Mucizenin Adı: Köy Enstitüleri

Yer: Burdur’un Yeşilova ilçesine bağlı Akçaköy. Vefatından kısa bir süre önce, bir anma programında bir araya geldiğimiz Fakir Baykurt, tamamı eğitimcilerden oluşan topluluğa yaklaşıp, “buraya öğretmen evinden geldiniz, öyle değil mi?” diye soruyor. Şaşkın gözlerle birbirimize bakıyor ve üstadın bunu nasıl anladığını sorguluyoruz.

“Zamanında”, diye söze başlıyor Baykurt, “bizlere öğretmen hastaneleri kurma projesinden bahseden devlet yetkililerine, ‘bizi halkımızdan koparamazsınız’ diye itiraz etmiştik.”

Başımızı öne eğiyor, susuyoruz…

Bir grup arkadaşla birlikte “Karanlıktan Aydınlığa Bir Yol Türküsü: Köy Enstitüleri” diasını hazırlamak üzere birlikteyiz. İşimiz enstitü mezunlarından halen hayatta olanlarla tanışıp, anılarını dinlemek.

“Bizim zamanımızda” diyor Cevat Amca, “Cuma günleri okul meclisi toplanırdı. Bütün okul; hizmetlisinden öğrencisine, öğretmeninden müdürüne bir araya gelir, okul sorunlarından söz ederdi. Bir gün bir arkadaşım Okul Müdürü’nü, kendisine sebepsizce azarladığı için tüm personelin gözü önünde eleştirmiş, Müdürümüz de kendisine hak vererek özür dilemişti.”

Hasanoğlan mezunlarından Murat Öğretmen, okulda sergiledikleri “Antigone”yi dün gibi hatırlıyor, o uzun tiradını ilk günkü heyecanla sergilemeyi sürdürüyordu. Ruhi Su’dan ders alan bir diğeri ise, büyük ozanın duruşundan nasıl etkilediklerini, “Burçak Tarlası”nı yıllar sonra yeniden söylerken ne de güzel kanıtlıyordu.

“Okullarda Sanat Eğitimi’nin Önemi” konulu bir panele konuşmacı olarak davet edildiğimde, söze yine Köy Enstitüleri’nden başlayarak girmiştim. O kadar şaşırtıcı istatistikler vardı ki; günümüzde 40 dakikalık ders saatlerine sıkıştırılan Resim ve Müzik derslerinde öğrencilerinin ufkunu açmaya çalışan eğitimcileri düşünüp acı acı gülümsemiştim.

Büyük altüst oluşlar çağında kimi liberal kalemlerin eleştiri süzgecinden geçirilen kurumlardan biri de Köy Enstitüleri oldu, biliyorsunuz… Böylesine bir sistemin bilimsel yanı olmadığını savunan da oldu, mevcut düzeni pekiştirme yolunda atılan “çağdışı” adımlardan biri olduğunu da…

Nedense hiçbiri, yolu, suyu, elektriği olmayan köylerde, sıtmayla boğuşan, açlık ve cehaletin iz düşürdüğü bedenler için “eğitim”in ne kadar uzak bir kelime olduğundan söz etmediler. Sosyal medya olmasa, oğlunu “devlet torpili” olarak nitelendirileceği gerekçesiyle yurtdışına, eğitime göndermeyen bakandan da haberimiz olmayacaktı, İlköğretim Genel Müdürü’yken bir gecede liseye öğretmen yapıldığını öğrendiğinde “öğrencinin olduğu her yer bir eğitim alanıdır” diyen eğitimciden de…

Bir kuşağa adını veren, büyük çoğunluğu köylerde yaşayan halk kitlelerini kent merkezlerindeki aydın kesimlerle buluşturan gerçekçilerden ya da okulların bu kadar kısa sürede okuma-yazma oranında gösterilen büyük atılımla akademik araştırmalara konu oluşundan bahsetmiyorum bile…

Ahmet Soner’den Tarık Akan’a bir dizi sinemacının belgeseline konu olduktan sonra, uzun metrajlı kurmaca yapımlara da esin kaynağı olan Köy Enstitüleri, Ali Adnan Özgür’ün “Toprağın Çocukları”nın ardından yeni bir projeyle karşımıza çıkıyor. İlk filmde, olguyu azınlıklara saygı boyutunu da gözler önüne sererek ve günümüz Türkiyesi ile de ilişkilendirerek gündeme getiren sinemacılar, Biket İlhan’ın filminde, çok da doğru bir kavrayışla ağalık düzeni ve gerikalmışlık ekseninde ele alıyorlar. Özellikle kadınlar cephesinde verilen aydınlanma uğraşının gerçeklere dayanarak ele alınmasının saygı duyulabilecek bir çaba olduğunun altını çizmek ve filmin
anlatısına hakim olduğu öne sürülen “didaktik yapının” eleştirisine soyunanlara bir çift söz söylemek gerekiyor: Son yıllarda “yakın tarihle hesaplaşma” adıyla kültürel zeminde yeni tartışmalar boy gösterdi. Ne var ki, konu Köy Enstitüleri, Halkevleri ve erken dönem aydınlanmacı yaklaşımın diğer kurumlarına geldiğinde bu sorgulamacı anlayışın yerini “sessizliğe” bıraktığına tanık olduk. 90’lardan bu yana ülkeyi taşra-kent karşılaştırmalarına, yarı aydının yozlaşma serüvenlerine, uhrevi sevdalara ve bireyci okumalara hapseden “sanat sinemasının” krize tutulduğu bir noktada, “Yarım Kalan Mucize” gibi kavrayışların önemli olduğunun altını çizmek gerekir.

Sonuç itibarıyla Nihan Belgin ve Biket İlhan’ı saygıdeğer bir çabanın ürünü olan filmden dolayı kutlarken, “Umut Beşkırma’ya dikkat!” diyorum…

(29 Aralık 2013)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü