Kategori arşivi: Yazılar

Hatırlamak Yasak, Anlatmak Yasak

Novoçerkassk, 02 Haziran 1962. Kazak kentinde huzursuzluk had safhadadır. Artan gıda fiyatlarına karşın ücretlerde kısıntıya gidilmesi işçi sınıfını ayağa kaldırmıştır. Ülkenin önemli işletmelerinden biri olan elektrikli lokomotif fabrikasında başlayan grev olacak şey değildir. Demiryolu faaliyetleri durmuş, sosyalist bir düzende yaşanan grev yönetici eliti çileden çıkarmıştır. Merkez Komite toplanır, bir gün önce işçilerin ücretlerini düşüren fabrika müdürü görevden alınır. Ordu komutanı ve KGB yetkilisinin de dahil olduğu ekip soruna çözüm aramaya koyulur. Lakin zincirlerinden boşanmış kalabalık işçi grubu ellerinde Lenin portresi ve kızıl bayraklarla kent merkezine doğru ilerlemektedir.

Bu protestonun fabrikadan kente yayılması engellenmelidir. Don bölgesinde oluşacak bir karşı hareketlenmenin diğer halkları isyana sürüklemesinden endişe duyulmaktadır. Kente giriş çıkışlar durdurulacak, telsizler dinlenecek, mektuplar okunacak ve abluka başlayacak; askere cephane dağıtılarak, durdurulamayan yürüyüşü bastırmak için Anayasa’ya aykırı olmasına rağmen halka ateş açılması gündeme gelecektir. Ok yaydan çıktığında KGB görevlileri devreye girer, çatılara konuşlandırılan keskin nişancılar silahsız halkı hedef almaya başlar.

Sinemanın yorulmaz ustalarından 83 yaşındaki Andrei Konchalovsky’nin geçtiğimiz yıl Venedik Film Festivali’nden Jüri Özel Ödülü ile dönen ve adını ironik bir biçimde eski bir Sovyet marşından alan son filmi ‘Sevgili Yoldaşlar / Dorogie Tovarishi!’, yaklaşık 60 yıl önce 29 sivilin vahşice katledildiği, 70 yıllık Sovyet tarihinin kanlı sayfalarından birini geniş kitlelere duyurma işlevini taşıyor.

Yaşananlar gerçek anlamıyla bir insanlık suçudur. Genç yaşlı dinlemeden protestocu sivil halk bilinçli olarak mermi yağmuruna tutulmuş, KGB’nin günahı Ordu’nun üzerine yüklenmiştir. Sonrası daha da trajiktir. Yaz sıcağında kuruyan kan temizlenememiş, vahşete sahne olan yollara taze asfalt dökülmüş, üzerinde gece boyu danslı eğlence tertip edilmiştir. Ölü bedenler ise kamyonlara yüklenerek ücra mezarlıklarda gizlice gömülmüştür. Bu da yetmemiş, kent halkı ile teker teker bir gizlilik sözleşmesi imzalanmak suretiyle yaşananları hatırlamak ve anlatmak yasaklanmıştır.

Film bir belgesel titizliğiyle yaşananları gözler önüne seriyor. Konçalovski 60’lı yılların Sovyet sineması görüntü standardına uygun biçimde siyah-beyaz kare formatta çektiği filmiyle hem dönemin estetiğini yakalamayı, hem de baskıcı rejimin kıstırılmışlığını ifade etmeyi hedeflemiş. Belgesel üslûbu taşıyan kalabalık dış çekimler kadar, ev içi çekimleri de son derece ustalıklı. Ancak yaşlı ozanın filmi bir belgesel değil. Olan bitene, partiye ve ülküsüne sadık bir yoldaşın gözünden tanıklık ediyoruz. Komünizm ülküsüne ve Stalin düzenine yürekten bağlı, Kruşçev dönemine ait çekinceleri olan kent konseyi görevlilerinden Lyudmilla yaşanan katliam sonrasında ergen yaşta kızını evde bulamaz. Sokaklarda, hastane morglarında, uzak mezarlıklarda onun izini sürerken anavatana bağlılık ilkeleri ile annelik duygusu çatışmaya girecek, sapına kadar bağlı olduğu inanç ve ilkeleri ile hesaplaşma başlayacaktır.

Tam 30 yıl gizlenen, 1992’de SSCB dağıldıktan sonra ortaya çıkarılan ve sorumlular hakkında soruşturma açılabilen katliamın hikâyesini kapitalist kanada yaranmak için çekmediğini, ülkesinin geçmişiyle hesaplaşma amacı taşıdığını belirtiyor Rus yönetmen bir söyleşisinde. Lyudmilla rolünü bir kez daha sevgili eşi ünlü oyuncu Yuliya Vysotskaya’ya teslim eden usta sinemacının filmi sadece haftanın değil son dönemin en ilgiye değer yapıtlarından biri olarak görülmeyi hak ediyor.

(05 Ekim 2021)

Ferhan Baran

[email protected]

Son James Bond: Ölmek İçin Zaman Yok

James Bond, sadece bizim ülkemizde değil, bütün dünyada bilinen, tanınan, sevilen ve merak edilen en ünlü ajan. Her şeyi yapabilir, kimse onu ayıplamaz, küçümsemez… hep yüceltir. Zaten çat orada çat burada çat kapı arkasında, ihtiyaç anında hazır ve nazır.

Herkesin Bond’u kendisine…

Bugüne dek 25 film çekilmiş, Sean Connery’den Roger Moore’a, hepsi de çok sevilmiş, çok beğenilmiş… Ondan daha iyisi olmaz denilen Bond’un yerine gelen aynı performansı göstermeyi başarmış ve bir öncekini tarihe mal etmiş. Bu kez Daniel Craig son kez Bond olarak beyazperdede.

Her Bond, kendisini farklı yorumlamak istemiş ve zaten başarılı oyuncu oldukları için de kabul görmüş ve ardı ardına birkaç filmde Bond olmuş. Bond’ların birbiri ardına film çevirmesine karşın “Bond kızı” olarak öne çıkan kadın oyuncular hep değişmiş… “Ölmek İçin Zaman Yok” hariç.

Aksiyon, hareket, macera…

James Bond filmlerinin en temel özelliği ilk karesinden başlayarak dur durak bilmeyen hareketliliktir. Zamanın nasıl geçtiğini (bu son film 2 saat 40 dakika) anlayamayacağınız, buna da bağlı olarak kafanızda dönenen tüm sorunları unutacağınız bir film.

Müthiş bir gerilimle başlıyor film. Kim olduğunu bilmediğimiz, maskeli katil, anne ve kızını öldürmek istiyor. Görüyoruz ki, emekli olan Bond’un eşidir ve Jamaika’da her şeyden elini ayağını çekmiş olarak deniz güneş kum ve balık (içki olmazsa olmazı zaten) yaşamak istiyorlar.

Ancak “bela geliyorum demez”. Sonrası klasik Bond filmi… Merak, heyecan, hızlı arabalar, kovalamaca, ölen öldürülen insanlar, atılan bombalar… Ajan dediğin ölmez, öldürür. James Bond’da onu yapıyor.

Olgunluk çağı…

“Ölmek İçin Zaman Yok”ta Craig’in son Bond olduğunu öğreniyoruz. MI6 yeni bir 007 bulmuş bile. Kim bilir belki de “dişi” Bond sırtlayacak bu efsaneyi… Olur mu olur! Sahi neden olmasın. Yeni Bond ya da yeni 007 epey de başarılı.

Ne siyaset, ne döviz, ne Covid, ne de kişisel sorunlar kalıyor insanın aklında… Film boyunca tipik Bond trükleri birbiri ardına sıralanıyor ve keyifli bir seyirlik çıkıyor ortaya. Filmin mesajı var mı? Yok! Çünkü film, sadece üzerine düşünülecek değil, konuşulacak bir yapım. Konuşma(lar) da çay sohbeti boyunca sürecek. İzlenmez mi? Olur mu, tabii izlenmeli? Bu heyecan her filmde yakalanamaz… Uzun gibi gözükse de, Daniel Craig’i iyi uğurlamak gerekir.

Bu filmin aksiyonu dorukta olsa da, yapımcılar yeni Bond’la yeni bir ivme kazanmak için yeni filme abanacak, “Ölmek İçin Zaman Yok” sadece Craig’in veda filmi olarak hatırlanacak.

Küçük bir not: UIP, haklı olarak filmin internete düşmesini engelleyip vizyonunun değerinin yüksek tutulabilmesi için her türlü çabayı gösteriyor. Ama bu kez biz gazetecileri üzmek pahasına önlem almışlar. Basın gösterimine giren herkesin telefonu bir torbaya konuldu ve sıkı sıkıya kilitlendi. Haddini aşan bir uygulamaydı… Film gösterime, bilmem kaç kopya ile bilmem kaç salonda girecek. Galiba tüm seyircinin telefonları hapsedilecek. Olur mu, olur!

Ölmek İçin Zaman Yok (No Time To Die);
Senaryo ekibi: Neal Purvis, Robert Wade, Cary Joji Fukunaga, Phoebe Waller-Bridge; Yönetmen: Cary Joji Fukunaga; Oyuncular: Daniel Craig, Rami Malek, Léa Seydoux, Lashana Lynch, Ben Whishaw, Naomie Harris, Jeffrey Wright, Christoph Waltz, Ralph Fiennes…

(01 Ekim 2021)

Korkut Akın

[email protected]

Sinema ve Siyaset Anıları: Hatırlamak

Sinemayı diğer sanat dallarından ayıran en önemli özellik, endüstri oluşudur. Buna da bağlı olarak gerçekten büyük bir ekiple, imeceyle, özveriyle gerçekleştirilir. Bilmeyen, görmeyen, anlatılmayan, on saniyede geçen bir sahnenin belki bir uzun günde çekilebileceğine inanamaz. Sinema dışarıdan bakınca kolay gelir… ancak kabûl etmek gerekir ki, tüm zorluklarına karşın içeriden de dışarıdan da keyifli bir iştir.

Bunun için sektör olması gerekliliğini söylesek de, konuyu oraya çekmenin sırası değil. Geleneksel sinemamızın sıra dışı bir yapımcısı, Sabahattin Çetin, anılarını kaleme aldı ve kitaplaştırdı. “Hatırlamak” üst başlıklı “Sinema ve Siyaset Anıları” sadece yazarının değil, bir dönemin de anlatımıdır. Gerek sosyal gerek kültürel gerek ekonomik gerekse de siyasal yaşam hepimizin gündemini belirliyor.

Bir büyük bela: Sansür

“Kültür sanat alanında bir meslek edineceksem, bu, yirmi yaşımdan beri hayalini kurduğum oyun yazarlığı, yani tiyatro olmalıydı” diyor Çetin. Önceden tiyatro dergisi çıkartmış, oyunlar üzerine yazmışlığına karşın “sinemaya biraderimin iteklemesiyle bodoslama girmiş, iki yılımı ilk filmimizi sansürden çıkarmak için harcamıştım” sözüyle de hayalleriyle gerçeklerin örtüşmemesinin çizdiği yolu anlatıyor.

İlk film, “Sabah” adıyla çekimine başlanan, sansür baskısıyla adı “Kamyon Şoförü” olan, Antalya’da en iyi kadın oyuncu ödülünü alan, tek kopyayla çıktığı vizyondan da istenen hedefe ulaşamayan “Bir Günün Hikâyesi”dir.

Sabahattin Çetin inanılmaz ayrıntılar aktarıyor, aslına bakarsanız polemik bile denemeyecek, ciddi ciddi çatışmalara yol açan, sinemamızın hali pürmelalini aktaran, araştırmacılar ve tarihçiler için önemli ayrıntılar. Onun aktarmadığı bir küçük ayrıntıyı da ben hatırlatayım: İzmit’in Körfez (o zamanlar Yarımca) ilçesinde küçük bir festival düzenleniyor ve yönetim, SİYAD tarafından o yılın filmi olarak seçilen filmi seyirciye izletiyor. Minibüse doluştuk, hep birlikte gittik izlemeye… Filmin yönetmeni Sinan Çetin, açık hava sinemasındaki gösterimde seyircinin film izlerken çekirdek çitleyip birbiriyle konuşmasına sinirlenip, “sizlere çekirdek çitleyebileceğiniz bir film yapacağım.” demişti. Dönüş yolunda, Rauf Ozangil, “İyi ki, Güneydoğu’da değiliz, orada putum yer seyirci, çıt çıt sesi yerini pat küte bırakır.” diyerek Çetin’i eleştirmişti.

Neyse, benim anılarım değil, Sabahattin Çetin’in “Hatırlamak” kitabı üzerine yazıyorum.

Değişimin yansımaları…

Sabahattin Çetin, siyasi hayatıyla birlikte sinema yaşamını birlikte götürürken, “bağımsız film” ithalatçısı olarak da gerçekten çok önemli işlevi olan bir yapımcı. Kendi işinin çerçevesini belirlerken, uzun yıllar sinemanın devletin de desteğiyle kültürel bir yapıya kavuşması için nasıl canla başla çalıştığını, verdikleri mücadelenin kimler tarafından ve nasıl sekteye uğratıldığını da anlatıyor. Usta çırak ilişkisine dayanan yönetmenlik, dergi seçimlerine dayanan oyunculuk ve bölge işletmecilerinden alınan avanslarla sürdürülen bu alanda, sisteme uyum gösterenler kalıcı olabiliyor(du). Ama artık kendisinin de içinde bulunduğu, elini taşın altına koyan fedakâr sinemacıların verdikleri mücadeleyle bazı şeylerin düzelmeye başladığını söyleyen Sabahattin Çetin, bu verilen mücadeledeki köşe taşlarını aktarırken insanın tüyleri diken diken oluyor. Çetin’e göre “Yeşilçam Sineması” 80’lerin ortasında çökmüş ardından “Yeni Türkiye Sineması” filizlenmiş: “Film yapmak için dünyanın dört bir yanındaki fonlardan finans bulan, dil bilen eğitimli yapımcılarımız, yönetmenlerimiz var. Oyunculuk eğitimlerini yurtiçinde ve yurtdışında alan kaliteli oyuncularımız var. Sinema teknolojilerini dünya standartlarında uygulayan stüdyolarımız var. Beğeni düzeyi oldukça gelişmiş bir sinema seyircimiz var. Dünya sinemasının en değerli örneklerini seyirciyle buluşturan film festivallerimiz var. Bütün bu gelişmeler yoz ve geri üretim biçiminin sona erdiği son otuz yıl içinde oldu.” (s.181)

Bir yerde, “Sanıldığı gibi para içinde yüzen bir işkolu değildir sinema. Zaten yakın zamanlara kadar, ticaret odası işkolu tasnifinde, bar-pavyon-genelev esnafıyla birlikte kaydedilmiştik” (s. 268) diyor ve Meslek Birlikleri kuruluşuyla birlikte nasıl bir değişim içinde olunduğunu aktarıyor. Ama yetmez kuşkusuz, sinemamızın kat edeceği daha çok uzun yol(lar) var önünde.

Sabahattin Çetin’in anıları sadece bir dönemin tanıklığı olarak görülmemeli, bu alanda geleceği hedefleyen genç sinemacılar için (ve tabii, seyirciler için de) yol gösterici olarak okunmalı.

Hatırlamak (Sinema ve Siyaset Anıları), Sabahattin Çetin… Pikaresk Yayınevi… Ağustos 2021, 418 s.

(20 Eylül 2021)

Korkut Akın

[email protected]

İtinayla Anı Biriktirilir

Yıl içindeki İKSV ve İstanbul Modern gösterimlerinin ardından sinemalarda başlayan ‘Elmalar / Mila’, kayıplar ve bellek üzerine zihin açıcı bir deneyim. Sinemaya Yorgos Lanthimos’un ünlü klasiği ‘Köpek Dişi / Kynodontas’da yönetmen yardımcısı olarak başlayan Christos Nikou, çok iyi yazılmış ve yönetilmiş ilk uzun metrajında, absürd Yunan Yeni Dalgası’nın izini sürüyor. Geçtiğimiz yıl Venedik Film Festivali’nde dünya pömiyerini yapmış olan yapım, insan hafızası ve kimliğinin dehlizlerinde gezinirken, düzenin tek tipleştirdiği çağdaş insanın trajikomik ahvalini tartışmaya açıyor.

İnsan belleğini esir alan bir salgından yola çıkan film, sanıldığı üzere Covid belâsından esinlenmiş değil. Zira çekimler 2019 yılı içinde tamamlanmış ancak filmin dağıtımı halen içinde yaşadığımız salgın dönemine nasip olmuş. Geçek hayatla tuhaf bir paralellik var belki ama bu salgının baş aktörü olan virüs beklenmedik bir anda bellek yitimine neden oluyor. Aris bir akşam bir otobüste uyandığında, kim olduğunu veya neden o araçta olduğunu hatırlamaz. Sonrasında gözetim altına alındığı devlet hastanesinde kendisini tanıyan biri de çıkmaz. Yapılacak tek şey vardır: nöroloji servisinin ‘Yeni Kimlik’ programına dahil olacak, yeni deneyimler ile yeni anılar oluşturmak suretiyle yeni bir hayata başlayacaktır.

Genç adam önce yeni bir eve yerleştirilir. Yeni eşyalar ve yeni giysileriyle kendisine bir teyp kasetiyle iletilen talimatlar doğrultusunda yeni tecrübeler kazanacaktır. Bu yeni düzende ondan bir kostüm partisine katılması, direk dansı yapılan bir gece kulübünde karşı cins ile yakın ilişkiler kurması istenir. Aris tüm deneyimlerini polaroid bir fotoğraf makinesi ile belgeleyecek ve bu anları eski tip bir albümde özenle saklayacaktır. Görevli doktorlar Aris’i evinde ziyaret ettiklerinde bu albüm düzeni üzerinden onun performansını değerlendirecektir.

Talimatlar birbirinden çeşitlidir. Parkta bisiklete binecek, araba ile bir kaza yapacak, paraşütle atlayacaktır. Görevler giderek daha cüretkar hale gelir. Örneğin bir dans kulübünün tuvaletinde seks yaparak bir kadınla tek gecelik ilişki yaşaması; ölmekte olan bir hastayı hastanedeki son günlerinde hergün birkaç saat ziyaret etmesi, cenazesine katılması, vedasından sonra akrabalarıyla birlikte vakit geçirmesi istenir ondan. Aris bu süreçte yalnız değildir. Kimi kimsesi çıkmamış başka yalnız ruhlar benzer durumları deneyimler ve kimi zaman Aris ile yolları kesişir.

Alaylı sinemacı Nikou, hafıza, hatırlamak, unutmaya çalışmak, geçmişten kaçmaya çalışmak veya kaçamamak üzerine hınzır bir zihin egzersizine girişmiş. Aris’e verilen talimatlar üzerinden, çağdaş toplumlarda çoğunlukla sosyal medya üzerinden dayatılan yaşam deneyimlerini gırgıra alıyor. Hani şu ‘ölmeden önce yapmak istediğiniz 100 şey’ gibisinden takıntılarla dalgasını geçiyor. Çağdaş dünyadaki ruh üşümesini iliklerimize kadar hissettiriyor. Bunu yaparken akıllı telefonların ortalarda gözükmediği paralel bir evren kuruyor. Kasetler, polaroid filmler benzeri analog bir düzende iletişim kurmayı seçiyor.

Fonda Simon & Garfunkel’dan ‘Scarborough Fair’ ezgileri duyulurken, dağınık bir evde boş yatağın önünde başını duvara çarpan Aris’in görüntüleriyle açılıyor film. Bir dantel elbise dolap kapağına asılıdır. Yerde bir çift zarif kadın ayakkabısı durmaktadır. Bunların neler ifade ettiğini finalde açıklıyor sinemacı. Aris’in bellek kaybının istem dışı olup olmadığının sırrını da. Tuhaf Yunan Dalgası’nın gizemli atmosferini ustaca inşa ederken, Servetalis’in Selanik Film Festivali’nden ödüllü Jacques Tati esinli donuk performansından ustaca yararlanıyor.

Filme adını veren elmalara gelince, mahalle manavının dediğine göre elmalar hafızaya iyi geliyormuş. Babasının kaybının üzerinde yarattığı derin üzüntü ve unutma isteği üzerine senaryoyu kaleme aldığını belirtiyor Yunanlı sinemacı. Lakin hayat kayıplar üzerine de olsa hatıralardan kaçılmıyor ve acının üstesinden gelmeyi öğrenmek gerekiyor. Son yıllarda gördüğüm en ilginç afişlerden biriyle seyircisini tavlayan bu benzersiz alegoriyi kaçırmayın derim.

(17 Eylül 2021)

Ferhan Baran

[email protected]

Geçti Babacık

Seksenli yaşlarını süren Anthony’nin yetişkin kızı Anne, endişe içinde bocalayan babasına ‘geçti babacık’ derken onun geri dönülemeyen bir yolda sürüklendiğini çok iyi bilmektedir. Demans hastasıdır Anthony. Gün geçtikçe silinen hafızası ile baş edememenin tedirginliğini yaşar. Kendi başının çaresine bakamadığı ve eve gelen bakıcılar ile anlaşamadığı için kızı kendi evine almıştır onu. Ancak herkesin kendine göre bir hayatı vardır. ‘Herkesi rahatsız ederek burada ne kadar kalmayı düşünüyorsun’ diye sitem eden Anne’ın erkek arkadaşı, Anthony’nin bir bakım evine yatırılması konusunda ısrarlıdır. Çiftin Paris’te yaşama planları da devreye girince Anne yeni kararlar almak zorundadır.

Salgın nedeniyle biraz gecikmiş olarak sinemalara gelen ‘Baba / The Father’ çağımızda birçoğumuzun aile bireyleriyle yaşadığı o hüzünlü süreç üzerinden ilerliyor. Ancak ele aldığı konuyu bir melodrama dönüştürmeden süreci tahlil etmeyi başarıyor. Bunu yaparken ustaca kaleme alınmış bir metin üzerinden ilerliyor ve yitip gitmekte olan bir bir aklın gelgitlerini aktarmada sinemanın olanaklarını başarıyla kullanıyor.

‘Baba / Le Père’, The Guardian Dergisi’nin çağımızın en heyecan verici yazarları olarak tanımladığı Florian Zeller’in aynı adlı sahne oyunundan beyazperdeye uyarlanmış. Fransız yazar senaryoyu bir diğer saygın yazar yönetmen Christopher Hampton ile ortaklaşa kaleme almış. Londra’da geçen oyunu sahnede izleme şansım olmadı ama filmin halüsinasyonları sarmalayan maharetli kurgusunun ve Anthony’nin zihni doğrultusunda kişilerin farklı yüzlerle karşımıza çıkması olgusunun tiyatro sahnesinde de başarıyla uygulanmış olması muhtemeldir.

Bu ilginç kurgu düzeninde birbirinden iyi oyuncular karşılıklı döktürüyor. 83 yaşındaki Anthony Hopkins kendisine bu yıl ikinci Oscar ödülünü getiren yorumuyla bir kez daha zirveye çıkıyor. İngiliz sinema ve tiyatrosunun en önemli isimlerinden, iki yıl önce Oscar kazandığı Yorgos Lanthimos şaheseri ‘Sarayın Gözdesi / The Favourite’deki kraliçe Anne rolüyle gönlümüzde taht kurmuş olan Olivia Colman keza öyle. Yan rollerde ise İngiliz sinemasının klas oyuncuları Imogen Poots, Olivia Williams, Rufus Sewell ve Mark Gatiss gibi isimler adeta bir resmigeçit yapıyor. Anthony’nin penceresinden hayranlıkla izlediği, ‘Amerikan Güzeli / American Beauty’ye nazire yaparcasına naylon bir poşetle oynayan çocuğu ise Zeller’in 12 yaşındaki kendi oğlu Roman canlandırmış.

‘Baba’ hüzünlü ve kaçınılmaz bir sürecin; devrilmekte olan bir çınarın bütün yapraklarının dökülmüş olduğu, yaşlanmış bir zihnin yaslanabileceği bir şeyin kalmadığı kederli bir dönemin öyküsü. Yazar yönetmen Zeller tiyatro sahnesinde beğeniyle karşılanmış oyunun sinema uyarlamasını başarıyla kotarmış. Sırada üçlemesinin diğer iki parçası var. Bunlardan ‘Oğul / Le Fils’in yine İngilizce dilinde Hugh Jackman, Vanessa Kirby ve Laura Dern gibi tanınmış oyuncularla filme alındığını meraklısı için not düşelim.

(16 Eylül 2021)

Ferhan Baran

[email protected]

Ahlaki Değerler Fark Ediyor mu?: Stillwater

İnsan hareketliliği arttıkça sorunlar da aynı oranda büyüyor. Savaşlar, ekonomik zorluklar, politik görüşler, eğitim veya sosyal haklar eşitsizliği nedeniyle ülke içinde veya ülkeler arası, hatta okyanus aşırı göç sorunu, bütün dünyanın en önemli ve egemen erkler tarafından önemsenmeyen sorunlar. Devletler üzerine düşen sorumlulukları yerine getirmedikleri sürece insanların -hangi gerekçelerle olursa olsun, haklı- göçleri sürecektir.

Bütün bunlar yaşanırken genel olarak sanatın, özel olarak da sinemanın bu konuyu ele almaması söz konusu bile edilemez. Bir şekilde muhakkak, bir ucundan da olsa bu durumu anlatmanın fırsatını yaratırlar. İşte, Stillwater da bunlardan biri… Oklahoma’daki bir ilçe Stillwater. Matt Damon’ın oynadığı Bill Baker, sıradan (aslına bakarsanız bir dönem içkici, kavgacı ve gergin) biri. Karısı öldükten sonra, onun bu durumuna tepki olarak kızı Ally Baker, Fransa’ya okumaya gitmiş. Sevgilisini öldürdüğü için hapse mahkûm edilmiş, beş yıl önce.

Öteki

Cezaevindeki kız, katilin kendisi olmadığını, adli bir hata yapıldığını, birtakım araştırma/soruşturmaların yeterli yapılmadığını ileri sürerek yeniden mahkemeye başvuruyor. Avukatı, besbelli para kazanamayacağı bu işe bulaşmak istemiyor. Baba Baker da kendi işini kendisi yapmaya soyunuyor.

Yok, bir suç ve kaçma-kovalama filmi değil bu. Durumu saptamaya, insanların düşüncelerinin yaşamı ne denli belirleyen bir güç olduğunu anlatmaya çalışan bir film. Kendisine yardımcı olan, tiyatrocu Virginie ile kızı Maya -ki, Baker, küçük kızla gerçekten çok iyi bir ilişki kuruyor (bunda kendi kızına gerektiği kadar ilgi göstermemiş olduğunun farkına varması da önemli bir etki)- ile birlikte yaşamaya başlıyor. Virginie, barışçı, kimseyi küçümsemeyen dürüst bir kadın. Baker’ın küçümseyip aşağıladığı göçmenleri (Arap mültecileri) korumaya çalışıyor. Baker’ın kızının öldürdüğü iddia edilen sevgilisini de bir göçmen öldürmüştür zaten. Filmin düğüm noktası bu… Kim, niye öldürmüş veya neden öldürtmüş? Onda da bir “öteki”lik durumu söz konusu. Yoksa, ölüm kararını veren Ally mi? Adliyenin, polisin, sıradan insanların bakışı hep öteki(leştiri)ci, hep ayrılıkçı. Baba Baker, kızının geleceğini düşünürken yasa veya kural dinlemiyor, hak verir gibi olsanız da onun yaptığı da kendisine yapılandan farksız. Tiyatrocu Virginie, vurgulanıp altı çizilmese de tek dürüst kişi.

Sonuç niyetine…

Ally Baker lezbiyen olabilir, ama katil olduğunun (polisler kendi aralarında, bir yandan yabancı ve lezbiyen oluşu nedeniyle aşağılıyorlar da) kanıtı olamaz. Baba Baker, kızına yeterince babalık yapamamışsa da hiç tanımadığı bir kızın, hem de başka bir ülkede sorumluluğunu üstlenebiliyor. Küçük kız, “…çocuktan al haberi”. Ally Baker yaptıklarının farkına varıyor mu, dersiniz…

Yönetmen Tom McCarthy, gerçekten yalın ve bir o kadar da sakin anlatıyor… İyi bir dili var ve başarılı gerçekten de… Oyuncular: Matt Damon ile Camille Cottin ise oynamıyorlar, yaşıyorlar sanki.

Stillwater (Durgun Su), Yönetmen: Tom McCarthy… Senaryo: Tom McCarthy, Marcus Hinchey, Thomas Bidegain… Oyuncular: Matt Damon, Camille Cottin, Abigail Breslin, Lilou Siauvaud… 10 Eylül’den başlayarak gösterimde…

(08 Eylül 2021)

Korkut Akın

[email protected]

Marvel’den Yeni Bir Dizinin İlk Filmi: Shang-Chi ve On Halka Efsanesi

Mitolojik öyküler, yeryüzünde yaşanmış (veya yaşanacak olan) her şey için bir çıkış noktasıdır. Doğaldır ki, binlerce yıldır yaşayagelen ve geleceğimize de ışık tutan bu öyküler (efsane mi demeliyim) abartılıdır. Bir anlamda “abartı sanatı” dersek bu mitolojik öykülere yeridir. Notradamus’un kehanetleri gibi yol göstericidir bu efsaneler. İçindeki abartıyı sıyırırsanız ortaya tadından yenmez, seyirlik, keyifle izlenecek filmler (öyküler de) çıkar.

Sinemada bilinen 37 (yazıyla otuz yedi) trük vardır (edebiyatta birkaç az, müzikteyse daha da az). Bu dramatik yapıları mitolojik efsanelerle sunarsanız izleyiciye hem seyirci kazanır hem gişe. Buna da bağlı olarak sinemacılar (edebiyatçılar da) mitolojiye sarılırlar; kolaylığını değerlendirirler.

Bu kez, Marvel, Asyalı bir kahramanı sunuyor izleyiciye, yine heyecan dolu, aksiyon dolu, mizahı da dozunda, merak ettiren bir film çıkarmış. Teknik, hep olduğu gibi dorukta, oyun(cu)lar da aynı düzeyde… Kavga koreografilerindeyse aksama çarpmıyor göze. Görsel efektlerin insanı nasıl da heyecanla doldurduğunu, gerginliği kimi zaman arttırıp kimi zaman gevşettiğini söylememe gerek yok sanırım. Yönetmenle birlikte sıkı bir iş çıkaran görüntü yönetmeninin başarısına söz yok. Uzakdoğu’nun kendine özgü yılankavi hareketiyle hem suda hem havada hem karada gözleri de dahil her yerinden ateş saçan canavarları, kuşlar, çiçekler müthiş. Yadırgamıyorsunuz.

Dergilerde ve filmlerde takip edenler bilir, Shang-Chi, babasının devasa “suç” örgütüne katılmamak için kaçmıştır, kendisini ne kadar gizlerse gizlesin babası bul(dur)ur ve kendi imparatorluğunun başına geçmesini ister. Shang-Chi’nin bir de kız kardeşi vardır, o da ağabeyinin izinden yürümüş, kendi hayatını kurmuştur. Shang-Chi’nin bir de sevgilisi vardır (kız arkadaş diye geçse de, ileride onları çift olarak göreceğiz, yeni filmlerde, apaçık belli). Unutmadan, annenin kız kardeş Xialing ile kendisine verdiği (hiç kuşkusuz tılsımlı da olan) zümrüt kolyeleri üzerinden ilerliyor film. Yanılıyor muyum, bilmiyorum, ama yüzükler bilekliklere dönüşmüş (orijinal adındaki “ring” kurtarıyor, ama “halka” da çok akılcı). Belki de daha bir hareket kazandırmış, daha bir görsellik katmış. Babadan oğula geçen “on halka” artık kötüleri alt etmek için kullanılacak.

Shang-Chi ve On Halka Efsanesi (Shang-Chi and the Legend of the Ten Rings)
Yönetmen: Destin Daniel Cretton
Oyuncular: Simu Liu, Awkwafina, Tony Chiu Wai Leung, Meng’er Zhang, Michelle Yeoh, Florian Munteanu, Fala Chen…
03 Eylül’den başlayarak gösterimde…

(02 Eylül 2021)

Korkut Akın

[email protected]

Kırılmış Olsa da Kayıp Değil

40. İstanbul Film Festivali seçkisinde yer alan ‘İki Aşığın Ölümü / The Killing of Two Lovers’ son derece gerilimli bir sahneyle açılıyor. David, karısı ve erkek arkadaşının uyumakta olduğu yatak odasına daldığında elindeki silahı ateşlemek üzeredir. Saçı sakalına karışmış genç adam tetiği çekemez. Bir yuvanın çözülüşünü öyküleyen Amerikalı yönetmen Robert Machoian, çok başarılı ilk uzun metrajını işte böylesine tedirgin bir girişle başlatıyor.

Utah eyaletinin 700 nüfuslu küçük kasabası Kanosh’da yaşam süren bir ailenin hikâyesidir anlatılan, Karı koca liseyi bitirir bitirmez evlenmiş, yaşam gailesi çok genç yaşta başlamış, 4 çocuklu hayatın koşturmacası içinde eskimiştir birliktelikleri. Yeni yetmelik yıllarında punk şarkılar yazan ve grubuyla çevredeki üniversitelerde konserlere çıkan David gençlik hayallerini çoktan geride bırakmıştır. Ancak Nikki’nin de hakkını verdiği gibi ailesini hiç ihmal etmemiş, tüm ihtiyaçlarını karşılamak için var gücüyle çalışmıştır. Lakin aradan geçen 15 yılda genç çift büyümüş, hayata bakışları değişmiştir. Bir hukuk bürosunda çalışan Nikki, hukuk alanındaki bilgisini ilerletmek, yaşamına yeni anlamlar katmak derdindedir. Bir süre ayrı yaşamayı denemeye karar vermişler, David evlerine çok yakın baba ocağına yerleşmiştir. Bu süreçte başka insanlarla birlikte olabileceklerine dair anlaşmış olsalar da, Nikki’nin iş yerinden görüştüğü Derek’in evlerine kadar girmesi işleri karıştıracaktır.

Özgün adının dilimizdeki tam karşılığı iki aşığın öldürülmesini kastediyor. Yazının başında andığımız ilk sahnede bunu yapamayacaktır David. Sabah vakti tuvalete kalkan çocuklardan birinin çıkardığı ses onu kendine getirmiştir belki. Yine de kamyonetinde silahıyla karısının aşığını bir süre izlemekten kendini alamaz. Yaralı ve kırgındır. Bir yandan hasta babasıyla ilgilenirken aklı çocuklarında ve yitip gitmekte olan evliliğindedir. Kırılmış olsa da her şeyi yeniden kazanma umudunu hep taşır.

Kapalı bir kutudur David, ne zaman nasıl davranacağını kestiremeyiz. Bu son derece düşük bütçeli filmin yazar yönetmen ve kurgucusu Machoian ana karakterinin gelgitlerini ustaca kullanıyor. Belli ki, ücra Amerikan kasabasının durağanlığını, boğucu yeknesaklığını vurgulamak amacıyla kare ekran formatını tercih etmiş. Görüntü yönetmeni Oscar Ignacio Jiménez’in tenha otoyolları, boş araziye dağılmış küçük evleri, durgun marketleri belgeselci titizliğiyle saptadığı kadrajları ve tedirgin ses tasarımıyla izleyiciyi sürekli diken üstünde tutmasını iyi biliyor. Hollywood sinemasından alışagelmiş tükenmiş ilişkiler klişelerine yüz vermiyor, ucuz yanıtlar peşinde değil sinemacı. ‘Uğraşıyorum ama hiçbir kılavuzum yok’ diye çırpınan David’in çıkmazını sergilerken, intikam peşindeki öfkeli adam tuzağına düşmeyecek kadar ne anlattığının farkında. İlk sahneden auteur kumaşını belli ediyor ve özellikle son yarım saatte ardarda 6 küsur dakikalık plan sekanslarıyla sinefilleri mest etmeyi başarıyor.

40. İstanbul Film Festivali’nin en güzel sürprizlerinden biri olan filmde, Digitürk’te üç sezon yayınlanmış ‘Lethal Weapon’ dizisinin baş aktörü (ve filmin yapımcılarından biri olan) Clayne Crawford’un çok etkileyici performansına tanıklık ediyoruz. Geçtiğimiz yıl Sundance Bağımsız Filmler Şenliği’nde büyük övgüler almış olan film, İKSV’nin çevrimiçi gösterimlerinin ardından bu haftadan itibaren sinemalarımızda vizyona girmiş bulunuyor. Kaçırmayın.

(02 Eylül 2021)

Ferhan Baran

[email protected]

Okyanus Düşlerinin Peşinde

‘Dust Bowl’ ya da ‘Dirty Thirties’ olarak adlandırılan 1930’lu yıllar, şiddetli toz fırtınalarının ABD’nin kırsal bölgelerine önemli derecede ekolojik ve tarımsal zarar verdiği bir dönemdir. Büyük Ekonomik Bunalım yıllarının zor koşullarına aşırı kuraklık da eklenince, bu dönemde sayısız çiftçi ailesi okyanusa ulaşma özlemi içerisinde göç etmek zorunda kalmıştır. Bu tozlu yıllar usta yazar Jonh Steinbeck’in birkaç kez sinemaya uyarlanmış ‘Gazap Üzümleri / Grapes of Wrath’ ile ‘Fareler ve İnsanlar / Of Mice and Men’ adlı romanlarına konu olmuştur. Dönemi ustaca betimleyen bir diğer sinema eseri olarak 1978 yapımı Terrence Malick filmi ‘Cennet Günleri / Days of Heaven’ anılabilir.

Sinemalarda sessiz sedasız gösterime giren ‘Düşler Ülkesi / Dreamland’ tam da bu dönemin göbeğinde 1935 baharında geçen bir hikâye üzerinden ilerliyor. Binbir ümitle ücra Bismark kasabasına göç eden Baker ailesi, verimsiz topraklarda aradığını bulamamıştır. Bu toprakların lanetli olduğunu düşünen baba John, oğlu Eugene henüz 5 yaşındayken Mexico Körfezi’nin bereketli kıyılarına ulaşmak üzere ailesini terk eder. Yalnız kalan anne yeniden evlenir ve yıllar geçer.

Eugene 17 yaşına geldiğinde koşullar farklı değildir. Fırsatını bulanlar bu çorak topraklardan bereketli Kaliforniya kıyılarına göç etme peşindedir. Babasının yıllar önce göndermiş olduğu posta kartındaki büyülü okyanus manzarası onun hayallerini süslemektedir. Üvey baba evinde yaşamanın mutsuzluğu içinde, bakkaldan gizlice aşırdığı dedektif ve süper kahraman öykülerinin düş dünyasında gezinip durmaktadır.

Dönem yoksul ve mutsuz insanların devridir. Bonnie ve Clyde benzeri kaybedecek hiçbir şeyi olmayan genç insanlar banka soymak suretiyle köşeyi dönme gayretindedir. Komşu Missouri’de gerçekleşen son soygun, aralarında küçük yaşta bir kız çocuğunun da bulunduğu 5 kurbanla kanlı bir bilanço bırakmıştır geriye. Soygunculardan erkek olanı aldığı kurşun yarasıyla hayatını kaybetmiş, sevgilisi Allison Wells bacağında bir kurşunla izini kaybettirmeyi başarmıştır.

Genci yaşlısı kasabalı erkekler genç kadının yakalanması için konmuş 10.000 dolarlık ödül için sürek avına girişir. Lakin Allison aynı gece bizim ailenin pek kullanılmayan ahırında Eugene’in karşısına çıkacaktır. Genç çocuk elinde silah yaralı bir hayvan gibi inleyen genç kadına gönüllü olarak yardım ederken, merakla okuduğu dedektif romanlarının heyecanlı iklimine adım atacak, Allison’un deyişiyle bu çirkin ve zorlu hayattan okyanus hayallerine ulaşmayı deneyecektir.

İlk gösterimini 2019 Tribeca Bağımsız Filmler Festivali’nde yapmış olan ‘Düşler Ülkesi’ yönetmen Miles Joris – Peyrafitte’nin ikinci uzun metrajı. 2016 yapımı ilk filmi ‘As You Are / Olduğun Gibi’ ile Sundance’de Jüri Özel Ödülü kazandığında henüz 23 yaşında olan genç sinemacı, yeni çalışmasında da ergenlik ile erkeklik arasındaki köprüyü katetme yolundaki ana karakterinin öyküsüne eğiliyor. Çok izlenmiş televizyon dizileri ‘Peaky Blinders’ ve ‘Animal Kingdom’ ile tanınan genç İngiliz oyuncu Finn Cole, Eugene karakterine hayat vermiş. Filmin yapımcılarından biri olan son dönemin parlayan kadın oyuncularından Margot Robbie ise efsanevi Bonnie Parker’ın ruh ikizi kanun kaçağını canlandırıyor.

Filmin kimi boşluklar barındıran senaryosu belli klişeler üzerinden ilerliyor. Ancak genç yönetmen bu zaafı görsel yetkinliğiyle kapatmasını becermiş. ‘Gece Yarısı Sokakta Tek Başına Bir Kız / A Girl Walks Home Alone at Night’ın becerikli görüntü yönetmeni Lyle Vincent’ın ile işbirliği iyi sonuç vermiş. Terrence Malick’den ödünç alınmış renk paleti, Fritz Lang’ın kara filmlerinden esinlenilmiş ışıklandırma ve hareketli kurgusuyla iyi bir iş çıkarmış genç yönetmen. İki kaçağın bir motel duşunda geçen ve karakterlerden birinin uzunca bir süre kadraj dışında kaldığı yaklaşık 7 dakika uzunluğundaki plan sekans ise gerçekten çok başarılı. Kurak topraklara aylar sonra ilk yağmurun düştüğü final sahnesi de bir o kadar etkileyici. Filmin müziklerinde Patrick Higgins ile birlikte imzası olan Joris – Peyrafitte’in yeni işlerini takip etmekte yarar var diyorum.

(31 Ağustos 2021)

Ferhan Baran

[email protected]

Basit Gerçeklerin Olmadığı Bir Zamandayız

2014 yılında 10. Al Jazeera Belgesel Film Festivali’nin “uzun metraj” bölümünde jürideydim. Ulrich Gaulke’e “As Time Goes By in Shanghai” filmi ile Juri Büyük Ödülü’nü vermiştik. Ödül töreninden sonra Ulrich – Uli ile tanıştık. Festival kutlaması ve birkaç saatlik sohbetin ardından sosyal medya üzerinden hep bağlantıda kaldık. 7 yılın ardından, Uli yeni belgeselinin çekimleri için İstanbul’daydı.

Yıllar sonra buluşmanın heyecanıyla kısa bir zamana derin bir muhabbetti sığdırdık. İşler güçler, aile, sinema, dünyanın hali, pandemi ile daldan dala atlayarak pek çok konuda konuştuk. Bu arada belgesel sinema üzerine bir söyleşi yapmayı da ihmal etmedim tabi.

Tamam ben seni tanıyorum fakat okuyucularım için kendinden biraz söz eder misin?

Doğu Almanya’da doğdum. Potsdam Babelsberg’de film yönetmenliği eğitimi aldım. 2000’den beri sinema ve TV için belgesel film yönetmenliği yapıyorum. İlk filmim Havvana Mi Amor ile “En İyi Belgesel” dalında Alman Film Ödülü’nü kazandım. Hindistan, Amerika, Kuzey Kore ve Afrika’daki sinema salonu sahipleri hakkında yaptığım Comrades In Dreams belgeseli ile Sundance’da Jüri Özel Ödülü için aday gösterildim. As Time Goes By In Shanghai ile Al Jazeera Belgesel Film Festivali’nde Jüri Büyük Ödülü’nü aldım. Ki jüride sen vardın ve seninle de orada tanıştık. Filmlerimin hikâyeleri farklı kültürlerde geçiyor. Hayatın anlam arayışı içinde insanları neyin birleştirdiğini anlatıyorlar. Ben filmlerimle karşılıklı anlayış içinde kültürlerin bir arada yaşamasını teşvik etmek istiyorum.

Belgesel sinema senin için ne ifade ediyor

Benim için belgeseller farklı kültürleri ve insanları anlamanın, onlarla özel bir şekilde yakınlaşmanın yolu. Belgesel sinema, evrensel bir sinema dili ve özgün bir bakış açısıyla anlattığı hikâyeleriyle seyirciyi yakalamayı başarmalıdır bana göre. Televizyonun aksine sinema filmi yapımcılarının ayrıcalığı var. Hikayelerine ve kahramanlarına daha fazla zaman ve dikkat ayırabilirler. Çok katmanlı bir bakış açısıyla hikaye anlatımı ve sinematik araçların seçimi belgeseller için önemli. Bugünün belgeselleri güçlü görselliği ve etkili hikaye anlatıcılıkları ile uzun metraj kurmaca filmlerle eşit düzeydeler. Honeyland belgeselini ve Rumen yönetmen Alexander Nanau’nun başyapıtı Collective’i örnek gösterebilirim mesela.

Belgesel sinema geçmişten günümüze uzanan yolculuğunda farklı bir kıvama ulaştı. Bu dönüşümü nasıl yorumluyorsun?

Günümüzde belgeseller diğer medyalarla rekabet etmek zorundalar. Görsel – işitsel içeriklere ulaşmak ve bunları kullanmak için izleyicinin pek çok seçeneği var artık. İsteyen herkes belgesel çekebilir. Teknolojik gelişmeler buna imkan tanıyor. Teknik açıdan bu artık bir sorun değil. Asıl mesele farklı, güçlü hikaye anlatımı ve görsel olarak olağanüstü ifadeler, yorumlar ve projelerinizi finanse edebileceğiniz yaratıcı yollar bulmak.

Belgesel sinema yüz yılı aşan bir süreçte gelişti ve şimdi hikâyelerini büyüleyici şekillerde anlatabilir durumda. Saf gerçeğe ilişkin koşulsuz iddia, gerçekle bir oyuna dönüştü. Belgesel sinemanın hikâye anlatımında neredeyse hiçbir sınır ya da tabu kalmadı. Bu, filmlerin küratörlüğünü, tartışılmasını daha da önemli kılıyor. Belgeseller bugünlerde çok daha politik konular içeriyor. İklim değişikliği, savaşlar, beslenme gibi zamanımızın büyük sorunları hakkında çokça belgesel yapılıyor. Dijitalleşme sayesinde film yapımcıları belirli gelişmelere hızlı tepki verebiliyor ve olayları anında belgeleyebiliyor. “Sıcak” olanın etrafında çok fazla rekabet var. Ancak zaman meselesi çok önemli belgeselde. Belgesel yaparken kapsamlı araştırma imkanını kaybetmemek ve o zamanı filme vermek gerektiğini düşünüyorum. “Doğrudan sinema” gibi belgeselin sinematik biçimleri her zaman güçlü filmler üretirler, tıpkı şiirsel tarzdaki filmler gibi. Bütün bu formlar, belgesel film tarihinde onlarca yıl önce ortaya konmuşlar ve günümüzün belgesel film üretiminde yeniden bulunup, yorumlanıp, kullanabilir. Alexander Nanau’nun Collective filmi saf “Doğrudan Sinema”dır. Bu yıl Oscar’a iki kez aday gösterildi. Bu bize ne kadar filmsel bir form olduğunu gösteriyor. Belgesele konu olan hikâyeler izleyiciyi şaşırtmalı, eğlendirmeli ve duygu dünyalarına dokunmalıdır bana göre. Bugün mevcut tüm sinematik ve dramaturjik araçları kullanarak bunu yapabiliriz pekala.

Senin için bir belgesel filmin olmazsa olmazları nelerdir?

Belgesel filmde benim için olmazsa olmaz olan heyecan verici bir hikâye bulmaktır. Hikâye anlatımı ve her hikâye için o hikâyeye özel inandırıcı bir sinematik form kullanmaktır. Ve bir belgesel film olarak anlatılmaya değer bir hikâye olmalıdır hikayeniz.

Bir roman, bir radyo programı, TV haberi ya da bir film yapmak için farklı farklı hikâyelere ihtiyaç vardır. Her hikâye belgesel film yapmaya uygun değildir. Bir film yapımcısı olarak her zaman kendinize bu hikâyeyi neden özellikle anlatmak istediğinizi sormalısınız. Ayrıca, yönetmenin de çok önemli olduğunu düşünüyorum. Yönetmenin ayırt edici bir tarzının olması gerektiğini düşünüyorum.

Evet hikâye önemli. Peki ya gerçek? Belgesel ve gerçeklik arasındaki ilişki?

Klasik tanımla belgesel, gerçekliğin yaratıcı bir şekilde yorumlanmasıdır. Hangi şekli alırsa alsın, gerçek olaylarla ve insanlarla doğrulanabilir bir referansı olmalıdır belgeselin. Gerçek olayların ve insanların film yapımcısı tarafından sanatsal olarak yorumlanması pekala olabilir. Ancak bu sanatsal süreç şeffaf olmalı ve tanımlanabilir hale getirilmelidir. Ari Folman’ın “Beşir ile Vals” filmi buna bir örnektir. Lübnan savaşını İsrail askerlerinin perspektifinden anlatma süreci, gerçek kişiler ve onların hikayelerine dayanan sinematik animasyon araçlarıyla sunuluyor. Ya da Sarah Polley’nin ailesi hakkında, hikayeye farklı bakış açılarını akıllıca ortaya koyan ve basit bir gerçeği bulmanın imkânsızlığını ele alan “Anlattığımız Hikâyeler” filmi. Her belgesel, gerçekliğe uygun belirli bir sinemasal biçime karar verir. Bir ve aynı olay hakkında tamamen farklı iki film olabilir. Kamerayı kurarak, tasvir edilen dünyayı “açık” ve “kapalı” olarak ayıran bir çerçeve tanımlarız. Biz sadece bir parça görüyoruz ve bu seçim gerçeğe ilk müdahaledir. Belgeselin montajı, olayların başlangıçta meydana gelme biçimine bir başka belirleyici müdahaledir. Film yapımcısının sürecindeki her öznel adım gerçeği değiştirir. Seçkin belgesellerde bu süreci görmek ve hissetmek bir zevktir.

Belgesel filmde hakikat tartışması belgesel filmin kendisi kadar eskidir. Ve hala tutkuyla yürütülüyor. İzleyicilerin filmlerimize duydukları güven asla hayal kırıklığına uğratılmamalıdır. İzleyici gerçekliği sanatsal olarak ele almamızı ve ardından onu heyecan verici ve eğlenceli bir film şeklinde sunmamızı takdir ediyor.

İstanbul’da çektiğin belgeselden bahseder misin? Bu belgeseli yapmaktaki amacın nedir?

Asırlık Kadınlar hakkındaki yeni belgeselimin bir bölümünü İstanbul’da çekiyorum. Geçen yüzyılı özel bir biçimde şekillendiren farklı ülkelerden 100 yaşını aşmış asırlık kadınları anlatıyorum. İstanbul’da Alman – Türk Prof. Dr. Nermin Abadan Unat ile tanıştım. Sosyolog ve kadın araştırmacısı. Uluslararası üne sahip bir sosyal bilim insanı. Almanya’ya göçün eleştirel çalışmasında öncü bir isim ve hayatını Türk toplumunda kadının rolünü inceleyerek geçirmiş. Asarlık hayatı, heyecanı, yapmak istedikleri, kadın hakları mücadelesiyle güçlü bir ses olmaya devam edişi beni derinden etkiledi.

100 yaşında Hindistan, Küba, İsrail ve Avusturya’dan diğer kadınlarla birlikte, İstanbul’dan Nermin Abadan Unat hikâyeleriyle geçen yüzyılın kadınlar açısından nasıl geliştiğine ve bundan sonrası için neler yapılabileceğine dair bir iç görü olacaklar filmimde.

Japonya’da bir basın fotoğrafçısı, Hindistan’da dünyanın en yaşlı yoga hocası, İsrail’de bir politikacı, Avusturya’da bir yazar, Küba’da bir hikaye anlatıcısı eşlik ediyor bize belgeselde.

Hepsinin güçlü yanları var, kişiliklerini nasıl şekillendirdiklerini deneyimlemek büyüleyici. Kadın gücü hakkında bir film yapmak ve biraz farklı bir konuya yönelmek ve farklı bir açılım getirmek istedim. Konuya özel bir bakış açısı.

Demek kadın gücü. Enteresan. İzlemek için sabırsızlanıyorum. İstanbul’da seni en çok ne etkiledi? Eğer İstanbul hakkında bir belgesel çekseydin hangi eksenden giderdin?

İstanbul farklı kültürlerin bir arada yaşaması nedeniyle beni etkiliyor. Sevdim buradaki insanların yaşam biçimlerini, mizahlarını ve hikâye anlatma yeteneklerini. Tanıştığım insanlar hayata, aşka ve yaşam tarzlarına dair yeni bakış açılarıyla beni şaşırtıyorlar. Tutkuyla tartışıp, her anının tadını çıkarıyor gibiler. Aynı zamanda ince bir çizgide süren bir hayatları var. Buradaki insanlar olan biten her şeyin daha çok farkındalar sanki. Sadece bir haftadır buradayım ve bu benim ilk izlenimim. Daha derin bir iç görü elde etmek için daha çok zamana ihtiyacım var ve ben buna hazırım. İstanbul bana ilham veren, yeni hikâyeler aramaya devam etmem için beni motive eden bir şehir. Ve Humphrey Bogart’ın Casablanca’nın sonunda dediği gibi: “Güzel bir arkadaşlığın başlangıcı!”

Hong Kong’da üniversitede belgesel film teorisi ve pratiği öğretiyorsun. Nasıl gidiyor, öğrencilerin derse ilgisi nasıl?

Hong Kong’da belgesele dair temel işler yapıyorum. Belgeselin ne olup olmadığını bilmek önemli. Artık basit gerçeklerin olmadığı bir zamandayız. Öğrencilerin büyük ilgisiyle karşılaşıyorum. Yüzlerindeki şaşkınlığa bir anlam katmak, bir anlam yaratmak büyük keyif benim için. Oscar ödüllü Ruby Yang ile yürüttüğüm prodüksiyon sınıfımda öğrenciler kısa bir belgesel film yapabiliyorlar. Deneyim benzersizdir ve kişi üzerinde kalıcı bir izlenim bırakır. Filmleri çok kişisel, onların kültürü ve hayalleri hakkında çok şey öğreniyorum. Benim için öğretmenlik olağanüstü bir şey, bir deneyim. Özelliklede Hong Kong gibi değişimin patladığı bir bölgede ediniyorum bu deneyimi. Bu arada sorularını çok sevdim. Çok iyi. Kaliteli sorular.

Teşekkür ederim Uli! Sen de güzel cevaplar veriyorsun.

Gerçekten mi?

Evet gerçekten. Aslolan okuyucular, meraklısı…

Of course.

Sence belgesel film yapmak öğretilebilir mi? Ne kadar öğretilebilir?

Evet, öğrencilerime öğretebileceğim bir takım beceriler var. Hikâye anlatımı, dramaturji, çerçeveleme, araştırma yöntemleri, karakterlerle güven inşa etme… Tüm bu konularda bilgi ve deneyimlerimi anlatıyorum. Belgeselleri finanse etme ve gösterebilme koşullarını konuşuyoruz.

Öğrenciler heyecan verici bir konu bulur bulmaz işe başlıyorlar. Sıfır deneyimden, bir deneyime geçmeyi başarıyorlar. Geçen yıl, öğrencilerim tarafından yapılan bir kısa film önemli kısa film festivallerinden Interfilm Berlin’de ana ödülü kazandı. Bu kesinlikle öğretilebilir olduğunu gösteriyor.

Öğrencileri filmlerini çekmeye ve onlarla başarılı olmaya hazır hale getirin.

(Bu yazı ilk olarak 29 Ağustos 2021 tarihinde cinedergi.com’da yayınlanmıştır.)

(30 Ağustos 2021)

Semra Güzel Korver

Kar Kırmızı

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Atalay Taşdiken’in yönettiği “Kar Kırmızı”, 27 Ağustos’ta gösterime giriyor. Daha önce, 2011’de Selim Güneş’in “Kar Beyaz”ını ve 2018’de de Emre Erdoğdu’nun “Kar” adlı filmlerini izlemiştik. Böylece, her ne kadar farklı yönetmenler çekse de sinemamız yeni bir üçlemeye, “Kar” üçlemesine kavuşmuş oldu. Bu arada “Kar Kırmızı”da “Orhan Pamuk’a Söylemeyin Kars’ta Çektiğim Filmde Kar Romanı da Var” filminin yönetmeni Rıza Sönmez’in de oynadığını not edeyim. (26 Ağustos 2021)

Ünlü Pembe Panter filmleri oyuncusu Peter Sellers ile Best Sellers’in bir akrabalığı var mıdır? Münir abi, sen bilirsin, söylesen de öğrensek. (14 Haziran 2021)

“Ah Gözel İstanbul” filminin adının “Ah İstanbul” veya “Gözel İstanbul” olmasını isterdim. Her rastlaştığımda Atıf Yılmaz ve Ömer Kavur’un önceki “Ah Güzel İstanbul” filmlerini hatırlıyorum. (14 Haziran 2021)

Ah pandemi ah, bizi ne hallere düşürdün. Otobüse bindik, oturduk. Biraz sonra hanım avucunu açarak elini uzattı. Hemen dezenfekte için cebimdeki kolonya şişesine davrandım. “N’apıyorsun?” dedi, durdurdu beni, “Elimi, tut diye uzattım.” dedi. Ah pandemi ah, bir tık kalmış romantikliğimizi de yok ettin. (16 Haziran 2021)

Film festivalinden gelen bir bültende, geçenlerde sinema müzesi olarak yeniden faaliyete geçen 73 yıllık maziye sahip Atlas Sineması’ndan Atlas 1948 Sineması olarak bahsediliyor. Festivalin bu yeni adlandırmayı kendi kafasına göre yapmadığını sanıyorum, herhalde Kültür Bakanlığı öyle buyurmuştur. Yapmayınız böyle. Neredeyse sinemayla yaşıt sayılırım, kendisi 2 yaş büyüğüm olur. Şimdi bendeniz kendimi “Kulunuz, köleniz, ayağınızın türabı Sadi 1950 Çilingir” diye tanıtsam olur mu? Olmaz. Ayrıca hatırlatırım, Atlas Sineması aslında 1948’de yapılmadı, vakanüvisler yanlış tarih düşürmüşler, sinemanın inşa tarihi mübarek 2002 yılıdır. Hatta 2002’den önce ülkemizde sinema yoktu. (17 Haziran 2021)

“Babalar Günü”nün verdiği ilhamla “‘Kayınpederler Günü’ niye yok?” diye soracaktım, Google’a bakayım dedim, varmış: 30 Temmuz. Bu vesile ile anonim deyişlere bir ekleme yapayım: Kayınpederlik katmerli babalıktır. (18 Haziran 2021)

Ne kadar ilginç bir rast geliş; İstanbul Film Festivali’nin 40. yılında bilet fiyatları da 40 küsur liraymış. Demek ki günde 4 film izlesem, 10 günde emekli maaşımın yarısını yatıracağım, diğer yarısıyla da günde 50 liraya krallar gibi geçiniriz. (mi?) (19 Haziran 2021)

Güftekâr şöyle yazmış ünlü şarkının sözlerini: “İnan ki ağlamadım, hüzünlüyüm sadece…” Kartal Tibet’in kaybını sabah 5’te öğrendim, şarkının sözlerini değiştirdim: “İnan ki ağladım, hüzünlüyüm ayrıca…” Gözlerim hâlâ yaşlı. Aşk Filmlerinin Unutulmaz Oyuncusu’nun mekânı cennet olsun. (02 Temmuz 2021)

Kartal Tibet, Ankara Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümü’nü bitirmiş ve Ankara’nın ilk özel tiyatrosu Meydan Sahnesi’nin kurucuları arasında yer almış. Tibet’in doğum tarihi ise 27 Mart 1938, yani değerli sanatçı 27 Mart Dünya Tiyatrolar Günü’nde dünyaya gelmiş. Mekânı cennet olsun. (02 Temmuz 2021)

Türk Sanat Müziği sanatçılarındaki,
Muazzez Ersoy – Bülent Ersoy / Muazzez Ersoy
çağrışımının sinema oyuncularındaki karşılığı:
Tarık Akan – Kartal Tibet / Tarık Tibet (02 Temmuz 2021)

Dün Caddebostan Kültür Merkezi’nde, Rusya’nın Büyük Vatanseverlik Savaşı’nın 80. yılı anısına güzel bir etkinlik başladı. “Rus Filmleri Haftası” adı altında 7 adet çok güzel Rus filmi Türkçe altyazılı ve ücretsiz gösteriliyor. Bu vesileyle çok bilmişlik yapayım, bu filmlerden “Git ve Gör”, “Leylekler Uçuyor” ve “Vatan İçin Savaştılar” adlarıyla gösterilen filmler ülkemiz sinemalarında sırasıyla “Gel ve Gör”, “Leylekler Uçarken” ve “Vatanları İçin Öldüler” Türkçe adlarıyla gösterilmişti. Elem Klimov’un “Gel ve Gör”ü istisnasız her görenin hayran kaldığı bir filmdir. “Leylekler Uçarken”i Galatasaray’daki Elhamra Sineması’nda seyrettiğimi net hatırlıyorum, “Vatanları İçin Öldüler”i ise şimdiki Fitaş Sineması‘nın yeraltındaki salonunda, o zamanki adıyla Dünya Sineması’nda izledim sanıyorum. Bu filmleri izlemenizi tavsiye ederim. (24 Ağustos 2021)

Mads Mikkelsen’in ödüllü filmi “Körkütük”ün (Druk – Another Round) oynadığını görünce karşıdaki (Biz, Kadıköy tarafına genellikle “karşı” deriz, bizim taraf “çarşı” oluyor) Akasya AVM Sineması’na gittim. 65+ bileti (27,5 TL) istediğim eleman kimlik kartımı talep edince manidar bir bakış attım, “Hiç göstermiyorsunuz” deyince manidar bakışımdan 32 dişimi gösterme moduna evrildim. Hoşuma gitti, (nasıl gitmesin aslında 70+’yım) bundan böyle tam bilet (Sanırım 40 küsur TL) alsam yeridir. Birinci mevzum böyle. (Bu arada belirteyim aynı film Levent Kanyon’un Art House salonunda 16 liraya gösteriliyor. Aynı sinema grubunun ilginç bir fiyat politikası var.) İkinci konum hüzün içeriyor, onu da yazayım. Hanımın boğaz pastili bitmiş, kutusunun fotoğrafını çektim, alışveriş yapacağım için Pazar arabasını çeke çeke, evimize 50 metre uzakta ve sokağımızın başındaki 39 yıldır müşterisi olduğum eczaneye gittim. Elemana fotoğrafı gösterdim, aldı geldi, bana doğru uzattı: “This?” dedi. Etrafta 3-4 adet ortadoğulu turist vardı, herhalde yeni çırak -elimde Pazar arabası olduğu halde- beni de onlardan biri sandı. 1982’den beri oturduğum semtimde yabancı zannedildim. Velhasıl üzüldüm desem yalan olur, gücendim desem olmaz. Hadi yine sinemaya bağlayayım: Qua Vadis İstanbul? (25 Ağustos 2021)

(26 Ağustos 2021)

Sadi Çilingir

[email protected]

Gelecekte Geçmişi Aramak: Zihin Gezgini

Küresel ısıtma artık iyiden iyiye karşı konulamaz bir şekilde kendini gösteriyor. Coğrafi olarak en uygun bölgede bulunan Anadolu bile kuraklıkla selleri, yangınla susuzluğu iç içe yaşıyor. Ülkenin bir yanı orman yangınlarıyla çoraklaşırken diğer tarafı sellerle erozyona uğruyor. “Bu daha iyi günlerimiz”, evet, gerçekten de her gelen gün bir öncekini aratıyor.

Kitlesel izlence aracı sinemanın bu gelişmeyi atlaması söz konusu bile olamaz. Bundan sonra, küresel ısıtmanın sonuçlarını daha sık izleyeceğiz beyazperdede. Zihin Gezgini (Reminiscence) bu akımın ilki, her ne kadar da asıl konusu / öyküsü / mesajı o olmasa da.

Küresel ısıtma ile Miami, artık sular altında kalmış, bir anlamda Venedik haline gelmiş, buna da bağlı olarak sıcaklık nedeniyle geceleri “canlanan” bir kenttir. Kendi içerisinde süren yaşamda insanların sorunları eksilmeyip daha da artmıştır. Doğal olarak yeni iş alanları, yeni uzmanlıklar oluşmuştur. Bilim insanı Nick Bannister, bir düzenek yardımıyla danışanlarına (hasta sözcüğü yerini çoktan danışana bıraktı zaten) unuttuklarını anımsatmaya çalışmaktadır. Bir gün (daha doğrusu gün ağarırken, öyle ya, gece yaşam canlanıyorsa, iş hareketliliği geceleri artmaktadır) bir kadın gelir… Kader ağlarını örmektedir, ikisi arasında duygusal bir ilişki gelişir.

Öykü, o andan başlayarak gelecekte geçmişini arayan insanların içerisinde bulundukları soruna yönelir. Bu sorunu en kolay anlatmanın yolu aşktan geçer. O duygusallıkla geçmiş yaşamın kalıntılarından gelecekteki yaşamda sıyrılmak kolay olacak mıdır?

Bir yanıyla, her nerede yaşıyorsa A’dan Z’ye, yaşlı genç, kadın erkek, varsıl yoksul herkes için büyük önem taşıyan küresel ısıtmayı (bu arada, okura küresel ısınmanın bilinçli olarak sürdürüldüğüne inandığım için “ısıtma” sözcüğünü bilinçli kullandığımı belirtmeliyim) işleyen filmi, geçmiş özlemi ve neredeyse genlerimize işlemiş hastalıkları önemsediği için de önemsiyorum. Diğer yandan duygusallıkla ucuzlattığı için üzülüyorum. Filmi taşıyan görsel efektler ve güçlü oyuncular. Onların başarısı olmasa, “önemsediğimi” ifade etmeme karşın bir yere varamaz…

Bir de hem sinemacı hem de izleyici olarak eleştirim var: Neden bu kadar uzun? Neden dönüp dönüp aynı şeyleri izliyoruz? Kimsenin fazladan zamanı yok boşa harcayacak; montajda bile kısaltılsa(ydı), Savaş Ay’ın unutulmaz deyişiyle, “fişşek gibi, zımba gibi” bir film olurdu.

Zihin Gezgini (Reminiscence)
Gelecekte geçmişi hatırlamak…
Yönetmen ve Senarist: Lisa Joy
Oyuncular: Hugh Jackman, Rebecca Ferguson, Thandiwe Newton, Cliff Curtis, Angela Sarafyan…
20 Ağustos’tan başlayarak gösterimde…

(18 Ağustos 2021)

Korkut Akın

[email protected]

Alkol Fazla Kaçınca

‘Körkütük / Druk’, Kierkegaard’ın şu dizeleriyle açılıyor: ‘Gençlik nedir? / Bir rüya. / Aşk nedir? / O rüyada gördüğün şey’. Dogme Manifestosu’nu başlatan ‘Şölen / Festen’in yaratıcısı, 90’lar sonunun genç ve cüretkar sinemacısı Thomas Winterberg’in imzasını taşıyor yapım. Aradan geçen 20 küsur yıl onun kariyerini beklenen yerlere taşımadı. Fena filmler yapmadı gerçi, ancak hiçbiri sinema evrenine bomba gibi düşen bu ilk filmin düzeyine yaklaşamadı.

Büyük burjuva ailenin, babanın 60. doğum gününü kutlamak için kırsaldaki malikanede toplanmaları üzerinedir ‘Şölen’. Parti esnasında aile içinde yaşanmış ensest kepazelikler ifşa edilir, ancak asıl dehşet aile bireylerinin bu acı gerçeği vurdumduymaz bir biçimde geçiştirme çabaları sonucu yaşanır. Wintenberg, Danimarkalı büyük oyuncu Mads Mikkelsen ile ilk kez çalıştığı 2012 yapımı ‘Onur Savaşı / The Hunt’ ile çağımızı kasıp kavuran ensest problemini bir kez daha ele alacak, ancak bu kez haksız bir suçlama karşısında haysiyetini korumaya çalışan bir öğretmeni ana karakter olarak seçecektir.

Yönetmenin Mikkelsen ile ikinci kez buluşması olan ‘Körkütük’, Danimarka’nın bir sahil kasabasında, 40’lı yaşların ortalarında ve hepsi eğitimci olan karakterlerin hikâyesi üzerine. Gençlik ideallerini çoktan rafa kaldırmış, tarih öğretmeni Martin, özgüvensiz, silik bir adamdır artık. Bir zamanların parlak genci, akademik kariyerinin önü açık adamı nasıl bu hale gelmiş ve bu küçük kasabadaki hayatın içine sıkışmıştır.

Aynı lisede müzik, psikoloji ve beden öğretmeni diğer dostlarla bir akşam buluşmasında içki almaya itiraz ettiğinde, arkadaşları Martin’in üzerine gider ve Norveçli psikiyatr ve felsefeci Finn Skarderud’un ‘insanın kanında % 0.05 oranında eksik alkolle doğduğu teorisi’ üzerinde tartışmaya başlarlar. Büyük başarılara imza atmış devlet adamlarının içki ile araları gayet iyi değil midir? Arada sırada bir bira içen uğursuz Hitler’e karşılık, Roosevelt sürekli martini içmemiş midir? Her gece yatmaya giderken, inanılmaz derecede şampanya, şarap, konyak ve viski içip üzerine iki adet uyku ilacı alan Churchill değil midir? Böylece karar verilir ve dört kafadar monoton hayatlarına heyecan katmak, daha özgüvenli olabilmek adına içki içme deneyimini başlatırlar. Kandaki eksik alkolü düzenli içilen 1-2 bardak şarap ile tamamlamaya çalışırlar önce. İlave promil alkolün gündelik yaşamlarına kattığı neşe ile coşarlar daha sonra. Ancak giderek dozu artan içki alma rutininde miktar % 1.8 promil’e dayandığında iş çığırından çıkmaya başlayacak, günlük aktiviteleri esnasında alınan alkol olumsuz toplumsal tepkilere yol açarken, alkolizm tehlikesi baş gösterecektir.

Erken yaşta parlayan yaratıcılık ateşini tepelere taşıyamamış, halen kendisi de ellili yaşlarını sürdüren Wintenberg’in yakın yaşlarda dört erkek karakter üzerine odaklanması anlamlı. Yitip gitmiş gençlik hayalleri, alkol bağımlılığı ve erkeklik varoluşu üzerine hem eğlenceli, bir o kadar da hüzünlü bir film ‘Körkütük’ ya da İngilizce yakıştırılmış adıyla ‘Another Round’. Layık görüldüğü 2021 yılının en iyi yabancı film Oscar’ı Wintenberg’i keser mi bilemem ama bu orta karar filmin esas yıldızı, başta da adını zikretmiş olduğum, çağımızın en iyi aktörlerinden Mads Mikkelsen. Parlak Hollywood aksiyonlarının kötü adam tiplemelerine uygun bulduğu bu usta oyuncu, ‘Onur Savaşı’nın ardından çok boyutlu performansıyla büyülüyor, özel dans dersleri alarak hazırlandığı dillere destan ucu açık final sekansıyla bir kez daha gönülleri fethediyor.

(18 Ağustos 2021)

Ferhan Baran

[email protected]

Alevlerin Ardından

Son dönemin en parlak işlerinden ‘Collective’, 30 Ekim 2015 gecesi Bükreş’in popüler gece kulüplerinden ‘Colectiv’ yangının alevleri ardından tepetaklak olmuş bir ülke panoraması çiziyor. ‘Goodbye to Gravity’ isimli metal grubun konserini izleyen 27 kişi çıkış kapısı yetersiz mekanda hayatını kaybederken, 180 tane genç yaralı olarak hastanelere sevkediliyor. Ancak bu elim olay ülke çapında büyük bir sağlık krizini ortaya çıkaracaktır. Belki kriz değil büyük bir rezalet demek daha doğru olacak, zira yanıkları ölümcül olmayan pek çok kişi ilerleyen günlerde devlet hastanelerinde hayatını kaybedecektir. Bir spor gazetesinin (Gazeta Sporturilor) deneyimli muhabiri Catalin Tolontan, ekibiyle birlikte olayın peşine düşecek ve Romanya’nın tamamen çürümüş sağlık sistemini gözler önüne serecektir.

Sağlık Bakanı’nın ‘Avrupa standartlarında en iyi tıbbi bakımı sağlayacak donanıma sahibiz’ demecine istinaden vaktinde ülke dışına nakledilemeyen gencecik insanlar, hastane ortamındaki çeşitli bakteriyel enfeksiyonlar neticesi hayatını kaybetmiştir. Ülke çapında patlayan skandal büyüktür. Yanık hastalarına uygun olmayan hastane koşullarında bekletilen yaralılar, düşük kaliteli dezenfektan kullanımı nedeniyle bakteri kaynayan bir ortamda ölüme yollanmıştır.

Tolontan ve arkadaşları, ülke çapında 2000 ameliyathaneye etkin maddesi 10 kat sulandırılmış mal temin eden Hexi Pharma firmasının peşine düşer önce. Devlet düzeyinde kurumsal bir yalan ifşa edilir. Yoğun bakımdaki ölümlerin % 90’ının hastane bakterileri nedeniyle oluştuğu ortaya çıkar. Bilim adamlarınca 2008’den beri Milli İstihbarat’a defalarca iletilen belgeler (115 rapor gönderilmiş), ‘Cumhurbaşkanı’na, ‘Başbakan’a, ve bakan olmadan önce Hexi Pharma ürünlerini kullanan bir hastanenin yöneticisi olan Sağlık Bakanı’na sunulan belgeler sümen altı edilmiştir. Üretici firmanın sahibinin bir araba kazası sonucu şüpheli ölümünde, devlet içindeki mafyanın parmağı olduğu iddiası halen yaygın bir söylentidir.

Yıllarca her şey örtbas edilmiş, filmin özgün adına ikinci anlam yükleyen ‘kolektif’ bir suç işlenmiştir. Doktorların devlet hastanelerinde görev almak için sustuğu, ameliyathanelere kapağı atmak için cerrahi bölümün başındakilere rüşvet verme yoluna gittiği ortaya çıkmıştır. Gazetede konuyu araştıran ekibin kan dondurucu yayınlarının ardından, Avusturya’da çalışan doktor Vlad Voiculescu teknokrat hükümetin yeni sağlık bakanı olarak atandığında ‘Doktorlar insanlıktan çıkmış. Nasıl geldik bu hale, nasıl çıkacağız bu işin içinden?’ diyecek, yozlaşmış bir işleyişi onarma gayretine girişecektir.

Bir gerilim filmi gibi öykülemeye çalıştıklarım maalesef gerçek. Son dönemin en sarsıcı yapıtlarından ‘Colectiv (ya da İngilizce adıyla Collective)’ özünde bir belgesel film. Ancak belgeselin sınırlarını aşan ve ‘araştırmacı gazetecilik’ üzerine yapılmış en sağlam yapımlardan biri. Tolontan ve ekibine filmin ikinci bölümünde katılan, soğukkanlı, sorumlu ve cesaretli yaklaşımıyla bir şeylerin değişebileceği umudunu veren Voiculescu’nun yaşadıklarına tanıklık ederken bir kurgu film izlediğiniz kanısına kapılıyorsunuz zaman zaman.

Çok iyi bir iş çıkaran yönetmen Alexander Nanau, kabusun acı yaralarını bir sanatçı ile işbirliği yapmak yoluyla sarmayı deniyor. Fotoğraf sanatçısı Alex Csiki, ağır yanıklarla parmaklarını kaybetmiş, vücudu örselenmiş kurbanlardan Tedy Ursuleanu’nun fotoğraflarından oluşan ve 2016 Ekim’inde ‘Arenela Romane’ galerisinde açılışı yapılan sergiye de konuk ediyor bizleri. Voiculescu da oradadır ve modelin manşette yer verdiğimiz çarpıcı fotoğrafı çalışma odasını süsleyecektir.

Vlad Voiculescu düzeltmeye çalıştıklarının uygulanıp uygulanamayacağını soruyor kendi kendine. 2016 sonu seçim sonuçları bu açıdan pek umut verici de değil. Genç kuşaktan çoğunluk sandık başına gitmemiş bile. Vlad’ın eski kuşaktan babası, oğlunun Avusturya’dan ülkesine dönmesinden hoşnutsuz, umutsuz. Ancak genç adam kararlı gözüküyor.

Romanya’nın güncel hükümetinde Voiculescu yeniden Sağlık Bakanı olarak atanmış. Bunun, rüşvetten, yolsuzluktan ve kolektif suçtan bunalmış yurdum insanları için hoş bir umut kaynağı olduğunun altını çizmeliyim. Romanya’nın gidişatına tanıklığı hep birlikte sürdüreceğiz. ‘Colectiv’ son yılların en iyi belgesellerinden değil yalnızca, en iyi filmlerinden biri. Yıl içindeki çevrimiçi gösterimlerinin ardından 20 Ağustos’ta sinemalarda gösterime giriyor, bu defa kaçırmayın.

(17 Ağustos 2021)

Ferhan Baran

[email protected]

Kan İçerisinde: Barut Kokteyli

Şiddet içeren filmleri sevmiyorum. Hele de sosyal mesaj vermek amacıyla iki parlak cümlenin ardına sığınanları… Adı güzel, “Barut Kokteyli” (Gunpowder Milkshake), görüntüleri, oyuncuları da adına uygun. Ama o kadar!

Moda denilen şey, geçmiştekileri yine yeniden gündeme getirmekse, Yeşilçam filmleri dünya sinemasının rehberi olacak demektir. Vurdulu kırdılı denirdi -şimdi aksiyon aldı yerini- filmlerde “esas oğlan” asla vurulmaz, yaralanmaz, ölmezdi. Cüneyt Arkın’ı anımsadınız değil mi? Onlarca mermi (veya ok) yer, düşmez; hatta o haliyle boğuşmayı sürdürürdü. Onlarca “düşman”, bazen tek hamlede saf dışı kalırdı. Çocuktuk, hoşumuza giderdi, ama sinemadan çıktıktan sonra arkadaşlarımıza anlatırken kahkahalarla gülerdik. Hayatın gerçeklerine aykırıydı. …bir de tabancasının mermisi asla bitmezdi. Saymaya yetişemezdik…

Barut Kokteyli, benzer Yeşilçam filmlerinin günümüz teknolojisiyle yeniden çevrimi gibi… aradaki fark Cüneyt Arkın değil, Karen Gillan ile Lena Headey olması…

Sosyal mesaj sosu…

Siyasetçilerin ağzından düşmeyen Z kuşağı, hayatı televizyonlardan öğrenen, okumayan ama (Uğur Mumcu’nun savsözüyle) “bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olan” gençler… Barut Kokteyli’nde de kütüphane bir silah deposu… Dolayısıyla kitabı suç unsuru olarak gösteren 12 Eylül yöneticilerini aklıyor bu açıdan. Bir de “suç örgütü” lideri, dört kızı olduğu ve onları anlamadığı (oysa basit diye tanımladığı tek oğluyla çok iyi anlaşıyormuş öldürülmeseymiş) için kendisini feminist olarak tanıtıyor esas kıza… Kütüphaneciler, kan gölüne çevrilmesine imkân tanıyor ama küfredilmesine karşı çıkıyor…

Sonuç olarak Z kuşağı büyükleriyle izlerse hem babalarının, dedelerinin (her ne kadar feminist sosu olsa da kadınların izlemek isteyeceğini sanmıyorum) anılarını canlandırmak ve gülmek için bir fırsata dönüştürebilir.

Barut Kokteyli (Gunpowder Milkshake)
Sosyal soslu aksiyon…
Yönetmen: Navot Papushado
Oyuncular: Karen Gillan, Lena Headey, Angela Bassett, Michelle Yeoh, Carla Gugino…
20 Ağustos’tan başlayarak gösterimde…

(16 Ağustos 2021)

Korkut Akın

[email protected]