Kategori arşivi: Yazılar

Olivia de Havilland: Hollywood’u Sarsan Çetin Ceviz

Olivia de Havilland “Ben 110 yaşına kadar yaşamayı planlıyorum”* dermiş.

Hollywood’un Altın Çağı’nın iki Oscar ödüllü bu son kadın starı, bazılarına göre süperstarı, iki ay önce, 26 Temmuz’da aramızdan ayrıldığında 104 yaşındaydı.

Geçen yıl 103 yaşında vefat eden Kırk Douglas’ın ardından, Hollywood, böylece Altın Çağı’dan arda kalan son birkaç asırlık çınarından birini daha kaybetti.

Olivia de Havilland uzun yaşamanın sırrının üç “L”de olduğuna inanırmış. Sevmek (Love), gülmek (Laugh) ve ışık (Light).

Ayrıca hayata olumlu bakmak ve her zaman bir şeylerle meşgul olmak, her daim yaşam prensibi olmuş.

Bir de, tabii, bir işin yürümediğini görünce, Olivia de Havilland’ın yaptığı gibi, Hollywood adlı cazibe merkezine bile arkanı dönüp çekip gidip, 40’lı yaşlara girerken, yeni bir hayata başlama cesareti gösterebilmek.

Fransız – Alman ortak kanalı Arte, geçen ay, 30’lu 40’lı yılların bu efsane oyuncusunu anmak için, “en iyi kadın oyuncu” dalında iki Oscar ödülünden birini kazandığı 1949 yapımı, ülkemizde de 1951 yılında gösterilen “Miras” (The Heiress) filmini yayımladı.

Henry James’in “Washington Meydanı” (Washington Square) romanından uyarlanan, yönetmen koltuğunda usta William Wyler’ın oturduğu, 1850’lerin New York’unda geçen, tam bir siyah-beyaz şölen.

Ama herşeyden önce “Rüzgâr Gibi Geçti” filmi gelir elbette.

Bazı filmler gönlümüze ve beynimize öylesine kazınıyor ki giderek özel ve tüzel kişilik kazanıyorlar bence. Olivia de Havilland’ı 1930’ların sonunda bir gecede dünyaca tanınan bir oyuncuya dönüştüren on Oscar ödüllü “Rüzgâr Gibi Geçti”* öyledir mesela.

Birkaç sefer niyetlenildiyse de 81 yıldır yerine bir yenisi konulamadı.

1942 yılında gösterime girdiğinden beri hâlâ en çok sevilen aşk filmi seçilen “Casablanca” da öyledir. Rick’i oynayan Humprey Bogart’ın yerine kolay kolay başka bir oyuncuyu koyamazsınız.

Bizim filmlerimiz arasında aklıma ilk gelen “Selvi Boylum Al Yazmalım.” Türkan Şoray, Kadir İnanır ve Ahmet Mekin’in yerine koyalım bakalım başka isimler. Kolay değildir, koyamayız.

“Rüzgâr Gibi Geçti” filminde, Scarlet O’Hara (Vivien Leigh), Rhet Butler (Clark Gable), Melani ve Ashley (Leslie Howard) dörtlüsünden, ateşli Scarlet’i kıskançlık ve öfkeden çıldırtan sessiz sakin melek ruhlu Melani’ye can veriyordu Olivia de Havilland.

Ancak 1916 yılında Tokyo’da İngiliz asıllı bir anne babadan dünyaya gelen, 2020’nin Temmuz’unda Paris’te uykuda hayata gözlerini yuman, sıcak, sevecen, yaramaz çocuk gülümsemesiyle ünlü, bu ufak tefek, güzel yüzlü, biblo gibi kadın, hiç ama hiç canlandırdığı Melanie gibi sessiz sakin yumuşak biri değil anlaşılan. Tersine, tabiri caizse, tam bir “çetin ceviz.”

Neden derseniz, yedi yıllık kontratla bağlı olduğu Warner Bros. şirketinin astığı astık kestiği kestik patronu Jack L. Warner’a başkaldırıp, açtığı davayı kazanarak 1944 yılında, hâlâ kendi adıyla anılan “De Havilland” kararını çıkarmayı başarıyor. “Stüdyo sisteminin belini kırdı”* diye nitelenen bu karar ya da yasa, büyük film stüdyolarının yıldızlarına uyguladığı “kontrat esareti”ne darbe indirip, sinema oyuncularına özgürlük ve kendi kariyerlerine sahip çıkma yolunu açıyor. Bu Hollywood’da o zamana kadar görülmüş birşey değil. Bu bir.

Bilindiği gibi, Hollywood, “Altın Çağ” diye anılan, kabaca 1920’lerden 1950’lere uzanan yıllarda, Warner Bros, RKO, Fox, MGM ve Paramount gibi beş büyük; Columbia, Universal ve United Artists gibi daha küçük üç stüdyo tarafından yönetiliyor.

Bu stüdyoların başındaki Jack L. Warner, Howard Hughes, Darryl F. Zanuck, Louis B. Mayer, Adolf Zukor gibi, neredeyse yıldızları kadar ünü büyük patronlar, sözü kanun olan birer zorba kral sanki.

Yedi yıllık kontratlarla kendilerine bağladıkları ve mahkemeden “De Havilland” kararı çıkana kadar da kontratlarını keyfi olarak kafalarına göre uygulayıp uzattıkları yıldızlar, onların gerek kariyerlerine gerek özel hayatlarına, kimi zaman cinsel tacize kadar varan her türlü tasarrufu kendilerine hak gördükleri “özel mülkleri” ve “ücretli köleleri.”

Jack L. Warner davayı kaybettikten sonra, şapkasını çıkarıp yerine oturacağına, olup biten sanki çektiği bir filmin mizanseniymiş gibi, Olivia de Havilland’ı işten atıp, filmlerinde oynatmamaları için diğer stüdyolara da baskı yapıyor örneğin.*

Hatırlarsak, geçen yıl gösterilen, başrolünü Renée Zellweger’ın üstlendiği “Judy” filmi, çok yetenekli bir Hollywood yıldızının, yani Judy Garland’ın hayatının MGM’in büyük patronu Louis B. Mayer ve ekibi tarafından daha 15 – 16 yaşından itibaren nasıl acımasızca ve vahşice perişan edildiğini bir güzel sergiliyordu.

“Star, Hollywood stüdyo sisteminde, hem büyük bir şöhrettir, hem de bir köledir. Ben de hem bir stardım hem de bir köle,” diye değerlendiriyor bu durumu Olivia de Havilland, 2009 yılında “The Independent” gazetesinden John Lichfield’le Paris’te yaptığı görüşmede.

Olivia de Havilland, bu gözükara patronlara itiraz edip “hayır” demeye cesaret edebilen, Bette Davis gibi, Katherine Hepburn gibi, Rita Hayworth gibi parmakla sayılabilen birkaç yıldızdan biri. Buna karşılık bu adamların, “huysuz,” “geçimsiz,” “başına buyruk” diye damgaladıkları bu eşsiz yıldızların başlarına örmeye çalıştıkları çoraplar ise traji – komik ayrı bir yazı konusu olabilir.

Olivia de Havilland, hanım hanımcık bir ingiliz leydisi görünümüne rağmen, gönlünü gidip gidip sinema dünyasının en “arıza” adamlarına kaptırıyor. Bu da iki.

Önce, 1935 yılından başlayarak birlikte sekiz film çektiği, ölünceye kadar skandalları dillerden düşmeyen, çocukluğundan itibaren başını durmadan belaya sokan, okullardan atılan, yakışıklının yakışıklısı Errol Flynn’a aşık oluyor. Hiçbir işte dikiş tutturamayan, peşindeki öfkeli kıskanç kocalar yüzünden doğduğu Avustralya’dan ayrılmak zorunda kalan Flynn, Hollywood’da kamera ışıklarının karşısında macera filmlerinin vazgeçilmez oyuncusuna dönüşüyor. Olivia de Havilland’la aralarındaki güçlü çekim beyazperdeye de yansıyor. Ama Flynn evli. O yüzden bu ilişki fazla ileri gidemeden imkansız bir aşk olarak kalıyor. “Doğru, aramızda çok yoğun bir çekim vardı,” diyor Olivia, yıllar sonra bir röportajında*.

Ardından 1938 yılında egzantrik milyoner, uçaklara, uçmaya tutkun, hastalık hastası, evham kumkuması RKO stüdyosunun patronu Howard Hugues’la hiçbir yere gidemeyecek bir ilişkisi oluyor. “İyi bir insandı. Gerçek bir kahramandı,” diye anıyor de Havillland, Hugues’u.

Bu iki arıza adamdan sonra Havilland bir değişiklik olarak, iki yıl kadar Amerikan sinemasının “iyi insan, iyi vatandaş” rollerinin vazgeçilmez oyuncusu James Stewart’la çıkıyor. Olivia’nın “Savaş – öncesinin liseli aşkı gibiydi” diye tanımladığı bu ilişki James Stewart’ın İkinci Dünya Savaşı sırasında savaşa gitmek için orduya katılmasıyla sona eriyor.

Ardından Olivia de Havilland, sinemanın en maceraperest, en başına buyruk, en yerinde duramayan adamına sırılsıklam aşık oluyor. Yani yönetmen, oyuncu, senaryo yazarı, boksör, süvari subayı, muhabir ve daha pek çok şey olan İngiliz, İskoç, İrlanda hatta uzaktan Portekiz asıllı, Nevada doğumlu John Huston’a.*

1941 yılında birlikte “Aşk Yarışı” filmini çekerken ilişki yaşıyorlar. Hatta filmde Olivia’nın kızkardeşini oynayan Bette Davis, yönetmen Huston’un Olivia’ya iltimas geçmesi ihtimalinden ciddi endişe duyuyor. Ancak Huston o sırada ikinci karısıyla evli, boşanmaya da niyeti yok. İlişkileri üç yıl sürüyor. “O benim çok büyük aşkımdı. Evlenmek istediğim bir adamdı,” diyor Olivia, Huston için.

Olivia de Havilland bu fırtınalı ilişkilerin ardından sonunda iki evliliğini okur, hem de yazar adamlarla yapıyor. 1946 yılında evlendiği ilk kocası Marcus Goodrich, “Night Waitress,” “Navy Born” gibi romanların yazarı. Senaryo da yazıyor.

1955 yılında evlendiği ikinci kocası Fransız Pierre Galante, gazeteci – yazar. “Paris Match” dergisinin ünlü yayın yönetmeni. 1979 yılında boşanıyorlar ama hep dost kalıyorlar. Galante, Grace Kelly ile Monaco Prensi Rainier’i bir foto – röportaj nedeniyle ilk kez Cannes’da bir araya getiren kişi olarak tanınıyor. On ikiden fazla kitap da yazan Pierre Galante’nin 1984 tarihli “Operasyon Valkyrie” romanını Tom Cruise 2008’de filme çekip başrolünü oynadı.

Olivia de Havilland’ın kendisi gibi ünlü oyuncu olan, bir buçuk yaş küçük kızkardeşi Joan Fontaine ile hiç geçinemedikleri, ilişkilerinin hayatları boyunca, uzun süreler görüşmeyi kesecek kadar sürtüşmeli, kıskançlık krizli ve rekabetçi olduğu iddiası yaygın. Bu üç.

Anneleri Lilian’ın baskısıyla İngiltere’ye dönmek üzere 1919 yılında gemiyle Japonya’dan yola çıkan de Havilland ailesi, Olivia ve Joan’ın bronşit ve zatürre hastalıklarına iyi gelir umuduyla gemiden inip güneşli Kaliforniya’ya yerleşmeye karar verince, büyüyünce ikisi de oscarlı yıldız olacak iki küçük kızın Hollywood’a giden yollarına ilk taşlar döşeniyor.

Avukat babaları bir süre sonra onları terkedip, Tokyo’daki evlerinde hizmetli olarak çalışan Japon sevgilisine geri dönüyor. Anne baba 1925 yılında boşanıyor. Joan’ın olmasa da, Olivia’nın öz babasıyla ilişkisi kesiliyor. Annesi bir iş adamıyla ikinci evliliğini yapıyor. Aşırı baskıcı ve kontrolcü üvey baba oyunculuk hayallerinin önünü kesmeye çalışıp, okul oyununda rol almasına izin vermeyince Olivia on altı yaşında evi terk edip, bir aile dostunun yanına gidiyor. Bu da dört.

Anne Lilian, Birleşik Amerika devletinin bu en renkli, en canlı eyaletinde, kızlarını büyük bir ısrar ve kararlıkla birer “İngiliz” olarak yetiştiriyor. Sanat, oyunculuk, dans, müzik eğitimi almalarına önem veriyor.

Olivia de Havilland, 1934 yılında bir okul oyununda ünlü Avusturya asıllı tiyatro yönetmeni ve yapımcı Max Reinhardt tarafından keşfediliyor. Oyun William Shakespeare’in “Bir Yaz Gecesi Rüyası.”

Reinhardt, Olivia de Havilland’ı aynı oyunda önce tiyatroda ardından da Warner Bros. için 1935 yılında çektiği filmde oynatıyor. Böylece on dokuz yaşında Olivia’nın önünde Hollywood’a giden kapılar açılıyor. Önce “Kanlı Korsan” (Captain Blood), “Vatan Kurtaran Aslan” gibi Errol Flynn’le oynadığı “derin romantik, hızlı macera” filmleriyle sinema dünyasında adını duyuruyor. 1939 yılında da “Rüzgâr Gibi Geçti” filmiyle zirveye yürüyor.

Olivia de Havilland’ın “en iyi kadın oyuncu” dalında ilk Oscar ödülünü aldığı, Birinci Dünya Savaşı yıllarında evlilik dışı bir çocuk dünyaya getiren ve onu evlatlık vermek zorunda bırakılınca, yıllarca uzaktan takip edip yaklaşmaya çalışan bir anneyi oynadığı, Paramount Pictures yapımı, 1946 tarihli “Günah Çocuğu” (To Each His Own) filmini izleme olanağım olmadı.

“Günah Çocuğu,” kendisine hep tekdüze saf masum kadın rolleri verilmesine itiraz ettiği için Warner Bros.’un 1943 yılında Olivia’yı kara listeye alıp, sonra da işten atması yüzünden, açtığı davanın sonucu kesinleşene kadar iki yıl evinde oturup beklemek zorunda kalan yıldızın yeniden setlere döndükten sonra çektiği ilk film bu arada.

Yine bir Paramount yapımı olan, Olivia de Havilland’ın ikinci Oscar ödülünü aldığı 1949 tarihli “Miras” (Heiress) filmini ise geçen ay Arte televizyonunda büyük bir keyifle izledim.

Henry James’in, bir arkadaşının anlattığı gerçek olaydan yola çıkarak yazdığı, 1880 yılında yayınlanan romandan uyarlanan film, aradan geçen yetmiş bir yıla rağmen gerek teknik, gerek içerik, gerek oyunculuk açısından hâlâ çok güncel, taze ve etkileyici. “En iyi kadın oyuncu”nun yanı sıra, “en iyi sanat yönetimi ve set tasarımı”, “en iyi kostüm”, “en iyi müzik” dalında aldığı dört Oscar ödülünü sonuna kadar hak ediyor.

Olivia de Havilland, 1850’lerde henüz yeni gelişmekte olan New York’ta varlıklı, mevki sahibi doktor babası, kocasını kaybedince yanlarına gelen halasıyla beraber yaşayan, otuzunu geçmiş, hem kendi evinde, hem de içinde yaşadıkları toplumda evde kalmış kız gözüyle bakılan utanganç, insan içine çıkmaya çekinen, çıkarsa da iki lafı biraraya getiremeyen Catherine’i ustalıkla canlandırıyor. Catherine’in, üzerine geçirilmiş kalın güvensizlik ve çekingenlik perdesinin altından zaman zaman fışkıran yaşam tutkusunu, canlılığını ve direncini de son derece incelikli bir oyunculukla sergileyerek, akıllardan kolay çıkmayacak bir portre çiziyor.

Babası Doktor Sloper’ın, “onu en iyi okullarda okuttum, gelişsin diye onunla geceleri politika ve dünya meselelerini konuştum” diye övündüğü Catherine’in kendine güvensizliğinin temel nedeni, yine babası. Yani Dr. Sloper’ın, Catherine’i durmadan onu doğururken ölen annesiyle kıyaslayarak, önceleri kibar kibar, sonra da sözünü geçiremeyince son derece kaba ve gururunu kıracak şekilde aşağılayarak, hor görerek ve ona değer vermeyerek, kızına çocukluğundan beri psikolojik şiddet uygulaması.

Dr. Stopper’ın öfkesinin nedeni, Catherine’in, bir türlü, annesi gibi toplum içinde parlak güzel bir genç kadına dönüşmemesinin üstüne, bir de gönlünü servet avcısı dediği bir adama kaptırması.

Yakışıklılığının ve karizmasının zirvesinde bir Montgomery Clift’in oynadığı, Avrupa görmüş, Londra ve Paris’te yaşamış, bilgisi kültürü yerinde ama işsiz güçsüz ve beş parasız Morris gerçekten de Catherine’in mirasının peşinde olan bir servet avcısı. Ama Catherine sonunda ikisini de altedip, hayatına sahip çıkmaya, içindeki gücü tanımaya yöneliyor.

“Bu filmin yeri bende çok özeldir ve hep öyle kalacaktır. Filmi seyreden kadınlar beni çok iyi anlayacaktır,” diye değerlendiriyor Olivia de Havilland oynadığı “Miras” filmini.

Filmografisinde* 1935 – 1988 yılları arasında altmış bir film, dizi, TV filmi yer alan Olivia de Havilland en çok arandığı yıllarda, 1950’lerin ortasında Hollywood serüvenine “buraya kadar” diyor. “Ben ömrümü artık hayal dünyasında, rüyalar aleminde, setler dekorlar arasında değil, gerçek bir şehirde, gerçek insanlar, anıtlar, binalar arasında geçirmek istiyorum,” diyerek Paris’e yerleşiyor ve kendisine yeni bir hayat kuruyor.

Ağırlığı televizyona verse de 1988 yılına kadar oyunculuğa devam ediyor. 1965’de Cannes Film Festivali’nde ilk kadın jüri başkanı oluyor. Kültür ve sanat etkinliklerine katılıyor. ABD, İngiltere ve Fransa’nın kültür ve sanat alanında verdikleri en onurlu unvan, madalya ve nişanları alıyor.

Olivia de Havilland, planladığı gibi 110 yaşına kadar gelemese de, günahıyla sevabıyla, sevinciyle kederiyle, Tokyo’da başlayan, Hollywood’da süren ve Paris’te sonlanan dolu dolu uzun bir ömür geçiriyor şu güzelim “mavi” gezegenimizde, kendi deyişiyle gülerek, severek ve ışığın tadını çıkararak.

* Not: ABD’de Mayıs ayında siyahi George Floyd’un öldürülmesiyle başlayan, ardından dünyanın birçok ülkesine yayılan ırkçılık aleyhtarı gösteriler şiddetlenince, “ırkçı, köleci öğeler içerdiği” gerekçesiyle 10 Haziran 2020’de “Rüzgâr Gibi Geçti” filmini yayından kaldıran Amerikan paralı televizyon kanal grubu HBO, iki hafta sonra 24 Haziran’da, “Amerikan iç savaşı”nın tarihi içeriğini açıklayarak “Tarihi Bilgilendirme”yle bu “klasik” filmin tekrar ekranlara dönmesi kararı aldı.

Kaynakça:

(19 Eylül 2020)

Çiğdem Kömürcüoğlu

Adalet ve Önyargı

Roman Polanski’nin geçtiğimiz yıl Venedik Film Festivali’nden Büyük Jüri Ödülü ile dönmüş olan son çalışması ‘J’accuse / Suçluyorum’ bizde İngilizce yakıştırılmış isminin çevirisi olan ‘Subay ve Casus’ adıyla gösterime girmiş bulunuyor. Salgın nedeniyle vizyonu gecikmiş olan film, 19. yüzyıl sonlarında Fransa’da yaşanmış gerçek bir olayı konu ediniyor. Daha önce sinema ve tiyatroda defalarca ele alınmış olan ve Dreyfus vak’ası olarak bilinen gelişmeler, 1894 yılında Alman istihbaratı için casuslukla suçlanan yüzbaşı Alfred Dreyfus’un tam 12 yıl süren haksız mahkumiyeti çerçevesinde, dünya hukuk literatüründe yanlış adalet uygulamasının görkemli örneği olarak bilinir.

Fransa’da önemli hukuki tartışmalara neden olan Dreyfus davası, Paris’teki Alman Elçiliğinde hizmetçi olarak çalışan ve Fransız gizli servisi ile işbirliği yapan bir kadının çöp sepetinde bulduğu imzasız bir mektubu merkeze göndermesiyle başlar. Alman askeri ataşesine yazılmış olan mektupta Fransız Deniz Kuvvetleri’ne ilişkin gizli bilgilerin verilmesi vaad edilmektedir. Dreyfus’un el yazısının mektuptaki yazıya benzemesi şüpheleri genç yüzbaşının üzerine çeker. Zengin bir ailenin çocuğudur Dreyfus. Üstelik, Fransa’da içten içe kaynayan Yahudi düşmanlığına rağmen askeri okula kabul edilmiş ve üstün başarı sağlamış tek Yahudi subaydır.

1977 yılında Los Angeles’ta 13 yaşındaki bir kız çocuğuna uyuşturucu vererek tecavüz ettiği suçlamasıyla tüm dünyanın gündemine oturan ve Avrupa’ya kaçarak mahkûm olmaktan kurtulmuş olan Polanski, Dreyfus olayı ile neden ilgilendiğini filmin basın kitinde açıkça belirtmiş. Kendisinin de haksız yere suçlandığını ve Yahudi olduğu için hedef gösterildiğini bir kez daha vurgulamış. Polanski davasının hukuki kanıtlarını değerlendirmeyi yine hukukçulara bırakarak, filme dönecek olursak..

Başlangıç jeneriğinde, hikâyede tasvir edilmiş tüm kişiler ve gelişmelerin gerçek olduğu özellikle vurgulanmış. Açılış sahnesinin puslu kış gününde, tüm garnizonun önünde rütbesinin söküldüğü, silahlarının alındığı seremonide, 14. Topçu Alayı’nın bir zamanlar muteber yüzbaşısı, aşağılayıcı vatan hainliği suçlamasıyla mahkûm ediliyor, cezasını çekmesi için ıssız Şeytan Adası’na sürgün ediliyor.

İngiliz gazeteci Robert Harris’in aynı adlı romanından, Polanski ile birlikte kaleme aldığı sağlam bir metne dayanıyor film. Tarihi ayrıntılar, kişiler, devlet adamları ve özellikle tarihi dokuyu kaybetmemiş mekanlar ustalıklı bir biçimde filmin hizmetine sunulmuş. Davanın pusu açılış sahnesine benzer bir biçimde tüm filmin ruhuna sinmiş. Yanıltıcı belgeler arasında yol almaya çalışan ise Fransız istihbaratının başına yeni atanmış olan albay Georges Picquart.

Dreyfus’un harp okulundan hocası da olan Picquart, davayı soruşturan ana karakter olarak ön planda yer alıyor. İdealist bir kahraman olarak çizilmemiş Picquart. Ancak, istihbarat memurlarının, muhbirlerin, polislerin yuvalandığı bakımsız merkezi adam etmek ve ahlak çöküntüsü içinde olduğu dile getirilen dönemin Fransız ordu ve adalet sistemini kurcalamak niyetindedir. 18 yaşından beri içinde olduğu ve herşeyi olduğunu ileri sürdüğü ordu içinde skandal yaratmak değildir niyeti. Lakin, Dreyfus hakkında üst makamlara kadar uzanan düzmece belgeleri ortaya çıkardığında, onun da hayatı didik didik edilecek ve başı derde girecektir.

Özgün adını usta yazar Emile Zola’nın dava ile ilgili olarak Devlet Başkanı’na yazmış olduğu, çürümüş bir sistemi topa tutan, L’Aurore gazetesinde yayınlanmış ünlü mektubu ‘J’accuse / Suçluyorum’dan alan yapım, Polanski’nin elinde tıkır tıkır işleyen bir dedektif ve casusluk deneyimine dönüşmüş. Açılış sahnesinin pusunun izinde, yarı aydınlık bürolarda, koridorlarda yol alan filmde, belki de metaforik olarak o dönemin Fransa’sı ve adalet mekanizmasının üzerine çökmüş olan sis pus vurgulanmak istenmiş. Polanski’nin ‘Piyanist’ten beri birlikte çalıştığı Polonya asıllı yoldaşı, görüntü yönetmeni Pawel Edelman ve de Belle Epoque Paris’ini kusursuz bir biçimde yeniden yaratmış olan, özellikle müzikhol sahnesinde Lautrec ve Manet’nin dünyasına selam gönderen set tasarımcısı Jean Rabasse’ın özenli çalışmaları takdire değer.

Filmin oyuncu kadrosu da Fransız sinemasının önde gelen oyuncularından oluşmuş. Albay Picquart’da Jean Dujardin, Dreyfus’ta gözlüğü ve bıyığıyla hayli zor tanınan Louis Garrel, Picquart’ın uzatmalı sevgilisinde (Polanski’nin müstakbel eşi) Emmanuelle Seigner’e, kısa rollerinde Mathieu Amalric, Melvil Poupaud ile La Comédie Française’in saygın oyuncuları eşlik etmiş.

‘Subay ve Casus’ çok özenle çalışılmış, 87 yaşındaki Polanski’nin kişisel davasına atıfta bulunduğu bir vasiyet filmi. Önemli eksiği ise, gerçek olaylar ve kişilerden yola çıkarak dönem panoramasını kusursuz bir biçimde yaratırken, karakterler üzerine çok fazla derinleşememesi, akademik başarının ötesinde sinema sanatı açısından güçlü bir heyecan yaratamaması olmuş.

(03 Eylül 2020)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Sinemada Mimarlık: Estetiğin Yaşama Yansıması

Yaşamı güzelleştirmek isteyenler sadece işlevsellikle yetinmeyip estetiğini de gözettikleri için yaptıkları, her ne ise, muhakkak öne çıkıyor, yol gösteriyor, yol açıyor.

Mimarlık, yaşamın vazgeçilmezi muhakkak ki… Temel gereksinmelerden biri ve belki de en belirleyicisi, çünkü barın(a)madığınız zaman başka hiçbir şey yapamıyor, hiçbir güzellik üretemiyorsunuz. Temel gereksinimler arasında sayılmasa da sinema (yedinci sanat diyoruz ya, edebiyat, resim, müzik, tiyatro, heykel, dans gibi kendisinden önce var olan sanat dallarının hepsiyle iletişim içindedir) da yaşamsal bir gereksinimdir. Sanatla buluşmayan bütün çalışmalar belli bir süre sonra anlamlılıklarını da gündemdeki yerlerini de yitiriyor. Buna da bağlı olarak sinemanın (aslında sanatın tüm alanlarının) yaşamla iç içeliğini anlatan çalışmalara ihtiyacımız var.

Farklı bakışlarla…

Hikmet Temel Akarsu, Nevnihal Erdoğan ve Türkiz Özbursalı bu zorlu ve bir o kadar da gerekli çalışmayı yapmış, YEM Yayın da yayımlamış. Her ne kadar kitabı hazırlayan arkadaşlar mimarlık tarafından olsalar da edebiyatçı kimlikleriyle sinemanın gerekliliğini göz ardı etmeyip 40 yetkin yazarın 68 film üzerine makalesini sunmuşlar okura. Sinemayı sadece görsel sanat olarak görmememiz, görüntüde yer alan (dekor da dahil) her şeyin bir mimari olduğunu kabul etmemiz bir üst katmanda anlatılmak isteneni de kavramamızı sağlıyor. Kitapta yazıları yer alan akademisyenlerin, mimarların, iletişimcilerin, şairlerin, illüstratörlerin farklı bakışları filmlere de bambaşka nitelik kazandırıyor…

Sinemada anlamlılık…

Luis Bunuel, “Bir filmde bir şey iki kere görünüyorsa, bilin ki, başka bir anlamı vardır” diyor. Bu, izleyicinin o anki imgeleminde canlanan algının önemli olduğunu anlatıyor, bana göre de. Tam da bu açıdan, “Sinemada Mimarlık”, filmleri anlamak, kavramak ve algılamak için önemli ipuçları veriyor. Bunu biraz daha ileri taşıyarak, sokağın, mahallenin, semtin, kentin yaşamını da ele verdiğini söyleyebiliriz. Kentin de sanatın da toplumdan ayrı tutulması pek mümkün değil.

Görsel şölen…

Bir filmde, daha senaryo aşamasında, karakter tanımlamaları yapılır. O tanımlamalar çerçevesinde mekân ve zaman saptanır. Başrolün karakteri kentinden, içinde yaşadığı evinden, evin düzeninden ayrılabilir mi? Hepsi birbiriyle uyumlu, ilintili ve birbirini tamamlayıcı olunca ortaya görsel bir şölen çıkar. Film de keyifle, heyecanla, mutlulukla, merakla izlenir.

Biraz yaşam, biraz ekonomi, ama çok da sosyal politika vardır her filmde. “Sinemada Mimarlık”ı oluşturan yazarlar -ki, içlerinde iletişim uzmanları, sinemacılar, edebiyat eleştirmenleri, mimarlar var- filmleri gerçekten hallaç pamuğu gibi atmış, ince ince irdelemiş, şeytanın gizlendiği ayrıntıları da atlamayarak yazmışlar.

Başucu kitabı…

“Sinemada Mimarlık”, bir seferde okunup bir tarafa konulacak bir çalışma/kitap değil. İrdelenen 68 filmin içinden aklınıza takılanı (belki de en çok sevdiğinizi) okuyabilir, bir diğer film yazısını başka bir zamana bırakabilirsiniz.

Kitap; Mimarlığa İlham Veren Filmler, Çevre ve Mekân Psikolojisi Bağlamındaki Filmler, Mimarı ve Tarih Bağlamındaki Filmler, Bilimkurgu ve Distopyalar, Fantaziler, Ekolojik Filmler gibi on bölüme ayrılmış… bu da bir diğer nedeni başucu kitabı olmasının. Dilerseniz “usta”ların klasiklerinden, dilerseniz estetik değerlerin yok edildiğini hüzünlü gözlerle anımsayacağınız yeni zaman filmlerinden, isterseniz yerli isterseniz yabancı film anlatımlarından veya bir ondan bir bundan okumaya başlayabilirsiniz. Belki sizlerin aklına başka bir ayrıntı takılır, üzerine yazarsınız. En önemlisi; sinemada anlatılanların yaşamdan ayrılmadığını göreceksiniz, filmleri artık bir başka açıdan izleyeceksiniz.

Sinemada Mimarlık
Hikmet Temel Akarsu, Nevnihal Erdoğan, Türkiz Özbursalı
YEM Yayın
Temmuz 2020, 432 s.

(31 Ağustos 2020)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Çiğdem Kömürcüoğlu Yazıyor: Afedersiniz, Sinyor Sordi!

“Federico Fellini: ‘Maestro 100 Yaşında’” yazım geçtiğimiz Haziran ayında bu sütunlarda yayımladığından beri vicdanım rahatsız. Sanki işimi eksik yapmışım ya da yarım bırakmışım gibi. Neden derseniz, 1939-40 yıllarının başında karınlarını doyurmak için Via Frattini’deki mandırada bir tabak spagettiyi bölüşen, beş parasız iki genç adam olarak geceleri Roma sokaklarını arşınlayıp, yıldızlara bakarak, biri “dünyanın en iyi yönetmeni”, diğeri … Devamı… »

Dünyanın Tüm Günahları

‘Boyalı Kuş / The Painted Bird’ kişisel tarihimde önemli yeri olan bir edebiyat klasiğidir. Jerzy Kosiński’nin 1965 tarihli romanı, yetmişli yılların başlarında dilimize çevrilmiş ve dönemin önde gelen yayınevi E Yayınları’nca basılmış kopyası, edebiyat çevresinde büyük ilgi uyandırmış, ergenlik yıllarımın elden ele dolaşarak bir solukta okunan kült eserleri arasında yer almıştı.

Eser, küçük yaşlarda bir Yahudi çocuğunun Slav illerinde yapayalnız mücadelesi üzerinedir. Hayatta kalması için köylük yerde büyükannesine teslim edilen Joska, yaşlı kadının ani ölümüyle yollara düşecek ve savaşın çaresizliği altında ezilen insanoğlunun tüm günahlarıyla yüzleşecektir.

Kosinski’nin, ülkesi Polonya’da yıllarca yasaklı kitaplar listesinde yer almış olan eseri, İkinci Dünya Savaşı’nın Doğu Avrupa’sında sığınacak yer arayan küçük çocuğun farklı karakterlerin zulmünden kaçmaya çalışırken masumiyetini yitirmesi üzerinedir. İnsanoğluna özgü şiddet ve zulüm eserin filmin ilk sahnesinden aktarılır. Evcil dağ gelinciği ile koşuşturan Joska, zorba yaşıtlarınca yakalanır ve küçük hayvan eğlence için canlı canlı ateşe verilir.

Bu vahşetin ilk perdesidir yalnızca. Romanın epizodik izleğini süren film, çocuğun yıllar alan mücadelesi süresince cinsel istismardan toplu katliama vahşetin binbir yüzüne tanıklık eder. Ve hayatta kalmak için göze göz dişe diş öldürmeyi öğrenir Joska. Hiç konuşmaz. Sadece izler. Cüsse olarak değil belki ama ruhen büyür ve yaşlanır. Saf çocukluğu ile birlikte ruhunu yitirir bu süreç boyunca. İsa peygamber misali dünyanın tüm günahlarını üstlenmez, sıradan bir insan gibi günah işlemeyi öğrenir.

‘Boyalı Kuş’ okunması olduğu denli seyri de zor, çok zor bir film. Söz gelimi, Elem Klimov’un 1985 yapımı ‘Gel ve Gör / Idi i Smotri’ filminin insanı kahreden toplu katliam bölümü ile kıyaslanabilecek sert sahneler mevcut. Nitekim 76. Venedik Film Festivali’ndeki ilk gösteriminde, 169 dakika uzunluğundaki bu vahşet silsilesi fazlasıyla rahatsız edici bulunmuş, şık beylerin ve hanımların bir kısmı film bitmeden çıkış kapılarına yönelmişti. Ancak, şiddetin tasvirinden ziyade, vahşetin süreç boyunca ana karakterin gözünde nasıl da olağanlaştığına tanık olmanın çok daha dehşet verici olduğunu düşünüyorum.

Üçüncü uzun metrajını çeken Çekya asıllı yönetmen Václav Marhoul, edebi metni büyük bir ustalıkla beyazperdeye uyarlarken şiddeti sömürmüyor gerçi. Öykünün geçtiği belli bir ülke adı vermiyor, farklı Slav aksanları kullanmaya özen gösteriyor. Film için yeterli hazırlığı yapmak ve finansman bulmak için tam 11 yılını almış. Kurbandan katile dönüşen 10 yaşlarındaki ana karakterini canlandıran küçük yeteneği (Petr Kotlár) bir Çekya köyünün sokaklarında keşfetmiş. Kısa yan rollerde etkileyici performanslar veren Harvey Keitel, Udo Kier, Stellan Skarsgård, Julian Sands, Barry Pepper gibi uluslararası yıldız isimlerle çalışmış.

Filmin sinema tarihine geçecek en önemli artısı ise görselliği kuşkusuz. 35 mm peliküle siyah-beyaz formatta çekilen film 1940’lar dünyasının çaresiz vahşetini mükemmel bir biçimde beyazperdeye yansıtıyor. Filmin Çekya asıllı görüntü yönetmeni Vladimir Smutný’nin geçtiğimiz yıl Venedik’ten ödülle dönmesi bu açıdan hiç de rastlantı değil. ‘Boyalı Kuş’ çok başarılı bir edebiyat uyarlaması ve salgın nedeniyle gösterime girebilen filmler içinde mutlaka izlenmesi gereken yılın en iyilerinden.

(22 Ağustos 2020)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Afedersiniz, Sinyor Sordi!

“Federico Fellini: ‘Maestro 100 Yaşında’” yazım geçtiğimiz Haziran ayında bu sütunlarda yayımladığından beri vicdanım rahatsız. Sanki işimi eksik yapmışım ya da yarım bırakmışım gibi.

Neden derseniz, 1939-40 yıllarının başında karınlarını doyurmak için Via Frattini’deki mandırada bir tabak spagettiyi bölüşen, beş parasız iki genç adam olarak geceleri Roma sokaklarını arşınlayıp, yıldızlara bakarak, biri “dünyanın en iyi yönetmeni”, diğeri “İtalya’nın en büyük aktörü ve sinemacısı” olma hayalleri kuran, üstelik de bunu gerçekleştiren ikilinin diğer yarısı Albero Sordi’yi henüz yazmadım diye. Çünkü bu yıl, yani 2020, yalnızca Fellini’nin değil, Sordi’nin de 100. doğum yılı.

Ama Sordi 15 Haziran 1920 doğumlu olduğu için henüz geç kalmış sayılmam.

Geçtiğimiz haftalarda İtalyan Rai 1 kanalında yayınlanan eski starlara, şarkıcılara, yazarlara dönük bir televizyon programına katılan üç davetliden, (yaşadığımız bu korona virüs salgınından beri her yerde bir eskiyi arayış, eskiye dönüş özlemi var nedense) önceden anketle belirlenmiş saptamaya göre, İtalyan sinemasının vefat etmiş ya da artık aktif olarak sinema yapmayan efsane oyuncularından ilk on sırayı alan isimleri bulmalarını istediler.

Birinci sırayı Sophia Loren kimseye kaptırmamış. Ancak Loren’in arkasında ünlü yapımcı eşi Carlo Ponti’nin gücünü unutmamak lazım. Alberto Sordi ikinci sıraya oturmuş. O nedenle onun erkek efsane oyuncuların birincisi olduğu kolaylıkla söylenebilir.

Beni en memnun eden ama biraz da şaşırtan, Gina Lollobrigida, Claudia Cardinale ve Vittorio Gassman gibi çok ünlü isimler listede gerilerde kalırken, Virna Lisi’nin üçüncü sırayı alması oldu. Bu zarif ve güzel kadının, hak ettiği gibi, iyi oyuncu olarak da kendisini kabul ettirmiş olmasına çok sevindim.

Sırasıyla, Toto dördüncü, Anna Magnani beşinci, Marcello Mastroianni altıncı, “Postacı” filminin unutulmaz postacısı Massimo Troisi yedinci, Nino Manfredi sekizinci, Monica Vitti dokuzuncu sıradaydı. Ünlü yönetmen Vittorio De Sica da, oyuncu olarak, onuncu sıradan, ilk 10’a girmeyi başarmıştı.

100. doğum yılı nedeniyle İtalyan televizyonlarında şu aralar hafta en az bir iki Alberto Sordi filmi yayınlanıyor. Rai 3 kanalında “100 di questo Sordi” diye bir sinema kuşağı da yayında.

Ayrıca Sordi’yi Luca Manfredi’nin yönettiği, kısa sürede milyonlarca kişi tarafından izlenen, 2020 yapımı, “Permette? Alberto Sordi”* (Pardon? Alberto Sordi) adlı biyografik TV filmiyle de anıyor İtalyanlar.

Film, 1937 – 1957 yıllarında, 17 – 37 yaşlarını süren Alberto Sordi’nin hayatından 20 yıllık bir kesit sunuyor ve tüm engellere, engellemelere rağmen, adım adım, düşe kalka sinemada başarıya doğru yürüyüş öyküsünü ekrana taşıyor. Bitiş jeneriğinde ise Sordi’nin artık ünlü ve sevilen bir aktör olarak kabul edildiğini müjdeleyen, 1954 yapımı “Roma’da bir Amerikalı” filminden spagetti makarnayı çatalladığı sahnelerin görüntüsü akıyor.

Kadim dostu Fellini’nin yanı sıra, Sordi’nin hayatının kadını olarak nitelenen ve bir röportajında “evlenebileceğim tek kadındı”* dediği Andreina Pagnani’yle dokuz yıl süren ilişkisi ile ailesiyle sıkı bağları filmde geniş yer tutuyor.

Film, Milano’da lüks Continental Otel’de teşrifatçı olarak çalışan, 17 – 18 yaşlarındaki Alberto Sordi’nin, “müşterileri rahatsız ettiği ve işe geç geldiği” gerekçesiyle işinden kovulması ve aynı anda baskın Roma lehçesi yüzünden devam ettiği oyunculuk akademisinden de atılmasıyla başlıyor.

Sordi’nin rahatsız ettiği iddia edilen hatırlı müşteri, yönetmen – oyuncu Vittorio De Sica. Otele her geldiğinde Sordi bir bahaneyle onun yanına gidip kendini hatırlatıp oyuncu olma hayalinden söz etmeye çalışıyor. De Sica da son derece züppe bir tavırla ona, “Bu suratla olmaz yavrucum. Sen kendine dublaj falan gibi başka alanlarda iş ara” diyor.

Diksiyon hocası tarafından “Boşuna uğraşıp zaman kaybetme. Bu lehçeyle senden asla aktör olmaz,” iddiasıyla Akademi’den de gönderilen Sordi istemeye istemeye Roma’daki baba evine dönmek zorunda kalıyor.

Filmde anlatılana göre, Sordi ile Fellini Roma’da ilk kez bir sinemada tesadüfen karşılaşıyorlar. Ardından, ailesi tarafından üniversitede hukuk okusun diye Rimini’den Roma’ya gönderilen Fellini’nin, o sırada yaptığı iş olan, çizgi roman karelerini çizerken mekân tuttuğu Via Frattini’deki mandırada ikinci kez yine tesadüfen rastlaşıyorlar ve kısa sürede ayrılmaz ikiliye dönüşüyorlar.

Filmin başlarında ilginç bir anekdot var. Fellini Sordi’ye “Bu akşam seni çok özel bir yere götüreceğim,” diyerek kolundan tutup onu bildiği bir falcıya götürüyor.

Falcı kadın, Fellini’ye, “Sen çok büyük başarılar kazanacaksın, büyük adam olacaksın. Hayatına iri yarı, beş demir adam girecek ve işinde sana çok yardımcı olacaklar,” diye övgüler yağdırıyor. Kartları yorumlamayı bitirince de “Tabii ki senden para almayacağım,” diyor. Fellini’nin ağzı kulaklarında.

Sıra Sordi’ye geliyor. Falcı kartları açıyor. Yüzünü ekşitiyor. “Senin işin zor. İlerlemek istediğin yolda önüne çok engeller çıkacak. Ama herşey senin elinde. Düştüğün yerden kalkabilirsen, başarıya gidersin. Yoksa düştüğün yerde kalırsın,” diyor. Sordi’nin morali bozuluyor, yüzü düşüyor.

Falcı bir de fal için ondan 20 liret isteyince, dışarı çıktıklarında Sordi, “Cebimde bir yirmi liretim vardı. Şimdi o da gitti. Yiyecek alacak param kalmadı,” diyerek yanında kıkır kıkır gülen Fellini’ye iyice öfkeleniyor.

Alberto Sordi aktör olma yolunda zorluklarla karşılaşıp -çünkü ona “bu suratla olmaz” diyen tek kişi Vittorio De Sica değil- morali bozulduğunda Fellini daima, “Unutma, falcı ‘herşey sana bağlı, düştüğün yerden kalkarsan başarırsın’ dedi,” diyerek Sordi’yi ateşliyor, tekrar mücadeleye yönlendiriyor.

Fellini yabancı film dalında ilk Oscar ödülünü 1957 yılında, 1954’de çektiği “Sonsuz Sokaklar’la (La Strada) alıyor.

Filmde Fellini, elinde bir şişe şampanya, Oscar aldığı müjdesini vermek ve birlikte kutlamak için, Sordi’yi geceleri buluştukları meydana çağırıyor ve Oscar kazandığını bildiren mektubu uzatıyor. Mektubu okuyan Sordi, “Bak işte falcının sana söyledikleri çıktı. Falcının sözünü ettiği, o sırada ne olduğunu anlayamadığımız iri yarı demir adam, bu Oscar heykeli. Demek ki bunun gibi dört tane daha kazanacaksın,” diye yorum yapıyor.

Bu falcı anekdotu gerçek mi, yoksa dramatik unsur olarak mı biyografik filme eklenmiş, bunu doğrulama imkânım yok. Ancak Fellini’nin spiritualizme çok meraklı olduğu bilinen bir gerçek.

Milano’dan Roma’ya döndükten sonra Sordi şansını ilk olarak Cinecitta’da figüranlık işleriyle deniyor. Hatta 1942 yılında bir savaş filminde önemli bir rolde oynuyor. Ama beklediği kapılar açılmıyor.

Roma Operası’nda müzisyen olan babası, oğlunun aktör olma hayalinden bir türlü vazgeçmediğini görünce, “Oğlum,” diyor “ben de gençken keman sanatçısı olmak istiyordum ama keman çalmak isteyen çoktu, rekabet çok yoğundu. Vazgeçtim. Tuba çalan yalnızca iki kişiydik, onun için hiç işsiz kalmadım. Sen de evine ekmek götürmek istiyorsan dublaj işine yönel.”

Sordi istemeye istemeye de olsa, babasının ısrarı üzerine Laurel Hardy’nin italyanca dublajı için MGM’in açtığı yarışmaya katılıyor ve kazanıyor. Dünyada Laurel yani Ollie Hardy’i en iyi seslendiren kişi kabûl edilen Sordi, 1939 – 1951 yılları arasında 40’dan fazla Laurel ve Hardy filminde dublaj yapıyor. Ayrıca dublaj işini bırakacağı 1956 yılına kadar Anthony Quinn, Robert Mitchum, Pedro Armendariz gibi çok sayıda ünlü oyuncuya da sesini veriyor. Radyoda başarılı programlar yapmaya başlıyor.

Bu arada sinema oyunculuğu hayalinden hiç vazgeçmeyen Alberto’ya önemli destek İtalyanların komedi ve drama oyunculuğu üstadı Aldo Fabrizi’den geliyor. Hani Rosselini’nin yönettiği “Roma Açık Şehir” filminde nazilere baş eğmeyen o unutulmaz rahip.

Fabrizi komedi oyunculuğunun incelikleri, zamanlaması, vurguları konusunda Sordi’yi eğitiyor. Yeni oluşturduğu kumpanyada onu sahneye çıkarıyor. Radyo programlarının yanısıra, müzikhollerde ve varyete şovlarda sahne almaya başlayan Sordi giderek komedi şovların aranan ismi oluyor. Ama küçük küçük rollerde oynamasına rağmen sinemada bir arpa boyu yol alamıyor.

Aynı yıllarda yani 40’lı yılların başında Alberto Sordi’nin hayatına çok önemli bir başka isim giriyor: Andreina Pagnani.

İtalyan tiyatrosunun “prima donnası” diye tanımlanan Pagnani, Sordi’den 14 yaş büyük, 1906 doğumlu. 16 film de çeken Pagnani, Greta Garbo’dan, Marlene Dietrich’e, Rita Haywoth’dan Bette Davis’e hemen hemen tüm ünlü Hollywood yıldızlarına sesini veren, aranılan bir dublaj sanatçısı ayrıca.

Pilot olan kocasını 1933 yılında bir kazada kaybeden bu çok güzel, zarif, şık, zengin ve ünlü kadınla Sordi önce arkadaş, ardından kısa sürede sevgili oluyorlar. Sanatçılar, oyuncular, kültür insanlarından oluşan geniş bir çevresi olan Andreina Pagnani, Sordi’nin hayatında bir nevi “Pygmalion” rolü oynuyor. Onu çevresine tanıtıyor, oturması, kalkması giyinmesiyle ilgileniyor, ufkunu genişletiyor. Sordi Andreina’nın çok güzel döşeli evine taşınınca, spor arabalar, şık tatillerle farklı bir yaşam başlıyor.

Ancak Sordi, dindar katolik orta halli bir aileden geliyor. Çok düşkün olduğu öğretmen annesi, “O bizden biri değil,” diyerek bu ilişkiyi onaylamıyor. Öğretmen olan ikiz ablaları da öyle. Ve filme bakılırsa, anne, ölmeden önce oğlundan Andreina’yla evlenmeyeceği sözü vermesini istiyor.

Beraberlikleri boyunca, tiyatro ve sinemada zaten parlak bir kariyeri olan Pagnani’ye güzel teklifler gelirken, Sordi’nin içine girdiği yeni ortama rağmen hâlâ sinemanın kapılarının aralanmaması, ikilinin ilişkisini zaman zaman ciddi geriyor. Hatta Andreina’yı, “Sinemacılar seni istemiyorsa, ben ne yapayım,” dedirtecek duruma getiriyor filmde.

50’li yılların başında Sordi’nin bir kaçamağı ilişkinin sonunu getiriyor. Andreina, Sordi’ye sürpriz yapmak için seyahatinden bir gün önce dönünce, onu birlikte sahneye çıktığı dans partneriyle yakalıyor. Sordi’yi terkediyor.

Filme göre, Sordi’nin ısrarına ve ikisinin de çok üzülmesine rağmen Andreina Pagnani kararından dönmüyor. 1942’de, Sordi 22, Andreina 36 yaşındayken başlayan güzel bir ilişki, filmden anlaşıldığına göre sıradan bir kaçamak yüzünden, dokuz yıl sonra sona eriyor.

Bu arada tutulan komedi şovlarından yola çıkarak çekilen bir iki filmle adı duyulmaya başlayınca, Sordi’ye hiç beklemedik yerden teklif geliyor.

17 yaşından beri ona, “Bu suratla olmaz yavrucum. Sen kendine dublaj falan gibi başka alanlarda iş ara” diyen Vittorio De Sica, Sordi’ye ortak film yapmayı öneriyor.

1951’de “Mamma mia, che impressione!” adlı komedi filmi yapıyorlar ama film tutmuyor. (Ancak İtalyan sinemasının bu iki dev ismi ileriki yıllarda birlikte başarılı işler yapıyorlar.)

Ardından Fellini, yazıp yöneteceği “Beyaz Şeyh” adlı ikinci filminde, şeyhi Sordi’nin oynamasını yapımcılarına kabûl ettiriyor. Ama ticari açıdan iş yapmayan bu romantik komedi de Sordi’ye aradığı başarıyı getirmiyor.

Şans nihayet Sordi’nin yüzüne, bir yıl sonra 1953’de, yine Fellini’nin, Rimini’deki gençlik günlerinden yola çıkarak çektiği üçüncü filmi, bir türlü büyümek istemeyen bir arkadaş grubunu anlattığı “I Vitelloni” filmiyle gülüyor.

Sordi canlandırdığı hayalperest, kırılgan, hafif efemine karakterle bir eleştirmenin dikkatini çekmeyi başarırken, komedi – drama dalındaki film Venedik Film Festivali’de Gümüş Aslan ödülü alıyor. Özgün senaryo dalında Oscar’a aday oluyor.

Bir yıl sonra 1954’de “Un Giorno in pretura” filminde canlandırdığı, gölde yüzerken elbiseleri çalındığı için gizli saklı evine gitmeye uğraşırken, çıplak dolaştığı, göle çıplak girdiği gerekçesiyle hakim karşısına çıkarılan vatandaş karakteri, halk arasında öylesine popüler oluyor ki, Sordi birkaç filmde daha benzer karakterleri oynuyor.

Bu filmlerden biri de, pek çok İtalyanın içinde kendini bulduğu “Roma’da Bir Amerikalı.”

On yedi yıl “sinema” diye uğraşıp didinen Sordi, bu filmlerden sonra, İtalyanların “Bizim Gibi Bir İtalyan” diye bağırlarına bastıkları “Albertone”lerine dönüşüyor.

“Ben hırsızı da, dolandırıcıyı da, gangsteri de oynarken, onlar kendilerini nasıl görüyorlarsa onları öyle oynarım, kötü adamlar olarak değil. Çünkü onlar kötü şeyler yaparlar ama kendilerini kötü olarak görmezler. Tersine kendi yaptıklarının işin doğrusu olduğunu zannederler. Bu şekilde oynayınca çelişki daha iyi ortaya çıkar, daha iyi sergilenir. Kötü şeyler yapanı bir de sen kötü diye vurgulayarak oynarsan, abartı olur, işin ayarı kaçar,” diye doğal oyunculuk tekniğini tanımlıyor Alberto Sordi.*

Oynadığı karakterlere, komediyse hafif bir dramatik hava, dramsa küçük bir komedi unsuru katıyor. O çok eleştirilen “baskın Roma lehçesini” de oyunculuğunun önemli bir komedi unsuruna dönüştürmeyi başarıyor.

Hiç evlenmiyor Alberto Sordi. Andreina Pagnani’den sonra adının başta Silvana Pampanini, Prenses Süreyya, Shirley McLaine, soprana Katia Ricciarelli gibi birçok ünlü kadınla anılmasına rağmen, Andreina’dan başka hiçbir ilişkiyi doğrulamıyor ve kabullenmiyor.*

Özel hayatını kamera ışıklarından uzak tutuyor. İkiz ablalarıyla aynı evde oturuyor, kendi dünyasında içe dönük bir yaşam sürüyor. “O benim hayatım” dediği sinema için yaşıyor, gitme vakti gelene kadar.

Sordi’nin filmografisinde*, 1937 – 1998 yılları arasında oyuncu olarak 152, senaryo yazarı olarak 48, yönetmen olarak 19, yapımcı olarak 2 film sıralanıyor. 1964’de “Il Diavola” filmiyle aldığı bir Altın Küre, Berlin Film Festivali’nden 1972’de bir Gümüş Ayı, İtalya’dan 12 David di Donatello ve Venedik Film Festivali’nden bir Altın Aslan ve iki özel ödülü var.

“Bu suratla olmaz”, “bu lehçeyle asla olmaz” diye uzun yıllar sinemada kapılar yüzüne kapanan Sordi, sonunda, küçük küçük ya da büyük büyük dolandırıcılıkları, hiç beklenmedik anda ortaya çıkan kahramanlıkları, çapkınlıkları, sakarlıkları, kurnazlıkları yani hataları sevaplarıyla İtalyanların, özellikle de İtalyan erkeğinin sinemadaki “en başarılı yüzü” kabûl ediliyor, sadece komedi değil, aynı zamanda drama dalındaki filmleriyle de.*

Ailesinin, dostlarının, hayranlarının “Albe”si, 24 Şubat 2003’de 83 yaşında vefat ettiği zaman, “Bizim Gibi Bir İtalyan” dedikleri sevgili “Albertone”lerini uğurlamak için Roma’da cenaze ayinin düzenlendiği Aziz John Lateran Bazilikası’nın dışında bir milyondan fazla kişi toplanıyor.

Yarı aç yarı tok gezen bir genç adam iken, yıldızlara bakarak hayal ettiği gibi, İtalya’nın uluslararası üne sahip en önemli oyuncularından ve sinemacılarından biri olarak dünyamıza veda ediyor Alberto Sordi.

* “Permette? Alberto Sordi”: TV film. Yıl, 2020. Yön. Luca Manfredi, Oyuncular: Edoardo Pesce (Sordi), Pia Lanciotti (Andreina), Alberto Paradossi (Fellini), Francesco Foti (De Sica), Pasquale Petrolo (Fabrizi)

Kaynakça:

(20 Ağustos 2020)

Çiğdem Kömürcüoğlu

Star da Olsa… Biz Kadınlar…

Dört ay önce, 23 Mart’ta, aramızdan ayrıldığından bu yana, İtalyanların ünlü oyuncusu Lucia Bosé’yle ilgili bir şeyler yazmak istiyordum. İspanya’da koronavirüsün ilk kurbanlarından biri olarak hayatını kaybettiğinde 89 yaşındaydı.

Adını duydunuz ya da duymadınız. Ben de onu ilk kez 1999’da Ferzan Özpetek’in “Harem Suare” filminde izledim. Diyecektim ki, yazıyı yazarken, çok eskilerde Lucia Bosé’nin bir filmini görmüş olduğumu fark ettim.

“Roma Ore 11”. 1952 yapımı, Giuseppe De Santis yönetmiş. Bizde 1958 yılında “Acı Lokma” adıyla gösterime girmiş. Acı Lokma” benim çocuk yaşlarda izlediğim ve hiç unutmadığım bir film aslında.

Gerçek olaydan yola çıkan “neorealist” film işsizliğin doğurduğu bir faciayı beyazperdeye taşıyor.

1951 yılı, ocak ayı. Roma’da sıradan bir sekreterlik işi için verilen gazete ilanına 200 kadın müracaat ediyor. Herkesle görüşmeye zaman yetmeyeceği ortaya çıkınca, kadınlar sıkış tepiş, itiş kakış binanın merdivenlerine hücum ediyorlar.

Acı Lokma (Roma Ore 11)

Yağmurlu bir gün. Küçük eski bir bina. Merdiven bu itişmeye dayanamayıp çöküyor. Kadınlar tuğlalar, toz yığınları, kopan parçalar arasında aşağıya yuvarlanıyorlar.

Lucia Bosé, filmin öyküsünü anlattığı beş kadından birini oynuyor. Bosé’yi hatırlamıyorum ama merdivendeki arbede, kadınların aşağıya düşmeleri ve hastanede öykülerini dile getirirken dramatik halleri hâlâ gözümün önünde.

İnsanın yüzünde aniden patlayan bir şamar gibi sersemletici, çarpıcı bir kadın Lucia Bosé. “Harem Suare” filminde beni de öyle çarptı işte.

Padişah İkinci Abdülhamit’e hediye edilen ve sarayda bir harem ağasına aşık olup, onunla tutkulu bir aşk yaşayan ve haremde ayakta kalmak için onunla beraber mücadele eden İtalyan asıllı cariye Safiye’nin yaşlılığını oynuyordu. Safiye’nin gençliğini oynayan da Belçikalı oyuncu Marie Gillain’di.

Filmin başında ve sonunda tren istasyonunda geçen kısacık bir rolü vardı Bosé’nin. Ama yetti. Filmin sonunda, aklımı da peşine takıp, trene binip gitti.

“Büyük rol küçük rol yoktur, iyi oyuncu kötü oyuncu vardır” derler. Bu önermenin sağlaması gibiydi.

Sonra 2006 yılında Lucia Bosé’yle İtalyan çizmesinin en güneyindeki Lecce kentinde 7. Avrupa Sinema Festivali’nde karşılaştım. Festivalin onur konuğuydu. Onu ilk gördüğümde festival izleyicilerinin de bulunduğu kabul salonunda bir sandalyede, gece mavisi şık takımı içinde dimdik oturuyordu. Laciverde boyalı kısa kesilmiş saçlarıyla müdanasız bir duruşu vardı. 75 yaşına rağmen bakmadan geçemiyordunuz.

Sinema dünyasında güzel kadın çok. Ama Bosé, anlatılanlara göre, kendisi güzelliğini umursamasa da, hayatı boyuncu “zamansız, sıradışı güzelliğe sahip” bir kadın oyuncu olarak tanımlanmış.

28 Ocak 1931 doğumlu. Milano’nun yoksul bir kesiminde doğup büyümüş. İkinci Dünya Savaşı’ndan yanmış yıkılmış harap olmuş olarak çıkan İtalya’da savaş sonrasında zaten yoksulluk, işsizlik, sefalet diz boyu.

1947 yılında Milano’da “Pasticceria Galli”* pastanesinde çalışırken, tesadüf sonucu katıldığı güzellik yarışmasında, 16 yaşında İtalya Güzeli seçiliyor. Aynı yarışmada, bir süre sonra sinemanın ünlü isimleri olacak Gina Lollobrigida (20) üçüncü, Bizans İmparatoriçesi Teodora rolüyle tanıyacağımız Gianna Maria Canale (20) ikinci ve Eleonara Rossi Drago (22) da dördüncü güzel seçiliyor ama evli olduğu için diskalifiye oluyor.*

Lucia Bosé daha pastanede çalıştığı sırada, ünlü yönetmen Luchino Visconti’nin dikkatini çekiyor. “Sen tam sinema için yaratılmışşın” değerlendirmesini yapan Visconti, Lucia’ya sinemaya yönelmesini tavsiye ediyor. Onu önce “Acı Pirinç” filminin yönetmeni Guiseppe de Santis’e, ardından da yönetmen Michelangelo Antonioni’ye yöneltiyor.

Visconti’nin kendisi ise Lucia’yla film değil tiyatro yapmak istiyor. Ama Lucia bir sağlık sorunu nedeniyle tiyatroda oynayamıyor.

Dino Rossi’nin çektiği kısa filmin ardından, Lucia Bosé 1950’de Roma’da setlere ayak basıyor ve o yıl ilk iki uzun metraj filmini çeviriyor.

Ünlü aktör Ralf Vallone ile kamera karşısına geçtiği “Non c’é Pace Tra Gli Ulivi” adlı ilk film onu tanıtıyor. Aynı yıl Michelangelo Antonioni’nin yönettiği, gerilimli aşk üçgenini konu alan “Cronaca di un Amore”yle büyük çıkış yakalıyor.

Massimo Girotti ile oynadığı bu kara filmde, Milano’nun yoksul mahallesinden gelen 19 yaşındaki Lucia Bosé, Milano yüksek sosyetesine mensup, yedi yıllık evli, 27 yaşındaki vamp kadını büyük başarıyla canlandırıyor.

1950 – 1955 yılları arasına, beş yıl içinde peşpeşe on dört film çekiyor. İtalyan sinemasında, gerçekliği, doğallığı, sosyal içeriği ön planda tutan, sosyal reformu savunan “neorealizm” akımının en çok aranan oyuncularından oluyor.

1954 yılının Aralık ayında, ünlü İspanyol oyuncu Javier Bardem’in dayısı Juan Antonio Bardem’in çekeceği “Bir Bisikletlinin Ölümü” filminde oynamak üzere İspanya’ya gidiyor. Ve daha Madrid Barajas havaalanına ayak bastığı an, (klişe de olsa yazacağım) kader ağlarını örüyor, çanlar Lucia Bosé için çalıyor.

İster tehlike çanları deyin, ister evlilik çanları!.

Lucia Bosé’yi karşılamak üzere havaalanına gelen filminin yapımcısı Manuel Goyanes, ne boğalar, ne de güreşçileriyle en ufak ilgisi ve bilgisi olmayan Bosé’yi, tesadüfen o sırada havaalanında bulunan, dünyada “El Cordobes” diye bilinen, ünlü matador ve uslanmaz Don Juan, Luis Miguel Dominguin ile tanıştırıyor.

Bir süre sonra Küba Büyükelçiliğinde verilen davette tekrar karşılaşıyorlar. Andrés Amoros’un “Luis Miguel Dominguin, Number One”* adlı kitabında anlattığına göre, davetten sonra grup halinde bir gece kulübüne gidiliyor. Ve orada dans ederken Dominguin, Lucia’ya sıkı kur yapmaya başlıyor.*

Ardından bir gece başbaşa yemeğe çıkıyorlar. Ama o gece Lucia’nın başağrısı tutuyor.

Geçen günlerde şimşekler çakıyor. Lucia ile Dominguin tutkulu, ateşli bir aşka yuvarlanıyorlar. Bir yıl önce ünlü yıldız Ava Gardner’le ilişkisi manşetlerden inmeyen Dominguin daha bir kere öpmeden Lucia Bosé’ye evlenme teklif ediyor.

01 Mart 1955’de Las Vegas’ta medeni nikâhla evleniyorlar. 19 Ekim 1955’de de dini nikâh yapıyorlar.

Bütün yapımcıların yönetmenlerin peşinde koştuğu, paylaşılamayan Lucia Bosé, böylece 24 yaşında, sinemada geleceğinin çok parlak olduğu bir dönemde aşk ve evliliği için herşeyi arkasında bırakıp İspanya’ya yerleşiyor. Üç çocuk doğuruyor.

13 yıllık evliliği boyunca Lucia’yla boğalar, arenalar ve o malûm çevreler arasında en küçük yakınlaşma olmuyor. Huylu huyundan vazgeçmez misali Dominguin’in yeniden çapkınlığa başlaması da tutkulu aşkın meyvesi olan bu evliliği karaya oturmaya götürüyor.

1967 yılında ayrılıyorlar. Bir yıl sonra 1968’de boşanıyorlar.

Dominguin’den boşanana kadar geçen yıllarda, biri Luis Bunuel’in yönetiminde olmak üzere sadece iki filmi gösterime giriyor Bosé’nin. O da 1956 yılında, yani evliliğinin hemen ertesinde.

1960’da kocası Dominguin ve Pablo Picasso’nun da yer aldığı, aile dostları Jean Cocteau’nun fantastik biyografi filmi “Le Testament d’Orphée”de anlatıcı görevi üstleniyor. Bir de 1966’da gerçekleşmeyen “Por los Caminos de Espana” adlı dizi projesi var.

Oysa, International Movie Data Base’de (IMDB) yayınlanan Lucia Bosé filmografisinde*, 1950 – 2013 yılları arası için, 58 film ve dizi adı sıralanıyor. Ama 13 yıllık evliliği boyunca sinema kariyerinin durumu işte bu, muhtemelen anlaşması daha önceden yapılmış iki film. O kadar.

Boşandıktan sonra İspanya ile İtalya arasında gidip geliyor Lucia Bosé. Evliliği süresince yaptığı gibi sanatçılara kol kanat germeye devam ediyor.

24 yaşında bıraktığı sinemaya, 37 yaşında geri dönüp, gönlünün çektiği, öyküsünü sevdiği, senaryosunu beğendiği filmlerde oynuyor.

Fellini’nin “Satyricon”unda (1969), akıldan çıkmayan tek bir sahnede görünüyor. Taviani Kardeşler’in “Sotto il segno di Scorpio”su (1969); Marguerite Duras’ın yazıp yönettiği “Nathalie Granger” (1972); Liliana Cavani’nin yazıp yönettiği “L’ospite”; Jeanne Moreau’nun ilk yönetmenlik denemesi, “Lumiére” (1976); Francesco Rosi’nin, Gabriel Garcia Marquez’in romanından uyarladığı “Kırmızı Pazartesi” ( 1987); Ferzan Özpetek’in, “Harem Suare”si (1999) ve Roberta Faenza’nın “I Viceré”si (2007), bu filmlerden birkaç tanesi.

Peki sinema dünyasında en çok arandıkları, istendikleri dönemde herşeyi arkalarında bırakıp gitmeye cesaret eden tek kadın oyuncu Lucia Bosé mi?

Hayır. Julie Christie de var. Isabelle Adjani de.

“Şiirsel güzelliğe sahip,” diye tarif etmiş Julie Christie’yi Al Pacino ve beraber oynamak istediği tek kadın oyuncu olduğunu söylemiş.*

Dünya sinemasının bir başka ünlü ismi Rod Steiger da dayanamamış, “Dr. Jivago” filminde birlikte oynadığı Christie’nin Warren Beatty için sinemadan uzaklaştığına inandığını belirterek, oysa kendisini çok daha fazla sanatına vermeliydi diye üzüntüsünü dile getirmiş.*

Bizim kuşağımız Julie Christie’ye aşıktı. Toptan, kadın erkek farkı göstermeksizin. David Lean’in, Çarlık Rusyası’nda Bolşevik Devrimi öncesinde başlayıp, Sovyet iktidarının sarsıntıları arasında süren imkânsız bir aşk öyküsü anlattığı 1965 yapımı “Dr Jivago” filmi 1968 yılı sonunda Türkiye’de sinemalarda gösterildiği sırada, çeşitli bahanelerle gidip gelip filmi tekrar izleyen arkadaşlarım oldu benim.

Ama Ömer Şerif’in oynadığı Doktor Jivago’nun umutsuz aşkı “Lara”yı canlandıran Julie Christie akıllardan çıkacak gibi değildi. Bizimle kaldı yıllarca.

14 Nisan 1940’da, o sırada hâlâ İngiliz sömürgesi olan Hindistan’da doğmuş Julie Christie. Eğitim çağına gelince aile memlekete yani İngiltere’ye gönderiyor onu.

Christie’nin niyeti “linguist” yani dil bilimci olmak. Yabancı dillere meraklı.

Ancak Fransızcasını ilerletmek için gittiği Paris’te sanatçıların bohem dünyasına çekiliyor. Oyuncu olmaya karar veriyor.

1960’larda gençliği havalara sıçratan Beatles, Rolling Stones gibi müzik gruplarıyla, Mary Quant’in mini etekle açtığı isyan bayrağıyla, dünyanın ilk süper modellerinden güzeller güzeli Jean Shrimpton ve gençliğin moda ikonu Twiggy’le, cinsel özgürlük ve nükleer silâh aleyhtarı gösterilerle fokur fokur kaynayan Londra’da, 1963 yılında gösterime giren “Yalancı Billy” filminde canlandırdığı özgür ruhlu, gönlüne göre yaşayan “Liz” karakteriyle “Yeni İngiliz Sineması”nın en önemli isimlerinden biri olarak kabûl görüyor Julie Christie.

Dirk Bogarde ve Laurence Harvey’le kamera karşısına geçtiği, zirveye çıkmak, zengin ve ünlü olmak için gözükara, herşeyi yapmaya hazır bir modeli oynadığı “Darling” filmiyle 1965 yılında 25 yaşında Oscar alıyor.

Bu iki filmle Julie Christie’yi zirveye taşıyan yönetmen John Schlesinger de, birçok yakın dostu gibi, “geleceğine zarar verecek” diye, Warren Beatty konusunda Christie’yi uyaranlardan. Mektup yazmış Julie Christie’ye.*

Sadece ona tutkun izleyicileri için değil, sinema dünyasının önde gelenleri için de işte bu kadar değerli bir oyuncu Christie.

Julie Christie ile “Hollywood prensi”* Warren Beatty 1966 yılında “Hür Doğanlar” filminin kraliyet gösterimi sırasında karşı karşıya geliyorlar. Gösterim sırasında onu göz hapsine alan Beatty, birkaç gün sonra Christie’yi çalıştığı “Petulia” filminin setinde ziyarete gidiyor.

Kaçınılmaz sonuç. İki yıl Hollywood’da herkesin bildiği sır olarak, gizli kapaklı sürüyor ilişkileri. 1968 yılında çift olarak açıkca ortaya çıkıyorlar.

Bu arada bir iki yıl önce Oscar almış olan 27 yaşındaki Christie, yağmur gibi yağan film tekliflerini elinin tersiyle itip, en parlak döneminde yedi yıl, Warren Beatty’nin peşinden kır köy, çiftlik çubuk, deniz sahil dolaşmaya başlıyor.

Çünkü “Bonny ve Clyde” filmiyle büyük başarı ve çok para kazanan Beatty’nin gönlü, bir süre ara verip doğada yaşamayı çekiyor. O arada bir süre de siyasete takılıyor.

O dönemde Christie’nin red ettiği rolleri üstlenen kadın oyuncuların çoğu da başta Oscar, çeşitli ödüllere aday oluyorlar.

1961 ile 2017 yılları arasında 54 film ve dizisi olan Julie Christie’nin Warren Beatty’le beraber olduğu yedi yılda kayda değer üç filmi var sadece.

Joseph Losey’in yönettiği, Alan Bates’le oynadığı “Arabulucu” (1971); Robert Altman’ın yönettiği Warren Beatty’le kamera karşısına geçtiği “McCabe & Mrs. Miller” (1971). Dauphne Du Maurier’in romanından uyarlanan Nicolas Roeg’in yönettiği, Donald Sutherland’le oynadığı “Karanlığın Gölgesinde” (1973).

Sonunda, Warren Beatty’nin kadın kız peşinde koşmasından yorulan, onunla bir evlilik ilişkisi içine girip çoluk çocuk sahibi olmak da istemeyen Julie Christie, bu beraberliğe 1973 yılında nokta koyuyor. Ama hep dost kalıyorlar.

Ardından Christie, alzheimer başlangıcı teşhisi konduğu için kendi isteğiyle bakım evine giren ve orada başka bir hastaya aşık olan kırk beş yıllık evli kadını oynadığı, Sarah Polley’in yönettiği “Away From Her” filmiyle 2008 yılında dördüncü kez Oscar’a aday oldu. Altın Küre dahil sayısız ödül aldı.

2011 yılında “Kız ve Kurt” filminde büyükanneyi bile oynadı.

Gelelim Isabelle Adjani’ye…

Siyah saçlar, koyu mavi gözler, porselen gibi pürüzsüz bir ten. Bence esoterik bir güzelliği var onun. Sanki başka bir boyuttan, başka dünyalardan gelmiş gibi.

Bazen de bana minik, naif bir mor menekşe demetini hatırlatır Isabelle Yasmin Adjani. Öyle büyüleyici ve esrarengiz.

27 Haziran 1955’de Paris’te doğuyor. Fransa’da göçmen mahallesinde büyüyor. Annesi Alman, Bavyeralı. Babası Cezayirli. Göçmen olmanın sıkıntılarını yaşamış bir aileden geliyor. Sosyal sorunlara, adaletsizliklere duyarlı bir kadın.

İlk filmini on dört yaşında çekiyor. Ardından “Adele H’nin Öyküsü” filmiyle daha yirmi yaşında Oscar’a aday oluyor. 22 yaşında “Time” dergisinin Avrupa baskısının kapağına çıkıyor. 1970 – 2018 yılları arasında rol aldığı film ve dizi sayısı 51.*

Büyük Britanya’nın ünlü oyuncusu Daniel Day-Lewis 1989 yılında hayatına girmeden önce, Isabelle Adjani 1988’de gösterime giren “Camille Claudel – Bir Kadın” filmiyle ikinci kez Oscar’a, yanısıra Altın Küre’ye aday oluyor. Berlinde Altın Ayı, Fransa’da César ödülü alıyor.

Daniel Day-Lewis’le beraber olduğu 1989 – 1993 yıllarının arası bir boşluk. Bu yıllar mesleki açıdan yok hükmünde. Neredeyse setlere uğramamış Adjani.

Daniel Day-Lewis onu bırakıp gittikten sonra -bunun bir faks göndererek olduğu iddiası var*- Adjani muhteşem bir geri dönüşle, “Kraliçe Margot” filmiyle 1995 yılında bir César ödülü daha alıyor. Toplam beş César ödülü var ve bu bir rekor. Adjani o sırada yedi aylık hamile olduğu için ödülünü Alain Delon alıyor onun adına.

Bebeğin babası Daniel Day-Lewis ise, doğumun ertesinde bir kez gelip gördükten sonra, bir bebeği olduğunu bi zahmet iki yıl sonra hatırlıyor.

Yönetmen Rebecca Miller’le evlenip, ünlü oyun yazarı Arthur Miller’e damat olup, Amerikan entellektüel kesiminin güçlü klanı Miller sülalesine intisap etmiş zaten.

Ben bu Daniel Day-Lewis’i oldum olası sevemedim. Bunun Isabelle Adjani’yle de, bebekle de bir ilgisi yok.

Sinema, sanat ve şiir geleneği güçlü bir aileden geliyor Daniel Day-Lewis. Evet, iyi eğitim almış, Evet, iyi oyuncu, hem tiyatro hem sinemada. Çok önemli değerli filmleri var.

Başta “Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği”, “Manzaralı Oda”, “Masumiyet Çağı”, “Babam İçin”, “Benim Güzel Çamaşırhanem”, “Newyork Çeteleri”, “Lincoln” ve dahası sevdiğim filmlerdir.

Ama bana hep bir maske arkasından bakıyormuş gibi gelir Daniel Day-Lewis. Gülerken, gülümserken bile. Bugüne kadar ondan bir samimiyet ya da sıcaklık duygusu almayı başaramadım ben.

Isabelle Adjani de ona iyi dileklerini yollayıp yürüyüp gitmiş yoluna. Ortak bir çocukları var ne de olsa.

Adjani, kendi ifadesine göre, film çevirmediği zaman ortada olmaktan fazla hoşlanmayan, kendi dünyasında, galalardan davetlerden uzak yaşamayı tercih eden bir oyuncu.

Yani sinemanın eski divaları gibi, son derece güzel ve ulaşılmaz. Gerçek bir star.

Lucia Bosé, Julie Christie, Isabelle Adjani. Dünya çapında üç harika kadın oyuncu.

Farklı farklı dönemlerin, farklı farklı zamanların, farklı farklı ülkelerin yıldızları.

Güzellikse güzellik, yetenekse yetenek, zekâysa zekâ, karizmaysa karizma. Ve izleyiciyi beyazperdeden mıknatıs gibi kendine çeken müthiş bir elektrik gücü ve manyetizma.

Ne var ki, bir gün, sinema kariyerlerinin en verimli, başarı merdivenlerini en hızla tırmandıkları, herşeyin önlerine serildiği bir dönemde, yani 20’li yaşlarıyla, 30’lu yaşları arasında aşık olup, hiç düşünmeden, hiç tereddüt etmeden, değer mi değmez mi demeden, herşeyi bırakıp, arkalarını dönüp sevdikleri adamın peşinden giden, biri beş, biri yedi, biri on iki yıl, o adamın hayatını yaşayan üç gencecik kadın.

Üstelik de, bırakın 50’li, 60’lı, 80’li yılları, bugün bile kadın oyuncuların kırk yaşına geldikten sonra iyi roller bulmakta çok zorlandıkları, hatta bunun için kampanyalar yürüttükleri çok rekabetçi bir sektörde.

Biraz daha düşünsem, kolaylıkla üç beş kadın oyuncu adı daha bulurum. Ama ne kadar beynimi zorlasam da, sevdiği kadın için herşeyi arkada bırakıp, kariyerini hiçe sayan, kısa bir dönem için bile olsa, sevdiği kadının hayatını yaşayan bir erkek oyuncu adı aklıma gelmedi. Olduğunu da sanmıyorum zaten.

Yanlış anlaşılmasın. Bir taraf iyi, diğer taraf kötü. Biri yanlış diğeri doğru gibi bir değerlendirmem yok. Neyin doğru, neyin yanlış olduğu konusunda belirlenmiş bir yargım da yok. Zaten bu konuda da, her konuda olduğu gibi, kısa, kestirmeci ve kesinlemeci değerlendirmeler yapılabileceği kanısında değilim.

Benimki iki cinsin, iki türün yani kadın ve erkeğin birbirinden ne kadar farklı oldukları, hayata ne kadar farklı baktıkları yolunda bir gözlem, bir saptama.

“Erkekler Mars’tan, Kadınlar Venüs’ten” diyorlar ya. O misal işte.

Gönüllerine göre yaşayan, akıllarına göre takılan, seçimleri olan, başına buyruk kadınlar, Lucia Bosé, Julie Christie ve Isabelle Adjani.

Ancak artıları olduğu kadar, eksileri de var bunun.

Elini ayağını titreten, yüreğini yakan, seni sersemlemiş bir kuşa çeviren dolu dolu heyecan, tutku. Epey neşe, sevinç, kahkaha. Epey de hüzün, keder ve gözyaşı.

Ama gerçek hayatlar, sevinciyle kederiyle, böyle yaşanıyor işte.

Boşuna demiyor uzmanlar, “Her seçim bir vazgeçiştir,” diye.

Kaynakça:

(31 Temmuz 2020)

Çiğdem Kömürcüoğlu

Pişkin Delikanlı

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Sosyal medyaya TRT arşivinden bir röportaj koymuşlar. Öztürk Serengil’le Fikret Hakan sohbet ediyor. Öztürk, “Hey gibi günler hey, ne zorluklar yaşadık. Hatırlarım ikimize ait 1 takım elbise vardı; birimiz giyip sete gider, diğerimiz mecburen evde otururdu…” şeklinde anlatırken birebir şahit olduğum anıyı hatırladım, röportajın altına yorum olarak ekledim, şöyle:
Fikret Hakan’a dediler ki: “Efendim sizi Topkapı Oteli’nde ağırlayacağız.” Rahmetli bağırmaya başladı: “Ne demek Topkapı, ben Falez’den başka yerde kalmam.” Havaalanını ayağa kaldırdı. Topkapı Oteli açıldığı yıl Antalya Film Festivali’ne sponsor olmuştu, kimse nasıl otel olduğunu bilmiyordu. Akşama doğru Hakan’ı Topkapı Oteli’ne getirdiler, “Allah Allah, bu ne biçim otelmiş yahu…” diyerek lobiye girişini hiç unutamam. Böyle anılar da var hafızalarda. Çok mağduriyetler de çektiler tabi ki. Allah rahmet eylesin, mekânları cennet olsun. Sınırsız açık büfe, içki dahil yeme içme hizmeti veren otel, festival misafirlerinin konaklamada mütevazı davranmalarından o kadar memnun oldu ki, bir daha sponsor olmadı. Gönül arzu ediyor tabi ki. İnşallah olur. (13 Temmuz 2020)

Bir başka röportajında da Fikret Hakan, “Dünyanın en zor 2 mesleği vardır, birisi maden işçiliği, ikincisi bizim işimiz, oyunculuk.” demişti ve diğer bütün meslekleri çökertmişti. Rahmetli Fikret Hakan’ın bu sözü aklıma geldiğinde de, peşinden emekli olduğum işimde yüksek gerilim hatlarında harita teknisyenliği yaparken köylülerin baltayla karşımıza çıktığını da hatırlarım ve yüzüme bir tebessüm oturur. Köylülere korkmadığımız mesajını vermek için, “Hayırdır, kesecek misiniz bizi? Yahu devlete karşı gelinir mi. Bugün bizi kesin, devlet yarın 50 kişi gönderir, 50 kişiyi kesin 500 kişi gönderir. Telâşlanmayın hakkınız kaybolmaz.” demiştim, toparlanmışlardı ve “Estağfurullah abi, oduna gidiyorduk.” diyerek dağılmışlardı. Oysa gözdağı vermeye gelmişlerdi. Oyunculuk yine iyi, işinden para kazandığın gibi üstüne bir de festivallerde, şenliklerde alkış alıyorsun. Çok kişi işini iyi yaptığı için alkışlanmıyor, yaptıkları unutulup gidiyor. (13 Temmuz 2020)

Randevulaştığımız yere geldi, “Ello asbınt, ov ar yu.” dedi. Önce anlamadım, sonra birden uyandım. Meğer espri yapmış. Aklınızda bulunsun; bir Trakyalırın eşi İngilizceyi böyle de konuşabilir. (07 Temmuz 2020)

Bugün İstanbul’da hava sıcaklığı da İstanbul. 34 derece kavrulacağız. (12 Temmuz 2020)

Koronavirüs salgını nedeniyle sinemaların kapanması üzerine felâket tellalları hemen sinema salonlarının ve büyük perde gösterimlerinin sonu geldiğinden bahsetmeye başladılar. Ancak sektörde fanatik sinemaseverler olduğu gibi fanatik sinemacılar da var. SİSAY – Sinema Salonu Yatırımcıları Derneği eski Başkanı Cenk Sezgin’in yönettiği Cine Marine sinema grubu 04 Temmuz’da Bodrum’da “dünyada ilk” duyurusuyla Teknede Sinema gösterimleri yapmaya başlamış. Denize karşı kurdukları sahnede hem Arabalı Sinema, hem Teknede Sinema konseptiyle hizmet vermeye başlamışlar. Alenen ve sevinçle tebrik ederim. Şu sinemaseverlik hayatımda Arabalı Vapurda Sinema’yı İstanbul Boğazı’nda, Denizde Sinema’yı beyazperdeyi deniz içine, seyirci sandalyelerini sahil boyuna yerleştirerek yapılan Datça gösterimlerinde deneyimlemiş, Çıldır Gölü’nün donduğu zamanlarda Reis Çelik’in buzdan beyazperdesinde yaptığı Gölde Sinema gösterimine gitmek kısmet olmamıştı. Bu yaz Bodrum’a yolum düşerse ilk gideceğim etkinlik bittabi Teknede Sinema gösterimi olacak. Bu vesileyle, geçmiş yıllarda İstanbul’da Beylikdüzü, Sarıyer ve Kartal’da tek tük yapılan Arabalı Sinema etkinliklerinin Belediyelerin verdiği takdir edici desteklerle ülke çapında daha da yaygınlaşacağı kanaatimi de belirteyim. (14 Temmuz 2020)

“Hayatı, dünyayı, defalarca” diye yazın ama seslendirirken “Hayaatı, dünyaayı, defaalarca” şeklinde seslendirin. Bazı kişilerin bu kelimeleri “hayatı, dünyayı, defalarca” şeklinde seslendirmelerini bir ben mi yadırgıyorum? Şu sıra Sağlık Bakanının konuşmalarına özel ilgi gösteriyoruz ya, o vesileyle takıldım. Uzun süre yurtdışında yaşayanlarda da bu şekilde telâfuza rastlanıyor. (14 Temmuz 2020)

Malûm, herşey başladığı gibi, sona da erebiliyor ve hoş anılar arasına karışıyor. Bir veya birkaç kez yapılıp yok olan film festivallerinde de aynı hüzünle karşılaşıyoruz. Lakin bazen web sitelerinde birden günlük haberler yayınlanıveriyor. Heyecanlandıran bu haberlerin içeriğine baktığımızda sektörün günlük haberleri veya genel haberler olduğunu gördüğümüzde ise heyecanımız sükût-u hayale dönüşüyor. Edirne ve Van Film Festivali’nin web sitelerinde birkaç kez böyle haberler yayınlandı. Bir de sosyal medyada zaman zaman “Bunlar da sizi ilgilendirebilir” duyuruları arasında “Uluslararası Muğla Film Festivali”nin web sitesiyle karşılaşıyorum. İncelemeye kalktığınızda yapım aşamasında olduğunu görüyorsunuz. “Aslı yok yaylasında binbeşyüz koyunum var benim” türküsünü hatırlatan bu tür bilgilendirme ve çalışmaların yapılmaması kanaatindeyim. Web sitesini festival gerçekleştiğinde açabilirsiniz; keza yapılmayan festivalinizi de yeniden devam ettirecekseniz web sitenizi o amaçla kullanmalısınız. (18 Temmuz 2020)

“Türküler gıyabına hoş geldiniz.” dedi ve TRT Müzik’te türkü programı başladı… 65+4 yaşındayım, ciddi ciddi bildiklerimden şüphe etmeye başladım, bize yanlış mı öğretmişler? (30 Temmuz 2020)

(30 Temmuz 2020)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Projelerde Son Durum

Salgın sürecinden önce tamamlanan ve set aşamasına gelen yüzlerce proje Türkiye sinemasının geleceğini şekillendirecek. 2020’de vizyon tarihi alanları, 2021’i bekleyenleri, çekimlere başlayacakları ve ilerki yılların duyumlarını listeledik:

Virüsün sinema endüstrisine dünya çapında felç yaşattığı bu dönemde bir çok alanda normalleşme ve alışma süreçleri devam ediyor. Salgından sonra yeni normale ayak uydurmaya çalışan piyasaların en başında eğlence yaşamı geliyor. Etkisini dört aydır arttırarak sürdüren Covid-19 bugün Kuzey Amerika, Güney Amerika kıtaları ile Hindistan da yüksek oranda can kayıplarına sebep olmaya devam ediyor. Dünyanın en doğusundan peydahlandığı açıklanan virüs önce Çin Halk Cumhuriyeti’ni ardından Avrupa kıtasını kasıp kavurmuştu.

Dünyanın lider sinema endüstrileri: Hollywood (Kuzey Amerika), Bollywood (Hindistan) ve Çin sineması virüs sebebiyle milyar doları aşan maddi kayıplarını ve tamamen duran sistemi önümüzdeki dönemde nasıl devam ettirmeleri gerektiğini kara kara düşünüyor. Hollywood’un ve dünyanın önde gelen film stüdyolarının bugün için tek yapabildiği pozitif girişim ise ‘sinemanın kendileri için vazgeçilmez olduğu’ açıklamaları ve son yirmi yılda dünya çapında gişe patlaması yapan ticari yapımlarının devamlarını çektiklerinin müjdesini vermeleri… Pandemi öncesinde tarihleri açıklanan ‘Matrix’, ‘John Wick’, ‘Bond’, ‘Top Gun’, ‘Wonder Woman’, ‘Fast & Furious’, ‘Mission: Impossible’, ‘Tenet’, ‘Mulan’ isimli stüdyo filmlerine ek olarak 2021 ve 2022 vizyonu için ‘Captain Marvel’, ‘Iron Man’, ‘Avatar’, ‘Indiana Jones’, ‘Batman’, ‘Spider-Man’, ‘Pirates of the Caribbian’, ‘Star Trek’ ve ‘Star Wars’ın çekimlerine başlandığı ve virüs sürecinin sona ermesinden sonra bu gişe filmlerinin de kesin tarihlerinin açıklanacağı bildirildi.

Dünya çapında sinema biletlerinden elde edilen gelir internet gösterimleri ile kıyaslanamayacak derecede yüksek. İşte bu yüzden ülkelerinde lokomotif sektör haline gelen film ve sinema endüstrisi özellikle Amerika, Çin ve Hindistan’da hatta Güney Kore’de inanılmaz bir öz veriyle ve umutla savunuluyor. Yanı sıra virüsün ilk ve tek öncelik olduğu bu ülkelerde henüz sinema için destek kampanyaları da başlatılmış değil. Süreçle bağlantılı olarak ilkin tarihi açıklanan ve sürekli ertelenen ‘Tenet’ ve ‘Mulan’ zamana karşı büyük bir direniş gösterirken bazı stüdyo animasyonları ise (‘Scoob!’, ‘Trolls: World Tour’) pandemi sürecinin başında internet mecralarına satılmıştı. Sinemaseverler üzerindeki beklentinin düşmesi ve yapımlarının devrini kaybetmesinden ötürü sinema mecrasının kapalı olduğu dönemin uzamasından sebep stüdyolar bu zaman aralığına denk gelen yapımlarını belirli bir sürenin ardından alternatif mecralara daha düşük gelir olasılığına karşın satıyor. Virüs süreci sebebiyle içerikte sadeleşme ve benzersizleşme yöntemlerini denemek zorunda olan sinema filmlerinin, salonlara ilgiyi çekebilmesi için top yekün bir eylem planına ihtiyacı var. Sadece filmlerin de değil. Sinema salonlarının hizmet standartlarını ortalamanın üzerine alması gerekirken virüsten önce, dijitalleşmenin de getirdiği kolaylıklar aracılığıyla hızla tüketilen, birbirinin aynısı olan ‘furya sinemacılığı’ örnekleri filmlerin de ilk olarak internet ve televizyonu hedeflemesi normal bir sonuç olacak.

2019’un başından bu yana son derece dramatik günler yaşayan Türkiye sinema yaşamı ise virüs sebebiyle adeta yerle bir oldu. 2019 yılını 2018’e göre 11 milyondan fazla bilet satışı kaybıyla kapayan sinema piyasası seyircide yaşanan güven kaybı ve artan bilet fiyatları sebebiyle, iki yıldır 70 milyon adet bandını deneyimlerken bir anda 59 milyon adetlik bilet satışı ile yüzleşmişti. 2020’ye büyük umutlarla giren Türkiye sineması ilk on bir haftada kayde değer bir sıçrayış gerçekleştiremese de sonbahar ve yıl sonu gösterim takvimine hazırladığı yüksek gişe beklentili filmlerle umudunu koruyordu. 17 Mart’ta sinemaların kapanmasının ardından, film piyasası, hazır projelerin teker teker rafa kalkması, sete çıkmak üzere olanların ise çekimlerinin belirsiz tarihlere ertelenmesiyle büyük bir kaosun içine düşmüş oldu. Son yıllarda yaklaşık, brüt 1 milyar TL.’lik gişe geliri yaratan sinemacılar ve yapımcılar bu seviyeleri yeniden elde edebilmek için nasıl bir yol izleyeceğini derinlemesine düşünüyor. Doğal bir sonuç olarak, dünyada olduğu gibi Türkiye’de de yapımcıların sinema gişelerinden elde ettiği geliri internet ve televizyon mecralarından elde etmesi söz konusu değil. Öte yandan derin olumsuz etkiler yaratan ve olağan yaşamları altüst eden virüs sürecinin ardından oyuncular ve set çalışanları da başta olmak üzere üretimin başlıca unsurları üzerindeki tedirginlik sürüyor.

Hollywood ve dünya sinemaları belirsiz gelecek ile ilgili temkinli açıklamalar yaparken Türkiye’de önümüzdeki dönemlerde karşılaşacağımız projeleri toparlamaya çalıştık:

Virüsten önce vizyon tarihi açıklanan ve sürecin ardından yeni tarihlere ertelenen yapımlar:

17 Mart 2020’den 02 Temmuz 2020’ye dek geçen sinemasız 108 gün, 03 Temmuz’da daha önce vizyona çıkmış 34 filmin gösterimi ile sonlanmıştı. Vizyon tarihi bu 108 günlük döneme denk gelen çekimi gerçekleşmiş sinema filmlerinden 42 tanesi, 03 Temmuz 2020’den sonrasına yeni gösterim tarihlerini açıkladı. Olgun Özdemir’in ‘Kızım Gibi Kokuyorsun’u 10 Temmuz 2020’de altı sinemada izleyici karşısına çıktı. 12’si korku projesi olan diğer 41 yapımın yeni tarihlerinde sinemalara çıkıp çıkamayacağı şimdilik bilinmiyor… Medyapım’ın, Murat Şenöy yönetmenliğinde Hazal Kaya’nın baş rolünde olduğu ‘Benden Ne Olur’ adlı projesi, ‘4N1K 3: Düğün’, ‘Dayı: Bir Adamın Hikâyesi’ ve ilk iki filmle animasyon türünde yüksek gişe getirisi gerçekleştiren ‘Rafadan Tayfa 3’ün set ve post prodüksiyon çalışmaları bugünlerde sürüyor. Öte yandan henüz tarih almamış fakat festivallerde ilk gösterimini yapan bazı yapımlar da önümüzdeki günlerde 2020’nin son ayları için yeni açıklama yapabilir.

‘Kızım Gibi Kokuyorsun’ – Olgun Özdemir (10 Temmuz’da vizyona çıktı.)
‘Bir Yalnızlık Şarkısı’ – Ahmet Levent Pala (07 Ağustos’ta vizyona giriyor.)
‘Fecr’ – Rotin Engin Tutuş
‘Cin Baskını’ – Kadir Genç
‘Cinni: Nazar’ – Tayfun Can Demirtaş
‘Renklerde Kaybolan Hayat: Fikret Mualla’ – Metin Güngör
‘Cin Bebek 2’ – Bülent Aydoslu
‘Aile Hükümeti’ – Burak Demirdelen
‘Şeytanın Kitabı’ – Okan Ege Ergüven
‘Kitap 1820’ – Deniz Deniz
‘Son Parti’ – Enes Ateş
‘Malazgirt 1071: Bizans’ın Kıyameti’ – Bilal Kalyoncu, Özgür Bakar
‘Gelincik’ – Orçun Benli
‘Zebun’ – Mesut Erbaş, Hakan Yusufoğulları.
‘Kovan’ – Eylem Kaftan
‘Hayalet: 3 Yaşam’ – Özkan Küçük
‘Hayvan’ – Burak Terzioğlu , Atilla Barışer
‘Randıman’ – Mehmet Hoşnut
‘Bizim Semtin Çocukları’ – Hakan Gürtop
‘Y Köyü Olayı’ – Batuhan Gündüz, Onur Ertuş.
‘Kendi Yolumda’ – Ömer Faruk Sorak
‘Nasipse Adayız’ – Ercan Kesal

Fabrika Yapım tarafından 2017 ve 2018’de ilk iki filmi gösterime giren ‘4N1K’ serisinin üçüncüsünün çekimleri sürüyor. ‘Hababam Sınıfı’ serisinin yeni filmi hazır. Yönetmeninin ilk filmi olacak ‘Amacı Olmayan Grup’ da Sugarworkz yapımı olarak kasım ayını bekleyenlerden. Gupse Özay’ın Ocak 2021’e tarihlenen yeni projesinin henüz ismi açıklanmadı. Aile komedisi tarzındaki, NuLook yapımcılığında gerçekleşen filmin çekimlerinin eylülde biteceği belirtiliyor.

‘Propaganda 2: Ana’ – Sinan Çetin
‘Aslan Hürkuş: Kayıp Elmas’ – H. Sinan Güngör, Hakan Bol.
‘Bize Müsaade’ – Giray Altınok
‘100 Yılın Muhafızları: İstanbul Muhafızları’ – Çağrı Cem Bayraklı
‘El-Zebir’ – Sinan Uzun
‘Cühenna Novo Prospekt’ – Gurbet Gurur Cantürk, Rafet Ögeday Erdoğan
‘Benden Ne Olur’ – Murat Şenöy
‘Amacı Olmayan Grup’ – Ali Tanrıverdi
‘Dayı: Bir Adamın Hikayesi’ – Ufuk Bayraktar
‘4N1K 3: Düğün’ – Deniz Coşkun
‘Lanetli Anlaşma’ – Atakan Şatıroğlu
‘Hababam Sınıfı: Yaz Oyunları’ – Doğa Can Anafarta
‘İki Gözüm Ahmet’ – Hüsnü Hakan Gürtop
‘Korku Takvimi’ – Yunus Şevik
‘Doru: Gökkuşağı Ormanı’ – Can Soysal
‘Son Şaka’ – Erkam Bülbül
‘Lain’ – Onur Aldoğan
‘Fazla Şaapma’ – Ahmet Kapucu
‘Adanış: Kutsal Kavga’ – Emir Khalilzadeh
‘Rafadan Tayfa 3’ – İsmail Çağlar

Virüs sürecinden önce tarihi açıklanmış, tamamlanmış, henüz yeni takvimleri bilinmeyen yapımlar:

‘9 Kere Leyla‘ – Ezel Akay
‘Aşk, Büyü, Vs.’ – Ümit Ünal
‘Bilmemek’ – Leyla Yılmaz
‘Ceviz Ağacı’ – Faysal Soysal
‘Dijital Esaret’ – Emre Kavuk
‘Ecinni 3: Issız Çığlık’ – Mehmet Sağlam
‘Efsane Takım: Bilim Kahramanları’ – Suat Emuce
‘Gölgeler İçinde’ – Erdem Tepegöz
‘Hashgtag’ – Başaran Şimşek
‘Hüddam 3: Lamia’ – Utku Uçar
‘Körleşme’ – Hacı Orman
‘Kronoloji’ – Ali Aydın
‘Mahalleden Arkadaşlar’ – Selçuk Aydemir
‘Mavzer’ – Fatih Özcan
‘Mest-i Aşk’ – Hasan Fathi
‘Müstakbel Damat’ – llker Ayrık
‘Omar ve Biz’ – Maryna Er Gorbach, Mehmet Bahadır Er
‘Paris’in Sırrı’ – Barış Denge
‘Plaza’ – Anıl Gelberi
‘Seni Bulacam Oğlum!’ – Gökhan Yıkılkan
‘Soluk’ – Özkan Yılmaz
‘Tam Kafadan Karavana’ – Oğuz Öztürk, Celal Öztürk
‘Topal Şükran’ın Maceraları’ – Onur Ünlü
‘Uzun Zaman Önce’ – Cihan Sağlam
‘Zir-i Cin’ – Hakan Yusufoğulları, Mesut Erbaş.

Festival gösterimleri devam eden bir çok yapımın vizyon tarihi henüz açıklanmadı. Bu filmlerin 2020’nin kalan bölümünde vizyona çıkması kuvvetle muhtemel…

2021 ve sonraki yıllar için başlanmış ya da önümüzdeki aylarda ‘set’ diyecek projeler: (alfabetik sırayla)

‘Afife Jale’ – Emir Khalilzadeh
‘Aile Senfonisi’ – (TAFF)
‘Âkif’ – Kudret Sabancı
‘Aşk Çağırırsan Gelir’ – Emre Kavuk
‘Aykut Enişte 2’ – Onur Bilgetay
‘Azizler’ – Durul Taylan, Yağmur Taylan.
‘Bergen’ – Hakan Kırvavaç – Ketche
‘Bir Kar Tanesinin Ömrü’ – Kazım Öz
‘Buhar’ – Ramin Matin
‘Çılgın Dersane 5: Otel’ – Serdar Akar
‘Çukur’ – Sinan Öztürk
‘Düğün Dernek 3’ – Selçuk Aydemir
‘Habis’ – Onur Aldoğan
‘Hasan’ – Mahmut Baldemir
‘Kovala’ – Burak Kuka
‘Mümessil’ – Servet Aksoy
‘Okul Tıraşı’ – Ferit Karahan
‘Osman 8’ – Ezel Akay
‘Ölümlü Dünya 2’ – Ali Atay
‘Roman ve Jülyet’ (Ağır Roman 2 – Bebek & Belge)
‘Selim Bey’ – Çağan Irmak
‘Sen Hiç Ateş Böceği Gördün mü?’ – Andaç Haznedaroğlu
‘Sen Yaşamana Bak’ – (TAFF)
‘Son Uyanış’ – Sami Dündar
‘Türklerin Şafağı Miryokefalon’ – Turgut Ural
‘Üç Harfliler: Nazar’ – Melodi Tözüm

Yüksek gişe elde eden korku serisi ‘Üç Harfliler’in altıncısı 2021 yazına hazırlanacak. Televizyonda büyük bir kitle oluşturan ve çok popüler olan ‘Çukur’ Ay Yapım tarafından sinema filmi yapılıyor. Uluslararası bir proje olarak tasarlanan ve yabancı prodüktör ortaklılığıyla başlanan ‘Roman ve Jülyet’ 24 yıl önce sinema gişelerinde 900 bin adetlik bilet satışı gerçekleştiren ‘Ağır Roman’ın ‘spin-off’u niteliğinde. ‘Ağır Roman’ ile aynı evrende geçen hikâyede ilkinde olduğu gibi bu kez de müziklerin önemi büyük. Hikâyesi ve senaryosu Sabahattin Çetin tarafından yazılan ‘Roman ve Jülyet’in yazım sürecine 2019’da yaşama veda eden Küçük İskender ve Can Bonomo da katkı verdi. Projede yer alacak oyuncuların kesinleşmesi ve açıklanması için çok az bir süre kaldı…

Düşünülen projeler: (alfabetik sırayla)

‘An’ – Mustafa Uğur Yağcıoğlu
‘Arif’ – (CMYLMZ Fikir Sanat – NuLook)
‘Aziz Dostum – (Limon Yapım)
‘Dilber Ay’ – Oğuz Sözen
‘Eltilerin Savaşı 2’ – (NuLook)
‘Gamonya 2’ – (BKM)
‘Göktürk Üçlemesi: Göktürk – Kırk Göktürk – Son Göktürk’ – Alper Çağlar
‘Kral Şakir 3’ – (BKM)
‘Lefter’ – (Özcan Katmer)
‘Recep İvedik 7’ – Togan Gökbakar
‘Turgut Özal’ – (Baran Mayda)
‘Üç Budala’ – (Limon Yapım)
‘Ya İstiklal Ya Ölüm’ – Murat Şeker

* Daha fazla proje için antraktsinema.com uzantılı WEB sitesindeki ‘gelecek program’ bölümüne göz gezdirebilirsiniz…

(01 Ağustos 2020)

Deniz Yavuz

(Bu yazının ilk yayını 28 Temmuz 2020 tarihinde http://www.antraktsinema.com sitesinde yapılmıştır.)

Sadi Çilingir Yazıyor: Roma

Bir haberde hem doğru, hem yanlış bilgi verebilir misiniz? sadibey.com olarak son zamanlarda böyle haberler yaptık ve yapmaya da devam ediyoruz Ancak bu bizim kabiliyetimizden kaynaklanmıyor. Gönderilen bültenleri orijinal haliyle kamuoyuna sunma prensibini uygulayan web sitemiz bu sorunu, şu sıra sürmekte olan bir film festivaliyle ilgili haberlerde mecburen yaşıyor. Her bültenin başına “Bu yıl ilk kez düzenlenen” ifadesini koyan festivale … Devamı… »

Roma Tatili

Neredeyse dört aydır evden dışarı çıkmadığım için, geçen gün farkettim, ben yerimde oturuyorum ama beynim benim yerime gezip dolaşıyor. Aklına estikçe geçmişe geleceğe gidip geliyor. Gittiğim yerlerde, gidemediğim yerlerde, fırsat olsa da yeniden gitsem dediğim yerlerde fır dolanıyor. Bir gün 19. yüzyılda geziyor, bir gün 15. yüzyılda, bir gün orada, bir gün burada.

Kimi zaman bir mavi yolculuk öğleden sonrasında püfür püfür esen rüzgârı yüzümde hissederken, güvertede uzanmış heyecanlı bir roman okurken buluyorum kendimi. Üç dört gün önce de David Lean’in 4 saate yakın süren Arabistanlı Lawrence filmini bir kez daha izlerken, Birinci Dünya Savaşı’nın son yıllarında Filistin çöllerinde buldum kendimi. 1917 yılında 17 yaşında mezun edilen ve cepheye gider gitmez yaralanıp İngilizlere esir düşen dedemin izini sürdüm.

Sonra rotamız Roma’ya döndü. İtalya’da hayatın yavaş yavaş normale döneceğinin açıklandığı günlerde, halka açılacak ilk yerlerden birinin kitapçı dükkânı olacağını öğrenince, bir heyecan aldı beni. Roma’da buldum kendimi.

İtalya merak ve tutkusu bende dokuz, on yaşlarındayken Audrey Hepburn ve Gregory Peck’li Roma Tatili” filmini gördüğüm zaman başladı. Bunu çok iyi biliyorum.

Sonradan uzun bir yoldan da olsa, mesleğim olacak gazetecilik kıvılcımı da ilk o filmle çaktı sanırım.

“Come prima”, “Luna Rossa” “Dio come ti amo” gibi duygusal şarkılar da, güzel bir ekmek kadayıfı dilimi üzerindeki kaymak gibi, sonunda beni İtalyanca öğrenmeye kadar götürdü.

Audrey Hepburn büyüleyici bir kadın. Buna kimsenin bir itirazı olacağını sanmam. Gregory Peck, benim küçük kız çocuğu kafamla bile, Roma’da görevli Amerikalı dış muhabir rolünde karizmasının zirvesindeydi. Her ne kadar karizma sözcüğünü o sırada bilmiyor olsam da.

22 yaşındaki Audrey Hepburn’u bize armağan eden, ünlü Fransız yazar Colette*. 50’li yılların başı. Colette o sırada 70’li yaşların sonuna geliyor. Monaco sahilinde tekerlekli sandalyesinde gezdirilirken, siyah tek parça mayosunun içinde ceylan gözlü, bu incecik, hatta sıska, kırılgan genç kadını görünce “İşte benim Gigi’m” diye çığlığı basıyor.

Broadway’de sergilenecek oyun için Audrey’i Amerika’ya götürüyorlar. Provalar başlıyor ama Audrey bir felâket. Sahnede sesi duyulmuyor. Dansçılığı var ama hiç sahnede oynamamış.

24 Kasım 1951 gecesi perde açılıyor ve bir mucize gerçekleşiyor. Audrey Hepburn izleyiciyi büyülüyor. Bir hafta içinde Hepburn’un adı büyük harflerle oyunun adından önce yazılıyor giriş kapısının üstündeki neon ışıklı kocaman tabelaya.

Audrey’in annesi Hollanda asıllı bir barones, babası İngiliz ve Avusturya kökenli zengin bir bankacı. Londra’da yaşıyorlar. Annesiyle babası hiç geçinemiyor, boşanıyorlar. Baba onları terk ediyor. Audrey terk edilme travmasını hayatı boyunca atlatamadığını söylüyor.

Çocuklukta yaşanan anne ya da baba travmalarının, daha sonra hangi zirveye çıkılırsa çıkılsın, hangi zenginlikler kazanılırsa kazanılsın, kolay kolay atlatılamaması, Cary Grant, Tony Curtis, Marilyn Monroe örneğinde olduğu gibi dünyaca ünlü birçok ismin de ömür boyu ayağında can yakıcı, ağır prangalar oluşturuyor.

1939 yılında İkinci Dünya Savaşı başlayınca, annesi Audrey’i alıp, daha rahat olabilecekleri umuduyla Londra’dan Hollanda’ya taşınıyor. Ama Nazi ordusu Hollanda’yı işgal edince çok zor bir beş yıl geçiriyorlar. Aile tüm servetini yitiriyor, açlık çekiyorlar. Hastalanıyorlar.

Audrey 15 yaşındayken mesaj taşıyarak ve bale yapıp para toplayarak Hollanda direniş hareketine destek oluyor. Savaş bittikten sonra tekrar Londra’ya dönüyorlar. Audrey hayatını kazanmak için dansa ve modelliğe başlıyor.

1989 yılında UNICEF İyi Niyet Elçisi atanınca, savaş sonrasında kendisini besleyen ve tedavi eden örgüte bir nevi gönül borcunu ödüyor. Dünya çocuklarının meleği oluyor.

Colette, “İşte benim Gigi’m” diye 1951 yılında onu ışıkların önüne çıkarana kadar, Audrey İngiltere’de birkaç filmde oynasa da bir varlık gösterememiş.

“Gigi” müzikali sürerken, William Wyler’ın çekeceği “Roma Tatili” filminde asi “Prenses Ann” rolü için düşünülen Elizabeth Taylor ve Jean Simmons müsait olmadığı için, Audrey Hepburn’la deneme çekimi yapılıyor. Yönetmen Wyler doğallığından etkilenerek tecrübesizliğine rağmen rolü ona veriyor.

Audrey ilk önemli Hollywood filminden dünya çapında bir yıldız olarak çıkıyor. 1953 yılında en iyi kadın oyuncu dalında Oscar, Altın Küre ve Bafta ödüllerinin üçünü birden alarak görülmemiş bir başarıya imza atıyor. Bir anda dünyanın en tanınmış, en sevilen yıldızlarından biri oluyor. Adını herkese öğretiyor.

“Zamansız” bir film olarak nitelenen “Roma Tatili”nin bir özelliği de tamamen Roma’da dış mekânlarda ve Cinecitta’da çekilmiş olması. Film “1953 yılı Roması’nın aynası” olarak niteleniyor.

Hâttâ turistlere “Roma Tatili” filmi çekim yerlerini ziyaret için İspanyol Merdivenleri’nden başlamak üzere on onbeş duraklı çeşitli turlar sunuluyor. Tabii ki hepsi koronavirüs öncesi dönemde.

Ben böyle bir tura katılmadım, ama Roma’ya ikinci gidişimde filmden aklımda kalan bir lokantanın peşine düştüm. Vespa motosikletle Roma’yı turladıkları gün, Audrey Hepburn yani kaçak “Prenses Ann” ile Gregory Peck yani gazeteci “Joe Bradley”in gittiği, gazetecilerle politikacıların iç içe olduğu, her kafadan bir sesin çıktığı tıklım tıklım dolu lokantayı aramaya koyuldum. Benim aklımda kalan film karesi buydu.

Sora sora kendimi, Piazza del Parlamento’nun köşesinde, Vicolo Rosini 4 no’da, yerel lezzetler, geleneksel Roma yemekleri sunan “Trattoria Dal Cavalier Gino”nun (“Da Gino al Parlamento” da deniyor) kapısında buldum.

Heyecanım, hevesim kursağımda kaldı çünkü kapı duvar, lokanta kapalıydı. Kapıda kalakaldım.

Ertesi gün tam öğle vakti yine lokantanın önündeydim. Açık kapıdan görüyorum, içerisi tıklım tıklım. Beline bağlı bembeyaz önlüğü, otuz yaşların ortasında uzun boylu bir görevli kapının önünde belirdi.

“Doluyuz. Rezervasyonunuz yok. Rezervasyon yaptırıp yarın gelin,” dedi.

“Olmaz,” dedim. “Ben yarın memleketime dönüyorum. Dün de geldim kapalıydınız. Roma Tatili filminden hatırladığım bu lokantayı bulmak için çok uğraştım ben.”

Herhalde benim gibi gelip filmdeki lokantayı arayıp soran başkaları da vardı ki görevli hiç şaşırmış görünmedi.

“Bu o lokanta değil. O zaten sette çekilmiş,*” dedi. Sonra “Bekleyin burada bir dakika,” deyip içeri girdi.

İki üç dakika sonra geri geldi. Kapının hemen girişinde, sol taraftaki camekânın önüne konmuş tek kişilik masayı gösterek, “Bu hanım sizin masasına oturmanıza izin verdi. Geçin içeri. O da turist zaten,” dedi.

70 yaşlarındaki hanımefendiye teşekkür edip, çantam kucağımda, küçücük masanın karşı köşesine yerleştim. Artık ne kadar yerleşebildiysem. Derin bir nefes aldım. Çok konforlu bir durumda olmasam da arzu ettiğim şeyi gerçekleştirebildiğim için mutluydum.

Lokanta uğultulu havası, hararetli hararetli sohbet eden müşterileri, talepleri karşılamak için müşterilerin arasında ellerinde tabaklarla gidip gelen garsonlarıyla tam aklımda kalan film karesindeki gibiydi. Uzaktan kapının dibinden görebildiğim tavan süsleri ve iç dekor da şahaneydi.

Bu koronavirüs yüzünden bir süre daha evde fazla zaman geçireceğiz, seyahatlere de pek gidemeyeceğiz gibi görünüyor. Böyle bir hafta sonunda, hâlâ sinemanın en başarılı romantik komedilerinden biri kabûl edilen “Roma Tatili”ni izlemek keyifli bir seçenek olabilir.

Olay, dilimlenmiş bir elma ya da portakal tabağıyla veya bir iki bardak demli çayla daha da zenginleştirilebilir. Unutmayın, artık tarih olan 1953 Roması’nı izlemek de işin cabası.

* Not: Peşine düştüğüm lokanta sahnesi, “Roma Tatili Yürüme Turu” programına göre, sanırım Pantheon’un yan tarafında, Via della Rotonda’nın köşesinde, varlığını artık şık bir giyim mağazası olarak sürdüren eski G. Rocca Cafe’de çekilmiş.

Kaynakça:

(15 Temmuz 2020)

Çiğdem Kömürcüoğlu

Roma

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Bir haberde hem doğru, hem yanlış bilgi verebilir misiniz? sadibey.com olarak son zamanlarda böyle haberler yaptık ve yapmaya da devam ediyoruz Ancak bu bizim kabiliyetimizden kaynaklanmıyor. Gönderilen bültenleri orijinal haliyle kamuoyuna sunma prensibini uygulayan web sitemiz bu sorunu, şu sıra sürmekte olan bir film festivaliyle ilgili haberlerde mecburen yaşıyor. Her bültenin başına “Bu yıl ilk kez düzenlenen” ifadesini koyan festivale “geçen yıl aynı isimle İstanbul ve Ankara’da bir etkinlik düzenlendiğini, yaptıkları festivalin ilk olmadığını bildirdiğimiz halde gelen bültenlerde belirttiğimiz ifade aynen duruyor. Dolayısıyla yaptığımız haberlerde “ilk kez” ifadesini kullanmayarak doğru, bültenin orijinalini yayınlamakla yanlış bilgi vermiş oluyoruz. Bu dikkatsizliğin, festivalin arkasında duran kurumların büyüklüğü ile tezat teşkil ettiğini kamuoyunun bilgisine arz ederiz. (17 Haziran 2020)

Sinema filmlerinin TV yayınlarında bazı sahnelerin kesilmesi veya flulaştırılması olarak uygulanan ve keyfi sansür diye ifadelendirdiğimiz işlem, genellikle güzide TV kanalımız TRT.de türkü ve şarkılarda sözlerin değiştirilmesi şeklinde tezahür ediyor. Misalen az önce TRT Müzik’te Bekir Ünlüataer adlı sanatçımız bendenizin 40 yıldır severek dinlediği “Fikrimin İnce Gülü” şarkısının “Ateşli dudakların….” diye bildiğim kısmını “Aaateşli baaakışların…” şeklinde söyledi. Bu durum gelecekte ünlü sinema yazarı Sadi Çilingir’in adına da uygulanırsa 2050 – 60 – 70 yıllarında bendeniz muhtemelen Bedi Dillinger (Bedi, ünlü yazar Bedii Faik’ten, Dillinger de birçok filme konu olan ünlü gangster John Dillinger’den alınmış) olarak anılacağım. Hani o zamanlar geldiğinde sinemayla ilgili bir programda böyle bir isimle karşılaşırsanız biliniz ki o benim işte. (15 Haziran 2020)

Orhan abimiz şarkısında “meyler aşk şarabıdır” demekle Osmanlıca ile Türkçe’yi hemhal ediyor, derin ve gizemli bir mânâlandırma yapıyor; “gökyüzündeki bulutlar semayı kaplamış” gibi bir şey yani. (17 Haziran 2020)

Eski zamanlara fazla takmayın, bugünler de eski zamanlar olacak, onlar da bugünler olarak yaşandı ve geçip gittiler. Bugünü yaşamaya bak, hepimiz yolcuyuz. (20 Haziran 2020)

Deniz Yavuz’un sosyal medya ortamına koyduğu “Film Sinemalarda İzlenir” görselinin altına koyduğum yorum: Diğer ortamlarda seyredilenler film değil “filmgibi” aslında, seyredenler film sanıyor. Sinemada ilk gösterime girdiğinde seyredilen hareketli görüntülere “film” denir kanaatimce. Diğerlerinin film vasfında eksilme olur. Misalen DVD.deki % 90 film, paralı TV.deki % 80 film, parasız TV.deki % 70 film… gibi. Belki halt etmişim ben ama kanaatimce öyle. “Irisman”ı Netfilix’te izleyeyim dedim, 10 dakika sonra sütçü geldi, filmden koptum, giremedim tekrar, hâlâ öyle duruyor. “Roma”yı sinemada 2 kez izledim, denk getirirsem yine izlerim. (26 Haziran 2020)

Yol’un varlık sebebi bir yere ulaşmak olduğuna göre doğru yol, yanlış yol veya çıkmaz yol gibi ifadeler mânâsız, çıkmaz yol dahi bir yere götürüyor, varamadığınızda geriye döndürüyor sizi ve yeni yollara yöneliyorsunuz. (26 Haziran 2020)

Dilimizde yaygınlaşmaya başlayan bulaş ve kısıt ifadelerinin verdiği ilhamla bir pazardan dönüş anlatımı: “Ev mey seb kalmam, paza git, domat, patat, soğa, mıs, sem otu, ıspan, fasul, hav, hıy, el, arm, karp, kav, şefta, er, kir, kayı aldım, geldim. Akşa çor, köf, pil yapacağ, yiyeceğ, çok şük.” (26 Haziran 2020)

Az önce haberlerde izledim. Antalya Yat Limanı’nda Yat Çetesi türemiş, polis baskın yapmış. Rastlaştıklarında polis çete elemanlarını ikaz ediyor: “Yat yere, yat…” Esprili bir milletiz vesselam. Eskilerde Aziz Nesin’e bol malzeme veren hayatımız bugünlerde Cem Yılmaz’a da bol miktarda veriyor. (29 Haziran 2020)

Filmlerde martıları hep gökyüzünde süzülerek vapurlara eşlik eden romantik kuşlar olarak görürüz; kargaları ise üstad Hitchcock’un “Kuşlar”ı ile hafızalarımıza kötü ve saldırgan olarak yerleştirmişizdir. Oysa bakınız gerçek hayatta neler oluyor. Kargalar, martıların kavgasını ayırmaya çalışıyor. Ateistler veya gayriateistler hadi bunu da açıklayın bakalım. (Bundan sonra vapur seyahatlerimde kargalara da simit atacağım.) (01 Temmuz 2020)

“İnsandır beşer, kuldur şaşar” sözünü restore edeyim dedim, “İnsandır beşer, kuldur İlhan Şeşen” oldu. Severim 65+’daşımı. (01 Temmuz 2020)

Kurban bayramı yaklaşırken ortama yansıyan bir habere göre, vatandaşın biri kurbanlık koçla kafa tokuşturmuş ve yaralanmış, inşallah iz kalmamıştır. Bu haberin verdiği hatırlatmayla, kafasından birkaç saç teli eksik olan Ahmedim ve şürekasına sorayım: “Darısı başınıza” sözüne muhatap olduğunuzda herhangi bir üstünüze alınma hissediyor musunuz? (01 Temmuz 2020)

“Dök zülfünü meydane gel / Sür atını ferzana gel” şarkısındaki Ferzan, yönetmen Ferzan Özpetek midir? (Cahillik ne kadar kötü bir şey. Şarkının bestelendiği tarihte Özpetek’in dedesi bile daha doğmamıştı. Aşık Hıfzî’nin güftesinden Tanburi Mustafa Çavuş’un 1700’lü yıllarda bestelediği bu şarkıyı en güzel terennüm eden sanatçılardan biri de Münir Nurettin Selçuk’tur.) (02 Temmuz 2020)

Herkes, her gün birilerini anıyor, bir şeylerin …nci, …ncı, …üncü, …uncu yıldönümünü, sene-i devriyesini kutluyor. Ben de 112. doğum yıldönümünde Edirneli peynir ustası Üsmen ağayı anayım dedim. Kendisi, en sevdiği arkadaşı Çorumlu leblebi ustası Asan ustayla birlikte Ayrabolu’da otururdu. Rahmetli tahin elvasını çok sever, yemeden iç gün geçirmezdi. Sinemada Üseyin Peyda’ya ayrandı, şiir dersen “Asretinden prangalar eskittim…”, şarkı dersen Amiyet Yüceses’ten “Er mevsim içimden gelir geçersin…” Öyleydi rahmetli. (05 Temmuz 2020)

(09 Temmuz 2020)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Yokluğu Her Türlü Varlıktan Daha Gerçek: Bir Nefes Gibi

Filmlerin sonunun anlatılmasını istemez insanlar, çünkü o heyecanı, o gizemi, o bulma/bilme mutluluğunu kendilerinin yaşamasını isterler. Ben öyle değilim, bilsem de sonunu aynı keyfi alırım izlediğim filmden de, romandan da… Ama belki ilk kez Ferzan Özpetek’in yeni romanı “Bir Nefes Gibi”de yeniliği (!) keşfetmenin heyecanı sardı beni. Önceden bilseydim, onca heyecan verici, onca merak uyandırıcı olur muydu… soru işareti!

İki ayrı insan, iki ayrı kent…

Birbirlerini yıllardır görmeyen, birbirlerinden haber alamayan iki kardeşin iki ayrı öyküsü anlatılan, yan öykücüklerle desteklenmiş. Biri Roma’da diğeri İstanbul’da… İçten içe kardeş sevgisi varsa da asıl anlatılan hayatı bölüşmüş olmak, birbirlerinin duygularını hissetmek. İşte burada Ferzan Özpetek’in görsel anlatımı giriyor devreye, o duygularda nefret mi var, acıma mı? Yoksa sevgi mi yaşıyor hâlâ? Sayfa sayfa örüyor Özpetek bu umudu, heyecanlı gizemi…

Sinemacılığın en önemli yanlarından biri de izleyicinin (burada okurun) beklentisini fark etmek, tempoyu ona göre yükseltip alçaltmayı bilmektir. Bunu gerçekten başarıyor Ferzan Özpetek, filmlerinde olduğu gibi romanlarında da yaşatıyor okura bu heyecanı.

Ayrıntıların yaşattığı heyecan…

Kent(ler)in sokaklarını, yaşayanlarını değil ama romanın (belki de filmin) kahramanlarının evlerinin içini, odaların ışıklı olmasını, giysilerinin rengini, biçimini ayrıntıyla anlatırken hem bir dönemin hem de içinde bulundukları duygunun yansımasını takip ediyoruz.

İstanbul’u anlatırken… İstanbul her ne kadar medeniyetler beşiği, kültürler mozaiği olsa da ırkçılıkla da iç içe bir kent. Yaşanmış acıları gözden ırak tutmak pek mümkün değil. Geçmişin izlerinin bu denli yakıcı olmasını sadece duyguyla vermesi bir diğer başarısı yazarın.

Haklısınız, merak ediyorsunuz… Ben de merak, heyecan ve ne olacağı kaygısıyla okudum… Ummadığınız yerde ummadığınız biri çıkıyor karşınıza ve sizi yeni bir köşe taşıyla buluşturuyor hem de sürprizlerle dolu.

Yalnızlık ayakta tutar (mı?)…

Ferzan Özpetek, Doğu egzotizmini seven ve dozunda kullanan bir sanatçı. Filmini de çektiği “hamam” bu romanda da karşımıza çıkıyor. Bu kez yıllar önce yaşanan aşkın, aldat(ıl)manın, tutunamamanın arınmasını sağlamak için ve daha birçok şeye gebe olarak…

Dolmabahçe Sarayı’nda yaşanan o anlık arzu… İhanet nedir ve ihanetten korkmamak insanı nerelere savurur sorusunu sorduruyor. İster istemez merak ediyor, sayfaları müthiş bir hızla bir solukta okumak istiyorsunuz.

İnsan betimlemeleri, ister istemez kendi çevrenizde hâttâ kendi yaşadıklarınızla bir bağ kurduruyor ve acaba sorusu bir kasap çengeli misali büyüyor gözlerinizin önünde. Sahi, ne olacak bundan sonra? Öfke aşkı öldürür mü? Şiddet de yaşanmış olsa aşk söner mi bir çırpıda? Kim suçlu bu arada? Sahi, birbirinden asla ayrılmayacaklarına söz veren ve bunu uzun süre sürdürmeyi başaran iki kardeşin ayrılıklarına neden olan “şey” sadece aldatma olabilir mi? Dayatılan kimliksizliğin bunda hiç mi suçu yok? Alınan katı ve sevgiden yoksun eğitim aşkta insanı savunmasız bırakır mı? Peki, eğitim kurtulması güç zırhlar mı yaratır insanda, söz konusu aşksa? Kimdir daha suçlu olan metresiyle karısını aynı çatı altında idare eden erkek mi, yoksa birbirlerini kandıran iki kadın (kardeş) mi? Hayat siyahla beyaz gibi iki kutuplu değil ki, kim hangi kanatta belirli mi? Aşk, gerçekten aşk mı?

Bir gecede, elimden bırakamadım bitirmeden dediğiniz romanlardan biri olacak “Bir Nefes Gibi” adı üstünde.

Bir Nefes Gibi
Ferzan Özpetek
Roman
Can yayınları
Haziran 2020, 160 s.

(07 Temmuz 2020)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Bu yazının aslı Cumhuriyet Kitap Eki’nde yayınlanmıştır.

Maestro Yüz Yaşında

Önsöz

Aslında “Maestro Yüz Yaşında” yazısını 2020 Ocak ayının son haftasına doğru yazmaya başladım ben. Eşsiz yönetmen – şahane insan Federico Fellini’nin 100. doğum yılının kutlanmaya başlandığı günlerde. O günlerde koronavirüs, bu tür salgınların göreceli olarak daha sık ortaya çıktığını duymaya alışık olduğumuz Çin’de görülmeye başlayan bir musibetti.

Elbette Çinli dünyadaşlarımız için kaygılandık, üzüldük. Ama ne de olsa Çin uzakta, dünyanın öbür ucunda bir ülkeydi.

Ancak koronavirüs, nereye çarpıp, nereyi devireceği, nereyi yıkıp, nereyi yok edeceği belli olmayan bir serseri rüzgâr gibi, içinde bulunduğumuz bu küreseleşme çağı ve düzeninde dünyada artık hiçbir yerin uzak değil, tam tersine burnumuzun dibi olduğunu bize çok sert ve net bir biçimde kanıtladı.

“Pandemi” diye, kimimizin ilk kez duyduğu bir tıbbi terim, gelip hayatımızın tam merkezine yerleşti. Ondan sonra da hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Uzun süre de böyle kalacak gibi duruyor.

Ben de Korona’nın yarattığı şaşkınlık, korku, panik, hayatımızın yeni düzenine ayak uydurma telâşı içinde, böyle bir yazı yazmış olduğumu unuttum. Ancak günler sonra hatırladım.

Yakından tanıyanlar tarafından “Sinema yapmadığı, hayatı sinema gibi yaşadığı” vurgulanan Fellini ustanın, özellikle içinden geçmekte olduğumuz şu zor günlerde bize hayata dair anımsatacağı, söyleyeceği o kadar çok şey var ki.

Tüm dünya fertleri olarak daha gelişmiş bir şuur düzeyiyle koronavirüssüz günlere erişmemiz dileğiyle, merhaba…

“Maestro” yüz yaşında

İtalyan televizyonları Ocak ayının sonuna doğru Fellini’yle ilgili yayınlara başladı. Çünkü ustanın 100. doğum yılı 2020. Maestro yıl boyu çeşitli etkinliklerle anılıyor.

8 Mayıs Cuma gecesi de, Rai 1 televizyonunda Carlo Conti’nin sunduğu, telekonferans yoluyla düzenlenenen, İtalyanların en önemli sinema olaylarından biri olan, 65. David Di Donatello ödül töreninde, Fellini’nin beş parasız gençlik günlerinden beri kadim dostu olan, kendi de 2003 yılında vefat eden İtalyan sinemasının efsane ismi Alberto Sordi’nin dile getirdiği bir anı demetiyle andılar Fellini ustayı, alışık olunduğu gibi filmlerinden parçalar yayınlamak yerine. Çok da iyi yaptılar.

“Cebinde beş kuruşu olmayan iki yoksulduk. Yiyecek alacak paramız yoktu. Birşeyler yemek için gittiğimiz Via Frattina’daki mandıranın ahçısının kalbini çaldık, ısmarladığımız bir tabak spagettinin altına iki biftek, iki yumurta koyar öyle verirdi bize. Geceleri uzun yürüyüşler yapar, hayallerimizden, umutlarımızdan emellerimizden söz ederdik. Ben büyük bir aktör olma projesi kurardım, Fellini de beni destekler, ‘Emin ol, Albé, bir gün büyük bir yönetmen olacağım, belki dünyanın en büyük yönetmeni,’ derdi. Bu arada Fellini gün be gün eriyordu. Ayakta duramayacak haldeydi. Kabarık saçlarıyla, sırf kafa kalmıştı. Ben de fakirdim, onu eğlendirebilirdim, gülüp şakalaşabilirdik ama onu besleyecek durumda değildim. Allahtan bir gün koruyucu meleği çıkageldi. Radyoda çalışan bir genç kızla tanıştı, adı Giulietta (Masina) idi. Fellini ona bir skeç yazdı. Sözlendiler. Ondan sonra işler açıldı. Radyoya skeçler yazmaya başladı. Giulietta iyi ahçıydı. Lazanyalar, ravioliler, tortelliniler pişirir, onu beslerdi. Fellini kilo aldı kendine geldi, yürümeye, çalışmaya başladı.”

73 yaşında da kaybetmişiz Fellini ustayı, 1993’de. Luchino Visconti’nin 70 yaşında aramızdan ayrıldığını farkettiğim zaman hayıflanmış, “Yaşasa kim bilir daha ne filmler yapardı” diye iç geçirmiştim. Fellini de 70’leri geçip 80’e ulaşmayı başaramamış. 73’de kalmış. Ne diyeyim. Ama yaptığı filmler yüz yıllara değer. Sinema aşıklarını daha yıllarca peşinden sürükler o.

“Maestro” 20 Ocak 1920 doğumlu. Yani Oğlak Burcu’nun son gününde doğmuş. Saat kaç bilmiyoruz. 21 Ocak’ta da Kova Burcu başlıyor.

Toprak grubundan, zodyağın en kararlı, en hırslı, en planlı programlı, ayağını yere en sağlam basan Oğlak Burcu’yla; hava grubundan, aklı en havada dolaşan, ayağındaki çorabın ha biri mavi, ha biri kırmızı olmuş umurunda olmayan, dahiler burcu diye bilinen Kova Burcu’nun sınırında dünyaya gelmiş, hayalleri rüyaları filme dönüştürmenin, büyülü sinemanın ustası Fellini. Yani Fellini horoskopunun mirasını hiç inkâr etmiyor.

Aile mirasını da öyle. Çünkü aynı zamanda “ayağını toprağa sağlam basan bir sinemacı” olarak da tanımlanıyor o. Baba küçük mülk sahibi köylü bir aileden geliyor. İşi satıcılık. Bu arada anneyi de unutmayalım, o da Romalı tüccar, katolik burjuva bir aileden.

Fellini’nin doğup büyüdüğü Rimini’de geçen çocukluk anılarına da yer verdiği “Amarcord” (1973) filminden etkilenmemiş bir sinemasever düşünemiyorum. Amarcord’u kaç kez seyrettim hatırlamıyorum ama film kare kare aklımda. Sisin içinden çıkıp, süzülerek denizde önümüzden geçip giden transatlantik. Kaçıp ağaca tırmanıp göğe doğru, “Voglio una donnaaa – Bir kadııın istiyorum” diye bağıran “hafif çılgın” amca. Kimi zaman gülmekten, kimi zaman duygulanıp hislenmekten gözlerimizi yaşlarla dolduran, sonra da bizi günlerce düşündüren ölümsüz Fellini karelerinden sadece bir ikisi.

“Ve Gemi Gidiyor”un (1983) güvertesinin keşmekeşi ve her biri ayrı tuhaflıkta unutulmaz yolcu portreleri. “Ruhların Jülyeti”nin (1965) egzantrik kadınları. Satirikon’da (1969) kolay kolay hiçbir filmde göremeyeceğimiz, aklımızdan çıkmayacak, kimi zaman grotesk Antik Roma panoraması.

Ve tabii “Tatlı Hayat.” Unutulmaz “La Dolce Vita”. Deprem yaratmış bir film. 1960 yılında gösterime girdiği zaman İtalya’da kıyametler koparmış. Vatikan ile İtalyan aristokrasisinin kılıç artıkları -öyle diyelim- ve çeşitli muhafazakâr kuruluşlar filme karşı haçlı seferleri düzenlemiş. Film İspanya’da 1975 yılında diktatör Franco ölene kadar yasaklanmış.

Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye’yi kazanan filmin ödülünü takdim eden Jüri Başkanı ünlü polisiye yazar ve Fellini’nin yakın dostu Georges Simenon bile festival izleyicisi tarafından ıslıklanmış, yuhalanmış. Düşünün artık. Daha ne olsun.

Ama halk, “afaroz edilsin, film yasaklansın” bağrış çağrışları arasında, “bu ahlâksız filmi” yasaklanmadan görebilmek için sinemalara koşmuş, gişelerin önünde kuyruklar oluşturmuş.

“Merak kediyi öldürür,” ünlü bir atasözüdür, bilirsiniz. Fellini usta da “sansür devletin parasız promosyonudur,” dermiş. Maestro’ya hak vermemek mümkün mü?

Tarihine baktım, “La Dolce Vita” Türkiye’de 1966 yılında gösterime girmiş. Ben “Tatlı Hayat”ı izlediğimde lise öğrencisiydim. Yanlış hatırlıyor olabilirim ama İzmir Karşıyaka’da yazlık açık hava sineması İpek’te izledim diye hatırlıyorum.

Ama yönetmen Antonioni’nin Marcello Mastroianni, Jeanne Moreau ve Monica Vitti’li “Gece” filmini İpek’te gördüğüme kesin eminim. Onunla mı karıştırıyorum diye düşünmüyor değilim.

Belki şimdi pek inandırıcı gelmeyecek ama 1960’larda biz “Gece”, “Rocco ve Kardeşleri” gibi “Yeni İtalyan Sineması”nın filmleriyle, “Serseri Aşıklar” gibi birçok fransız “yeni dalga” filmi, ki yeni dalga adını bile bilmezdik o zamanlar, işte tıklım tıklım dolan bu kocaman yazlık bahçe sinemasında izlemiştik. Hem de bayıla bayıla ve çok etkilenerek. Bu sinemalar da öyle böyle değil, 600 – 800 – 1000 kişilik büyük bahçelerdi.

Tatlı Hayat’ı da, biz İtalya’da kopan fırtınalardan, lanetlemelerden, hakaretlerden eser bile olmadan -iddiaya göre bir mali destekçisi özel bir gösterim sırasında Fellini’ye tükürmeye çalışmış meselâ- son derece sakin bir ortamda seyrettik.

Hatırladığım kadarıyla gazeteler esas olarak filmde yer alan Türk dansöz Ayşe Nana’yla ilgiliydi. Boy boy onun göbek dansı sahnesinin fotoğrafları basılıyor, haberleri yapılıyordu. O günlerde övünsek mi, yerinsek mi pek bilemediğimiz bir durumdu.

Fellini ustanın, gözlerimizin önüne serdiği, Roma’nın Via Veneto semtinde konumlanan yüksek sosyetenin ve ünlülerin, o günlerde görmeye pek aşina olmadığımız ışıltılı yaşamı ağzımızı açık bırakmış, derin göğüs dekolteli siyah tuvaletiyle, ünlü Trevi Çeşmesi’nin içinde sularla oynaşırken, cilveli cilveli, “Hadi Marcello gelsene buraya,” diye Marcello isimli, ünlülerin haberlerini yapan gazeteciyi canlandıran, başrol oyuncusu Marcello Mastroni’yi yanına çağıran Anita Ekberg aklımızı başımızdan almıştı.

Roma’ya ilk gittiğimde kendimi alamayıp Via Veneto Caddesi’ni aşağıdan yukarı boydan boya yürümüştüm. Filmdeki havayı solumak için. Ama 1990’ların sonuydu. Ve Via Veneto Caddesi ile Hollywood ünlülerinin mekanı Excelsior Oteli tüm haşmetiyle yerinde dursa da 1960’lardan beri köprülerin altından çok sular akmıştı.

Ama Via Veneto Caddesi’nde soluyamadığım o havayı hiç beklemediğim bir yerde ve zamanda soludum ve Fellini’yi yanımda hissettim.

2004 yılının Kasım ayında Ferzan Özpetek’in çektiği “Kutsal Yürek – Cuore Sacro” filminin çekimlerini izlemek ve haberini yapmak üzere Roma’ya gittim. Çekimlere gittiğim ilk gün set Kolezyum’a çok yakın bir sokakta kurulmuştu. Ardından Via Urbina’daki “S. Lorenzo in Fonte Kilisesi”nde çalışıldı.

Üçüncü gün akşamüstü setten ayrılırken, “Yarın buraya değil, Cinecitta’ya gel. Kapıya ismini bıraktım. Seni içeri alacaklar.” dedi Özpetek. Kulaklarıma inanamadım.

“Orada çalışacağız. Teatro 5’de,” dedi. “Yıllar önce bu stüdyo Fellini’ye ait gibiydi. Avrupa’nın en büyük stüdyosu. Hep burada çekim yapardı. Sonra Amerikalılar kullandı. Scorsese, Coppala meselâ hep burada çalıştı. Büyük televizyon programları çekildi. Sekiz yıl sonra ilk kez bir İtalyan filmi çekiliyor burada.”

Ertesi gün, uzaktan kenarda köşede, 50’ler 60’larda Cinecitta’da çekilmiş sayısız tarihi filmden kalma sütün, ön cephe gibi dış dekorların göründüğü ağaçlıklı yoldan, stüdyonun adresini sora sora ilerlerken, aklımda Teatro 5’in önünde başlayan, Fellini’nin “evim” dediği Cinecitta’ya bir saygı duruşu olarak nitelenen, 1987 yapımı “Intervista – Görüşme” filmi vardı.

Karanlık gecenin içinde araba farları görünür. Üç dört otomobil ve kamyonet ağaçlıklı yoldan ilerleyerek, koyu bir silüet halinde beliren büyük yapının önünde fren yaparlar. Arabalardan inenler karanlık içinde oradan oraya koşuşturmaya başlar. Sonra aniden ışıklar yanar ve yüksek bir platform üstünde, başında şapkası, boynunda ünlü atkısı ve elinde megafonuyla Fellini’yi görürüz. Bu arada ışık yerden yürüyerek, o sırada binanın yan tarafından tek sıra halinde sessizce köşeyi dönen, Fellini’yle görüşme ve çekim yapmaya gelmiş, onun çalışmasını izleyebilmek için de bir gün önceden gelmiş, Japon televizyon ekibini aydınlatır.

İşte “Teatro 5” ağaçlık yolun içinden benim de karşıma öyle birden bire çıktı. Ve çok büyüktü gerçekten.

Bu yazıyı yazmadan önce bazı okumalar yaparken, şunu gördüm. Maestro, “anılarının, rüyalarının, hayallerinin, fantezilerinin filmini yapıyor,” denmesini sevmez, sinirlenirmiş. “Onlar da var ama benim yaptığım başka bir şey,” dermiş.

Ben ustaya tamamen katılıyorum. Örneğin, bir ya da yarım kilo kıyma alın, bir kaba koyun. Yoğurmaya başlayın. İçine biraz tuz, biber, baharat, kuru ekmek içi, arzuya bağlı yumurta, maydanoz, soğan vb. ekleyin. Yoğurmaya devam edin. Kıvama geldiği zaman, küçük parçalar halinde koparıp avucunuzun içinde yuvarlayın. İster yassı, ister yuvarlak, ister parmak şekli verin. Pişirin.

Ortaya çıkan şey artık “kıyma” değildir. “Köfte”dir. Hem de fırın, sahan, sulu, kuru, salçalı, kaşarlı, ekşili, cızbız, İnegöl, İzmir, rosto köfte gibi yüzlerce çeşidi, türü olan “köfte”dir. Maestro haklı, onun yaptığı başka birşey. Yaratmak zaten böyle birşey bence.

“Belki sinemaya bir ilan-ı aşk; belki biraz fazla kişisel, belki narsislik, tekrarlıyorum, edepsiz ve sınırlamasız. Ama her durumda, benim yaptığım bu,” diye tanımlıyordu Fellini “yaptığı o şeyi,” kendi sözcükleriyle, 20 Ocak gecesi, yani 100. Doğum Günü’nde İtalyan Rai 1 kanalında yayınlanan “Speciale TG1” programında gösterilen Eugenio Capuccio’nun yönettiği, “Fellini Fine Mai” adlı 2019 yapımı belgeselde sunulan görüntülerinde.

“Güçlü sinema Fellini sineması; onu, hayat üzerine, muhteşem ve kesintisiz bir şiir olarak okuyun,” değerlendirmesini yapıyor yazar – yönetmen Capuccio. Capuccio 1985 yılında Fellini’nin Ginger ve Fred filminin yönetmen yardımcılığını da yapmış ve ustayı adım adım izlemiş.

Fellini’nin filmlerini oluşturma ve çekme öyküleri de filmlerini aratmayacak kadar ilginç. Marcello Mastroianni’yi konu alan, 2015 yapımı, Emmanuelle Nobécourt’un yapımcılığını yapıp yönettiği “Marcello Mastroianni – L’Italian Idéal” adlı izlediğim belgeselden bir anı aktarayım. 1980’de Kadınlar Kenti – La Citta Delle Donne” filmini çekecekler. Bu filmde de Mastroianni yine Fellini’nin vazgeçilmez başrol oyuncusu. Filmin hazırlıkları başlıyor. Ama ortada senaryo yok.

“Senaryo” diye soruyor Marcello. “Hazırlanıyor,” diyor Fellini. Günler geçiyor, gelen giden yok. Marcello tekrar soruyor. “Bakarız, merak etme sen.” minvalinde bir cevap geliyor Fellini’den. Çekimler başlayacak senaryo hâlâ ortada yok. Marcello endişeli.

“Al şunu oku, gerisine sonra bakarız.” diye yarısına kadar kargacık – burgacık yazılmış tek bir sayfa tutuşturuyor Fellini, Marcello’nun eline çekimden bir gün önce. <(Fotoğraf 8 1/2 filmindendir.)

Ertesi gün sahne, ışıklar hazır. Marcello geniş yatağa uzanıyor talimat üzerine ama hâlâ ne olacağından haberi yok. “Motor” diyor Fellini ve yarı çıplak iki kadın aniden yatağa, Marcello Mastroianni’nin üstüne atlıyor. Marcello’nun ödü patlıyor, şaşırıyor. İşte onu en doğal, en şaşkın, en dehşete düşmüş haliyle filme çekiyor büyük usta kahkahalar arasında.

“Dünyanın en iyi on filmi” arasında adı sayılan, Fellini’nin “en iyi filmim” dediği söylenen, 1963 yapımı “8 1/2”, ustanın “Tatlı Hayat” filminden sonra artık senaryo yazamamasının, film çekememesinin ve bunalıma girmesinin bir sonucu ve ürünü. Bunalımından bile muhteşem bir film yaratmayı başarmış, Maestro. Ne denir ki başka.

Maestro’yu yakından tanıyanlar, onun sinema yapmadığını, hayatı sinema olarak yaşadığını vurguluyorlar.

Fellini usta da bunu 1960 yılında yaptığı bir söyleşide, “Benim için, film çekmek, kendimi, hayatımı gerçekleştirmek, ona anlam yüklemek. Ben işe profesyonel olarak, bu iyiydi, öteki şöyleydi diye bakmıyorum. Onun için böyle bir soru soruldu mu, tıkanıyorum. Ne yanıt vereceğimi bilemiyorum. Filmlerim benim için hayatımın mevsimleri, dönemleri,” diyerek açıklıyor.

Yabancı Dilde Film dalında dört Oscar ödülü, bir Altın Palmiye, En İyi Film dalında dört Altın Küre, ve burada sayılamayacak kadar çok sayıda prestijli uluslararası ödüle, bir de 1993 yılında tüm filmleri için verilen Onur Oscar’ını ekleyelim. Ama kalbimizi çalan, aklımızı çelen o güzel filmler bunların hepsini ve daha fazlasını hak ediyor zaten.

1960 yılında Fellini’yi ve “olağanüstü orijinal ve görülmedik bir şey” diye tanımladığı, bugün artık sinemada çığır açan bir başyapıt kabul edilen, “Tatlı Hayat” filmini desteklediği ve Altın Palmiye ödülünü almasını sağladığı için bir sürü eleştiri alan, azar yiyen, hakarete uğrayan, ıslıklanan, yuhalanan Georges Simenon, şöyle tanımlıyor yakın dostunu:

“O komple bir sanatçı, çok duyarlı biri, çok ender rastlanan bir içtenliği var, kendine sadık ve asla taviz vermiyor.”

Ben de, hepimizi “hayallerimizin sınırlarını zorlamaya, genişletmeye” çağıran, kendi tabiriyle “sınırlamasız ve edepsiz” o güzel filmleri için Maestro’ya tüm kalbimle teşekkür ediyorum 100’üncü doğum yılında.

İyi ki yolu dünyamızdan geçmiş.

Kaynakça:

(05 Temmuz 2020)

Çiğdem Kömürcüoğlu

Buğday

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Twitter’da sinemaların Temmuz’da değil de Eylül’de açılması önerisini duyuran bir haberin altına yazdığım yorumdur: Umarım fanatik sinemaseverleri de dijital platformlara kaptırmayız, sinema salonundan soğutmayız. Bendeniz hâlâ dijital platformlarda sinema filmi izlemedim. Açılışlar Eylül’e sarkarsa dijitale müptela olmaktan korkarım. Olmazsa Temmuz’da Eczaneler gibi Nöbetçi Sinemalar açılsın. (27 Mayıs 2020)

İlham geldi, dünya pratik bilgiler külliyatına katkıda bulunayım: Özgür kumrular için balkonunuza bulgur serpiyorsanız temizliği yağmurdan sonra yapın. Yemek sonrası imal ettikleri mamulâtı ıslak bezle sildiğinizde hemen çıkıyor. Şirketlerin kulakları çınlar mı bilmiyorum ama bir ara adresim belli olsun diye fahri olarak 35 mm Filmcilik’in çatısı altında barınmaktaydım. Zaman zaman Pangaltı’daki evimden çantamı sırtıma vurup Cumhuriyet caddesinden Beyoğlu İstiklal Caddesinin paralelinde seyreden Erol Dernek Sokak’taki Erman Han’da bulunan şirkete yürüyerek gidiyordum. Bilirsiniz bazen kaldırımlarda çift gezen kumrulara rastlarsınız. Bu kuşlara özel hayranlık beslememin bir sebebi de bol miktarda yem satıcısı bulunan Taksim’de bekleyip tembellik etmemeleri ve rızıklarını caddelerde ve sokaklarda gezerek aramalarıdır. Bir ara bu kumrulara vermek için çantamda sürekli buğday bulundurur ve işe giderken rastladıkça kaldırım kenarındaki toprak sahalara serperdim. Bir ilkbaharın sonuna doğru, günün birinde ve tam Harbiye Radyoevi’nin önündeki yeşillikler içinde ciddi ciddi 20 – 25 santim kadar uzamış buğday kümesini görünce duyduğum sevinci hâlâ hatırlarım ve unutamam. İkinci seyre gittiğimde çimlerle birlikte ektiğim buğdayları da biçen Zeki Müren’e -pardon “Bahçevan”a* da hâlâ kırgınım.
*Ne âlâka diyebilecekler için bilgi: Nejat Saydam’ın yönettiği “Bahçevan” adlı yerli filmimizin başrollerinde Zeki Müren ve Belgin Doruk oynamıştır. (28 Mayıs 2020)

65+ yıldır “kısıtlama” ve “bulaşma” olarak bildiğimiz kelimeleri, koca koca adamlar “kısıt” ve “bulaş” olarak telâfu ettiklerine göre bundan böyle Adana’ya Adan, Antalya’ya Antal dememizin ne sakını olabilir? AnkaMall adlı AVM.si olan Ankara’ya da Anka? (28 Mayıs 2020)

Rahmetli Abdullah Yüce, rahmetli Sadun Aksüt’le söyleşi yapıyor, Aksüt, “Çoluk, çocuk var mı efendim?” diye soruyor. “Var efendim, var, olmaz mı, 5 tane.” diye ekliyor muhterem; “Çok mutlu ve huzurluyuz.” diye de devam ediyor. “Şimdi hangi şarkıyı lûtfedeceksiniz efendim?” diye Aksüt devam ediyor. Üstad “Selânikli Ahmet Bey’in ‘Bir vefasız yare düştüm ki hiç beni yâd etmiyor’…” diye şarkıya girince gayri ihtiyari -yani elde olmadan mırıldanıyorum: “Yapma üstad, 5 çocuk, mutluluk, huzur, saadet derken, neşeli ve ferahlık veren bir şarkı söyleseydin…” diyorum. Bence çok doğru diyorum. Değerli sanatçılar, mazide geçen o zamanlarda Taksim’in göbeğindeki, Boğaziçi’nin eteklerindeki gazinolarda görkem ve şatafat içinde sahnelere çıkar, şarkılarında, türkülerinde sürekli kederden, tasadan bahsederlerdi, neşeler ve keyifler içinde.
1- Tuhaf bir kederlenme ve söylem şekli şemali yani.
2- Orhan abimizin sahildeki villasının bahçesinde boğazın menevişlenen sularına bakarak “Batsın bu dünya” diye feryat etmesi gibi yani.
3- Keder ve hüzün ticareti diyesim var, demeyesim yok yani. (Sondaki numaralandırılmış 3 cümlede ifade düşüklüğü var sanki yani.) (30 Mayıs 2020)

Gözünü sevdiğim İstanbul’u bir semtine yekpare acem mülkü fedadır, baksanıza şunlara: KULAKsız, GÖZtepe, TepeBAŞı, PARMAKkapı, SarayBURNU, ZeytinBURNU / ZEYTİNburnu, ELMAdağ, ARMUTlu, CEVİZli, FINDIKlı, İNCİRli, KİRAZlı, SOĞANlı, BAĞcılar, BOSTANcı, FINDIKzade / SULTANahmet, ŞEHZADEbaşı, KADIköy, PAŞAbahçe, BEYkoz, AyazAĞA, MerkezEFENDİ / YEŞİLköy, KARAköy, AKsaray, SARIyer, KIZILtoprak, YEŞİLyurt/ KUŞtepe, KUZGUNcuk, BÜLBÜLderesi, KARACAahmet, DOĞANcılar, AKBABA, KARTAL. (31 Mayıs 2020)

Tamam, kabul ediyorum, ekmek parası ama Antalya’da En İyi Oyuncu Ödülü kazanmış oyuncunun sesi “Çamaşırlarınızı şu deterjanla yıkayın”, veya bir zamanlar Paris’in ünlü Olimpia Sahnesi’ne bile çıktığını zırt pırt gündeme getiren şarkıcının sesi “Yergül mobilyaaa…” diye seslendiğinde tuhafıma gidiyor. Keza ünlü 65+ üçlünün yere, göğe sığdıramadığımız şarkılarını, 3 kuruşluk reklâm için yerin 7 kat dibine sokmaları da tuhafıma gidiyor. Sevmiyorum artık onları. (04 Haziran 2020)

Yaşadığımız salgın günlerinin verdiği ilhamla: Şair, “Yaş 35, yolun yarısı eder” demekle hiç de isabetli bir teşhiste bulunmamış; yaş 65+4 olmakla biz bittik mi yani şimdi? O dedi diye önümüzdeki yıl tası tarağı toplayıp gidelim mi buralardan? Hele hele 70’i devirmiş, aslan gibi Ahmedim ve Münirim 18’lik delikanlı gibi çatır çatır ortada dolanırken neresi doğru bu lâfın? (08 Haziran 2020) (Sağolsun bir arkadaş da facebook’daki bu paylaşımımın altına 35 yaş şiirinin müellifi Cahit Sıtkı Tarancı’nın 70’i bulamadan 46 yaşında hayata veda ettiğini yazdı ciddi ciddi, iyi mi? / Yolun yarısının 23 dahi olabileceğini ima ederek, haline şükret dostum demeye getiriyor sanki?)

İtalya’da yaşayan Türk yönetmen Ferzan Özpetek’in İtalyanca yazdığı “Bir Nefes Gibi” adlı romanı Neval Barlas’ın Türkçe çevrisiyle Can Yayınları tarafından yakında Türkiye’de yayınlanacakmış.
Türkiye’de yaşayan İtalyan yönetmen Federico Fellini’nin Türkçe yazdığı “La Città Delle Donne” adlı romanının Bernardino Zapponi’nin İtalyanca çevirisiyle Vita Pubblicazioni tarafından yakında İtalya’da yayınlanması gibi bir şey. (13 Haziran 2020)

(22 Haziran 2020)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com