Kategori arşivi: Yazılar

Yaşam Savaşında İki Zıt Güç: Kar ve Ayı

Küresel ısıtma nedeniyle ne kışlar kış gibi ne yazlar… İnanılmaz sıcaklar yaşıyoruz, seller ve kuraklıklarla birlikte. Bir çelişki gibi gözükse de gerçek bu. Kendi çıkarlarımız doğrultusunda, başka hiçbir canlıya yaşam izni vermezsek doğayı ve doğanın o güzelliğini (yaşama katkısını da) yok ederiz.

Selcen Ergun’un, birçok festivalden ödülle dönen ilk filmi Kar ve Ayı, en sonunda izleyicinin karşısına çıkıyor. Hemen baştan belirtmemiz gerekir ki, gerek yönetmen Ergun’u gerekse filme emeği geçen herkesi kutlamak, alkışlamak gerekir. Selcen Ergun, gerçekten bir sinema dili tutturmuş filminde; senaryo hatalarına rağmen merak ve heyecanla izleniyor.

Karlarla kaplı bir kasabaya hemşire olarak tayin edilen Aslı (Merve Dizdar) kapalı bir toplumda dışarıdan gelen birinin yalnızlığını hisseder. Sağlıkçıdır, ama geleneksel köylü bakışı içerisinde benimsenmesi pek mümkün değildir.

Hasan (Erkan Bektaş) hamile olmasına karşın eşini çalıştıran, doktora götürmeyen, her zaman sarhoş ve -kasabalının bildiği gibi- sevgilisi olan biridir. Eh, kasabaya genç bir hemşire gelmişse, onu taciz etme hakkını kendinde bulacak denli de hadsizdir.

Samet (Saygın Soysal) ise Hasan’la düşman, aslına bakarsanız yalnız, dağdaki vahşi hayvanları düşündüğünü iddia eden ama onları suçlayabilecek denli de tutarsız biridir. Tabii, genç hemşireye de gönlü düşer hemen.

Görüntünün gücü…

Müthiş bir atmosfer ve olağanüstü oyunculuklarla dolu film, bir gizemi de birlikte taşıyor: Ayı. Kasabalının en korktuğu hayvandır ve hemen her gece kasabadan uzak tutmak için ateş yakıp ses çıkararak ayıları kaçırmaya çalışırlar.

Doğa karla bir şeyleri gizliyorsa da bir şeyler uç veriyor yine de. Samet ile Hasan’ı barıştırmak isteyen muhtar, o gece Hasan’ın kaybolmasına da -bir anlamda- sebep olur. Genç hemşire, kendisine sarkıntılık eden Hasan’ı iter. Burada bir pozitif ayrımcılıktan söz edebiliriz. Samet, tabii ki, Aslı’yı ikna etmek için ve daha yakın olabilmek için Hasan’ın cesedini taşımıştır. Ayı tam da burada devreye giriyor.

Aslı ile Samet, yürürlerken bir ayı ile karşılaşırlar. Acaba o ayı Aslı’nın hayalinde mi karşılarına çıkmıştır yoksa gerçek midir? Yaban hayatını savunduğunu, hayvanları koruduğunu söyleyen Samet, kasabalının ayıyı vurması karşısında ne tepki verecektir? Kasabalıyı tanımadığımız gibi erkek egemen bakışın neresindeler bilmiyoruz. Kahve falı geleceği görmek için yeterli midir acaba?

Senaryosundaki eksiklikler olmasa film çok daha güçlü olabilirdi; buna da bağlı olarak oyuncuların muhteşem performansı ile taçlanabilirdi. Yönetmen Selcen Ergun, yeni çalışmalarında bu eksikliklerini giderecektir. Yönetmeni daha başarılı filmlerde selamlamak için hazırız.

08 Eylül’den başlayarak gösterimde…

(03 Eylül 2023)

Korkut Akın

[email protected]

İçeri Girmesine İzin Verdiğinde

Dünya prömiyerini yaptığı Sundance Bağımsız Filmler Festivali gösterimi ertesinde sinema aleminde bir fenomen haline gelen ‘Konuş Benimle / Talk To Me’ tek plan süsü verilmiş uzun açılış sekansından başlayarak has bir korku/gerilim vadediyor. Karanlık sokaklardan ışıltı eğlence mekânına dalan Cole telâşla kardeşini aramaktadır. Kendisini kapattığı odanın kapısını kırdığında Duckett’ı sayıklarken bulur. Genç çocuk sadece kendisine görünen ölmüş babasının suçlaması üzerine herkesin gözleri önünde önce ağabeyini sonra kendisini ölümcül bir biçimde bıçaklar. Bu dehşet yüklü girişin ardından bir avuç yeni yetmenin kaygısız dünyasına daldığımızda biraz olsun soluklandığımızı düşünürüz, ancak korkulu dakikalar hiç de uzakta değildir. Annesini birkaç yıl önce trajik bir biçimde yitirmiş ve iletişim kuramadığı babası ile yaşadığı evden ziyade yakın arkadaşının babasız yuvasına sığınmış olan Mia’nın gece vakti otoyolda önüne çıkan ağır yaralı kangurunun can çekiştiği anlar yaklaşan dehşet anlarının habercisidir sanki. Her şey, heyecan yaşamak bir araya toplanmış gençlerin mumyalanmış seramik kaplı bir kesik el aracılığı ile ruh çağırma oyunu ile başlar. ‘Konuş Benimle’ ve ardından ‘Beni İçine Al’ komutları ile tekinsiz deneyimin eğlenceli ve dramatik bağımlılığına kapılan kafadarlardan bazıları çizgiyi aştıklarında talepkâr ruhların istilâsı altında geri dönülmez bir yola girecek, ortalık karışacaktır.

Güney Avustralyalı ikiz yönetmenler Danny ve Michael Philippou’nun özgün bir fikrinden yola çıkan film, son dönemde hayli tıkanmış korku/gerilim sinemasına taze bir soluk getirmiş, türün tanınmış örneklerinden aldığı ilhamı gizlemeden meraklısını fazlasıyla tatmin edecek bir yapım ortaya çıkmış. İlk sahnede ‘Jaws’un ünlü temasını andıran girişin ardından Cornel Wilczek’in hipnotik müzik çalışması filmi sarıp sarmalıyor. Gençlerin tekinsiz deneyimlerinin kollektif bir kendinden geçişe dönüştüğü sekansta Edith Piaf’ın klasik şansonu ‘La Foule’ ezgilerinin kullanılışı gerçekten hoş. ‘Sapık / Psycho’nun duş sahnesinin finaline, ‘Şeytan / Exorcist’in bedenin ele geçirilme temasına göndermeler de öyle. Joel Schumacher imzalı 1990 yapımı ürkütücü ‘Çizgi Ötesi / Flatliners’ı günümüz Z kuşağının beğeni ve davranıp kalıplarına uyarlama çabası da hissediliyor. Danny Philippou’nun ortağı olduğu senaryo, Aaron Mclisky’nin görüntü çalışması titiz ve incelikli. Mia rolünde ilk kez izlediğimiz Sophie Wilde umut vadediyor. Dehşet görüntülerinden ya da bol kanlı sahnelerden sakınılmamış ancak yalnızca şok yaratmak amaçlı yerinden hoplatıcı korku efektlerine yüz vermeden öykünün merakla takip edilen gidişatına hizmet edilmiş. Filmin dünya çapında gördüğü ilginin sonucu olarak, belki de açığa çıkmamış sırların yanıtının da verileceği bir devam filmini şimdiden öngörüyoruz. Özellikle türün meraklıları kaçırmasın.

(02 Eylül 2023)

Ferhan Baran

[email protected]

Yıldızlı Göğün Sessizliği ve Havai Fişekler

Damián Szifron’u dilimize ‘Vahşi Hikâyeler’ adıyla çevirebileceğimiz, bizde ‘Asabiyim Ben’ adıyla gösterilmiş üçüncü uzun metrajı ‘Relatos Salvajes’ ile tanımıştık. Medeniyet ile barbarlığı ayıran ince çizginin aşılması durumunda neler olacağı, gündelik hayatlarımızda biriken öfke kontrolden çıktığında neler yaşanacağı üzerine fantastik tadlar içeren, yakıştırılmış adındaki asabiyetin çok ötesinde beklenmedik gelişmelerle kesif bir şiddete taşınan birbirinden bağımsız altı öyküden oluşan yapım Cannes Film Festivali ana seçkisinde görücüye çıkışının ardından tüm dünyada büyük bir ilgi görmüş, hemen ardından en iyi yabancı film kategorisinde Oscar adayları arasına girmişti.

Nerdeyse 10 yıllık bir bekleyişin ardından gelen ‘Katili Yakalamak / To Catch A Killer’ Arjantinli sinemacının geniş hayran kitlesi edindiği Hollywood aleminde İngilizce çektiği ilk uzun metrajı. Televizyonda büyük ilgi gören gözde polis dizileri havasında beklenmedik (ya da çok beklendik) bir toplu katliam sekansı ile açılıyor film. Batimore’daki görkemli gökdelenin çatı katındaki çılgın yılbaşı partisi keskin bir nişancının mermileri ile sarsılıyor. Karanlık gökyüzünü delen havai fişeklerin silah seslerini örttüğü bu dehşet anlarında çevredekiler ve cam dış asansörü kullananlar dahil 29 kişi isabetli tek atışla hayatını kaybederken, konuşlandığı mekânı havaya uçuran tetikçi yanıtlanmayı bekleyen sorularla izini kaybettirmiştir. Bu durumda vakayı ele alan FBI baş müfettişi Lammark (Ben Mendelsohn) ile irtibat elemanı olarak yanına aldığı kadın polis Eleanor Falco’nun (Shailene Woodley) karmaşık cinayetler serisini çözmek için hem zamana hem de statülerine ve çıkarlarına halel gelmesini istemeyen bürokratlara, politikacılara, iş adamlarına karşı savaş vermeleri gerekecektir.

Szifron’un polisiye öykülerin aşina olduğumuz kurgusu ile yola çıkan filmi, Lammark’ın açık eşcinselliği kadar yanına seçtiği, anti sosyallik, saldırganlık ve ilaç bağımlılığı gibi nedenlerle FBI tarafından reddedilmiş Falco gibi ayrıksı ana karakterleri ile benzerlerinden ayrılıyor. ‘Kuzulanın Sessizliği / The Silence of the Lambs’in Clarice Starling’ini anımsatan içe dönük Eleanor’un geçmişi hakkında detaylı bilgi alamasak da onun 12 yaşından başlayarak eziyetli bir süreçten bugünlere gelebildiğini, mali sorumluluğunu üstlenecek kimsesi olmadığı için öğrenimini sürdürememiş oluşunu, hem insanlardan hem de intihar eğilimi nedeniyle kendinden korunmak için polislik mesleğine yöneldiğini öğreniyoruz. Üstleri ile mücadelesini her daim sürdürmüş 30 yıllık hizmeti bulunan kıdemli baş müfettişin onu yardımcısı olarak yanına almak istemesi de kadın polisin bastırılmış öfkesinden hareketle, yaş, ırk, cinsiyet gözetmeksizin gözünü kırpmadan masum insanları katleden soğukkanlı katilin hissiyatına ulaşmak içindir aslında. 72 saat sonra gelen ve çoğunluğu polis 24 kişinin ölümüyle sonuçlanan ikinci katliamın ardından eski suçlular ve Arap azınlık üzerine yoğunlaşan polis teşkilatının beceriksiz başarısızlıklarına isyan eden Lammark’ın olaydan alınması Eleanor’un infazcının kimliği ve psikolojisi üzerine gizli araştırmasını sürdürmesine engel olmayacaktır. Soğukkanlı katil ile karşı karşıya gelmesi ve onun gerekçeleri ile yüzleşmesi kaçınılmazdır artık.

‘Katili Yakalamak’ gerilimini başarıyla kurmuş ve çok iyi kotarılmış bir polisiye serüvenin ötesinde, ABD’ye dışardan bakan bir gözün sıkı bir sistem eleştirisi ile öne çıkıyor. Szifron daha en başından alter egosu konumundaki Lammark’ın partnerinin sözleriyle niyetini ortaya koyuyor. Tetikçinin yetiştiği toprakların, dünyanın birçok yerinde olduğu gibi yaşanmaz bir yer haline gelmesinde bu devletin büyük payı yokmudur. Dünyayı kuşatan markaları, plastiği ve tüm aşırılıklarıyla yalnızca kârı hedefleyen kapitalist düzenin eseri değil midir bu hızlı kirleniş. 300 milyon Amerikan vatandaşına karşılık 400 milyon silahın serbetçe dolaştığı ve yarıdan fazla cinayetin failinin bulunamadığı bir ülkede bireysel katliamların önünü almak mümkün müdür. Yalnızca insanca yaşayabilecek bir yer ve zaman özlemi içinde olanlar, gecenin sessizliğini delen havai fişeklerin altında her an gözetim altında açık cezaevine dönüşmüş bu düzende huzur bulamayacak ve intikam zırhını kuşanacaktır belki de.

Bu ve benzeri soruları soran ve çağımıza kuşkuyla bakan karamsar bir film bu. Senaryoyu Jonatham Wakeham ile birlikte kaleme alan sinemacı filmin kurgusunu da üstlenmiş. Çok değerli besteci Carter Burwell’in Coen kardeşlerin ünlü başyapıtı ‘Fargo’daki dünya ahvali üzerine kara bakışlarına eşlik eden içli kemanı bu defa Szifron için dile gelmiş ve olanca hüznü ile filmi sarıp sarmalamış.

(26 Ağustos 2023)

Ferhan Baran

[email protected]

Savaşta Önce Kendini Öldürürsün: Kelebek Görüşü

Hastalık insanın fiziki, ruhsal hasar görmesidir; buna ek olarak artık sosyal ilişkileri de eklemek gerekir. Bizim “mahalle baskısı” dediğimiz çevre ilişkileri de insanın sağlığını belirler. Dışarıdan görünen fiziki hasarlar için herkes hemfikirdir de içte olan, kimselere anlatılamayan -hatta kimselerin anlayamayacağı- sorunlar insanı yer bitirir. Doluya koyarsınız almaz, boşa koyarsınız dolmaz. Ne yaparsanız yapın, kendinizi ikna etseniz bile yanınızdakini ikna edemediğiniz sürece hastalığınızı yenemezsiniz.

Ukrayna – Rusya Savaşından bir kesit izletiyor bize yönetmen Maksym Nakonechnyi, senaryosuna da katkıda bulunduğu Kelebek Görüşü’nde (Butterfly Vision). Ukraynalı hava keşif uzmanı Lilya (Rita Burkovska), esir düşmüş, takasla kurtulmuştur. Ancak tutsakken yaşadıklarını unutamadığı gibi kimseye anlatamaz da. Eşi, ayrılıkçı milis gücüne katılmış Tokha (Lybomyr Valivots), kabullenemez bu durumu; odayı birbirine katar duyduğunda. Oysa beklediği bir haberdir bu, çünkü onların da yaptığı bundan çok farklı değildir; yani kendileri birini esir alsalar onların da yapacağı şey tecavüz etmektir.

Bosna çocukları…

Savaşların artık uzaktan yapıldığı, insanların televizyon ekranlarından canlı olarak da takip ettiği günümüzde bu tür tutsaklıklar pek bulunmaz diye düşünse de insan. 20. yüzyılın sonlarında Sırplarla Hırvatlar arasında yaşanan Bosna Hersek Savaşında, kadın tutsaklar doğurdular, yaşama tutunabilmişlerse. Bosna Çocukları adı verilen o çocukların hepsi tecavüz çocuğuydu ve büyük bir travmaydı herkes için. (Bugün bizde, tecavüzcüsüyle evlendirilen kızların durumu da pak farklı değil, savaş olmamasına rağmen.)

Benim bedenim, benim kararım…

Muhakkak ki kadınlar çok daha iyi bilir ve hisseder o kürtaj koltuğuna oturmanın zorluğunu… Her ne kadar istenmeyen bir hamilelik de olsa içinde yaşayan bir canlıdır ve karar kendisinin olmalıdır, her şeyden ve herkesten önce. Ancak öyle olmuyor yaşamın içinde… Her kafadan bir ses çıkıyor. Kimi kültürel, kimi dinsel, kimi geleneksel, kimi gelecekle bağlantılı, kimi ahlâk adı verdikleri tutuculukları, kimi de “ya benimsin ya kara toprağın” mantığıyla alabildiğine tepki gösteriyor, hatta öldürüyor bile…

Lilya, o ikilemin içerisinde, ne yapacağını bilemez haldeyken (evdekiler, asker arkadaşları, sokaktakiler, hatta otobüsten indirenler) herkes tepki gösterir. Tutsaklıktan kurtuluşunda “kahraman” ilan edilmiştir, ama artık bir “kirli”dir o herkesin gözünde. Asıl kahramanlık o çocuğu doğurmaktır. Asıl cesaret o kadarı alabilmektir. Asıl mücadele o doğum sonrasında başlayacaktır.

Savaşlar olmasın…

Her ne kadar Ukrayna – Rusya Savaşından önce çekilmiş olduğu için artık bir belgesel gibi izlense de, Kelebek Görüşü’nü savaş karşıtı bir film olarak herkes muhakkak izlemeli… Savaş sonrası yaşanan sendrom (girişte değinmeye çalıştım) yıllar süren ve asla çözüme kavuşamayan bir travma olacaktır. (Bizdeki “düşük yoğunluklu çatışma” denilen adı konulmamış savaştan gelenlerin yaşadıklarını da belgelemek, filme çekmek, öyküsünü yazmak, resmini çizmek, hey19kelini yontmak, müziğini bestelemek gerekir.)

25 Ağustos’ta gösterimde…

Korkut Akın

[email protected]

Geçmişin Hayaletlerini Çağırma Vaktidir

Cannes’da dünya prömiyerini yapan Olivier Peyon imzalı ‘Bırak Artık Şu Yalanlarını / Arrête Avec Tes Mensonges’, adını küçük yaşlarından hikâyeler kurgulayan yazar Stéphane Belcourt için annesinin sıkça kullandığı cümleden alıyor. Oysa ‘öykü yazmak yalan söylemek değildir ki’. Tanınmış romancı yoğun üretimiyle kendi gerçeğini, yıllar boyu kalın gözlüklerinin ardında gizlediği tutkularını, sırlarını yazıya dökmektedir. Liseyi bitirdikten hemen sonra büyük kente kapağı atmış, doğup büyüdüğü küçük kasabanın boğucu ve tutucu ikliminden uzaklaşmak suretiyle özgürlüğüne ve yaşamın engin zenginliklerine yelken açmıştır. 200. kuruluş yıldönümünü kutlayan Güneybatı Fransa’nın dünyaca ünlü konyaklarıyla bilinen kasabasına şeref misafiri olarak davet edildiğinde, 35 yılın ardından amber kokulu anılarının, 1984 yazının deli tutkulu günlerinden beridir yüreğinde derin bir sızı olarak taşıdığı ilk aşkının izini sürmek içindir kısa ziyareti.

Phippe Besson’un çok satmış otobiyografik romanından uyarlanan yapım, ilk aşkın yakıcılığı üzerinden evrensel bir büyüme hikâyesi anlatıyor. Öznelerinin eşcinsel olması ve bu sevdanın 40 yıl öncesinin kapalı dünyasında kaçak göçek yaşanması (ya da yaşanamaması) öykünün kırılganlık boyutunu, hüzün katsayısını yükseltiyor. Yönetmen Peyron hikâyenin günümüzde ve 1984 yazında geçen ikili anlatımının kurgusunu gayet başarılı bir şekilde dengelemiş. Seçmelerde keşfedilmiş Jérémy Gillet (Stéphane) ile Julien de Saint-Jean (Thomas) kırık aşk hikâyesinin ana karakterlerinde kimyaları tutmuş iki genç yetenek olarak göz dolduruyor.

Filmin günümüzde geçen bölümlerinde Stéphane’ın 50’li yaşlarına Guillaume de Tonquédec, Cognac kasabasında karşılaştığı (yasak aşkı Thomas’ın oğlu) genç rehber Lucas Andrieu’ye (Fransız sinemasının efsanevi aktörü Jean – Paul Belmondo’nun hık demiş dedesinin burnundan düşmüş torunu) Victor Belmondo parlak yorumları ile hayat vermiş. Görmüş geçirmiş yazar o muhteşem yaz sonrasında kendisinden bir daha haber alamadığı Thomas’ın izini kovalarken, genç Lucas hayatta olduğu süre zarfında yakınlık kuramadığı, hep durgun, hep düşünceli babasının büyük sırrının peşine düşer. Geçmişin hayaletlerini çağırma vakti geldiğinde bu ikili karşılıklı yaralarını sarmak için çaba sarf edecektir. ‘Bırak Artık Şu Yalanlarını’ belki çok yeni şeyler söylemeyen ancak aşk, özgürlük ve insan ilişkileri üzerine evrensel dokunuşları olan zarif filmlerden.

(17 Ağustos 2023)

Ferhan Baran

[email protected]

Geçmişiniz Sizinle… Blue Beetle

Sinemanın 37 harfi var, a-be-ce gibi düşünürsek. O harfleri birleştirerek yeni sözcükler oluşturup cümleler kuruyoruz. Müzikteki nota sayısı da az ama sonsuz tını oluşturulabiliyor. …ama yine de birçok benzerlik söz konusu olabiliyor. Buna ek olarak bazı beğenilmişliklerle bağlantılı olarak birbirinin benzeri cümleler ardı arkasına kuruluyor. Yani, benzer öykülerle benzer filmler çekiliyor. Buna rağmen, Blue Beetle, bu tekdüze gidişi kırmaya kararlı.

Yine bir olağanüstü güç

Jaime Reyes (Xolo Maridueña) mezun olmanın mutluluğuyla ailesinin yanına döndüğünde, hayatın gerçek yüzüyle karşılaşır. Bir büyük firma (tröst demek daha doğru aslında) evlerine el koymuş ve çıkartmaya zorluyor; gelirleri kısıtlı olan aile bir çözümsüzlüğün içindedir. Tıpkı Türkiye’de olduğu gibi çalışanlara az para verilmekte, insanlar işsizlikten yakınmakta ve bu zor durumu aşmak için çabalamaktadır.

Jenny Kord (Bruna Marquezine), babasının haklarını da vermeyip dünyayı ele geçirmeye çalışan halasından (Susan Sarandon) çaldığı olağanüstü güç kaynağını Genç Jaime’ye verir. O olağanüstü güç, kendisini sevince, bünyesine girer ve genç Jaime yeni bir Süperman, Batman, Kaptan Amerika vb. olur, istemese de…

Buraya kadarı hemen her bilimkurgu filminden bildiğimiz bir giriş. Ancak bundan sonrası farklı; çünkü Reyes ailesi birbirine bağlı, birbirini seven ve savunan bir ailedir. Ailenin geçmişinde (büyükanne ve amca) antiemperyalist düşünceleri nedeniyle militandırlar gençliklerinde (Filmin girişinde, amcanın güvenlik kameralarından sakınmasının gerekçesi çıkıyor ortaya).

İyilerle kötüler…

Bir aksiyon filmi olmasına rağmen komediyi, gerilimi ve (ağlatan değilse de gözü yaşartan) dramayı içeren Blue Beetle’da bir anti kahramandan söz etmek de mümkün. Şiddetten alabildiğine kaçınan Jaime, hiçbir zaman kahraman olmak istemiyor. Jaime’nin olağanüstü güç sahibi olmasıyla birlikte denge değişince film, bir iyilerle kötüler arasındaki savaşa dönüşüyor. Aile sevgisi belirgin bir biçimde sergileniyor.

Benim kurtarıcım…

Okurlar farkındadır, birkaç gündür Koreli Yousu Kim, değerlendirmeleriyle katkı sunuyor yazılarıma… Bu kez, gerçekten de daha iyi yazdığı için benim Blue Beetle’ım oldu.

“Blue Beetle, birçok diğer film gibi, hem keyif hem de duygu içeren ve değerli dersler sunan bir filmdi. Bu film, ne kadar zengin olunursa olunsun, aile sıcaklığı ve sağlıklı insan ilişkileri olmadan yaşamın çok yalnız hissedilebileceğini gösterdi. Aynı zamanda bu sevginin birçok hayat zorluğunu aşmada yardımcı olabileceğini de gösterdi. Başkalarıyla bağlantı kurma hissi ve ailenin değerliliği birbirine ifade edilmeli, çünkü bu anlar sonsuz değil; böylece pişmanlık yaşanmaz.

Şaşırtıcı bir şekilde, ailenin en büyüğü ve sözü dinlenen tek kişisi büyükanne bende kalıcı bir hatıra bıraktı. O, herkesten daha güçlü bir karaktere sahipti. Diğer aile üyeleri sevdiklerinin ölümlerine yas tutarken bile sakin ve güçlü kalmıştı; bu düşünce bile yüreğimi acıttı. Böylesine dayanıklı bir birey olmak için kaç deneyimden geçtiğini hayal etmek bile içimde bir yerde bir duygu hissettiriyor.

İnsanın büyümesi nereye kadar devam eder?

Blue Beetle’ı izlerken aynı zamanda yanılgılı inançların insanın düşüşüne nasıl yol açabileceğini fark ettim. Acı yaşayan insanlar genellikle öfke ifade etmek ve ona dayanmak için bir şey veya birine karşı derin bir kin geliştirirler. Bu süreçte acı tekrar tekrar yüzeye çıkabilir ve böyle düşünceler ortaya çıkar: Eğer o kişinin hayatında sıcak bir varlık olsaydı.

Düşünülemez suçların yaşandığı Güney Kore’deki mevcut duruma bakarken, suçluların gençliklerinde en azından bir olumlu etkiye sahip olsalardı bazı şeyler farklı olabilirdi diye düşünmemek elde değil. Aşk ve ilginin gücüne inanan biri olarak, içten içe derin bir üzüntü hissetmemek mümkün değildi.”

18 Ağustos tarihinden başlayarak gösterimde…

(16 Temmuz 2023)

Korkut Akın

[email protected]

Bana Bir Yalan Söyle Kendi Gerçeğin Olsun

“Halk Sağlığında Koruyucu Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon” adlı kitap ve DVD çalışması bulunan, klinik psikonöroloji eğitimini tamamlamış, homeopati hizmeti veren Fzt. Osteopat İbrahim Mayda’dan, bir bilimsel gerçekliği paylaşarak başlamak en doğrusu… Herkesin bilmesi ve kabul etmesi gerekirken bizim ülkemizde kulaktan dolma söylentilerle mahalle baskısı yaratılıyor ve yaşamlar söndürülüyor.

“Inferior Nucleus Anterior Hypothalamus (INAH): Cinsiyet, hamileliğin 9. haftasında testesteron düzeyine göre belirleniyor. INAH, erkekte testesterondan dolayı biraz büyük, kadında da östrojenin fazlalığına bağlı olarak biraz küçüktür. Erkekte testesteron yüksek östrojen düşük, kadında ise östrojen yüksek testesteron düşüktür. INAH normalin biraz altında ise fibromyalji sendromu, ondan biraz daha düşükse biseksüel eğilimler, daha da düşükse ilişkide pasiflikler yaşanır. INAH her iki cinste normalden yüksekse gerek erkekte gerekse kadında aktiflik önde olur.

INAH’ın normalin dışında olmasına ek olarak epigenetik yaşamdaki olumsuzluklar beslenme alışkanlıkları çocuk yaşta cinsel travmalar psikolojik travmalar vs. INAH’ın normalin dışında olmasındaki tabloyu destekler. Erkek erkeğe ya da kadın kadına olan cinsellik bir hastalık değil, kendi doğalarının gereği yaptıkları birlikteliklerdir. Herkesin saygı duymak gibi bir zorunluluğu vardır ve ötekileştirilmemelidirler.”

Otobiyografik öykü…

Bir kitaptan uyarlanan “Bırak Artık Şu Yalanlarını”, dedikodularla yaratılan korku dolu tedirginliği giderecek bir film. İlk aşkın ve yaşattığı heyecanın bir ömür boyu sürecek hatıraların özel önemini aktarıyor biz izleyiciye… “Seni seviyorum, ama bundan sana ne” yaklaşımı, aslında aşkın tek taraflı olduğunun da göstergesidir; eğer arada büyüyen duygu karşılıklı iki kişiyi de yüceltiyorsa, zaten sürüyor. Siz, birini seversiniz, o bir başkasını seviyordur ve bir araya gelmeniz mümkün değildir… İşte o zaman aranızdaki duygular bıraktığınız yerde durmaz. Ya büyür gelişir, bir daha tutamazsınız ucundan bile ya da o denli genişler yayılır ki asla toparlanamaz. Peki, ne olur o zaman?

Herkes kendi yoluna…

İçinizde yaşatırsınız duygularınızı, görmeseniz de, işitmeseniz de… İki yüzüncü yılını kutlayan ünlü bir konyak markasının etkinliğinde yer alan romancı Stéphane Belcourt (Guillaume de Tonquedec), uzun yıllar sonra dönmüştür kentine. Her şey değişmiştir, insanlar da, ortam da, ilişkiler de… Geçmişini anımsar her adımda. Unuttuğu, unutturulması istenen geçmişini, aradan geçen yıllar sonrasında yeniden hatırlar. İlk gençlik yıllarında aşk yaşadığı Thomas yoktur, ama oğlu Lucas Andrieu (Victor Belmondo) ile tanışır. Doğal olarak da anılar birbirini kovalar.

Sıradan bir öykü gibi gelse de tutucu düşüncenizin zincirlediği duygularınızı sarıp sarmalayacak bir anlatım “Bırak Artık Şu Yalanlarını”. Gerçek duyguların alabildiğine yalın ve sapmadan anlatıldığı film, yönetmen Olivier Peyon’un başarısını da kanıtlıyor. Film, duygunuzu sınırlamadan ve sizi zorlamadan konuyu gerçekten çok iyi anlatıyor. Oyuncular da (özellikle Tonquedec ve oğul Belmando müthiş, Guilaine Londez’in canlandırdığı organizasyon sorumlusu Gaëlle Flamand) yönetmene katılınca filmin gücü de yükseliyor, heyecanı da, etkisi de… Müziğini de unutmamak gerekir muhakkak.

Otobiyografik kitabın filmi de aynı çizgiyi sürdürüyor. Geri dönüşlerle hatırlananlar arasında güçlü bir bağ kuruluyor ve olayları şu anda veya geri dönüşlerde ortaya çıkarken izliyormuşsunuz gibi hissettiriyor. Şimdiki zaman ile geçmiş arasında gidip gelen bir film yeni bir şey değil aslında, ilk aşkını anan birinin anlatılması da yeni değil, ama “Bırak Artık Şu Yalanlarını”, hepsini bir potada birleştirerek sağlam bir yapı oluşturuyor.

Sadece görüntüye bakarak…

Sinemayı çok seven, dilini bilmese de filmi (Fransızcaydı, altyazı da Türkçe olunca) sıkılmadan, büyük bir özenle -ve tabii, keyifle- izleyen Koreli misafirimiz Yousu Kim, şöyle yazdı duygularını:

Film “Lie With Me”, benim için renkli bir aşk büyüsü gibiydi. Anladığım bir dil olmadığı için, sadece filmin kendisini gözlemliyordum. Aslında, filmin sesinin bir yan öğe olduğunu söyleyen ustanın sözünü doğrularcasına sadece görüntüyü izleme fırsatının benzersiz bir deneyim olduğunu sezdim. Anlatılanın ayrıntılarını bıraktığım anda, oyuncuların yüzlerindeki küçük duygu değişikliklerini görebilmeye başladım. Ani üzüntüden beklenmedik gerçeklerle yüzleşmenin hayal kırıklığına, pişmanlığın acısından karşılıksız sevginin yürek parçalayıcı hüznüne kadar geçişler belirgin bir şekilde ortaya çıktı. Bu, neredeyse sihirli bir bağ gibiydi…

18 Ağustos tarihinden başlayarak gösterimde.

(15 Ağustos 2023)

Korkut Akın

[email protected]

Müzik Dans ve Hikâye: Carmen

Carmen, en çok filme uyarlanan öykülerdendir; klasik olanı da vardır, modern olanı da… Aykırı olanı da görürsünüz, uyumlu olanını da… Bu kez Yönetmen Benjamin Millepied, bize, Meksika sınırındaki kaçak göçmenlerin arasından bir müzik, dans ve öteki öyküsü sunuyor.

Evet, günümüzün en büyük sorunlarından, hatta en başta gelenlerinden biri olan göçmenlik çözüm bulunamayan ve hemen her ülkeyi ilgilendiren bir konu. Türkiye’ye Suriyeli, Afgan, Afrikalı geliyor; Türkler de Almanya, Amerika Birleşik Devletleri’ne gidiyor. Kimi siyasal, kimi ekonomik, kimi sosyal (ve tabii küresel kuraklık da unutulmamalı) nedenlerle göçmen olurken; Carmen’de olduğu gibi hayatını kurtarmak için her şeyini geride bırakıp da gidenler de var…

Annesi öldürülen Carmen (Melissa Barrera), çareyi kaçmakta bulur. Carmen sınırdan geçerken, gönüllü sınır muhafızı Aidan (Paul Mescal), arkadaşlarını öldürür, birlikte kaçarlar. İki genç arasında, başta yoksa da film ilerledikçe bir duygusal çekim söz konusu olur. Ancak belirleyici olan aşk değil, hayata tutunabilmektir. İki arkadaş, hem kaçaklıklarını gizlemek hem yakalanmamak hem de içlerindeki duyguyu dizginlemek ihtiyacı hissederler.

Hikâyenin taşıdıkları…

Masallar artık “bir varmış, bir yokmuş” diye başlıyor mu bilemiyorum, ama Carmen filmini izlerken masallardaki kahramanlar, artık peri padişahının kızını alabilmek için Kaf Dağı’nın ardına ulaşmak ya da dağı delip geçmek zorunda değil. Modern zamanlar denilen günümüzde, ıskalanmış yaşam sürdürenlerin, hayatta kalma mücadelesiyle sınırları aşmaları, sadece sinemanın değil tüm sanatların en sürükleyici efsanesi.

Yönetmen Millepied, belirgin bir mekânı vurgulamıyor. Tabii ki, orası Meksika olabileceği gibi gözünüzü bir an için, bir saniyeliğine kapayın, Suriye – Türkiye, Türkiye – Yunanistan, Kanada – ABD, Ukrayna – Avrupa ülkeleri de olabilir. Öyküler farklı olabilir belki, ama kesinlikle aynı duygu yükünü omuzlamıştır.

Carmen, bağımsız, kendi başına buyruk yaşayan, ama gelenekleriyle de bağını koparmamış bir kadın. Dansın duygusu içine işliyor insanın izlerken. O denli iyi kurgulanmış ki, Sadi Çilingir, haklı olarak, “Filme müzik yapılırdı, ama Carmen’de müziğe film yapılmış.” diyor. Tabii ki, müziğe yapılan film akla hemen video klipleri getiriyorsa da hem doz, hem hız, hem de uyum tam sağlanmış.

Carmen’in yolculuğu Meksika sınırını aşmakla başlıyor, yanındaki ile birlikte, kendi sınırlarını da zorladığı bir arayışı izliyoruz.

Film, olay örgüsünden çok bir ruh hali aktarımı; buna da bağlı olarak özgürlük ve aidiyet, tutku ve trajedi, müzik ve dans, yaşam ve ölüm iç içe… Film, olabildiğince gerçek bir öyküyü böylesine şiirsel bir dille aktarıyor izleyiciye… Anlatılan öykü ve anlatılış biçimi değişse de özündeki insan hiç değişmiyor. İnsanla birlikte ayrılmaz ikilininse aşk ve isyan olduğunu unutamamak gerekir.

Misafir görüşü

Filmi birlikte izlediğimiz, misafirimiz Koreli Yousu Kim, filmi şu cümlelerle yorumladı: “Türkçeyi sınırlı anladığım için filmin görsel unsurlarına odaklandım. Özellikle Carmen’in eli, üzerimde önemli bir etki bıraktı. Farklı sahnelerdeki yer alış biçimi güçlü ve unutulmazdı. Aidan’in illüzyonlarının, travmatize olmuş askerlerin zorluklarını yansıttığı şekilde sanatsal olarak sunulmuş olması da etkileyiciydi. Filmdeki müzik ve dans performansları çok iyiydi, benim için büyük bir zevk ve gözlerim için bir şölendi sanki.

Carmen’in bakışları, güçle doluydu ve dirençli bir kadın imajı çiziyordu, bu da aşkın ve veda etmenin hayatımızın belirleyici zorlukları olduğunu yansıttı. Onun cesaretini görmek ilham vericiydi ve bana hayatın sürekli bir hoş geldin ve hoşça kal döngüsü olduğunu hatırlattı.”

18 Ağustos’ta gösterimde…

(12 Ağustos 2023)

Korkut Akın

[email protected]

Dünya Daha da Karanlık Olur mu: Sürü

Öylesine zorlu koşullarda yaşıyoruz ya da yaşatılıyoruz ki, çözümsüzlüğü çözüm diye gösteriyorlar ve hep aldanıyoruz.

Sürü, Kolombiyalı iki gencin alkol içip uyuşturucu kullandıktan sonra işledikleri cinayet sonrası götürüldükleri cezaevinde yaşananları anlatıyor. Bir ormanın derinliklerinde, güya rehabilite edilecek “suçlu” ergenler, aslında birileri için keyifli bir yaşam merkezi hazırlıyorlar. Başlarındaki eli silahlı gardiyandan, idealist ve dini telkinlerle onları “doğru yol”a getireceğine inanan koruyucuya, hükümlü gençler de dahil kimse inanmıyor bu “cehennem”den başarıyla çıkılacağına.

Karanlık…

Bizim ülkemizde ormanlar kesiliyor, jandarma kesenleri değil korumaya çalışanları engelliyor. Diğer tarafta ormanlar yanıyor, söndürmek için koşturanlar engelleniyor. Her ikisini de devletin güçleri yapıyor, olan doğayı korumak için mücadele edenlere oluyor. Kolombiya’da ise orman birilerine peşkeş çekilmek üzere hükümlü gençlerin dur durak bilmeyen insanüstü çabalarıyla yaşanılabilir yere çevrilmeye çalışılıyor. Film, her iki bakışın da yanlışlığını sorgulamak için ipuçları veriyor izleyicilere.

Biz, film üzerinden gidelim ve Kolombiya’daki öyküye odaklanalım, sizler de ülkemize uyarlayın: “Sanat, görünenle görünmeyen arasında bir köprüdür.” diyen yönetmen Andres Ramirez Pulido, filmiyle, sorunlu gençlerin zorunlu tutuldukları hapishanedeki karanlık yaşamı izletiyor.

Babasını öldürmeyi düşleyen, ama yanlışlıkla bir başkasını vuran (bu arada cesedi de bulunamıyor) Eliu’nun ve cürmü birlikte işlediği El Mono’nun (suç ortağı) tedirgin ama bir o kadar da boyun eğmeyen duruşları, dar alanda da olsa bir başkaldırı. Diğer taraftan öldürdükleri adamın yakınlarının intikam alma girişimleriyle, Eliu’nun kardeşinin oluşturduğu çete ile babasını öldürme kararlılığı arasında izleyici sözsüz bir şiddeti yaşıyor. Gerçek mi yoksa yanılsama mı tüm bunlar?

Ormanın derinliklerindeki gençlerin bilinmezliği ve karanlık görüntüler izleyicinin içine işliyor. Sıkıcı bir film sanılsa da sorgulayan ve sorgulatan bir film Sürü.

Suçlu da olsa insan, sosyal bir varlıktır ve muhakkak ki, hakları vardır.

Küçük bir not…

Film adları belirleyici olur izleyicinin zihninde… Filmin orijinal adı La Jauria, Türkçeye Sürü olarak çevrilmiş. Sözcük anlamı üzerinden bakarsak La Jauria Fransızcada Jüri anlamına gelirken Kolombiya’da kullanılan İspanyolcada “Paket” demek… Ancak ses benzetmesinden yararlanılarak filmin adının “Sürü” olması uygun görülmüş. Her üç sözcük de filmin içeriği hakkında bilgi vermiyor (tabii, çağrışımlar üzerinden her üç adı da anlamlandırabilir, aralarındaki diyalektik bağı kurabilirsiniz). Belki merak uyandıran bir ad verilebilirdi ve izleyici için daha da çağıran bir isim olabilirdi…

28 Temmuz’dan başlayarak gösterimde…

(27 Temmuz 2023)

[email protected]

Suç Kentinin Çocukları

Yoksulluğun kucağına doğmuş çocukları şiddetten uzak tutmak mümkün müdür. Latin Amerika gerçeğinde bu olasılık imkânsıza yakın ne yazık ki. Kolombiyalı yönetmen Andrés Ramírez Pulido geçtiğimiz yıllarda Berlin ve Cannes skeçkilerine kabul edilmiş kısalarından [‘El Eden’ (2016), ’Damiana’ (2017)] sonra çektiği ilk uzun metrajında bir kez daha ülkesinin küçük yaşta suça bulaşmış gençlerinin çıkmazını ele alıyor.

75. Cannes Film Festivali ‘Eleştirmenler Haftası’ seçkisinde en iyi film seçilen ‘Sürü / La Jauría’ 16 yaşlarında iki kafadarın tekinsiz bir Bogota akşamında cinayete bulaşması ile başlıyor. Alkol ve uyuşturucudan kafası dumanlı Eliú (Jhojan Estivez Jimenez) nefret ettiği öz babası yerine bir başkasını haklayıp yakalandığında kendisini reşit olmayan gençlerin tutulduğu ıslah merkezinde buluyor. Çocuklar gözleri bağlı, kamyonet arkalığında elleri birbirlerine zincirli canlı hayvan misali ormanlık alanın metruğunda eski bir malikânenin viraneliğine yerleştirilmiştir. Bir tür açık cezaevi diyebileceğimiz mekânın ve çevresindeki yeşillik alanın yeniden düzenlenmesi için ağır çalışma şartları beklemektedir onları. Deneysel rehabilitasyon kampının başında bulunan orta yaşlardaki Alvaro idealist tavrıyla suça bulaşmış gençleri eğitmeye çalışır. Sakinleştirici ilâç verilen çocukların grup terapileri, nefes egzersizleri, ‘kendini tanıma’ ya da ‘itiraf’ yöntemleri ile suçlarından arınacağına inanır bir müddet. Ancak Lucrecia Martel’in güzelim başyapıtında olduğu gibi burası bir ‘Bataklık / La Cienaga’dır. Tüfeğini omzundan eksik etmeyen Godoy gibilerin göz açtırmadığı, böceklerin etlerini kemirdiği cehennemi çalışma kampında sözler yutulmalıdır. Yoksa koşullara itiraz eden Calate gibiler anında susturulur. Uygulamayı başlatan bölge yetkilisinin ifadesiyle ‘burası bir psikiyatri kliniği değildir’. Ne Alvaro ne çocuklar değişecektir. Bunca yatırım bir zamanların aslan heykelli görkemli yüzme havuzlu villasının onarılıp çevredeki ağaçların kesilip mekânın gelecekte lüks bir sağlık merkezi olarak hizmete sokulması için yapılmamış mıdır. Büyüyen baskı hazır bekleyen şiddeti açığa çıkarmakta gecikmeyecektir.

‘Sürü’ Bogotalı sinemacının kendi ülkesine ve umutsuz gençlerine gözlemlerinden ortaya çıkmış başarılı bir çalışma. Görünen ile görünmeyen arasında bir pencere açmanın izinde Balthazar Lab’in halüsinatif görüntüleri, doğanın sesleri ile elektronik çığlıkların birbirine karıştığı, belgesel sinema geleneğinden beslenen ilgiye değer bir Latin Amerika deneyimi. Balta girmemiş ormanın sıklığında, gece vakti mum ışığı ve lambanın aydınlatamadığı karanlık ve loşluklarda ışığı seyirciden sürekli esirgiyor yönetmen. İşte tam bu yüzden gösterim koşullarının kusursuz olduğu bir sinema salonunda izlenmesi gerekiyor. Peki ışığa ulaşma yolunda gençler için hiç mi umut yoktur. Pulido tüm karamsarlığına rağmen, hapishanenin içinde ya da dışında beladan uzak durmanın hayli güç olduğu bir diyarda, muz yüklü kamyonet arkalığının ışıklı sıcaklığında umut kırıntılarını esirgemiyor.

(26 Temmuz 2023)

Ferhan Baran

[email protected]

Oppenheimer Ya Da Ölümün Cisimleşmiş Hali

Christopher Nolan’ın izleyiciyi ve eleştirmenleri ikiye bölen 2020 yapımı bir önceki filmi ‘Tenet’ yönetmenin kendi ifadesi ile bir ‘kuantum soğuk savaşı’ öyküsüdür. ‘Zamanda ters akma’ prosedüründen hareketle gelecekten gelen bir bilimsel buluşun günümüz dünyasını yok etme olasılığına engel olma görevi de adı konmamış gizli ajana (John David Washington) verilmiştir. Nolan’ın hep çekmeyi arzuladığı James Bond macerası havasındaki yapımın sonlarına doğru silah tüccarı Priya, günümüz dünyasını yok etmeye yönelik gelecekten gelen buluşun sahibi bilim insanını Oppenheimer’e benzetir.

Atom bombasının babası olarak tarihe geçmiş Amerikalı fizikçiye olan ilgisini defalarca dile getirmiş Nolan’ın bir sonraki projesinde önce göklere çıkarılmış daha sonra yüzüstü bırakılmış bilim adamının trajik yaşam öyküsüne yönelmesi bu nedenle sürpriz olmadı. Zaman sorunsalı üzerine hayli kafa yormuş ve izleyicisini kendisi ile birlikte karmaşık problemlerin içine sürüklemeyi seven Amerikan sinemasının altın çocuğunun dünya sinemaları ile eş zamanlı olarak bizde de gösterime giren son filmi ‘Oppenheimer’ Kai Bird ile Martin Sherwin’in ‘American Prometheus: The Triumph and Tragedy of J. Robert Oppenheimer’ adlı Pulitzer ödüllü biyografi kitabından uyarlanmış.

Nolan’ın bu ilk biyografi denemesi üstattan bekleneceği üzere krolonojik bir gidişat izlemiyor. Ünlü fizikçi 20. yüzyıl başlarını ve moderniteyi tanımaya açık, farklı disiplinlerden Freud, Marx, Picasso ya da Stravinsky’nin dünyayı yeniden ifadelendirmeye yönelik kavramsal yapıtlarıyla ile besleniyor. Yahudi bir ailenin mensubu olan genç bilim adamı faşist güçlere karşı mücadele eden komünistleri destekliyor, süregelen İspanya İç Savaşı’nda Franco karşıtlarına maddi desteğini esirgemiyor. Sonraki yıllarda komünist sempatizanı olduğu gerekçesi ile suçlandığında, adım adım Avrupa’yı işgal eden ve tüm Yahudi halkını yok etmeye and içmiş Hitler tehlikesine karşı komünistleri desteklediğini açıkça itiraf etse de parti üyesi olmamıştır. Kardeşinin ve eşinin Komünist Parti üyesi olması bu süreçte ABD yetkililerince görmezden gelinir çünkü ABD Atom Enerjisi Kurumu’nun nükleer bomba yapımı üzerine faaliyet gösterecek Manhattan Projesi’nde onun liderliğine gereksinimi vardır. 16 Temmuz 1945’de New Mexico çölüne kurulmuş Trinity tesislerinde patlatılan bomba ile dünya sonsuza kadar değişecektir.

Nolan’ın filmi bilim adamının önce göklere çıkarılıp sonra gözden düşürüldüğü süreçleri krolonojik olmayan bir anlatı ile sunuyor. Oppie’nin Los Alamos tesislerinde süren hummalı çalışması renkli olarak verilirken, savaş sonrası soruşturma bölümlerinde ağırlıklı olarak siyah – beyaz tercih edilmiş. Yönetmenin değişmez görüntü yönetmeni Hoyte Van Hoytema’nın büyüleyici görüntüleri, İsveçli besteci Ludwig Göransson’un ‘Tenet’ten aşina olduğumuz hipnotik müzik çalışması ve Nolan filmlerine özgü kusursuz kurgu akışı seyir keyfini katlıyor, tamı tamamına 3 saatlik süresince izleyiciyi koltuğa mıhlıyor. Oyunculara gelirsek, buz mavisi melankolik bakışlarıyla fizikçinin saklı trajedisine hayat veren Cillian Murphy ile Salieri sendromundan muzdarip çapsız senatör Lewis Strauss’da sinema kariyerinin en iyi performanslarından birini sunan Robert Downey Jr. öne çıkarken, irili ufaklı diğer rollerde dünya sinemasının önemli oyuncuları (Matt Damon, Casey Affleck, Emily Blunt, Florence Pugh, Josh Hartnett, Benny Safdie, Kenneth Branagh, Rami Malek, Harry Truman’da Gary Oldman, Albert Einstein’da Tom Conti) teknik açıdan kusursuz yapımı kusursuz yorumlarıyla yüceltiyor.

Kızılderililerin topraklarında gerçekleşen ilk test uygulamasının ardından Japonya’da iki merkezin bombalanmasını kutlayan fizikçiler ordusunun deli coşkusunun gerisinde hepimizin çok iyi bildiği, onlarca belgeselde yüreğimiz burkularak tanık olduğumuz kelimelerin yetersiz kaldığı dipsiz bir insanlık trajedisi yatıyor kuşkusuz. Hiroşima ve Nagasaki’de kavrularak ölmüş, katılaşan giysileri etine yapışmış ya da sonrasında radyasyonun ölüme mahkûm ettiği binlerce insanın dramı perdeye yansımıyor. Atom bombasının babası bunları görmek istemiyor belki de. Çalışma arkadaşlarının alevden yanan suratları ya da ayağının içine çöktüğü kömürleşmiş bedenin dehşete düşürücü hayali onu bir an irkiltiyor gerçi ama gerisi üzerinde çok fazla durmuyor Nolan. Evet Truman’ın karşısına çıktığında ‘ellerim kanlı’ diyecek ve demir başkandan ‘alın gözümün önünden şu sulu gözlüyü’ zılgıtını yiyecektir ama dünyaların yok edicisi, ölümün cisimleşmiş halidir artık o. Patlamanın dünyayı sarabilecek bir zincirleme reaksiyon yaratmasından korkulmasına rağmen sonuna kadar gitmişler ve şansları yaver gittiği için dünya şimdilik kurtulmuştur. Ancak olası tehdit Demokles’in kılıcı misali tepemizde sallanmaktadır. Robert’in olası bir nükleer kapışmanın neden olabileceklerini düşündüğünde ürpererek gözlerini yumması, dünyamızın belirsiz geleceğine işaret ederken, benzer bir ürperti ile ayrılıyoruz sinema salonundan.

(20 Temmuz 2023)

Ferhan Baran

[email protected]

Savaş Kötüdür, Savaş Çıkaranlar Daha da Kötü…: Oppenheimer

Tarihi kronolojik sırayla anlattığınızda birçok insan sıkılır, hem geçmişten bir şeyler anlatıyorsunuzdur hem de doğrudan değil, dolaylı mesaj veriyorsunuzdur. Oysa (sözlü tarihte olduğu gibi) ilginç gelen konuları birleştirirseniz hem izleyicinin merakı artar hem bulmacayı çözmek için çaba harcar hem de araları bağlamak için düşünmeye başlar.

Önce teknik!

Sinemanın keyfini çıkaran yönetmenlerden biri Christopher Nolan; kendini yenilemesi yetmiyormuş gibi teknikte de yenilikler istiyor. Oppenheimer için, (biliyorsunuz, film kamera ve projeksiyon makinesinden dikey geçer) IMAX’a 35 mm’lik pelikül yerine 70 mm’lik bir kamera yaptırmış. Bu kameranın bir diğer özelliği de filmin yatay geçmesi, yani düzeneği tümüyle değiştirtmiş. Bu değişimle kamera hem çok ağır olmuş hem de ışığa daha çok gereksinim duymuş. Bunu düşünmek (fotoğraf filmleri de yataydır ve görüntü netliği sinema filmine oranla çok daha fazladır) ve yaptırabilmek Nolan’ın en büyük gücü… Bunun yanında (Pazarlamacı Burhan gibi oldu, hoş görün), Kodak’a yine 70 mm’lik siyah / beyaz film ürettirmiş. Akan zamanı boşa harcamayıp kur(dur)duğu platoların eksiğini tamamlamış sürekli denetimlerle…

Her ne kadar biz, sadece IMAX izlesek de, dünyada çok az şehirde ve salonda gerçek haliyle izlemek mümkün Oppenheimer filmini… bir de düşünün iki boyutlu ve sıradan salonların projeksiyonunu. Nolan’ın belki bu girişimi sinemaya yeni bir ivme kazandırır. Umudu üzmüyoruz.

Peki, orada bitiyor mu?

Hızı, kurgusu, müziği, oyuncularıyla (başroldeki Cillian Murphy, daha şimdiden Oscar adayı olarak gösteriliyor) Oppenheimer, Christopher Nolan’ın en iyi filmi… Senaryosunu da yazdığı filminde tarihin üç bölümü arasında bizi dolaştırıyor. Hem İkinci Dünya Savaşı gibi bütün ülkeleri ve insanları ilgilendiren bir dönem hem de savaş sonrasında siyasal, ekonomik ve toplumsal gelişimi anlatıyor hem de bilim ile savaş arasında (tabii, bilim insanlarıyla siyasetçiler arasında da) bağlantı kuruyor. Yönetmen bizi, ülkesini sevmekle insanlığa karşı yaptıkları arasındaki etik mücadeleye götürüyor.

“Şimdi ben ölüm oldum…”

Fizikçi Oppenheimer, atom bombasının çalışmalarını sürdürürken, devletin kendisinden beklediğini verecek olmanın hazzı içerisindedir, ama bomba yüzbinlerce insanı yok edip toplumsal yaşamı bitirince içindekini dışa vurur: “Şimdi ben ölüm oldum, dünyaların yok edicisi.”

Filmin görselliğiyle anlattığı hikâyenin gücü ve etkisinin yanı sıra –bizim ülkemizle de bağlantılı olarak- devletin bakışı, siyasetçilerin tavrı ve söylenenlerle yapılanlar arasındaki farkı takip etmek gerek. Unutmadan kadın erkek ilişkisinin belirleyiciliğini vurgulamalıyım. Evliyken başka bir kadınla daha önceden kurduğu ilişkiyi sürdürüp intihar etmesine yol açması; eşiyle ilişkisinde aslında bir yanıyla eril tavrı, bir yanıyla da duyarlılığı (bomba denemelerinde kurutulan çamaşırların asılı durması veya kaldırılması) Oppenheimer’in sıradan bir insan olduğunu ifade ediyor. Yani bomba yapıyor olması, önemli bir iş başarması insani zaaflarının önüne geçemiyor.

Bizim ülkemizde siyasetçilerin büyük çoğunluğu “dün, dündür” anlayışıyla ayaküstü kırk yalan birden söylerken, İkinci Dünya Savaşının o zorlu günlerinde ve savaş sonrası mahkemelerde karşılarına çıkacağını bildikleri için daha usturuplu söylüyorlar söyleyeceklerini. Zaten filmin belirleyici anlarından birinde “esneklik” üzerine bir konuşma geçiyor; aman dikkat, dilinize mukayyet olun!

Einstein bile karşı…

Devlet (ya da devletin yönetiminde bulunanlar, hiç fark etmez) kendi çıkarı için her şeyi yapabilir, kaldı ki yalanlar masum bile kalabilir onların arasında. İkinci Dünya Savaşı bitmek üzeredir; Hitler intihar etmiş, Almanya teslim olmuştur, ama ABD yönetimi, dünyanın lideri olmak için atom bombası yap(tır)mayı kararlaştırmıştır. Komünist olarak suçlananlar, -gerçek olmasa bile- (tıpkı bizdeki gibi) işten atılırken Einstein, tepki gösterdiği ve işaret ettiği için bombayı geliştirmek amacıyla ihtiyaç duyulan Oppenheimer her türlü soruşturmadan sıyrılır kolayca. Demek ki hedefe giden her yol mubahtır devletler için. Gizli veya açıktan suçlanır Oppenheimer, bombayı üreten merkezin başında olduğundan; oysa en çok da o karşıdır bombanın insanlar üzerinde (Hiroşima ve Nagazaki’de) denenmesinden…

Filmde önemli yer tutan Trinity Test Sahası, -ki, atom bombasının denemelerinin yapıldığı, heyecanın doruğa çıktığı, sıfır değil ala sıfıra çok yakın olasılıkla da olsa dünyayı yok edebilecek bir patlama deneniyor- bir anlamda, birkaç hafta önce gösterime giren “Asteroit Şehir” filmiyle tanıdığımız bir mekân. İki filmi de izlemişseniz aradaki bağı kurmamanız için hiçbir sebep yok. Bu da sinema(cı)nın birbirine selamı olsa gerek.

Filmin en güçlü yanlarından biri kurgusu, daha da önemlisi müziği idi. Bombanın patlamasıyla sessizliğe bürünen ortalık tam da şok durumu yarattı. Yönetmen Nolan, “salondan çıkanlar konuşamayacak denli halsizdi” demiş, filmin arasında -unutmamaya çalışarak- izleyicileri de takip ettim, soluklarını tutmuş, merak içinde kıpırdamadan odaklanmışlardı beyazperdeye.

21 Temmuz’da gösterimde…

(20 Temmuz 2023)

Korkut Akın

[email protected]

Eğlenceli Feminist Fantezi

‘Barbie’ Stanley Kubrick’in ölümsüz klasiği ‘2001: A Space Odyssey’e hınzır bir nazire ile açılıyor. Helen Mirren’ın sesinden dinlediğimiz prolog bölümünde tek boyutlu taş bebeklerden sıkılmış kız çocukları söz konusu filmdeki ‘yekpare kara taş’ misali yeryüzüne düşen klasik Barbie modeli ile yeni idollerine kavuşuyor. Richard Strauss’un ‘Also sprach Zarathustra’ senfonik şiirinin giriş bölümünün benzer biçimde eşlik ettiği Kubrick’in felsefi manifestosuna bu zıpır ithaf Amerikan bağımsızlarının saygın çiftlerinden Greta Gerwig ile gerçek hayattaki partneri Naum Baumbach’ın imzasını taşıyor.

Naumbach’ın ‘Frances Ha’da başarıyla yönettiği Gerwig’in 2019 yapımı ‘Küçük Kadınlar / Little Women’ uyarlamasının ardından bir kez daha yönetmen koltuğuna oturmuş, Amerikan Mattel firmasının dünyaya arz ettiği, daha önce animasyon formatı altında beyazperdeye gelmiş çağımız oyuncak aleminin efsanevi ikonunun kanlı canlı oyuncularla çekilen son sürümünü kotarmış. 2023 yazının muhtemel gişe hitlerinden biri olacağı varsayılan, ön satışlarıyla iddiasında haklı olduğunun sinyallerini veren yapım, tamamı stüdyoda çekilmiş Barbie’nin düş dünyası ile açılıyor. Başkan’ın kadın olduğu ve dişi cinsin herşeye hakim olduğu pembe bir evrendir burası. Hayatın her alanında faaliyet gösteren, farklı meslekleri, parlak kariyeri, parası ve toplumda liderlik gücü bulunan Barbie çeşitlemeleri bu ütopik evrende feminizmin temellerini atmış, erkeklerin ikinci sınıf vatandaş sayıldığı bir kadınlar dünyası yaratılmıştır.

Derken halinden pek memnun Barbie’nin anlam veremediği bir biçimde kapıldığı ‘ölüm düşüncesi’ ve ardından gelen fiziksel bozulmalar baş gösteriyor. Düzenin korunması için gerçek dünyaya açılan bağlantıdaki yırtığın onarılması gerektiğinde iş klasik Barbie’ye kalmıştır. Genç kız peşine takılan yapışkan Ken ile birlikte San Fransisco alemine vardığında gerçek evrende işlerin hiç de aynı şekilde yürümediğine şahit olur. Öte yandan saf Ken’in gerçek dünyaya yön veren ataerkilliğin iktidarı ile tanışması, at binen kovboy takımı, Rocky, Travolta, Don Corleone benzeri popüler Amerikan erkeklik ikonlarından feyz alması Barbie diyarında kuralları değiştirecek, erkek egemen ‘Kendom’ ile ‘Mojo Dojo Casa House’un temelleri atılacaktır. Bu durumda, bağımsızlıklarını yeniden ele geçirmek isteyen kadınların, egoları ve kıskançlıkları ile oynamak suretiyle erkekleri birbirine düşürmekten başka çaresi kalmamıştır.

Baumbach ve Gerwig ikilisinin bağımsız sinema deneyiminden ithal dokunuşlarla dayanılmaz bir taşlama olarak kotardığı, neşe ile izlenen bir film ‘Barbie’. İnce nüktelerine ve birbiri ardına patlayan esprilerine zor yetişiliyor. Erkek varlığını yücelten ve bunu iyi sakladıklarını hınzırca ifade eden eril dünyaya karşı feminizmi ve kadın haklarını savunan kıvrak metin, izlediğimiz her rolde bayıldığımız Margot Robbie ile kendisini hayli özleten Ryan Gosling’in harika performansları ve bizzat seslendirdikleri şarkılar ile desteklenmiş.

(19 Temmuz 2023)

Ferhan Baran

[email protected]

Gece, Paris ve Yara İzleri

Yaşanan bir büyük trajedinin insan hayatını geri dönülmez bir biçimde değiştirmesi üzerine çok çarpıcı bir film ‘Paris Hatıraları.’ Ya da özgün adıyla ‘Revoir Paris’ yabancı dil çevirmeni Mia’nın ait olduğu kenti bambaşka gözlerle yeniden keşfetme deneyiminin öyküsü. Huzurlu akşam randevusu erkek arkadaşına gelen acil çağrı nedeni ile yarıda kalan genç kadın, gece vakti motosikleti ile eve dönerken hem ani bastıran yağmurdan kaçmak, hem de bir kadeh içki eşliğinde yalnızlığından bir süreliğine de olsa sıyrılmak üzere eğlenen insanlarla dolu bistroya uğrar. Yakın bir masada doğum günü kutlanan adamın çapkın bakışları ya da iki Japon turistin salyangoz ile imtihanını gözler ve önündeki deftere notlar alırken kalemin eline bulaşan mürekkebini temizlemek üzere lavaboya yönelir. O an herşeyin karardığı ve eğlencenin bittiği andır. Makinalı tüfekli adamlar önüne geleni tararken ‘L’Etoile d’Or’ bir ölüm kalım savaşına sahne olur.

Sonrasında ne olmuştur? Genç kadın karnından yara almıştır ancak nasıl olduğunu ve insanların patır patır düştüğünü gördükten sonrasını hatırlamaz. Annesinin kır evinde üç ay kaldıktan sonra şehre döndüğünde hiçbir şey eskisi gibi değildir artık. İnsanlar ona farklı biriymiş gibi davranırken o da meşum gecenin izinde hafızasının dağılmış parçalarını toplama derdindedir. Bir ses, bir bakış, bir imaj, arayışında ona yol gösterirken, aynı felâketten kimi daha fazla hasar görerek kurtulmuş kişilerle temas kurmayı deneyecektir.

Ağırlıklı bir gece filmi olan yapım, Aralık 2015’te Paris’te meydana gelen seri katliam olaylarından yola çıkmış. Yönetmen Alice Winocour’un erkek kardeşi Jerome o meşum Aralık gecesi 90 kişinin katledildiği Paris’in ünlü Bataclan Tiyatrosu’nda izleyiciler arasındaymış ve saklandığı alanda kurtarılmayı beklerken ablası ile telefon irtibatını sürdürmüş. Fransız sinemacı tüm bir kenti dehşete boğan olayların sonrasında yaralı ve sağ kurtulan kurbanlar ile görüşmeler yapmış. ‘Paris Hatıraları’ işte bu izlenimlerin topluca paylaşımı ve yönetmenin ifadesi ile ‘bir iyileşme filmi’.

Tam da bu yüzden saldırı anına yalnızca Mia’nın gözüyle tanık oluyoruz. Saldırganların yüzünü görmüyor, o cehennem anında kaçmaya çalışırken vurulup yere düşen insanların şok edici görüntüleri ile kısa süreliğine baş başa kalıyoruz. Sonrası malûm bir karanlık boşluk. O geceden bölük pörçük bir şeyler hatırlayabilen Mia tekrar hayata dönebilmek için mağdurlar ile iletişime geçmek sureti ile anılarını bir yapbozun parçacıkları misali bir araya getirmeye gayret ediyor. Bu süreçte restoranda çalıştıran personelin önemli kısmının Afrikalı kaçak işçilerden oluştuğunu öğreniyor. Eski hayatında ilişki kurmayacağı insanlarla temasa geçerken, toplu iyileşme güdüsü ile büyük travmaların ardından yeşeren yeni dostluklar, yeni birliktelikler ortaya çıkıyor, toplumun farklı katmanlarından farklı diller konuşan insanlar bir araya geliyor.

Derinden yaralan Paris’in de filmin ana karakterlerinden biri olduğu yapım, cehennemden çıkmak için ellerini birleştiren ölümde eşit çağımız tedirgin insanının evrensel portresini melodrama yuvarlanmadan vermeyi başarıyor. Çok dürüst ve çok etkileyici.

(18 Temmuz 2023)

Ferhan Baran

[email protected]

Kahraman Olma Düşleri

İşsiz güçsüz Ellis French (Jeremy Pope) eşcinsel olduğu gerekçesiyle kendisini 5 yıl önce sokağa atmış annesinin kapısını bir umutla bir kez daha çalar. ‘Ne işe kalkışsan duvara toslayacaksın.’ diyen çok genç yaşta anne olmuş kadından yardım dilenir. Inez (Gabrielle Union) Nuh der peygamber demez. Dini inançlarına ters düşen cinsel tercihi nedeniyle istediği gibi bir evlat olmayacaksa oğlunu bağrına basmamaya yeminlidir. Bir şeylerin değişmesi gerektiğinin bilincinde kendini ülkesine ve ebeveynine ispatlamak için deniz piyadeliğine başvuruda bulunan genç adamı doğum belgesini almak üzere kapısını çaldığında ‘Seni kaybettiğimi kabul ettim ben.’ diyecektir. Ellis bir kez daha kapı önüne konduğu evden kokusu iştah kabartan anne yemeğini tadamadan ayrılır.

‘Teftiş / The Inspection’ siyahi yazar yönetmen Elegance Bratton’ın özyaşamsal öyküsünden yola çıkmış. 2005 – 2010 yılları arasında deniz piyadesi olarak orduya hizmet veren sinemacının 2020’de kaybettiği annesine ithaf ettiği bir anı defteri niteliğindeki bu ilk film genç Ellis’in zorlu askerlik eğitimini safha safha anlatıyor. Stanley Kubrick başyapıtı ‘Full Metal Jacket’da acemi bir askeri sinir krizi ve intihara sürükleyen bu eziyetli süreç, Ellis’in eşcinselliğinin fark edilmesiyle tam bir kâbusa dönüşüyor. Ama yılmak yoktur, pes etmeyecektir. Baş çavuşuna hissettiği arzuyu kalbine gömerek her türlü cefaya katlanacaktır.

‘Teftiş’ eğitimsiz işsiz güçsüz, üstüne üstlük eşcinsel genç bir bireyin Amerikan cangılında çıkış yolu arayışı üzerine dürüst bir deneme, sinema aracılığı ile dile gelmiş bir çığlık. Ellis’in kendisini yaşadığı topluma ve annesine kanıtlamak için giriştiği varolma savaşına okey, ancak onun Amerika’nın barış havariliği kisvesi altında Orta Doğu petrol kaynaklarına yönelik işgâl hareketine katılmak suretiyle kahraman olma illüzyonunu paylaşamıyoruz elbette. Ryan Murhy imzasını taşıyan 2020 yapımı ‘Hollywood’ dizisi ile Emmy adayı olmuş yönetmenin alter egosu Pope’un başarılı yorumu dikkat çekiyor.

(17 Temmuz 2023)

Ferhan Baran

[email protected]