Kategori arşivi: Yazılar

Dev Avcısı Jack, Şimdilik 2013’ün En Büyük Fiyaskosu

2013’ün ilk beşi ayı geride kalırken dünya sinema hasılat raporuna bir göz atmak istedim.

* “Iron Man 3” yılın ilk milyar dolar hasılat elde eden filmi oldu.
* Altı “Fast and Furious” filminin toplam hasılatı bu satırlar yazıldığında iki milyar doları geride bıraktı. Yedinci bölüm gelecek yıla yetişecek.
* Beklenen hasılat rakamlarının (bir milyar dolar sınırının) yanına bile yaklaşamayan dev bütçeli “Oz the Great and Powerful” yılın en büyük hayal kırıklıklarından biri oldu.
* 2 Mart 2014 Pazar gecesi birkaç Oscar ödülü alması beklenen “Muhteşem Gatsby”de maliyetini rahatlıkla çıkaracak gibi görünüyor.
* “Dev Avcısı Jack” dev bir zarara imza attı.

Film Film Durum Şöyle:

* “The Lone Ranger” / Maliyet: 250 milyon dolar.
* “Man of Steel” / Maliyet: 225 milyon dolar.
* “Oz the Great and Powerful” / Maliyet: 215 milyon dolar / Dünya sinema hasılatı: 490 milyon dolar. Gösterimi sürüyor.
* “Iron Man 3” / Maliyet: 200 milyon dolar / Dünya sinema hasılatı: 1 milyar 180 milyon dolar. Gösterimi sürüyor; ancak hızı kesildi, seyircisinin çoğunu almış görünüyor.
* “World War Z” / Maliyet: 200 milyon dolar.
* “Jack the Giant Slayer” / Maliyet: 195 milyon dolar / Dünya sinema hasılatı: 197 milyon dolar. Batık filme eşsiz bir örnek!
* “Bilinmeze Doğru: Star Trek-Star Trek Into Darkness” / Maliyet: 190 milyon dolar / Dünya sinema hasılatı: 328 milyon dolar. Gösterimi sürüyor.
* “Fast and Furious 6” / Maliyet: 160 milyon dolar / Dünya sinema hasılatı: 480 milyon dolar. Gösterimi sürüyor.
* White House Down” / Maliyet: 150 milyon dolar.
* “The Croods – Crood’lar” / Maliyet: 135 milyon dolar / Dünya sinema hasılatı: 569 milyon dolar. Gösterimi sürüyor.
* “Noah” / Maliyet: 130 milyon dolar.
* “After Earth” / Maliyet: 130 milyon dolar.
* “G. I. Joe: Retaliation” / Maliyet: 130 milyon dolar / Dünya sinema hasılatı: 359 milyon dolar. Gösterimi sürüyor.
* “The Great Gatsby-Muhteşem Gatsby” / Maliyet: 127 milyon dolar / Dünya sinema hasılatı: 248 milyon dolar. Gösterimi sürüyor.
* “Oblivion” / Maliyet: 120 milyon dolar / Dünya sinema hasılatı: 274 milyon dolar. Gösterimi sürüyor.
* “The Wolf of Wall Street” / Maliyet: 100 milyon dolar.
* “Epic” / Maliyet: 100 milyon dolar / Dünya sinema hasılatı: 149 milyon dolar. Gösterimi sürüyor.
* “RoboCop” / Maliyet: 100 milyon dolar.
* “Elysium” / Maliyet: 100 milyon dolar.
* “The Wolverine” / Maliyet: 100 milyon dolar.
* “Mad Max: Fury Road” / Maliyet: 100 milyon dolar.
* “A Good Day to Die Hard” / Maliyet: 92 milyon dolar / Dünya sinema hasılatı: 303 milyon dolar.
* “Gravity” / Maliyet: 80 milyon dolar.
* “Olympus Has Fallen” / Maliyet: 70 milyon dolar / Dünya sinema hasılatı: 132 milyon dolar. Gösterimi sürüyor.

“Fast and Furious” Serisinin İnanılmaz Yükselişi

* 2001’deki ilk bölüm 38 milyon dolara mâl oldu; 207 milyon dolar hasılat topladı.
* 2003’deki bölüm 76 milyon dolara mâl oldu; 236 milyon dolar hasılat topladı.
* 2006’daki bölüm 85 milyon dolara mâl oldu; 158 milyon dolar hasılat topladı.
* 2009’daki bölüm 85 milyon dolara mâl oldu; 363 milyon dolar hasılat topladı.
* 2011’deki bölüm 125 milyon dolara mâl oldu; 626 milyon dolar hasılat topladı.
* Bu yılki bölüm 160 milyon dolara mâl oldu; şu ana kadar 480 milyon dolar hasılat topladı.
* 2014’te yedinci bölüm gösterime çıkacak.

“Hangover” Serisi Düşüşe mi Geçti?

* 2009 yılında 35 milyon dolar maliyetli ilk “Hangover” 467 milyon dolar hasılat toplamıştı.
* 2011’de 80 milyon dolar maliyetli ikinci “Hangover” 586 milyon dolar hasılat topladı.
* Bu yılki bölüm 103 milyon dolara mal oldu; şu ana kadar 198 milyon dolar hasılat topladı.

(07 Haziran 2013)

Hakan Sonok

hakansonok.sonok1@gmail.com

Steven Spielberg Büyük Bir Hata mı İşledi? Okuyun ve Buna Siz Karar Verin

Holocaust/Soykırım 20. yüzyılın en büyük kitle kıyımlarından biriydi…

Altı ilâ yedi milyon Yahudinin canını yitirmesine neden oldu…

Sadece Polonya’da üç milyon Yahudi hayatını kaybetti…

Tarihçi Ian Kershaw’ın (doğumu 1943) belirttiği gibi Hitler’in bizzat Himmler’e verdiği soykırım talimatı, Hitler tarafından adeta hipnotize edilmiş Alman milletinin karakteristik özelliği olan benzersiz titizliğiyle, disipliniyle ve verilen emri sonuna kadar takip etmesiyle uygulandı; böylece insanlık tarihinde işlenmiş en büyük kitlesel suça imza atıldı…

Alman ordusu işgâl ettiği her yerde yerel halka yaptığını Yahudilere de yaptı; Yahudi kurbanların bir bölümü gaz odalarında ya da kurşuna dizilerek değil, temel gıda maddelerinden, temel sağlık hizmetlerinden ve hijyenden mahrum (aç ve susuz) bırakılarak, hasta edilerek öldürüldü…

“Shoah”ın Yönetmeni “Schindler’in Listesi”nin Yönetmenini Fena Şekilde Azarladı

66. Cannes Film Festivali’ne (2013) iki Yahudi yönetmenin (Claude Lanzmann ile Steven Spielberg) karşılaşması ve birinin diğerine ettiği ağır sözler damgasını vurdu.

566 dakikalık “Shoah” (1985) adlı belgeselinde Yahudi soykırımını konu alan 87 yaşındaki Claude Lanzmann Cannes Film Festivali’nde yakaladığı yedi Oscar ödüllü “Schindler’s List”in (1993) yönetmeni Steven Spielberg’e aşağıdaki suçlamaları yöneltti.

Lanzmann’a göre “Spielberg bin iki yüz kadar Yahudiyi soykırımdan kurtaran Alman işadamı Oskar Schindler’i (1908-74) filminin kahramanı yaparak affedilemeyecek büyüklükte bir hata ve büyük bir günah işledi.” Lanzmann, “Aradan 20 yıl geçmesine rağmen bunu sindiremediğini” Spielberg’e ifade etti.

Steven Spielberg’in Lanzmann’ın azarlamalarına herhangi bir cevap vermemesi bu konuşmaya tanık olanların dikkatini çekti.

Oysa savaş bitiminden (1945) ölümüne kadar geçen yaklaşık otuz yılda dünya Yahudileri Oskar Schindler’e kol kanat germiş, onu her fırsatta bu iyiliğinden dolayı ödüllendirmiş, onun maddi ihtiyaçlarını karşılamış ve 1960’lı yıllardan itibaren de kendileri için yaptığı kahramanlığı beyazperdeye aktarmak için her türlü fırsatı kollamışlardı.

(04 Haziran 2013)

Hakan Sonok

hakansonok.sonok1@gmail.com

Hannah Arendt ile Totalitarizmin Kökenleri Üzerine

Margarethe von Trotta’nın 32. İstanbul Film Festivali’nde hayranlıkla karşılanan son filmi ‘Hannah Arendt’, yaman Alman siyaset bilimcisinin fırtınalı yaşamından bir döneme tanıklık ediyor. Film bu hafta İstanbul Modern’in sinema salonunda, ‘Yeni Yollar’ başlıklı ‘Almanya’dan Yepyeni Filmler Seçkisi’ kapsamında, 06 Haziran Perşembe saat 17:00 ve 08 Haziran Cumartesi saat 13:00’de olmak üzere iki kez daha gösterilecek.

1906 doğumlu Arendt, romantik bir beraberlik de yaşadığı Martin Heidegger ile uzun yıllar çalışmış, Nazi sempatizanı varoluşçu filozofla olan ilişkisi nedeniyle sonradan suçlamalara maruz kalmıştır. 1933 yılında Yahudi olduğu gerekçesiyle Alman üniversitelerinde ders vermesi engellenen Arendt, Paris’e kaçmış, ancak savaş sırasında Fransa’yı da terk etmek zorunda kalarak 1940 yılında evlendiği Alman şair ve felsefeci Heinrich Blücher ile birlikte ABD’ye iltica etmiştir.

Von Trotta’nın filmi 60’lı yılların başlarında, Hitler’in ulaştırma subayı Adolf Eichmann’ın Arjantin’de ele geçirilerek İsrail’e getirilmesiyle başlıyor. Arendt, kısaca ‘nihai çözüm’ olarak adlandırılan Yahudi kitle imha programının baş mimarlarından biri olarak bilinen Eichmann’ın yargılandığı mahkemeyi izlemek ve yazmak üzere İsrail’e geliyor.

Eserlerinde iktidar, politikanın özneleri, otorite ve totaliterlik gibi temaları işleyen Arendt, daha sonra ‘Eichmann in Jerusalem’ isimli kitaba dönüşecek davayı, ‘The New Yorker’ dergisinde anlatırken ‘kötülüğün sıradanlığı’ kavramı üzerinde duracak, kötülüğün, sıradan insanların üstlerinin emirlerine uyma ve eylemlerinin ya da eylemsizliklerinin sonuçlarını düşünmeksizin çoğunluk görüşüne itaat etmelerinin bir sonucu olup olmadığı sorusunu gündeme getirecektir. Arendt’in bu bağlamda Eichmann’ı emirleri yerine getiren basit bir bürokrat olarak görmesi ortalığı ayağa kaldıracaktır. Nürnberg Mahkemelerinin uluslararası hukukta emsal teşkil eden kararı uyarınca ‘insanlığa karşı işlenmiş suçlarda’ emir almış olmak mazeret kabul edilmemektedir. Eichmann insanlık suçuyla infaz edilir bilindiği gibi.

Ulusça kaotik bir dönemden geçtiğimiz bugünlerde, Arendt’in zamanında çok tartışılmış görüşleri eşliğinde, en tanınmış kitabına ad olmuş ‘Totalitarizmin Kökenleri’ni tartışmak, fırtınalı yaşamı ve aşklarıyla 20. yüzyıldan yaman bir kadın portresini izlemek isteyenler Margarethe von Trotta’nın soluk soluğa seyredilen filmini fırsat bulursa kaçırmasın. Barbara Sukowa unutulmaz ‘Rosa Luxemburg’dan sonra ‘Hannah Arendt’ kompozisyonunda bir kez daha muhteşem.

(03 Haziran 2013)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Özen Film Eski Parlak Günlerini Arıyor

27 Mayıs 1941 Salı günü kurulan ve birkaç gün önce 72 yaşını tamamlayan film dağıtımcısı, film ithalâtçısı, film yapımcısı, sinema salonu işletmecisi Özen Film’in pazar payındaki inanılmaz gerileme şirketin sinemaseverlere hizmetlerini yakından bilenleri üzüyor.

Şirketin çözülme süreci 2008’de Amerikan film şirketi 20th Century Fox’un Özen Film’le dağıtım anlaşmasını yenilememesi ve filmlerinin dağıtımını Tiglon’a vermesiyle başladı, bu süreç 2012 sonunda sinema salonlarından sorumlu işletme müdürü Adnan Menderes Şapçı’nın ayrılmasıyla hız kazandı.

Ancak, aslında temel sorun şirketin uzun yıllardır bir numaralı yöneticisi olan Mehmet Ergin Soyarslan’ın yorgunluğu, bezginliği.

Kendi ekonomik varlığında en ufak bir gerileme olmamasına rağmen Mehmet Ergin Soyarslan uzun süredir yeni sinema salonu yatırımı yapmıyor; Türk filmlerine yapımcı ortak olmuyor, avans vermiyor; örnek vermek gerekirse çok satan “Metal Fırtına” romanının sinema filmi haklarını birkaç yıl önce satın almasına rağmen bu projede de en ufak bir yeni gelişme yaşanmıyor.

Özen Film’in Yıl Yıl Seyirci Sayıları:

2013: 58 bin kişi. (Şu ana kadar)
2012: 547 bin kişi.
2011: 6 milyon 615 bin kişi.
2010: 5 milyon 10 bin kişi.

(Rakamlar Tolga Akıncı’ya ait http://boxofficeturkiye.com Sitesinden…)

Özen Film’in Hizmetleri:

Yukarıda görüldüğü gibi, şaşırtan bir küçülme süreci yaşayan Özen Film işlettiği sinema salonlarında müşterilerine dünya standartlarında ses, görüntü ve oturma koşulları sağlamakla kalmamış, yurt dışından getirdiği filmleri seansa uydurmak için kesmemiş, sıradışı filmlerin (“La Luna” gibi) film sansürünün gazabına uğramaması için hukuksal mücadelelere girişmiş ve en önemlisi de filmcilik sektörü için bir numaralı okul olmuş ve şu an sektörde kilit noktalarda olan pek çok değerli insanın yetişmesini sağlamıştı.

Özen Film’in Tarihi

Özen Film’in kurucuları, şirketin bugünkü yöneticisi, sinemacılık ve filmcilik sektörümüzün duayeni Mehmet Ergin Soyarslan’ın büyükdedesi Mehmet Rauf Bey, Fatma Pekin, İbrahim Pekin, Osman Rauf Sirman (Mehmet Soyarslan’ın anne tarafından dedesi), Rabia Mediha Sirman (Mehmet Soyarslan’ın annesi) ve Asaf Sirman’dı (Mehmet Soyarslan’ın dedesinin erkek kardeşi). İtalyan asıllı İzmirli Mösyö Piyer Do Polo’da bir süre sonra ortaklar arasına katıldı.

Özen Film, 1920’li yıllarda Mehmet Rauf Sirman (Mehmet Soyarslan’ın büyük dedesi), Cemal Ahmet Pekin ve Osman Rauf Sirman tarafından kurulan Opera Filmcilik adlı şirketin ve 19 Mayıs 1934 Cumartesi günü Cemal Pekin, Fatma Pekin, İbrahim Pekin, Osman Sirman, Mediha Sirman, Asaf Sirman tarafından kurulan Sümer Sinemacılık adlı şirketin yeniden yapılanmış halidir.

Mehmet Soyarslan’ın büyük dedesi Mehmet Rauf Bey, Osmanlı döneminde Selânik’te Posta Müdürlüğü yaptı, 1912’de Selânik’in Yunanistan’ın eline geçmesi üzerine İstanbul’a gelip savaş yıllarında atlar için eyer yaparak kendisinin ve ailesinin geçimini sağladı.

Mehmet Soyarslan, 1944 İstanbul doğumlu. Babası askeri doktor İsmail Soyarslan. Babasının tayinlerinden dolayı çocukluğu Muğla, Ankara ve İstanbul’da geçti. İstanbul’dan da tayin söz konusu olunca baba İsmail Soyarslan ordudan istifa etti ve o tarihten sonra özel muayenehane açarak geçimini sağladı.

Mehmet Soyarslan, Liseyi İngilizce eğitim veren İstanbul High School’da (İngiliz Erkek Lisesi) okudu; burada Vahit Çelikbaş, Ahmet Kutman, Mehmet Atakan, Yavuz Sökmen, Vefik Yüksel, Şahin Alpay gibi arkadaşları oldu.

Mehmet Soyarslan, 1963’ten itibaren Almanya’daki Freiburg Üniversitesi İktisat Bölümü’nde bir yıl Almanca, bir yıl da iktisat eğitimi aldı. Bu iki yılın ardından Türkiye’ye dönerek İstanbul Şişli’deki İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi İşletme Bölümü’nden mezun oldu.

Mehmet Soyarslan, 1960’ların başlarında Apaşlar Orkestrası’nı kurdu ve sahneye çıkmaya başladı… Cem Karaca ile tanışan ve yollarını birleştiren Apaşlar, 1967’de Hürriyet Gazetesi’nin Altın Mikrofon Yarışması’nda ikinci oldu. Topluluk 1969’da dağılacaktı.

Mehmet Soyarslan, 1960’larda “Resimdeki Gözyaşları”, “Bu Son Olsun”, “Ayrılık Günümüz” gibi unutulmaz şarkılara söz yazarı ve besteci olarak imzasını attı. Rahmetli Natuk Baytan’ın yönettiği “Toprağın Teri” filminin müziği de Mehmet Soyarslan’ın imzasını taşır. Mustafa Altıoklar’ın yönettiği “Ağır Roman” için oluşturulan müzik klibinde Mehmet Soyarslan’ın “Resimdeki Gözyaşları” adlı bestesi Atilla Özdemiroğlu düzenlemesi ve Cem Karaca’nın yeniden seslendirmesiyle kullanılmıştır.

Mehmet Soyarslan, Gani Müjde’nin senaryosunu yazdığı ve yönettiği “Kahpe Bizans”ın müziklerine de bazıları enstrümantal film tema müziği, bazılarını da Cem Karaca’nın seslendirdiği sekiz bestesi ile katkıda bulunmuştur. Aynı filmde Mehmet Ali Erbil’in seslendirdiği “Kral da Benim Padişah da” şarkısının sözlerini de yazmıştır.

“Büyü” filminde Kubat’ın seslendirdiği “Kara Büyü” isimli bestesi ile “Recep İvedik” filminin “Agresifim” isimli şarkının sözleri de Mehmet Soyarslan’a aittir.

Atilla Dorsay, Mehmet Soyarslan’ı Anlatıyor:

“Mehmet Soyarslan’ın, herkes bilmez, müzikçi bir geçmişi var. Bir zamanlar Cem Karaca’yla birlikte çaldı ve onun Resimdeki Gözyaşları adlı başyapıt düzeyindeki parçasını da o besteledi. Niçin müzikte adı kalmadı diye merak ettiğim olmuştur. Ama o sanırım en çok sevdiği işi seçti ve bunu yıllardır başarıyla yürütüyor. Özen Film’i aileden devir alan ve bu bayrağı inatla, gururla, ısrarla ve bağlılıkla taşıyan bu hâlâ genç adama, Apaşlar’ın bu eski üyesine selâm olsun…”

Sinan Çetin, Mehmet Soyarslan’ı Anlatıyor:

“Mehmet Soyarslan benim için gençlik yıllarımın en büyük bestesinin yazarı olduğu kadar, çok iyi bir sinema yazarıdır da… Mega Movie Dergisi’ndeki yazılarının bütün sinemacılar tarafından okunup takip edildiğini biliyorum. Onun bu yazılarını sinemacılardan çok, sinema dünyasının vergisini kesen Ankara’nın okuması gerektiğini düşünüyorum. Şu anda Türkiye’de seyirciye ışık yayan birçok beyazperdenin onun sayesinde aydınlandığını unutmayan bir sinemacı olarak, Mehmet Soyarslan’ın sinemaya ve müziğe olan katkılarıyla Ankara’nın olmasa bile benim kültür tarihimin tam ortasında bir anıt gibi durduğunu söylemeliyim.”

Mehmet Soyarslan 1970’ten Bugüne Özen Film’in Yönetiminde

Mehmet Soyarslan, dedesinin vefatını takip eden günlerde (1970’te) İbrahim Pekin’in yanında ikinci başkan ve dış alımlar müdürü olarak işe başladı. 1974-89 yılları arasında Sinema İşverenleri Sendikası Başkanlığı yaptı.

Özen Film 28 Yıl Boyunca 20th Century Fox Film Stüdyoları’nın Türkiye Temsilciliğini Yaptı

Mehmet Soyarslan’ın yönetimindeki Özen Film 28 yıl boyunca 20th Century Fox Stüdyosu’nun temsilciliğini üstlendi.

Mehmet Soyarslan’ın Eşi ve Çocukları

Özen Film’in yönetiminde 40 yılını tamamlayan Mehmet Soyarslan, 1973’te kendi babası gibi asker doktor olan Fethi Ünsal’ın kızı Rezzan Ünsal ile evlendi. Mehmet ve Rezzan Soyarslan çiftinin Levent (1974 doğumlu) ve Şehnaz Deniz (1977 doğumlu) adlarında iki çocuğu dünyaya geldi.

Mehmet Soyarslan “Son Osmanlı Yandım Ali”de Yardımcı Oyuncu Olarak Görev Aldı

Mehmet Soyarslan “Son Osmanlı Yandım Ali”de Mustafa Kemal Atatürk rolündeki Alican Yücesoy ile birlikte bir sahnede rol aldı.

(31 Mayıs 2013)

Hakan Sonok

hakansonok.sonok1@gmail.com

Muhteşem Gatsby’ye Adına Yakışır Bir Beyazperde Uyarlaması

“The Curious Case of Benjamin Button-Benjamin Button’ın Tuhaf Hikâyesi” ve “Muhteşem Gatsby”nin yazarı Francis Scott Fitzgerald (24 Ekim 1896 doğumlu) ve eşi Zelda (24 Temmuz 1900 doğumlu), Fitzgerald’ın “This Side of Paradise” adlı eserinden (1920) gelen parayı müsrifçe harcayarak “tatlı ve lüks hayat”ın içine yuvarlanmıştı. Yemekli partilerde masanın üzerine çıkıp dans eden Zelda’ydı. Yazar bu gözlemlerini “Muhteşem Gatsby”ye aktaracaktı. Avrupa’da olmadıklarında Long Island’daki kocaman evlerinde ileride “Muhteşem Gatsby”de betimleyeceği partileri düzenliyorlardı. Fitzgerald deneyimlerini, yaşadıklarını, tanıklıklarını kitaplarında canlandırdı… Para çeşmesi kuruyunca ve Zelda şizofreni teşhisiyle akıl hastahanesini boylayınca çiftin “Tatlı Hayat”ı sonlanacaktı. Artık borç okyanusu içinde yüzmeye başlayan Fitzgerald alkolik olacak ve iki kere hayatına son vermeye kalkışacaktı; çok erken yaşta da kalp krizi sonucu (21 Aralık 1940’ta) vefat edecekti.

Francis Scott Fitzgerald tarafından 1923 ile 1924 yıllarında, Long Island, New York ve St. Raphael (Cannes’a yaklaşık 23 kilometre mesafede) arasında yazılmış ve 1925’te okurlara sunulmuş olan “Muhteşem Gatsby” adlı romanın (baştan sona okumak için en az yedi saatinizi ayırmanız gerekiyor) aynı adlı sinema filmi uyarlaması, kitabı neredeyse satır satır takip ediyor.

Romanı ilk kez 1974’te okuyan Avustralyalı yönetmen Baz Luhrmann için romanın film haklarını satın almak ilk adım oldu. (1974 yılı aynı zamanda “Muhteşem Gatsby”nin sinemadaki en ünlü uyarlamasının dünya sinemalarında gösterildiği yıl olmuştu.) Baz Luhrmann “Muhteşem Gatsby” projesine girişirken biliyordu ki, eninde sonunda, proje dönüp dolaşıp başkaraktere ve onu canlandıracak olan oyuncuya kilitlenecekti. Gatsby’nin özündeki karmaşayı ifade edebilecek, “içinde ebedi bir teminat barındıran o ender gülüşlerden biri” (romandan bir tanımlama) ile gülümseyecek ve sonra aniden, “az önce birini öldürmüş gibi” (romandan bir tanımlama) bakacak bir oyuncu gerekiyordu. Bu oyuncu Leonardo DiCaprio oldu.

Luhrmann, “Bir süredir gizli gizli üzerinde çalışıyor ve en başından Jay Gatsby’yi kimin canlandırmasını istediğimi biliyordum. Gerçekten, birini düşünmek zor değildi! Hmmm, bilmem ki, bu karmaşık, romantik, karanlık, gösterişli, harika aktör kim olmalı?…” diyordum.

Baz Luhrmann için, “William Shakespeare’s Romeo + Juliet” adlı filmde birlikte çalıştığı, dost ve meslektaş olarak kabul ettiği Leonardo DiCaprio doğru ve isabetli seçimdi.

Yönetmen Baz Luhrmann, “Örümcek Adam” fimiyle tanınan Tobey Maguire’ın ete kemiğe büründürdüğü Nick Carraway karakteri için ise “Bir anlamda “Muhteşem Gatsby” romanının yazarı F. Scott Fitzgerald’ın bizzat kendisi, Gatsby’de olup bitenlerin büyük çoğunluğunun Fitzgerald’ın başına geldiği fikrinden hiç şüphe duymadık,” diyor.

Baz Luhrmann bir yandan kitaba ve döneme sadık kalırken, bir yandan da hikâyeyi yeni nesle ulaştırmak ve kültürel bir köprü yaratmak istedi. Filmde çağdaş müzikler kullanmak bu köprünün bir parçasıydı. Bu doğrultuda, çığır açan sanatçı Shawn “JAY Z” Carter’le birlikte çalıştı.

Leonardo DiCaprio “Muhteşem Gatsby”yi Anlatıyor:

“Kitabı ortaokulda okumuş ve hikâyesinden çok etkilenmiştim,” diyen DiCaprio, şöyle devam ediyor: “Romanı elime tekrar alışım, Baz’ın bana bir kitap uzatıp, ‘Bunun film hakkını aldım,” dediği zamandı. Oldukça göz korkutucu bir konseptti; tüm zamanların en harika romanıyla sonsuza dek ilişkilendirilecek unutulmaz bir film yapmanın sorumluluğu söz konusuydu.”

Yönetmen Baz Luhrmann Leonardo DiCaprio’yla İşbirliğini Anlatıyor:

Luhrmann “Muhteşem Gatsby” filmi yaratılırken yaşadıkları en parlak deneyimlerden birini şöyle hatırlıyor: “Senaryo yazarı Craig Pearce’yle birlikte New York’taki Ace Hotel’deki süitlerine yeni yerleşmiştik. Etraftaki binaların çoğu F. Scott Fitzgerald’ın zamanında inşa edilmişti. Körfeze bakan bir pencere vardı, New York manzarasını görünüyordu. Leonardo DiCaprio pencereye oturdu. Dışarıda bir yerde birisi trompet ya da benzeri bir şey çalıyordu… o kadar Fitzgeraldvari bir andı ki. Leonardo DiCaprio “Muhteşem Gatsby”den bölümler okumaya başladı ve diğer oyuncumuz Tobey Maguire’ de ona eşlik etti. Birden bire güneş battı ve Tobey Maguire “Muhteşem Gatsby” filminde canlandırdığı Nick karakterinin filmin sonunda söyleyeceği sözleri okudu: “Yaşamaya devam ediyor, hiç durmadan geçmişe geri gidiyoruz.” Leonardo DiCaprio’nun alkışlamaya başladığını hatırlıyorum. Ben de alkışladım. Beraberce romancı F. Scott Fitzgerald’a, onun hikâyesine, yaşadığı yere ve döneme, aynı zamanda kendimizinkine doğru bir serüvene koyulmuştuk.”

Leonardo DiCaprio “Muhteşem Gatsby” Filmini Anlatmaya Devam Ediyor:

Leonardo DiCaprio, “Jay Gatsby müthiş bir karakter,” dedikten sonra, şöyle devam ediyor: “Bence büyük ölçüde Amerikan rüyasının, kim olabileceğinizi hayal etmenin vücut bulmuş hâli… ve tüm bunları bir kadının aşkı uğruna yapıyor. Ancak bu bile yoruma açık: Daisy onun hayallerinin bir tezahürü mü? Yoksa gerçekten bu kadına aşık mı? Bana kalırsa, Jay Gatsby iflâh olmaz bir romantik ama aynı zamanda hayatındaki boşluğu doldurmak için bir şeyler arayan inanılmaz sığ bir birey.”

DiCaprio “Muhteşem Gatsby”de kendi Gatsby versiyonuna yeni bir derinlik ve dikkat çekici bir karanlık getirmek istedi. Bu, romandaki karaktere daha yakın bir versiyondu.

“Örümcek Adam” Tobey Maguire Nick Rolünde

Nick Carraway rolünü DiCaprio’nun en yakın arkadaşlarından biri olan Tobey Maguire canlandırdı. Maguire şunları anlatıyor: “Leonardo DiCaprio beni aradı ve ‘Az önce yönetmen Baz Luhrmann ile konuştum, “Muhteşem Gatsby”yi beyazperdeye uyarlamaya hazırlanıyor. Gatsby için beni, Nick için seni düşünüyormuş. Şu an şehirde… Bu akşam işin var mı?’ dedi. Böylece üçümüz buluştuk ve birkaç saat konuştuk. Sonrasında gidip bir tane “Muhteşem Gatsby” romanı satın aldım ve ilk kez okudum.”

Gatsby’nin Büyük Aşkını Canlandıran Carey Mulligan Anlatıyor:

Daisy rolündeki Carey Mulligan ise şunları söylüyor: “Daisy’nin en önemli özelliği çelişkileri. Korunmak, güvende olmak ve belli bir lüks ve konfor içinde yaşamak istiyor. Ancak, diğer yandan da, destansı bir aşk arzuluyor. Hangisi daha güçlü ve cazipse ona kayıveriyor. Bu açıdan, ayakları yere basan ya da samimi biri değil.”

Aklınıza Gelen ve Gelmeyen Tüm Güzel ve Popüler Kadın Yıldızlar Daisy Rolünü Kapabilmek İçin Savaştı

Yönetmen Baz Luhrmann Daisy rolü için doğru kadın oyuncuyu bulma konusunda acele etmedi. “Aklınıza gelebilecek her büyük oyuncu bu rolü oynamaya istekliydi dersem abartmış olmam sanırım; çünkü en harika, en ikonlaşmış karakterlerden/rollerden biri bu. Dolayısıyla, kendimizi biraz kadın oyuncuların baş karakterini canlandırabilmek için birbirlerini öldürmeye hazır oldukları ‘Rüzgar Gibi Geçti’ filmi oyuncu seçmelerinde bulduk; yani, tüm seçenekleri irdelerken seçmelerden çok küçük provalara başvurduk,” diyor Luhrmann.

Yapımcı Lucy Fisher da bunu doğruluyor: “Daisy için büyük, geniş çaplı bir araştırma yaptık. Bu, eski Hollywood usulüydü.”

“Leonardo bu arayışta sürekli olarak yanımızdaydı,” diyen Luhrmann, Carey Mulligan rol için okuma yaptıktan hemen sonra Leonardo DiCaprio’nun görüşünü aldığını da sözlerine ekliyor: Leonardo DiCaprio en harika şeyi söyledi: ‘Biliyor musun, düşünüyordum da… kendilerini Gatsby’nin önüne atan pek çok güzel kadın var. Carey Mulligan çok güzel ama aynı zamanda oldukça sıradışı. Daisy’nin değerli ve benzersiz, bir bakıma Gatsby’nin korumak isteyeceği türde bir şey olması gerekir. Gatsby’nin daha önce hiç yaşamadığı türde bir şey.’ O sırada birbirimize baktık ve, ‘Bu o,’ dedik.” Daisy böylece bulundu…

DiCaprio ise o ânı şöyle hatırlıyor: “Daisy Buchanan’ımızı bulduğumuz biliyorduk. Daisy filmde inanılmaz önemde bir karakter. Jay Gatsby’nin onda gördüğü güzel masumiyet ile tuhaf umursamazlığın bir bileşimi olmak zorunda. Çok zeki bir aktris olmanın yanı sıra, aynı anda bu şeylerin ikisini de yapabilecek birisi gerekliydi.”

Carey Mulligan, Rol Arkadaşı DiCaprio’yu Anlatıyor:

Mulligan da DiCaprio’dan aynı ölçüde etkilendiğini şu sözlerle belirtiyor: “İlk seçmeleri hatırlıyorum. Filmin sonlarına doğru bir sahneyi canlandırıyorduk ve Leonardo, üç baş erkek karakteri de sırasıyla oynuyordu: Gatsby’yi, Tom Buchanan’ı ve Nick Carraway’ı. Bir sandalyede oturup kendi karakterini canlandırıyor, diğer sandalyeye zıplayıp Tom’u canlandırıyor, sonra da ayağa kalkıp Nick oluyordu. Tüm farklı replikleri tekrarlıyordu. İnanılmazdı.”

Mulligan, Daisy’yi karmaşık, avare bir kadın kahramandan fazlası olarak canlandırdığını sözlerine ekliyor: “Bence Daisy bir şey söylediğinde gerçekten onu kastediyor ama aradan beş dakika geçtiğinde bunu hiç de kastetmemiş olabilir. Adeta kendi hayatında bir filmde yaşıyor; kendine ara sıra uğruyor gibi. Bu da onu oldukça boş bir kişilik yapıyor ki muhtemelen onun durumundaki kadınlar için bu oldukça tipik bir şeydi. Benim açımdan, oynaması ilginç bir karakterdi.”

Dudaklarında Daisy’nin Adıyla Yaşayan ve Ölen Muhteşem Gatsby Karakterini Yakından Tanıyalım

“İddiaya girerim birini öldürmüştür.”
“Savaş sırasında (Birinci Dünya Savaşında) bir Alman casusu olduğu söyleniyor.”
“Kimseyle başını derde sokmak istemiyor.”
“Ondan korkuyorum. Bana bulaşmasını hiç istemem doğrusu.”

Yukarıdaki dedikodu cümleleri Jay Gatsby’nin Sarayı’ndaki çılgın partilere katılanlar tarafından sarf edilenlerin çok küçük bir kısmı…

İlk başta, Gatsby hakkında bildiğimiz her şey “evinin koridorlarındaki sohbetleri renklendiren tuhaf suçlamalar”dan (romandan bir tanımlama) gelir. Kendisi efsanevi ama gizemli partiler verir; “havalı bir şekilde ortaya çıkıverip Long Island’da bir saray satın almış adamdır; o sarayının kapılarını her hafta sonu herkese açan ama kimsenin tanışmadığı adamdır. Ta ki, yeni komşusu ve hikâyenin anlatıcısı Nick Carraway’ı şaşalı partilerinden birine davet edene dek. Bu Gatsby’nin en sonunda ifşa olacağı ve Nick’in kuzeni, “altın kız”* Daisy Buchanan’a duyduğu romantik saplantı yüzünden mahvolacağı olaylar zincirinin başlangıcını oluşturur.

“Sonunda ifşa olan şey, Gatsby’nin fakir olarak büyüdüğüdür. Gençken, Gatsby’nin hayatıyla ilgili büyük bir vizyonu vardır. Ve sonra bir gün Daisy adında bir kıza aşık olur. Başka kadınlar da tanımış olduğu için, ondan alabileceği şeyi alıp savaşa gideceğini ve bu ilişkinin bir şey ifade etmeyeceğini düşünür. Ancak, Daisy olağanüstü bir kız olduğu için kendini ona kaptırır. Savaşa giderken, Daisy onun dönüşünün beklemeye söz verir. Ama sonra zengin ve güçlü Tom Buchanan sahneye çıkar ve kızı Jay Gatsby’den çalar. Gatsby savaştan beş kuruşsuz döndüğünde, sevgilisini de kaybetmiş olduğunu görür. Böylece, geçmişi silmeyi ve kafasında her zaman var olan büyük plânı gerçekleştirmek için yola koyulur” diye anlatıyor yönetmen Baz Luhrmann.

Jay Gatsby, Daisy’yi geri kazanmak istiyor. Tüm varlığı umurunda olmayan bir eşyalar bütünü ama Daisy’nin kalbini yeniden kazanmak için gerekli şeyler: Gösterişli malikânesi, şatafatlı partiler, hiç okumadığı kitaplarla dolu kütüphane, hiç giymediği yüzlerce ipek gömlek, ışıltılı spor araba.

Çekim Mekânları: Avustralya’da Oluşturuldu

Araştırma ve senaryo yazım sürecinin büyük kısmı New York’a gerçekleşse de -malikâneleri ziyaret etmek için Long Island’a yapılan çeşitli saha gezileri gibi- filmin çoğu Sydney’deki Fox Stüdyoları’nda çekildi.

Yapımcı Catherine Knapman bu konuda şunları söylüyor: “Eğer bir New Yorkluya filmin Avustralya’da çekildiğini söylerseniz size güler. ‘Şaka mı ediyorsunuz? Filmi Avustralya’da mı yaptınız?’ der. Baz elbette filmi New York’ta çekmeyi çok isterdi ama yapımın büyük bir kısmını Avustralya’da gerçekleştirmek en etkili seçenek olarak göründü. Setler inşa etmek Catherine Martin ve ekibinin en iyi yaptığı şey. Avustralya’da çekim yapmak pek çok avantajı beraberinde getirdi. Avustralya ve Yeni Güney Galler hükümetlerinin cömert teşvikleri de bu avantajlar arasındaydı. Avustralya’da çok sayıda yetenekli insan var. Bin kişiyi aşkın, muhteşem bir çekim ekibimiz, yaklaşık 960 kişilik arka plan oyuncumuz ve ‘parti günleri’nde sette 300’den fazla figüranımız vardı.”

Özetle, 1920’lerin New York’u Sydney’ye taşındı; en zengin setlerden en ufak aksesuara kadar son derece ayrıntılı biçimde dikkatle yeniden yaratıldı.

2 Mart 2014 Pazar Gecesi Oscar Ödüllerini Toplaması Beklenen “Muhteşem Gatsby”nin Konusu:

1925 yılında ilk kez okurlara sunulan aynı adlı edebiyat şaheserinin (yazarı: Francis Scott Fitzgerald) uyarlaması olan “Muhteşem Gatsby”nin 2013 Çevrimi de Scott Fitzgerald’ın hikâyesindeki gibi yazar olmak isteyen Nick Carraway’in (Tobey Maguire canlandırıyor) Midwest’ten ayrılıp New York’a yerleşmesiyle başlıyor. 24 Ekim 1929 Perşembe günü başlayan büyük ekonomik buhrana/çöküşe yedi yıldan fazla süre vardır. Hikâyenin geçtiği 1922 senesi baharı, ahlâki değerlerin çöktüğü, ışıltılı jazz hayat tarzı, içki yasağının, içki kaçakçılarının ve yükselen hisse senetlerinin dönemidir. Amerikan rüyasının peşinden giden Nick, kuzeni Daisy ve onun çapkın kocası Tom Buchanan sayesinde evinde sürekli çılgın partiler düzenleyen, gizemli milyoner Jay Gatsby’e komşu olur. Nick artık son derece varlıklı ve zengin insanların aşk ve entrika ile dolu hayatlarına çekilmiştir; bu hayata şahit oldukça imkânsız/karşılıksız aşk, bozulamaz hayaller ve trajedilerle dolu bir romana imza atacaktır.

“Muhteşem Gatsby” Uyarlamaları:

* “The Great Gatsby” / 1926 / Yönetmen: Herbert Brenon / Sessiz Film / Oyuncular: Warner Baxter, Lois Wilson, Hale Hamilton. 80 dakika.

* “The Great Gatsby” / 1949 / Yönetmen: Elliott Nugent / Oyuncular: Alan Ladd, Betty Field, Barry Sullivan, Macdonald Carey. 91 dakika.

* “The Great Gatsby” / 1974 / Yönetmen: Jack Clayton / Oyuncular: Robert Redford, Mia Farrow, Bruce Dern. 144 dakika.

Bu çevrim, Kıbrıs Barış Harekâtı’na karşılık olarak, Amerika Birleşik Devletleri’nin Türkiye’ye her türlü Amerikan malı/ürünü için ambargo uygulaması kapsamında ülkemizde gösterilemeyen yüzlerce filmden biridir.

Yine bu “Muhteşem Gatsby”nin senaryosunu beş Oscar ödülü kazanmış olan Francis Ford Coppola yazmıştı.

4 Şubat 1974 tarihli Newsweek Dergisi “The Great Gatsby” Kuzey Amerika sinemalarında gösterime girmeden hemen önce o dönemde meslektaşları arasında zirvede olan Robert Redford’un bu filmdeki giysileriyle çekilmiş bir fotoğraf karesini “The Great Redford” başlığıyla kapak yapmıştı.

* “The Great Gatsby” / 2000 / Yönetmen: Robert Markowitz / Oyuncular:Mira Sorvino, Toby Stephens, Paul Rudd, Martin Donovan.

* “The Great Gatsby” / 2013 / Yönetmen: Baz Luhrmann / Oyuncular: Leonardo DiCaprio, Carey Mulligan, Joel Edgerton. 142 dakika.

* Jay Gatsby’yi Canlandıran Oyuncular: Warner Baxter (1926), Alan Ladd (1949), Robert Redford (1974), Toby Stephens (2000), Leonardo DiCaprio (2013).

* Daisy Buchanan’ı Canlandıran Oyuncular: Lois Wilson (1926), Betty Field (1949), Mia Farrow (1974), Mira Sorvino (2000), Carey Mulligan (2013).

* Tom Buchanan’ı Canlandıran Oyuncular: Hale Hamilton (1926), Barry Sullivan (1949), Bruce Dern (1974),Martin Donovan (2000), Joel Edgerton (2013).

“Muhteşem Gatsby”nin Yazarı

“The Great Gatsby-Muhteşem Gatsby”nin yazarı Francis Scott Fitzgerald (1896 doğumlu) 24 Ekim 1929’da başlayan dünya ekonomik bunalımının tüm acılarını ve yol açtığı felâketleri yaşadıktan sonra çok genç yaşta ve dünya edebiyatının ölümsüzleri arasına katıldığını göremeden, Avrupanın Nazi Almanyasının işgâli altında olduğu, İngiltere’nin bile Nazi çizmeleri altında ezilmesinin beklendiği Aralık 1940’ta vefat etti.

“Muhteşem Gatsby”nin İlk Gösterim Tarihi 25 Aralık 2012’ydi

Hem üç boyutlu, hem de 35 milimetre kopyalarıyla gösterime sunulan “The Great Gatsby-Muhteşem Gatsby”yi 17 Mayıs 2013 Cuma gününden başlayarak Türkiye sinemalarında izliyoruz.

“The Great Gatsby-Muhteşem Gatsby”nin dünya sinemalarındaki ilk gösterim tarihi 25 Aralık 2012’ydi. DiCaprio’nun baş rolünde olduğu diğer film, 100 milyon dolar bütçeli “Django Unchained-Zincirsiz”le aynı günlerde gösterimde olmamak için “The Great Gatsby-Muhteşem Gatsby”nin gösterim tarihi 17 Mayıs 2013’e ertelendi.

“The Great Gatsby- Muhteşem Gatsby” 15 Mayıs 2013 Çarşamba günü 66. Cannes Film Festivali’nin açılış filmi olarak gösterilecek. Yönetmenin “Strictly Ballroom” (1992) ve “Moulin Rouge” (2001) adlı filmleri de ilk kez Cannes Film Festivali’nde gün ışığına çıkmıştı.

“The Great Gatsby-Muhteşem Gatsby” aynı zamanda Cannes Film Festivali’nde açılış filmi onurunu elde eden ikinci üç boyutlu film olacak. Daha önce 2009’da “Up-Yukarı Bak” adlı üç boyutlu film Cannes’ın açılış filmi olarak seçilmişti.

(29 Mayıs 2013)

Hakan Sonok

hakansonok.sonok1@gmail.com

Soluk Soluğa İzlenen Oscarlı Bir Belgesel

Sevgili müzikseverler, Rodriguez ya da plâk baskısında yer alan adıyla Sixto Rodriguez’i duymuş olanınız var mıdır bilemem ancak bizler bu gölgede kalmış büyük ozanı ‘Searching For Sugar Man’ isimli belgesel sayesinde tanıma şansına eriştik. Protest rock müziğin gölgede kalmış isminin gizemli yaşamını araştıran ve geçtiğimiz aylarda Oscar’la da ödüllendirilen bu sıra dışı belgesel, ‘Bir Şarkının Peşinde’ adıyla tek kopyayla sadece Beyoğlu Sineması’nda gösterilmeye başlandı.

Baba tarafından Meksika kökenli bu göçmen müzisyen, Detroit’e yerleşmiş, bir yandan benzer soydaşları gibi ağır işlerde çalışırken diğer yandan başkaldırısı ve özlemlerini müziği aracılığıyla dile getirmiş. Detroit nehrinin kıyısında izbe bir barda çalarken keşfedilir önce. Daha sonra ilk albümünü yapar (Cold Fact, 1970). Ardından bir ikincisi gelir (Coming From Reality, 1971) ancak albümler Amerika’da ilgi görmez ve genç müzisyen kendi ülkesinde tanınmadan kayıplara karışır.

Hikâyenin bundan sonraki ayağı için Güney Afrika Cumhuriyeti’ne uzanıyoruz. Rodriguez’in şarkılarının bu uzak kıtaya nasıl ulaştığı tam olarak bilinmemekle birlikte, Amerikalı bir turistin Rodriguez’in albümlerini beraberinde kara kıtaya getirdiği rivayeti dolaşmaktadır. 70’li yıllar Güney Afrika’sı, 1948 yılından beri uygulanan Apartheid ya da ayrımcı rejimin en azgın yıllarıdır. Ülkede Nazi dönemini aratmayacak sıkı bir sansür uygulaması sürmektedir. İşte böyle bir ortamda Rodriguez’in söz ve müziği, baskıya ve zulme karşı çıkan siyah çoğunluk ve onların destekçisi beyaz kitlenin devrim marşı haline gelir. Müzisyenin albümleri gizli olarak çoğaltılır ve elden ele yüzbinlere ulaşır.

‘Bir Şarkının Peşinde’, Rodriguez’in müziğiyle büyümüş plâk yapımcısı iki Güney Afrikalı hayranının müzisyenin izini sürmelerinin hikâyesi. Doğup büyüdükleri ülkede Elvis’ten daha popüler olmuş bu efsanevi müzisyen hakkında plâk kapaklarından başka hiçbir yerde en ufak bir bilgiye ulaşma imkânı yoktur. Başından aşağı benzin dökerek kendini yakmak ya da beynine bir kurşun sıkmak suretiyle sahnede intihar ettiğine dair çeşitli söylentiler vardır. Bizim iki müzik dedektifimiz araştırmalarını derinleştirdikçe hikâye beklenmedik bir yöne doğru yol almaya başlar. Seyir zevkinizi kaçırmamak için anlatımızı burada sonlandıralım. Ancak siz siz olun, baskı altında inleyen bir ulusun sesi olmuş bu büyük ozanın soluk soluğa izlenen muhteşem hikâyesini kaçırmayın.

(28 Mayıs 2013)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

François Ozon Aile Kurumunu Sorgulamayı Sürdürüyor

François Ozon’un orta sınıf aileyle hesaplaşması eskilere dayanır. Fransız sinemasının bu haşarı çocuğunun daha 21’indeyken kendi aile bireylerine rol verdiği 7 dakikalık sessiz kısa filmi ‘Aile Fotoğrafı / Photo de Famille’ (1988), anne baba ve kardeşini çeşitli yollarla öldürdükten sonra hep birlikte bir aile fotoğrafı çektiren yeni yetme delikanlının hikâyesidir. Ozon’un bundan on yıl sonra yaptığı, Cannes Film Şenliği’nde ses getiren ilk uzun metrajlı çalışması ‘Sitcom’ ise bir evin içinde orta sınıf aileyi kobay olarak incelediği ve filmin önemli aktörü konumundaki bir beyaz deney faresi ile etkileşim yoluyla ailenin tüm fertlerinin bastırılmış duygularını açığa çıkardığı ve ortalığın fena halde karıştığı hınzır bir kara mizah denemesidir.

Ozon’un 32. İstanbul Film Festivali’nde ‘Başka Bir Hayat’ ismiyle programa alınmış olan sondan bir önceki filmi ‘Evde / Dans la Maison’ bu haftadan itibaren sinemalarda. Üstadın bir kez daha büyük bölümü bir evin içinde geçen çalışması, 16 yaşındaki lise öğrencisi Claude’un özlemini çektiği aile ortamını sınıf arkadaşının huzurlu yuvasında bulması ve ailenin içine sızarak dengeleri bozmasının hikâyesi. Bu açıdan geçtiğimiz aylarda hakkında yazmış olduğum enfes belgesel ‘Hayat Avcısı / The Imposter’la yakın akrabalığı söz konusu. Ozon’un filmi sevgi arsızı yetim Claude’un edebiyat alanındaki yeteneği ile farklı bir boyuta geçiyor. Delikanlının sınıf arkadaşının evinde yakaladığı esinle kaleme aldıkları, yazar olma hayallerini çoktan geride bırakmış Gustave Flaubert Lisesi edebiyat öğretmeninin (müthiş Fabrice Luchini) yazın şehvetini kamçılıyor. Ne var ki, özel hayatın ihlâli ile başlayan olaylar çığrından çıkacak, gerçek ile kurmaca ayırt edilemez hale gelecektir.

Ozon’un, asla sahip olamayacağı lüks evlerin hayalini kuran orta sınıf kadınları ve onların televizyon karşısında maç seyrederek kendinden geçen kocaları ile ince ince dalgasını geçen, bir yandan da edebiyat lezzeti üzerine tartışan son yapıtı bir gerilim filmi havasında soluk soluğa izleniyor ve sinemanın büyük ustalarından Hitchcock’un ünlü ‘Arka Pencere / Rear Window’una atıf yapan enfes bir finalle noktalanıyor.

(27 Nisan 2013)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Yaz Geldi, Yazlık Devam Filmleri de

Yapım bütçesi 200 milyon doları bulan Iron Man 3 beklendiği gibi füze hızıyla dünya sinemalarında bir milyar dolardan fazla hasılat elde etti… İlginç olan üçüncü bölümün birinci ve ikinci bölümün toplam hasılatını geçmek üzere olmasıydı…

Oysa yapım bütçesi 215 milyon dolara ulaşan Oz the Great and Powerful adı gibi Muhteşem ve Kudretli Oz olamadı; sadece 488 milyon dolarlık dünya sinema hasılatıyla tam bir hayal kırıklığına dönüştü.

Iron Man Filmleri Hasılatları:

* Iron Man; Dünya Sinema Hasılatı: 585 milyon dolar.
* Iron Man 2; Dünya Sinema Hasılatı: 623 milyon dolar.
* Iron Man 3; Dünya Sinema Hasılatı: 1 milyar 77 milyon dolar.
(Üçüncü bölümün gösterimi halen sürüyor)

Ortak Nokta

Yaz filmlerinin ortak özelliği ilgi gören seri filmlerle akrabalıkları… Hemen hepsinin ortak hedefi ergen kalabalıklarına ve içindeki çocuğu hâlâ özenle yaşatan yetişkinlere bilet satabilmek…

Bu pazarın büyüklüğünü anlayabilmeniz için birbirini tamamlayan dört filmin (üç Yüzüklerin Efendisi ve bir Hobbit filminin) toplam dünya sinema hasılatının dört milyar doların eşiğine yaklaştığını söyleyebilirim…

İkinci Hobbit bu yıl sonunda seyirciye sunulacak.

Peter Jackson bu serinin kendisine sunduğu altın madenini son gramına kadar değerlendirmeye çalıştığından diğer bütün projelerini ertelemiş durumda…

* Johnny Depp’in film başına 55, Robert Downey Jr.’ın 50, Leonardo DiCaprio’nun 59 milyon doları hangi filmden kazandığını bu yazının ilerleyen satırlarında okuyabilirsiniz…

Sadece Tom Cruise’un ilk üç Mission: Impossible filminden 220 milyon dolar kazandığı da inanılmaz ama gerçek… Tom Cruise bu serinin ilk bölümünden 70, ikinci ve üçüncü bölümlerinden 75’er milyon dolar kazandı.

* Hemen bütün büyük bütçeli filmlerde iyiler kötülerle mücadele ediyor ve kahramanlar insanlığı bir kez daha kurtarmaya çabalıyor.

* Hemen her filmin üç boyutlu kopyaları var… Normal filmlere göre üç boyutlu filmlerin bilet ücreti daha yüksek olduğundan seyirciden daha fazla para koparmak amaçlanıyor.

* Yeni bölümlere kapı her zaman açık bırakılıyor…

2014 Projelerinden Bazıları:

* The Amazing Spider-Man 2
* Mad Max 4
* Jurassic Park 4
* Hobbit 3
* Captain America 2: The Winter Soldier
* Transformers 4
* X-Men 7: Days of Future Past
* Fast and Furious 7

2015 Projelerinden Bazıları:

* Star Wars 7
* Mission: Impossible 5
* Karayip Korsanları 5
* Avatar 2
* The Avengers 2-Yenilmezler 2

Hangi Yıla Yetişeceği Belli Olmayan Projeler

* Avatar 3, Indiana Jones 5 ve Iron Man 4

Geleceğin Dünyasını Beyezperdede Canlandıranlar

* Tom Cruise’un başrolünde olduğu 120 milyon dolar harcanan Oblivion 2077 yılında geçiyor; Jodie Foster ile Matt Damon’ın başrollerinde olduğu 100 milyon dolar harcanan Elysium adlı film 2154 yılına götürüyor seyircileri.

The Lone Ranger / Maliyet: 250 milyon dolar

Aksiyon ve güldürü vaad eden bu film üç Oscar adayı Johnny Depp’le, iki Oscar adayı Helena Bonham Carter’ı bir araya getiriyor. Bu ikili Alice Harikalar Diyarında’da bir araya getirilmişti.

Johnny Depp dördüncü Karayip Korsanları filmi Karayip Korsanları: Gizemli Denizler’den 55 milyon dolar, Alice Harikalar Diyarında’dansa 50 milyon dolar ücret almıştı… Bunlar gerçekten çıldırtıcı ücretler.

Man of Steel / Maliyet: 225 milyon dolar

Jerry Siegel ile Joe Schuster tarafından yaratılan ve ilk kez Nisan 1938’de Action Comics adlı dergide okurların karşısına çıkan Superman çizgi romanı geçen ay 75 yaşını geride bıraktı.

Bu film, sonu gelen Kripton Gezegeni’nden bir roketle dünyaya gönderilen bebeğin, bir çiftçi ailesince büyütülmesini, “Süper Kahramana” dönüşmesini ve insanları kurtarmasını bir kez daha beyazperdeye yansıtıyor.

Iron Man 3 / Maliyet: 200 milyon dolar

The Avengers-Yenilmezler’den 50 milyon dolar kazanan Robert Downey Jr. seyirci bu filmlerden bıkana ya da oyuncu hayatını kaybedene kadar daha birçok kez Süper Kahraman “Iron Man” kostümünü giyecek.

World War Z / Maliyet: 200 milyon dolar

Güldürü klâsikleriyle sinema tarihini tümden değiştiren mizah ustası Mel Brooks’la kadın oyuncu Anne Bancroft’un oğlu Max Brooks’un yarattığı romanın uyarlaması. Brad Pitt bu kıyamet günü senaryosunda Zombilerle savaşıyor.

Star Trek Into Darkness / Maliyet: 190 milyon dolar

Star Wars 7’yi yönetmeye hazırlanan J. J. Abrams’ın elinden çıkma bir film… 1966’da başlayan televizyon dizisi yavrulaya yavrulaya 12 sinema filmi doğurdu… Türkiye sinemasından Sadri Alışık’ın Turist Ömer Uzay Yolunda’sı buna dahil değil…

The Great Gatsby / Maliyet: 127 milyon dolar

1925 yılında ilk kez okurlara sunulan aynı adlı edebiyat şaheserinin (yazarı: Francis Scott Fitzgerald) uyarlaması olan Muhteşem Gatsby’nin 2013 çevrimi de Scott Fitzgerald’ın hikâyesindeki gibi yazar olmak isteyen Nick Carraway’in (Tobey Maguire canlandırıyor) Midwest’ten ayrılıp New York’a yerleşmesiyle başlıyor. Hikâyenin geçtiği 1922 senesi baharı, ahlâki değerlerin çöktüğü, ışıltılı jazz hayat tarzı, kaçakçıların ve yükselen hisse senetlerinin dönemidir. Amerikan rüyasının peşinden giden Nick, kuzeni Daisy ve onun çapkın kocası Tom Buchanan sayesinde evinde sürekli çılgın partiler düzenleyen, gizemli milyoner Jay Gatsby’e komşu olur. Nick artık son derece varlıklı ve zengin insanların aşk ve entrika ile dolu hayatlarına çekilmiştir; bu hayata şahit oldukça imkânsız/karşılıksız aşk, bozulamaz hayaller ve trajedilerle dolu bir romana imza atacaktır.

Daha önce What’s Eating Gilbert Grape (1993), The Aviator (2004), Blood Diamond (2006) ile Oscar adaylığı kazanan oyuncu Leonardo DiCaprio The Great Gatsby-Muhteşem Gatsby’de başrolde…

Caprio sadece Inception’dan 59 milyon dolar kazanmıştı.

Geçen Yılın En Başarılı Yapımlarından Bazıları:

* Life of Pi-Pi’nin Yaşamı / Yapım Bütçesi: 120 milyon dolar / Dünya sinema hasılatı: 608 milyon dolar

* Argo / Yapım Bütçesi: 44 buçuk milyon dolar / Dünya sinema hasılatı: 232 milyon dolar.

* Lincoln / Yapım Bütçesi: 65 milyon dolar / Dünya sinema hasılatı: 274 milyon dolar.

* Django Unchained-Zincirsiz / Yapım Bütçesi: 100 milyon dolar/Dünya sinema hasılatı: 422 milyon dolar.

(26 Mayıs 2013)

Hakan Sonok

hakansonok.sonok1@gmail.com

Cannes’da Ödüller Sahiplerini Buldu

66. Cannes Film Festivali’nde ödüller açıklandı. Steven Spielberg başkanlığındaki jürinin kararları beklentiler doğrultusunda gerçekleşti. Festivalde öne çıkan filmler büyük bir çoğunlukla ödül listesinde yer aldı.

Tunus asıllı Fransız sinemacı Abdellatif Kéchiche’in ‘Adèle’in Yaşamı-Bölüm 1 & 2 / La Vie D’Adèle-Chapitre 1 & 2’ filmine verilen Altın Palmiye ödülü, festival tarihinde ilk kez olarak yönetmen ve kadın oyuncuları Adèle Exarchopoulos ve Lea Seydoux’nun üçüne birden takdim edildi. Kéchiche duygu yüklü teşekkür konuşmasını, ödülünü, kendisine özgürlük ruhunu öğreten Fransız gençliğine ve de kendilerini daha özgürce ifade edebilmek ve özgürce sevebilmek için mücadele eden Tunus’un devrimci gençliğine adadığını vurgulayarak bitirdi.

Festivalin bir nevi ikincilik ödülü olarak kabul edilen ‘Jüri Büyük Ödülü’, yarışma seçkisinde öne çıkan Amerikan filmlerinden, Coen kardeşlerin folk müzikçileri güzellemesi ‘Llewyn Davis’in Dünyası / Inside Llewyn Davis’e gitti. Törende bulunamayan Coen kardeşler yerine ödülü filmin baş oyuncusu Oscar Isaac aldı.

Festivalde yer alan şiddet temalı filmlerden Meksikalı Amat Escalante’nin ‘Heli’si en iyi yönetmen ödülünü alırken, aynı tema üzerine Çinli Jia Zhangke’nin ‘Bir Avuç Günah / Tian Zhu Ding’i beklendiği gibi en iyi senaryo ödülüne layık görüldü. Büyük jüri, Japon usta Hirokazu Kore-Eda’nın babalık davası ‘Böyle Babaya Böyle Oğul / Soshite Chichi Ni Naru’yu bir ‘Jüri Ödülü’ ile kazanlar listesine dahil etti.

Oyuncu ödüllerine gelince. Gösterildiği günden beri izleyicilerin gönlünde taht kuran sıcak yol filmi ‘Nebraska’nın kıdemli oyuncusu Bruce Dern salonda olmadığı için ödülü, filmin yönetmeni Alexander Payne’e takdim edildi. Kadın oyuncu ödülü ise Bérénice Bejo’ya verilerek, İranlı usta Asghar Farhadi’nin yine çok beğenilmiş ‘Geçmiş / Le Passé’si ihmâl edilmemiş oldu.

Festivalin tüm bölümlerinde gösterilmiş ilk filmlerden birine verilen ‘Altın Kamera’ ödülü, ‘Yönetmenlerin 15 Günü’ programında yer almış bir filme verildi. ‘Ilo Ilo’nun Singapurlu yönetmeni Anthony Chen’in ödülü kendisine ilk filmler jürisinin başkanı Agnès Varda tarafından takdim edildi. Geçtiğimiz yıl bizden Rezan Yeşilbaş’ın ‘Sessiz / Be Deng’ filmine verilmiş olan kısa film Altın Palmiye’si ise bu yıl Güney Koreli genç sinemacı Byoung-gon Moon’un ‘Güvenli / Safe’ filmine gitti.

Ödül listesi herkesi memnun etmişe benzeyen 66. Cannes Film Festivali, Abdellatif Kéchiche ve ekibininin coşkuyla alkışlandığı kapanış seramonisinin ardından, Fransız yönetmen Jérôme Salle’in Güney Afrika’da çektiği Orlando Bloom ve Forest Whitaker destekli politik gerilim ‘Zulu’nun gösterimiyle sona erdi.

(26 Mayıs 2013)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Cannes Film Festivali’nde Sona Yaklaşırken

66. Cannes Film Festivali’nin yarışmalı ana bölümünde yer alan 20 filmin gösterimleri tamamlandı. Sinema dünyası, ödül listesinde kimlerin yer alacağı, Steven Spielberg başkanlığındaki büyük jürinin hangi yapımları tercih edeceği üzerine kafa yoradursun, biz son iki günde izleyici karşısına çıkmış filmleri mercek altına alarak on gündür sürdürdüğümüz yarışma turumuzu tamamlayalım.

Festivalde yarışan bir Amerikan yapımı daha dün sabah basına tanıtıldı. ‘Göçmen / The Immigrant’, Cannes’ın gözdelerinden James Gray’in yeni filmi. Gray, Rus yahudisi kökenli ailesinin geçmişinden yola çıkarak, Doğu Avrupa’dan fırsatlar ülkesi Amerika’ya göçün hikâyesini beyazperdeye aktarmış. Yönetmene, 1923’de Ellis adasına gelmiş, o dönem New York’un Aşağı Doğu Yakası’nda bar işletmiş büyük büyük babasının anıları ve çektiği fotoğraflar kılavuzluk etmiş önce. Lakin hikâye otobiyografik değil. Film, Amerikan rüyasının izinde yeni bir başlangıç yapmak üzere kıtaya gelen genç bir kadının hayatta kalma mücadelesi üzerine. Kızkardeşi Magda hasta olduğu gerekçesiyle karantinaya alındığında, Yahudi kökenli bir topluluğun içinde kadın başına beş parasız ve yapayalnız kalan Polonya asıllı Protestan Ewa Cybulski’nin (Marion Cotillard) hikâyesi bu. İki erkek arasında kalan Ewa, çekici olduğu denli acımasız Bruno’nun (Joaquin Phoenix) elinde fahişeliğe zorlanırken, yaşadığı kâbustan kurtulmak için romantik sihirbaz Orlando’ya (Jeremy Renner) sığınıyor. Usta görüntü yönetmeni Darius Khondji ve güçlü bir oyuncu kadrosuyla çalışan Gray, Amerika’ya göç deneyiminin sembolü olmuş Ellis Island’ın gerçek mekânlarında çalışma fırsatı bulduğu bu ilk dönem filminde, 20. yüzyıl başları New York’unu betimleyen George Bellows imzalı gerçekçi portrelerden, aynı dönem Manhattan varyete salonlarının karanlık atmosferini tuvaline aktarmış Everett Shinn’in eserlerinden büyük ölçüde yararlanmış. Jüri başkanı Spielberg’in gönlünü çalması beklenen filmlerden biri ‘Göçmen’.

Yarışma seçkisinde yine dün görücüye çıkan ‘Michael Kohlhaas’ da bir dönem filmi. 19. yüzyıl başları Alman edebiyatının önemli isimlerinden Heinrich Von Kleist’ın kısa romanının beyazperdeye ilk aktarılışı değil bu. Daha önce üç kez sinemaya uyarlanmış, Volker Schlöndorff imzalı 1969 yapımı bir önceki uyarlama aynı yıl Cannes’da yarışmış, ‘Hak Mücadelesi’ adıyla sonradan bizde de gösterilmişti. Kafka’nın Alman edebiyatında en etkilendiği eser olarak tanımladığı ‘Michael Kohlhaas’, ortaçağ Almanya’sında feodal beyin haksız uygulamasına isyan ederek başkaldıran at yetiştiricisinin onur savaşı üzerine. Telef olmuş atlarının tazminini isteyen Kohlhaas, hakça bir karşılık alamayınca bir ordu isyancıyı bir araya toplar ve ortalığı kana boyar. Yönetmen Arnaud des Pallières, Kohlhaas’ın öyküsünü Fransız topraklarına uyarlamış, Güney Fransa’nın, adaletsizliğe başkaldıran doğa adamının ihtişamına yakışır yüksek sıradağlarla çevrili Cévennes bölgesinde çekmiş filmini. Michael Kohlhaas’a hayat veren Mads Mikkelsen, geçtiğimiz yıl yine Cannes’da izlenen ‘Av / The Hunt – Jagten’de haksız yere pedofili ile suçlanan kasaba öğretmeninin pasif direnişini unutulmaz bir performansla canlandırmış ve haklı bir erkek oyuncu ödülüne layık görülmüştü. Bu defa, 66. festivalin adı konmamış gözde teması doğrultusunda yoğun şiddet içeren bir onur savaşında izliyoruz Danimarkalı müthiş oyuncuyu.

Unutulmaz başyapıtlarla dolu külliyatı kadar, fırtınalı özel yaşamıyla da sürekli gündemde kalmış Roman Polanski, sekseni bulan ilerlemiş yaşına rağmen üretmeye devam ediyor. Kapanıştan bir gün önce seyirci karşısına çıkan ‘Kürklü Venüs / La Vénus A La Fourrure’ üstadın bir önceki çalışması Tony ödüllü ‘Acımasız Tanrı / Carnage’ gibi bir tiyatro oyunu uyarlaması. David Ives’ın ilk sahnelendiğinde büyük ilgi görmüş 2010 Off Broadway yapımı sahne eserinin metni, ‘Mazoşizm’in isim babası 19. yüzyıl Avusturyalı yazar Leopold von Sacher-Masoch’un aynı adlı kült romanına dayanıyor. Kadın ile erkek arasında soluk kesici iktidar oyunu üzerine ‘Kürklü Venüs’. Sahneye koyacağı yeni eserinin ana karakteri için yaptığı gün boyu süren seçmelerde aradığı yüzü bulamamanın hayal kırıklığı içinde tiyatroyu binasını terk etmeye hazırlanan Thomas ile, son anda içeri dalan ve oyun yazarının tahayyülündeki tiplemeye hiç de uygun düşmeyen silik ve itaatkâr -oyun karakteriyle adaş- Vanda’nın değişen rollerinin, cinsel çekimin saplantıya, oyuncu-yönetmen ilişkisinin efendi-köle deneyimine dönüşünün hikâyesi anlatılan. Bu nefes kesici 90 dakikanın parlak oyuncuları, Polanski’nin hayat arkadaşı Emmanuelle Seigner ile Jimmy P.’den sonra bu yıl ikinci kez Cannes’da boy gösteren Mathieu Amalric.

Ve yarışma, festival seçkisine son anda dahil olan bir Amerikan filmiyle kapanıyor. ‘Yalnız Aşıklar Sağ Kalır / Only Lovers Left Alive’, yıllar önce Cannes’da keşfedildiği ilk filmiyle (‘Cennetten de Garip / ‘Stranger Than Paradise’ 1984) Altın Kamera’yı kazanmış kıdemli bağımsız sinemacı Jim Jarmusch’un 4 yıl aradan sonra çektiği son filmi. Jarmusch bu kez aktörleri vampir olan alışılmışın dışında bir aşk hikâyesine soyunmuş. Lakin bildiğimiz sıradan vampir hikâyelerinden bir yenisi değil karşımızdaki. Yönetmen vampirlik olgusunu bir metafor olarak kullanmış. Asırlar boyu insanoğlunun hayranlık uyandırıcı gelişimine tanık olmuş marjinal alemin kırılgan Adam ile Eve’inin (yani bildiğimiz Adem ile Havva’nın) tahrip edilmiş doğanın öfkesini kustuğu günümüzün tehlikelerle dolu tedirgin dünyasında varolma mücadelesi üzerine bir film bu. Amerika’nın bağrından (Detroit), Afrika’nın kuzey ucuna (Tanca) ıssız ve romantik mekânlarda çekilmiş bu gece filminin Havva’sında Jarmusch’un gözdelerinden Tilda Swinton, Adem’de ise son olarak ‘The Deep Blue Sea’de (2011) izlediğimiz İngiliz oyuncu Tom Hiddleston yer alıyor.

66. Cannes Film Festivali, 26 Mayıs Pazar akşamı düzenlenecek olan kapanış töreni ile sona eriyor. Kırmızı halı seremonisi ve onu takip eden ödül töreni 19:00’dan itibaren NTV’den canlı olarak izlenebilir.

(25 Mayıs 2013)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Bu Sansürle, Sinema Kanallarına Tamamıyla Elveda!

Sözün bittiği yere geldik (aslında çoktandır gelmiştik)! Çoğunluğun oylarıyla seçilmiş hükümet, sigara ve alkole savaş görüntüsü altında sanatı da sansürlüyor; sayısı zaten az olan sinema tutkunlarını hiçe sayıyor! Vatandaşın para ödeyerek satın aldığı tematik kanallara da, dünyanın en önemli sansür organizasyonlarından RTÜK’ün yasası altında sansür uygulatıyor!

Alkol yasaklarıyla birlikte sinema kanallarında film seyretmeye tamamıyla veda etmek durumundayız! Bu yasağın geleceğinin sinyallerini Başbakan 2010 yılında vermişti.

Aşağıda, “Sansürden asla kurtulamayacağız!” başlığı altında 2010 Temmuz’unda yayımlanan yazımdan o bölümü aktarıyorum.

“Eyvah! Başbakan alkole savaş açıyor!

Önce haber: “Sigarayla mücadelesi Dünya Sağlık Örgütü tarafından ödüllendiren Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, alkol yerine meyve önerdi. Erdoğan, sigaranın zararlarını anlatırken, ‘Bu işin sulusu da, kurusu da zarar… Bu alkol nereden elde ediliyor? Meyvelerden filan elde edilmiyor mu bunlar? Üzümden elde etmiyor musun, ediyorsun. Onları ye’ dedi”.

Neden eyvah? Çünkü Başbakan’ın sigaraya açtığı savaşta asıl kaybeden sinema sanatı oldu: RTÜK İmparatorluğu, yasa maddesine dayanarak yaşadığımız dünyanın bir gerçeği olan sigarayı sinema evreninden ‘sildi’. Böylece, ‘blurlama tekniği’, oyuncu performanslarının ve filmlerin ‘içine etti’/ediyor! Şimdi, aynı teknikle filmlerden bir de ‘alkol silinirse’, ‘tüy dikecek’!”

(24 Mayıs 2013)

Ali Ulvi Uyanık

ali.ulvi.uyanik@gmail.com

Cannes’da Amerikalı Bağımsızlar, Marjinal Hayatlar

Cannes Film Festivali’nin bu yıl genelde beğeni toplayan ve düzeyi oldukça yükseklerde seyreden resmi yarışma filmlerinin gösterimleri tam gaz devam ederken, 6 filmle seçkiye ağırlığını koymuş Amerikan sinemasının bağımsız kanadından örnekler bir bir izleyici karşısına çıkıyor. Bunlardan dün sabah basına gösterilen Nicolas Winding Refn imzalı ‘Sadece Tanrı Affeder / Only God Forgives’, bu yılki şiddet çeşitlemelerinin en kanlılarından. İki yıl önce ‘Sürücü / Drive’ filmiyle Cannes’da en iyi yönetmen ödülünü kazanmış olan Danimarka asıllı sinemacı, bir kez daha Ryan Gosling ile çalışma fırsatı bulmuş. Thailand’da çekilmiş bu küçük bütçeli yapım, sorgulayan, yargılayan, infaz eden bir Tanrı görünümündeki gizemli kanun adamının ve hastalıklı bir ilişkiyi sürdüren baskıcı anne ile itaatkar oğlunun eski Yunan tragedyalarından kopup gelmiş hikâyesi. Bir gangster filmi gibi başlayıp uzak doğu dövüş sanatları soslu intikam öyküsüne dönüşüyor. Yönetmenin gözde oyuncusu Gosling’i, sessiz, nereye varacağını bilemediği bir karanlık serüvene atılmaktan tedirgin, anne bağımlılığından kurtulabilmek için şiddetin yolundan geçmesi gereken oğulda, Kristin Scott Thomas ise yırtıcı, buyurgan annede izliyoruz. Winding Refn anne karakterini, Lady Macbeth ile Donatella Versace’nin bir karışımı olarak şekillendirdiğini ifade ediyor.

23 Mayıs Perşembe sabahının programında yer alan ‘Nebraska’ bir diğer Amerikan filmi. ‘Schmidt Hakkında / About Schmidt (2002)’ ile daha önce Cannes’da yarışmış, senaryo dalında iki Oscar ödülü bulunan [‘Sideways’, (2004), ‘Senden Bana Kalan / The Descendants’, (2011)] Alexander Payne’in festivale bu ikinci gelişi. Şiddet öykülerinin ardından izleyiciye nefes aldıran sıcak yol filmlerinden biri ‘Nebraska’. Piyangodan kazandığını tahayyül ettiği büyük ikramiyeyi almak üzere sürekli Nebraska’ya gitme plânları yapan ve bunu bir saplantı haline getirmiş yaşlı Woody Grant ile boşuna olduğunu bile bile babasına eşlik etmeyi kabul eden oğul David’in hikâyesi, küçük bir bütçeyle siyah beyaz çekilmiş. Doğup büyüdüğü küçük Nebraska kasabasında geçirilen birkaç gün, hem yaşlı adamın geçmişiyle buluşmasını, hem de baba oğul arasındaki mesafenin aşılmasını sağlayacaktır. Yıllar sonra Bruce Dern’ün dört başı mamur bir rolde yer aldığı filmin bir diğer sürprizi, yaşlı Eddie’de Stacy Keach’in varlığı. Dört eyalet boyu yol katedilen bu şirin filmin genç oyuncusu ise, çıkışını ‘Saturday Night Live’ ve televizyon dizileriyle yapmış komedyen Will Forte.

Festivalin yarışmalı seçkisinin bir diğer konuğu, 1982 yılından beri Fransa’da yaşayan Çad kökenli sinemacı Mahamat-Saleh Haroun. Üç yıl önce ‘Haykıran Adam / L’Homme Qui Crie’ (2010) ile ‘Jüri Ödülü’ kazanmış, 2011 Cannes jürisinde görev almış olan Haroun, yeni çalışması ‘Grigris’ ile yarışmada. İç savaşla sarsılan Orta Afrika ülkesi Çad’da, lüks hotelin havuz görevlisi eski yüzme şampiyonu Adem ile ‘kara atım’ diye çağırdığı oğlu Abdel’in trajik öyküsünü konu alan ‘Haykıran Adam’ın ardından, Haroun’un ana karakterleri bu kez toplumun kıyısında var olma savaşı veren iki marjinal figür. Felçli sol bacağına rağmen dansörlük hayalinden vazgeçmeyen 25 yaşındaki Grigris ile melez rengiyle kendini siyah topluma kabul ettirme mücadelesi veren fahişe Mimi’nin hikâyesi bu. Yaşam coşkularını kusurlu (!) bedenleriyle dışa vuran bu iki marjinalin yolları kesişiyor. Başkent N’Djamena’nın tekinsiz akşamlarında varolma savaşı verirken, geniş plânlarla verilen kırsal bölümlerde nehir kenarında özgür ve mutlu bir yaşamın hayalini kuruyorlar. Başkentte çok yaygın olan kaçak benzin ticaretini gündeme getirirken tür sineması kodlarını da kullanan ‘Grigris’, Haroun’un eserinde ilk kez rasladığımız güçlü kadın karakter doğrultusunda feminist boyutu ile de dikkat çekiyor.

Yine kara kıta kökenli, unutulmaz kuskus güzellemesi ‘La Graine Et Le Mulet’nin (2007) Tunus doğumlu yaratıcısı Abdellatif Kéchiche ise beşinci uzun metrajıyla ilk kez geliyor Cannes’a. Julie Maroh imzalı ‘Mavi Sıcak Bir Renktir / Le Bleu Est Une Couleur Chaude’ adlı çizgi romanın serbest uyarlaması olan ‘Adèle’in Yaşamı-Bölüm 1 & 2 / La Vie D’Adele-Chapitre 1 & 2’ iki kadın arasında yaşanan derin aşkın hikâyesi. 15 yaşındaki Adèle, kendinden yaşça büyük Emma ile karşılaştığında hayatı değişir. Mavi saçlı Emma ona aşkı ve arzuyu tattıracak, Adèle’i yetişkin bir kadın yapacaktır. Kéchiche iki kadının tutkulu aşkını cesur sahneler eşliğinde anlatırken, eşcinsel aşkı herhangi bir aşk hikâayesi olarak vermeyi seçmiş. Nitekim çiftin çatışması, toplumsal baskıdan değil, bireylerin sınıfsal farklılıklarından doğacaktır. Öte yandan, Kéchiche’in 2005 yapımı ‘Kaçak / L’Esquive’den beri aklında olan, tutkulu performans sanatçıları olarak değerlendirdiği öğretmenlere adadığı bir film de bu. Öğretmenliğe yeni başlayan ve ilk aşkının hüznünü taşıyan Adèle’in yaşamı nasıl şekillenecek, bunu henüz Kéchiche de bilmiyor. Truffaut’nun Antoine Doinel serisi gibi öykünün devamı bir sonraki filminde belki.

(23 Mayıs 2013)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Cannes’da Oluk Oluk Kan, Liberace’nin Işıltısı ve Roma’nın Görkemli Güzelliği

66. Cannes Film Festivali’nin gözde temalarından biri de çağdaş toplumları tehdit eden şiddet. İlk günlerde gösterilen Meksika filmi ‘Heli’ ve Çinli Jia Zhangke’nin ‘Bir Avuç Günah’ının ardından, bu eğilimin şimdilik son örneği olan ‘Samandan Kalkan / Shield of Straw – Wara No Tate’, şiddet ve vahşet yüklü filmlerin mimlenmiş üstadlarından Japon yönetmen Takashi Miike imzasını taşıyor. En kanlısından bir Uzakdoğu westerni bu. Gazetelerde yer alan bir ilân metniyle başlıyor herşey. Torununu vahşice katleden genci öldürene 1 milyar yen ödül vaat eden yaşlı miyarder Ninagawa’nın ilânıyla. Milyonlarca kişinin hedefi olduğunu gören Kiyomaru polise sığınıyor. Genç adam yargı önüne çıkmak üzere dört polis nezaretinde Tokyo’ya götürülecektir. Lâkin 1200 km.lik bu uzun yolculukta her köşe başı potansiyel ödül avcılarıyla çevrilidir. Cehennemi bir yolculuk olacak ve belli ki çok kan akacaktır.

20 Mayıs Pazartesi sabahının bu adrenalin yüklemesi, günün ikinci yarışma filmiyle dengelenmiş neyse ki. Fransız yapımı ‘İtalya’da Bir Şato / Un Château En Italie’, festivalin yarışma seçkisinde yer alan tek kadın yönetmen filmi. Valeria Bruni Tedeschi her ne kadar Fransa eski devlet başkanı Nicolas Sarkozy’nin baldızı (Carla Bruni’nin ablası) olarak lânse edilse de, kendisi kıdemli bir tiyatro ve sinema oyuncusu, övgülere boğulmuş ilk yönetmenlik denemesi ‘Bir Deve İçin Daha Kolay / Il Est Plus Facile Pour un Chameau’ (2003) ve yine Cannes’da gösterilmiş ‘Kadın Oyuncular / Actrices’ (2007) adlı iki otobiyografik filme imza atmış saygın bir sinemacı. ‘İtalya’da bir Şato’ önceki filmlerinde olduğu gibi Bruni Tedeschi’nin kişisel anılarından derin izler taşıyor. Bir zamanlar kendi ailesine yuva olmuş tarihi şatoda çekimi yapılan filmin çıkış noktasının Çehov’un ölümsüz eseri ‘Vişne Bahçesi’ olduğunu vurgulayan Bruni Tedeschi, bir ailenin, hasta bir erkek kardeşin, satılığa çıkarılmış bir şatonun, bir parkın, sona ermekte olan bir dünyanın filmini çekmek için çıkmış yola. Orta yaşlardaki Louise’i bizzat kendisi oynuyor. Filmdeki annesi kendi öz annesi Marisa Borini, Louise’in beklenmedik bir aşkı bulduğu kendinden yaşça küçük sevgilisini de gerçek hayatta birlikte olduğu Louis Garrel canlandırmış. Kaybedişlerin hüznü kadar, taze başlangıçların ve filizlenen umutların da filmi, AIDSden ölmek üzere olan kardeşin anneyle paylaşılan kederiyle, sürpriz bir hamilelikle gelen yaşama sevincinin koşut olarak yaşandığı, hüznüyle coşkusuyla yaşamın içinden bir hikâye bu. Konuk oyuncu olarak küçük bir rolde gözüken Ömer Şerif’in varlığı ise, yönetmenin ‘Doktor Jivago’ hayranı annesine olduğu kadar tüm sinemaseverlere de minik bir armağanı.

Şenlikte ikinci devre, yine bir Amerikan yapımı özyaşam öyküsüyle başlıyor. Coen kardeşlerin gencecik folkçularının hüzünlü anlatısından sonra bu kez Steven Sodebergh aşağı yukarı aynı dönemde, Elvis’ten, Elton John’dan, Madonna ve Lady Gaga’dan önce ortalığı kasıp kavurmuş bir başka fenomeni perdeye aktarmış. Televizyon şovlarıyla birlikte Amerikan eğlence dünyasının tahtına kurulmuş ve 30 yıl gibi uzun süre zirvede kalmış çizgi dışı piyanist şovmen Liberace’nin hikâyesinden söz ediyoruz. Las Vegas sahnelerinin bir numaralı eğlence figürünün pırıltılı yaşamına, genç sevgilisi Scott Thorson ile 70’li yıllar sonlarında beş yıl süren fırtınalı beraberliğine odaklanmış filmin adı ‘Şamdanların Ardında / Behind The Candelabra’. Adını Liberace’nin piyanosu üzerinden hiç eksik olmamış üstü işlemeli kollu şamdanlardan alan film, eşcinselliğin kapalı kapılar ardında gizlice yaşandığı yıllardan, sonu hüsranla biten bir aşk hikâyesi anlatıyor. Televizyon (HBO) için çekildiği halde Cannes’ın yarışmalı seçkisine kabul edilmesi bir ilk olarak karşılanan filmin esas sürprizi, Liberace’de Michael Douglas, genç sevgilide Matt Damon’ı izleyecek olmamız. 26 yaşında ilk filmiyle (Sex, Lies and Videotape, 1989) Altın Palmiye kazanmasının üzerinden çok sular akmış eskinin bağımsız sinemacısı Soderbergh’in, parlak ışıkların ardındaki huzursuz hayatları ele alış biçiminden fazlaca umutlu olmadığımızı söyleyebiliriz. Keşke yanılmış olsak.

Yarışma seçkisinin İtalya’dan gelen tek yapımı ‘Muhteşem Güzellik / La Grande Bellezza’, Paolo Sorrentino imzalı. 2004 yapımı ‘Aşkın Sonuçları / Le Conseguenze Dell’Amore’yi izleyen her çalışmasıyla Cannes’ın yarışmalı seçkisinde yer almış olan yönetmen, bizde de gösterilen ‘Olmak İstediğim Yer / This Must Be The Place’ ile Amerika ve çeşitli Avrupa kentlerini dolaştığı -kendi deyimiyle- harika iki yılın ardından anavatanına dönmüş ve Roma şehrinin başrolde olduğu uzun zamandır bekleyen projesini hayata geçirmiş. Roma’nın kelimelere sığmaz tarihi güzelliğinin fonunda, artık yaşlanmakta olan müzmin çapkınlardan tanınmış gazeteci yazar Jep Gambardella’nın (bir kez daha yönetmenin değişmez gözde oyuncusu Toni Servillo) iç yolculuğu, partiler, davetler, hiçbir yere varmayan entelektüel tartışmalar üzerine bir film, Fellini’nin ‘Roma’ ve ‘Tatlı Hayat / La Dolce Vita’sı kadar Monicelli, Ferreri ve Scola’nın sinemasından esinler taşıyan, İtalyan sinemasının altın çağına görkemli bir saygı duruşu bu. Gambardella’nın Roma’nın nefes kesici güzelliğine nazır terasındaki bitmez tükenmez gevezelikler, unutulmaz ‘La Terrazza’yı çağrıştırıyor. Ettore Scola da filmi izlemiş ve çok beğenmiş. Yaşlı ustasının sevgi dolu bakışlarından çok etkilendiğini söylüyor Sorrentino.

(21 Mayıs 2013)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Cannes’da Bir Radikal ve Coen Kardeşler

66. Cannes Film Festivali’nin 19 Mayıs Pazar günkü programında, yine birbirinden hayli farklı iki yarışma filmi gösteriliyor.

‘Borgman’, aykırı sinemacı Alex van Warmerdam’ın sekizinci uzun metrajı. 1996 yapımı kışkırtıcı ‘Elbise / De Jurk’u İstanbul Film Festivali’nde ilgiyle karşılanmış olan Hollandalı sinemacının filmleri ülkemizde fazlaca bilinmiyor. Venedik Şenliği ana seçkisinde yer almış bir önceki çalışması ‘Emma Blank’in Son Günleri / De Laatste Dagen van Emma Blank’ (2009), ölmek üzere olan bir kadının yakınlarıyla olan iktidar ve çıkar ilişkileri çerçevesinde, yönetmenin aile kurumuna getirdiği kara mizah tadındaki keskin eleştirisinin tadına doyulmaz örneklerindendir. Ülkesinde saygın bir yazar, grafik sanatçısı ve aktör olarak da tanınan Van Warmerdam, Cannes’da ilk kez yarışmalı seçkide gösterilecek olan son filminde çok daha ileri gitmek istediğini, ‘Borgman’ın önceki filmlerine nazaran çok daha karanlık bir ton taşıdığını söylüyor.

Filme adını veren Camiel Borgman pek bir özelliği olmayan sıradan biri. Sıcak bir yaz günü lüks rezidansın kapısını çaldığında, evin varlıklı sahiplerinin özenli ve düzenli yaşamları darmadağın olur. Kimdir Borgman? Bir düş mü, şeytanın ta kendisi mi, yoksa korkularımızın ete kemiğe bürünmüş hali mi?

Hayal gücünün en bilinmez karanlık bölgesine yapılan bu yolculukta, kötülüğün gündelik hayata nasıl sızdığının, iyi yetişmiş düzenli bir hayat süren sıradan insanlarda nasıl vücut bulduğunun yaman bir araştırmasına giriştiğini ifade ediyor Van Warmerdam.

Günün diğer yarışma filmi Ethan ve Joel Coen kardeşlerden. Amerikan sinemasının usta ikilisi bu kez bir biyografiye soyunmuş. ‘Inside Llewyn Davis’ adını, filme konu olan folk şarkıcısı Llewyn Davis’in albümünden alıyor. Davis 60’lı yılların hemen başında New York’un sanatçı mahallesi Greenwich Village’da Amerikan folk’una gönül vermiş müzisyenlerden biri. Bob Dylan’ın ‘Peter, Paul and Mary’ ile pop müzik alemine bomba gibi düştüğü yılların hemen öncesindeyiz. Müzik aşıklarının ellerinde gitar Washington Park’ı mekân tuttukları ve bizdeki aşıklar geleneğine benzer şekilde sabahlara kadar müzik yaptıkları bir dönem bu. Kimilerine göre de, hit albümler, para ve şöhretin henüz ortada gözükmediği folk müzikçilerinin zorlu yılları. 1959 ya da 1960’ların hemen başında Village’da müzik yapmış, Amerikan halk müziği tutkunu bu gençler, Dave Van Ronk ya da New Lost City Ramblers gibi birkaç örnek dışında unutulup gideceklerdir. Coen’lerin dönemin gölgede kalmış isimlerini gündeme getiren çalışması, Yılmaz Erdoğan’ın kıymeti bilinmemiş Zonguldaklı şairler Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu’yu gün ışığına çıkartan son çabasını anımsattı bizlere.

(19 Mayıs 2013)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Baz Luhrmann Usulü Gatsby

Baştan söyleyelim, Baz Luhrmann’in ‘Muhteşem Gatsby / The Great Gatsby’si aynen kendisinden beklendiği gibi. Daha önce Shakespeare uyarlaması punk ‘Romeo + Juliet (1996)’ ve alabildiğine barok ‘Moulin Rouge (2001)’ ile gövde gösterisinde bulunmuş olan Avustralyalı yönetmen, görkemli şovuna devam ediyor.

Daha önce iki kez beyazperdeye aktarılan F. Scott Fitzgerald’ın Amerika’nın debdebeli 20’li yıllarının ruhunu anlatan klâsikleşmiş metni, ilk büyük savaş sonrası dünya liderliğine kurulmaya hazırlanan yeni dünyalıların, ekonomik refahla coştuğu yıllarının çarpıcı belgesidir. Gökdelenlerin daha bir yükseldiği, Wall Street’te hisselerin tavan yaptığı, sonradan görme zenginliğin tüm toplum düzenini yeniden belirlediği, sınıf farklarının keskinleştiği yıllardır bunlar. Kuzey Dakotalı yoksul çiftçi ailesinin oğlu olarak dünyaya gelen ve sonradan Jay Gatsby adını alacak olan roman ya da film kahramanımız, işte böyle bir dönemde yasadışı yollardan kazanılmış muazzam servetiyle, soylu kanların dünyasında varolma savaşı veren bir figürdür. Gatsby’nin doğuştan zengin Daisy’ye olan saplantılı tutkusu hikâyenin trajik tonunu belirleyecektir.

Becerikli yapımcı yönetmen Luhrmann’ın Fitzgerald’ın klâsik romanıyla neden ilgilenmiş olabileceğini az çok tahmin edebiliyoruz. Klâsik Hollywood’un gözde temalarından ‘zengin kız-fakir oğlan’ aşkı olsun, o pek renkli parti sahneleri, o şatafatlı dans sekansları olsun üstadın kitleleri etkilemeye yönelik videoklipvari gösterişli sinemasına cuk oturan malzemeler. Karşımıza çıkan film de, Avustralya’nın Fox stüdyolarında kurulmuş masalsı Long Island / NewYork dekoru önünde kotarılmış, caz çağı danslarının hip hop müziği eşliğinde sergilendiği üç boyutlu bir cümbüş olmuş.

Filmin Amerika’da başlayan yoğun tanıtım kampanyası, 66. Cannes Film Festivali’nin açılış filmi olarak lanse edildiği eski kıta’da da tüm hızıyla sürüyor. Açılış gecesi şiddetli yağmura rağmen, 1920 model lüks arabalarla festival sarayına gelerek kırmızı halıda şovlarını sunan dansçılar, ya da festival sarayını çevreleyen lüks otellerin ön cephelerini donatan filmin dev posterleri hep bu şatafatlı tanıtım kampanyasının ürünleri. Tabii esas önemli olan, ‘Demir Adam’ların ya da yakında gösterime girecek olan yeni ‘Süpermen’ ve ‘Uzay Yolu’ filmlerine ait teaser’ların pompalandığı bir dönemde, daha önce Romeo olarak alkışlanmış, James Cameron’ın Titanic’inde yıldız olmuş kolay yaş almayan bebeksi Leonardo DiCaprio’dan medet uman bu yanık geçmiş zaman aşk hikâyesinin, yaş ortalaması 20’lerde gezinen hedef izleyici kitlesi tarafından nasıl karşılanacağı.

Yönetmenin ‘Casablanca’ benzeri klâsik Hollywood dramalarına öykünen bir önceki çalışması ‘Avustralya (2008)’ seyirciden fazla ilgi görmemişti. Zanaatkâr Luhrmann’ın gişe hesapları bu defa tutacak mı bakalım.

(17 Mayıs 2013)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com