Kategori arşivi: Yazılar

Adana Festivali Sıkı Bir Programla Geliyor

24. Adana Uluslararası Film Festivali
25 Eylül – 1 Ekim

Merakla beklenen 24. Uluslararası Adana Film Festivali’nin basın toplantısı bu sabah Çırağan Palace Kempinski İstanbul’da düzenlenen basın lansmanı ile tanıtıldı. Oldukça yoğun katılımlı ve merak içinde geçen toplantı öncesi en çok konuşulan konu elbette, Ulusal Yarışma Bölümünü kaldırarak şok etkisi yaratan Antalya Film Festivali’nin basın toplantısı sonrası adeta ulusalın kalesi mertebesine yükselen Adana komitesinin neler yapacağı idi… Süreci yakından takip edenler bilir; tecrübeli Altın Koza ekibinin dağıtılarak aceleyle yerine yeni bir yönetim gelmesi ve onun da uzun soluklu olmasının ardından yeni bir ekibin kurulması herkesin kafalarında soru işareti yaratmıştı. Dile kolay çeyrek asra yaklaşan ve bu ülkenin sinema ve sanat kültürüne büyük katkılar sağlamış bir festivalin bunca yıllık prestijinin ne olacağı herkesi endişelendiriyordu.

180 Film, 850 Gösterim

Neyseki (sunucu felaketini saymazsak, hatalarından çok telafi etmeye çalışırken düştüğü durum çok daha acıklıydı) oldukça başarılı bir program açıklandı. 25 Eylül – 01 Ekim tarihleri arasında gerçekleşecek festival boyunca 180 filmin yer alacağı ve 850 gösterimin sinemaseverlerle buluşacağı açıklandı.

Yüreklere Su Serpildi

Her yıl geleneksel olarak verilen, sinemamıza uzun yıllar emek vermiş ve hayatını adamış isimlere takdim edilen Onur Ödülleri’nin bu sene; Hümeyra, Şemşi İnkaya, Temel Gürsu, Arif Keskiner ve Prof. Sami Şekeroğlu’na verileceği açıklandı. Oldukça yerinde ve doğru saptanmış ödüller olduğunu düşünüyorum.

Vizyon Sahibi Yönetmen Ödülü ve Sanat Kasabası

Festivalin bu seneki en büyük yeniliklerinden bir tanesi de ilk kez verilecek olan Vizyon Sahibi Yönetmen Ödülü… Bu ödül ile ülkemizde ve dünyada hak ettiği değeri yeterince göremeyen sinemacıların onurlandırılması ve keşfedilmesi planlanıyor. Ödülün, Nijerya asıllı Amerikalı yönetmen Adrew Dosunmu’ya verileceği açıklandı. Festivalin Ulusal Yarışma Bölümü’nün jüri başkanı usta sinemacı Erden Kıral… Onur Ünlü, Semih Kaplanoğlu, Ümit Ünal gibi deneyimli isimlerin merakla beklenen filmlerinin yarışacağı bölümde; oyuncu Onur Saylak’ın ilk yönetmenlik denemesi Daha’da yarışacak filmler arasında…

Festivalin bir diğer önemli yeniliği, Sanat Kasabası olacak… Festival komitesinin söylediğine göre, nüfus oranına gören en çok film izlenen şehir olan Adana halkını kültür ve sanatla daha da yakınlaştırmak için kurulacak sanat kasabasında ücretsiz onlarca etkinlik, söyleşi, panel ve konser düzenlenecek. Üniversitelerin iletişim fakültesi bölümlerinin de katılımına açık olan sanat kasabasına film festivali düzenleyen şehirler de katılabilecek. Ayrıca yine ilk kez düzenlenecek Türk Sineması Dayanışma Gecesi’nde Nilüfer’in de konser vereceği duyuruldu.

Bunca sıkıntı ve sarsıntıya rağmen az zamanda büyük iş başaran festival ekibini ve emeği geçen herkesi kutlamak gerektiğini düşünüyorum. Tabii daha yolun başı ve önlerinde zorlu bir festival haftası var ancak her şeye rağmen şu an görünen tablo gayet olumlu ve profesyonel görünüyor. El birliğiyle sinemamıza güç vermenin zamanıdır. Herkese şimdiden iyi festivaller!

(15 Eylül 2017)

Gizem Ertürk

Benzersiz

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Cinemaximum Nişantaşı City’s Sineması’nda gecikmeli olarak “Wonder Woman”ı izledim dönüyorum. Rumeli Caddesi ile Cumhuriyet Caddesi’nin kesiştiği noktadaki yaya geçidine yaklaştım. Tam metronun havalandırma mazgalı üzerinden geçerken birden alt tarafımdan güçlü bir üfürme geldi. Ayağımdaki kısa pantolonumun paçaları o kadar kıvrıldı ki muhteşem baldırlarım ortaya çıktı diyeyim de siz anlayın. Nereden geldi bu üfleme diye dönüp baktığımda bir genç kız da uçuşan eteklerini tutmaya çalışıyordu. Yenikapı – Hacıosman metrosunun bu havalandırma mazgallarından benim bildiğim üç tanesi Ergenekon Caddesi ve Rumeli Caddesi’nin Cumhuriyet Caddesi ile kesiştiği noktalarda ve Cevahir AVM – Mecidiyeköy meydanı arasında yer alıyor. Bu vesile ile bendenize birden ilham geldi ve yayalar için yeni bir trafik levhası icat ettim. Büyükşehir Belediyesi’ne duyurayım: Marilyn Monroe’nun havalandırma mazgalı üzerinde uçuşan eteğini tuttuğu fotoğrafı hemen hemen bütün sinemaseverlerin malumudur. Büyükşehir Belediyesi, güzellik, estetik, zarafet, sanat, ahenk, asalet içeren bu fotoğrafı üçgen prizma şeklinde bir pano yapıp bahsettiğim mazgalların ortasına yerleştirmeli ve bayanların tedirginliğini önlemeli. (15 Temmuz 2017)

Sinema salonlarında perde büyüklüğünü fazla abartmamalı. Önce Nişantaşı City’s Sineması’nın 5 no.lu salonunda reklamlar, fragmanlar ve “Wonder Woman”ı izledim. Ertesi gün İstinyepark Sineması’nın IMAX salonunda yine aynı reklamlar ve fragmanlar sonrasında “Örümcek Adam: Eve Dönüş”ü izledim. Reklamlar ve fragmanlar aynı olduğu için gayriihtiyari bir önceki izleme ile karşılaştırdım City’s’deki görüntüler daha cazip geldi. Sonraki gün City’s’in, IMAX perdesinin 4’te 1’i kadar olan 6 no.lu salonunun perdesinde “İstisna”yı izlediğimde aynı reklam ve fragmanlar 3. kez perdeye yansıyınca bu kanaatimi kamuoyuyla paylaşayım dedim. Bu arada Türk Hava Yolları’nın film fragmanı şeklinde yaptırdığı “Puket: Destination 300” adlı reklam filmini de çok beğendiğimi belirteyim. (18 Temmuz 2017)

Haftalık bir dergideki sayfamda 3 adet vizyon filmi tanıtabiliyorum. Hemen her hafta 3’ten fazla film vizyona girdiği için bundan böyle hangi filmlere yer vereceğimi belirlemek için 3 tercih sundum kendime.
1- Görsel ve bültenleri tüm medyaya gönderilen filmler.
2- Görsel ve bültenleri gönderilmeyen, sağdan, soldan, oradan, buradan edindiğimiz filmler.
3- Görsel ve bültenleri tüm medyaya, reklamları seçilmiş medyaya gönderilen filmler.
Bütün filmlere yer verme imkânım olsa hepsine yer vereceğim de, dediğim gibi sadece 3 tanesine yer vermem gerekiyor. Kendimce rastgele seçiyorum desem de inanmayın. (19 Temmuz 2017)

Sinemayla ilgilenen kendi halinde bir basın mensubuyum; 54. Uluslararası Antalya Film Festivali basın toplantısına katılanlarının % 80’ini tanımıyorum. Sanıyorum bende bir terslik var. (20 Nisan 2017)

Kurtuluş – Ergenekon Caddesi’ndeki Üçler Market’ten birkaç ay önce 1 kg.lık toz şeker bulamayınca 3 kg.lık toz şeker almak zorunda kalmıştım. Bugün de 500 gramlık ayçekirdeği bulamayınca 90 gramlık ayçekirdeği almak zorunda kaldım. Bu zorlama belki haklı bir stok eritme taktiği ama seçme hakkı elinden alınan müşterinin gözünde marketin prestijnin eridiğini de düşünmek lazım. (20 Temmuz 2017)

Malûm şu kullandığımız bilgisayar denilen alet hayatımıza girdiğinden bu yana birçok işimizde fevkalade faydalı oluyor. Bu faydalardan birisi de sinema filmlerimizin restorasyonu. Benim bildiğim yerli filmlerimizin restorasyonu iki firma, Vipsaş ve Fanatik Video tarafından yapılıyor. En son sinemamızın medar-ı iftiharı “Anayurt Oteli”nin restorasyonu Fanatik Video’da çalışan Ümit Zafer adlı arkadaşımız tarafından yapıldı ve film özel bir gala ile sinemaseverlere sunuldu. Bu arkadaşımız Pinema Film’de yetişmiş, sinemanın kadri bilinmeyen cefakâr ve vefakârlarından ve kameraarkası arkasının işini titizlikle yapan nadir elemanlarındandır. Restorasyonda tek bir noktayı bile ihmal etmez. “Anayurt Oteli”nin sanatsal değeri bir tarafa, galada seyreden hemen herkes filmin mükemmel bir şekilde restore edildiği konusunda hemfikirdi. Tam burada, sinema filmleri için yeni bir jenerik türü icat ettiğimi kamuya duyururum. Bu restorasyonlarda çalışan ve katkıda bulunan makine, firma ve kişilerin adları da orijinaline zarar vermeden filmin en sonuna ek bir jenerik olarak yazılmalıdır ki 100 – 200 – vb. yıl sonra seyredenler filmlerin kurtarıcı kahramanlarını minnetle ansınlar. (21 Temmuz 2017)

15 Eylül’de vizyona girecek olan “Benzersiz” filminin bir benzersizliğini de bendeniz keşfettim. Filmlerin gösterim tarihlerini genelde dağıtım şirketleri belirler. “Benzersiz”in basına gönderilen son afişinde yapımcı firmanın adı olmadığı gibi dağıtımcı firmanın da adı yok. Vizyon tarihleri o kadar değişken ki Cemal Hünal’ın başrolünde oynadığı filmin 15 Eylül’de vizyona gireceğine inansam mı, inanmasam mı, karar veremedim. (21 Temmuz 2017)

Yaz mevsiminin rehavetinden olsa gerek son haftalarda vizyona giren bazı filmlere basın gösterimi yapılmıyor. Meseleye iyi tarafından bakarsak gösterim yapılmaması, bir bakıma basın için de iyi oluyor. Misalen, bildiğim kadarıyla bugün (21 Temmuz Cuma) vizyona giren 9 yeni filmin 4’üne basın gösterimi yapılmadı. Eleştirmen arkadaşlarımız 9 filme kafa yoracağına 5 tanesi ile haşır neşir olacaklarından rahatladılar. Keza gösterim yapmayan firmalardan gelecek “Ablabi bizim filme dokundurmamışsın, yer vermemişsin, kaaleye (!) almamışsın, keşke bahsetseydin, bahsetmenin iyisi kötüsü olmaz.” vs. vs. şeklindeki muhtemel sitemlerine muhatap olmaktan da kurtulmuş oldular. O gösterimlerde geçecek -nereden baksan- 8 saatlerinde sosyal hayata duhul eylediler. (21 Temmuz 2017)

4-5 gündür, her gün, sokak poğaçacımızdan poğaça alıyorum. Bugün, az önce, “Sende abone sistemi yok mu?” diye lâf attım. Kafasını kaldırıp 5. kattaki penceremize doğru baktı, baktı, anlamadı. Ben de baktım boynu ağrıyacak, “Her gün alıyoruz ya; bize 75 kuruştan vermen lazım.” Hiç tınmadı, “Yok abi, aynı.” dedi. Dediğim şakaydı zaten, indirdim sepeti, aldım 2 tane poğaçayı 2 Atatürk portreli TL.ye. Yedim birini. (21 Temmuz 2017)

(14 Eylül 2017)

Sadi Çilingir

[email protected]

François Ozon’un Cinsellik Çeşitlemeleri

Fransız sinemasının en üretken isimlerinden François Ozon’un son Cannes şenliğinin yarışmalı bölümünde dünya prömiyerini yapmış yeni filmi ‘Tutku Oyunu / L’Amant Double’ sıcağı sıcağına bizde de gösteriliyor. Geçtiğimiz mevsim Ozon hayranlarını birçok açıdan ilklerle buluşturan ‘Frantz’, duygusallığını ve savaş karşıtı mesajını ustaca dengeleyişiyle dikkat çekmişti.

Yönetmen 2007 yapımı ‘Angel’dan beri çektiği bu ilk dönem filminde, iki dünya savaşı arasında Maurice Rostand tarafından kaleme alınmış ‘Öldürdüğüm Adam / L’Homme Que J’ai Tué’ isimli sahne oyunundan yola çıkmış, savaş ertesi melankolisinin etkileyici bir biçimde aktarılmasına olanak sağlayan siyah-beyaz tercihi ve farklı bir dünyada yeni ufuklara açılmaktan çekinmeyen genç kadının özgürleşme çabasını aktaran hikâyesiyle gönüllerimizi fethetmişti.

Özgün çevirisi ‘Çifte Sevgili’ anlamına gelen son çalışmasıyla Ozon bildiğimiz sulara dönüş yapıyor, yoğun cinsellik ve gizem içeren kışkırtıcı filmografisinin yeni bir örneğini sunuyor bizlere. Bir evin içinde orta sınıf aileyi kobay olarak incelediği ve filmin önemli aktörü konumundaki bir beyaz deney faresi ile etkileşim yoluyla ailenin tüm fertlerinin bastırılmış duygularını açığa çıkardığı ve ortalığın fena halde karıştığı hınzır kara mizah denemesi ilk uzun metrajı ‘Sitcom’dan beri aile kurumuyla hesaplaşan, cinselliğin binbir gizemini araştıran deneyimli sinemacı, uzun süredir karın ağrıları çeken ve bunun psikosomatik olduğunu düşünen 25 yaşındaki Chloé’nin karmaşık öyküsü üzerine kurmuş son filmini.

Yine bir edebiyat uyarlaması seçmiş Ozon. Bazı romanları gotik olarak değerlendirilen, gündelik yaşam içinden çıkan şiddet ile sevgi arasındaki bağlantıyı eşeleyen çağdaş Amerikan edebiyatının güçlü ismi Joyce Carol Oates’in Rosamond Smith takma adıyla kaleme aldığı minör polisiyelerinden ‘İkizlerin Yaşamı / Lives of the Twins’den yola çıkan yönetmen, öyküyü Fransızlaştırmakla başlamış işe. Parisli genç kadın sorunlarının üstesinden gelmek için gittiği psikiyatristi Paul Meyer’e kısa süre içinde aşık oluyor. Hisler karşılıklıdır, bu nedenle etik olarak psikolojik tedavi süreci sona ererken, iki sevgili birlikte yaşamaya başlıyor. Çiftin sağlıklı görünen ilişkileri, Chloé’nin, sevgilisinin gerçek kimliğine dair ondan birşey sakladığını keşfetmesiyle gerilimli bir hal alacak, genç kadının Paul’ün ikizi Louis ile karşılaşmasıyla üçlü bir ilişkiler yumağı devreye girecektir.

Ozon serbest olduğu belirtilen uyarlamasında Carol Oates’in gerçekçi anlatımı yerine daha fantastik bir dünya kurmayı tercih etmiş. Amerikalı yazarın nevrozlar ve bölünmüş kişiliklerin karanlık tarafları üzerine yoğunlaştığı metnini erotik çeşitlemelerinin malzemesi olarak kullanmayı seçmiş. Bir müzede sanat eserlerinin bekçiliği görevini üstlenmiş Chloé’nin gerçek ile bilinçaltı arasındaki gidiş gelişini izleyicinin yorumuna bırakmış. Louis gerçekten var mıdır, yoksa genç kadının bastırılmış ve Paul ile yaşayamadığı erotik fantezilerin tetikleyicisi midir yalnızca. Psikanaliz seansları, düşler ve kabuslar yönetmene bu alanda at koşturmasını sağlayacak zengin malzeme sunuyor. O da bundan sonuna kadar yararlanıyor ve yasak arzuların perdede vücuda gelmesine araç oluyor tüm bu psikolojik deneyimlemeler.

Ozon sinema tarihinin seçkin örneklerine saygıda bulunmakta kusur etmiyor yine. Hatta Carol Oates’in romanını kaleme alırken David Cronenberg’in jinekolog ikizleri konu alan ‘Dead Ringers’dan ilham almış olabileceğini iddia ediyor. Daha ilk sahnede saçlarını kısacık kestiren Chloé’nin müze bekçiliği giysisinin de desteğiyle büründüğü androjen görünümü ve karnının şişmesi açık olarak Roman Polanski klasiği ‘Rosemary’s Baby’den esinler taşıyor. Meraklı komşu kadının aynı filmden Oscar ödüllü Ruth Gordon’un canlandırdığı tiplemeyi andırması da cabası.

Henüz 17 yaşındayken ‘Genç ve Güzel / Jeune et Jolie’de Ozon ile çalışan ve o dönemdeki yazımda kendisinden ‘gencecik bir Gündüz Güzeli’ olarak söz ettiğim Marine Vacth, bu kez daha olgunlaşmış bir genç kadın olarak yeni bir ‘Belle de Jour’ çeşitlemesinin yüzü olmuş. Ancak bu filmi Bunuel’in ölümsüz klasiğiyle karşılaştırmamak en doğrusu. Zaten Ozon da ciddiye almıyor kendisini. Gerçeklikle oynayan malzemesi doğrultusunda erotik çeşitlemeler arasında patinaj yapmaktan zevk alıyor. Ana karakterinin bilinçaltıyla flört ediyor. Onun beynine, fantezilerine, karnının içine fütursuzca dalıyor.

Görsel tasarım açısından iyi bir işçilik çıkarmayı biliyor sinemacı. Görevlendirildiği ‘Blood / Flesh’ enstalasyonunda sergilenen parçalar Chloe’nin içsel karmaşasını yansıtıyor. Jérémie Renier’nin canlandırdığı tıpatıp ikizlerin zıt kişilikleri kostümlerine, saç şekillerine, fiziksel görünümlerine yansıyor. İki doktorun muayenehaneleri bile farklı tasarlanmış. Paul’ün deri koltuk ve yerdeki peluş halıyla sıcak renklerin hakim olduğu çalışma odasına karşılık Louis’nin mermer ağırlıklı, yapma çiçekli soğuk mekânı dikkat çekiyor.

‘Tutku Oyunu’ Ozon’un en iyi filmlerinden biri değil. Yatay ve dikey aynalardan bolca yararlanan sinemacının simetriyle, geometriyle serbestçe oynayarak hayli eğlendiği bu gerilim yüklü erotik fantezi iyi bir işçilik örneği olarak ilginizi çekebilir. Bir de yetmişli yılların çekici yıldızlarından Jacqueline Bisset’nin filmde küçük bir rolde göründüğünü ve geçmiş anıları tazelediğini hatırlatalım yaşı tutan sinefillere.

(11 Eylül 2017)

Ferhan Baran

[email protected]

Barry Seal: Kaçakçı -American Made-

“Devlet için kurşun atan da, kurşun yiyen de şereflidir” demişti, zamanın Başbakanı. Gündem yaratan bu cümle, sadece bizim ülkemiz için değil, tüm dünya devletlerinde geçerliymiş meğer. Sonrasında yok edilmelerine ve katil olmalarına karşın, hâlâ övgüyle anılmalarını göz ardı etmemeliyiz.

Gizli görevdekiler…

Tom Cruise’un canlandırdığı Barry Seal, muhtemelen 1980’ler Amerika’sının en zenginlerinden biri: Kaçakçı ve muhbir, vatansever de aynı zamanda. Bir anlamda nevi şahsına münhasır bir pilot. 1975’te, uçtuğu ülkelerden getirebildiği ufak tefek kaçak mallar nedeniyle CIA’nın çengel attığı, iyi bir aile babası. CIA aynı zamanda, “yürü ya kulum” fırsatını da veriyor bu pilota. Herkesi, buna eşi de dahil, parmağında oynatıyor, deyim yerindeyse.

CIA için bilgi toplayıp fotoğraf çekerken, boş gidip gelmektense uyuşturucu ve alkol taşımaya da başlıyor… Giderek silah kaçakçısı oluyor.

İyi bir aile babası demiştik ya, eşiyle çocuklarına karşı müşfik ve duyarlı. Ama o kadar. Aklına eseni aklına estiği gibi yaparken hem kanun hem kaçakçılar hem de devlet görevlileri tarafından korunuyor. Barry Seal’ı sevmeyen yok yani…

Başarı hikâyesi…

İzlerken bile insanı tedirgin edecek kadar karanlık adamlarla o kadar rahat konuşabilen gözü pek biri Seal. Basit bir fırsatçının, sıradan bir kaçakçının, sokaktaki uyuşturucu hatta silah satıcısının aklından bile geçirmekten ürkeceği her şeyi yapıyor. Bazen şansı yaver gidiyor, bazen de ‘dostlar’ı kurtarıyor. Devlet, tabii ki, işi bittikten sonra tanımıyor, kural olarak.

Hemen her ülkede yaşanmış, benzer olaylar vardır muhakkak, çünkü devletler kendi çıkarlarının peşinde insanların canını hiçe sayar. Bizim ülkemizde de benzer çok olay yaşandı, basına yansıyan. Birçoğu gözlerden saklansa da ortaya çıkanlar yeterli her şeyi anlamaya… Girişte Tansu Çiller’in, belleklerde yer eden sözü tek örnek değil.

Film olarak…

Barry Seal, dönemini iyi yansıtan mekânları, kostümleri ve televizyon görüntüleriyle hareketli, izlenmesi rahat, bir o kadar da karşılaştırma olanağı (Taliban, Usame Bin Ladin, IŞİD vb.) vermesiyle başarılı bir film. Sadece devlet kurumlarının uyuşturucu kaçakçılarıyla iç içe olması, birbirlerini kayırmaları bile yeterli bir mesaj bana sorarsanız. Hayatın her anında, her alanında abluka altındayız aslında. Çok dikkatli olmalıyız. Her kanun dışına çıkan görevli, Seal gibi har vurup harman savurmayabilir. Komplo teorisi olarak almayın ama mahalle kavgaları bile bağlantılı bunlarla bir şekilde…

Barry Seal: Kaçakçı –American Made- Yönetmen Doug Liman, oyuncular Tom Cruise, Domhnall Gleeson, Sarah Wright, E. Roger Mitchell… 8 Eylül’den itibaren gösterimde…

(07 Eylül 2017)

Korkut Akın

Muradın Türküsü

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Uğursuz Temmuz ayı, iki Hakan’ımızı, Fikret Hakan ve Hakan Balamir’i (Fikret Hakan Balamir) elimizden aldı. Yıllar önce Kemal Sunal’ın vefat ettiği Temmuz ayında geçen yıl Leyla Sayar, 2015’te de Pervin Par aramızdan ayrılmıştı. Bir zamanlar hepsi sinemamızın gözde başrol oyuncuları olan sanatçılarımıza rahmet diliyoruz. Mekanları cennet olsun. (11 Temmuz 2017)

Tamam, Türkçeye ve dil bilgisi kurallarına uyacağız ama afişte “Muradın Türküsü” yazıyorsa o filmi “Murat’ın Türküsü” olarak anamayız. Olmaz. Keza “Yumurcak’ın Tatlı Rüyaları” diyemeyiz, çünkü afişte “Yumurcağın Tatlı Rüyaları” yazıyor. (11 Temmuz 2017)

Sayı o kadar önemli değil. Şuraya yazdığınız bir yazıya sevdiğiniz bir kişi beğeni koysa yüzünüzde güler açıyor. Bakın ne diyorum: Tanımadığınız bilmediğiniz yüzlerce, binlerce kişi yerine tek bir sevdiğiniz. Ne kadar kalabalık. (12 Temmuz 2017)

Bazen sinema sanatçıları ve genellikle şöhretleri sönmeye yüz tutmuş oyuncular için “Şarkıcılık da yapmıştı” diye bir ifade kullanılır. Bendeniz bu ifadede hep bir küçümseme varmış gibi algılarım. Yapar kardeşim, ne var bunda? Sen bütün ömrünce aynı işi mi yaptın, hiç başka işlerden ekmek kazanmadın mı? Misalen bendeniz kamulaştırma ve harita teknisyenliğinde 25 sene oramı buramı çürüttükten sonra emekli oldum. Aradaki boşluklarda pazarda parfüm de sattım, pastane mutfağında bulaşık da yıkadım. Şimdi de görüldüğü gibi sinema konusunda ahkâm kesiyorum. Kestiğim ahkâmlar bir tarafa, ciddiye bile alınıp bu konuda söz hakkı olduğumu bile kabul ediyorlar. Büyük konuşma ve kimseyi kınama E mi? E? (12 Temmuz 2017)

Netekim teknoloji de olsa, bilgisayar da olsa bazen kafası karışabiliyor. Word programına “pastahane” yazdım, kırmızı çizgiyle altını çizdi, “pastane” diye düzelttim, kırmızı çizgiyi kaldırdı. Döndüm facebook’a “pastane” yazdım, kırmızı çizgiyle altını çizdi, “pastahane” diye düzelttim, kırmızı çizgiyi kaldırdı. Bendeniz bir daha döndüm word’deki “pastane”yi yeniden “pastahane” yaptım. Herhalde bir daha bir paragraflık yazı içinde bu kadar çok “pasta” kelimesi geçeceğini tarih yazmaz. Nasıl derler “Aralarında çok da mübayenet yok efendim”. (“Uyuşmazlık” akıllım, “uyuşmazlık”. Eski Türkiye’ye methiyeler düzüyorsak da o kadar eskiye değil.) (12 Temmuz 2017)

Guillaume Canet’in yönettiği ve başrolünü Marion Cotillard ile paylaştığı “Rock’n Roll” 21 Temmuz’da vizyona giriyor. Filmde bizim kuşağın ilâh şarkıcılarından Johnny Hallyday da rol alıyor. Ki bu sanatçının soyadını hep -Hollywood kelimesinin etkisiyle olsa gerek- Johnny Hollyday olarak bilirdim oysa Hallyday imiş. Geç öğrensek de bilgi bilgidir, aklımın bir köşesine yazdım. “Rock’n Roll” filmi nedeniyle notlarımı karıştırdığımda son 10 senemizde adında “Rockn Roll” bulunan 2 filme daha rastlıyoruz. İlginç olan her iki filmin de 2009 yılı Şubat – Mart aylarında sinemalarda gösterime gireceği önce duyurulmuş, sonra vaz geçilmiş. Bu filmler Guy Ritchie’nin yönettiği ve başrolünde “300 Spartalı”nın yakışıklısı Gerard Butler’ın oynadığı “RocknRolla” ve Richard Curtis’in yönettiği “Rock’n Roll Teknesi” (The Boat That Rocket). Afişine baktığımda “Cazcı Kardeşler”in farklı bir varyasyonu sandığım “Rock’n Roll Teknesi”nin başrolünde oynayan oyuncuların hemen hepsi de, Philip Seymour Hoffman, Bill Nighy, Rhys Ifans ve Nick Frost kadri bilinmemiş özel oyuncular. Bu filmlerin sinemalarımıza uğramaması hakikaten kayıp olmuş. Büyük perdenin tadı başkadır. (“Sinemanın tadı başkadır” cümlesinden uyarlama.) (13 Temmuz 2017)

Filmlerini de, oyunculuğunu da severim fakat o gün bugündür ne zaman adı geçse elimde değil o sahne gözümün önüne geliyor: Bursa İpek Yolu Film Festivali’nin birisinin açılış gecesi, Büyükşehir Belediye Başkanı rahmetli Hikmet Şahin’den sonra sahneye çıktı, doğrudan başkanı muhatap alarak ve azarlayarak “Bu ne saygısızlık, sanatçıların ve sanatseverlerin karşısına gravat takmadan çıkmışsınız.” mealinde sözler söyledi. Rahmetli Hikmet Şahin hiç menfi tepki vermedi, konuşma sonrasında hafifçe tebessüm etti ve alkışladı. Dileğim cennette buluşurlar; Allah her ikisine de rahmet eylesin. (14 Temmuz 2017)

Eski adıyla “nüfus cüzdanımı”, yeni adıyla “kimlik kartı”mı aldım. Vatana, millete, sektöre, mektöre hayırlı olsun. Üzerindeki en önemli ayrıntı, devletin son kullanım tarihimi 28 Mayıs 2027 olarak belirlemesi. Neye göre belirledi bilemiyorum. O tarihe kadar ne yaparsanız yaptınız, ondan sonra bendenizi arayın ki bulasınız. Kartla birlikte verilen “Bilmeniz Gerekenler” listesinde “Bilgilerinizde yanlışlık varsa…” diye bir ifade var. “Daha fazla yaşamak istiyorum” deyip son geçerlilik tarihine itiraz mı etsem, ne yapsam, bilemiyorum. (15 Temmuz 2017)

“Dünkerk Kahramanları” adlı yabancı film 1964 yılında vizyona girmiş. O zaman filmi görmedim. Daha sonra, muhtemelen 70’li yıllarda, 20’li yaşlarımda seyrettiğimi hatırlıyorum. O yıllarda filmler sinemalarda şimdiki gibi 2-3 ayda tüketilip, büyük perdede seyredilme imkanı yok olmaz, 2-3 veya 5-6 sene sonra dahi yazlık sinemalarda veya kışlık sinemaların düzenlediği “Kahramanlık Filmleri Haftası”, “Müzikal Filmler Haftası”, “Kovboy Filmleri Haftası” gibi düzenlemelerle gösterilirdi ve bizler vizyonda göremesek de kaçırdığımız filmi bir gün, bir vesileyle sinemada izleyebileceğimizi bilirdik. “Dünkerk Kahramanları”nı öyle bir zamanda izlemiş olabilirim. Bu yabancı filmin kısmi adı ve ünlü çıkartma hafızamda hep “Dünkerk” olarak kalmıştır ve önümüzdeki hafta vizyona girecek olan filme “Dunkırk” olarak verilen Türkçe ismi ilk duyduğumdan beri yadırgarım. Keşke sinema salonlarında gösterilen filmlere isim konulurken bu sinemasal hafızanın da sürmesine dikkat edilse. Misalen “Kutsal Hazine Avcıları”nın yeniden çevirimi 40 yıl sonra ülkemize geldiğinde “İlahi Define Bulucuları” adıyla gösterilmese ve yine 40 yıl önceki adıyla gösterilse. Türkçe film adı konulmasında hafıza bağı sürse. Uzun sürdü ama sanıyorum anlatabildim. En azından ben anladım. Ne demiş tasavvuf ehli: “Beni bir kişi dahi anlasa yeter.” Yeter. (15 Temmuz 2017)

(04 Eylül 2017)

Sadi Çilingir

[email protected]

Halk İşi Soygun

‘Şanslı Logan / Logan Lucky’ Amerikalı usta sinemacı Steven Soderbergh’in dört yıllık aranın ardından yönetmenliğe dönüşünü müjdeleyen ilgiye değer bir yapım. Sinemanın bu harika çocuğu 1989’da henüz 26 yaşındayken çektiği küçük bütçeli bağımsız ilk uzun metrajı ‘Seks Yalanları / Sex, Lies and Videotape’ ile Cannes şenliğini ayağa kaldırmış, en iyi filme verilen Altın Palmiye’nin yanı sıra, erkek oyuncu (James Spader) ve Fipresci Eleştirmenler Ödülü’nü de kucaklamıştı. Soderbergh’in verimi ilerleyen yıllarda devam etti, sene başına yaklaşık bir filmle hem ana akım sinemanın farklı türlerinde ilginç eserler verdi, hem de başlangıçtaki bağımsız ruhunun doğrultusunda farklı denemelere girişti. Dört yıl önce sinemayı bıraktığını, kendini resme vereceğini duyurmuştu yorgun yönetmen. Bu planını uygulamaya koyamadı. Bu süre içinde farklı televizyon dizilerinde yapımcılık yaptı. Takma isimlerle görüntü yönetmenliği ve kurgusunu yaptığı bu dizilerden ‘The Knick’in iki sezonluk yirmi bölümünün yönetmenliğini üstlendi.

Dünya sinemalarıyla eşzamanlı olarak bizde de gösterime giren ‘Logan Lucky’, sinemacının pek maharetli olduğu soygun filmlerine on yıllık bir aradan sonra dönüş yaptığı bir yapım aynı zamanda. 1960’ların Frank Sinatra, Dean Martin, Sammy Davis Jr.’lı -bizde ‘Soyguncular’ adıyla gösterilmiş- ünlü ‘Ocean’s Eleven’ın, George Clooney ve Brad Pitt’in başı çektiği gösterişli bir oyuncu kadrosuyla kotarılmış ve büyük ilgi görmüş yeni yüzyıl versiyonu üçlemesinin ardından Soderbergh’in bu türde anlatacak neyi kaldı sorusu gelebilir hemen akla. Ancak sinemacının bu yeni hamlesinin, kıvrak hikâyesi ve karton olmayan karakterleriyle, kendisini özleyenleri hayal kırıklığına uğratmadığını baştan belirtelim.

Kuşaklar boyu Batı Virginia’nın küçük yerleşim bölgesi Boone County’de yaşamış Logan kardeşleri tanıyoruz önce. Bir zamanların gözde yakışıklısı, futbol takımı kaptanı Jimmy Logan geçirdiği sakatlık sonucu gençlik hayallerine çoktan veda etmiştir. Topallayan bacağı yüzünden, NASCAR araba yarışlarının yapıldığı Charlotte Pisti İşletmesi’nin altyapı onarım ekibindeki işinden olduğunda, hayata isyanı büyür. Velayeti eski karısında olan küçük kızından ayrı kalmamak için acilen paraya ihtiyacı vardır. İkinci Irak seferinin ardından ön kolunu kaybetmiş olarak evine dönmüş barmen kardeş Clyde’ın dilinden düşmeyen ailenin yüzyıllık lanetini tersyüz etme zamanı gelmiştir artık. Kırk yıllık borularını onardığı ülkenin en yoğun spor tesisi büfelerinin pnömatik tüp sistemiyle dolan ana kasasını soyacaklardır.

Kuaför kız kardeş Mellie ile halen hapis yatmakta olan patlayıcı uzmanı Joe Bang ve biraderlerinin de katkısıyla riskli bir soygunun karmaşık planlamasını adım adım yöneten Logan’ların adrenalin yüklü serüvenini keyifle anlatıyor Soderbergh. Görüntü yönetmenliğini ve filmin usta işi kurgusunu yine kimselere bırakmamış. Senaryo yazarı olarak adı geçen Rebecca Blunt’ın önceleri takma bir isim olduğu söylentilerini bizzat yalanlayan da kendisi. Durum böyleyse, kadın senaristin Coen Biraderler ustalığından esinler taşıyan ilk denemesinde çok başarılı bir iş çıkardığını söyleyebiliriz.

Logan ve Ocean’s serisi benzer ancak birbirine tamamen zıt özellikleri de olan projeler. Danny Ocean sevdiği kadını geri almak için çabalarken ve para ikinci plandayken, 100 yıllık kötü talihi kırmaya çalışan, Yaradan’a şikâyeti olan Jimmy ve Clyde para ve itibar için girişiyorlar soygun işine. Clooney ve ekibinin pahalı ve şık görünümleri yanında Logan biraderler işçi sınıfı temsilcileri, halktan kişiler. Jimmy küçük kızına John Denver öyküleri anlatır filmin başlarında. Sadie de bir müsabakada, halk ozanının bölgede marş haline gelmiş ‘Take Me Home, Country Roads’ şarkısını armağan eder babasına.

Kır insanlarının toprakları ve suları kirlenmekte, ekonomik koşullar giderek zorlaşmaktadır. Usta işi senaryo tüm bu olumsuz gelişmeleri ve sınıfsal meseleleri, politik bir cümle sarf etmeden ya da günümüz Amerika’sı hakkında doğrudan bir politik görüş ileri sürmeden satır aralarında duyurmakla yetiniyor. Tam da kırsalda yaşayan beyazların öfkesinin kabardığı Trump dönemine mesafeli durmayı seçiyor. Popüler türdeki benzerlerinden farklı bir yerde yine de.

Filmin yetmişli yılların isyankâr gerçekçi örneklerine yakınlığı, İrlanda asıllı David Holmes’un aynı dönemin tınısını yakalayan müzik çalışmasıyla daha bir pekişmiş. Soderbergh’in yeni dağıtım firması tarafından dağıtılması, yapımın stüdyo müdahalesi görmemiş bağımsız ruhunun öne çıkmasını sağlamış. Ve tabii güçlü oyuncu kadrosunun desteğini de atlamayalım. Soderbergh ile dördüncü kez çalışan Channing Tatum, yakışıklılığını ikinci plana atmış yorgun halk adamında çok iyi. Jim Jarmusch ile çalıştığı unutulmaz ‘Paterson’ın ardından, hüznünü ifadesiz maskının ardına gizlemiş küçük kardeş Clyde’da Adam Driver kusursuz. Ve de mükemmel Güneyli aksanıyla unutulmaz bir Joe Bang karakteri çizen deneyimli oyuncu Daniel Craig (ya da nam-ı diğer James Bond) hakkında bir yabancı yazarın ‘Bond’dan ziyade böyle rollere ihtiyacı var’ yorumuna katılmamak elde değil.

(29 Ağustos 2017)

Ferhan Baran

[email protected]

Aşk Kırmızı

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Sinemamızın sevilen oyuncularından Hakan Balamir’i de kaybettik; Allah rahmet eylesin, mekânı cennet olsun. Balamir’in 11. Antalya Film Şenliği’nde En İyi Erkek Oyuncu ödülü kazandığı, en önemli filmlerinden “Yunus Emre”nin pek bilinmeyen veya unutulan bir özelliği vardır. Özdemir Birsel, yönetmen, senarist ve yapımcısı olduğu bu filmi çok özen göstererek ve titizlikle çekmiş, çekim sonrasında 3 saate yakın bir film ortaya çıkmıştı. Görüntülere kıyamayan Elvan Film – Özdemir Birsel bu filmi ikiye bölerek, “Yunus Emre” ve “Gönüller Fatihi: Yunus Emre” olarak iki ayrı film halinde 1974 Aralık ayında peşpeşe gösterime sunmuştu. (04 Temmuz 2017)

Gönül kırıklıkları, istemeseniz de bazen kendiliğinden oluşabiliyor. Doğal olarak sinema ve internet sektöründen misal vereceğim. Şöyle vereyim: Türk Sineması hakkında yazılı bilgi ve görselleri sunmayı amaçlayan bir oluşum başladığında sadibey.com’daki görselleri talep etmişlerdi. Herhangi bir şart ileri sürmeden istisnasız hepsini kullanabileceklerini söylemiştim. Nitekim zaman zaman web sitesine girip baktığımda teşekkür ifadelerine rastlıyorum; bu teşekkürlerine ben de içtenlikle teşekkür ederim. Gelgelelim Kültür Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü’nün de destek verdiği bu oluşumdan, sitemizdeki haberlerde kullanmak üzere bizim arşivimizde olmayan bazı fotoğrafları indirmeye çalıştığımda her fotoğrafın orta yerinde araba tekeri gibi kocaman kabartma logo olmasından şahsen rahatsız oluyorum. Gönül kırıklığım ondandır. Bir karakter oyuncumuzla yaptığımız yazışmada O da aynı dertten muzdarip (*) olduğunu yazmış, “Abi, benden aldıkları fotoğrafımı istediğimde bile logo basılı gönderiyorlar, vallahi zoruma gidiyor.” demişti.
(*) Word programının bu kelimenin altını kırmızı çizgiyle işaretlediğine bakmayın, TDK – Türk Dil Kurumu Sözlüğü’nde ve “muzdarip” ve “mustarip” olarak her iki şekilde de kullanılabileceği belirtiliyor. (06 Temmuz 2017)

İlk afiş, Aralık 1971’de vizyona giren Yılmaz Güney’in yönettiği ve başrolünü oynadığı “Umutsuzlar” filminin orijinal afişidir. İkinci afişe ise yeni orijinal afiş diyebiliriz. Açıklamasını yapayım: Yapımcı İrfan Ünal’ın sahip olduğu Akün Film yapımı tüm filmlerin mülkiyetini satın alan Fanatik Film (Horizon International) sahibi olduğu yerli filmlerin bazıları için İbrahim Enez’e yağlı boya tablo şeklinde yeni afişler sipariş ediyor. Takdir edilesi bu çalışmanın amacı bir zamanların efsane ressam-grafikeri İbrahim Enez’e (*) sahip çıkmaktır. Enez’den her hafta bir adet olarak talep edilen bu afişlerden düzenlenen sergi yanılmıyorsam bir-iki sene önce yapılan Antalya Film Festivali kapsamında sinemaseverlere sunulmuştu. Sergideki afişlerden oluşan bir kitapçık da meraklılarının kitaplıklarına girmişti, ki Enez imzalı birisi bendenizin kitaplığındadır.
(*) Diğeri Cemal Dündar’dır. (06 Temmuz 2017)

“Öteki Taraf, hareketli teaser afişi ile Türkiye’de bir ilke imza attı” başlıklı bir haber bülteni gelince doğal olarak sitede yayına verdim. Ancak daha önce böyle bir çalışma yapılmıştı gibi tereddüde düşünce sadibey.com’da arama yaptım ve tereddüdümü giderdim. Türkiye’de yerli filmlerde ilk “hareketli afiş” 2013 yılında başrolünde Nurgül Yeşilçay, Ezgi Asaroğlu ve Tayanç Ayaydın’ın oynadığı “Aşk Kırmızı” adlı filme yapılmış. Öte yandan “Öteki Taraf”ın yaptığı da bir ilk, çünkü haberde “hareketli teaser afiş” şeklinde belirtilmiş, aradaki “teaser” kelimesi olmasa ilk olmayacaktı. Bir yabancı film için de Türkçe hareketli afiş yapılmıştı ancak o filmin adını hatırlayamadım.
Aşk Kırmızı’nın hareketli afişi için tıklayınız.
Öteki Taraf’ın hareketli teaser afişi için tıklayınız. (07 Temmuz 2017)

Adrian Brody değil Adrien Brody, Johnny Deep değil Johnny Depp, Meryl Strepp değil Meryl Streep. (08 Temmuz 2017)
Yazıya gelen tamamlayıcı yorumlar:
Halil Işık: Oysa ki IMDb bunun için var.
Sadi Çilingir: Ben öncelikle afişlere bakıyorum. Kutsal kaynak IMDb.de filmin dosyasında bazen aynı fotoğraf iki kez yüklenmiş olabiliyor. Fotoğraflarda genelde sadece o fotoğraftaki oyuncu adları etiketleniyor, bazen filmdeki tüm oyuncuların adları etiketleniyor. Hâlâ Türkçe karakter kullanmamalarını da zaaf olarak görüyorum. İsveç, Norveç vs. dillerindeki özel harfleri kullanıyorlar, bizim Türkan Şoray’ı Türkan Soray olarak yazdıkları halde, Løytnant Bjørn Gustavsen karakterinin adını Løytnant Bjørn Gustavsen olarak yazabiliyorlar.

Yıldızların altında müzikal aşk filmi izlemek isteyen İstanbullu sinemaseverler yarın akşam ne yapacaklarını, nereye gideceklerini şaşıracaklar. Herhalde böyle tesadüf 100 yılda bir dahi olsa denk gelmez. Geçtiğimiz sezon oldukça ilgi gören “Aşıklar Şehri” (La La Land) adlı müzikal film, hem Yeniköy’deki Sait Halim Paşa Yalısı bahçesinde, hem de Akmerkez Üçgen Teras’da kurulan perdede yıldızların altında izlenebilecek. Muhtemelen, yeme içmeyi sevenler lüks mutfak aletleri sektörünün en önemli markası Gaggenau’nun düzenlediği boğazdaki gösterimi, Jazz müziğini sevenler ise öncesinde Uninvited Jazz Band’ın ücretsiz konser vereceği Akmerkez’deki gösterimi tercih edecek. (11 Temmuz 2017)

Her iki tarafı park edilmiş araba ile dolu, hatırı sayılır bir eğimi de olan sokakta beton mikseri çalışmakta olan kamyonu geri geri sürerken şoför cep telefonu ile konuşuyor. Her halde bu bir dibe vurma hali. (12 Temmuz 2017)

(26 Ağustos 2017)

Sadi Çilingir

[email protected]

Sanatın Amacı Üzerine Zihin Açıcı Bir Meditasyon

Mimarlık eğitimi almış Alman enstalasyon sanatçısı Julian Rosefeldt, çağımızın en önemli oyuncularından Cate Blanchett ile Berlin’de bir işinin sergilendiği müzede karşılaşıyor. Tanışmalarına vesile olan ortak dostları ise, geçtiğimiz yıllarda İKSV Tiyatro Festivalleri’nde ‘Hamlet’ ve Ibsen’den ‘Bir Halk Düşmanı’ yorumlarını büyülenerek izlediğimiz ‘Die Schaubühne Berlin’in efsanevi yönetmeni Thomas Ostermeier’den başkası değil.

Rosefeldt’in 20. yüzyıl sanat iklimine damgasını vurmuş manifestolar üzerine yoğunlaştığı yeni projesi Avustralyalı aktrisin de aklına yatınca, son yılların en çarpıcı işlerinden biri ortaya çıkmış. Alman sanatçının tiyatro, sinema ve edebiyatı harmanlayarak sanatın amacı üzerine yazılmış manifestolar üzerine hazırladığı çalışması, faaliyete geçtiği 2007 yılından beri New York kentinin gözde kültür merkezlerinden biri haline gelmiş ‘Park Avenue Armory’de sergilenmiş önce. Bu video art enstalasyonunda, bir tanesi haricinde geçtiğimiz yüzyıl sanat tarihine yön vermiş çeşitli manifestolardan yola çıkan kısa filmlerde yer alan ve tümü Blanchett tarafından seslendirilmiş metinler, eş zamanlı olarak 13 ayrı ekranda müze ziyaretçilerince izlenmiş. Cate Blanchett’in ünü ve cazibesinin katkısıyla bu çalışmayı bir filme dönüştürüyor yönetmen Rosefeldt daha sonra. Bu yılın başında bağımsızların kalesi ‘Sundance Film Festivali’nde gösterilen bu sıradışı yapım ‘Manifesto’ adını taşıyor, İstanbul Film Festivali’nde gördüğü büyük ilgi sonrasında sinemalardaki gösterimini sürdürüyor.

Toplumsal bir hareketin duyurulması ya da çeşitli konularda bireysel savların umuma duyurulduğu manifestolar serisinde 13 farklı karakteri canlandırıyor Blanchett. Evsiz bir adam, borsacı, temizlik işçisi, üst düzey yönetici, alt sınıftan bir rock şarkıcısı, bilim insanı, cenaze töreninde bir dul, kuklacı, koreograf, haber spikeri, zengin bir koleksiyoner, ev kadını ve ilkokul öğretmeninden oluşan karakterleri, farklı İngilizce aksanlarla seslendiriyor. Bunu yaparken her bir ayrı epizodda farklı bir manifestonun metninden bölümleri yorumluyor. Böylece esas olarak erkekler tarafından kaleme alınmış metinler bir kadın sesi aracılığıyla yeniden hayat bulmuş oluyor.

Yönetmenin tercihi doğrultusunda, metinler içerikleriyle bağdaşmayan ortamlarda dile getiriliyor. Bu da işin en hınzır tarafı. Örneğin, yaslı dul kadın cenaze töreni kürsüsünde Dada manifestosunu dile getiriyor. Birinci Dünya Savaşı’nın dehşetine tepki olarak bir insanın değil, bir düşüncenin, bir dünyanın ölümünü haykırıyor. İlkokul öğretmeni küçük öğrencilerine Jim Jarmusch’un ‘hiçbir şey orijinal değildir, herşeyi çalabilirsiniz’ cümlesiyle, Jean-Luc Godard’ın ‘neyi nereden aldığınız değil, nereye taşıdığınız önemli’ deyişini ve hemen ardından Lars von Trier ve Thomas Winterberg’in öncülerinden olduğu ‘Dogme 95’ akımının bunların tam zıddını savunan, ‘kameranın elde tutulması gereğinden, özel ışıklandırma, filtre kullanımı, tür filmlerinin reddi ya da yönetmenin isminin jenerikte yazılmaması’ yasaklarını getiren sıkı kurallarını sıralıyor.

Üç yaşlı kadının havai fişek ateşlemelerinin ardından eski dünyanın ölümü, kapitalizmin ve burjuva ahlâkının çöküşüyle yeni bir dünyanın doğumunu muştulayan, sanatçının toplumdaki rolünün ancak devrimci olabileceğini haykıran Marx ve Engels’in ünlü 1848 Komünist Manifesto’sundan bölümlerle başlangıç yapıyor film. Endüstriyel kalıntılar arasında gezinen derbeder evsiz daha sonra megafonuyla ‘Durumculuk’ (Situationism) akımının manifestosundan aktarımla kapitalizmin kriz içinde olduğunu ilan edecektir. Bu metinlerin yıllar sonra Donald Trump’lı bir dünyada hâlâ geçerliliğini koruyor olması işin en ilginç yanı kuşkusuz.

Mekânların özenle seçildiği ve önemli işlevlerinin olduğu filmde ‘Fütürist Manifesto’ devasa bir borsa işlem salonunda dillendiriliyor. ‘Acı çeken biri ancak acı çeken bir lamba kadar ilgilendiriyor bizi’ metni okunurken kamera hızla yükseliyor ve bu güzel sinemasal bölümde, tepeden kuş bakışı diğer objeler arasında kayboluyor aşağıdaki insanlar. Rosefeldt metinlerin coşkun ruhunu ve şiirselliğini, gündelik yaşamın mütevazılığına taşıyor. Olur olmaz yerlerde okunan metinler, hınzır ve komik tonu pekiştiriyor. Amerikalı heykeltraş Claes Oldenburg’un popüler sanat hakkında ‘ben politik-erotik-mistik bir sanattan yanayım’ deyişi ya da ‘sanat olduğunun farkında olmayan sanatın; patavatsız olanın; bir sigara gibi tüttürülen, bir ayakkabı gibi kokan sanatın tarafındayım’ sözleri, aile yemeğinde dua eden ev kadını tarafından dile getiriliyor. (Bu sahnede kadının yakınlarını Blanchett’in gerçek hayattaki kocası (Andrew Upton) ve çocuklarının canlandırdığını magazin bilgisi olarak ilave edelim). Keza filmin en güzel bölümlerinden birinde Fluxus hareketinin ‘hiyerarşik kültürü ve sanatçının bu kültür dahilinde yüceltilmesini kınayan’ metni, burnu havada Rus koreograf tarafından söze dökülüyor. Amerikalı kadın dansçı ve koreograf Yvonne Rainer’in ‘sihire, rol yapmaya, ihtişama, star imajına, bayağılığa HAYIR’ sözleri yine aynı karikatürize edilmiş Doğu Avrupalı koreograf üzerinden aktarılıyor.

Julian Rosefeldt’in usta işi uzun planlar ve mekân seçimiyle, Christoph Krauss’un etkileyici görüntüleri, Nils Frahm ile Ben Lukas Boysen’in çarpıcı müzik çalışmalarıyla kelimenin tam anlamıyla bir sanat filmi ‘Manifesto’. Kavramsal yapıda, konvansiyonel olmayan bir formda ve sanatseverlerin iştahına yönelik, zihin açıcı bir çalışma. Cate Blanchett işin içinde olmasaydı, müzeler ve galeriler dışında kolay kolay ticari dağıtıma çıkamayabilecek, dinamik bir seyir keyfi veren ve özellikle genç kuşaklara sanatın amacı üzerine olağandışı bir deneyim yaşatan çizgi dışı bir sanat ürünü. Kaçırmamaya çalışın.

(17 Ağustos 2017)

Ferhan Baran

[email protected]

Çakal

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Sinemamızda üçleme denildiğinde ilk akla gelen Lütfi Ömer Akad’ın “Gelin” – “Düğün” – “Diyet” üçlemesidir. Her biri farklı yönetmen tarafından çekilse de Mehmet Bahadır Er’in “Kara Köpekler Havlarken”, Aydın Bulut’un “Başka Semtin Çocukları” ve Erhan Kozan’ın “Çakal” adlı filmlerini de hep üçleme gibi algılarım. Talip Karamahmutoğlu’nun Osman Şahin’in bir hikâyesinden uyarladığı ve 04 Ağustos’ta vizyona gireceği uzun zamandır bilinen “Mezarcı”; Temmuz ayında çekimlerine başlanacağı açıklanan komedi filmi “Cenaze İşleri” ve 03 Kasım’da gösterime gireceği açıklanan “Mezarlık” isimli filmlerin adlarına bakınca sinemamız farklı bir üçlemeye daha kavuşuyor diyebiliriz. “Mezarcı”nın başrolünde sinema oyunculuğuna iyiden iyiye alışan ünlü pop şarkıcımız Emre Altuğ, “Mezarlık” filminin başrolünde ise Tolga Karaçelik’in “Sarmaşık” filminin efsane gölge adamı Seyithan Özdemir oynuyor. Bu arada Emre Altuğ da sinemamızın John Travolta’sı mı oluyor nedir? Onu da belirtmiş olayım. (29 Haziran 2017)

29 Aralık’ta gösterime girecek olan, “The Greatest Showman” orijinal adlı filmin “Muhteşem Showman” olarak belirlenen Türkçe adını okuyunca bir an film adıyla “Muhteşem Süleyman”a nazire mi yapmışlar diye düşünmeden edemedim. Şaka tabi. “Muhteşem Showman”in başrollerini Hugh Jackman, Michelle Williams, Zac Efron ve Zendaya paylaşıyor. (30 Haziran 2017)

Türk kahvesi içiminde yüzyılın yeniliği: Kahveyi bundan böyle sade, orta şekerli, şekerli değil, valla’lı içmeye başladım. Valla’lı kahvenin icat edilişinin hikâyesi şöyledir: Hanım, sağ olsun keyfi yerindeyse bendenize yemeklerden sonra orta şekerli kahve yapar. Az önce de yaptı, bir fırt çekince yüzümü buruşturdum. “Bunda hiç şeker yoook” diye şikâyet edince, hanım gayet mütevazı bir sakinlikle “Valla koydum.” dedi. Valla’lı kahvenin icat edilişinin hikâyesi budur, kurukahveciler kapmadan hemen patent hakkını alayım bari. (01 Temmuz 2017)

“Son bir-iki senedir neredeyse hemen her filmde karşımıza çıkan Fırat Tanış’ın yabancı versiyonu kimdir?” diye sorarsanız Michael Fassbender derim. Fırat Tanış’ı önümüzdeki günlerde “Bir Brüksel Hadisesi” olarak lanse edilen “Kiki ile Miki Alatura”da izleyeceğiz; Fassbender ise “300 Spartalı”da bile oynamış, daha yeni farkettim. (01 Temmuz 2017)

Bugün, hayvanlarla diyaloğumu biraz daha geliştirdiğimi fark ettim. Havuzda yüzerken kedinin birisi geldi, doğrudan bana bakarak “Meyavvv, meyavvv” demeye başladı. İnsanoğlunun başına ne gelirse meraktan geliyor ya, ben de meraklandım, “Ne var beyavvv” diye soruverdim. Açıklama “Çabuuuk çık, çabuuuk çık” diye ağaç dallarının arasındaki kumrudan geldi, havuzdan çıktım. Bu vesileyle kedilerin Trakya şivesine sempati duyduğu kanaatim de güçlendi. (02 Temmuz 2017)

Futbol Kardeşliği: 28. Ankara Uluslararası Film Festivali’nde En İyi Film Ödülü kazanan “Genco”nun yönetmeni Diyarbakır’lı sinemacı Ali Kemal Çınar ile ödül töreni gecesinin bir önceki gecesi verilen yemekte tesadüfen yan yana oturmuş ve sohbet etmiştik. Sohbetin başında “Adın bir zamanların ünlü Trabzonspor’lu futbolcusu Ali Kemal’i hatırlatıyor” demiş ve “Seninle her konuşan söze mutlaka benim dediğim gibi başlıyordur, çünkü o zamanlar Ali Kemal Türkiye’nin gözdesiydi çok sevilirdi” diye eklemiştim. Ali Kemal Çınar hemen beni doğruladı, sağındaki birkaç kişinin ötesinde, benimle aynı yaşlarda bir arkadaşı işaret ederek, “O beyefendi de aynı şeyleri söyledi az önce,” dedi ve memnuniyetini hissettiren bir yüz ifadesiyle ekledi: “Babam futbolu çok severdi. Ben doğduğum zaman Trabzonspor’lu Ali Kemal’e aşırı derecede hayranmış, o nedenle bana da Ali Kemal adını vermiş.” dedi. Bu bahsettiğim olay Eski Türkiye’nin 1975’li yıllarına rastlıyor. Oysa Yeni Türkiye’nin 2015 yılında, Diyarbakırspor takımın Amedspor ismini aldıktan sonra hedef gösterilmesi, Türkiye Futbol Federasyonu tarafından verilen cezalar ve Amedspor üzerindeki baskılar “Yeşil Kırmızı” adlı bir belgesel filme konu olabiliyor. Nereden nereye? “Genco”, 07 Temmuz’da Başka Sinema dağıtımıyla vizyona giriyor. (03 Temmuz 2017)

Sinemaseverlerin Ali Kundilli olarak tanıdığı Cem Gelinoğlu’nun çekimleri “Şanssız Adam” olarak başlayan son filminin adı “Şansımı Seveyim” olarak değiştirilmiş. Filmin yeni adını sevmedim. (03 Temmuz 2017)

Bazen öyle tesadüfler oluyor. “Durak” adlı yerli filmle, “Çırak” adlı yabancı film aynı hafta, 14 Temmuz’da vizyona giriyor. Emre Konuk’un yönettiği yerli “Çırak” filminin ise vizyon tarihi henüz belirlenemedi. Diğer Emre, Emre Altuğ’un başrolünü oynadığı “Durak” filminin vizyona gireceğini duyuran basın bültenin hemen arkasından gelen ikinci basın bülteninde ise yine Emre Altuğ’un başrolünü oynadığı “Mezarcı” filminin ikinci klibinin de yayınlandığı duyuruluyordu. Hakikaten bazen böyle ilginç tesadüfler oluyor. Bodrum’da sahile yakın, ayaklarım yere basarak yüzmeye çalışıyorum. O sırada üç genç sahilden bota binip ilerideki tekneye doğru hareketleniyorlar. Yanımdan geçerlerken öylesine bakıyorum; teknedeki gençlerden birisi birden “Merhaba Sadi Bey” diyor. Dikkatlice bakınca genç ve başarılı yönetmenlerimizden biri olduğunu görüyorum. Daha sonraki bir gün sağlık ocağından ilâçlarımı alıyorum; o sıcakta çarşıya minibüsle değil de yürüyerek gideceğim tutuyor. Labirent gibi yan sokaklardan dalıp yokuş aşağı yürüyorum. Daha genişçe bir sokağa gelince sola, sahile doğru yönleniyorum. Bakıyorum küçük bir cafenin kapısının üzerinde bir ilan: “25 – 26 Haziran’da Selçuk Ural sizlerle.” Tam, “Vah vah, bir zamanların çok ünlü Selçuk Ural’ı bayramı Bodrum’da ara sokaktaki küçük bir cafede geçirmiş.” diye hayıflanırken -ki Selçuk Ural’ın oyuncu olarak rol aldığı 6 adet sinema filmi de vardır- cafenin yanındaki otelden bir başka yönetmen arkadaş çıkıyor. Alıcı gözüyle bakmasam geçip gideceğim. “Ooo” diyerek onunla da öpüşüp, bir müddet yürüyoruz. Tabi ki o müddette de ayak üstü sinemayı kurtarmaya çalışıyoruz. Yani karada, havada, denizde, her zaman ve her yerde faaliyetimiz sürüyor. Kurtaracağız inşallah. (Son rastlaştığım yönetmen arkadaşın 3-4 yıl önce çekimlerini bitirdiği filminin nihayet Cinemaximum Art House salonlarında gösterilebilme imkânı doğmuş. Birlikte sevindik.) (03 Temmuz 2017)

(14 Ağustos 2017)

Sadi Çilingir

[email protected]

Yönetmenin Kafa Karışıklığı

Fransız sinemasının gözde yönetmenlerindendir Arnaud Desplechin. Cannes Film Festivali seçicileri pek sever kendisini. Mumyalanmış kesik bir başın gizemli öyküsü çerçevesinde gelişen 1992 yapımı ilk uzun metrajı ‘Nöbetçi / La Sentinelle’den başlayarak filmleri tam beş kez Cannes’ın yarışmalı bölümlerine seçildi. Bizde pek tanınmıyor. İlginç filmografisinden 2004’te Venedik Film Festivali’nde dünya prömiyerini yapmış ‘Krallar ve Kraliçe / Rois et Reine’ ile 2008 yapımı ‘Bir Noel Masalı / Un Conte de Noël’i İKSV festivallerinden hatırlıyoruz. Fransız psikiyatrist ve antropolog Georges Devereux ile Kızılderili kökenli Jimmy Picard’ın doktor-hasta ilişkisiyle başlayıp dostluğa dönüşen gerçek psikoterapi deneyimi üzerine kurulmuş, İngilizce çektiği 2013 yapımı ‘Düş ve Gerçek / Jimmy P.’ ülkemizde daha önce vizyona girmiş tek filmi.

Fransızların anlı şanlı IDHEC (yeni adıyla La Fémis) sinema okulundan mezun sinemacı, ünlü oyuncu / yönetmen Mathieu Amalric’e alter egosu olarak yer verdiği yapıtlarında, yedinci sanatın ölümsüz yaratıcılarından aldığı esinlerle kaleme aldığı özyaşamsal öykülerinde yaşamın anlamını, aile ilişkilerini, ölüm meselesini sorgular. Geçtiğimiz Mayıs ayında 70. Cannes Film Festivali’nin açılışını yapmış ve bizde de gösterimini sürdüren son çalışması ‘İsmail’in Hayaletleri / Les Fantômes d’Ismaël’in ana karakteri, adını ‘Krallar ve Kraliçe’de canlandırdığı uyumsuz Ismaël Vuillard’dan ödünç almış ellili yaşlarına yaklaşan bir film yönetmeni. Bu dokuzuncu sinema filminde, Alain Resnais etkisinin baskın olduğundan söz ediyor Desplechin bir söyleşisinde. ‘Providence’ın amansız hastalığa mahkûm karısını yitirmiş yaşlı yazarının gerçeküstü kabuslarının yerini İsmail’in yaratım sancıları almış bu defa. John Gielgud misali yazlık evine kapanmış Amalric, Fransız bürokrasisi ve dış siyaseti ile ince ince dalgasını geçtiği bir casusluk öyküsü etrafında gezinen sinemaya dönüş filminin senaryosu ile boğuşmaktadır.

Bu sancılı süreç boyunca geçmişiyle hesaplaşıyor yönetmen İsmail. Yirmi küsur yıl önce kayıplara karışmasının ardından öldüğü kabul edilmiş eski eşi Carlotta’nın (Marion Cotillard), yeni aşkı Sylvia (Charlotte Gainsbourg) ile birlikte kaldığı sahil evinde ansızın belirivermesi işleri daha da karıştırıyor. Fransız sinemasının alamet-i farikası haline gelmiş bir aşk üçgeni fantezisiyle oyalanıyoruz bir süre. İki güçlü kadın oyuncunun performansları, Cotillard’ın ilerleyen yaşına rağmen diri güzelliği, hele Bob Dylan şarkısı ‘Baby, It Ain’t Me’ eşliğinde çekici dansına yoğunlaşıyor dikkatimiz.

Gerçek ile düş arasında gidip gelmeye alışmaya çalışırken, gizemli bir melodramdan, Tacikistan’dan Prag’a atlayan casusluk hikâyesine, oradan yönetmenin yaratıcılık krizine çark eden bir tür çorbası içinde buluyoruz kendimizi. Biraz Bergman, bolca Hitchcock esintileri devreye giriyor. ‘Vertigo’nun derin etkisi buram buram hissediliyor. Cotillard’ın duvarda asılı yirmili yaşlardaki portresinde ‘Rebecca’nın izlerini buluyoruz. Gregoire Hetzel’in tekinsiz tınıları (Hitchcock filmlerinin ses bandında imzası olan) Bernard Hermann ezgilerini anımsatıyor.

Geriye dönüşler ve çeşitli yan öyküler eşliğinde kendi geçmişiyle hesaplaşmak için yola çıkıyor Desplechin. Altı bataklık olduğu için suyun her daim pis aktığı, insanları kirli ve çirkin (yönetmenin sözleri bunlar) doğup büyüdüğü Kuzey Fransa’daki Roubaix kenti de bundan nasibini alıyor. Karmaşık projesini savunurken, ızdırap yüklü geçmişini sıkıştırılmış nesnelerden oluşan soyut resmine taşımış Amerikalı ressam Jackson Pollock’dan bile dem vuruyor filmin bir yerinde. Ama ana karakteri İsmail gibi yoğun kafa karışıklığından muzdarip Desplechin. Dolambaçlı anlatımını, mirasçısı olduğu Yeni Dalgacılar ya da ustası Resnais gibi toparlayamadığı için, düşünceler ve türler labirentinde kaybolmaktan kurtulamıyor.

(09 Ağustos 2017)

Ferhan Baran

[email protected]

Park Chan Wook Usulü Erotik Gerilim

Aşağıdaki yazı filmin vizyona girmesi üzerine, daha önce yazılan “Hizmetçi, İstanbul Modern’de Gösteriliyor” başlıklı yazının yeniden elden geçirilmiş versiyonudur.

Güney Kore sinemasının usta sinemacısı Park Chan Wook bir Hollywood arası verdikten sonra kendi topraklarına dönüş yaptığı ve geçtiğimiz yıl Cannes Film Festivali ana seçkisi dahilinde dünya prömiyerini yapmış son çalışması ‘Hizmetçi / Agassi’ sansür engelini aşarak bu haftadan itibaren bizde de gösterime giriyor. Bilindik estetize tavrıyla Hitchcock etkili korku gerilim türünün temel unsurlarını ustaca kaynaştıran ‘Lanetli Kan / Stoker’ ile yadellerde başarılı bir sınav vermiş olan Chan-wook, bu kez Galli yazar Sarah Waters’ın 2002’de yayımlanmış ‘Fingersmith’ romanını kaynak almış. Bizde Everest Yayınları’ndan ‘Ustaparmak’ adıyla çıkmış olan bu çok satan eser, şehvet, entrika, intikam ve cinsel gerilimle örülü göz alıcı bir hikâye sunuyor.

Kraliçe Viktorya döneminde geçen özgün metin, başta Dickens olmak üzere dönemin tanınmış yazarlarının yapıtlarından esintiler taşır. Waters’ın romanında ‘Oliver Twist’ geleneğinin izinde arka sokaklarda yaşayan yoksullar tekinsizdir, ancak sosyo-ekonomik düzeyi yüksek sınıf mensupları da kötücül duygulardan bir o kadar nasibini almıştır. Romanın olay örgüsüne, özellikle başlarda, hayli sadık kalarak yola çıkan Chan-wook, zaman ve mekânı 1930’lu yıllar Kore’sine naklederek işe başlıyor. Dönem Kore’nin Japonya işgali altında olduğu yıllardır. Öykünün ana karakterlerinden sokaklardan gelmiş Koreli Sookee, kendini çevresine Japon soylusu olarak yutturmuş dolandırıcı Kont Fujiwara’nın oyununun bir parçası olarak, görkemli bir malikanede eniştesinin koruyuculuğu altında hapis hayatı süren Lady Hideko’nun hizmetçisi olarak işe başlar. Öyle ki hizmetçi kız, sahte kontun zengin Japon hanımefendisinin gönlünü çalmasına yardımcı olacak, kendi payını aldıktan sonra ortadan kaybolacaktır. Lakin işler beklendiği gibi gitmez. Öykünün ilerleyen bölümlerinde entrika entrikaya karışır, karakterler arasında beklenmedik gönül ilişkileri doğar.

30’lu yıllar Kore için hayli karmaşık bir dönem. Keskin sınıf farklılıklarının ötesinde, ülke sömürge haline düşmüş durumda. Geleneksel yaşam tarzının yanısıra yeni yüzyıl ilerledikçe modernitenin benimsenmeye başladığı yıllar bunlar. Lady Hideko’nun yaşadığı malikanenin Batı ve Japon tarzlarını ustaca kaynaştıran eklektik mimarisi, dönemin özelliklerini yansıtmak açısından çok belirleyici bir örnek. Hideko’nun yatak odası Batı usulü döşenmişken, hemen yanıbaşındaki hizmetçi odası tipik Japon tarzını koruyor. Bir diğer örnek olarak evin kitaplığını gösterebiliriz. Dış cephe geleneksel Japon mimarisi özelliğini korurken, iç mekânda Batı tarzı devasa bir kütüphane yer alıyor. Aynı mekân ‘tatami’ adı verilen Japon minderleri ve Japon usulü minyatür bahçe süslemeleriyle bezenmiş. Böylece mekanın Viktoryen kasveti, ferahlatıcı Japon minyatürleriyle dengelenmiş. Bu noktada filmin ‘sanat yönetimi’ alanında Cannes’da kazanmış olduğu ödülü sonuna kadar hakettiğinin altını çizmemiz gerekiyor.

Mekândaki tezatlar metin örgüsünde de bol bol mevcut. Film de roman gibi üç ayrı bölümden oluşuyor. Her bölümü ayrı bir karakterin bakış açısıyla izliyoruz. Farklı perspektiflerden akan hikâyeyi yakın planlar ve çarpıcı kamera hareketleriyle aktarıyor yönetmen. Bu melez yapıyı müzik kullanımında da sürdürüyor. Jo Yeong-Wook’un özgün müziğini, Mozart ve Rameau’dan ödünç ezgilerle çeşitlendiriyor.Film beklenmedik sürprizlerle dolu bir seyir sunuyor izleyicisine. İşte bu seyir keyfini bozmamak için öykünün gidişatı ve dönüm noktaları hakkında fazlaca bilgi vermekten kaçınıyorum. Özetle söylemek gerekirse, 2,5 saatlik saatlik süresini ustaca kullanan, soluk soluğa izlenen bir yapım ‘Hizmetçi’. Erkek egemen bir toplumda iki genç kadın arasında filizlenen romans, eril evrene meydan okuyan başdöndürücü erotizmi ucuza kaçmadan parlak bir estetizm içinde aktaran Chan-Wook, mükemmel oyuncu performanslarından büyük destek alıyor, ‘Oldboy’ ile sinemasına gönül vermiş hayranlarını ise finaldeki sadistik intikam sekansıyla selamlıyor.

(09 Ağustos 2017)

Ferhan Baran

[email protected]

The Butler: Başkanların Hizmetkârı

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Film festivallerinin yapılacağı tarihler genelde yumurta kapıya gelince açıklanır. Maşallah 14. Akbank Kısa Film Festivali bu konuda alışılmışın dışına çıktı ve 2018 yılında yapacağı festivalini 19 – 29 Mart 2018 tarihleri arasına yerleştirdi. İyi de yaptı. Her ne kadar bazı festivaller bilhassa tarihlerini çakıştırsa da festival tarihi önceden açıklanırsa aynı zaman aralığında benzer festival yapılmasının önüne geçilir. Böylece konuyla ilgilenen sanatçıları ve meraklı insanları oradan oraya koşuşturmamış olursunuz. Netekim Antalya Film Festivali’nin yapıldığı geleneksel Ekim ayına -buçukları saymazsak- 3 ay kaldı ancak içinde bulunduğumuz 2017 yılı festivalinin hangi tarihler arasında yapılacağı veya yapılmayacağı henüz açıklanmadı. (23 Haziran 2017)

Sabah sabah, 04:14’te Havabus’a bindim, şoför mahallinin hemen arkasındaki makamıma kuruldum. O sıra bir vatandaş kafasını kapıdan soktu, “Ne zaman kalkacak abi?” diye sordu. “Dolarsa hemen” diye cevap veren şoföre sabah soğukluğu niyetine “Sterlin’se ne zaman?” diye bu sefer ben sordum. Çok soğuk geldi herhalde ki şoför arkadaş hiç tepki vermedi. Belki de duymamıştır veya espri anlayışımız ayrı telden çalıyordur, ne bileyim. (22 Haziran 2017)

Bazı film festivalleri birkaç yıl yapıldıktan sonra yok olup gidiyor. Sessiz sedasız sahadan çekilmektense son yaptığınız festivalde bunun son olduğunu belirtin ki yarın öbür gün memleketin film festivalleri tarihi yazıldığında “Şu tarihte başladı, şu kadar yıl yapıldı, şu tarihte sonlandırıldı” diye not düşülsün. Festivalin bir daha yapılmayacağı açıklanmazsa önceki yıllarda yapılanların saygınlığı da zedeleniyor gibime geliyor. Nitekim dergicilik alanında Penguen Dergisi yayınına son vereceğini 4 sayı önce açıkladı ve hüzünle karışık takdir bile topladı. Yani netice olarak ünlü şairimiz Namık Kemal’in “Hürriyet Kasidesi”nde “Görüp ahkâm-ı asrı münharif sıdk u selametten / Çekildik izzet ü ikbal ile bab-ı hükûmetten” dediği gibi izzet ü ikbal ile çekilin kenara. (23 Haziran 2017)

Gemileri karadan yürüten bir ırkın ahvadıydık, (*) denizlere kazık çakan bir ırkın ahfadına dönüştük maşallah. Üsküdar’a gider iken, denize bakan tarafından geçilmesini isteseydi, Kuşkonmaz Camii’ni daha geriye yapardı Mimar Sinan.
(*) Geç kaldın Çokyiğit Coşkun; tereddüt edince TDK Sözlüğü’ne baktım kelimenin doğrusu “ahfadıydık” imiş. (22 Haziran 2017)

Peşpeşe film festivallerinden bahsetmişken bu yıl kısa film festivallerinde bir ilki yaşadığımızı da belirtmekte fayda var. Merkezi Fransa’da olan ve 30 ülke, 90 şehirde aynı anda gerçekleşen 19 yıllık bir geçmişe sahip Uluslararası Çok Kısa Filmler Festivali’nin ülkemiz ayağı ilk kez geçen yıl Antalya Sinema Derneği tarafından yapılmıştı. Bu yıl yine aynı dernek, aynı festivali, kapsamını genişleterek 3 şehirde, Antalya, İstanbul ve Ankara’da organize etti. Festivalin İzmir ayağı ise Hezarfen Film Galeri tarafından gerçekleştirildi. Aynı isimli festivalin iki ayrı kuruluş tarafından düzenlenmesi ülkemizdeki kısa film festivalleri açısından bir ilkti. Keza ayrı kuruluşlarca 4 şehirde düzenlenen festivalin basına bütün olarak yansımasına da bir ilk gözüyle bakabiliriz. (23 Haziran 2017)

Beyoğlu Sineması’nın en önemli özelliklerinden başta geleni bendenizin gözünde, isim olarak bulunduğu ilçenin adını kullanmasıdır. Yabancı, bilhassa İngilizce isimli sinemaların olmadığı zamanlarda sinemalarımızın ne kadar güzel isimleri vardı. Beyoğlu Atlas’tan hareket edersek kapanan Emek, Lale, Saray Sinemaları’nın isimleri ne kadar güzeldir. Şöyle bir hafızalarımızı yoklasak memleketin dört bir yanında onlarca aynı isimli sinema hatırlayabiliriz. Örneğin Kırklareli Saray, Adapazarı Saray, Beyoğlu Lale, Büyükada Lale, Urfa Atlas, Van Emek, Küçükköy Emek, vs. vs. Sinemalara bulundukları semtin adının verilmesi önerimi zaman zaman tekrar ederim, bu vesileyle yine tekrar etmiş olayım. Beyoğlu Sineması’nın öncülü, Kadıköy Bahariye semtindeki Moda Sineması’dır. Daha önce Kafkas Sineması adıyla işletilen salonu, sinemaların iyiden iyiye yok olma sürecine girdiği 1980’lerin sonlarında bir grup -sinemasever işinsanları diyeyim- elden geçirdi ve Moda Sineması adıyla sanat filmleri göstererek hizmete sundu. Ondan sonra aynı grup Beyoğlu Sineması’nı faaliyete geçirdi ve Ankara Kavaklıdere Sineması ile birlikte aynı tür filmler gösterilmeye başlandı. Tam hatırlayamıyorum ama sanırım Kavaklıdere Sineması’nın mazisi daha önceki yıllara dayanıyor. Dikkat ederseniz 3 sinema da isimlerini bulundukları semtlerin adından alıyor. Belki de Moda Sineması adı konulurken Kavaklıdere Sineması’nın adından ilham alınmıştır. Bir ara denk geldiğimde Kavaklıdere’nin son işletmecisi İrfan Bey’e sorarım. Başa dönersek, sinemalara bulundukları semtin adının verilmesi en doğrusudur. Misalen memleketin her tarafı Maximum’larla dolu, bilen bilir daha önce bu sinemaların adı Bonus idi. Yarın ne olacağı belli değil, parayı bastıran sinemaların adını değiştiriyor. Sponsordur, reklâm geliridir onu ben bilemem. Misalen Cevahir AVM.deki sinemanın adı Mecidiyeköy Sineması, Trump Tower’daki sinemanın adı Gültepe Sineması, Kanyon AVM.deki sinemanın adı Levent Sineması olsa “incileri mi dökülür?” (Tırnak içindeki mini cümleyi Memduh Ün’ün unutulmaz “Üç Arkadaş”ından aldım. Şöhrete kavuşmuş Muhterem Nur, arka kapıdan gazinoya gelirken biriken kalabalığın içinden onu görmek isteyen Semih Sezerli öne geçmek isteyince birisi “Ne itekliyorsun” diye sitem eder. Sezerli durur, adama dönüp, “Ne oldu, incilerin mi döküldü?” der ve aradan hayran hayran Muhterem Nur’u seyreder.) (24 Haziran 2017)

Sadi Bey’in Benzettikleri: (görseli yukarıdadır) İlginç benzerlikler barındıran iki afiş: The Bye Bye Man, 07 Temmuz 2017’de vizyona girecek; The Butler, 30 Mayıs 2014’de vizyona girmiş. Her ikisinde de ana görsel sırttan görünen erkek silueti; yazılar siluetin sırtına yazılmış; 3 renk hakim; “The B…” orijinal adıyla aynı firma tarafından gösterime sunuluyor/sunulmuş. (26 Haziran 2017)

(04 Ağustos 2017)

Sadi Çilingir

[email protected]

Sinemada Tipler – Karakterler

Daha önce yazdığım yazılarda Yeşilçam Sinemasında karakterler olmadığını, tipler bulunduğunu belirtmiş, karakterlerin batı sineması için söz konusu olduğunu söylemiştim. Konunun üzerinde yeniden durulması ve düşünülmesi gereğini duyuyorum. Yeşilçam’ın tiplere dayandığı durumunun tartışılması gereksiz. Olay çok açık ve net. Asıl sorun batı Avrupa ve Amerikan sinemasında. Buralardaki filmlerde karşımıza çıkan kişiler gerçekten karakter özellikleri mi taşımaktadırlar?

Genelinde, toplum yapısının özerk bireylerden oluşmaya başlamasıyla, bireyler arası ilişkiler, çatışmalar sanat alanına da yansıyarak buralarda dönüşümlere yol açmıştır. Çok sesli müziğin gelişmesi, roman türünün ortaya çıkması, resimde, heykelde portrelerin yapılması gibi, tiyatrolarda dramatik yapı ve karakter kişiler belirmiştir. Dramatik tiyatro karakterler üzerine kurulmuştur. Karakter bir bireyi temsil eder. Toplumsal yapı ve toplumsal algı bu yöndedir.

Batı sinemasında, filmlerdeki kişiler bu genel eğilime uyuyorlar mı? Otomatik olarak uyması beklenir, birleşik kaplar olayında olduğu gibi. Aynı toplumsal yapının aynı kültür ve sanat ortamının bir parçası olarak sinemada da dramatik yapı ve karakter kişilerin bulunması beklenir. Öyle midir gerçekten de? Kesin olarak öyledir demek kolay değil. Orada da tipler var, belki tiplemeler var demek daha doğru olur.

Bu konularda derinlemesine irdelemelerde bulunmak beni çok aşar. Konunun uzmanları olayı çok açık olarak ortaya koyup tartışabilirler. Ben kabaca bazı durumları görmeye, üzerinde düşünmeye çalışıyorum.

Yeşilçam sinemasını besleyen kültür halkımızın sözlü, geleneksel kültürü. Onun özelliklerini taşıyor. Bu kültür, bütünüyle Anadolu’ya özgü değil, köklerini Asyadan alıyor. Asya kültür çevresinin parçası. Ayrıca,burada da özel olarak Orta Asya Türk kültür çevresinin bir parçası ve devamı.

Yeşilçam, görünürde Türkiye’deki yaşamın soyut yansımalarını taşıyor. Tipler bizim yaşamımızın tipleri. Ama yaşamın içinde tipler yok, kimse ait olduğu tipin maskesiyle dolaşmıyor. Toplumda kişiler var, Ahmet, Mehmet, Ali, Özgür, Hakan gibi. Sinema gerçek yaşamın olduğu gibi gerçek bir yansıması değildir. Aynaya baktığımızda herkes orada kendini görür Ahmet’i, Mehmet’i… Aynada biz görmek istediğimizi değil aynada yansıyanı görürüz. Ayna optik olarak gelen ışığın görüntüsünü yansıtır, tarafsız bir yansıtıcıdır yalnızca. Sinema böyle bir ayna değildir. Sinema bir kurmacadır, kurmacayı yansıtır. Orada biz işte asıl görmek istediklerimizi görmek isteriz. Orasının biz görmek istediklerimizin aynası olmasını bekleriz ve bunu sağlarız. Sinema görmek istediklerimizi bize gösterir.

Ama sinema olayı bir organizasyondur. Erki elinde tutan organizasyonu da kendine göre yapar. Olay burada düğümlenmektedir.

Yeşilçam sinemasında erk seyircidedir. Çünkü para seyircidedir. Orada kültürel kimliğiyle kendini görmek ister ve görür. Tipler de yaşamındaki kültürel tiplerdir.

Batı sineması farklı bir toplumsal, kültürel yapının olayıdır. Orada asıl erk kapitalist sistemdir. Sistem neyin nasıl yansımasını istiyorsa sinema seyircilere onu yansıtır, sistemin yansıtıcısıdır, sistemin kültürünün, kimliğinin yansıtıcısıdır. Burada seyirci müşteridir, tüketicidir, manipüle edilendir.

Yeşilçam böyle bir sinema olmamıştır. Yeşilçam’ın demirbaş tipleri vardır. Oyuncular o tipleri oynarlar. Tipler genelinde oyunculardan bağımsız oluşumlardır. Oyuncular o tiplerle var olurlar.

Batı sinemasında da tipler vardır. Daha doğrusu tip anlayışı vardır. Burada oyuncular kendi tiplerini oluştururlar. Filmlerde kendi tipine uyan kişileri oynarlar. Yada, belki şöyle demek daha doğru olur, sistemin toplum için uygun bulduğu kişileri oyuncular kendi tipleriyle canlandırırlar.

Amerikan sinemasından, Fransız, İtalyan sinemasından oyuncuları gözümüzün önüne getirelim, Robert De Niro, Bruce Willis, Silvester Stolone, Alain Delon, Jean Paul Belmondo, Jean Gabin, Lino Ventura, Anna Magnani, Sophia Loren, Franco Nero ve diğerleri hep kendi tiplerini oynarlar. Yan roller içinde durum aynıdır. Klasik western filmlerinde oynayan oyuncular her filmde hep aynı kendi tipiyle ve giysileriyle perdede görünür.

Batı sinemasında oyuncular ait oldukları toplumun toplumsal kodlarına uyan tipleri canlandırırlar. Kendi ulusal (yerli) sinemasının parçasıdırlar, Fransızdırlar, İtalyandırlar, Amerikalıdırlar.

Seyirci genel bir seyircidir, toplumun bütün kesimleridir. Böyle olmak zorundadır. Sermaye herkese seyrettirebileceği ticaretini yapabileceği ürün için yatırım yapar. Bu ürünün (filmin) tasarımını sermaye, para yatıran yapımcı yapar. Senaryo yazarı, yönetmen, oyuncu bu tasarıma uyan katkılarda bulunur. Bu bir sistemdir, sanayileşmiş bir sinemadır. Filmler bu kapitalist sanayinin ürünleridir. Satılmak üzere, herkes seyretsin diye, bir kültürel tüketim nesnesi olarak yapılırlar.

Ama iş her zaman olduğu gibi salt ticaret değildir. Sistemin toplumsal, kültürel politikalarına da hizmet eder. Bu durumun bu şekilde netleşmesi soğuk savaş döneminin (1950 sonrasının) bir gelişmesidir. Oluşumları şöyle gruplayabiliriz: Sinemanın ilk yılları (1900 başları), birinci dünya savaşı sonları (1920-1930), ikinci dünya savaşı sonrası (1940-1950) ve soğuk savaş dönemi. Sıcak savaş dönemleri film üretiminin sekteye uğradığı yıllardır.

Daha öncede çok yazdım, sinema kapitalizmin kucağına doğmuştur ve onun elinde yetiştirilmiş, büyütülmüş, olgunlaştırılmış ve biçimlendirilmiştir. Kısaca kapitalizmin çocuğudur, ürünüdür, sinemasıdır, onun siyasetinin, ideolojisinin bir yansımasıdır, aynasıdır. Genel işleyiş böyledir. Ve bu yapıdaki bir sinema diğer ülke sinemaları için de bir model oluşturmuştur. Film üretimi pahalı bir uğraştır para gerektirir. Para sermayedarlardadır (kapitalizm). Sermaye işine gelen ürüne para yatırır öyle de olmuştur. Parayı veren düdüğünü çaldırmıştır.

1900’lerin başlarında sinemanın gücü sermaye tarafından hemen anlaşılmıştır. Halk sinemayı merak etmektedir ve filmlere ilgi büyüktür. Sinema yatırım yapılabilir yeni bir alandır.ama ne çekilecektir nasıl çekilecektir? Deneye deneye yol alınır. Sinema diye yeni bir şey yaratılacaktır. Yaratıcılık en öndedir. Yatırımcılar da, film çekenler de yaratıcı olmak zorundadırlar. Nasıl olsa hazır bir seyirci vardır, film istemektedir, yeterki perdede hareket eden görüntüler olsun her şey denenebilir. İlk yıllar böyle geçer. Zamanla olay netleşmeye başlar. Her ülke kendi koşulları içinde sinemaya biçim vermeye, başkalarının yaptıklarından öğrenmeye çalışır. Ulusal kodlara uyan filmler çekilir.

1920’ler sinemanın tecimsel boyutunun yanı sıra bir kültür ürünü de olduğu, hatta yeni bir sanat olabileceği özellikle Avrupalı düşünürler tarafından tartışılmaya başlandığı kuramlar üretildiği dönemdir.

2. savaş yılları Avrupa’da film çalışmalarını sekteye uğratır. ABD’de ise filmler yapılmaya devam eder. Sessiz sinemadan sesli sinemaya geçilir. Sinemada yeni bir dönem başlar çok şey değişir.

Savaş sonrasında batı toplumları yeniden toplanırken sinema da toplumun aynası olacak filmler üretmeye başlar. Gerçekçilik temelinde İtalya’da yeni gerçekçilik, Fransa’da şiirsel gerçekçilik, psikolojik gerçekçilik, İngiltere’de belgesel sinema, Almanya’da gerçeküstücülük, Sovyetler Birliği’nde sosyalist gerçekçilik anlayışında filmler çekilmeye başlar. Her ülke kendi ulusal kültür yapısına uyan filmlerle kendi ulusal sinemasını oluşturmaya çalışır. Sinemanın sanat olduğu da artık onaylanmıştır, sinema üstüne eleştirel, kuramsal düşünceler gelişmektedir. Sinema yayınları, film eleştirileri, sinema dergileri, film üretimlerine koşut çoğalmaya başlar.

Bu dönemde film kişileri karakter özellikleri gösterirler. Gerçek yaşamın gerçek insanları, bireyleridir bunlar.

Soğuk savaş dönemiyle birlikte kabaca 1950’lerle Avrupa sineması nitelik değiştirir. Ülkelerdeki yönetimlerde ekonomik sisteme daha bir hizmet eder yapıya girerler. Ekonomik sistem siyasal anlayışıyla birlikte ideolojik olarak da belirleyiciliğini devreye sokar. Bunun izleri sinemada da kendini gösterir. Film üretiminde ağırlık tecimsel filmlere geçer. Tecimsellik belirleyici olur. Hemen savaş sonrasının gerçekçi, eleştirel, toplumsal filmleri yerlerini halkı oyalayacak, dertlerinden uzaklaştıracak yapımlara bırakır. Her ülke kendi tecimsel sinemasını yaratır.

Bu arada ABD’de Hollywood kesintiye uğramadan film üretimini sürdürmüş ve sistemini oturtmuştur. Tür filmleriyle kendi masal dünyasını kurmaktadır ve filmlerini bütün dünyaya pazarlamakta satmaktadır. Hollywood sineması bütün dünya için bir modeldir. Her ülkede filmleri gösterilmekte, seyircilerle buluşmaktadır. “Amerikan yaşam tarzı” anlayışı yayılmaktadır. Avrupa ülkelerinde bir yanda kendi sinema filmleri bir yanda da Hollywood filmleri başat olarak gösterilmektedir. Her ülkenin yapımcıları Hollywood filmlerine karşı kendi tecimsel filmlerini üretmeye çalışır. Tecimsel anlayış filmlerin çok seyirciye ulaşmasını amaçlar. Bunun için belli tecimsel film anlayışı, film yapısı, film standartları belirlemek gerekir. Her ülke bunu kendi toplumuna göre çözümler ama bu arada filmlerin başka ülkelere de satışları söz konusudur. O zaman bu tecimsellik anlayışı diğer ülkeler içinde geçerli olmalıdır. “Bileşik kaplar” sistemi işler. Ortak bir tecimsel film anlayışı ve standartları oluşur. Ortak yapımlarda bunu destekler, ortak anlayış, ortak oyuncular, ortak konular…

Avrupada sinema bir sanayi ürünüdür,sanayileşmiş bir sinemadır. Sanayi ürünlerinin standartları olur. Her şey ekonominin kurallarına göredir. Halk müşteridir, seyircidir ona filmler pazarlanır tüketmesi için. Oyuncular bu sistemin filmlerinin oyuncularıdır. Onlar da bir bakıma sanayinin ürünüdür, pazarlanırlar. Ayrıca film pazarlamanın lokomotifidirler. Oyuncunun filmi pazarlanır. Reklam ve tanıtım sektörü işin bir parçasıdır.oyuncunun ne oynadığından çok oyuncunun kendisi önemlidir seyirci için. Seyirci sevdiği oyuncunun filmlerine gider. Oyuncu yapımcı için bir yatırım alanıdır (nesnesidir). Seyirci sevdiği oyuncuda kendine dair özellikler bulur, oyuncudan hep aynı şeyleri bekler bu beklenti oyuncunun oynayacağı filmlerdeki durumunu da belirler. Seyircinin beklentilerinin dışına çıkamaz. Bu onun standart kişiliğidir artık. Dolayısıyla hep kendi karakter tipini oynar her filmde. Sanayi ürünü tecimsel popüler kültür içinde popüler sinema ve popüler oyuncular… Her şey sistem tarafından tasarıma uygun olarak üretilir ve pazarlanır.

Ayrıca bir de gene sistem içinde ama sistemin tecim anlayışının dışında “sanat sineması denen” sınırlı bir seyirciye ulaşan filmlerde yapılmaktadır bu ülkelerde. Bu, “sanat sineması” filmlerinin sistem içindeki konumu işlevi başka bir yazının konusu.

Ayrıca gene özellikle İtalya ve Fransa’da güçlü sol partiler ve sendikalar vardır, güçlü bir entelektüel çevre vardır, yayıncılık eleştiri kuramsal çalışmalar yapılmaktadır.

Cannes ve Venedik festivalleri sinemanın tecimsel boyutunun dışındaki oluşumların sergilendiği dünya sinema çevrelerine sunulduğu ortamlardır. Yani Avrupa’da sinema tamamıyla tecimsel sinemaya teslim olmamıştır. Yönetmenlerin isimleri oyuncular kadar önemsenmektedir. Gene de bütün bunlar seyirciler için yapılan tasarımlardır. Bunu ister kapitalist yapımcı yapsın, ister sanatçı, yaratıcı yönetmen yapsın olay seyirciler için yapılan tasarımlardır. Kuşkusuz seyircilerin eğilimleri, beklentileri dikkate alınarak yapılmaktadır filmler. Seyirciler asıl belirleyiciler değillerdir. Oysa Yeşilçam’da belirleyici olan seyircilerdir, asıl tasarımcı seyircilerdir. Dolayısıyla sinemada var olan tipler bu durumlara göre biçimlenmişlerdir. Yeşilçam’ın kahraman tipleri seyircilerin kültürünün derinliklerinden gelirler, batı sinemalarında böyle bir derinlik yoktur, zaten batı toplumlarının tarihsel geçmişleri de çok eskiye gitmez. Yeşilçam geleneksel sözlü kültür ürünüdür batı halkın sözlü kültürünü çoktan geride bırakmış yazılı kültürle yol almaktadır ve bu yazılı kültür toplumsal oluşumlara yön vermektedir. Batı sinemaları da kapitalizmle birlikte bu yazılı kültür insanları tarafından tasarlanmaktadır.

Sinema sanat kültür alanına girdiğinde diğer sanatların toplum yaşamında yüzlerce yıllık bir geçmişleri ve gelişim süreci vardır. Sanat ailesinin yeni doğan bir çocuğu olarak sinema bu sanat ortamından beslenmek yerine yatırımcının beklentileri doğrultusunda yol almaya çalışır. 1. savaş öncesi yıllarıdır Avrupa’da sanat ve düşünce ortamında köktenci oluşumlar çeşitli akımlar, dönüşümler yaşanmaktadır. Hatta sinema bunlara etkide eder ama kendisi pek etkilenmez. Diğer sanatların popüler bir kitlesi, yapısı yoktur. Geniş kitlelerin yaşamını kucaklama gibi bir beklenti içinde değildir. Sanat ve kültür çevrelerinin bir olayıdır. Uzun zaman içinde ancak geniş kitlelerin yaşamına girebilir. Bu yıllarda daha sinemanın sanat olabileceği kimsenin düşüncesinde yoktur. Eğlence eğlendirme aracıdır, çok ilgi çekmektedir, popülerdir. İşte sermaye böyle bir sinema algısına yatırım yapar. Her ülke kendi halkının kültüründen, tarihinden, günlük yaşamından beslenen öyküler anlatan filmler yapar. Genelde filmlerin sesi ve rengi yoktur ama geniş bir kitlesi vardır.

Savaş sonrasında Avrupa’da sinema sanat ve kültür çevrelerinin de ilgisini çeker tartışılmaya başlanır. Çünkü sinema eğlence kültürünün bir parçası olmuştur ve kendi kültürel yapısını oluşturmaktadır. Ayrıca yeni bir sanatın oluşumu söz konusudur. Böylece sinema yalnızca sermayenin değil kültür çevrelerinin de alanına girer. Bu çevreler sinemaya el atarlar sanat alanlarında o sıra var olan akımlara, düşüncelere, anlayışlara göre ona şekil vermeye çalışırlar.

Oyunculuk anlayışı da tiyatroda var olan “bir karakter yaratmak” düşüncesi üzerine kuruludur. Oyuncular “karakter” olmaya çalışırlar. Bir çoğu da zaten tiyatrodan gelmektedir başka bir model de yoktur.tip yaratmak tip olmak uzak doğu sanatlarının batıda tanınması sonucu batı tiyatrosunda düşünülmeye tasarlanmaya başlar. Fakat sinema oyuncularında tipleşme bunun sonucu ortaya çıkmaz. “Brecht’in denemeleri, Sovyetler Birliği’ndeki uygulamalar bu konuda yönlendirici olmamıştır.” Ve 1950’lerden sonrasının bir olayıdır ve de tecimselliğin sinemanın ana yapısı olmasının bir sonucudur. Sermaye tecimsel anlayışıyla ve siyasal ideolojik yaşam yapısıyla sinemayı şekillendirir. Sermaye için filmler tecimsel mallardır ve pazarlanırlar. Tecimsel malın pazarlanmak için belli standartları olmalıdır. İşte bu standart olma düşüncesi oyuncuların standart tiplere dönüşmesinin başlıca nedenidir. Tecimsel popüler filmlerin popüler oyuncuları artık tiptirler. Yatırımcının sinemasında durum ve ana akım budur.

Yeşilçam’daki tiplerin oluşumunun kaynağı seyircilerin kültürel yapısıdır. Oysa batıda tipler tecimsel sinemanın standardizasyonunun bir sonucudur.

Yeşilçam seyircileri “sinema aynasında” kendi kültürel kimliğinin yansıması tipleri görürken batı sineması seyircileri sistemin onlar için tasarladığı kimliği yansıtan tipleri görmekte onlarla bütünleşmektedir. Batı sineması sistemin uygun bulduğu bir toplum modelinin oluşturulması ve sürdürülmesinde görevini yerine getirir. Batı sinemasındaki oyuncular kendi tipleriyle bu oluşumda yer alırlar. Yeşilçam ise kendi kültürünün yansıtıcısı olarak bu kültürel toplumsal kimliğin yaşamasını sağlar. Yeşilçam seyircisi sinemada kendi yansımasını görür batı sineması seyircisi ise orada kapitalist sistemin anlayışının yansımalarını görür. Yeşilçam sinemasında halkın kültürel kimliği yansır, batı sinemasında kapitalizmin kültürel kimliği yansır. Tipler de bu durumun yansıtıcılarıdır.

(23 Temmuz 2017)

Engin Ayça

Dunkirk’de Yaşam Mücadelesi Üzerine Benzersiz Bir Deneyim

‘Dinamo Operasyonu’ olarak tarihe geçen ‘Dunkirk Tahliyesi’, İkinci Dünya Savaşı’nın kaderini değiştiren yakın tarihin dönüm noktalarından biridir. Belçika ve Fransa’ya giren Alman askerlerinden kaçarak Manş Denizi kıyısındaki Dunkirk sahiline konuşlanmış 400 bin kişilik İngiliz ordusu, 26 mil ötedeki evlerine ulaşabilme mücadelesi içindedir. Karadan Alman tanklarıyla sarılmış, hava ve denizaltı bombardımanlarıyla çoklu ateş altında kalmış askerler yok olmak ya da teslim olmak tercihiyle karşı karşıyadır.

1940 yılının 27 Mayıs’ından 4 Haziran’a kadar süren operasyon başarıyla sonuçlanmış ve 335 bin İngiliz askeri sağ salim vatanlarına dönebilmişlerdir. Dünyanın yeni düzenini yakından etkilemiş bu olaydan çok etkilendiğini, yaşamı boyunca duyduğu en insani ve en gerilimli vaka olduğunu belirtiyor Christopher Nolan. Buradan hareketle çektiği ‘Dunkirk’, dünya sinemalarıyla eşzamanlı olarak bizde de gösterime girdi ve ilgiyle izlenmeye devam ediyor.

İngiliz asıllı sinemacının en kişisel eseri olarak dikkat çeken ‘Dunkirk’, yaratıcısının da altını çizdiği gibi konvansiyonel bir savaş filmi değil. ‘Er Ryan’ı Kurtarmak / Saving Private Ryan’ın açılış sekansı benzeri kanlı savaş sahnelerine yer vermekten özellikle kaçınmış yönetmen. Kısıtlı bir süre içinde 72 kilometre uzunluktaki sahilde tutsak kalmış askerlerin hayatta kalma mücadelesi üzerine yoğunlaşıyor yapım. Askerler kumlar ve tahta mendirek üzerinde destroyerlerce alınmayı bekliyor. Gemiler ve tüm plaj Alman uçaklarınca bombalanıyor. Manş denizinin öte yakasından sivil tekneler mahsur kalmış askerleri kurtarmak için harekete geçiyor.

Nolan, farklı zaman dilimlerinde geçen olayları kurgu marifetiyle birleştiriyor. Bu tür zaman sıçramalarına yönetmenin önceki filmlerinden aşinayız gerçi. Bu kez, karada yaklaşık bir hafta, denizde azami bir gün, havada ise bir saatlik yakıt yüklemesi yapabilen uçakların ortak mücadelesini soluk soluğa bir ritimle harmanlanmayı başarıyor ve bu ölüm kalım deneyimini tüm görselliğiyle aktarıyor. Karakterlerin hikâyeleriyle, geçmişleriyle ya da gelecekte neler yapmayı plânladıklarıyla ilgilenmeyişi bu yüzden. Her şey şimdiki zamanda anlatılırken, izleyiciyi derinden etkileyen iki saate yakın deneysel bir seyir hedeflenmiş.

Filmin neredeyse % 90’lık bölümünde kullanılmış IMAX formatı tercihi de bu yüzden. Yönetmenin ‘Yıldızlararası / Interstellar’da da birlikte çalıştığı İsviçre doğumlu Hollanda-İsveç asıllı görüntü ustası Hoyte Van Hoytema’nın izleyiciyi olay anının tam ortasına sokan ve yaşananları orada bulunanların gözünden aktaran çalışması tam bir mühendislik şaheseri. Bu nedenle filmin IMAX formatında film gösteren salonlarda izlenmesi tavsiye olunur.

Sessiz filmlerin tutkunu olduğunu bildiğimiz Nolan, sinemanın bu has döneminden esinle filminde çok az diyalog kullanıyor. Sözgelimi, baştan sona yaşam mücadelesine tanıklık ettiğimiz genç asker (Fionn Whitehead) ilk 35 dakikada hiç konuşmuyor, devamında ise birkaç repliğin ötesinde sesini işitmiyoruz. Havada Tom Hardy, karada Kenneth Branagh, denizde Mark Rylance ve Cillian Murphy gibi tanınmış usta oyuncuların filmin önüne çıkmayan mütevazi katkıları var, ancak karakterler üzerine değil, hayatta kalma mücadelesinin deneyimlenmesinin hedeflendiği bir seçim söz konusu.

Sadece teknik bir gösteriden de ibaret değil ‘Dunkirk’. Havadan keklik gibi avlanan insanların dayanışmasını izlerken çok etkileyici duygusal anlara tanıklık ediyoruz. Gökten Almanların ‘teslim olun ve sağ kalın’ broşürleri düşerken yollarına devam eden genç askerlerin tedirginliği, doğal ihtiyacını gidermek üzere kumlara eğilmiş askerin toparlanarak ölü arkadaşını gömmeye çalışan bir diğerinin yardımına koşması, büyük oğlunu savaşta kaybetmiş sivil tekne sahibinin ‘savaşı benim yaşımdakiler çıkardı, çocukları ölümden kurtarmalıyız’ feryadı, istemeden genç bir sivili ağır yaralayan travma geçirmekte olan askerin pişmanlığı, hayatını kaybeden genç sivilin kurtuluş sonrasında son arzusunun yerine getirilmesi, karaya oturmuş tekneye doğru koşan genç İskoçların görüntüleri filmin unutulmaz kareleri olarak zihinlerde yer ediyor.

Ve bu görsel deneyim ve duygu fırtınasını bir sessiz sinema piyanisti edasıyla müzikleyen Hans Zimmer’in filme önemli katkısının hakkını vermeden de geçmeyelim. Üstadın, İngiliz besteci Edward Elgar’ın bir teması üzerine oluşturduğu müzik bandı kolay unutulacak cinsten değil. Cristopher Nolan’ın en kişisel filmi, şimdiden klasikleşmiş bir başyapıt ‘Dunkirk’. Ödül mevsiminde adını bol bol duyacağımızdan eminim.

(22 Temmuz 2017)

Ferhan Baran

[email protected]

Karaoğlan: Camoka’nın İntikamı

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Kelebek etkisi nedir, bilirsiniz. Dünyanın bir ucundaki kelebeğin kanat çırpmasının dünyanın öteki ucundaki başka bir olaya etki edebildiğini öngören bir felsefedir. Sinemada “The Butterfly Effect” adıyla filmi de yapılmıştır ve “Kelebek Etkisi” adıyla 09 Nisan 2004 tarihinde sinemalarımızda gösterilmiştir. Geçen hafta Özen Film “Davud ve Calût: İnanç Savaşı” Türkçe ismini uygun gördüğü “David vs. Goliath: Battle of Faith” orijinal isimli filmi önümüzdeki aylarda vizyona çıkaracağını duyurdu. Filmin adındaki “Calût” kelimesini ilk defa duyduğumu itiraf ederim. Bu kelime görüldüğü gibi orijinal isimdeki “Goliath” kelimesinin karşılığı olarak kullanılmış. 1960’lardaki Herkül ve Masist’li filmler furyasına yetişmiş sinemaseverler -tahminen- “Herkül Golyat’a Karşı”, “Masist ve Golyat” isimli onlarca film seyrettiğini hatırlar. Günümüzdeki filmlere Türkçe isim koyarken benzer filmlerde geçmişte nasıl isimlendirme yapıldığına bakmakta yarar vardır. Herkül’den misal verirsek son yıllarda sinemalarımıza “Hercules” olarak gelen filmlerin adlarını yadırgamışımdır. Lâfı dolandırıp kelebek etkisine getireceğim. 40 yıllık Golyat nasıl Calût olmuş diye düşünürken bir baktım Yeşilçam’ın unutulmaz oyuncusu Danyal Topatan’a gelmişim. Calûd-Golyat-Masist etkisini yukarıda açıkladım. Bahsettiğim olayda kelebek etkisi şöyle devam ediyor: Masist’li filmleri düşünürken o tür filmlerde oynayan ünlülerinden Steve Reeves ve Gordon Mitchell’i hatırladım. Steve Reeves’in günümüzün John Wick’i Keanu Reeves’in dedesi olmadığını daha önceki bir yazımda bahsetmiştim. Bilen bilir, bilmeyen internetten bakabilir, Gordon Mitchell yabancı sinema oyuncularının en yakışıklı çirkin adamıdır. Tuhaf bir ifade olduğunun farkındayım ama Yılmaz Güney’e Çirkin Kral lâkabını veren bir neslin sinemaseveri olduğumu düşünürsek bu ifademi mazur görebilirsiniz. Gordon Mitchell’den de Danyal Topatan’a geçtim. Karaoğlan filmlerindeki Camoka rolüyle başrole kadar tırmanan bu benzersiz oyuncumuz zamanında çok sevilirdi. Allah rahmet eylesin. (18 Haziran 2017)
Kelebek etkisini sürdüren diğer yorumlar:
Nizam Eren: Abi harika anlatmışsın… Hiç bişey anlamadım.
Sadi Çilingir: Başında yazıyor: Kelebek etkisi. Danyal Topatan – Karaoğlan – Cengiz Han – Orta Asya… Git gidebildiğin kadar. Sen yine de bir beğendi ifadesi tıkla.
Ali Sönmez: “Yabancı sinema oyuncularının en yakışıklı çirkin adamı” bence Charles Bronson’du.
Sadi Çilingir: Sen benden daha genç kuşak olduğun için makûldür. Bronson da gözdelerimdendir. Lemi Kovşın’ı da hatırlatırsın sen şimdi. Michael Constantine miydi? (Nizam gördüğün gibi kelebek etkisi sürüyor.)
Nizam Eren: Kelebek etkisi değil bu, huzurevi dayanışması.
Ali Sönmez: Eddie Constantine; bak ona yetiştim. Ama o yakışıklı filan değil, düpedüz çirkindi. At suratlı Fernandel’den biraz daha yakışıklı ancak.
Sadi Çilingir: Nizam, sen de huzurevini ziyarete gelen gençlerdensin sanırım.
Nizam Eren: Bu bayram el öpmeye geleceğim. Bana Feri Cansel, Melek Görgün’ü falan anlatırsınız.
Sadi Çilingir: Süheyl Eğriboz, Kudret Karadağ, Coşkun Göğen… Anlatacak çok şey var. Önder Somer… Kelebek etkisi devam ediyor.

(Fotoğraf: Steve Reeves – Herkül) Toplumumuz insanı tarif ederken nedense pek dengesiz davranmış. Kalem kaş, elma yanak, kiraz dudak, hokka burun, burma bıyık, top sakal, zeytin göz dediğimiz yüzümüzü seyre açık bırakmışız; sırma / lepiska saçlım diye methettiğimiz kafamızın tepesini ise şapka, bere, kep gibi malzemelerle muhasaraya almışız. Bendeniz her iki tarafımı da özgür bıraktım. Bıyık yok, şapka yok, sakal yok, bere yok. Maşallah her yönüm püfür püfür. (20 Haziran 2017)

“İyilikten maraz doğar” atasözümüze şu günlerde yürürlükte olan sinema ortamından bir misal vereyim. Arkadaşın birisi filminin DVD.sini yayınlamak için bir firmadan talep geldiğini belirttikten sonra bir an önce sinema salonlarında gösterilebilmesi için öneride bulunmamı istedi. Bilen bilir, filmler sinema salonlarında gösterilmişse DVD hakkı ücretleri artar. Sanat filmleri gösteren bir grup ile bağlantı sağladım. Bir süre bekledim, bir süre dediğime bakmayın, lafın gelişi öyle. Arkadaştan birkaç hafta çıt çıkmayınca grubu arayıp neticeyi sordum. Önümüzdeki Ekim ayında gösterimini planladıklarını söylediler. Tam bu aşamada filmin DVD.si pat diye piyasaya çıkarılıverdi. Muhtemelen grup DVD.si çıkan filmi Ekim ayında sinema salonlarında göstermekten vaz geçecek. Yazının başındaki atasözünün “iyilik” kısmını anmasak da olur, çünkü biz sinefiller hiçbir menfaat beklemeden tüm filmlerin sinema perdesinde izlenmesi için gayret sarf ederiz. Ancak bu durumda “doğan maraz” bendenizin şevkimin kırılması oluyor. Bu kırılma, benzer durumda bir müddet çekimser davranmama sebep olacak. Neticede hepimizi insanız, ne kadar prensipli davranmaya çalışsak da aciz olduğumuzdan prensiplerimizi askıya alabiliyoruz. Ama henüz korsandan sinema filmi izlememe prensibimi devam ettirdiğimi belirteyim. (22 Haziran 2017)

Son zamanlarda sade ifadeli yazıları daha çok sever oldum. Misal: Gökyüzü bulutlandı, yağmur yağabilir. Çok süslü, tuhaf ifadeli yazıları sevmiyorum. Misal: Sevgisizlik uçurtmanın kanadında umarsızlığın pişmanlığıyla dalgalanıyor. (20 Haziran 2017)

İrmik helvasında racon: Çam fıstığı ne kadar pahalı olursa olsun her porsiyonda yeteri kadar olacak. (21 Haziran 2017)

(21 Temmuz 2017)

Sadi Çilingir

[email protected]