdesinin altından zaman zaman fışkıran yaşam tutkusunu, canlılığını ve direncini de son derece incelikli bir oyunculukla sergileyerek, akıllardan kolay çıkmayacak bir portre çiziyor.
Babası Doktor Sloper’ın, “onu en iyi okullarda okuttum, gelişsin diye onunla geceleri politika ve dünya meselelerini konuştum” diye övündüğü Catherine’in kendine güvensizliğinin temel nedeni, yine babası. Yani Dr. Sloper’ın, Catherine’i durmadan onu doğururken ölen annesiyle kıyaslayarak, önceleri kibar kibar, sonra da sözünü geçiremeyince son derece kaba ve gururunu kıracak şekilde aşağılayarak, hor görerek ve ona değer vermeyerek, kızına çocukluğundan beri psikolojik şiddet uygulaması.
Dr. Stopper’ın öfkesinin nedeni, Catherine’in, bir türlü, annesi gibi toplum içinde parlak güzel bir genç kadına dönüşmemesinin üstüne, bir de gönlünü servet avcısı dediği bir adama kaptırması.
Yakışıklılığının ve karizmasının zirvesinde bir Montgomery Clift’in oynadığı, Avrupa görmüş, Londra ve Paris’te yaşamış, bilgisi kültürü yerinde ama işsiz güçsüz ve beş parasız Morris gerçekten de Catherine’in mirasının peşinde olan bir servet avcısı. Ama Catherine sonunda ikisini de altedip, hayatına sahip çıkmaya, içindeki gücü tanımaya yöneliyor.
“Bu filmin yeri bende çok özeldir ve hep öyle kalacaktır. Filmi seyreden kadınlar beni çok iyi anlayacaktır,” diye değerlendiriyor Olivia de Havilland oynadığı “Miras” filmini.
Filmografisinde* 1935 – 1988 yılları arasında altmış bir film, dizi, TV filmi yer alan Olivia de Havilland en çok arandığı yıllarda, 1950’lerin ortasında Hollywood serüvenine “buraya kadar” diyor. “Ben ömrümü artık hayal dünyasında, rüyalar aleminde, setler dekorlar arasında değil, gerçek bir şehirde, gerçek insanlar, anıtlar, binalar arasında geçirmek istiyorum,” diyerek Paris’e yerleşiyor ve kendisine yeni bir hayat kuruyor.
Ağırlığı televizyona verse de 1988 yılına kadar oyunculuğa devam ediyor. 1965’de Cannes Film Festivali’nde ilk kadın jüri başkanı oluyor. Kültür ve sanat etkinliklerine katılıyor. ABD, İngiltere ve Fransa’nın kültür ve sanat alanında verdikleri en onurlu unvan, madalya ve nişanları alıyor.
Olivia de Havilland, planladığı gibi 110 yaşına kadar gelemese de, günahıyla sevabıyla, sevinciyle kederiyle, Tokyo’da başlayan, Hollywood’da süren ve Paris’te sonlanan dolu dolu uzun bir ömür geçiriyor şu güzelim “mavi” gezegenimizde, kendi deyişiyle gülerek, severek ve ışığın tadını çıkararak.
* Not: ABD’de Mayıs ayında siyahi George Floyd’un öldürülmesiyle başlayan, ardından dünyanın birçok ülkesine yayılan ırkçılık aleyhtarı gösteriler şiddetlenince, “ırkçı, köleci öğeler içerdiği” gerekçesiyle 10 Haziran 2020’de “Rüzgâr Gibi Geçti” filmini yayından kaldıran Amerikan paralı televizyon kanal grubu HBO, iki hafta sonra 24 Haziran’da, “Amerikan iç savaşı”nın tarihi içeriğini açıklayarak “Tarihi Bilgilendirme”yle bu “klasik” filmin tekrar ekranlara dönmesi kararı aldı.
Roman Polanski’nin geçtiğimiz yıl Venedik Film Festivali’nden Büyük Jüri Ödülü ile dönmüş olan son çalışması ‘J’accuse / Suçluyorum’ bizde İngilizce yakıştırılmış isminin çevirisi olan ‘Subay ve Casus’ adıyla gösterime girmiş bulunuyor. Salgın nedeniyle vizyonu gecikmiş olan film, 19. yüzyıl sonlarında Fransa’da yaşanmış gerçek bir olayı konu ediniyor. Daha önce sinema ve tiyatroda defalarca ele alınmış olan ve Dreyfus vak’ası olarak bilinen gelişmeler, 1894 yılında Alman istihbaratı için casuslukla suçlanan yüzbaşı Alfred Dreyfus’un tam 12 yıl süren haksız mahkumiyeti çerçevesinde, dünya hukuk literatüründe yanlış adalet uygulamasının görkemli örneği olarak bilinir.
Fransa’da önemli hukuki tartışmalara neden olan Dreyfus davası, Paris’teki Alman Elçiliğinde hizmetçi olarak çalışan ve Fransız gizli servisi ile işbirliği yapan bir kadının çöp sepetinde bulduğu imzasız bir mektubu merkeze göndermesiyle başlar. Alman askeri ataşesine yazılmış olan mektupta Fransız Deniz Kuvvetleri’ne ilişkin gizli bilgilerin verilmesi vaad edilmektedir. Dreyfus’un el yazısının mektuptaki yazıya benzemesi şüpheleri genç yüzbaşının üzerine çeker. Zengin bir ailenin çocuğudur Dreyfus. Üstelik, Fransa’da içten içe kaynayan Yahudi düşmanlığına rağmen askeri okula kabul edilmiş ve üstün başarı sağlamış tek Yahudi subaydır.
1977 yılında Los Angeles’ta 13 yaşındaki bir kız çocuğuna uyuşturucu vererek tecavüz ettiği suçlamasıyla tüm dünyanın gündemine oturan ve Avrupa’ya kaçarak mahkûm olmaktan kurtulmuş olan Polanski, Dreyfus olayı ile neden ilgilendiğini filmin basın kitinde açıkça belirtmiş. Kendisinin de haksız yere suçlandığını ve Yahudi olduğu için hedef gösterildiğini bir kez daha vurgulamış. Polanski davasının hukuki kanıtlarını değerlendirmeyi yine hukukçulara bırakarak, filme dönecek olursak..
Başlangıç jeneriğinde, hikâyede tasvir edilmiş tüm kişiler ve gelişmelerin gerçek olduğu özellikle vurgulanmış. Açılış sahnesinin puslu kış gününde, tüm garnizonun önünde rütbesinin söküldüğü, silahlarının alındığı seremonide, 14. Topçu Alayı’nın bir zamanlar muteber yüzbaşısı, aşağılayıcı vatan hainliği suçlamasıyla mahkûm ediliyor, cezasını çekmesi için ıssız Şeytan Adası’na sürgün ediliyor.
İngiliz gazeteci Robert Harris’in aynı adlı romanından, Polanski ile birlikte kaleme aldığı sağlam bir metne dayanıyor film. Tarihi ayrıntılar, kişiler, devlet adamları ve özellikle tarihi dokuyu kaybetmemiş mekanlar ustalıklı bir biçimde filmin hizmetine sunulmuş. Davanın pusu açılış sahnesine benzer bir biçimde tüm filmin ruhuna sinmiş. Yanıltıcı belgeler arasında yol almaya çalışan ise Fransız istihbaratının başına yeni atanmış olan albay Georges Picquart.
Dreyfus’un harp okulundan hocası da olan Picquart, davayı soruşturan ana karakter olarak ön planda yer alıyor. İdealist bir kahraman olarak çizilmemiş Picquart. Ancak, istihbarat memurlarının, muhbirlerin, polislerin yuvalandığı bakımsız merkezi adam etmek ve ahlak çöküntüsü içinde olduğu dile getirilen dönemin Fransız ordu ve adalet sistemini kurcalamak niyetindedir. 18 yaşından beri içinde olduğu ve herşeyi olduğunu ileri sürdüğü ordu içinde skandal yaratmak değildir niyeti. Lakin, Dreyfus hakkında üst makamlara kadar uzanan düzmece belgeleri ortaya çıkardığında, onun da hayatı didik didik edilecek ve başı derde girecektir.
Özgün adını usta yazar Emile Zola’nın dava ile ilgili olarak Devlet Başkanı’na yazmış olduğu, çürümüş bir sistemi topa tutan, L’Aurore gazetesinde yayınlanmış ünlü mektubu ‘J’accuse / Suçluyorum’dan alan yapım, Polanski’nin elinde tıkır tıkır işleyen bir dedektif ve casusluk deneyimine dönüşmüş. Açılış sahnesinin pusunun izinde, yarı aydınlık bürolarda, koridorlarda yol alan filmde, belki de metaforik olarak o dönemin Fransa’sı ve adalet mekanizmasının üzerine çökmüş olan sis pus vurgulanmak istenmiş. Polanski’nin ‘Piyanist’ten beri birlikte çalıştığı Polonya asıllı yoldaşı, görüntü yönetmeni Pawel Edelman ve de Belle Epoque Paris’ini kusursuz bir biçimde yeniden yaratmış olan, özellikle müzikhol sahnesinde Lautrec ve Manet’nin dünyasına selam gönderen set tasarımcısı Jean Rabasse’ın özenli çalışmaları takdire değer.
Filmin oyuncu kadrosu da Fransız sinemasının önde gelen oyuncularından oluşmuş. Albay Picquart’da Jean Dujardin, Dreyfus’ta gözlüğü ve bıyığıyla hayli zor tanınan Louis Garrel, Picquart’ın uzatmalı sevgilisinde (Polanski’nin müstakbel eşi) Emmanuelle Seigner’e, kısa rollerinde Mathieu Amalric, Melvil Poupaud ile La Comédie Française’in saygın oyuncuları eşlik etmiş.
‘Subay ve Casus’ çok özenle çalışılmış, 87 yaşındaki Polanski’nin kişisel davasına atıfta bulunduğu bir vasiyet filmi. Önemli eksiği ise, gerçek olaylar ve kişilerden yola çıkarak dönem panoramasını kusursuz bir biçimde yaratırken, karakterler üzerine çok fazla derinleşememesi, akademik başarının ötesinde sinema sanatı açısından güçlü bir heyecan yaratamaması olmuş.
Yaşamı güzelleştirmek isteyenler sadece işlevsellikle yetinmeyip estetiğini de gözettikleri için yaptıkları, her ne ise, muhakkak öne çıkıyor, yol gösteriyor, yol açıyor.
Mimarlık, yaşamın vazgeçilmezi muhakkak ki… Temel gereksinmelerden biri ve belki de en belirleyicisi, çünkü barın(a)madığınız zaman başka hiçbir şey yapamıyor, hiçbir güzellik üretemiyorsunuz. Temel gereksinimler arasında sayılmasa da sinema (yedinci sanat diyoruz ya, edebiyat, resim, müzik, tiyatro, heykel, dans gibi kendisinden önce var olan sanat dallarının hepsiyle iletişim içindedir) da yaşamsal bir gereksinimdir. Sanatla buluşmayan bütün çalışmalar belli bir süre sonra anlamlılıklarını da gündemdeki yerlerini de yitiriyor. Buna da bağlı olarak sinemanın (aslında sanatın tüm alanlarının) yaşamla iç içeliğini anlatan çalışmalara ihtiyacımız var.
Farklı bakışlarla…
Hikmet Temel Akarsu, Nevnihal Erdoğan ve Türkiz Özbursalı bu zorlu ve bir o kadar da gerekli çalışmayı yapmış, YEM Yayın da yayımlamış. Her ne kadar kitabı hazırlayan arkadaşlar mimarlık tarafından olsalar da edebiyatçı kimlikleriyle sinemanın gerekliliğini göz ardı etmeyip 40 yetkin yazarın 68 film üzerine makalesini sunmuşlar okura. Sinemayı sadece görsel sanat olarak görmememiz, görüntüde yer alan (dekor da dahil) her şeyin bir mimari olduğunu kabul etmemiz bir üst katmanda anlatılmak isteneni de kavramamızı sağlıyor. Kitapta yazıları yer alan akademisyenlerin, mimarların, iletişimcilerin, şairlerin, illüstratörlerin farklı bakışları filmlere de bambaşka nitelik kazandırıyor…
Sinemada anlamlılık…
Luis Bunuel, “Bir filmde bir şey iki kere görünüyorsa, bilin ki, başka bir anlamı vardır” diyor. Bu, izleyicinin o anki imgeleminde canlanan algının önemli olduğunu anlatıyor, bana göre de. Tam da bu açıdan, “Sinemada Mimarlık”, filmleri anlamak, kavramak ve algılamak için önemli ipuçları veriyor. Bunu biraz daha ileri taşıyarak, sokağın, mahallenin, semtin, kentin yaşamını da ele verdiğini söyleyebiliriz. Kentin de sanatın da toplumdan ayrı tutulması pek mümkün değil.
Görsel şölen…
Bir filmde, daha senaryo aşamasında, karakter tanımlamaları yapılır. O tanımlamalar çerçevesinde mekân ve zaman saptanır. Başrolün karakteri kentinden, içinde yaşadığı evinden, evin düzeninden ayrılabilir mi? Hepsi birbiriyle uyumlu, ilintili ve birbirini tamamlayıcı olunca ortaya görsel bir şölen çıkar. Film de keyifle, heyecanla, mutlulukla, merakla izlenir.
Biraz yaşam, biraz ekonomi, ama çok da sosyal politika vardır her filmde. “Sinemada Mimarlık”ı oluşturan yazarlar -ki, içlerinde iletişim uzmanları, sinemacılar, edebiyat eleştirmenleri, mimarlar var- filmleri gerçekten hallaç pamuğu gibi atmış, ince ince irdelemiş, şeytanın gizlendiği ayrıntıları da atlamayarak yazmışlar.
Başucu kitabı…
“Sinemada Mimarlık”, bir seferde okunup bir tarafa konulacak bir çalışma/kitap değil. İrdelenen 68 filmin içinden aklınıza takılanı (belki de en çok sevdiğinizi) okuyabilir, bir diğer film yazısını başka bir zamana bırakabilirsiniz.
Kitap; Mimarlığa İlham Veren Filmler, Çevre ve Mekân Psikolojisi Bağlamındaki Filmler, Mimarı ve Tarih Bağlamındaki Filmler, Bilimkurgu ve Distopyalar, Fantaziler, Ekolojik Filmler gibi on bölüme ayrılmış… bu da bir diğer nedeni başucu kitabı olmasının. Dilerseniz “usta”ların klasiklerinden, dilerseniz estetik değerlerin yok edildiğini hüzünlü gözlerle anımsayacağınız yeni zaman filmlerinden, isterseniz yerli isterseniz yabancı film anlatımlarından veya bir ondan bir bundan okumaya başlayabilirsiniz. Belki sizlerin aklına başka bir ayrıntı takılır, üzerine yazarsınız. En önemlisi; sinemada anlatılanların yaşamdan ayrılmadığını göreceksiniz, filmleri artık bir başka açıdan izleyeceksiniz.
Sinemada Mimarlık
Hikmet Temel Akarsu, Nevnihal Erdoğan, Türkiz Özbursalı
YEM Yayın
Temmuz 2020, 432 s.
“Federico Fellini: ‘Maestro 100 Yaşında’” yazım geçtiğimiz Haziran ayında bu sütunlarda yayımladığından beri vicdanım rahatsız. Sanki işimi eksik yapmışım ya da yarım bırakmışım gibi. Neden derseniz, 1939-40 yıllarının başında karınlarını doyurmak için Via Frattini’deki mandırada bir tabak spagettiyi bölüşen, beş parasız iki genç adam olarak geceleri Roma sokaklarını arşınlayıp, yıldızlara bakarak, biri “dünyanın en iyi yönetmeni”, diğeri … Devamı… »
‘Boyalı Kuş / The Painted Bird’ kişisel tarihimde önemli yeri olan bir edebiyat klasiğidir. Jerzy Kosiński’nin 1965 tarihli romanı, yetmişli yılların başlarında dilimize çevrilmiş ve dönemin önde gelen yayınevi E Yayınları’nca basılmış kopyası, edebiyat çevresinde büyük ilgi uyandırmış, ergenlik yıllarımın elden ele dolaşarak bir solukta okunan kült eserleri arasında yer almıştı.
Eser, küçük yaşlarda bir Yahudi çocuğunun Slav illerinde yapayalnız mücadelesi üzerinedir. Hayatta kalması için köylük yerde büyükannesine teslim edilen Joska, yaşlı kadının ani ölümüyle yollara düşecek ve savaşın çaresizliği altında ezilen insanoğlunun tüm günahlarıyla yüzleşecektir.
Kosinski’nin, ülkesi Polonya’da yıllarca yasaklı kitaplar listesinde yer almış olan eseri, İkinci Dünya Savaşı’nın Doğu Avrupa’sında sığınacak yer arayan küçük çocuğun farklı karakterlerin zulmünden kaçmaya çalışırken masumiyetini yitirmesi üzerinedir. İnsanoğluna özgü şiddet ve zulüm eserin filmin ilk sahnesinden aktarılır. Evcil dağ gelinciği ile koşuşturan Joska, zorba yaşıtlarınca yakalanır ve küçük hayvan eğlence için canlı canlı ateşe verilir.
Bu vahşetin ilk perdesidir yalnızca. Romanın epizodik izleğini süren film, çocuğun yıllar alan mücadelesi süresince cinsel istismardan toplu katliama vahşetin binbir yüzüne tanıklık eder. Ve hayatta kalmak için göze göz dişe diş öldürmeyi öğrenir Joska. Hiç konuşmaz. Sadece izler. Cüsse olarak değil belki ama ruhen büyür ve yaşlanır. Saf çocukluğu ile birlikte ruhunu yitirir bu süreç boyunca. İsa peygamber misali dünyanın tüm günahlarını üstlenmez, sıradan bir insan gibi günah işlemeyi öğrenir.
‘Boyalı Kuş’ okunması olduğu denli seyri de zor, çok zor bir film. Söz gelimi, Elem Klimov’un 1985 yapımı ‘Gel ve Gör / Idi i Smotri’ filminin insanı kahreden toplu katliam bölümü ile kıyaslanabilecek sert sahneler mevcut. Nitekim 76. Venedik Film Festivali’ndeki ilk gösteriminde, 169 dakika uzunluğundaki bu vahşet silsilesi fazlasıyla rahatsız edici bulunmuş, şık beylerin ve hanımların bir kısmı film bitmeden çıkış kapılarına yönelmişti. Ancak, şiddetin tasvirinden ziyade, vahşetin süreç boyunca ana karakterin gözünde nasıl da olağanlaştığına tanık olmanın çok daha dehşet verici olduğunu düşünüyorum.
Üçüncü uzun metrajını çeken Çekya asıllı yönetmen Václav Marhoul, edebi metni büyük bir ustalıkla beyazperdeye uyarlarken şiddeti sömürmüyor gerçi. Öykünün geçtiği belli bir ülke adı vermiyor, farklı Slav aksanları kullanmaya özen gösteriyor. Film için yeterli hazırlığı yapmak ve finansman bulmak için tam 11 yılını almış. Kurbandan katile dönüşen 10 yaşlarındaki ana karakterini canlandıran küçük yeteneği (Petr Kotlár) bir Çekya köyünün sokaklarında keşfetmiş. Kısa yan rollerde etkileyici performanslar veren Harvey Keitel, Udo Kier, Stellan Skarsgård, Julian Sands, Barry Pepper gibi uluslararası yıldız isimlerle çalışmış.
Filmin sinema tarihine geçecek en önemli artısı ise görselliği kuşkusuz. 35 mm peliküle siyah-beyaz formatta çekilen film 1940’lar dünyasının çaresiz vahşetini mükemmel bir biçimde beyazperdeye yansıtıyor. Filmin Çekya asıllı görüntü yönetmeni Vladimir Smutný’nin geçtiğimiz yıl Venedik’ten ödülle dönmesi bu açıdan hiç de rastlantı değil. ‘Boyalı Kuş’ çok başarılı bir edebiyat uyarlaması ve salgın nedeniyle gösterime girebilen filmler içinde mutlaka izlenmesi gereken yılın en iyilerinden.
“Federico Fellini: ‘Maestro 100 Yaşında’” yazım geçtiğimiz Haziran ayında bu sütunlarda yayımladığından beri vicdanım rahatsız. Sanki işimi eksik yapmışım ya da yarım bırakmışım gibi.
Neden derseniz, 1939-40 yıllarının başında karınlarını doyurmak için Via Frattini’deki mandırada bir tabak spagettiyi bölüşen, beş parasız iki genç adam olarak geceleri Roma sokaklarını arşınlayıp, yıldızlara bakarak, biri “dünyanın en iyi yönetmeni”, diğeri “İtalya’nın en büyük aktörü ve sinemacısı” olma hayalleri kuran, üstelik de bunu gerçekleştiren ikilinin diğer yarısı Albero Sordi’yi henüz yazmadım diye. Çünkü bu yıl, yani 2020, yalnızca Fellini’nin değil, Sordi’nin de 100. doğum yılı.
Ama Sordi 15 Haziran 1920 doğumlu olduğu için henüz geç kalmış sayılmam.
Geçtiğimiz haftalarda İtalyan Rai 1 kanalında yayınlanan eski starlara, şarkıcılara, yazarlara dönük bir televizyon programına katılan üç davetliden, (yaşadığımız bu korona virüs salgınından beri her yerde bir eskiyi arayış, eskiye dönüş özlemi var nedense) önceden anketle belirlenmiş saptamaya göre, İtalyan sinemasının vefat etmiş ya da artık aktif olarak sinema yapmayan efsane oyuncularından ilk on sırayı alan isimleri bulmalarını istediler.
Birinci sırayı Sophia Loren kimseye kaptırmamış. Ancak Loren’in arkasında ünlü yapımcı eşi Carlo Ponti’nin gücünü unutmamak lazım. Alberto Sordi ikinci sıraya oturmuş. O nedenle onun erkek efsane oyuncuların birincisi olduğu kolaylıkla söylenebilir.
Beni en memnun eden ama biraz da şaşırtan, Gina Lollobrigida, Claudia Cardinale ve Vittorio Gassman gibi çok ünlü isimler listede gerilerde kalırken, Virna Lisi’nin üçüncü sırayı alması oldu. Bu zarif ve güzel kadının, hak ettiği gibi, iyi oyuncu olarak da kendisini kabul ettirmiş olmasına çok sevindim.
Sırasıyla, Toto dördüncü, Anna Magnani beşinci, Marcello Mastroianni altıncı, “Postacı” filminin unutulmaz postacısı Massimo Troisi yedinci, Nino Manfredi sekizinci, Monica Vitti dokuzuncu sıradaydı. Ünlü yönetmen Vittorio De Sica da, oyuncu olarak, onuncu sıradan, ilk 10’a girmeyi başarmıştı.
100. doğum yılı nedeniyle İtalyan televizyonlarında şu aralar hafta en az bir iki Alberto Sordi filmi yayınlanıyor. Rai 3 kanalında “100 di questo Sordi” diye bir sinema kuşağı da yayında.
Ayrıca Sordi’yi Luca Manfredi’nin yönettiği, kısa sürede milyonlarca kişi tarafından izlenen, 2020 yapımı, “Permette? Alberto Sordi”* (Pardon? Alberto Sordi) adlı biyografik TV filmiyle de anıyor İtalyanlar.
Film, 1937 – 1957 yıllarında, 17 – 37 yaşlarını süren Alberto Sordi’nin hayatından 20 yıllık bir kesit sunuyor ve tüm engellere, engellemelere rağmen, adım adım, düşe kalka sinemada başarıya doğru yürüyüş öyküsünü ekrana taşıyor. Bitiş jeneriğinde ise Sordi’nin artık ünlü ve sevilen bir aktör olarak kabul edildiğini müjdeleyen, 1954 yapımı “Roma’da bir Amerikalı” filminden spagetti makarnayı çatalladığı sahnelerin görüntüsü akıyor.
Kadim dostu Fellini’nin yanı sıra, Sordi’nin hayatının kadını olarak nitelenen ve bir röportajında “evlenebileceğim tek kadındı”* dediği Andreina Pagnani’yle dokuz yıl süren ilişkisi ile ailesiyle sıkı bağları filmde geniş yer tutuyor.
Film, Milano’da lüks Continental Otel’de teşrifatçı olarak çalışan, 17 – 18 yaşlarındaki Alberto Sordi’nin, “müşterileri rahatsız ettiği ve işe geç geldiği” gerekçesiyle işinden kovulması ve aynı anda baskın Roma lehçesi yüzünden devam ettiği oyunculuk akademisinden de atılmasıyla başlıyor.
Sordi’nin rahatsız ettiği iddia edilen hatırlı müşteri, yönetmen – oyuncu Vittorio De Sica. Otele her geldiğinde Sordi bir bahaneyle onun yanına gidip kendini hatırlatıp oyuncu olma hayalinden söz etmeye çalışıyor. De Sica da son derece züppe bir tavırla ona, “Bu suratla olmaz yavrucum. Sen kendine dublaj falan gibi başka alanlarda iş ara” diyor.
Diksiyon hocası tarafından “Boşuna uğraşıp zaman kaybetme. Bu lehçeyle senden asla aktör olmaz,” iddiasıyla Akademi’den de gönderilen Sordi istemeye istemeye Roma’daki baba evine dönmek zorunda kalıyor.
Filmde anlatılana göre, Sordi ile Fellini Roma’da ilk kez bir sinemada tesadüfen karşılaşıyorlar. Ardından, ailesi tarafından üniversitede hukuk okusun diye Rimini’den Roma’ya gönderilen Fellini’nin, o sırada yaptığı iş olan, çizgi roman karelerini çizerken mekân tuttuğu Via Frattini’deki mandırada ikinci kez yine tesadüfen rastlaşıyorlar ve kısa sürede ayrılmaz ikiliye dönüşüyorlar.
Filmin başlarında ilginç bir anekdot var. Fellini Sordi’ye “Bu akşam seni çok özel bir yere götüreceğim,” diyerek kolundan tutup onu bildiği bir falcıya götürüyor.
Falcı kadın, Fellini’ye, “Sen çok büyük başarılar kazanacaksın, büyük adam olacaksın. Hayatına iri yarı, beş demir adam girecek ve işinde sana çok yardımcı olacaklar,” diye övgüler yağdırıyor. Kartları yorumlamayı bitirince de “Tabii ki senden para almayacağım,” diyor. Fellini’nin ağzı kulaklarında.
Sıra Sordi’ye geliyor. Falcı kartları açıyor. Yüzünü ekşitiyor. “Senin işin zor. İlerlemek istediğin yolda önüne çok engeller çıkacak. Ama herşey senin elinde. Düştüğün yerden kalkabilirsen, başarıya gidersin. Yoksa düştüğün yerde kalırsın,” diyor. Sordi’nin morali bozuluyor, yüzü düşüyor.
Falcı bir de fal için ondan 20 liret isteyince, dışarı çıktıklarında Sordi, “Cebimde bir yirmi liretim vardı. Şimdi o da gitti. Yiyecek alacak param kalmadı,” diyerek yanında kıkır kıkır gülen Fellini’ye iyice öfkeleniyor.
Alberto Sordi aktör olma yolunda zorluklarla karşılaşıp -çünkü ona “bu suratla olmaz” diyen tek kişi Vittorio De Sica değil- morali bozulduğunda Fellini daima, “Unutma, falcı ‘herşey sana bağlı, düştüğün yerden kalkarsan başarırsın’ dedi,” diyerek Sordi’yi ateşliyor, tekrar mücadeleye yönlendiriyor.
Fellini yabancı film dalında ilk Oscar ödülünü 1957 yılında, 1954’de çektiği “Sonsuz Sokaklar’la (La Strada) alıyor.
Filmde Fellini, elinde bir şişe şampanya, Oscar aldığı müjdesini vermek ve birlikte kutlamak için, Sordi’yi geceleri buluştukları meydana çağırıyor ve Oscar kazandığını bildiren mektubu uzatıyor. Mektubu okuyan Sordi, “Bak işte falcının sana söyledikleri çıktı. Falcının sözünü ettiği, o sırada ne olduğunu anlayamadığımız iri yarı demir adam, bu Oscar heykeli. Demek ki bunun gibi dört tane daha kazanacaksın,” diye yorum yapıyor.
Bu falcı anekdotu gerçek mi, yoksa dramatik unsur olarak mı biyografik filme eklenmiş, bunu doğrulama imkânım yok. Ancak Fellini’nin spiritualizme çok meraklı olduğu bilinen bir gerçek.
Milano’dan Roma’ya döndükten sonra Sordi şansını ilk olarak Cinecitta’da figüranlık işleriyle deniyor. Hatta 1942 yılında bir savaş filminde önemli bir rolde oynuyor. Ama beklediği kapılar açılmıyor.
Roma Operası’nda müzisyen olan babası, oğlunun aktör olma hayalinden bir türlü vazgeçmediğini görünce, “Oğlum,” diyor “ben de gençken keman sanatçısı olmak istiyordum ama keman çalmak isteyen çoktu, rekabet çok yoğundu. Vazgeçtim. Tuba çalan yalnızca iki kişiydik, onun için hiç işsiz kalmadım. Sen de evine ekmek götürmek istiyorsan dublaj işine yönel.”
Sordi istemeye istemeye de olsa, babasının ısrarı üzerine Laurel Hardy’nin italyanca dublajı için MGM’in açtığı yarışmaya katılıyor ve kazanıyor. Dünyada Laurel yani Ollie Hardy’i en iyi seslendiren kişi kabûl edilen Sordi, 1939 – 1951 yılları arasında 40’dan fazla Laurel ve Hardy filminde dublaj yapıyor. Ayrıca dublaj işini bırakacağı 1956 yılına kadar Anthony Quinn, Robert Mitchum, Pedro Armendariz gibi çok sayıda ünlü oyuncuya da sesini veriyor. Radyoda başarılı programlar yapmaya başlıyor.
Bu arada sinema oyunculuğu hayalinden hiç vazgeçmeyen Alberto’ya önemli destek İtalyanların komedi ve drama oyunculuğu üstadı Aldo Fabrizi’den geliyor. Hani Rosselini’nin yönettiği “Roma Açık Şehir” filminde nazilere baş eğmeyen o unutulmaz rahip.
Fabrizi komedi oyunculuğunun incelikleri, zamanlaması, vurguları konusunda Sordi’yi eğitiyor. Yeni oluşturduğu kumpanyada onu sahneye çıkarıyor. Radyo programlarının yanısıra, müzikhollerde ve varyete şovlarda sahne almaya başlayan Sordi giderek komedi şovların aranan ismi oluyor. Ama küçük küçük rollerde oynamasına rağmen sinemada bir arpa boyu yol alamıyor.
Aynı yıllarda yani 40’lı yılların başında Alberto Sordi’nin hayatına çok önemli bir başka isim giriyor: Andreina Pagnani.
İtalyan tiyatrosunun “prima donnası” diye tanımlanan Pagnani, Sordi’den 14 yaş büyük, 1906 doğumlu. 16 film de çeken Pagnani, Greta Garbo’dan, Marlene Dietrich’e, Rita Haywoth’dan Bette Davis’e hemen hemen tüm ünlü Hollywood yıldızlarına sesini veren, aranılan bir dublaj sanatçısı ayrıca.
Pilot olan kocasını 1933 yılında bir kazada kaybeden bu çok güzel, zarif, şık, zengin ve ünlü kadınla Sordi önce arkadaş, ardından kısa sürede sevgili oluyorlar. Sanatçılar, oyuncular, kültür insanlarından oluşan geniş bir çevresi olan Andreina Pagnani, Sordi’nin hayatında bir nevi “Pygmalion” rolü oynuyor. Onu çevresine tanıtıyor, oturması, kalkması giyinmesiyle ilgileniyor, ufkunu genişletiyor. Sordi Andreina’nın çok güzel döşeli evine taşınınca, spor arabalar, şık tatillerle farklı bir yaşam başlıyor.
Ancak Sordi, dindar katolik orta halli bir aileden geliyor. Çok düşkün olduğu öğretmen annesi, “O bizden biri değil,” diyerek bu ilişkiyi onaylamıyor. Öğretmen olan ikiz ablaları da öyle. Ve filme bakılırsa, anne, ölmeden önce oğlundan Andreina’yla evlenmeyeceği sözü vermesini istiyor.
Beraberlikleri boyunca, tiyatro ve sinemada zaten parlak bir kariyeri olan Pagnani’ye güzel teklifler gelirken, Sordi’nin içine girdiği yeni ortama rağmen hâlâ sinemanın kapılarının aralanmaması, ikilinin ilişkisini zaman zaman ciddi geriyor. Hatta Andreina’yı, “Sinemacılar seni istemiyorsa, ben ne yapayım,” dedirtecek duruma getiriyor filmde.
50’li yılların başında Sordi’nin bir kaçamağı ilişkinin sonunu getiriyor. Andreina, Sordi’ye sürpriz yapmak için seyahatinden bir gün önce dönünce, onu birlikte sahneye çıktığı dans partneriyle yakalıyor. Sordi’yi terkediyor.
Filme göre, Sordi’nin ısrarına ve ikisinin de çok üzülmesine rağmen Andreina Pagnani kararından dönmüyor. 1942’de, Sordi 22, Andreina 36 yaşındayken başlayan güzel bir ilişki, filmden anlaşıldığına göre sıradan bir kaçamak yüzünden, dokuz yıl sonra sona eriyor.
Bu arada tutulan komedi şovlarından yola çıkarak çekilen bir iki filmle adı duyulmaya başlayınca, Sordi’ye hiç beklemedik yerden teklif geliyor.
17 yaşından beri ona, “Bu suratla olmaz yavrucum. Sen kendine dublaj falan gibi başka alanlarda iş ara” diyen Vittorio De Sica, Sordi’ye ortak film yapmayı öneriyor.
1951’de “Mamma mia, che impressione!” adlı komedi filmi yapıyorlar ama film tutmuyor. (Ancak İtalyan sinemasının bu iki dev ismi ileriki yıllarda birlikte başarılı işler yapıyorlar.)
Ardından Fellini, yazıp yöneteceği “Beyaz Şeyh” adlı ikinci filminde, şeyhi Sordi’nin oynamasını yapımcılarına kabûl ettiriyor. Ama ticari açıdan iş yapmayan bu romantik komedi de Sordi’ye aradığı başarıyı getirmiyor.
Şans nihayet Sordi’nin yüzüne, bir yıl sonra 1953’de, yine Fellini’nin, Rimini’deki gençlik günlerinden yola çıkarak çektiği üçüncü filmi, bir türlü büyümek istemeyen bir arkadaş grubunu anlattığı “I Vitelloni” filmiyle gülüyor.
Sordi canlandırdığı hayalperest, kırılgan, hafif efemine karakterle bir eleştirmenin dikkatini çekmeyi başarırken, komedi – drama dalındaki film Venedik Film Festivali’de Gümüş Aslan ödülü alıyor. Özgün senaryo dalında Oscar’a aday oluyor.
Bir yıl sonra 1954’de “Un Giorno in pretura” filminde canlandırdığı, gölde yüzerken elbiseleri çalındığı için gizli saklı evine gitmeye uğraşırken, çıplak dolaştığı, göle çıplak girdiği gerekçesiyle hakim karşısına çıkarılan vatandaş karakteri, halk arasında öylesine popüler oluyor ki, Sordi birkaç filmde daha benzer karakterleri oynuyor.
Bu filmlerden biri de, pek çok İtalyanın içinde kendini bulduğu “Roma’da Bir Amerikalı.”
On yedi yıl “sinema” diye uğraşıp didinen Sordi, bu filmlerden sonra, İtalyanların “Bizim Gibi Bir İtalyan” diye bağırlarına bastıkları “Albertone”lerine dönüşüyor.
“Ben hırsızı da, dolandırıcıyı da, gangsteri de oynarken, onlar kendilerini nasıl görüyorlarsa onları öyle oynarım, kötü adamlar olarak değil. Çünkü onlar kötü şeyler yaparlar ama kendilerini kötü olarak görmezler. Tersine kendi yaptıklarının işin doğrusu olduğunu zannederler. Bu şekilde oynayınca çelişki daha iyi ortaya çıkar, daha iyi sergilenir. Kötü şeyler yapanı bir de sen kötü diye vurgulayarak oynarsan, abartı olur, işin ayarı kaçar,” diye doğal oyunculuk tekniğini tanımlıyor Alberto Sordi.*
Oynadığı karakterlere, komediyse hafif bir dramatik hava, dramsa küçük bir komedi unsuru katıyor. O çok eleştirilen “baskın Roma lehçesini” de oyunculuğunun önemli bir komedi unsuruna dönüştürmeyi başarıyor.
Hiç evlenmiyor Alberto Sordi. Andreina Pagnani’den sonra adının başta Silvana Pampanini, Prenses Süreyya, Shirley McLaine, soprana Katia Ricciarelli gibi birçok ünlü kadınla anılmasına rağmen, Andreina’dan başka hiçbir ilişkiyi doğrulamıyor ve kabullenmiyor.*
Özel hayatını kamera ışıklarından uzak tutuyor. İkiz ablalarıyla aynı evde oturuyor, kendi dünyasında içe dönük bir yaşam sürüyor. “O benim hayatım” dediği sinema için yaşıyor, gitme vakti gelene kadar.
Sordi’nin filmografisinde*, 1937 – 1998 yılları arasında oyuncu olarak 152, senaryo yazarı olarak 48, yönetmen olarak 19, yapımcı olarak 2 film sıralanıyor. 1964’de “Il Diavola” filmiyle aldığı bir Altın Küre, Berlin Film Festivali’nden 1972’de bir Gümüş Ayı, İtalya’dan 12 David di Donatello ve Venedik Film Festivali’nden bir Altın Aslan ve iki özel ödülü var.
“Bu suratla olmaz”, “bu lehçeyle asla olmaz” diye uzun yıllar sinemada kapılar yüzüne kapanan Sordi, sonunda, küçük küçük ya da büyük büyük dolandırıcılıkları, hiç beklenmedik anda ortaya çıkan kahramanlıkları, çapkınlıkları, sakarlıkları, kurnazlıkları yani hataları sevaplarıyla İtalyanların, özellikle de İtalyan erkeğinin sinemadaki “en başarılı yüzü” kabûl ediliyor, sadece komedi değil, aynı zamanda drama dalındaki filmleriyle de.*
Ailesinin, dostlarının, hayranlarının “Albe”si, 24 Şubat 2003’de 83 yaşında vefat ettiği zaman, “Bizim Gibi Bir İtalyan” dedikleri sevgili “Albertone”lerini uğurlamak için Roma’da cenaze ayinin düzenlendiği Aziz John Lateran Bazilikası’nın dışında bir milyondan fazla kişi toplanıyor.
Yarı aç yarı tok gezen bir genç adam iken, yıldızlara bakarak hayal ettiği gibi, İtalya’nın uluslararası üne sahip en önemli oyuncularından ve sinemacılarından biri olarak dünyamıza veda ediyor Alberto Sordi.
* “Permette? Alberto Sordi”: TV film. Yıl, 2020. Yön. Luca Manfredi, Oyuncular: Edoardo Pesce (Sordi), Pia Lanciotti (Andreina), Alberto Paradossi (Fellini), Francesco Foti (De Sica), Pasquale Petrolo (Fabrizi)
Dört ay önce, 23 Mart’ta, aramızdan ayrıldığından bu yana, İtalyanların ünlü oyuncusu Lucia Bosé’yle ilgili bir şeyler yazmak istiyordum. İspanya’da koronavirüsün ilk kurbanlarından biri olarak hayatını kaybettiğinde 89 yaşındaydı.
Adını duydunuz ya da duymadınız. Ben de onu ilk kez 1999’da Ferzan Özpetek’in “Harem Suare” filminde izledim. Diyecektim ki, yazıyı yazarken, çok eskilerde Lucia Bosé’nin bir filmini görmüş olduğumu fark ettim.
“Roma Ore 11”. 1952 yapımı, Giuseppe De Santis yönetmiş. Bizde 1958 yılında “Acı Lokma” adıyla gösterime girmiş. “Acı Lokma” benim çocuk yaşlarda izlediğim ve hiç unutmadığım bir film aslında.
Gerçek olaydan yola çıkan “neorealist” film işsizliğin doğurduğu bir faciayı beyazperdeye taşıyor.
1951 yılı, ocak ayı. Roma’da sıradan bir sekreterlik işi için verilen gazete ilanına 200 kadın müracaat ediyor. Herkesle görüşmeye zaman yetmeyeceği ortaya çıkınca, kadınlar sıkış tepiş, itiş kakış binanın merdivenlerine hücum ediyorlar.
Yağmurlu bir gün. Küçük eski bir bina. Merdiven bu itişmeye dayanamayıp çöküyor. Kadınlar tuğlalar, toz yığınları, kopan parçalar arasında aşağıya yuvarlanıyorlar.
Lucia Bosé, filmin öyküsünü anlattığı beş kadından birini oynuyor. Bosé’yi hatırlamıyorum ama merdivendeki arbede, kadınların aşağıya düşmeleri ve hastanede öykülerini dile getirirken dramatik halleri hâlâ gözümün önünde.
İnsanın yüzünde aniden patlayan bir şamar gibi sersemletici, çarpıcı bir kadın Lucia Bosé. “Harem Suare” filminde beni de öyle çarptı işte.
Padişah İkinci Abdülhamit’e hediye edilen ve sarayda bir harem ağasına aşık olup, onunla tutkulu bir aşk yaşayan ve haremde ayakta kalmak için onunla beraber mücadele eden İtalyan asıllı cariye Safiye’nin yaşlılığını oynuyordu. Safiye’nin gençliğini oynayan da Belçikalı oyuncu Marie Gillain’di.
Filmin başında ve sonunda tren istasyonunda geçen kısacık bir rolü vardı Bosé’nin. Ama yetti. Filmin sonunda, aklımı da peşine takıp, trene binip gitti.
“Büyük rol küçük rol yoktur, iyi oyuncu kötü oyuncu vardır” derler. Bu önermenin sağlaması gibiydi.
Sonra 2006 yılında Lucia Bosé’yle İtalyan çizmesinin en güneyindeki Lecce kentinde 7. Avrupa Sinema Festivali’nde karşılaştım. Festivalin onur konuğuydu. Onu ilk gördüğümde festival izleyicilerinin de bulunduğu kabul salonunda bir sandalyede, gece mavisi şık takımı içinde dimdik oturuyordu. Laciverde boyalı kısa kesilmiş saçlarıyla müdanasız bir duruşu vardı. 75 yaşına rağmen bakmadan geçemiyordunuz.
Sinema dünyasında güzel kadın çok. Ama Bosé, anlatılanlara göre, kendisi güzelliğini umursamasa da, hayatı boyuncu “zamansız, sıradışı güzelliğe sahip” bir kadın oyuncu olarak tanımlanmış.
28 Ocak 1931 doğumlu. Milano’nun yoksul bir kesiminde doğup büyümüş. İkinci Dünya Savaşı’ndan yanmış yıkılmış harap olmuş olarak çıkan İtalya’da savaş sonrasında zaten yoksulluk, işsizlik, sefalet diz boyu.
1947 yılında Milano’da “Pasticceria Galli”* pastanesinde çalışırken, tesadüf sonucu katıldığı güzellik yarışmasında, 16 yaşında İtalya Güzeli seçiliyor. Aynı yarışmada, bir süre sonra sinemanın ünlü isimleri olacak Gina Lollobrigida (20) üçüncü, Bizans İmparatoriçesi Teodora rolüyle tanıyacağımız Gianna Maria Canale (20) ikinci ve Eleonara Rossi Drago (22) da dördüncü güzel seçiliyor ama evli olduğu için diskalifiye oluyor.*
Lucia Bosé daha pastanede çalıştığı sırada, ünlü yönetmen Luchino Visconti’nin dikkatini çekiyor. “Sen tam sinema için yaratılmışşın” değerlendirmesini yapan Visconti, Lucia’ya sinemaya yönelmesini tavsiye ediyor. Onu önce “Acı Pirinç” filminin yönetmeni Guiseppe de Santis’e, ardından da yönetmen Michelangelo Antonioni’ye yöneltiyor.
Visconti’nin kendisi ise Lucia’yla film değil tiyatro yapmak istiyor. Ama Lucia bir sağlık sorunu nedeniyle tiyatroda oynayamıyor.
Dino Rossi’nin çektiği kısa filmin ardından, Lucia Bosé 1950’de Roma’da setlere ayak basıyor ve o yıl ilk iki uzun metraj filmini çeviriyor.
Ünlü aktör Ralf Vallone ile kamera karşısına geçtiği “Non c’é Pace Tra Gli Ulivi” adlı ilk film onu tanıtıyor. Aynı yıl Michelangelo Antonioni’nin yönettiği, gerilimli aşk üçgenini konu alan “Cronaca di un Amore”yle büyük çıkış yakalıyor.
Massimo Girotti ile oynadığı bu kara filmde, Milano’nun yoksul mahallesinden gelen 19 yaşındaki Lucia Bosé, Milano yüksek sosyetesine mensup, yedi yıllık evli, 27 yaşındaki vamp kadını büyük başarıyla canlandırıyor.
1950 – 1955 yılları arasına, beş yıl içinde peşpeşe on dört film çekiyor. İtalyan sinemasında, gerçekliği, doğallığı, sosyal içeriği ön planda tutan, sosyal reformu savunan “neorealizm” akımının en çok aranan oyuncularından oluyor.
1954 yılının Aralık ayında, ünlü İspanyol oyuncu Javier Bardem’in dayısı Juan Antonio Bardem’in çekeceği “Bir Bisikletlinin Ölümü” filminde oynamak üzere İspanya’ya gidiyor. Ve daha Madrid Barajas havaalanına ayak bastığı an, (klişe de olsa yazacağım) kader ağlarını örüyor, çanlar Lucia Bosé için çalıyor.
İster tehlike çanları deyin, ister evlilik çanları!.
Lucia Bosé’yi karşılamak üzere havaalanına gelen filminin yapımcısı Manuel Goyanes, ne boğalar, ne de güreşçileriyle en ufak ilgisi ve bilgisi olmayan Bosé’yi, tesadüfen o sırada havaalanında bulunan, dünyada “El Cordobes” diye bilinen, ünlü matador ve uslanmaz Don Juan, Luis Miguel Dominguin ile tanıştırıyor.
Bir süre sonra Küba Büyükelçiliğinde verilen davette tekrar karşılaşıyorlar. Andrés Amoros’un “Luis Miguel Dominguin, Number One”* adlı kitabında anlattığına göre, davetten sonra grup halinde bir gece kulübüne gidiliyor. Ve orada dans ederken Dominguin, Lucia’ya sıkı kur yapmaya başlıyor.*
Ardından bir gece başbaşa yemeğe çıkıyorlar. Ama o gece Lucia’nın başağrısı tutuyor.
Geçen günlerde şimşekler çakıyor. Lucia ile Dominguin tutkulu, ateşli bir aşka yuvarlanıyorlar. Bir yıl önce ünlü yıldız Ava Gardner’le ilişkisi manşetlerden inmeyen Dominguin daha bir kere öpmeden Lucia Bosé’ye evlenme teklif ediyor.
01 Mart 1955’de Las Vegas’ta medeni nikâhla evleniyorlar. 19 Ekim 1955’de de dini nikâh yapıyorlar.
Bütün yapımcıların yönetmenlerin peşinde koştuğu, paylaşılamayan Lucia Bosé, böylece 24 yaşında, sinemada geleceğinin çok parlak olduğu bir dönemde aşk ve evliliği için herşeyi arkasında bırakıp İspanya’ya yerleşiyor. Üç çocuk doğuruyor.
13 yıllık evliliği boyunca Lucia’yla boğalar, arenalar ve o malûm çevreler arasında en küçük yakınlaşma olmuyor. Huylu huyundan vazgeçmez misali Dominguin’in yeniden çapkınlığa başlaması da tutkulu aşkın meyvesi olan bu evliliği karaya oturmaya götürüyor.
1967 yılında ayrılıyorlar. Bir yıl sonra 1968’de boşanıyorlar.
Dominguin’den boşanana kadar geçen yıllarda, biri Luis Bunuel’in yönetiminde olmak üzere sadece iki filmi gösterime giriyor Bosé’nin. O da 1956 yılında, yani evliliğinin hemen ertesinde.
1960’da kocası Dominguin ve Pablo Picasso’nun da yer aldığı, aile dostları Jean Cocteau’nun fantastik biyografi filmi “Le Testament d’Orphée”de anlatıcı görevi üstleniyor. Bir de 1966’da gerçekleşmeyen “Por los Caminos de Espana” adlı dizi projesi var.
Oysa, International Movie Data Base’de (IMDB) yayınlanan Lucia Bosé filmografisinde*, 1950 – 2013 yılları arası için, 58 film ve dizi adı sıralanıyor. Ama 13 yıllık evliliği boyunca sinema kariyerinin durumu işte bu, muhtemelen anlaşması daha önceden yapılmış iki film. O kadar.
Boşandıktan sonra İspanya ile İtalya arasında gidip geliyor Lucia Bosé. Evliliği süresince yaptığı gibi sanatçılara kol kanat germeye devam ediyor.
24 yaşında bıraktığı sinemaya, 37 yaşında geri dönüp, gönlünün çektiği, öyküsünü sevdiği, senaryosunu beğendiği filmlerde oynuyor.
Fellini’nin “Satyricon”unda (1969), akıldan çıkmayan tek bir sahnede görünüyor. Taviani Kardeşler’in “Sotto il segno di Scorpio”su (1969); Marguerite Duras’ın yazıp yönettiği “Nathalie Granger” (1972); Liliana Cavani’nin yazıp yönettiği “L’ospite”; Jeanne Moreau’nun ilk yönetmenlik denemesi, “Lumiére” (1976); Francesco Rosi’nin, Gabriel Garcia Marquez’in romanından uyarladığı “Kırmızı Pazartesi” ( 1987); Ferzan Özpetek’in, “Harem Suare”si (1999) ve Roberta Faenza’nın “I Viceré”si (2007), bu filmlerden birkaç tanesi.
Peki sinema dünyasında en çok arandıkları, istendikleri dönemde herşeyi arkalarında bırakıp gitmeye cesaret eden tek kadın oyuncu Lucia Bosé mi?
Hayır. Julie Christie de var. Isabelle Adjani de.
“Şiirsel güzelliğe sahip,” diye tarif etmiş Julie Christie’yi Al Pacino ve beraber oynamak istediği tek kadın oyuncu olduğunu söylemiş.*
Dünya sinemasının bir başka ünlü ismi Rod Steiger da dayanamamış, “Dr. Jivago” filminde birlikte oynadığı Christie’nin Warren Beatty için sinemadan uzaklaştığına inandığını belirterek, oysa kendisini çok daha fazla sanatına vermeliydi diye üzüntüsünü dile getirmiş.*
Bizim kuşağımız Julie Christie’ye aşıktı. Toptan, kadın erkek farkı göstermeksizin. David Lean’in, Çarlık Rusyası’nda Bolşevik Devrimi öncesinde başlayıp, Sovyet iktidarının sarsıntıları arasında süren imkânsız bir aşk öyküsü anlattığı 1965 yapımı “Dr Jivago” filmi 1968 yılı sonunda Türkiye’de sinemalarda gösterildiği sırada, çeşitli bahanelerle gidip gelip filmi tekrar izleyen arkadaşlarım oldu benim.
Ama Ömer Şerif’in oynadığı Doktor Jivago’nun umutsuz aşkı “Lara”yı canlandıran Julie Christie akıllardan çıkacak gibi değildi. Bizimle kaldı yıllarca.
14 Nisan 1940’da, o sırada hâlâ İngiliz sömürgesi olan Hindistan’da doğmuş Julie Christie. Eğitim çağına gelince aile memlekete yani İngiltere’ye gönderiyor onu.
Christie’nin niyeti “linguist” yani dil bilimci olmak. Yabancı dillere meraklı.
Ancak Fransızcasını ilerletmek için gittiği Paris’te sanatçıların bohem dünyasına çekiliyor. Oyuncu olmaya karar veriyor.
1960’larda gençliği havalara sıçratan Beatles, Rolling Stones gibi müzik gruplarıyla, Mary Quant’in mini etekle açtığı isyan bayrağıyla, dünyanın ilk süper modellerinden güzeller güzeli Jean Shrimpton ve gençliğin moda ikonu Twiggy’le, cinsel özgürlük ve nükleer silâh aleyhtarı gösterilerle fokur fokur kaynayan Londra’da, 1963 yılında gösterime giren “Yalancı Billy” filminde canlandırdığı özgür ruhlu, gönlüne göre yaşayan “Liz” karakteriyle “Yeni İngiliz Sineması”nın en önemli isimlerinden biri olarak kabûl görüyor Julie Christie.
Dirk Bogarde ve Laurence Harvey’le kamera karşısına geçtiği, zirveye çıkmak, zengin ve ünlü olmak için gözükara, herşeyi yapmaya hazır bir modeli oynadığı “Darling” filmiyle 1965 yılında 25 yaşında Oscar alıyor.
Bu iki filmle Julie Christie’yi zirveye taşıyan yönetmen John Schlesinger de, birçok yakın dostu gibi, “geleceğine zarar verecek” diye, Warren Beatty konusunda Christie’yi uyaranlardan. Mektup yazmış Julie Christie’ye.*
Sadece ona tutkun izleyicileri için değil, sinema dünyasının önde gelenleri için de işte bu kadar değerli bir oyuncu Christie.
Julie Christie ile “Hollywood prensi”* Warren Beatty 1966 yılında “Hür Doğanlar” filminin kraliyet gösterimi sırasında karşı karşıya geliyorlar. Gösterim sırasında onu göz hapsine alan Beatty, birkaç gün sonra Christie’yi çalıştığı “Petulia” filminin setinde ziyarete gidiyor.
Kaçınılmaz sonuç. İki yıl Hollywood’da herkesin bildiği sır olarak, gizli kapaklı sürüyor ilişkileri. 1968 yılında çift olarak açıkca ortaya çıkıyorlar.
Bu arada bir iki yıl önce Oscar almış olan 27 yaşındaki Christie, yağmur gibi yağan film tekliflerini elinin tersiyle itip, en parlak döneminde yedi yıl, Warren Beatty’nin peşinden kır köy, çiftlik çubuk, deniz sahil dolaşmaya başlıyor.
Çünkü “Bonny ve Clyde” filmiyle büyük başarı ve çok para kazanan Beatty’nin gönlü, bir süre ara verip doğada yaşamayı çekiyor. O arada bir süre de siyasete takılıyor.
O dönemde Christie’nin red ettiği rolleri üstlenen kadın oyuncuların çoğu da başta Oscar, çeşitli ödüllere aday oluyorlar.
1961 ile 2017 yılları arasında 54 film ve dizisi olan Julie Christie’nin Warren Beatty’le beraber olduğu yedi yılda kayda değer üç filmi var sadece.
Joseph Losey’in yönettiği, Alan Bates’le oynadığı “Arabulucu” (1971); Robert Altman’ın yönettiği Warren Beatty’le kamera karşısına geçtiği “McCabe & Mrs. Miller” (1971). Dauphne Du Maurier’in romanından uyarlanan Nicolas Roeg’in yönettiği, Donald Sutherland’le oynadığı “Karanlığın Gölgesinde” (1973).
Sonunda, Warren Beatty’nin kadın kız peşinde koşmasından yorulan, onunla bir evlilik ilişkisi içine girip çoluk çocuk sahibi olmak da istemeyen Julie Christie, bu beraberliğe 1973 yılında nokta koyuyor. Ama hep dost kalıyorlar.
Ardından Christie, alzheimer başlangıcı teşhisi konduğu için kendi isteğiyle bakım evine giren ve orada başka bir hastaya aşık olan kırk beş yıllık evli kadını oynadığı, Sarah Polley’in yönettiği “Away From Her” filmiyle 2008 yılında dördüncü kez Oscar’a aday oldu. Altın Küre dahil sayısız ödül aldı.
2011 yılında “Kız ve Kurt” filminde büyükanneyi bile oynadı.
Gelelim Isabelle Adjani’ye…
Siyah saçlar, koyu mavi gözler, porselen gibi pürüzsüz bir ten. Bence esoterik bir güzelliği var onun. Sanki başka bir boyuttan, başka dünyalardan gelmiş gibi.
Bazen de bana minik, naif bir mor menekşe demetini hatırlatır Isabelle Yasmin Adjani. Öyle büyüleyici ve esrarengiz.
27 Haziran 1955’de Paris’te doğuyor. Fransa’da göçmen mahallesinde büyüyor. Annesi Alman, Bavyeralı. Babası Cezayirli. Göçmen olmanın sıkıntılarını yaşamış bir aileden geliyor. Sosyal sorunlara, adaletsizliklere duyarlı bir kadın.
İlk filmini on dört yaşında çekiyor. Ardından “Adele H’nin Öyküsü” filmiyle daha yirmi yaşında Oscar’a aday oluyor. 22 yaşında “Time” dergisinin Avrupa baskısının kapağına çıkıyor. 1970 – 2018 yılları arasında rol aldığı film ve dizi sayısı 51.*
Büyük Britanya’nın ünlü oyuncusu Daniel Day-Lewis 1989 yılında hayatına girmeden önce, Isabelle Adjani 1988’de gösterime giren “Camille Claudel – Bir Kadın” filmiyle ikinci kez Oscar’a, yanısıra Altın Küre’ye aday oluyor. Berlinde Altın Ayı, Fransa’da César ödülü alıyor.
Daniel Day-Lewis’le beraber olduğu 1989 – 1993 yıllarının arası bir boşluk. Bu yıllar mesleki açıdan yok hükmünde. Neredeyse setlere uğramamış Adjani.
Daniel Day-Lewis onu bırakıp gittikten sonra -bunun bir faks göndererek olduğu iddiası var*- Adjani muhteşem bir geri dönüşle, “Kraliçe Margot” filmiyle 1995 yılında bir César ödülü daha alıyor. Toplam beş César ödülü var ve bu bir rekor. Adjani o sırada yedi aylık hamile olduğu için ödülünü Alain Delon alıyor onun adına.
Bebeğin babası Daniel Day-Lewis ise, doğumun ertesinde bir kez gelip gördükten sonra, bir bebeği olduğunu bi zahmet iki yıl sonra hatırlıyor.
Yönetmen Rebecca Miller’le evlenip, ünlü oyun yazarı Arthur Miller’e damat olup, Amerikan entellektüel kesiminin güçlü klanı Miller sülalesine intisap etmiş zaten.
Ben bu Daniel Day-Lewis’i oldum olası sevemedim. Bunun Isabelle Adjani’yle de, bebekle de bir ilgisi yok.
Sinema, sanat ve şiir geleneği güçlü bir aileden geliyor Daniel Day-Lewis. Evet, iyi eğitim almış, Evet, iyi oyuncu, hem tiyatro hem sinemada. Çok önemli değerli filmleri var.
Başta “Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği”, “Manzaralı Oda”, “Masumiyet Çağı”, “Babam İçin”, “Benim Güzel Çamaşırhanem”, “Newyork Çeteleri”, “Lincoln” ve dahası sevdiğim filmlerdir.
Ama bana hep bir maske arkasından bakıyormuş gibi gelir Daniel Day-Lewis. Gülerken, gülümserken bile. Bugüne kadar ondan bir samimiyet ya da sıcaklık duygusu almayı başaramadım ben.
Isabelle Adjani de ona iyi dileklerini yollayıp yürüyüp gitmiş yoluna. Ortak bir çocukları var ne de olsa.
Adjani, kendi ifadesine göre, film çevirmediği zaman ortada olmaktan fazla hoşlanmayan, kendi dünyasında, galalardan davetlerden uzak yaşamayı tercih eden bir oyuncu.
Yani sinemanın eski divaları gibi, son derece güzel ve ulaşılmaz. Gerçek bir star.
Lucia Bosé, Julie Christie, Isabelle Adjani. Dünya çapında üç harika kadın oyuncu.
Farklı farklı dönemlerin, farklı farklı zamanların, farklı farklı ülkelerin yıldızları.
Güzellikse güzellik, yetenekse yetenek, zekâysa zekâ, karizmaysa karizma. Ve izleyiciyi beyazperdeden mıknatıs gibi kendine çeken müthiş bir elektrik gücü ve manyetizma.
Ne var ki, bir gün, sinema kariyerlerinin en verimli, başarı merdivenlerini en hızla tırmandıkları, herşeyin önlerine serildiği bir dönemde, yani 20’li yaşlarıyla, 30’lu yaşları arasında aşık olup, hiç düşünmeden, hiç tereddüt etmeden, değer mi değmez mi demeden, herşeyi bırakıp, arkalarını dönüp sevdikleri adamın peşinden giden, biri beş, biri yedi, biri on iki yıl, o adamın hayatını yaşayan üç gencecik kadın.
Üstelik de, bırakın 50’li, 60’lı, 80’li yılları, bugün bile kadın oyuncuların kırk yaşına geldikten sonra iyi roller bulmakta çok zorlandıkları, hatta bunun için kampanyalar yürüttükleri çok rekabetçi bir sektörde.
Biraz daha düşünsem, kolaylıkla üç beş kadın oyuncu adı daha bulurum. Ama ne kadar beynimi zorlasam da, sevdiği kadın için herşeyi arkada bırakıp, kariyerini hiçe sayan, kısa bir dönem için bile olsa, sevdiği kadının hayatını yaşayan bir erkek oyuncu adı aklıma gelmedi. Olduğunu da sanmıyorum zaten.
Yanlış anlaşılmasın. Bir taraf iyi, diğer taraf kötü. Biri yanlış diğeri doğru gibi bir değerlendirmem yok. Neyin doğru, neyin yanlış olduğu konusunda belirlenmiş bir yargım da yok. Zaten bu konuda da, her konuda olduğu gibi, kısa, kestirmeci ve kesinlemeci değerlendirmeler yapılabileceği kanısında değilim.
Benimki iki cinsin, iki türün yani kadın ve erkeğin birbirinden ne kadar farklı oldukları, hayata ne kadar farklı baktıkları yolunda bir gözlem, bir saptama.
“Erkekler Mars’tan, Kadınlar Venüs’ten” diyorlar ya. O misal işte.
Gönüllerine göre yaşayan, akıllarına göre takılan, seçimleri olan, başına buyruk kadınlar, Lucia Bosé, Julie Christie ve Isabelle Adjani.
Ancak artıları olduğu kadar, eksileri de var bunun.
Elini ayağını titreten, yüreğini yakan, seni sersemlemiş bir kuşa çeviren dolu dolu heyecan, tutku. Epey neşe, sevinç, kahkaha. Epey de hüzün, keder ve gözyaşı.
Ama gerçek hayatlar, sevinciyle kederiyle, böyle yaşanıyor işte.
Boşuna demiyor uzmanlar, “Her seçim bir vazgeçiştir,” diye.
Sosyal medyaya TRT arşivinden bir röportaj koymuşlar. Öztürk Serengil’le Fikret Hakan sohbet ediyor. Öztürk, “Hey gibi günler hey, ne zorluklar yaşadık. Hatırlarım ikimize ait 1 takım elbise vardı; birimiz giyip sete gider, diğerimiz mecburen evde otururdu…” şeklinde anlatırken birebir şahit olduğum anıyı hatırladım, röportajın altına yorum olarak ekledim, şöyle:
Fikret Hakan’a dediler ki: “Efendim sizi Topkapı Oteli’nde ağırlayacağız.” Rahmetli bağırmaya başladı: “Ne demek Topkapı, ben Falez’den başka yerde kalmam.” Havaalanını ayağa kaldırdı. Topkapı Oteli açıldığı yıl Antalya Film Festivali’ne sponsor olmuştu, kimse nasıl otel olduğunu bilmiyordu. Akşama doğru Hakan’ı Topkapı Oteli’ne getirdiler, “Allah Allah, bu ne biçim otelmiş yahu…” diyerek lobiye girişini hiç unutamam. Böyle anılar da var hafızalarda. Çok mağduriyetler de çektiler tabi ki. Allah rahmet eylesin, mekânları cennet olsun. Sınırsız açık büfe, içki dahil yeme içme hizmeti veren otel, festival misafirlerinin konaklamada mütevazı davranmalarından o kadar memnun oldu ki, bir daha sponsor olmadı. Gönül arzu ediyor tabi ki. İnşallah olur. (13 Temmuz 2020)
Bir başka röportajında da Fikret Hakan, “Dünyanın en zor 2 mesleği vardır, birisi maden işçiliği, ikincisi bizim işimiz, oyunculuk.” demişti ve diğer bütün meslekleri çökertmişti. Rahmetli Fikret Hakan’ın bu sözü aklıma geldiğinde de, peşinden emekli olduğum işimde yüksek gerilim hatlarında harita teknisyenliği yaparken köylülerin baltayla karşımıza çıktığını da hatırlarım ve yüzüme bir tebessüm oturur. Köylülere korkmadığımız mesajını vermek için, “Hayırdır, kesecek misiniz bizi? Yahu devlete karşı gelinir mi. Bugün bizi kesin, devlet yarın 50 kişi gönderir, 50 kişiyi kesin 500 kişi gönderir. Telâşlanmayın hakkınız kaybolmaz.” demiştim, toparlanmışlardı ve “Estağfurullah abi, oduna gidiyorduk.” diyerek dağılmışlardı. Oysa gözdağı vermeye gelmişlerdi. Oyunculuk yine iyi, işinden para kazandığın gibi üstüne bir de festivallerde, şenliklerde alkış alıyorsun. Çok kişi işini iyi yaptığı için alkışlanmıyor, yaptıkları unutulup gidiyor. (13 Temmuz 2020)
Randevulaştığımız yere geldi, “Ello asbınt, ov ar yu.” dedi. Önce anlamadım, sonra birden uyandım. Meğer espri yapmış. Aklınızda bulunsun; bir Trakyalırın eşi İngilizceyi böyle de konuşabilir. (07 Temmuz 2020)
Bugün İstanbul’da hava sıcaklığı da İstanbul. 34 derece kavrulacağız. (12 Temmuz 2020)
Koronavirüs salgını nedeniyle sinemaların kapanması üzerine felâket tellalları hemen sinema salonlarının ve büyük perde gösterimlerinin sonu geldiğinden bahsetmeye başladılar. Ancak sektörde fanatik sinemaseverler olduğu gibi fanatik sinemacılar da var. SİSAY – Sinema Salonu Yatırımcıları Derneği eski Başkanı Cenk Sezgin’in yönettiği Cine Marine sinema grubu 04 Temmuz’da Bodrum’da “dünyada ilk” duyurusuyla Teknede Sinema gösterimleri yapmaya başlamış. Denize karşı kurdukları sahnede hem Arabalı Sinema, hem Teknede Sinema konseptiyle hizmet vermeye başlamışlar. Alenen ve sevinçle tebrik ederim. Şu sinemaseverlik hayatımda Arabalı Vapurda Sinema’yı İstanbul Boğazı’nda, Denizde Sinema’yı beyazperdeyi deniz içine, seyirci sandalyelerini sahil boyuna yerleştirerek yapılan Datça gösterimlerinde deneyimlemiş, Çıldır Gölü’nün donduğu zamanlarda Reis Çelik’in buzdan beyazperdesinde yaptığı Gölde Sinema gösterimine gitmek kısmet olmamıştı. Bu yaz Bodrum’a yolum düşerse ilk gideceğim etkinlik bittabi Teknede Sinema gösterimi olacak. Bu vesileyle, geçmiş yıllarda İstanbul’da Beylikdüzü, Sarıyer ve Kartal’da tek tük yapılan Arabalı Sinema etkinliklerinin Belediyelerin verdiği takdir edici desteklerle ülke çapında daha da yaygınlaşacağı kanaatimi de belirteyim. (14 Temmuz 2020)
“Hayatı, dünyayı, defalarca” diye yazın ama seslendirirken “Hayaatı, dünyaayı, defaalarca” şeklinde seslendirin. Bazı kişilerin bu kelimeleri “hayatı, dünyayı, defalarca” şeklinde seslendirmelerini bir ben mi yadırgıyorum? Şu sıra Sağlık Bakanının konuşmalarına özel ilgi gösteriyoruz ya, o vesileyle takıldım. Uzun süre yurtdışında yaşayanlarda da bu şekilde telâfuza rastlanıyor. (14 Temmuz 2020)
Malûm, herşey başladığı gibi, sona da erebiliyor ve hoş anılar arasına karışıyor. Bir veya birkaç kez yapılıp yok olan film festivallerinde de aynı hüzünle karşılaşıyoruz. Lakin bazen web sitelerinde birden günlük haberler yayınlanıveriyor. Heyecanlandıran bu haberlerin içeriğine baktığımızda sektörün günlük haberleri veya genel haberler olduğunu gördüğümüzde ise heyecanımız sükût-u hayale dönüşüyor. Edirne ve Van FilmFestivali’nin web sitelerinde birkaç kez böyle haberler yayınlandı. Bir de sosyal medyada zaman zaman “Bunlar da sizi ilgilendirebilir” duyuruları arasında “Uluslararası Muğla Film Festivali”nin web sitesiyle karşılaşıyorum. İncelemeye kalktığınızda yapım aşamasında olduğunu görüyorsunuz. “Aslı yok yaylasında binbeşyüz koyunum var benim” türküsünü hatırlatan bu tür bilgilendirme ve çalışmaların yapılmaması kanaatindeyim. Web sitesini festival gerçekleştiğinde açabilirsiniz; keza yapılmayan festivalinizi de yeniden devam ettirecekseniz web sitenizi o amaçla kullanmalısınız. (18 Temmuz 2020)
“Türküler gıyabına hoş geldiniz.” dedi ve TRT Müzik’te türkü programı başladı… 65+4 yaşındayım, ciddi ciddi bildiklerimden şüphe etmeye başladım, bize yanlış mı öğretmişler? (30 Temmuz 2020)
Salgın sürecinden önce tamamlanan ve set aşamasına gelen yüzlerce proje Türkiye sinemasının geleceğini şekillendirecek. 2020’de vizyon tarihi alanları, 2021’i bekleyenleri, çekimlere başlayacakları ve ilerki yılların duyumlarını listeledik:
Virüsün sinema endüstrisine dünya çapında felç yaşattığı bu dönemde bir çok alanda normalleşme ve alışma süreçleri devam ediyor. Salgından sonra yeni normale ayak uydurmaya çalışan piyasaların en başında eğlence yaşamı geliyor. Etkisini dört aydır arttırarak sürdüren Covid-19 bugün Kuzey Amerika, Güney Amerika kıtaları ile Hindistan da yüksek oranda can kayıplarına sebep olmaya devam ediyor. Dünyanın en doğusundan peydahlandığı açıklanan virüs önce Çin Halk Cumhuriyeti’ni ardından Avrupa kıtasını kasıp kavurmuştu.
Dünyanın lider sinema endüstrileri: Hollywood (Kuzey Amerika), Bollywood (Hindistan) ve Çin sineması virüs sebebiyle milyar doları aşan maddi kayıplarını ve tamamen duran sistemi önümüzdeki dönemde nasıl devam ettirmeleri gerektiğini kara kara düşünüyor. Hollywood’un ve dünyanın önde gelen film stüdyolarının bugün için tek yapabildiği pozitif girişim ise ‘sinemanın kendileri için vazgeçilmez olduğu’ açıklamaları ve son yirmi yılda dünya çapında gişe patlaması yapan ticari yapımlarının devamlarını çektiklerinin müjdesini vermeleri… Pandemi öncesinde tarihleri açıklanan ‘Matrix’, ‘John Wick’, ‘Bond’,‘Top Gun’, ‘Wonder Woman’, ‘Fast & Furious’, ‘Mission: Impossible’, ‘Tenet’,‘Mulan’ isimli stüdyo filmlerine ek olarak 2021 ve 2022 vizyonu için ‘Captain Marvel’, ‘Iron Man’, ‘Avatar’, ‘Indiana Jones’, ‘Batman’, ‘Spider-Man’, ‘Pirates of the Caribbian’, ‘Star Trek’ ve ‘Star Wars’ın çekimlerine başlandığı ve virüs sürecinin sona ermesinden sonra bu gişe filmlerinin de kesin tarihlerinin açıklanacağı bildirildi.
Dünya çapında sinema biletlerinden elde edilen gelir internet gösterimleri ile kıyaslanamayacak derecede yüksek. İşte bu yüzden ülkelerinde lokomotif sektör haline gelen film ve sinema endüstrisi özellikle Amerika, Çin ve Hindistan’da hatta Güney Kore’de inanılmaz bir öz veriyle ve umutla savunuluyor. Yanı sıra virüsün ilk ve tek öncelik olduğu bu ülkelerde henüz sinema için destek kampanyaları da başlatılmış değil. Süreçle bağlantılı olarak ilkin tarihi açıklanan ve sürekli ertelenen ‘Tenet’ ve ‘Mulan’ zamana karşı büyük bir direniş gösterirken bazı stüdyo animasyonları ise (‘Scoob!’, ‘Trolls: World Tour’) pandemi sürecinin başında internet mecralarına satılmıştı. Sinemaseverler üzerindeki beklentinin düşmesi ve yapımlarının devrini kaybetmesinden ötürü sinema mecrasının kapalı olduğu dönemin uzamasından sebep stüdyolar bu zaman aralığına denk gelen yapımlarını belirli bir sürenin ardından alternatif mecralara daha düşük gelir olasılığına karşın satıyor. Virüs süreci sebebiyle içerikte sadeleşme ve benzersizleşme yöntemlerini denemek zorunda olan sinema filmlerinin, salonlara ilgiyi çekebilmesi için top yekün bir eylem planına ihtiyacı var. Sadece filmlerin de değil. Sinema salonlarının hizmet standartlarını ortalamanın üzerine alması gerekirken virüsten önce, dijitalleşmenin de getirdiği kolaylıklar aracılığıyla hızla tüketilen, birbirinin aynısı olan ‘furya sinemacılığı’ örnekleri filmlerin de ilk olarak internet ve televizyonu hedeflemesi normal bir sonuç olacak.
2019’un başından bu yana son derece dramatik günler yaşayan Türkiye sinema yaşamı ise virüs sebebiyle adeta yerle bir oldu. 2019 yılını 2018’e göre 11 milyondan fazla bilet satışı kaybıyla kapayan sinema piyasası seyircide yaşanan güven kaybı ve artan bilet fiyatları sebebiyle, iki yıldır 70 milyon adet bandını deneyimlerken bir anda 59 milyon adetlik bilet satışı ile yüzleşmişti. 2020’ye büyük umutlarla giren Türkiye sineması ilk on bir haftada kayde değer bir sıçrayış gerçekleştiremese de sonbahar ve yıl sonu gösterim takvimine hazırladığı yüksek gişe beklentili filmlerle umudunu koruyordu. 17 Mart’ta sinemaların kapanmasının ardından, film piyasası, hazır projelerin teker teker rafa kalkması, sete çıkmak üzere olanların ise çekimlerinin belirsiz tarihlere ertelenmesiyle büyük bir kaosun içine düşmüş oldu. Son yıllarda yaklaşık, brüt 1 milyar TL.’lik gişe geliri yaratan sinemacılar ve yapımcılar bu seviyeleri yeniden elde edebilmek için nasıl bir yol izleyeceğini derinlemesine düşünüyor. Doğal bir sonuç olarak, dünyada olduğu gibi Türkiye’de de yapımcıların sinema gişelerinden elde ettiği geliri internet ve televizyon mecralarından elde etmesi söz konusu değil. Öte yandan derin olumsuz etkiler yaratan ve olağan yaşamları altüst eden virüs sürecinin ardından oyuncular ve set çalışanları da başta olmak üzere üretimin başlıca unsurları üzerindeki tedirginlik sürüyor.
Hollywood ve dünya sinemaları belirsiz gelecek ile ilgili temkinli açıklamalar yaparken Türkiye’de önümüzdeki dönemlerde karşılaşacağımız projeleri toparlamaya çalıştık:
Virüsten önce vizyon tarihi açıklanan ve sürecin ardından yeni tarihlere ertelenen yapımlar:
17 Mart 2020’den 02 Temmuz 2020’ye dek geçen sinemasız 108 gün, 03 Temmuz’da daha önce vizyona çıkmış 34 filmin gösterimi ile sonlanmıştı. Vizyon tarihi bu 108 günlük döneme denk gelen çekimi gerçekleşmiş sinema filmlerinden 42 tanesi, 03 Temmuz 2020’den sonrasına yeni gösterim tarihlerini açıkladı. Olgun Özdemir’in ‘Kızım Gibi Kokuyorsun’u 10 Temmuz 2020’de altı sinemada izleyici karşısına çıktı. 12’si korku projesi olan diğer 41 yapımın yeni tarihlerinde sinemalara çıkıp çıkamayacağı şimdilik bilinmiyor… Medyapım’ın, Murat Şenöy yönetmenliğinde Hazal Kaya’nın baş rolünde olduğu ‘Benden Ne Olur’ adlı projesi, ‘4N1K 3: Düğün’, ‘Dayı: Bir Adamın Hikâyesi’ ve ilk iki filmle animasyon türünde yüksek gişe getirisi gerçekleştiren ‘Rafadan Tayfa 3’ün set ve post prodüksiyon çalışmaları bugünlerde sürüyor. Öte yandan henüz tarih almamış fakat festivallerde ilk gösterimini yapan bazı yapımlar da önümüzdeki günlerde 2020’nin son ayları için yeni açıklama yapabilir.
Fabrika Yapım tarafından 2017 ve 2018’de ilk iki filmi gösterime giren ‘4N1K’ serisinin üçüncüsünün çekimleri sürüyor. ‘Hababam Sınıfı’ serisinin yeni filmi hazır. Yönetmeninin ilk filmi olacak ‘Amacı Olmayan Grup’ da Sugarworkz yapımı olarak kasım ayını bekleyenlerden. Gupse Özay’ın Ocak 2021’e tarihlenen yeni projesinin henüz ismi açıklanmadı. Aile komedisi tarzındaki, NuLook yapımcılığında gerçekleşen filmin çekimlerinin eylülde biteceği belirtiliyor.
Festival gösterimleri devam eden bir çok yapımın vizyon tarihi henüz açıklanmadı. Bu filmlerin 2020’nin kalan bölümünde vizyona çıkması kuvvetle muhtemel…
2021 ve sonraki yıllar için başlanmış ya da önümüzdeki aylarda ‘set’ diyecek projeler: (alfabetik sırayla)
‘Afife Jale’ – Emir Khalilzadeh ‘Aile Senfonisi’ – (TAFF) ‘Âkif’ – Kudret Sabancı ‘Aşk Çağırırsan Gelir’ – Emre Kavuk ‘Aykut Enişte 2’ – Onur Bilgetay ‘Azizler’ – Durul Taylan, Yağmur Taylan. ‘Bergen’ – Hakan Kırvavaç – Ketche ‘Bir Kar Tanesinin Ömrü’ – Kazım Öz ‘Buhar’ – Ramin Matin ‘Çılgın Dersane 5: Otel’ – Serdar Akar ‘Çukur’ – Sinan Öztürk ‘Düğün Dernek 3’ – Selçuk Aydemir ‘Habis’ – Onur Aldoğan ‘Hasan’ – Mahmut Baldemir ‘Kovala’ – Burak Kuka ‘Mümessil’ – Servet Aksoy ‘Okul Tıraşı’ – Ferit Karahan ‘Osman 8’ – Ezel Akay ‘Ölümlü Dünya 2’ – Ali Atay ‘Roman ve Jülyet’ (Ağır Roman 2 – Bebek & Belge) ‘Selim Bey’ – Çağan Irmak ‘Sen Hiç Ateş Böceği Gördün mü?’ – Andaç Haznedaroğlu ‘Sen Yaşamana Bak’ – (TAFF) ‘Son Uyanış’ – Sami Dündar ‘Türklerin Şafağı Miryokefalon’ – Turgut Ural ‘Üç Harfliler: Nazar’ – Melodi Tözüm
Yüksek gişe elde eden korku serisi ‘Üç Harfliler’in altıncısı 2021 yazına hazırlanacak. Televizyonda büyük bir kitle oluşturan ve çok popüler olan ‘Çukur’ Ay Yapım tarafından sinema filmi yapılıyor. Uluslararası bir proje olarak tasarlanan ve yabancı prodüktör ortaklılığıyla başlanan ‘Roman ve Jülyet’ 24 yıl önce sinema gişelerinde 900 bin adetlik bilet satışı gerçekleştiren ‘Ağır Roman’ın ‘spin-off’u niteliğinde. ‘Ağır Roman’ ile aynı evrende geçen hikâyede ilkinde olduğu gibi bu kez de müziklerin önemi büyük. Hikâyesi ve senaryosu Sabahattin Çetin tarafından yazılan ‘Roman ve Jülyet’in yazım sürecine 2019’da yaşama veda eden Küçük İskender ve Can Bonomo da katkı verdi. Projede yer alacak oyuncuların kesinleşmesi ve açıklanması için çok az bir süre kaldı…
Düşünülen projeler: (alfabetik sırayla)
‘An’ – Mustafa Uğur Yağcıoğlu ‘Arif’ – (CMYLMZ Fikir Sanat – NuLook) ‘Aziz Dostum – (Limon Yapım) ‘Dilber Ay’ – Oğuz Sözen ‘Eltilerin Savaşı 2’ – (NuLook) ‘Gamonya 2’ – (BKM) ‘Göktürk Üçlemesi: Göktürk – Kırk Göktürk – Son Göktürk’ – Alper Çağlar ‘Kral Şakir 3’ – (BKM) ‘Lefter’ – (Özcan Katmer) ‘Recep İvedik 7’ – Togan Gökbakar ‘Turgut Özal’ – (Baran Mayda) ‘Üç Budala’ – (Limon Yapım) ‘Ya İstiklal Ya Ölüm’ – Murat Şeker
* Daha fazla proje için antraktsinema.com uzantılı WEB sitesindeki ‘gelecek program’ bölümüne göz gezdirebilirsiniz…
Bir haberde hem doğru, hem yanlış bilgi verebilir misiniz? sadibey.com olarak son zamanlarda böyle haberler yaptık ve yapmaya da devam ediyoruz Ancak bu bizim kabiliyetimizden kaynaklanmıyor. Gönderilen bültenleri orijinal haliyle kamuoyuna sunma prensibini uygulayan web sitemiz bu sorunu, şu sıra sürmekte olan bir film festivaliyle ilgili haberlerde mecburen yaşıyor. Her bültenin başına “Bu yıl ilk kez düzenlenen” ifadesini koyan festivale … Devamı… »
Sinemacılık ve Filmcilik Yararına Bağımsız İletişim Platformu