Kategori arşivi: Yazılar

Bal Ülkesi: Gözlemciliğin Gücü

New York’ta, günün en kalabalık saatinde, yürüyenlerden biri durup, “Bir ağustos böceği var buralarda, vızıltısını duyuyorum” demiş. Arkadaşları gülmüşler, bunca gürültünün arasında böcek sesi mi duyulur diye, hem ne arasınmış ağustos böceği şehrin göbeğinde… Adam cebinden gizlice çıkardığı nikel parayı atmış yere. Sesine herkes dönüp bakmış, parayı gören acaba kendisinden mi düştü diye cebine daldırmış elini. “Odaklanmanız yeter. Para sizin için değerli olduğundan sesiyle ilgilendiniz. Doğa ile ilgilenmelisiniz en az para kadar.”

Yerleşim yerlerinden uzakta, yaban arıları besleyen ve ürettiklerini “yarısı sizin yarısı bizim” diye paylaşan, arılarla neredeyse konuşan bir kadının öyküsü “Bal Ülkesi”. Sadece onun öyküsü de değil, sosyal yaşamın, kapitalist düşüncenin, bencilliğin de öyküsü aynı zamanda… Çekimleri üç yıl süren film; Oscar’a, “En İyi Yabancı Film” ve “En İyi Belgesel” dallarında da aday, birçok festivalden ödüllerle döndüğü gerçeğinin yanı sıra.

Sunucusuz, anlatıcısız, yalın ve dingin bir belgesel Bal Ülkesi… Türk kökenli Hatice, hasta ve yatalak annesiyle yalnız yaşayan bir arıcıdır. Doğayla uyumlu, kanaatkâr ve neyi ne kadar yaparsa o kadar alacağını bilen Hatice’nin, bal üretimi için yanına komşusu gelir… Çocukları vardır ve beklentisi yüksektir, kışın kente göçer. Bu kadarla kalsa iyi…

Film, bir yanıyla içtenliğin, doğayla uyumun ve zamana yayılan yaşamın karşısına çıkan bencilliğin, uyumsuzluğun, çıkarcılığın çatışmasını belgeliyor. Kimseye, yani izleyiciye bir şey demiyor, onun algısına müdahale etmiyor, ne varsa, ne alacaksa o. Hatice de farkında neler yaşandığının, o nedenle sadece çocukla yakın iletişim kuruyor, her ne kadar şimdilik babasına karşı tepkili olsa da ileride sadece onu gördüğü için örnek alıp babası gibi çıkarcı olma olasılığı yüksek olsa da…

Hatice’de insani ve naif doğallığı yaşama keyfi veriyor insana…

Bal Ülkesi (Honeyland)
Yönetmen Tamara Kotevska, Ljubomir Stefanov
Belgesel
31 Ocak’tan itibaren gösterimde…

(29 Ocak 2020)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Işık ile Pervane

İlk filminden beri takip ettiğiniz (Maborosi, 1995) ve çok takdir ettiğiniz bir Uzak Doğulu yönetmenin ilk kez ülkesi dışında, Avrupalı oyuncularla farklı bir dilde film çektiğini duyduğunuzda ne düşünürsünüz. Başta kuşkuyla yaklaştığımı itiraf etmeliyim. Çağdaş Japon sinemasının büyük ustası Hirokazu Kore-eda’nın halen bizde de gösterimini sürdüren son çalışması ‘Saklı Gerçekler / La Vérité’den söz ediyorum.

Hikâye, kamera güneşli bir Paris sonbaharında ünlü Fransız diva Fabienne Dangeville’in şatoyu andıran malikanesine süzülürken başlıyor. Kızı, Amerikalı oyuncu damadı ve küçük kız torunu, onun hayatını anlattığı –filmin ‘Hakikat’ anlamına gelen özgün ismiyle aynı adı taşıyan- anı kitabını kutlamak için ta New York’tan gelmişlerdir. Yıllar sonra bir araya gelen ana-kızın, kitapta yazılandan çok daha farklı geçmişleri üzerine tartışmaları, Fabienne’in rol aldığı, yine bir ana-kız hikâyesi üzerine kurulu bilim-kurgu filminin set çalışmaları süresince devam edecektir.

Bu kısa özetten yola çıkarak, Ingmar Bergman imzalı ‘Sonbahar Sonatı’na benzer bir ana-kız hesaplaşması akla gelebilir. Lakin, aile ilişkilerini tüm filmografisinde incelikle irdelemiş olan Kore-eda, aşırı duygusal bir yüzleşme ya da fırtınalı bir hesaplaşmanın izini sürme niyetinde değil. İlerlemiş yaşına rağmen -‘Gündüz Güzeli’ne nazire- ‘Paris Güzeli’ lâkaplı Fabienne’in böylesine bir yüzleşmeye girmeye oralı değildir zaten. Hayatını dilediği gibi yaşamış, yıldız oyunculuk kariyeri her zaman ön planda olmuştur. O bir oyuncudur, gündelik hayatın saf gerçeğini sergilemeyi gereksiz bulur. Yıldızların üzerindeki büyülü dünyasında ihtişamını sürdürme derdinde olmuştur hep. Rol aldığı filmin ana karakteriyle ilgili olarak ‘ben de hep uzayda olmak isterdim, yeryüzünde yaşamak istememiştim hiç’ demesi bu açıdan anlamlıdır. Defalarca aldattığı kocasını daha sonra kapı önüne koymuş, kızı ile hiç ilgilenmemiş, en parlak rolünü elinden aldığı yetenekli yakın dostunun hayatını mahvetmiş bir kadındır o. Kitabında değil belki ama yüzyüze bunları itiraf etmekten çekinmez.

‘Vincennes Ormanındaki Cadı’ karakterini bile isteye üstlenmiştir. Seversiniz, sevmezsiniz, ancak Kore-eda tüm narsistliğiyle, sözünü sakınmayan bir karakter olarak resmetmiş Fabienne’i. Ne fazla ne eksik. Perdedeki savaşı hep kazanmıştır Fabienne. Bu yüzden yalnızlığına katlanmayı da öğrenmiştir. Annesinin görkemli kariyerinin gölgesinde kalmış olan Lumir onu ‘mutlu aile tablosuyla’ yenmeyi aklından bile geçirmemelidir. Kızı ile duygusal bir yakınlaşma anını bile oyunculuk performansı için kullanmayı düşünür yaşlı diva. O ışıklı bir yıldızdır. O’na hayranlıkla, sevgiyle yaklaşan pervaneler mutsuz olmaya mahkûmdur.

Japon sinemacı, gerçek bir diva olan Catherine Deneuve ile çalışmış. İlerlemiş yaşı ve aldığı kiloları umursamaksızın hayatının rolünü oynuyor ‘Paris Güzeli’. Filmin girişinde Fabienne ile yapılan röportajda Deneuve samimi duygularını ifade ederken, çağdaş Fransız oyuncularından hiçbirinin onun oyunculuk genini miras almadığını kibirle dile getiriyor. Brigitte Bardot’dan söz edilirken çekinmeden burun kıvırıyor.

Fransız sinemasının bir diğer yıldız oyuncusu Juliette Binoche, Deneuve’ün yıldız personasına hizmette kusur etmeden, hayatı boyunca sevgi açlığı çekmiş Lumir’in kederli edilgenliğini sade bir performansla aktarıyor. Ve Kore-eda, kendisine kilometrelerce uzak bir coğrafyada ve kültürde evrenseli yakalamayı biliyor. Ana-kız ilişkisi ve yıldız sanatçının kabullenilmiş kibirli yalnızlığı meselesini, duygusal patlamaları törpüleyerek ve ustaca kullandığı mizahı elden bırakmadan anlatmasını biliyor. Yine güneşli bir gün Paris kışa hazırlanırken, hem Kore-eda’yı hem tam rolünü bulmuş Deneuve’ü alkışlayarak ayrılıyoruz sinema salonundan.

(24 Ocak 2020)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Kadere Çalım Atan Adam

Bir laboratuvarın soğutucusundan dışarı sızan kaçan kesik elin ait olduğu bedeni bulmak için yapamayacağı şey yoktur. Paris’in arka sokaklarının barındırdığı beklenmedik tehlikeler onu yıldırmaz. Bu girişten bir korku filmi üzerine yazdığım gelmesin aklınıza. Canlandırma sinemasının son dönemdeki en iyi örneklerinden birinden söz etmek istiyorum bu yazımda.

Meraklısının 2008 yapımı kısa animasyonu ‘Skhizein’* ile tanıyıp bağrına bastığı Jérémy Clapin’in geçtiğimiz yıl Cannes’da dünya prömiyerini yapmış ve büyük ilgi görmüş ilk uzun metrajı ‘Bedenimi Kaybettim / J’ai Perdu Mon Corps’. Bedenleriyle sorunu olan karakterlerin fantastik öykülerini anlatmayı seven Fransız sinemacı, bu kez uzun süre Jean-Pierre Jeunet ile çalışmış, ünlü ‘Amélie’nin senaristi Guillaume Laurant’ın ‘Mutlu El / Happy Hand’ isimli romanından yola çıkmış. Film, Naoufel’in hikâyesini anlatıyor. Göçmen genç, küçük yaşta, anne ve babası ile birlikte piyanist ve astronot olma hayallerini de yitiriyor. Pizza dağıtıcısı olarak hayatını sürdürürken sesinden aşık olduğu Gabrielle ile sıradan hayatını değiştirmeyi, kaderine çelme atmayı deneyecektir genç adam.

Peki, kesik el ile Naoufel’in ilişkisi nedir ve olaylar nasıl gelişecektir. Film tüm bunları geriye dönüşler ve koşut kurguyla aktarıyor. Naufel’in çocukluk döneminde görüntü siyah-beyaz’a dönüşüyor. Kesik elin zemine yakın gerilimli serüveni, Naoufel‘in Gabrielle’e duyduğu derin tutkunun şiirselliğine karışıyor. Büyülü gerçekçi evreninde, peri masalına dönüşen bir hayatta kalma mücadelesini, saf ve kırık bir aşk hikâyesiyle buluşturuyor Clapin. Kesik elin aksiyon yüklü macerası ile Naoufel’in durgun yaşamının tezatını mükemmel bir biçimde kaynaştırıyor.

Ustalıkla oluşturduğu görsel dünyasında, diyaloga çok fazla yer vermiyor yönetmen. Buna karşılık ‘ses’ faktörünü öne çıkarıyor ve kaynak aldığı romandan farklı olarak hikayesini ‘sesler’ üzerinden yönlendiriyor. Naoufel çocukluğundan beri ‘ses’e karşı duyarlıdır. Piyano ya da viyolonselden yayılan ezgilerin yanı sıra, çevresi ile babasının hediyesi ses kayıt cihazı vasıtasıyla ilişki kurması (öykü dijital çağ öncesi 90’larda başlıyor), ya da aşık olduğu genç kızın önce sesiyle buluşması bu açıdan raslantı değil. Bedeni arayış serüveninde zemine, kaldırıma yakın bir güzergahta ilerleyen kesik eli bekleyen tehlikeler de, farelerin saldırı çığlıkları, sineğin vızıltısı, metro ya da arabaların gürültüsü benzeri ses efektleriyle vurgulanıyor.

Bu özenli ses kullanımı, Dan Levy’nin son derece yaratıcı müzik çalışmasıyla desteklendiğinde tadına doyulmuyor. Salonlar çocuklar için yapılmış sayısız çizgi filmle dolup taşarken, yetişkin sanatseverlerin Clapin’in görsel ve işitsel açıdan tamamlayıcı usta işi çabasına ilgisiz kalmamasını, bu farklı ve ilginç sinema deneyimini kaçırmamasını tavsiye ediyorum.

* Skhizein: 13 dakikalık bu ilginç animasyon örneğini Internet’ten izleyebilirsiniz.

(23 Ocak 2020)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Bad Boys: Her Zaman Çılgın

Sinema en başından beri heyecan veren eğlence aracı, güzel sanatların arasında olsa da… Buna da bağlı olarak neşeli, bol hareketli (yeni dilde söylersek aksiyonlu) filmler çok seviliyor. Sadece bizde değil, bütün dünyada böyle. Bad Boys’un ilk hafta hasılatına bakarsanız daha kolay anlaşılır bu durum… Açılışı 59 milyon dolar, haftanın diğer günlerini de eklediğinizde rekora gideceği kesin.

Peki, ne var filmde? Hiçbir şey. Ama unutmayın ki, insanın gündelik yaşam içerisinde bir sürü sorunla doldurduğu beynini boşaltması gerekiyor. Giriyorsunuz sinemaya, ışıklar sönüp de perde aydınlandığında yansıyan görüntüye dalıp çocuğun harçlığını, doğalgazın pahalılığını, işsizliği, karı-koca dırdırını, patronun bağırtılarını unutuyorsunuz… ya da derslerin zayıflığını; aşık gençleri unutmayalım, karşılık bulamadıkları aşklarını… Değmez mi? Değer muhakkak ki! Hem de öyle değer ki, sınır bile dinlemez.

Bad Boys’u oluşturan ikili, artık sıkılmış emekli olmak için birbirleriyle iddiaya tutuşmuştur. Tam o sırada Mike Lowery öldürülmek istenir. Zorlu bir tedavi sonrasında ölümden döner. Emekli olmak isteyen arkadaşı Marcus Burnnet’i ikna eder ve intikam almak için silah kuşanırlar. Karşılarındaki uyuşturucu baronesidir ve gözlerini kırpmadan insan öldürebilirler. Zaten kendilerini yakalayan ve mahkûm eden polisten savcıya, yargıçtan tanıklık edenlere kadar herkesi öldürürler. Tabii ki Bad Boys, zorlu ve çetin mücadele sonrasında çeteyi temizleyecektir. Ancak spoiler olmasın diye es geçtiğim bir nokta var ki, Mike’a yakışıklılığı ve kuşkusuz sevimliliği nedeniyle polis ekip başı da, uyuşturucu çetesinin başı da âşıktır. Gerisi size kalmış.

Hatırlar mısınız, bir zamanlar “Gırgır” mizah dergisi vardı ve vinyetinde “Geçim derdini, can sıkıntısını, aşk yarasını, karı-koca kavgasını şipşak keser. Her derde devadır, gırgır da gırgır” yazardı. Bad Boys için “Gırgır”ın sinema hali diye düşünebilirsiniz…

İyi seyirler…

Bad Boys: Her Zaman Çılgın
Yönetmen Adil El Arbi, Bilall Fallah
Oyuncular Will Smith, Martin Lawrence, Vanessa Hudgens…
24 Ocak’tan itibaren gösterimde…

(23 Ocak 2020)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Aslı Gibidir

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Telefonları ile dikey hareketli görüntü çekip sosyal medyada paylaşan sinema sektörü mensuplarını alenen kınıyorum. Yatay hareketli görüntüyü koruması gereken önde gelen kullanıcılar sinema sektörü insanlarıdır. Vatandaş bu furyada korkarım dikey hareketli görüntüye iyice alışacak, yatay hareketli görüntülü filmleri yadırgamaya başlayacak ve filmleri de dikey perdelerde, dikey görüntüyle izlemeyi talep etmeye başlayacak. Hareketli görüntülerinizi ve naklen yayınlarınızı yatay çerçeveyle yapmaya özen gösterin, özen gösterin, özen gösterin. Dikey görüntülü paylaşımlara beğeni koymayın, beğeni koymayın, beğeni koymayın. (27 Şubat 2019)

Atilla İlhan’ın “Ben sana mecburum” dizesinde sanki İstanbul’un da payı var gibime geliyor. Genelde İstanbul’u terk edip, Anadolu’nun bağrına doğru yelken açanlar giderlerken hep “Artık İstanbul’da yaşanmaz, trafik, kargaşa, kaos, vs., vs.” diyerek gidiyorlar; sonra bir bakıyorsun her yıl birkaç kez İstanbul’a gelmeden yapamıyorlar. O nedenle Atilla İlhan’ın “Ben sana mecburum” dizesinde sanki İstanbul’un da payı var gibime geliyor. (27 Şubat 2019)

Sadık Aslan’ın “Soğuktu ve Kar Yağıyordu” adlı romanı Dorlion Yayınevi tarafından satışa sunulmuş. Tanıtımında geçen, “İnce ince kar yağıyordu Ankara’ya. Sanki kar, bütün kötülükleri ve karanlıkları beyaza dönüştürmeye çalışıyor da Ankara direniyordu buna.” paragrafı, bir müziksevere doğal olarak Cem Adrian’ın “Kar yağmış yollara, örtülmüş izler… Sen yoksun ya, böyle ıssız Ankara, sensiz Ankara.” dizelerini; bir sinemasevere de doğal olarak Engin Ayça’nın 1990 yılı yapımı, başrollerini Türkan Şoray ve Ekrem Bora’nın paylaştığı o güzel “Soğuktu ve Yağmur Çiseliyordu” filmini hatırlatıyor. Roman, adının ilhamını… (28 Şubat 2019)

“Bir Yıldız Doğuyor”un yeniden gösterime girmesine bakarsak Oscar rüzgârı diyeceğim ama değil, çünkü eski zamanların nitelemesiyle sinema sezonunun tam ortasında, filmlerin hafta bulmakta göbeklerinin çatladığı zaman aralığında, bizimkiler “Müslüm” ve “Aslı Gibidir” de, yeniden vizyona girdi. Her halükârda neşesini bozmayan; iyi günde, kötü günde vur patlasın, çal oynasın televizyonu Flash TV.nin de kapandığı göz önüne alınırsa, görüntü sektöründe bu durum pek hayra alamet değil sanki. (02 Mart 2019)

Bir Varlık Hikâyesi: İhtiyarlara Yer Yok: Siz siz olun, biriktirdiğiniz dönüşüm malzemelerini caddedeki geri dönüşüm kumbarasına götürmek için evden çıktığınızda, önce malzemeleri atın, sonra alışveriş yapın. Bendeniz hata ettim, önce iki yufka aldım. Görenlerden “çöp biriktiren amca” damgasını yememek için, elimdeki şeffaf geri dönüşüm torbasını, yufkaların bulunduğu torba ile kamufle ettim. Sonra gittim, dalgınlıkla hepsini birden geri dönüşüm kutusuna bir güzel attım. Eve dönüşte baktım elimde yufka torbası yok, geri döndüm kumbaraya baktım. Yufka torbam dipte yatıyor, alamadım tabi ki. Hanımın menfi iltifatlarına muhatap olmamak için tekrar gidip iki yufka daha aldım. Dolayısıyla iki yufkaya dört yufka parası ödemiş oldum. Bunlar hep varlıktan oluyor ve tam burada o efsane tweeti akla getiriyor. Toplu taşıma vasıtalarında yer vermiyorlar diye gençlere sitem eden ihtiyarların, varlık kuyruğunda saatlerce bekleyebilmeleri de tanrının bir mucizesi olsa gerek. (02 Mart 2019)

Bir sosyal medya kullanıcısı çok güzel yazmış. Yatırımlar, paramızın 6 sıfırlı zamanındaki 20, 25 katrilyonlarla ifade edilirken, patatesin fiyatı günümüzdeki 6 sıfırsız 2, 3 liralarla telâfuz ediliyor diye. Eee çok doğrudur; İzmir’de belediyenin yaptığı ulaşım “zam”ları, İstanbul’a gelirken yolda gelirken değişime uğrayıp “fiyat ayarlaması” olmuyor mu? Cumhuriyetin ilk yıllarında kazma, kürekle yapılan yolların, günümüzde devasa iş makineleriyle yapılan yollarla mukayese edilmesi gibi. Vatandaş yemiyor yani… 15 liralık patlıcanı. Gidip tanzim satışından alıyor. (03 Mart 2019)

Yaşlılıkta da bir hikmet var, bazen işe yarıyor. TRT Müzik’te yayınlanan “Yeşilçam’dan Şarkılar” programında “Ben gamlı hazan sense bahar, dinle de vazgeç” şarkısının, Cüneyt Arkın ve Fatma Belgen’in oynadığı Erman Film yapımı “Alın Yazısı” adlı filmin şarkısı olduğu şeklinde ifade edildi. Oysa film 1972 yılı yapımı, şarkı ise Melahat Pars tarafından 1950’lerde bestelenmiş. Program yapanların, hele hele TRT.de program yapanların biraz araştırma yapmalarında ve daha dikkatli davranmalarında fayda var. (03 Mart 2019)

Zaman açısından ileride gibi görünüyoruz ama bizden öncekilerin şarkılarını, türkülerini söylediğimize; şiirlerini, romanlarını, hikâyelerini okuduğumuza göre bir bakıma onlardan ve o zamanlardan gerideyiz. (09 Mart 2019)

Hayatın içinden, ayniyle vaki, taze bir hikâye: Siz yine 25 kuruşluk poşete yatın kalkın dua edin. Malkara Can Güler Peynir Helvacısı’ndan peynir helvamı aldıktan sonra karşısındaki ünlü Vefa Bozacısı’ndan da 1 kilo boza alayım dedim. Kasadarın tepesindeki listede yazan 15 TL.yi tezgâha koydum. Kasadar “18 lira.” dedi. Tepeyi işaret ettim, “Orada 15 yazıyor.” dedim. “Evden kap getirirseniz öyle.” diye soğuk soğuk cevap verdi. Matematiksel hesaba göre, ünlü Vefa Bozacısı plastik kabı 200 gram bozaya satıyor. Geri götürüp 3 liramın iadesini talep etsem mi? Acaba? Siz yine 25 kuruşluk poşete yatın kalkın dua edin. (11 Mart 2019)

Sinema Yazarı vasfını haiz arkadaşlar her halükârda sinema salonunda film seyrini teşvik etmeli. Devran döndü, zaman değişti. Gönül, mısır hışırtısı ve telefon ışıltısı olmadan film izlemek istiyor ama öyle de olsa film seyrinde öncelik büyük perdeli sinema salonlarının olmalı. Evde yüksek teknoloji ekranlı TV.lerde Netflix ve diğer dijital imkânlarla film izlemeye öncelik veren yazar arkadaşların unvanlarını da dijitalleştirip Netflix Yazarı, Dijital Yazar, vs. gibi değiştirmeli. (12 Mart 2019)

(23 Ocak 2020)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Hayvan Dostlarımızın da Ruhu Var: Dolittle

Sadece insanları öne çıkarsak da bu dünyada çiçekler, ağaçlar kadar hayvanlar da yaşıyor ve onları -asla- göz ardı etmemeliyiz. Dr. Dolittle tam da bunu izletiyor bize…

Doktor Dolittle, hayvanlarla iletişim kurabilen biri olsa da, eşini kaybettikten sonra inzivaya çekilir. İngiltere Kraliçesinin yardım talebini kıramaz ve yeniden sıvar kolları… Bu arada alabildiğine iyi niyetle kendisinden yardım almaya geleni de “çırak” olarak kabul eder.

Okulların yarıyıl tatilinde çocuk filmlerinin seansları kapattığı gerçeği çerçevesinde, Dolittle, her yaştan ve her kesimden “çocuk” için keyifli, bir o kadar da bilinçlendirici bir film. Keyifle izleniyor ve Avusturalya’da bütün kıtayı saran ve aylardır söndürülemeyen yangınlarda yok olan canlıların sarstığı gündemi bir kez daha değerlendirmemize sunuyor.

İki, belki de üç kuşak öncesinin kitaplarından beyazperdeye yansıyan Doktor Dolittle, gelişen teknolojinin yardımıyla çok daha izlenebilirlik kazanmış. Ama asıl önemli olan Doktorun hayvan dostlarının duygu yüklü olmaları… Sadece onunla kalmayıp belirleyici de oluyorlar.

İzleyiciyi hayvanların cüsselerine oranla tam tersi karakterleri ve umulmadık sürprizler gerçekten etkileyecektir.

Sanki film çıkışında herkesin üzerine konuşmasını, konuşmanın da günümüz çevreciliğine varmasını istiyorum… Benim için değil, kendi yaşamımız için.

İyi seyirler…

Dolittle
Yönetmen Stephen Gaghan
Oyuncular Robert Downey Jr., Antonio Banderas, Michael Sheen, Jim Broadbent, Jessie Buckley…
17 Ocak’tan itibaren gösterimde…

(16 Ocak 2020)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Benim Ülkemde Ne Arıyorsun Pislik!

Sinema eleştirmenliğinden gelme Brezilyalı yönetmen Kleber Mendanço Filho’nun ülkesinin kültürel değerlerinin işgaline karşı soylu isyanı sürüyor. Bizde de gösterime girmiş olan bir önceki filmi ‘Aquarius’, kendi çocukluğunun geçtiği Brezilya’nın Atlantik Okyanusu’na nazır sahil kasabası Recife’de kârlı rezidanslar inşa etme için yıkılmak istenen eski apartman dairesini terk etmeyip direnişini sürdüren yaşlı kadının hikâyesi üzerine kuruluydu. ‘Bizler mekânımızla bütünleşiyoruz. Anılarımız kimliğimizi oluşturuyor. Tarihi binaları yok ederek birkaç kuşağın kültürünü yok ediyorsunuz, anılarını siliyorsunuz’ sözleriyle itirazını dile getirmişti sinemacı.

Aynı filmin yapım tasarımcısı Juliano Dornelles ile ortaklaşa yazıp yönettikleri, geçtiğimiz Cannes şenliğinden jüri ödüllü son filmi ‘Bacurau’ konuya daha geniş açıdan bakıyor. Yıldızlarla dolu gökyüzünden dünyamıza inen kameranın işaret ettiği, filmle aynı adı taşıyan Brezilya kırsalındaki küçük köyde yaşayanlar ‘yabancıların’ tehdidi altındadır. Uluslararası bir komplo ile haritadan silinen topraklarını müdafaa etmek bu şirin bölgede yaşayan topluluğun bireylerine kalmıştır.

Bizlere çok aşina bu hikâyeyi, önceki filmlerinden çok farklı bir stilde anlatmayı seçmiş filmin çifte yazar yönetmenleri. Adını geceleri avlanan kuşlardan alan küçük ‘Bacurau’ köyü gözden ırak bir western kasabası olarak tasarlanmış. Topluluğun saygıdeğer büyüğü büyükannesinin cenazesi için doğduğu topraklara dönen Teresa’nın köy yolunda karşısına çıkan devrilmiş kamyondan etrafa saçılmış tabutlar, bedeninden ayrılmış bir başı ağzında taşıyan köpeğin görüntüsü, kaktüslerle beslenen çöl atmosferi ve pencerelerin ardından kuşkuyla bakan insanlar, bu daha çok spagetti westernlere özgü dünyayı kurmaya yönelik olarak düşünülmüş.

Anaerkil bir yaşamın sürdüğü köyde; alkolik kadın doktor, kazma dişli yaşlı çalgıcı, sevimli bir küçük fahişe, onun kızıl saçlı pezevengi, suç işlerini bırakmış eski gangster, köy meydanına kurduğu mobil ekranda her çeşit youtube videolarına ve şehir haberlerine yer veren matrak DJ, siyahlar, melezler, eşcinsel ve travesti bireyler eşit ve özgürlükçü bir dünyayı paylaşıyor. Ancak herşey göründüğü gibi yolunda gitmiyor aslında. Bölgedeki isyancı güçlere karşı yollar kapatılmış, yiyecek ve su sıkıntısı baş göstermiştir. Yeniden seçilmek isteyen üç kağıtçı belediye başkanı ise çoğunun kullanım süresi dolmuş ilaçlar ve yiyeceklerle köylülerin gönlünü kazanma derdindedir.

Köyün çevrimiçi bağlantısının kesilmesi ve haritadan yok olması işgali haberler. UFO biçimindeki dronlarla gözaltında tutulan yerleşim bölgesi hedef tahtasındadır. Aralarında İngilizce konuşan Amerikalısı, Almanı, Rusu, İngilizi ve anlaşmalı yerli işbirlikçileri, köyün elektriğini keserek kanlı ablukayı başlatır. İsyancı güçlerin de desteğini alan köy halkı, yaşlısıyla genciyle kendilerini ve kültürlerini koruyabilmek için silahlı mücadeleye girişmek zorundadır artık.

Brezilyalı sinemacıların bilim-kurgusal nitelikler de barındıran anti-westerni esin kaynakları açısından pek zengin. ‘Cinema Nuovo’nun kurucusu, ülkenin efsanevi sinemacısı Glauber Rocha’nın sosyal gerçekçi ve devrimci sinemasının izlerinin Western ikonografisine, 70’li yılların Amerikan sineması ve Vietnam savaşı anılarına karıştığı melez bir üslûp söz konusu. Farklı karakterlere eşit mesafede yaklaşan, farklı hikâyeleri paralel olarak sergileyen filmin temel hedefi çağdaş emperyalizmin ve vahşi kapitalizmin yerel kültürleri, tarihsel zenginlikleri yok etmeye yönelik hırslarına karşı mücadelenin bayraktarlığını yapmak.

Bir karakterin işgâlci yabancılara ‘benim ülkemde ne arıyorsun pislik!’ şeklindeki isyanı bu açıdan anlamlı. Dün Vietnam’da, Afganistan’da, bugün Irak’ta, Suriye’de sergilenen oyuna; güzel ülkemiz üzerinde planlı ve kanallı bir biçimde düzenlenen işgal tezgahına karşı bir isyanın çığlığı; yolsuzluğun ve çağdaş sömürgeciliğin ayyuka çıktığı Brezilya ve emsal ülkeler ahvalinin eşsiz bir metaforu niteliğinde bir politik alegori ‘Bacurau’. Bu yazı yayınlandığında sinemalardaki kısa gösterimini tamamlamış olabilir. Ne yapıp edin, bir yerlerde bulup izleyin.

(13 Ocak 2020)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

2019’dan Benim Seçtiklerim

2019 yılına ilişkin geleneksel en iyiler listemde bu yıl 15 adet film yer alıyor. Bunlar, geçtiğimiz yıl içinde ticari gösterime çıkmış ve/veya çeşitli festivallerde izlenmiş yapımlardan oluşmaktadır. Listede yer alan filmlerin önemli bölümüne ilişkin yazılarımın tamamına arşivimizden ulaşabilirsiniz.

1- ALEV ALMIŞ BİR GENÇ KIZIN PORTRESİ / PORTRAIT DE LA JEUNE FILLE EN FEU

Listemin başında yer alan yapım, yalnızca derin bir tutkunun öyküsü olarak kalmayıp, özgürlük ve kadın hakları manifestosuna dönüşen eşsiz bir görsel deneyim. Vivaldi Mevsimler’in fırtına bölümünün tınısıyla bütünleşen, 18. yüzyıl resminin parlak bir sinematografiyle beyazperdeye taşındığı, imkânsız bir aşkın şiirsel öyküsü. Yönetmen Céline Sciamma’nın her adımda geleneksele yüz çevirdiği benzersiz bir başyapıt.

2- DENİZ FENERİ / THE LIGHTHOUSE

Filmekimi’nin sürpriz filmi, bir deniz fenerinin bekçisi olan biri kıdemli eski denizci iki adamın geçen zamanla ve yalnızlıkla akıl sağlıklarını kaybedip en derin korkularıyla yüzleşmelerinin hikâyesi. Başrollerini Willem Dafoe ile Robert Pattinson’ın paylaştığı, 35 mm filmle ve siyah-beyaz çekilmiş olan yapımın yazar ve yönetmeni Robert Eggers, Herman Melville ve Joseph Conrad gibi edebi esinlerini, Stanley Kubrick ve Bela Tarr benzeri auteur sinemacılardan referanslarla buluştururken, otorite ve yakıcı iktidar tutkusunu irdeleyen yılın en özgün yapımlarından birine imza atmış.

3- SARAYIN GÖZDESİ / THE FAVOURITE

Yunan sinemasına özgü absürd akımın öncülerinden Yorgos Lanthimos, 18. Yüzyıl başları İngiliz kraliyet sarayını mekân almış çalışmasında, dönem filmlerine ilişkin bildik normları eğip büküyor. Mum ışığında çekilmiş sahnelerde, acısıyla kederiyle, neşesiyle sevinciyle, ihtirası ve zalimliğiyle insan ruhunu eşelemeyi sürdürüyor. Oscar’lı Olivia Colman, Rachel Weisz ve Emma Stone üçlüsünün birinci sınıf yorumlarının da katkısıyla, kolay rastlanmayacak incelik ve hınzırlıkta bir başyapıt.

4- BİZİM ÇAĞIMIZ / NUESTRO TIEMPO

If Bağımsız Filmler Festivali’nin güzel sürprizlerinden biri. Çağımızın en önemli yaratıcılarından Carlos Reygadas’ın son yapıtı. Meksikalı usta sinemacının kendisi ve eşini başrole aldığı bu son filminde, aşkın ve evliliğin sürdürülebilirliğini sorguluyor. Ataerkil kültür ve aynı ‘Deniz Feneri’nde olduğu gibi erkeklik hallerine neşter atarken, aşk ve sahiplenme ilişkisini tartışmaya açıyor.

5- GÜNEY İSTASYONUNDA RANDEVU / NAN FANG CHE ZHAN DE JU HUI

Filmekimi programında izlenen film Çinli yönetmen Diao Yinan imzasını taşıyor. Bu şiirsel gece filmi, izbe ve yoksul su mahallelerinde geçen, soluk soluğa izlenen bir polisiye. Kapitalist Çin’in nimetleri gökdelenlerin yükseldiği lüks sitelerin yer aldığı reklam panosunda beliriveriyor yalnızca tek bir sahnede. Yönetmen bir ressam titizliğiyle ışık-gölge oyunlarına girişiyor. Kentin tekinsiz karanlığını neon ışıklarıyla boyuyor.

6- JOKER

Sanatsal ve ticari başarının birlikteliği çok az filme nasip olur. Venedik Film Festivali’nden Altın Aslan ödüllü ‘Joker’ bunu başaran ender yapımlardan. Yönetmen Tod Philipps keyifli bir ters köşe yapıyor, klasik bir Batman filmi bekleyenleri, benzersiz bir karakter yaratma sürecine ortak ediyor. Chaplin’in dehasından ‘Guguk Kuşu’na, ‘Taksi Şöförü’ne, sessiz sinemanın ünlü klasiği ‘Dr. Caligari’nin Muayenehane’ne uzanan referanslar doğrultusunda ilerleyen ve delilik üzerine yapılmış en iyi filmler arasında hakkıyla yerini alan film, Joaquin Phoenix’in sınırları zorlayan yorumuyla devleşiyor.

7- KIZ KARDEŞLER

Bir dağ köyüne sıkışmış bireylerin yoksunluğunu, çaresizliğini, çıkışsızlığını, ağırlıklı olarak bir gece boyunca aktaran Emin Alper’in ‘Tepenin Ardı’ndan sonra bir kez daha kırsal tek mekâna döndüğü bu yeni eseri her anlamıyla kusursuz. Besleme olarak kasabalı, şehirli evlere gönderilen kızların hikâyesi çok vurucu belki, ancak zincirlerini kırmak için didinen Veysel’in çıkışsız mücadelesi bir o kadar etkileyici. Çok iyi oyunculukların yanı sıra (Kayhan Açıkgöz’e özel bir selam), Alper’in kırsal alanda kadın cinselliğini yaman bir biçimde ele alan incelikli senaryosu ve güçlü diyalogları, Emre Erkmen imzalı görüntüler, Çiçek Kahraman’ın başarılı kurgusu ve iki Yunan bestecinin (Giorgos ve Nikos Papaioannou) yaylılar eşlikli etkileyici müzik çalışmasını teker teker anmadan geçmeyelim.

8- ELVEDA OĞLUM / DIJIUTIANCHANG

80’li yıllardan günümüze Çin toplumunu kasıp kavuran sosyo-ekonomik değişimin insanların hayatlarını nasıl etkilediğini ve nasıl bedbaht ettiğini; devletin ve rejimin ezdiği bireyin dramını hüzünle aktaran üç saat uzunluğunda bir nehir film. Çinli usta sinemacı Wang Xiaoshuai imzasını taşıyor. Her ikisi de bu yıl Berlin’den ödülle dönen başrol oyuncuları mükemmel.

9- UZUN KIZ / DYLDA

1945 Leningrad’ında savaş sonrası travmalarıyla boğuşarak yeniden hayatın anlamını bulmaya çalışan bir toplumun ve özelde ayakta durmaya çalışan iki kadının hikâyesi. Filmin başarısı, 28 yaşındaki gencecik yönetmen Kantemir Balagov’un geçtiğimiz yıl Boğaziçi Film Festivali programında yer almış ‘Yakınlık / Tesnota’yı izleyenler için pek de sürpriz sayılmaz. Daha ilk filminden yaratıcı sinemacı kumaşıyla izlemeye aldığımız Kuzey Kafkasyalı yönetmen, bu defa İkinci Dünya Savaşı’nın yeni sona erdiği bir zaman diliminde savaşın fiziksel ve ruhsal yıkımlarını değme ustalara taş çıkartırcasına resmederken, unutulmaz plan-sekanslara imza atıyor.

10- PARAZİT / GISAENGCHUNG

Cannes Film Festivali’nden Altın Palmiye ödüllü film, türler arasında sörf yaparken odak noktasını kaybetmeyen Koreli yönetmen Bong Joon-Ho’nun fantastik evrenine özgü çizgi dışı bir yapım, çağımız kapitalizminin sınıf ilişkilerine metaforlarla yüklü ilginç bir bakış. Mizahi tonun gerilime, giderek bir korku filmine dönüştüğü yapım sürpriz şoklarıyla seyirciyi sarsıyor. Dahiyane prodüksiyon tasarımı ile büyülüyor

11- BİZ / US

Yılın ilgiye değer keşiflerinden biri. En iyi özgün senaryo Oscar ödüllü ilk uzun metrajı ‘Kapan / Get Out’ ile tanınan Jordan Peele yönetiyor. Gerilim / korku sineması külliyatını çok iyi hatmetmiş olan sinemacı, sinema tarihinin kült filmlerine göndermeler yapıyor, korku sinemasının alt türlerinde hınzırca geziniyor. Carl Jung’un ‘gölge arketipi’nden esinle benliğin karanlık tarafına doğru şeytani bir yolculuğa çıkıyor.

12- ÜZGÜNÜZ, SİZE ULAŞAMADIK / SORRY WE MISSED YOU

Sosyalist düşüncenin yılmaz sözcüsü Ken Loach’un 82 yaşında çektiği son filmi bu. Usta yönetmen bu defa dört kişilik genç bir çekirdek ailenin yaşam mücadelesini ele alıyor. Anne babayı sabahın köründen gece yarılarına kadar köle gibi çalıştırıp posalarını çıkartan kapitalist düzeni kıyasıya eleştiriyor yine. Filmin adı çifte anlamlı. Düz anlamıyla kuryelerin alıcıyı bulamadıklarında kapıya iliştirdikleri not olarak gözükse de, toplumun görmezden gelinen insanları ve işçi sınıfına hitaben devlet, düzen, sistem adına özür diliyor yaşlı kurt sinemacı. Her Ken Loach filmi gibi çok ilgiye değer, saygın bir sinema örneği.

13- SONSUZLUK HAKKINDA / OM DET OäNDLIGA

If Bağımsız Filmler Festivali’nin bir güzel sürprizi daha. İsveçli bilge sinemacı Roy Andersson’ın Venedik’te en iyi yönetmen olarak ödüllendirildiği son şaheseri ‘Sonsuzluk Hakkında’ 76 dakikalık süresi içinde insanoğlunun varoluş hüznünü ve coşkusunu tüm derinliğiyle duyumsatıyor. Unutulmaz plan sekanslar eşliğinde bir kez daha. Yönetmen, sonsuzluk kavramı üzerine yeni bir meditasyona soyunmuş. Termodinamik yasalarına göre her birimiz bir enerji değil miyiz ve yıllar yıllar içinde yeni bir formda tekrar biraraya gelmemiz olası değil mi..

14- ACI VE ZAFER / DOLOR Y GLORIA

Pedro Almodóvar 70 yaşında. Usta yönetmenin kendi yaşam öyküsünden derin izler taşıyan, kurgu bir karakter yarattığını söylese de, bizzat kendi evinde şahsi giysilerini kuşanmış Antonio Banderas ile çektiği film, sanatçının itiraf metni niteliğinde. Almodóvar usulü bu yaşam güzellemesi, kederiyle sevinciyle, acısıyla mizahıyla hayatla hesaplaşmanın hikâyesi. Belki de bir vasiyet film. Penelope Cruz’un giderek ne kadar Sophia Loren’e benzediğinin altını çizmek isterim.’Özel Bir Gün’den benzer bir plan bile kullanılmış.

15- OYUNBOZAN / SYSTEMSPRENGER

Geçtiğimiz Berlin Film Festivali’nin en iyi filmlerinden biri. Babasını hiç tanımamış, pasif annesinin baş edemediği, koruyucu ailelerden çocuk bakımevlerine dolaşıp duran 9 yaşındaki Benni’nin tedirgin serüveni kurgu bir hikaye, ancak bu zorlu süreci bir belgesel titizliğiyle aktarıyor film. Alman sinemasının parlak yeteneklerinden genç sinemacı Nora Fingscheidt’ın bu ilk uzun metrajı, Benni’nin kaotik enerjisinin ardına gizlenmiş hüznü izleyiciye geçirmeyi başarıyor. Bunda filmi sırtlayan keşif oyuncu Helena Zengel’in katkısı büyük.

(02 Ocak 2020)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Hayatı Savunmak Gerekir: Resmi Sırlar

Etik değerler belirleyicidir yaşamımızda. Her ne olursa olsun tutarlı, kararlı ve dürüst olursanız dik durabilirsiniz, koşullara eğilmezsiniz.

Dünya, son yıllarda iyiden iyiye savaşla birlikte dönüyor boşlukta. Öyle ki yeni bir paylaşım savaşı eşiğinde olduğumuzu bile söyleyebiliriz. Politikacılar kendi çıkarları doğrultusunda birçok karar alabilir ve uygulayabilir, ama bu kararlar halkın çıkarına ve barışçıl olmayabilir. Birilerinin çıkıp “kral çıplak” demesi gerekir…

Bıçak sırtı durum…

Katherina Gun (Keira Knightley), İngiliz istihbarat teşkilatında çalışan bir “casus”tur, vatan hainliğiyle suçlanacağını bilerek, içinin sesini dinler ve yüksek gizlilikteki bir yazışmayı basına sızdırır. Şimdi, Katherina hain midir, vatansever mi?

Evlidir, eşi göçmendir ve her hafta polise imza atmak zorundadır, kendisinin kefil olması nedeniyle… Ancak tüm bunlar onun vicdani sesini dinlemesine engel olmaz ve açıkça söyler: “Ben sızdırdım”.

Gerçekten gerçek…

Irak Savaşı sırasında yaşanan gerçek bir olayı, olağanüstü güçlü ve hiçbir hileye başvurmadan senaryolaştıranlar arasında olan ve o senaryoyu gerçekten abartıya kaçmadan, dozu kıvamında perdeye aktaran yönetmen Gavin Hood hepimize bir anlamda yeni bir pencere açıyor. Özellikle de basının tek yanlı olduğu, gerçekleri gizlemeleri için baskıların yapıldığı tam da şu günlerde…

Bizdeki MİT tırları olayını çağrıştırdı bana bu film. Öyle ya, apaçık bilinen, politikacıların yalanlarıyla gizlenmeye çalışılan bu tür durumlarda kararlı olmak, dik durmak her şeyden önce bir insan olma durumudur.

Zor bir durum…

Yaşanan zor durumun farkında olan genç ajan, sınır dışı edilmesine ramak kalmış eşi, gerçek bilgileri yayımlamaktan kaçınan gazete(ci)ler ve daha birçok ayrıntı… Filmde rol alan oyuncular da konunun önemini ve özelliğini kavramış başarıyla canlandırıyor karakterleri… Yönetmen zaten sakin ve abartıya kaçmayan rejisiyle izleyiciyi çekiyor kendisine… Senaryo gerçekten heyecanlı, merak uyandırıyor… Kısaca, filmin temposunun düşmesine izin vermiyor tüm ekip.

Biz izleyiciye kalansa, 20 yıl kadar önce yaşanan bu olayı hatırlarken ülkemizde de benzer durumlar olursa nasıl tavır takınılması gerektiğini kararlaştırmak.

Resmi Sırlar (Official Secrets)
Yönetmen Gavin Hood
Oyuncular Keira Knightley, Ralph Fiennes, Matt Smith (IV), Adam Bakri, Matthew Goode, Rhys Ivans, Indira Varma, Myanna Muring…
03 Ocak’tan itibaren gösterimde…

(02 Ocak 2020)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Çok Uzak Fazla Yakın

Eski yıl, tarihe doğru yol alırken genellikle ve çoğunlukla, hatta hemen herkes, en beğendiği filmlerin listelerini düzenler. Biz farklı bir uygulama yaptık; bu filmleri bizlere sevdiren ve fakat vefat ederek aramızdan ayrılan sektör insanlarımızı, Yönetmenlerimizi, Oyuncularımızı, Set Teknisyenlerimizi, Sinema İşletmecilerimizi, Işıkçılarımızı, Kurgucularımızı, Afiş Tasarımcılarımızı… rahmetle yad edelim ve analım dedik. Işıklar içinde uyusunlar.

2019 yılındaki ilk kaybımız Set Amiri Melih Sezgin oldu. Sezgin’i 19 Ocak’ta kaybettik. İkinci kaybımız sinemamızın ünlü komedyen kadınlarından, Domates Güzeli lâkaplı Ayşen Gruda oldu. Ocak ayındaki üçüncü kaybımız, seslendirme sanatçısı Fuat İşhan, Antalya Kurşunlu Kent Mezarlığı’nda toprağa verildi.

Şubat ayı, sinemamızın Tarık Akan’dan sonraki 2. bebek yüzlü oyuncusu Aytaç Arman’ı aramızdan aldı. Ay başında ebediyete uğurladığımız Turgut Arseven, Yalçın Menteş ve Erdoğan Sıcak sinemamıza oyuncu olarak katkı veren sanatçılardı. 15 Şubat’ta kaybettiğimiz Gülsen Doğancı, Makyaj Sanatçısı olarak tanınmakla beraber Yapımcılık da yaptı. Afiş Tasarımcısı Fuat Şanlı, 16 Şubat’ta aramızdan ayrıldı. Taverna şarkıcısı ve oyuncu Metin Kaya, Oyuncu Necati Er, Film-San Vakfı Genel Sekreteri Gülçin Üçer ve Işık Şefi Cem Kaygusuz, Şubat ayının aramızdan aldığı sevdiklerimiz arasındaydı.

03 Mart’ta vefat eden Işık Şefi Naci Temel, Yukarıdudullu Keyap Camii’inden uğurlandı; Araştırmacı Gazeteci, Yazar, Oyuncu Ertuğrul Akbay, Zincirlikuyu Mezarlığı’nda toprağa verildi. Oyuncu Levent Beceren ve İdari Yapımcı Zafer Çika aynı gün, 12 Mart’ta vefat ettiler. Keza Oyuncu Ümit Yesin ve Yapımcı, Yönetmen Sami Güçlü de aynı tarihte, 19 Mart’ta aramızdan ayrıldılar. Nuri Bilge Ceylan filmlerinin Kurgucusu olarak tanınan Ayhan Ergürsel çok genç yaşta, 50’li yaşlarda kalp kriz ile hayattan ayrıldı.

Nisan ayında Yönetmen, Oyuncu Yakup Sancı, 04 Nisan 2019; Gazeteci, Oyuncu Aykut Işıklar, 09 Nisan 2019; Yönetmen, Yapımcı Hüseyin Karakaş ve Yapımcı Erhan Erzurumlu, 11 Nisan 2019; tek filmle beyazperdeye Oyuncu olarak gelen, magazin basınının gözdesi Ertekin Dinçay, 15 Nisan 2019; sevilen Halk Müziği Sanatçısı ve Oyuncu Dilber Ay, 29 Nisan 2019 tarihinde bu dünyaya veda ettiler.

11 Mayıs’ta Oyuncu Adem Yavuz Özata, Habipler Yayla Mezarlığı’nda; 22 Mayıs’ta Yönetmen, Senarist, Yapımcı Yavuz Özkan, Zincirlikuyu Mezarlığı’nda defnedildi. Sinemamızın neredeyse tüm tarihine vakıf, sevilen duayen Oyuncumuz Eşref Kolçak, 26 Mayıs 2019 tarihinde aramızdan ayrıldı ve Gemlik’te toprağa verildi. 31 Mayıs’ta vefat eden Ayten Kuyululu Ürkmez, Yapımcı, Senarist, Yönetmen ve Oyuncu olarak sinemamıza hizmet verdi.

Haziran ayında aramızdan ayrılan sektör insanlarımız arasında Haktan Pak (Oyuncu), İbrahim Balaban (Ressam, Oyuncu), Ergun_Uçucu (Oyuncu, Seslendirme Sanatçısı), Garip Özdem (Ses Kayıtçısı), Enis Fosforoğlu (Oyuncu) ve Mevlüt Demiryay (Oyuncu) gibi isimler vardı.

Her yıl olduğu gibi en fazla kaybı Temmuz ayında yaşadık. Yusuf Atıcı (Yönetmen, Senarist); Küçük İskender (Şair, Yazar, Oyuncu); Nejat Toksoy (Müzisyen, Oyuncu); Ayşe Çakar (Oyuncu); Parkan Özturan (Oyuncu); Zafer Özden (Sinema Profesörü, Yazar, Çevirmen); Yurdaer Altıntaş (Grafik ve Afiş Tasarımcısı); Ahmet Doğa Kaygısız (Storyboard Emekçisi); Yalçın Gülhan (Oyuncu); Gökhan Pamukçu (Makinist, Sinema Makineleri Uzmanı) ve Haldun Ergüvenç (Oyuncu, Seslendirme Sanatçısı) Temmuz ayında aramızdan ayrılan sektör insanlarımızdı.

Ağustos ayı başında meslektaşımız Sinema Yazarı ve Oyuncu Cüneyt Cebenoyan elim bir trafik kazası ile bizlerden ayrıldı. Oyuncu Cengiz Sezici Adana’da, Senarist – Yazar Umur Bugay, Karacaahmet Mezarlığı’nda toprağa verildi. Yapımcı Cumhur Atalay, 06 Ağustos’ta; Şarkıcı, Oyuncu Devran Çağlar, 15 Ağustos’ta; Stüdyo Sahibi Cihan Baydur, 31 Ağustos’ta bu dünyayı terk ettiler.

“Dikkat Kan Aranıyor” filminin unutulmaz Oyuncusu, Çizgi Roman Çizeri Süleyman Turan, 10 Eylül’de vefat ederken; Oyuncu Dincer Sümer, 09 Eylül’de İzmir’de toprağa verilmişti. Oyuncu, Yapımcı Laszlo Rajk, 12 Eylül’de; uzun yıllar büyük bir firmanın Dağıtım Müdürlüğünü yapan Bülent Küçüközcan 24 Eylül’de; Oyuncu Abdi Algül, 01 Ekim’de hayata veda ettiler. 01 Ekim’deki diğer bir kaybımız ise sevilen Oyuncu Tarık Ünlüoğlu oldu. Samsun’lu Sinema İşletmecisi Uğur Cevahir’i 27 Ekim’de; Burdur’lu Yönetmen, Senarist ve Yapımcı Mehmet Şafak’ı 30 Ekim’de rahmetle uğurladık.

04 Kasım’daki kaybımız, Görüntü Yönetmeni Turgay Necipoğlu, Sultangazi Yavuz Sultan Selim Camii’nden kaldırılarak toprağa verildi. Ünlü Yazar, Yönetmen ve Oyuncu Özdemir Nutku, 08 Kasım’da İzmir Karşıyaka Doğançay Mezarlığı’nda; efsane Oyuncu, unutulmaz Tiyatro Duayeni Yıldız Kenter, 17 Kasım’da Aşiyan Mezarlığı’nda ebedi istirahatgâhına tevdi edildi.

Yılın son ayı Aralık’ta ise yine çok acı yaşadık. Stüdyo Sahibi Barış Ören’i Zincirlikuyu’da toprağa verirken; Gazeteci, Yönetmen Salim Başol Özyayla, 04 Aralık’ta Çanakkale Kangırlı Köyü’nde defnedildi. Oyuncu Hale Akınlı, 13 Aralık 2019 tarihinde Topkapı Çamlık Mezarlığı’nda ebediyete intikal ederken, sinemamızın öncü kısa çizgi filmi “Amentü Gemisi Nasıl Yürüdü?” adlı kısa filmin yaratıcısı Tonguç Yaşar, 16 Aralık 2019 tarihinde Florya Basınköy Camii’nde aramızdan ayrılarak toprağa verildi. Anadolu’nun efsane ve duayen Sinema İşletmecisi, Eskişehirli Ethem Arda büyüğümüz 17 Aralık 2019 tarihinde bu dünyaya veda etti. Sinemaseverler olarak Ethem abimizi hiç unutmayacağız. Ünlü yönetmenimiz Tunç Başaran; Adana’lı Oyuncu Ercan Kont; Oyuncu Ahmet Fadıl Güç ve “Babamın Sesi” filminin Oyuncusu olarak tanına Base Doğan, 2019 yılı Aralık ayının aramızdan aldığı sevdiklerimiz oldu.

2019 yılında kaybettiğimiz tüm sektör insanlarımıza tanrıdan rahmet, kederli ailelerine sabırlar dileriz.

(01 Ocak 2020)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Kaybettiklerimiz 2019

Melih Sezgin (19 Ocak 2019), Set Amiri (Hasdal)
Ayşen Gruda (23 Ocak 2019), Oyuncu (Zincirlikuyu)
Fuat İşhan (25 Ocak 2019), Seslendirme Sanatçısı (Antalya Kurşunlu Kent Mezarlığı)
Turgut Arseven (01 Şubat 2019), Oyuncu (Zincirlikuyu)
Yalçın Menteş (07 Şubat 2019), Oyuncu (Pendik Yeni Şeyhli Mezarlığı)
Erdoğan Sıcak (12 Şubat 2019), Oyuncu
Gülsen Doğancı (15 Şubat 2019), Yapımcı, Makyaj Sanatçısı
Fuat Şanlı (16 Şubat 2019), Afiş Tasarımcısı
Metin Kaya (16 Şubat 2019), Taverna Şarkıcısı, Oyuncu (Karacaahmet Mezarlığı)
Necati Er (20 Şubat 2019), Oyuncu (Ümraniye Ihlamurkuyu Mezarlığı)
Gülçin Üçer (21 Şubat 2019), Film-San Vakfı Genel Sekreteri (Kadıköy Selamiçeşme Camii)
Aytaç Arman (26 Şubat 2019), Oyuncu (Adana Kabasakal Mezarlığı)
Cem Kaygusuz (26 Şubat 2019), Işık Şefi, Ortak Yapımcı (Üsküdar Şakirin Camii)
Naci Temel (03 Mart 2019), Işık Şefi (Yukarıdudullu Keyap Camii)
Ertuğrul Akbay (07 Mart 2019), Araştırmacı Gazeteci, Yazar, Oyuncu (Zincirlikuyu Mezarlığı)
Levent Beceren (12 Mart 2019), Oyuncu
Zafer Çika (12 Mart 2019), İdari Yapımcı (Alsancak Hocazade Camii)
Ümit Yesin (19 Mart 2019), Oyuncu (Ümraniye Ihlamurkuyu Mezarlığı)
Sami Güçlü (19 Mart 2019), Yönetmen, yapımcı (Kadıköy Sahrayıcedid Camii)
Ayhan Ergürsel (29 Mart 2019), Kurgucu (Şişli Merkez Camii)
Yakup Sancı (04 Nisan 2019), Yönetmen, Oyuncu
Aykut Işıklar (09 Nisan 2019), Gazeteci, Oyuncu (Küçükyalı Mezarlığı)
Hüseyin Karakaş (11 Nisan 2019), Yönetmen, Yapımcı (Kanlıca Abdülvehhab Evvap Camii)
Erhan Erzurumlu (11 Nisan 2019), Yapımcı (Zincirlikuyu Mezarlığı)
Ertekin Dinçay (15 Nisan 2019), Oyuncu
Dilber Ay (29 Nisan 2019), Halk Müziği Sanatçısı, Oyuncu (Düzce Şehir Mezarlığı)
Nurettin Kaygısız (01 Mayıs 2019), Oyuncu (Eskişehir Fatih Camii, Asri Mezarlık)
Adem Yavuz Özata (11 Mayıs 2019), Oyuncu (Habipler Yayla Mezarlığı)
Yavuz Özkan (22 Mayıs 2019), Yönetmen, Senarist, Yapımcı (Zincirlikuyu Mezarlığı)
Eşref Kolçak (26 Mayıs 2019), Oyuncu, (Gemlik)
Ayten Kuyululu Ürkmez (31 Mayıs 2019), Yapımcı, Senarist, Yönetmen, Oyuncu
Haktan Pak (07 Haziran 2019), Oyuncu (İzmir Karabağlar Paşaköprü Mezarlığı)
İbrahim Balaban (09 Haziran 2019), Ressam, Oyuncu (Bursa, Osmangazi, Seçköy)
Ergun_Uçucu (14 Haziran 2019) Oyuncu, Seslendirme Sanatçısı
Garip Özdem (21 Haziran 2019), Ses Kayıt (Berlin)
Enis Fosforoğlu (22 Haziran 2019), Oyuncu (Karacaahmet Mezarlığı)
Mevlüt Demiryay (25 Haziran 2019), Oyuncu (Niğde Ulukışla Mezarlığı)
Yusuf Atıcı (02 Temmuz 2019), Yönetmen, Senarist (Yalova)
Küçük İskender (03 Temmuz 2019), Şair, Yazar, Oyuncu (Zincirlikuyu Mezarlığı)
Nejat Toksoy (09 Temmuz 2019), Müzisyen, Oyuncu
Ayşe Çakar (10 Temmuz 2019), Oyuncu
Parkan Özturan (14 Temmuz 2019), Oyuncu (Maltepe Merkez Camii)
Zafer Özden (15 Temmuz 2019), Sinema Profesörü, Yazar, Çevirmen
Yurdaer Altıntaş (24 Temmuz 2019), Grafik ve Afiş Tasarımcısı (Zincirlikuyu Mezarlığı)
Ahmet Doğa Kaygısız (26 Temmuz 2019) Storyboard Emekçisi, (Göztepe Tütüncü Mehmet Efendi Camii)
Yalçın Gülhan (27 Temmuz 2019), Oyuncu (Karacaahmet Mezarlığı)
Gökhan Pamukçu (29 Temmuz 2019), Makinist, Sinema Makineleri Uzmanı (Ayazağa Mezarlığı)
Haldun Ergüvenç (30 Temmuz 2019), Oyuncu, Seslendirme Sanatçısı (Topkapı Kozlu Mezarlığı)
Cüneyt Cebenoyan (03 Ağustos 2019), Sinema Yazarı, Oyuncu (Zincirlikuyu Mezarlığı)
Cengiz Sezici (03 Ağustos 2019), Oyuncu (Adana)
Umur Bugay (06 Ağustos 2019), Senarist, Yazar (Karacaahmet Mezarlığı)
Cumhur Atalay (06 Ağustos 2019), Yapımcı
Devran Çağlar (15 Ağustos 2019), Şarkıcı, Oyuncu
Cihan Baydur (31 Ağustos 2019), Stüdyo Sahibi (Muğla Kurşunlu Camii)
Dinçer Sümer (09 Eylül 2019), Oyuncu
Süleyman Turan (10 Eylül 2019), Oyuncu (Karacaahmet Mezarlığı)
Laszlo Rajk (12 Eylül 2019), Oyuncu, Yapımcı
Bülent Küçüközcan (24 Eylül 2019), Dağıtım Müdürü (Zincirlikuyu Mezarlığı)
Abdi Algül (01 Ekim 2019), Oyuncu
Tarık Ünlüoğlu (01 Ekim 2019), Oyuncu
Uğur Cevahir (27 Ekim 2019), Sinema işletmecisi, (Samsun)
Mehmet Şafak Türkel (30 Ekim 2019), Yönetmen, Senarist, Yapımcı (Burdur)
Turgay Necipoğlu (04 Kasım 2019), Görüntü Yönetmeni (Sultangazi Yavuz Sultan Selim Camii)
Özdemir Nutku (08 Kasım 2019), Yazar, Yönetmen, Oyuncu (İzmir Karşıyaka Doğançay Mezarlığı)
Yıldız Kenter (17 Kasım 2019), Oyuncu, (Aşiyan Mezarlığı)
Barış Ören (01 Aralık 2019), Stüdyo Sahibi (Zincirlikuyu Mezarlığı)
Salim Başol Özyayla (04 Aralık 2019), Gazeteci, Yönetmen (Çanakkale Kangırlı Köyü)
Hale Akınlı (13 Aralık 2019), Oyuncu (Topkapı Çamlık Mezarlığı)
Tonguç Yaşar (16 Aralık 2019), Çizgi Film Yönetmeni (Florya Basınköy Camii)
Ethem Arda (17 Aralık 2019), Sinema İşletmecisi (Eskişehir Üç Şerefeli Camii)
Tunç Başaran (17 Aralık 2019), Yönetmen (Üsküdar Şakirin Camii)
Ercan Kont (22 Aralık 2019), Oyuncu (Adana Kabasakal Mezarlığı)
Ahmet Fadıl Güç (23 Aralık 2019), Oyuncu
Base Doğan (29 Aralık 2019), Oyuncu

Costa Gavras ve Politik Gerilim Sineması

Geçen hafta, ön sözünü kaleme alma onuruna eriştiğim, kaçırılmaması gereken bir kitap yayınlandı. Sinema ve politika ilişkisine kafa yoran okuyucunun ilgisini bekleyen, Ayrıntı Yayınları tarafından basılan eser, İpek Elif Atayman imzasını taşıyor. Bu yazıda, kaleme aldığım sunuşun bir bölümünü sizlerle paylaşmak istedim:

Siyasal Sinemanın Gelişimi

60’lar, bir örneğine Sessiz Sinema’nın olgunluk döneminde rastlayabileceğimiz yeni bir kültürel dışavurumun en kitlesel araçlarından biri olarak yansıdı Yedinci Sanat’a… Avangartların, dışavurumcuların, devrim sinemasının sihirli dokunuşlarına benzer biçimde, Soğuk Savaş’ın hüküm sürdüğü 50’li yılların krizde olan Hollywood’undan bağımsız olarak gelişen bu dönem, pek çok deneysel ve yürekli sinemacıyı bizlere tanıttı.

Yeni Dalga’nın bohem eleştirmenlerinin filmleri, en çok da biçimsel duruşlarıyla bambaşka bir çağın kapısına dayanmışlardı. Antonioni’nin orta / üst sınıfın riyakârlığını teşhir eden ünlü üçlemesi, sinemasal anlatımın yeni olanaklarına işaret ediyordu. Satyajit Ray’in Yeni Gerçekçilik’ten aldığı ilham, Üçüncü Dünya’ya umut aşılıyordu. Bu, Ritwik Ghatak’tan Glauber Rocha’ya, Solanas’tan Yılmaz Güney’e açılan bir kapıydı aynı zamanda. Halkaya eklemlenen ve entelektüel çevreleri çokça etkileyen Godard’ın “merdiven altı” üretimleri ve İngiliz Özgür Sineması’na paralel biçimde, temelleri 60 ortalarında atılan ve doruk noktasına John Schlesinger’ın “Geceyarısı Kovboyu” ile ulaşan Hollywood yapımları da bu gelişmelerden bağımsız düşünülemezdi. Beyazperde, kısa bir süreliğine de olsa, “gerçekçi olup imkânsızı isteyen” ve başka türlü bir şeyin varlığına inanan kuşaklarındı artık!

Brecht’in İzinde

Bütün bu tarihsel birikimin ardından gündeme gelen Costa Gavras sineması, 70’li yıllarda birkaç nedenden dolayı “politik film” geleneğinin önemli bir parçasına dönüştü. “Ölümsüz”den “İtiraf”a, “Sıkıyönetim”den “Kayıp”a, “Müzik Kutusu”ndan “Amen”e uzanan bir çizgide seyreden bu filmler, bir yandan ana akım sinema formlarıyla uyum içinde görünürken, diğer taraftan da Batı anlatı geleneğinde var olan “rahatlatıcı” etkiyi bozma, seyirciye çığırından çıkmış bir dünyada yaşadığını hatırlatma gibi önemli bir işlev üstlendiler. Popüler anlatımın bütün araçlarıyla popüler olmayan bir sinemanın sınırlarını yokladığı da öne sürülebilecek Costa Gavras sineması, tam da Brecht’in işaret ettiği gibi, “hayatı olmasa da, onu değiştirmeye soyunanları değiştirmeyi hedefleyen” bir yaklaşımın izlerini taşıdı.

Veysel Hoca’ya Selam!

Daha bağımsız bir çizgide ilerleyen filmlerden, Hollywood yıllarında, Sidney Lumet – Arthur Penn ekolünün devamı olarak ele alınabilecek eserlerine dek, ele aldığı konuları “olmayan ülke” imgesi eşliğinde değerlendiren yönetmen, benzer filmlerde görülen iktidarlara has güç ve tahakküm uygulamalarının bireylere indirgenmesi sığlığına pek düşmemiştir. Sistemin fizikileştiği yeri; fiziki şiddeti, ideolojik aygıtlar eliyle yalan üretimini betimlediği filmlerinde, öldürücü darbeyi indiren bireyi devlet mekanizmasından ayrı düşünmemiştir. Bu durum onu, Hollywood’un 60’lardaki radikal yönetmenlerinden ve on yıl sonrasının, kulaklarımıza “devletin ne derece güçlü olduğunu” fısıldayan paranoya sinemacılarından daha doğru bir noktada durduğunu kanıtlar niteliktedir. Veysel Atayman’ın, Modern Zamanlar Dergisi’nin “Politik Sinema” sayısında işaret ettiği gibi, “Gavras, reel politikanın ihtiyaçlarının hizmetçileri, uygulayıcıları olan ve olmamaya direnen ‘kişilikler’ üzerinden politik angajmanlı ve gerilimli trajikomik ürünler vermiştir. Onun kişileri, Horkheimer’in, Fromm’un ya da Adorno’nun tanımlamaya çalıştıkları ‘otoritaryen kişiliğe’ eklemlenebilecek bir cevap gibidir. Burada bir parantez de açmak gerekir. Sistemin uygulayıcıları ile buna direnenleri karşı karşıya Costa Gavras’ın, bireyi, politik ekonominin bağlamı içinde görmesi” son derece anlamlıdır.

Gerçek Bir Kaynak Eser

Ortalığın “tarihin sonu” tezleriyle iyice bulanık hale getirildiği, yeni dönemin “popüler” ya da “sanatsal” sinemasının sisteme yedeklenmeyi şiar edindiği bir ortamda, “politik sinema” ve Gavras’ın üretimlerini yeniden tartışmaya açma fikrini heyecan verici bulduğumu belirtmeliyim. Yönetmenin, tahmin edilebilir koşullarda, filmlerin, sistemin ekonomik araçlarının doğrudan ya da dolaylı desteğiyle gerçekleşmek zorunda olduğu gerçeği bir yana, dağıtım ağının ve pazar ekonomisinin içinde hareket etmesine karşın elde ettiği sonucun irdelenmesi, günümüz sinemacıları açısından elzem görünüyor. Özellikle de sınırları önceden belirlenmiş bir dünyada, sistemle ne derece barışık olduğu tartışmalı, etik bir tavra sahip üretimlerden söz ediyorsak…

Birçoğumuz gibi duayenimiz, sinema ve felsefe yazınımızın önemli kalemi Veysel Atayman’dan aldığı ilhamla yola çıkan İpek Elif’in, bir önsözün sınırları içinde kısaca özetlemeye çalıştığımız nedenlerden dolayı, alanında referans olacak bir esere imza attığını söyleyebiliriz. Costa Gavras merkezli çalışmasına, çok doğru bir kararla “sinema” ve “politika” kavramlarını tartışmaya açarak başlayan yazarın, özellikle politik film türünü tanımlama çabalarını masaya yatırmasının son derece anlamlı olduğunu ve bu yaklaşımının sinema yazınımız açısından da büyük bir zenginliğe işaret ettiğini vurgulayalım. Benzer biçimde, politik filmin tarihine ilişkin tezlerin, Yeni Gerçekçilik’ten Ken Loach’a uzanan bir çizgide ve akıcı bir üslupla özetlenmesinin, eserin temel bir kaynak olma özelliğini güçlendirdiğinin de altını çizelim.

“Politik filmler değil, politik yöntemlerle filmler yapmalıyız” diyen Godard’ı ve Cinema Novo’yu “halkının sefaletinin farkına varması yolunda bir evrim” olarak nitelendiren Glauber Rocha’yı akıldan çıkarmadan, tüm olumsuz koşullara karşın yeni bir sinemanın mümkün olduğuna inançla, sevgili İpek Elif’i kutluyorum.

(23 Aralık 2019)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü
m_zamanlar@hotmail.com

Alev Alev Bir Aşkın Hikâyesi

‘Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi / Portrait de la Jeune Fille en Feu’ sinemada yapılmış en etkileyici aşk filmlerinden biri. Üstelik yalnızca derin bir tutkunun öyküsü olarak kalmayıp, özgürlük ve kadın hakları manifestosuna dönüşen eşsiz bir görsel deneyim.

17. yüzyılın son yarısında geçiyor hikâye. Mütevazi atölyesinde çalışmalarını sürdüren ressam Marianne, genç öğrencilerinin bulup ortaya çıkardığı etekleri alev almış bir kadını betimleyen tablosunun öyküsünü öğrenmek istediklerinde, onlara resmin tutkulu serüvenini anlatmaya başlıyor. Ölmüş ablasının yerine Milanolu bir soyluyla evlenmek üzere manastırdan yeni çıkmış Héloïse’in portresi sipariş edilmiştir ona. Ancak Marianne bu portreyi, modelinden habersiz çizmelidir. Zira, tanımadığı bir erkekle evlenme fikrini reddeden genç kızın, damat adayına gönderilecek olan düğün resmi için modellik etmeye hiç niyeti yoktur.

Hüzünlü ve mutsuzdur Héloïse. Daha adil ve özgür olarak yorumladığı manastırdaki hayatından, hiç tanımadığı bir erkeğin evine yollanmak üzere çekip alınmıştır. Ona yazdığı son mektuptan anladığımız üzere, kendisine biçilmiş kadere isyan ederek intihar eden ablasının dramı öfkesini büyütmüştür. Çetin bir deniz yolculuğundan sonra Britanya kıyılarına yakın bir adadaki malikaneye ulaşan Marianne’ı zorlu bir görev beklemektedir. Önce bir refakatçi olarak karşısına çıkar genç kızın. Onun bakışlarını, davranışlarını gözlemleyerek, zihninde biriktirdikleriyle portresini tasarlamaya koyulur. Bu beklenmedik buluşma, sessizce başlayan bu karşılıklı alışveriş iki kadının arasında bir yakınlaşmanın tohumlarını atacaktır.

Kırklı yaşlarının başındaki kadın yönetmen Céline Sciamma imzalı yapıt hakkında bu kısa girişin filmi anlatmakta çok yetersiz kaldığını belirtmek isterim. Son derece ekonomik, mükemmel kaleme alınmış ve Cannes Film Festivali’nden ödüllü senaryosundan söz edelim önce. Kendi deyişiyle, ‘bildik erkek bakışının ötesinde’, geleneksele her adımda yüz çeviren bir aşk hikâyesi anlatıyor Fransız sinemacı. İki kadının birlikteliği ve karşılıklı çekimlerinde, sınıf farklılığı, itaat ya da şehvet değil ön plana olan. Sanatsal duyarlık ve çok daha önemlisi, özgürlük tutkusu üzerinden gelişiyor aşk. Resmi çizilerek bir erkeğe pazarlanma fikrine isyan ediyor Héloïse. Onun özgürlük arayışıyla empati kuruyor Marianne. Öyle ya, sırf kadın olduğu için dönemin diğer kadın ressamları gibi onun da önü kesilmemiş midir. Babasının ticaret işini devam ettirerek ve evlenmeyi reddederek hükümran erkek dünyasında ayakta kalmayı seçişi Héloïse’i heyecanlandırmaya yetmiştir. Ancak o dönem için imkansız bir aşktır bu. Bunu onlar gibi bizler de çok iyi biliriz. Ancak, Romantik Çağ’ın şafağında, dalgalarla dövülen kıyılarda, sarp yamaçlarda yaratılmış bu küçücük özgür evrende, kısa bir süre için de olsa alev alev bir sevda yaşanır. Orpheus ile Euridice’nin mitolojik aşkına benzer bir biçimde, sonsuza dek genç ve diri hatırası kalır gönüllerde.

Sciamma’nın mum ışığıyla aydınlanan bir dünyanın dinginliğinde anlattığı ve erkek karakterlere bilinçli olarak yer vermediği hikâyesinde, bakışlar ve renkler ön plandadır. Yüzyıllar boyu gözardı edilen kadın ressamların tablolarına dönüşen, Claire Mathon imzalı planlarla büyüleniriz. Ve müzik bu derin tutkuyu sarıp sarmalar. Finaldeki üç dakikalık unutulmaz plan sekansa eşlik eden Vivaldi ‘Mevsimler’in fırtına bölümü bu büyük sevdanın ezgisi haline dönüşür.

Oya gibi işlenmiş her sahnesinin bir tabloya dönüştüğü eşsiz bir başyapıt ‘Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi’. İmkansız olanın bu benzersiz şiirini mutlaka sinemada izleyin. İmkanınız varsa Kadıköy Sineması’nın geniş perdesi ve kusursuz projeksiyonunu deneyimleyin.

(23 Aralık 2019)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Tanrıların Oyunlarını Yeniden Kurgulayalım: Star Wars: Skywalker’ın Yükselişi

Edebiyatın en güzel yanı hayal kurdurmasıdır. Hayal kurmak insanı hem geleceğe taşır hem de çalışmalarını geliştirir. Eskiden “icat mı çıkarıyorsun” diye karşı çıkılan hemen her duygu ve/veya düş, artık destekleniyor.

Tarihin başlangıcından beri bunun böyle geldiğini mitolojik öykülerden biliyoruz. Hemen her şeyi mitolojik öykülerde ve onların kahramanlarında görüyoruz. Özellikle filmlerde mitolojik kahramanların etkileri yadsınamaz ölçüde… hepsi de o güzelliği taşıyor bizlere…

Var mısınız, yeni bir oyuna?

Gelin mitolojik öyküleri yeniden yazalım. Her ne kadar barışçılmış gibi gözükse de savaşla dolu mitolojik öyküleri değiştirmenin zamanı geldi de geçiyor bile.

Bunun çeşitli adımlarını okuduk, izledik (Necla Akdeniz’in Kaotika romanı bu anlamda gerçekten yeni bir soluk getiriyor, okumanızı öneririm). Şimdi yeni bir şey söylemek lazım. Bu yeniliği filmlerde de görüyoruz, ama bir farkla: Barışı isteyen, savunan ve/veya koruyan bir düş(ünce) yok, hâlâ.

Uzayın derinliklerinde, ama uzay çağına uymayan teknolojiyle ama görselliğin doruğa çıktığı, görsel efektlerin insanı çepeçevre sarıp düşünmesini engellediği filmlerden biri bu hafta gösterime giriyor: Star Wars: Skywalker’ın Yükselişi.

Star Wars dizisi, hepimizin, özellikle de gençlerin en iyi bildiği filmlerden… Çocuklar da çok iyi biliyor, çünkü ışın kılıcı modası hiç geçmedi. Bu kez, aynı öykünün, aynı duygunun devamını yaşananların aynısını izliyoruz yeni bir solukla. Sürükleyici olmasına sürükleyici, etkileyici olmasına da etkileyici… ama akılda kalıcı değil. Muhakkak ki gişesi güçlü olacaktır, çok izlenecektir hem bizde hem dünyada, dolayısıyla da devamı gelecektir, çünkü ucu açık bırakılmış öykünün. Sahi, bu tür öyküler hiç bitmez, devam eder… o devam ettikçe ömrü yetenler izler.

Star Wars: Skywalker’ın Yükselişi (Star Wars: The Rise of Skywalker)
Yönetmen J. J. Abrams
Oyuncular Carrie Fisher, Mark Hamill, Adam Driver, Daisy Ridley, John Boyega, Oscar Isaac, Anthony Daniels, Naomi Ackie…
20 Aralık’tan itibaren gösterimde…

(20 Aralık 2019)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Benim Suçum Değil, Nerede Olduğum Ya Da Nasıl Giyindiğim: Skandal

Dünyaca ünlü bir televizyon kanalında CEO’nun kadın sunucu, yapımcı ve yorumcuyu taciziyle patlayan olay doğaldır ki sinemanın ilgisini çekti. Jay Roach’un, Charles Randolph’un gerçeğe dayalı senaryosundan çektiği, başından sonuna gerçekten çok dinamik, çok etkileyici, merak uyandıran, merak ettiren ve sorular sorduran “Bombshell” (Skandal) filmi dünya sinemalarıyla aynı günde Türkiye’de de gösterime giriyor.

Televizyonun bir eğlence ve görüntü aracı olduğunu belirten, Fox News’ün ünlü CEO’su Roger Ailes işe aldığı her kadın çalışanı taciz etmekle yetinmeyip işe kısa etekle gelmelerini zorunlu tutuyor, hatta rejiye karışıp geniş açılarda kadınların bacaklarının görünmesini istiyor (doğrusu, sağlıyor da bunu). Ancak üç kadın bu aşağılanmayı, tacizi, küçük düşürülmeyi sindiremeyip haklarını arıyorlar. Sunucu Megyn Kelly’i Charlize Theron, yorumcu Gretchen Carlson’u Nicole Kidman, yapımcı Kayla Pospisil’i Margot Robbie canlandırıyor. Her üç güzel kadın da bu biyografik yapımda başarılı bir performans sergiliyor.

Filmi izlerken son günlerde gündemde olan Las Tesis ile danslarıyla ünlü şarkıları “Benim suçum değil, nerede olduğum ya da nasıl giyindiğim. Tecavüzcü sendin. Tecavüzcü sensin.” geliyor akla. Ve tabii, Türkiye’de bu tür itirazların ve tepkilerin ne zaman başlayacağı…

Skandal (Bombshell)
Yönetmen Jay Roach
Oyuncular Charlize Theron, Nicole Kidman, Margot Robbie…
20 Aralık’tan itibaren gösterimde…

(19 Aralık 2019)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Savaş Hiç Sona Ermiyor

Leningrad, yıl 1945. Savaş yeni sona ermiş, ancak dünya tarihinin belki de en yıpratıcı kuşatmasından yeni kurtulmuş yıkık dökük kentin halkı, hem fiziksel, hem de akıl sağlığı açısından büyük bir çöküntü içindedir. Savaştan dönmüş ancak çoğu çeşitli uzuvlarını kaybetmiş askerlerle dolu bir hastanede hemşire olarak hizmet vermektedir Iya Sergueeva. Savaş sırasında cephe gerisinde kader yoldaşlığı yaptığı can dostu Maşa’nın ona emanet ettiği küçük oğlu Vanya, yaralı askerlerin eğlence ve umut kaynağı olmuştur. Hayata tutunmaya çalışan Iya ile Maşa, küçük çocuğun ani kaybının ardından yeniden ayağa kalmayı deneyeceklerdir. Maşa’nın cephede geçirdiği bir operasyon sonucu rahmi alınmıştır. İya çocuk sahibi olacak, onu büyütecekler ve varoluşlarını anlamlandırma savaşını vereceklerdir birlikte.

Uzun boylu olacaktır doğmasını arzu ettikleri çocuk, çünkü Iya, ‘fasulye sırığı’ lâkabıyla çağrılan upuzun boylu bir kadındır. Sinemalarımızda gösterimi devam eden ‘Uzun Kız / Dylda’ adını buradan alır. Dünya prömiyerini yaptığı bu yılın Cannes Film Festivali’nde, sinema eleştirmenlerince ‘Belirli bir Bakış / Un Certain Regard’ bölümünün en iyi filmi seçilen Rus yapımı film, yine eleştirmenlerce en iyi yönetmen olarak belirlenen gencecik bir sinemacının, Kantemir Balagov’un ikinci uzun metrajı. 28 yaşındaki yönetmeni, iki yıl öncesinde çektiği ve bizde Boğaziçi Film Festivali’nde gösterilmiş olan ilk çalışması ‘Yakınlık / Tesnota’nın ardından takibe almıştık. Yaşayan Rus sinema ustalarından Aleksandr Sokurov’un öğrencisi olan Balagov Kuzey Kafkasyalı, özerk Kabardey Cumhuriyeti kökenli. Nitekim ‘Yakınlık’, Kabardeylerin başkenti olan ve sinemacının doğup büyüdüğü Nalçik kentinde yaşayan farklı etnik gruplar arasındaki sevgi nefret ilişkisi üzerine kurulu çok sağlam bir ilk filmdir.

Balagov’un yeni filmi izleyiciyi İkinci Dünya Savaşı yıllarına götürüyor olsa da, Balagov’un bir söyleşisinde altını çizdiği gibi savaşın korkunç yıkım ve sefaleti bugün de dünyanın birçok yerinde insanoğlunu tehdit etmeyi sürdürmektedir. Daha ilk filminden sinema dünyasını heyecanlandırmış olan genç yönetmen, son Dünya Savaşı’nın yeni sorma ermiş olduğu bir zaman diliminde, savaşın fiziksel ve ruhsal yıkımlarını değme ustalara taş çıkartırcasına resmediyor. Kuşatma sonrası Leningrad’ında yoksulluk ve açlık öylesine had safhadadır ki, yaralı askerlerin Vanya’dan köpek havlama sesi çıkarmasını istediklerinde, küçük çocuk ne yapacağını bilemez. Kısacık hayatında hiç köpek görmemiştir, sokak köpekleri aç insanların besin kaynağına dönüşmüştür çünkü. İşte böyle travmatik bir ortamda, savaşın galibi bir ulusun bireyleri olmalarına rağmen yoksunluk ve çaresizlikleriyle hayata tutunmaya çalışan insanların hikayesini anlatıyor Balagov.

Çatışmaya ilişkin tek bir görüntü yok filminde. Kızıl kahramanların gösterişli kahramanlık öykülerine de yer vermiyor. Ne pahasına olursa olsun ayakta durmaya, iyileşmeye çabalayan iki yaralı kadının serüvenini unutulmaz plan-sekanlar eşliğinde anlatıyor. Perdeyi yeşile kırmızıya boyayarak umudu ayakta tutmaya çalışıyor. Öyle ya, yeni doğacak bir çocuğu birlikte büyütecek bu kadınlar. Uzun boylu olacak o çocuk, onları iyileştirecek, ruhlarındaki anlamsızlığı giderecek. Birlikte sinemaya gidecekler, bahar yine gelecek.

‘Uzun Kız’ yılın en iyi filmlerinden biri. Az sayıda sinemada gösteriliyor. İzlemeye çalışın.

(15 Aralık 2019)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com