Kategori arşivi: Yazılar

Bir Direniş Öyküsü

69. Cannes Film Festivali yarışma seçkisinin en güzel filmlerinden ‘Aquarius’un sinemalarımızdaki gösterimi başladı. Daha önce If Bağımsız Filmler Festivali’ne konuk olmuş, önümüzdeki ay başlayacak 36. İstanbul Film Festivali’nin Bienal ile işbirliği sonucu ‘iyi bir komşu’ temalı filmler seçkisinde yeniden izleyici karşısına çıkacak olan 2012 yapımı ‘Komşu Sesler / O Som Ao Redor’ ile tanıyıp sevdiğimiz Kleber Mendonça Filho’nun ikinci uzun metrajı bu.

Bir önceki filminde olduğu gibi, yönetmenin çocukluğunun geçtiği Brezilya’nın kuzeydoğusunda, Atlantik Okyanusu’na nazır sahil kasabası Recife’de geçiyor hikâye. Film adını ana karakterin yaşadığı, orada üç çocuğunu büyüttüğü apartman binasından alıyor. 60’lı yaşlarını süren entellektüel Clara’nın yaşamının birçok önemli anına tanıklık etmiş 1940’lardan kalma eski apartman dairesi, paha biçilmez anılarla doludur. Raf raf kitaplar, plaklar, duvardaki resimler, posterler bir dönemin kültürel zenginliğini gözler önüne sermektedir. Çevresi tarafından Dona Clara hitabıyla saygı gören sıkı bir kadındır Clara. İlerlemiş yaşına karşın denizden sahile çıkışı gözüpek bir Bond kızı edasındadır. Özgür ruhu, 68 kuşağından teyzesi Lucia’dan mirastır ne de olsa. İkamet ettiği apartmanın o dönemin çiçek çocuklarını konu alan ünlü ‘Hair’ müzikalinin açılış şarkısı ile aynı adı taşıması bu yüzden anlamlıdır.

Sorun, kentsel dönüşüm tezgâhı altında tarihi ‘Aquarius’ binasının emlak simsarları tarafından ele geçirilerek yıkılmak istenmesiyle patlak verir. Politikacılarla arasını iyi tutmuş büyük bir emlak şirketi binadaki diğer kat maliklerini teker teker ikna etmiş, sıra Clara’nın şirin apartman dairesini satın almaya gelmiştir. Kendi çocukları dahil çevresindeki herkes inşaat şirketinin cazip teklifini kabul etmesini ister ondan. Ancak onun geçmişini ve anılarını yok etmeye hiç niyeti yoktur. Eski binanın yerine kondurulacak cam ve çelikten yeni rezidans fikrini anında reddeder. Müteahhitlik firmasının yurt dışında eğitim görmüş genç patronu ve ekibinin türlü yıldırmalarına karşı tek başına bir direniş başlatır. Bu zorlu süreçte hem geçmişini kapı dışarı etmek isteyen bir toplumu, hem kendini keşfe çıkacaktır.

Film eleştirmenliğinden gelen Filho, mükemmel bir karakter incelemesine imza atmış ‘Aquarius’ ile. Uzunca bir aradan sonra sinemaya dönüş yapan, ‘Örümcek Kadının Öpücüğü’, bizde gösterime girmemiş ‘Dona Flor ve İki Kocası’ benzeri klasiklerle ülkesinde haklı bir şöhrete sahip olan Brezilya sinemasının efsanevi yıldızı Sonia Braga ile gayet verimli bir iş birliği gerçekleştirmiş. Filho’nun eski mesleğine hoş bir nazire olarak emekli müzik eleştirmenini canlandırıyor Braga. İyi müziğin her çeşidine vurgun, Brezilyalı anıtsal besteci Heitor Villa-Lobos hakkında kitap yazmış olması tutkuyla Queen dinlemesine engel değil. Stanley Kubrick’in para pul sahibi olmanın boşunalığı üzerine destansı başyapıtı ‘Barry Lyndon’ın kocaman afişi süslüyor evinin duvarını. Yok edilmeye çalışılan tarihin bu hüzünlü kutsamasında, bir haysiyet portresi olarak klasikleşeceği muhakkak bir performansa imza atıyor büyük oyuncu.

Film aynı zamanda yolsuzluğun ve boşvermişliğin doruğa çıktığı Brezilya’nın ve ona benzer ülkelerin ahvalinin eşsiz bir metaforu niteliğinde. Çok uzaklara gitmeye gerek yok, kendi ülkemizde kentsel dönüşüm adı altında şehrin ve toplumsal hafızanın nasıl tahrip edildiğine hüzünle isyan ettiğimiz bir dönemden geçmiyor muyuz bizler de. ‘Biz mekânımızla bütünleşiyoruz. Anılarımız kimliğimizi oluşturuyor. Binayı yıkmakla birkaç kuşağın kültürünü ve yaşamını yok ediyorsunuz, anılarını siliyorsunuz’ diyor yönetmen. Bir diğer söyleşisinde, 1952’de hizmete girmiş Recife’nin muazzam Sao Luiz Sineması’nın geçen yılki hüzünlü kapanışından dem vuruyor. Onca itiraz ve isyana karşın yıkılan tarihi Emek Sineması geliyor aklıma. İşgal ve yıkıma karşı soylu direnişin hikâyesi olan bu güzel film aracılığıyla, çakma Emek’i savunanlardan hesap sormak istiyorum.

(20 Mart 2017)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Kırmızı Kaplumbağa ve Kısa Film Üzerine…

Kısa film, düşlerinizde geliştirdiğiniz öyküyü sansürlemeden, tüm engelleri bir şekilde aşarak (en azından aşmaya çalışarak) söylemek istediğinize odaklanan, önemli bir dildir. Yeni bir anlayışı, yeni bir soluğudur sinemanın; kaygısız, korkusuz, önyargısız ve art niyetsiz.

Bir coşkudur kısa film…

Kısa filmi, dağların doruklarından, baharla birlikte eriyen kar sularının çağıltılı, okyanusa ulaşma coşkusudur böyle tanımlamak aynı coşkunun yansıması olmalıdır ki heyecan bir yaşam boyu sürsün. Gerçekte de öyledir, hayat sizi alır taşır kendi coşkusunun içine…

“Burjuvalar yüksek duvarlarla
Çevirmişler avlularını
Ama bir kiraz ağacı gördüm ki geçen gün
Dışarı uzatmıştı en çiçekli dalını”

Ataol Behramoğlu’nun bu dizeleri en iyi tanımıdır kısa filmin de kısa filmcinin de… Böylesine bir tanımın ardından tutup kısa filmi, kurmaca filmin (fiction) özeti olarak görmek yanlışına düşmemek gerekir. Bizde ağırlıklı olarak, özet film olarak tanımlanabilecek filmler izliyoruz kısa film diye.

Arasındaki fark-lar…

Uzun filmle kısa filmin arasındaki farkları saymak gerekir o zaman. Önce adından başlayalım: Sözlükler de içinde; kısa film, iki sözcük olarak yazılır tüm kitaplarda; oysa kısa film başlı başına bir türdür ve ‘kısa’lıkla hiçbir ilgisi yoktur. Zaten kısa filmi kısa yapan süresinden çok içinde barındırdığı coşku ve aşktır. Bağımsız oluşu, yapımcısının yalnızca kendi kararları doğrultusunda, kendince anlatması ve kuşkusuz kimseye kendini beğendirme gibi bir kaygısının olmamasıdır temelinde yatan. Çoğunlukla senaryosunu yazan kendi gücü ile doğru orantılı, olanakları ölçüsünde yapar, yönetir. Kimi zaman kendi çeker. Pek seyrek olarak profesyonel oyuncular rol alsalar da oyuncu kaprisi olmaz kısa filmde.

Bu çerçeveden bakınca “Kırmızı Kaplumbağa” tüm profesyonelliği, ekibi, yapımı, sunumuyla ne kadar ticari olursa olsun, uzunluğuyla çelişse de kısa filmdir.

Profesyonel ama kısa film…

Yalnızlığı bilir misiniz, anladığınız ve/veya anlattığınız anda kaybolan, dilinizin ucuna gelip de seslendiremediğiniz… Tam da o baş başalığı anlatıyor “Kırmızı Kaplumbağa”.

Hepsi bir öyküde buluşmuş. Bir adaya düşen ve tek derdi oradan kurtulmak isteyen adamın öyküsünde… Issız adaya düşen Robinson Crusoe geliyor akla hemen. Ama onun Cuma’sı var, hiç değilse. Bu filmde biri var, adı da yok, ulusu da… Yalnızlığın sessizliği var yanında. Tek derdi bir an önce kurtulmak. Onun için bir barınak bile yapmıyor kendisine, varsa yoksa sal…

Kırmızı Kaplumbağa, doğayla iç içe, onun büyüsünü, içtenliğini, sakin ve yalınlığını anlamamız için. Her ne yaparsanız, kendiniz için yapıyorsunuz çünkü. Doğa kendi yolunda, kendi çizgisinde yürüyor. Ya ayak uydurursunuz ya da silinirsiniz. Karar sizin.

Görselliği tanıyalım…

Ses değil ama söz olmayınca anlatımın bütün yükünü perdeye yansıyan doğa, yaşananlar ve müzik üstleniyor. Doğa betimlemelerine diyecek yok. Müzik ve kuşkusuz uyumu müthiş. Ayzenştayn’ın filmini kurarken müziği de yazdığını hatırladım birden. Yerinde ve dozunda alabildiğine etkileyici kuşkusuz. Bırakın kendinizi görüntünün ve müziğin akışına, ıssız adadaki yalnız adamı takip edin. Hayallerini, umutlarını, kadınıyla buluşup çocuk yapmasını, doğa olaylarını ve kuşkusuz kırmızı kaplumbağanın getirdiği o güzelliği yaşayın, küçük yengeçlerle gülümseyin.

Yönetmen Michael Dudok de Wit’in filmi, göndermeleriyle öne çıkıyor: Tedirginlik, heyecan, umut… en çok da umut. Bir çizgi filmden çok ileride…

Muhakkak izleyin, ailecek izleyin, isterseniz sonra konuşalım.

Kırmızı Kaplumbağa, yönetmen Michael Dudok de Wit…

(19 Mart 2017)

Korkut Akın

İstanbul Film Festivali 36 Yaşında

İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından düzenlenen, ülkemizin en kapsamlı uluslararası sinema etkinliği İstanbul Film Festivali, bu yıl 36. yaşını kutluyor. Aradan geçen yıllar boyunca yepyeni ve dinamik sinemacı kuşaklara okul olmuş baharın müjdecisi festivalimiz, bir kez daha Türkiye ve dünya sinemasının en nitelikli örneklerinin gösterimlerinden, yıldız oyuncular ve usta yönetmenlerle söyleşilere uzanan zengin etkinlik programıyla, 05 – 15 Nisan tarihleri arasında kentin iki yakasında farklı mekânlar ve 10 ayrı sinema salonunda sinemaseverlerle buluşmaya hazırlanıyor.

Geçtiğimiz yıldan başlayarak süresi 11 güne indirilen festival, programına aldığı 186 uzun metrajlı, 17 kısa filmden oluşan görkemli programıyla sinemaseverleri epeyce koşuşturacağa benziyor. Geçtiğimiz günlerde ‘Kaldır Kafanı, Festival Başlıyor’ sloganıyla detayları açıklanan 36. yıl seçkisi, her sinemaseverin iştahını kabartacak bir çeşitlilik içeriyor. Festivalin ‘sinema tutkusu’ndan yola çıkan yeni bölümlerinden ‘Cinemania’ ve ‘Gömülü Hazineler’ kapsamında usta sinemacıların başyapıtları, kayıp, kült veya yeniden gündeme gelmiş klasiklerin dijital restore edilmiş sinema kopyaları yer alıyor.

‘Cinemania’ kapsamında, İranlı usta Abbas Kiarostami’nin geçen yıl aramızdan ayrılmadan önce bitirdiği kısa filmi ‘Beni Eve Götür’, Tarık Akan anısına sinemamızın büyük ustası Yılmaz Güney’in Sinop hapishanesinde kaleme aldığı senaryodan Şerif Gören’in çektiği ‘Yol’, Francis Ford Coppola imzalı epik mafya filmi ‘Baba / The Godfather’ ve 40. yılı anısına yenilenmiş kopyasından izlenebilecek tüm zamanların en ürkütücü filmlerinden biri olarak kabul edilen ünlü Dario Argento klasiği ‘Suspiria’ ilk bakışta dikkat çekenlerden. Festivalin 10 yıldır Groupama ile sürdürdüğü işbirliğinin bu yılki armağanı ise ülkemiz sinemasının en önemli klasiklerinden ‘Anayurt Oteli’. Merhum Ömer Kavur’un bu en güzel filmi, yapımından tam 30 yıl sonra yenilenmiş kopyasıyla izleyici karşısına çıkacak.

Geçtiğimiz yıl program kapsamına alınan ‘Gömülü Hazineler’ seçkisi yine doyumsuz sürprizler içeriyor. ‘Sinematek’ anılarımızda yer etmiş Kübalı usta sinemacı Tomás Guitiérrez Alea imzalı politik sinema başyapıtı ‘Azgelişmişliğin Anıları’; dahi Orson Welles’in en iyi yapıtlarından biri olarak kabul edilen Shakespeare uyarlaması ‘Falstaff’ (Geceyarısında Çanlar); geçen yıl aramızdan ayrılan Polonyalı usta Andrzej Zulawski’nin zamanında yasaklanmış epik bilimkurgusu ‘Gümüş Küre’ bu benzersiz mönüye dahil edilmiş.

Festivalin kolay ele geçmeyecek bir diğer sürprizi, bir ekolle ya da bir akımla kolay bağdaştırmanın mümkün olmadığı Fransız yönetmen Vincent Dieutre’ün ‘Yalnızlık Alıştırmaları’ başlığı altında gösterilecek 9 filmlik retrospektifi. Avrupalı kimliğini bir takıntıya, bir direnişe dönüştüren anlatıcı-sinemacının ‘doküdrama’ olarak anılan avangard otobiyografik filmleri merakla beklenmeye değer.

Festivalin ‘Ulusal Kısa Film Yarışması’ jürisinde yer alan deneysel sinemacı Vincent Dieutre ile, ‘Bonne Nouvelle’ filminin gösteriminin ardından Pera Müzesi’nde bir festival sohbeti gerçekleştirileceğini şimdiden hatırlatalım. Açılış gecesi sunulacak ‘Onur Ödülü’nü almak üzere festivalin konuğu olacak olan ‘Sir’ ünvanlı efsanevi İngiliz oyuncu Ian Mc Kellen’ın, programda yer alan Shakespeare uyarlaması kült filmi ‘III. Richard’ gösterimlerine katılarak sinemaseverlerle buluşacağını ve 07 Nisan Cuma günü Boğaziçi Üniversitesi’ndeki festival sohbetinde hayranlarıyla birlikte olacağını duyuralım.

Geçtiğimiz yıl ilk kez düzenlenmiş ‘Ulusal Belgesel ve Kısa Film Yarışmaları’ ile yarışma cephesini genişleten etkinlik, yabancı festivallerde öne çıkmış yapımlardan oluşan zengin bir seçkiyle sinemaseverlerin karşısına çıkıyor. Başta Altın Ayı ödüllü Macar yönetmen Ildiko Enyedi imzalı çok beğenilmiş ‘Beden ve Ruh’ olmak üzere Şubat ayında düzenlenmiş Berlin Film Festivali’nin ödül tablosunda yer alan bazı filmler buna dahil. Sinemaseverler için sıkı keşif imkânları sunan yapımlar ve ülkemiz sinemasından yirmiye yakın yepyeni kurmaca uzun metraj filmin yanı sıra, ‘Festival Galaları’ seçkisi dahilinde daha geniş bir seyirci kitlesinin ilgisini çekmeye yönelik filmler izlenebilecek.

Festival filmlerine ilişkin diğer önerilerimiz ve geleneksel kaçırılmaması gerekenler listemizi bir sonraki yazıya saklıyoruz. Festival biletleri 25 Mart Cumartesi günü 10:30’dan itibaren Biletix satış kanalları ile Beyoğlu Atlas ve Kadıköy Rexx Sinemaları’nda açılacak ana gişelerden, hizmet bedeli eklenmeden, tüm satış kanallarında aynı ücretlerle satışa sunuluyor.

(18 Mart 2017)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Abidik Gubidik

Sadi Bey’in Facebook Günlükleri:

Bir TV kanalının sabah haberlerinde Almanya Başbakanı Merkel’den bahsederken bir ara Sisifos söylemi ifadesi dikkatimi çekmişti. Evden çıkıp bu sabahki “Ben Ölmeden Önce” (Before I Fall) filminin basın gösterimine geldim. Bu filmin başında da Sisifos söyleminden birkaç kez bahsedilince bu tesadüf dikkatimi çekti. Vikipedi, Sisifos’u şöyle açıklıyor: Sisifos, Homeros’a göre ölümlülerin en bilgesiydi. Tanrıları kızdırması sonucu bir kayayı dağın tepesine çıkarmakla cezalandırılmıştı. Tam çıkardığı sırada taş aşağı yeniden yuvarlanıyor, taşın ardından bakan Sisifos aşağı inip tekrar taşı çıkarmaya çalışıyordu. Albert Camus’ye göre bu kısır döngüyü trajik yapan da kahramanın her deneyişinde tekrar düşeceğini bile bile taşı çıkarmaya gayret etmesidir. (10 Mart 2017)

Yeni bir kelime daha öğrendim, yazayım ki siz de öğrenin: Fatih Terim Hoca büyük bir motivatörmüş. Fox TV.nin futbol yorumatörü öyle dedi. (11 Mart 2017)

Cumhurbaşkanlığı sisteminde Cumhurbaşkanı başka partiden, başbakan başka partiden olursa / Abidik gubidik başbakan / Bolu Beyi’nin torunları / Bunlar da “Çarşı herşeye karşı” gibi / şeklindeki dil sürçmeleri mukayese edildiğinde dikkat ederseniz birinci dil sürçmesi % 25’e tekabül ediyor. (11 Mart 2017)

İlk defa bir TV dizisi bilgi dağarcığıma katkıda bulundu. Şair Nedim’in “Bu şehr-i Stanbul ki bi-misl-ü bahadır / Bir sengine yekpâre Acem mülkü fedadır” diye bildiğim dizedeki “bahadır” kelimesinin “behadır” şeklinde de söylendiğini “Kalbimdeki Deniz” adlı diziden öğrendim. Hz. Ali boşuna “Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum.” dememiş, tek harf deyip geçmeyin, önemlidir. İki harf olsa da, diğer önemli bir örnek Atatürk’ümüzün gençliğe hitabesindeki “İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dahili ve harici bedhahların olacaktır.” cümlesindeki birçok kişi tarafından “bedbaht” şeklinde söylenen “bedhah” kelimesidir; bu vesileyle hatırlatmış olayım. (11 Mart 2017)

Yerli filmlerin yurtiçi tanıtımlarında yeni bir trend oluşuyor gibime geliyor. Bu duruma önce Ustaoğlu’nun “Tereddüt” filminde rastlamıştık. “Tereddüt”ün haberlerinde aylarca “Clair Obscur” adlı İngilizce afişini kullanmak zorunda kaldık. Şu sıra bu durum tekerrür ediyor. Ceylan Özgün Özçelik’in “Kaygı” adlı filminin haberlerini de aylardır Berlinale için yaptırılan “Inflame” adlı İngilizce afişi ile vermek zorunda kalıyoruz. “Inflame” bir yenilik de yapmadı değil, Amerika’ya gidişi haberini de Amerika için yapılan 2. İngilizce afişiyle servis etti. Mecburen “Inflame yazılır Kaygı okunur” diyerek Türkiye için yapılacak afişi bekliyoruz. Aşağıda bahsi geçen trende uygun afişlerden bir kolaj görülüyor. (13 Mart 2017)

Facebook’un yeni sorusu “Aklından neler geçiyor?”a kokteyl bir cevap vereyim. TV.lerin sabah haberleri skiperlerinin kendi kanalları için sürekli “Biz tarafsız haber veririz, bizim için her görüş muteberdir” ve kendileri için “Ben şöyleyim, ben böyleyim” demeleri işin ciddiyetini yok ediyor, insanın tersine inanası geliyor. Bazı erkek ve dişi vatandaşların naturel domates, naturel biber, naturel patlıcan ve dahi gezen tavuk yumurtası yediklerini söyleyerek doğal beslendiklerini belirtirken diğer yandan burma bıyık, top sakal bırakmaları, yanağa allık, göze sürme çekmeleri naturelliklerine halel getiriyor. Sosyal medya ortamına sürekli gülen fotoğraf koyan arkadaşların arada sırada farklı fotoğraflar da koymalarını öneririm. Nasıl diyeyim sempatikliklerini zedeliyorlar. Demedi demeyin. (15 Mart 2017)

03 Mart haftasında sessiz sedasız gösterime giren “Deli Dolu” (La Pazza Gioia) adlı İtalyan filmi gibi 10 Mart haftasında da “Sonsuzluk” (Eternity) adlı film yine Cinemaximum Sinemaları’nın sanat filmleri uygulaması gereği sınırlı sayıda salonda gösterime girdi. Neyse ki bu film bazı web sitelerinde yer aldı. Ülkemizin önde gelen bir web sitesi yöneticisine, “Deli Dolu’nun vizyona girdiği sitenizde neden yer almıyor” diye sorduğumda, “Hangi sinemalarda ve hangi seanslarda gösterildiği konusunda kendilerine bilgi gelmediği için” yer vermedikleri cevabını aldım. Bu konuda biz sinema medyası bir türlü anlaşamayız. Bazılarımız filmleri, bilet alınarak girilen sinemalarda tüm gün ve tüm hafta gösterilmiş ise vizyona girmiş sayarız Bazılarımız için ise bilet alınarak girilen sinemalarda hafta içinde birkaç seans bile gösterilse vizyona girmiş sayılır. Bunu da belirtmiş olayım. (15 Mart 2017)

Nurettin’e, “Bu hengamede halet-i ruhin nasıl?” diye sordum; attığım zokayı yuttu, ciddi ciddi “Ruhi değil ruhiyedir o” diye cevap verdi. (16 Mart 2017)

Halk otobüsüne bindim, ineceğim durağa yaklaşınca kırmızı düğmeye bastım, her zaman “Duracak” yazan panoda sırasıyla “Pronamdata, Formanta, Stop” kelimeleri geçmeye başladı. Aktarma yaptıktan sonra bindiğim otobüste de twitter’a girdim. Adında Türk kelimesi olan web sitesi haftanın filmlerini duyurduğu tweet’ine görsel olarak vizyona giren 6 yabancı filmin 6’sının da orijinal afişini koymuş. Ben de altına cevap olarak: “Yabancı filmlerin Türkçe afişlerini koysanız daha iyi olacakmış.” diye yazdım. Ancak şaşırmaya fırsat kalmadan durumu kabullendim. Öyle ya az önce Cinemaximum Canyon Cinemas’da “Collide” filminin basın gösteriminden çıkmıştım: Director: Eran Creevy, Cast: Nicholas Hoult, Felicity Jones, Ben Kingsley, Anthony Hopkins. Sinemadan çıktıktan sonra da malumunuz fast food restaurantlarının bulunduğu uzunca bir koridordan geçiliyor. Kıssadan hisse: Olur böyle şeyler, ne de olsa Yeni Türkiye’deyiz. (17 Mart 2017)

(17 Mart 2017)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Alplerin Şatosunda Saklı Sırlar

Amerikalı yönetmen Gore Verbinski, sinemasının dışına çıktığı “Yaşam Kürü” filmi, usulca girdiği şatonun dehlizlerinde sırların ortasına düşüyor. Nefes kesici.

New York… Finansal şirkette Morris adında çalışan kalp krizi geçirip ölünce onun yerine genç Lockhart getiriliyor. Şirkette soruşturma kıskacında. Bu zor durumdan kurtaracak insan da İsviçre Alpleri’nde yaşam merkezinde tedavi gören CEO Pembroke’du. Yönetim kurulu onu hemen İsviçre’ye yolluyor Pembroke’u getirmesi için. Lockhart’ın da ruhunun derinliklerinde büyük acılar var. Filmin derinliğine dolaştıkça bu suçluluk veren duygulara da dokunuluyor. Çok geçmeden kendini sanatoryuma benzeyen bu şatoda buluyor genç adam. Pembroke’u hemen ulaşabilecek miydi? Her şey göründüğü gibi değil. Bu sağlık merkezini Dr. Heinreich Volmer yönetiyor. Volmer, bu şatosu gibi tuhaf ve gizemli. Volmer, Nazi artığı mıydı, yoksa karanlık şizofren ruhlu biri miydi?

Volmer’ın Pembroke’u götürebileceğini söyleyince dinlenmek için geldiği taksiyle şehre dönerken, araba geyiğe çarpınca şatoya geri dönmek zorunda kalıyor Lockhart. Bu şatoya giren bir daha çıkamıyor muydu? Genç ve güzel Hannah’la tanışıyor orada. Kazadan önce Hannah’ı duvar üstünde görüyor Lockhart. Bu, zihnindeki travmanın yansıması gibiydi. Hannah, sıcak ve insana güven veren bir insan. Bilmeden sırların yansımasına yardımcı oluyor. Lockhart’ın dedektif merakı da var elbette.

Şatonun sırları…

Ayağı sakatlanan Lockhart, şatoda Pembroke’u aramayı sürdürürken, bu tuhaf kaplıca mekânı da tanımaya başlıyor. Pembroke burada mutluymuş. İşin stresinden buraya sığınmış sanki. Buranın diğer zengin hastaları gibiydi. Lockhart, bu şatoya gelirken taksi şoförünün anlattığı 200 yıllık hikâyesini de öğreniyor. Baron, soyuna yabancı gen kan katılmasın diye kız kardeşiyle evlenmiş. Onu hamile bırakmış. Halkın, bu şatoyu yaktığı söyleniyormuş. Baron, bu şatoda araştırmalar da yapıyormuş. Korkunç deneyler. 200 yıl sonra yeniden mi yaşanıyordu bu gotik şatoda? Filmin ve şatonun dehlizlerinde dolaşırken, merak ve gerilim duygusunu azaltmamalı. Bu ana kadar dokunabildiğimiz anlar sadece kıyılarda dolaşmak gibiydi. Uzun final bölümünde şatonun ve zihinlerin dehlizlerinde bütün ışıklar yanacak. Tedirgin edici ve ürperticiydi. Gerçekler, yakıcı mıydı, yoksa dondurucu muydu? Anlamak için yaşamak gerek.

Başka yollarda…

1964 yılında Tennessee-Oak Ridge’te doğan Amerikalı yönetmen Gore Verbinski, daha çok “Pirates of the Caribbean-Karayip Korsanları” macera serisiyle biliniyor. Yönetmen, 1997’de “Mousehunt-Zor Hedef Fare”, 2001’de “The Mexican-Meksikalı”, 2002’de “The Ring-Halka” gibi filmlerini de yaptı. Verbinski, 2017 yapımı “A Cure for Wellness-Yaşam Kürü” gerilim filminde, kendi sinemasının anayolundan çıkıp şose yola sapıp seyirciyi sonuna kadar diken üstünde tutabiliyor. Sadece merak duygusuyla değil. Dehlizin içinde üzerine ışık düşmeye başlayan sırlar da ürpertmeye başlıyor. Bu an her şey bitti sandığınız an beklenmedik başka bir anın tedirginliği bekliyor herkesi.

Görselliği ilham verici…

Girişte, tren yolculuğu filme dâhil olan Lockhart’ı göstermeden önce yönetmen, trenin dışından çarpıcı açıyla muhteşem görselliği perdeye yansıtıyordu. Aslında bu görüntü derinlikte daha da anlamlaşıyor. Tıpkı trenin tünele girmesi de öyle. Bu tünel, Lockhart’ın dehlizi gibiydi sanki. Şatoya ilk geldiğinde dönemeçli yollar da kısırdöngü gibiydi. Şatonun kasvetli mahzeni de görselliği zenginlik sunuyordu. Lockhart’ın Fin hamamında buharlar içinde bir an yönünü yitirişi de filme anlam katıyordu. Filmde köyün barına girince bir an kendinizi Michael Haneke’nin Kafka’dan uyarladığı 1997 yapımı “Das Schloss-Şato” filminin içindeymiş gibi hissediliyor. Kafka, “Şato” romanını tamamlayamamıştı. Romanda/filmde şatonun içine girilmiyordu. Verbinski’nin filmindeyse şatonun içine giriliyor ve sırların içine dalınıyor. Verbinski’nin bu filminde, Haneke’nin filmlerindeki gibi mavi grimsi tonlar var.

Ayrıca, Lockhart’ın sağlam dişinin narkozsuz çekilme sahnesinde koltukların daraldığını belirtelim. Sinema tarihinde de iki önemli film geliyor akla hemen. John Schlesinger’ın 1976 yapımı “Marathon Man-Vahşi Koşu” filminde, neo-nazi Szel (Laurence Olivier), Babe’in (Dustin Hoffman) sağlam dişini narkozsuz çekiyordu. Daha öncesinde de İngiliz “Özgür Sinema”da Lindsay Anderson denemişti bunu. 1963 yapımı siyah-beyaz “This Sporting Life-Sporcunun Hayatı” filminde boksör Frank’in (Richard Harris) dişi narkozsuz gerçekten çekiliyordu. Frank’in yüzündeki acı gerçekti. Ama Verbinski’nin filminde de ürküyorsunuz. Mekânların birer karakter gibi olduğunu da belirtmeli. Fonda duyulan müzikler de gerilimi çoğaltmış.

Yaşam Kürü (A Cure for Wellness)
Yönetmen: Gore Verbinski
Senaryo: Justin Haythe-Gore Verbinski
Müzik: Benjamin Wallfisch
Görüntü: Bojan Bazelli
Oyuncular: Dane DeHaan (Lockhart), Jason Isaacs (Volmer), Mia Goth (Hannah), Ivo Nandi (Enrico), Celia Imrie (Victoria), Harry Groener (Pembroke), Tomas Norström (Frank), Ashok Mandanna (Nair), Douglas Hamilton (Çocuk Lockhart)
Yapım: Regency (2017)

(15 Mart 2017)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Pablo Larrain’den Yaman Bir Anti-Biyografi Denemesi

‘Jackie’ üzerine yazalı iki ay olmamışken Pablo Larraín’in eş zamanlı olarak çektiği diğer biyografik çalışması ‘Neruda’nın ülkemizdeki gösterimi başladı bile.

Şilili usta sinemacının 60’lı yılların Amerikan ikonu First Lady’nin öyküsünü ele alışı, Hollywood usulü beşikten mezara biyografi filmlerinden farklı oluşuyla dikkate değerdir. Bir kadın karakteri merkeze aldığı bu ilk çalışmasında, beklenmedik bir trajedinin kurbanı olan Jacqueline Kennedy’nin, Dallas’taki meşum suikasti takip eden yaklaşık bir haftalık süreçte yaşadıklarını, travmatik kimlik krizini, tüm ulusun ve dünyanın gözleri üzerindeyken vakur bir duruş sergilemeye çabalamasını ustaca yakın planlarla aktarır perdeye.

Oysa biz onu ülkesinin CIA tarafından tezgâhlanmış darbeyle tarumar edilmiş geçmişini irdelediği filmleriyle biliriz. Ünlü üçlemesinin ilki olan (İstanbul Film Festivali’nden Altın Lale ödüllü) ‘Tony Manero’, başkent Santiago varoşlarında bir kafede şov yapan, tek tutkusu, o dönem sadece Amerikan filmlerinin gösterildiği sinema salonlarında defalarca izlediği John Travolta figürlerinden oluşan gösteriyi sahneye koymak olan ve amacına ulaşma yolunda gözünü kırpmadan cinayetler işleyen dansçının kişiliğinde döneme özgü ahlaki çöküntüyü gözler önüne serer.

Üçlemenin ikinci ayağı olan 2010 yapımı ‘Post Mortem’in Latince özgün adı ‘ölüm sonrası’ anlamına gelir ve otopsilerde sıkça kullanılan bir deyimdir. Larraín bizleri bu kez darbenin başlangıç günlerine 1973 Eylül’üne götürür. Ana karakteri morg görevlisi aracılığıyla bir ihanet öyküsü anlatır. General Pinochet’nin seçilmiş devlet başkanı Salvador Allende’ye ihanetini, aşkına karşılık bulamayan içe dönük Mario’nun sevdiği kadını kendi elleriyle yokediş öyküsü vasıtasıyla anlatarak dönemin otopsisine soyunur.

En tanınmış filmi olan ve bizde sinemalarda gösterilmiş olan üçlemenin son bölümü ‘No’ ise 15 yıllık Pinochet diktasının 1988’deki referandumla düşürülmesinin hikayesidir. ‘Faşist Diktatöre Hayır’ başlıklı kampanyayı tarihi gerçeklere bağlı kalmadan kurmaca gelişmelere yaslanarak aktardığı için eleştiri almış olsa da, dönemin ruhuna uygun U-matic video çekimleri, gerçek ve kurgu görüntülerin mükemmel bir şekilde bağlandığı kurgu marifetiyle sonucunu önceden bildiğimiz bir referandum sürecini soluk soluğa izleriz.

Berlinale ödüllü 2015 yapımı ‘El Club’ ya da benim kişisel çevirimle ‘Günahkârlar Kulübü’, yönetmenin karanlık ve kasvetli dünyasına dönüş yaptığı çalışmasıdır. Şili’nin kilometrelerce uzanan kıyı şeridinde yer alan küçük balıkçı kasabasında Vatikan’ın skandallara karışmış rahipleri sürgün ettiği bir tövbe evinde geçen filmde sinemada şimdiye kadar gördüğümüz en sert kilise eleştirisine imza atar, kapalı kurumsal otoritenin çürümüşlüğü temasından yola çıkmış olan üçlemesinin ardından içe dönük bir başka kulübün, ikibin yıllık Katolik kilisesinin ipliğini pazara çıkarmaya soyunur.

‘El Club’ sinemacının yıllardır düşlediği ‘Neruda’ projesine finansman bulmaya çalıştığı dönemde, küçük bir bütçeyle 2.5 haftada haftada tamamlanır. Berlin Film Festivali’nde bu filmi izleyen ve ödüllendiren jüri başkanı Amerikalı tanınmış sinemacı Darren Aronofsky’nin teklifiyle ‘Jackie’ projesine soyunur daha sonra. Ve sıra daha büyük bir bütçe gerektiren, beş uluslu ortak yapım ‘Neruda’ya gelir sonunda.

Neruda’yı ‘o bizim suyumuz, toprağımız, ağacımızdır’ diye tanımlar sinemacı. Şillili yazarın ‘ülkesini ve toplumunu hiçbir tarihçi ya da gazetecinin anlatamayacağı biçimde anlattığını ve gücünün burdan geldiğini’ ilave eder. Konvansiyonel bir biyografi filmi değildir yapmak istediği. Aynı ‘Jackie’de olduğu gibi şairin yaşamından 2 yıllık bir süreci mercek altına alacaktır.

Neruda’nın seçim kampanyasında çalıştığı Radikal Parti’nin sol kanadından devlet başkanı Videla’nın ABD işbirliğiyle Komünist Parti’yi yasadışı ilan ederek solcu avı başlattığı yıllardır bunlar. Sol koalisyon senatörlerinden Neruda, 1948-1950 yılları arasında ülkesinde kaçak olarak yaşamış, daha sonra And dağları yoluyla Arjantin’e kaçmış. Şairin 1971’de Nobel ödülü kazandıktan sonra yaptığı konuşmada ‘bu söz konusu iki yıllık süreçte neleri yaşadığını, nelerin hayal ürünü olduğunu bilemediğini’ dile getirmesi, yönetmen ile daha önce ‘El Club’da birlikte çalıştığı senaryo yazarı Guillermo Calderón’un çıkış noktası olmuş. Her zaman ‘bir öykü anlatıcısı’ olduğunu ifade eden Larrain kapalı kapılar ardında hayal gücünü devreye sokarak, doğaçlama bir Neruda portresi çizmeye soyunmuş.

Komünist, Latin Amerika’nın yoksulluğu ve onurunu ünlü epik şiiri ‘Canto General de Chile’de dile getirmiş ulusunun sesi büyük şair, aynı zamanda etkin bir siyasetçi, yanısıra müthiş bir aşçı, kadınların sevgilisi haz ustası çok renkli bir kişilik Neruda. Bu anıt ismi ele alırken sadece gerçek gelişmelere yaslanmak istemiyor Larraín. Ve hınzır bir buluşla, bizzat şairin hayal ürünü olarak ortaya çıkan kurmaca bir karakter ilave ediyor öyküye. Kaçak şairin izini süren, onu yakalayarak başkan Videla’nın arzu ettiği biçimde rezil etmeye çalışan polis müfettişi Óscar Peluchonneau’dur bu.

Başta kim olduğunu bilmeden dış sesiyle tanıştığımız beceriksiz polis şefi, Pembe Panter’de Peter Sellers’ın yorumladığı müfettiş Clouseau’yu andırır. Polisiye yazın tutkunu yazar, yarattığı ezik karakterle pek eğlenir. Kaçtığı evlerde okuması için polisiye romanlar bırakır ona. Şairin gizeminden etkilenen müfettiş, peşinde olduğu yaratıcısının gölgesinden kurtularak başrole terfi etme çabasını sürdürür. Neruda ile komiser arasındaki kovalamaca, yaratıcı hayalgücü ile despot otoritenin ezeli kavgasına, avangard bir kara film tadı veren kedi-fare oyununa dönüşür. Hikâye, Borgesyen bir dokunuşla sonlanacaktır.

Pablo Larraín’in ‘No’da olduğu gibi ciddi konu başlıklarını mizahla sarmaladığı, gerçeklik ile fantezinin içiçe geçtiği, resmin bulanıklaştığı yarı fantastik bir anti-biyografi örneği, şairin şiirsel ritmini izlemeye özen gösteren yaman bir yol hikâyesi Neruda’. Şilili usta sinemacının, tarihin şairler ve hümanistlerce yazıldığının altını çizdiği, siyasetçiler ve düzen bekçileriyle dalga geçtiği hınzır bir deneme. Görüntü yönetmeni Sergio Armstrong, dışavurumcu geleneğin ışık gölge oyunlarını maharetle kullanıyor, karakterlere hep yakın uzun plan sekansları ve kaydırmaları mükemmel. Penderecki, Grieg ve Ives’ten gizemli ezgilerin süslediği ele avuca sığmayan fantezide, dönemin ruhunu yansıtan sanat yönetimi çalışması çok başarılı. Neruda’yı canlandıran Luis Gnecco ile kurmaca müfettiş yorumunda Gael Garcia Bernal’ın yorumları kusursuz.

(13 Mart 2017)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Şair Neruda’nın Peşine Düşerken

Şilili yönetmen Pablo Larraín’in Şili’nin büyük şairi Pablo Neruda’nın kaçışını şiirsel gerçeklikle beyazperdeye yansıttığı “Neruda” filmi, heyecan dolu gerçeküstücü yolculuklar da yaşatıyor.

Yıl 1948… SSCB’ye bağlı Komünist Parti’den şair ve senatör Pablo Neruda, Ulusal Kongre’de yaptığı konuşmayla seçimle iktidara gelmiş faşist diktatör Cumhurbaşkanı Gabriel Gonzalez Videla’yı öfkelendiriyor. Artık Şili’de komünistler için av ve devlet terörü başlıyor. Ne olursa olsun Neruda’yı istiyor faşist cumhurbaşkanı. Şili Soruşturma Polisi Şefi Oscar Peluchonneau’dan onu istiyor.

Asıl adı Ricardo Eliezer Neftalí Reyes Basoalto olan şair, Neruda soyadını Çek şair Jan Nepomuk Neruda’dan (1834-1881) almış. Bu şaire Çek gerçekçiliğinin büyüklerinden deniyor. Gerçeküstücülük ruhu taşıyan, aşk ve politik şiirler yazan Şilili şair Neruda (1904-1973), politik ve aşk şiirleriyle Şililileri büyülüyor. Elbette dünyanın diğer taraflarındaki insanları da büyülüyor.

Filmin içinde dolaşırken, gerçeküstücü dehlizlerde zihinsel kaoslar yaşıyor sürekli insan. Nereye kadar gerçek, nereye kadarkurgusal, diyerek. Neruda’nın peşine düştüğü Oscar Peluchonneau bir yerden sonra insanın zihninde sancılar yaşatmaya başlıyor, gerçeklik ve kurgusallık anlamında. Bu filme dokunurken, nazik olunmalı ve gizemleri dağılmamalı. Neruda, bir polisiye tutkunu ve hayal gücüne inanıyor. Neruda’nın gerçeküstücü ruhu, Şilili yönetmen Pablo Larraín’in 2016 yapımı sinemaskop “Neruda” filmine de sinmiş. Gerçeküstücülük, İspanya’dan başlayarak tüm Latin Amerika’yı sarmış, faşizme karşı sanatsal karşı duruş olmuş. Gerçeküstücü anlatımlar, Latin uluslarında direnişin simgesiydi.

Silik ve faşist polis…

Film, her şeyi faşist polis Peluchonneau’nun iç sesiyle takip ediyor. Kulaklara gelen kelimeler bir anda insanı boşlukta bırakıyor. Çünkü anlatıcının kim olduğu bilinmiyor kısa bir an. Anlatıcı Peluchonneau, komünistleri ve Neruda’yı aşağılıyor. Solcuları seçkinci, orji yapan, sadece eğlenen burjuva özentili olarak anlatıyor. Peluchonneau, cumhurbaşkanının yanına gittiğinde görevini öğreniyor. Görevi, yoksul çocukluk geçiren, ilk ayakkabısını 12 yaşındayken giyebilen Neruda’yı yakalamak. Peluchonneau, silik biri. Babasının, şimdi görev yaptığı polis teşkilatını kurduğunu söylüyor. Ama onun babası olup olmadığından emin değil. Annesi genelevde çalışıyormuş. Annesiyle olan Peluchonneau, babası olabilir miydi? Annesi, Peluchonneau’nun adını sayıklıyormuş hep. İşte genç Peluchonneau, hep yakınına yaklaştığı, ama dokunamadığı Neruda’nın geride bıraktığı şiirlerini okuyor. Bu şiirler onu bilinç mi verecekti, yoksa yabancılaştırıp daha da yalnızlaştıracak mıydı?

Kelimelerin gücü…

Senatör ve şair Neruda, Arjantinli ressam Delia del Carril’le evli. Delia, bir aristokrat. Peluchonneau peşlerinde olduğu için, Parti onlara gizlenecekleri yerler ayarlıyor sürekli. Parti, Neruda’yı Arjantin’e kaçırmak istiyor. Korumaları da Álvaro Jara. Dışarının, sokakların insanı Neruda kapalı yerde sürekli kalabilir miydi? Onunla özdeşleşmiş kasketini çıkartıp fötr şapkasıyla sokaklara atıyor kendini. Ayakları onu geneleve sürüklüyor. Buradaki anlar filmin şiirsel gerçekliğiyle buluşuyor sanki.

Neruda devrimi, aşkı ve kadınları çok seviyor. Belki de kadınlar ona en yüksek hayal gücü veriyordur. Uzun şiirler yazdığı için çok para kazandığını düşünen boşandığı Hollanda kökenli eski karısı radyoya propaganda için çıkarıldığında, Neruda hakkında kötü sözler söyleyemiyor. Çünkü Neruda, kadınlara karşı nazik ve şefkatliydi hep. Bu eski eş de zihinsel kaosa katılıyor Peluchonneau gibi. Filmin içinde dolaşırken kelimelerin gücünü de hissediyorsunuz. Delia ve Peluchonneau arasındaki konuşmalara, kelimelere kulak vermek gerekecek. Filmi perdede görüp anlam yaratmak, anlamlandırmak heyecan vericiydi. Filmi izlerken, Fransız düşünür Jean Baudrillard’ın “Kötülüğün Şeffaflığı” kitabı aklınıza düşüyor. Öncelikle “Kendi Cehennemi” bölümü akla geliyordu. “Benzer” ve “Öteki” üzerine düşünüşte. Bu kitap, Ayrıntı Yayınları’ndan çıkmıştı. Filmdeki iz sürmeler, geniş final bölümü ve son sahneyle parçalar bir araya gelip anlam yaratacak. Belki daha da çıkmaza sokacak. Sanatın, sinemanın gücündendi bu.

Filmin görselliği de ilham verici. İç mekânlarda hafif kasvet yaratabilen yönetmen, özellikle dış mekânlarda da bu kasvetin içine alıyor. Gündüz gri bulutların altında da bunu yaşatabiliyor. Filmde çok özel bir çekim vardı. Kamera, sürekli dairesel dönüş yaparken, yönetmen arada “kesme” yaparak kısırdöngüyü parçalıyordu. Faşizmin sonsuz olamadığını kanıtlamak istiyor yönetmen. Günümüze metafor yapıyor sanki. Şili’de bugün demokrasi vardı. Filmdeki müzikleri de dinlemeli. Piyano ve çello tınıları, Neruda’nın şiirleri gibi insanı etkiliyor. Filmde Neruda’nın şiirlerini, Neruda’yı canlandıran Luis Gnecco’dan duyuyorsunuz. Gnecco, Neruda’nın ikizi gibi sanki. Gael García Bernal, Peluchonneau’nun yabancılaşmasını etkileyici bir oyunculukla yansıtıyor.

Neruda
Yönetmen: Pablo Larraín
Senaryo: Guillermo Calderón
Müzik: Federico Jusid
Kurgu: Hervé Schneid
Görüntü: Sergio Armstrong
Oyunular: Gael García Bernal (Oscar), Luis Gnecco (Neruda), Mercedes Morán (Delia), Emilio Gutiérrez Caba (Picasso), Diego Muñoz (Martinez), Alejandro Goic (Jorge), Pablo Derqui (Victor), Marcelo Alonso (Rodriguez), Michael Silva (Jara), Francisco Reyes (Bianchi), Jaime Vadell (Arturo), Alfredo Castro (Videla), Heidrun Breier (Eski Eş)
Yapım: Fabula (2016)

(09 Mart 2017)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Deli Dolu

Sadi Bey’in Facebook Günlükleri:

“Reis”in bu akşam Maslak TİM Show Center Sineması’nda yapılacak galasına filmin yönetmeni Hüdaverdi Yavuz da katılmayacakmış. Bak şimdiden söyleyeyim, filmde referandumla ilgili bir mesajı görürsem veya duyarsam ciddiyeti bırakır gülerim. (Yanlış anlaşılmasın galaya gitmiyorum, ticari gösterimde halkımızla birlikte seyretmeyi düşünebilirim veya düşünmeyebilirim. Kararı serbest iradem verecek.) (26 Şubat 2017)

Farkında mısınız, bir-iki film yöneten veya bir-iki senaryo yazan veya bir-iki sene yazı yazdıktan sonra ortada ulema filmci, sinemacı, eleştirmen olarak dolaşan ve çeşitli atölye, kurs ve akademilerde ders veren, yarışmalarda, festivallerde jüri üyesi olan, yönetim kurulu, danışma kurulu vs. gibi yerlerde görev yapmaya talip olan vatandaşlar var. Oysa bendeniz şu 67 yıllık ömrümde 6767 tane film seyretmiş, 767 tane sinema dergisi, kitabı okumuş bir sinemasever olarak hâlâ sinemanın s’sinden anladığımı iddia edemem. Bir-iki filmle engin bilgi sahibi olan ve eğitmenlik yapan bu arkadaşlara duyduğum hayranlığa ne isim vereceğimi bilemiyorum. (28 Şubat 2017)

Hani bir çok kişinin de’yi, da’yı ayrı mı bitişik mi yazmakla ilgili tereddüdü vardır ya, itiraf ediyorum bendeniz de Meryl Streep, Johnny Depp ve Hezarfen Film Galeri’nin adlarını yazarken mutlaka oyuncu adları için gidip IMDb’ye, Galeri adı için son gelen bültene itinayla bakarım; Strepp, Deep ve Hazerfen olmadıklarına kanaat getirdikten sonra doğrularını yazarım. Yani Arnold Schwarzenegger’in, Edward Dmytryk’in soyadlarını gözü kapalı, bir seferde takır takır ekrana nakşederim de, sağ olsunlar yukarıdakileri tereddüt geçirmeden bir türlü yazamam. Eee ne yapalım her güzelin bir kusuru var. (Buradaki “güzel” ben oluyorum.) (28 Şubat 2017)

“Reis” filminin ilginç özelliklerine “Yönetmeni galasına gitmeyen film” özelliği de eklendi. Ayrıca filmin yönetmeni Hüdaverdi Yavuz’un bir önceki sinema filmi “Eşrefpaşalılar”da İzmir’li bir hocayı anlatması da ilginç, ancak “Reis” filminin 15 Temmuz öncesinde çekildiğini belirtmekte de fayda var. (02 Mart 2017)

Beyazperde Yazısı: Seni seviyorum; bunu kimse elimden alamaz. (Alt Tarafı Dünyanın Sonu – Juste la fin du Monde – It’s Only the End of the World, Yön: Xavier Dolan.)

Dikkatlerden kaçan bir film: İtalyan yönetmen Paolo Virzi’nin yönettiği ve Valeria Bruni Tedeschi, Micaela Ramazotti, Valentina Carnelutti ile Elena Lietti’nin oynadığı “Deli Dolu” (La Pazza Gioia – Like Crazy), sessiz sedasız 03 Mart Cuma günü Cinemaximum’un Levent Kanyon, Nişantaşı City’s ve Caddebostan Budak Sinemaları’nda vizyona girdi. İlk gösterimini geçtiğimiz Filmekimi’nde yapan film 31 Ocak’ta “Çılgınlar Gibi” adıyla İtalyan Kültür Merkezi’nde de gösterilmişti. Filmin dün vizyona girmesiyle 03 Mart haftasında vizyona giren film sayısı 8’e ulaşmış oldu. (04 Mart 2017)

03 Mart haftasında “Reis”, “İstanbul Kırmızısı”, Ferzan derken başımıza bir ilk daha geldi, “Deli Dolu” (La Pazza Gioia – Like Crazy) adlı İtalyan filmi sessiz sedasız gösterime girerken, “Biz Size Döneriz” adlı Türk filmi de sesli sedalı gösterime giremedi. 03 Mart’ta gösterime gireceği halen yol kenarlarındaki asılı duran panolarda duyurulan filmin gösterimi son anda 31 Mart’a ertelendi. “Biz Size Döneriz”in basın gösterimi ve galası da geçen hafta içinde yapılmıştı. “Deli Dolu”nun gösterimde olduğu konusunda ise sadece filmin gösterildiği sinemaların web sitesinde ve ithalatçısının sosyal medya hesaplarında bilgi var. sadibey.com’u saymıyorum, çünkü o da film hakkındaki bilgi ve görselleri 04 Mart’ta yayına verdi. Vizyona giren 8 filmin 4’ünün ön gösterim yapılmayarak basından kaçırıldığını ise dikkat ettiyseniz yazmadım. (05 Mart 2017)

Yazılarını zevkle okuduğumuz Sinema Yazarı arkadaşlarımızın bazıları görüşlerini bir süredir youtube aracılığıyla sözlü olarak da yansıtmaya başladılar. Sinema Yazarı ve Sinema Çizeri unvanlarından hareketle Sinema Söyleri diye bir unvan icat ettim, duyurmuş olayım. (05 Mart 2017)

20’li yaşlardaki seyyar simitçiye “Delikanlı hiç simitçiye benzemiyorsun, babanın yerine mi bakıyorsun?” diye sordum. “Yok amca, çalışıyorum ben, patrona ait burası.” dedi. “Suriyeli misin?” dedim, “Afgan’ım.” dedi. 3 ay olmuş Afganistan’dan geleli; yalnız, ailesi burada değil. Netice olarak yeni Türkiye’nin müteşebbis ruhu, yıllardır orada duran simitçiye de sirayet etmiş, garibim Afgan gencine iş vermiş, kendisini patronluğa terfi ettirmiş. Muhtemelen genci karın tokluğuna çalıştırıp, yan gelip yatıyordur. Orasını karıştırmayın, yollar, köprüler, havaalanları… (07 Mart 2017)

“Deniz ve mehtap sordular seni neredesin?” deyince “Gözleri aşka gülen taze söğüt dalısın.” dedim. Neyse ki şarkılar güzel olduğundan olumsuz tepki vermedi. (07 Mart 2017)

Bizim vatandaşımızın dünyada benzeri olmadığına ve olamayacağına bir kez daha inandım. Ergenekon Caddesi ile Tavukçu Fethi Sokağı’nın köşesindeki dönercinin önünden geçiyorum, kulak misafiri oldum.Tezgahtaki usta yanındaki çocuğa “Halk otobüsü şoförü yarım ekmek, ciğer istedi, koş” derken ekmeğin içine, ciğerlerin yanına, patatesleri doldurmaktaydı. 4-5 metre gittikten sonra geri dönüp baktığımda, eleman camdan ciğer paketini uzatırken, otobüsün önündeki boş yolu gören arkadaki arabaların şoförleri kornalara basmaya başlamışlardı. Tarihe kaydetmiş olayım, 08 Mart’ta Ergenekon Caddesi’nde oluşan trafik sıkışıklığının -nereden bakarsan- 2 dakikasının sebebi bu olaydır. Feneranduma* evet olarak mı, hayır olarak mı yansır orasını ben bilemem.
*Pardon dilim sürçmüş, “Referandum” olacak. (08 Mart 2017)

(08 Mart 2017)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

King Kong Sonsuza Kadar Yaşayacak

Amerikalı yönetmen Jordan Vogt-Roberts’ın yönettiği “Kong: Kafatası Adası”, fantastik ve heyecan dolu bir film. IMAX perdede üç boyutlu yansıyan görüntüler atmosferin içinde kaybettiriyor insanı.

Bu efsane, “King Kong” efsanesi Hollywood için bitmeyecek hiç. Bu efsanede bir dolu kuşak gelip geçti. Amerikalı havacı Merian C. Cooper’ın (1883-1973) Ernest B. Schoedsack’la ortak yönettikleri 1933 yapımı siyah-beyaz “King Kong” filmini RKO adına çektiler. Bu film 1933 yılında ülkemizde vizyona çıkmıştı. Bu filmin senaryosunu İngiliz yazar Edgar Wallace (1875-1932) yazmıştı ama bu filmi göremedi. John Guillermin 1976 yapımı renkli sinemaskop “King Kong” filmi de çekilmişti. Bu film, Şubat 1977’de ülkemizde gösterildi. Guillermin, 1986’da devam filmi sinemaskop “King Kong Lives-King Kong Yaşıyor”u çekmişti. 2005’te de Peter Jackson da renkli sinemaskop “King Kong” filmi çekmişti. Bu film de ülkemizde Aralık 2005’te gösterildi. Bu iki çağdaş film de bu senaryoya dayalıydı. Amerikalı yönetmen Jordan Vogt-Roberts’ın 2017 yapımı “Kong: Skull Island-Kong: Kafatası Adası” filmi gibi. Ama filmi IMAX perdede üç boyutlu seyretmek de bambaşka. Çok başarılı üç boyut çalışması, insanı atmosferin içine çekiyor ve bazı anlarda karakterlerin yaşadıklarını yaşıyor gibi hissediyorsunuz.

Filmdeki geçişlerle ön ve son jeneriklerinin yaratıcı olduğunu belirtmeli. Son jenerik yazıları akarken salonu hemen terk etmeyin. Filmin küçük bir sürprizi olabilir. Filmdeki geçişler de gerçekten etkileyici. Kamera, yakın plan çekimlerle Kong’un ve Yarbay Packard’ın gözlerini yansıtıyor. Evrimi çağrıştırıyordu. Sonra da insanlığın Afrika’dan yola çıktığını hatırlatıyor. Irkçıların eli ayaklarına dolaşacak. Çok çarpıcı ve derinlikli bir geçiş daha vardı. Helikopterden ayrılan kamera, birden yusufçuğu yansıtıyor helikopter gibi uçarken. Yönetmen, bu dünyanın sadece insanlara ait olmadığını hissettiriyor. İnsanlar dünyada yokken dünyanın sakinleriydi hayvanlar.

Liberal ruhun içinden…

Film, 1944 yılında Güney Pasifik’te açılıyor. İkinci Dünya savaşı yıllarıydı. Genç Teğmen Hank Marlow, Kafatası (Skull) Adası’na parşütle iniyor. Peşinde de kılıçlı bir Japon askeri. Onlar dövüşürken dev Kong kendini gösteriyor. Yaratıcı ön jeneriğinde siyah-beyaz ve renkli belgesel görüntüler 1940’lardan 1970’lerin başına kadar yansıyor. Bunları seyrederken yansıyan yazılara da dikkat edilmeli. 1973 yılı. Nixon, Amerika’da ikinci dönem başkan. Vietnam Savaşı’nda Amerika yenilmiş. Ama “Watergate” skandalı da uzakta değil. Mağlup ordu Vietnam’dan çekiliyor. Bu sırada devletin kurduğu keşif şirketi Monarch’ın üst düzey yetkilisi William “Bill” Randa, senatörden yeni yerin keşfi için para koparmaya geliyor. Uydu, Pasifik’te hâlâ haritada olmayan bir adayı keşfetmişler. Rusların haberi olmadan oraya çıkarma yapmak gerekiyor. Soğuk savaş yılları.

Filmin içinde dolaşırken, yönetmen Vogt-Roberts’ın her şeye gerçekten liberal bakışla eleştirel yaklaştığı fark ediliyor. En başta Nixon ve Vietnam Savaşı’na. Sonra da Kafatası Adası’nın sakinlerine saygı sunuyor. Batılı önyargıya eleştiri getiriyor yönetmen. Adada keşfedilen yerli halkın yansıyışı, Batılı bakış açısıyla yansıyordu. “Egzotik” ve “”Öteki” anlamındaydı. Jean Baudrillard, Batı için egzotik gelen doğa ve insanlara Batılı kendine benzemediği için (kendisi neye benziyordu) öteki olarak görüyor. Savaş muhabiri Mason Weaver’ın fotoğraf makinesinin objektifine takılan yerliler, Baudrillard’ın belirlediği gibi kendilerinin ne kadarının bilinmesini istiyorsa o kadarını sunuyorlardı. Gizemleri ve sırları daha derinlerdeydi. Fransız düşünür Baudrillard’ın, Ayrıntı Yayınları’nca yayınlanmış “Kötülüğün Şeffaflığı” kitabında, fotoğraf makinesi ve fotoğraf da yer alıyor. Deklanşöre basıldığında o kişi öldürülüyor mu, yoksa sonsuza kadar yaşıyor muydu? Düşünüre göreyse her fotoğraf ölümdü. Foto muhabiri Mason’ın çektiği her şey ölümüydü? Düşünmeli. Yönetmen Vogt-Roberts, tamamıyla düşünür gibi yorumluyor birçok şeyi filminde.

Adaya keşif yolculuğu…

Vietnam Savaşı sonrası evine dönmeye hazırlanan ve mağlubiyeti içine sindirememiş Yarbay Preston Packard, yeni görev için emir alıyor. Onlara İngiliz subayı Yüzbaşı James Conrad da katılıyor. Conrad, Vietnam Savaşı’na katılmış ve hayal kırıklığı yaşıyor. Conrad’ı işe, iz sürücü olması için Randa alıyor. Randa’nın ekibinde de genç jeolog Houston Brooks ve genç biyolog San da var. Keşif gemisine Landsat’tan Victor Nieves de katılıyor. Kafatası Adası, fırtınalar tarafından konuyor sanki. Helikopterlerin fırtınanın içine dalışları Venüs’e iniş hissini veriyor.

Sonuç insanlar daima hata yapıyor ve keşfettikleri yere şiddet taşıyor. Askerlerin attıkları bombalar, kertenkeleye benzer insan eti yiyen canavarları da yeraltından gün yüzüne çıkartıyor. Ama bombaları attıkları için önce Kong’un şiddetini yaşamaları gerekiyor. Evet, onca şiddetten geriye kalan ne olacaktı? Ada sakinlerine mi bırakılacaktı? Yoksa? Filmin girişindeki Teğmen Hank de görünüyor. 30 yılı aşkındır yerlilerle beraber yaşamış. Uçağından tekne yapmaya uğraşıyormuş yıllardır. Bu tekne umut olabilirdi. Hank’in hayatta en sevdiği şey, ailesinden sonra, bira ve sosismiş. Son jenerikte sürpriz bekliyor sabırlı olanlar için. Kong’la Mason’ın iletişimi de çok etkileyiciydi. Kong kadar şefkatli olabilmeli. Filmdeki şiddet ikileme düşürebilir. Kong’un, insanların ve kötücül kertenkelelerin şiddeti var. İnsanın zihni karışıyor bir an. Şiddetin iyisi olur muydu? Filmi izlerken tüm bunlar zihinlerde anlamlaşacak belki.

Kong: Kafatası Adası (Kong: Skull Island)
Yönetmen: Jordan Vogt-Roberts
Eser: Merian C. Cooper-Edgar Wallace
Senaryo: Dan Gilroy-Max Borenstein
Müzik: Henry Jackman
Görüntü: Larry Fong
Oyuncular: Tom Hiddleston (Yüzbaşı Conrad), Brie Larson (Mason), Samuel L. Jackson (Yarbay Packard), John Goodman (Randa), John C. Reilly (Teğmen Hank), Corey Hawkins (Houston), Jing Tian (San), Toby Kebbell (Binbaşı Chapman), Shea Whigham (Earl), John Ortiz (Victor), Jason Mitchel (Glenn), Thomas Mann (Reg), Tom Wilkonson (Senatör), Terry Noterion (Kong)
Yapım: Warner Bros-Legendary (2017)

(08 Mart 2017)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Aile ile Helâlleşmek

Xavier Dolan’ın anne ile ilişkisi sinemaya adım attığından beri gündemdedir. Kanadalı gencecik sinemacı 2008 yılında ilk filmini çektiğinde 19 yaşındadır. ‘Annemi Öldürdüm / J’ai Tué Ma Mère’ adını taşıyan bu otobiyografik deneme yönetmenin 15-16 yaşlarını sıcağı sıcağına perdeye taşır. Başrolde bizzat kendisinin yer aldığı terapi niteliğindeki bu ilk film, genç Hubert’in ergenlik acıları, mesafeli annesiyle yolunda gitmeyen ilişkisi ve eşcinselliği ortaya çıktığında yatılı bir okula gönderilişinin hikâyesini şaşırtıcı bir beceriyle aktarır. Klasik ödipal rüzgârların estiği bu ana oğul ilişkisinde aşk ve nefret, şiddet ile duygusallık yan yanadır. Anneye olan derin aşkı Guy de Maupassant’ın sözcükleriyle dillendirir Dolan: ‘Biz annemizi tanımadan severiz, bunun ne denli derin bir sevgi olduğunu ‘son hoşçakal’da idrak ederiz’.

Gençlik enerjisi perdeden taşan 2014 yapımı bir önceki çalışması ‘Mommy’ ile ergen yaşta delikanlı ile annesinin hikayesine kaldığı yerden devam eden sinemacı, geçtiğimiz yıl Cannes Film Festivali’nden Jüri Büyük Ödülü ile dönen ve bizde de gösterimi süren son filmi ‘Alt Tarafı Dünyanın Sonu / Juste La Fin Du Monde’ ile aynı sulara dönüyor, otuzlu yaşlarının başındaki Louis’nin annesi ve ailesiyle uzun bir aradan sonra biraya geldiği kısa günü perdeye taşıyor.

1995 yılında AIDS hastalığından hayata veda etmiş Fransız yazar Jean-Luc Lagarce’ın aynı adlı oyundan yola çıkmış bu kez. 34 yaşındaki oyun yazarı Louis ölmek üzeredir. Metnin adı, ana karakterin dünyanın sonuna yaklaştığını ifade eder bir yandan. Öte yandan onun içinden çıktığı aileyi ve küçük kasabayı dünyanın bir ucu olarak gördüğünü düşündürtür. Hayatını ve eşcinselliğini özgürce yaşamak için büyük kente kaçmış genç adam, tüm korkularına rağmen 12 yıllık yokluğunun ardından ailesini ziyaret etmeye gitmektedir. Annesi ve diğer aile bireyleriyle son kez yüzyüze konuşmak, böylece hem kendine, hem onlara ömrünün sonuna dek hayatının efendisi olduğunu göstermek illüzyonu içinde olduğunu düşünür. Açılış jeneriğinde ‘Home Is Where It Hurts’ şarkısında ‘aile ocağı canımızın yandığı yerdir’ diye haykırmaktadır Camille. Oysa biliriz ki reddettiğimiz ailemizden kaçarken çatışmalı evimizi, koparmak istediğimiz aile bağlarımızı sırtımızda birlikte götürürüz. Aileyi reddediş bir mutsuzluk kaynağı olarak kanamaya devam eder hep. Louis’nin (belki de düşünde gerçekleşen) bu son ziyaret, ana rahmine dönüş arzusu taşır. Ailesiyle helâlleşmelidir ölmeden önce.

Mommy’de anne Diane aralarındaki ilişkiyi oğluna şöyle açıklar filmin bir yerinde: ‘Anneler oğullarını sevmeyi hiç bırakmaz. Bundan sonra tek ihtimal seni daha çok sevecek olmam’ diyor ve ilave ediyor ‘ancak sen beni giderek daha az seveceksin, doğal düzen böyle işliyor. Belki birgün beni sevmeyi bırakabirsin ama sen hep benim önceliğim olarak kalacaksın’. Louis’nin deli dolu annesi benzer sözleri tekrarlar: ‘ haklısın seni anlamıyorum ama seni çok seviyor olduğum gerçeğini hiçbir şey değiştirmeyecek’.

Bu kısa ziyarette fırtınalı diyalogların ardındaki hüznü duyumsarız. Louis üç kelimeden ibaret cevapları ve sessiz gülüşüyle onları dinler. Kendisini çok az tanımış kız kardeşinin hayranlık yüklü özlemine tanık olur. Kendinden büyük taşralı ağabeyin öfkeli itirazını usulca kabullenir. İlk aşkının anılarıyla yüklü eski yatak şiltesine sarılır, banyo havlusundaki sabun kokusunu içine çeker. Tarumar olmuş eski bağ evlerini ziyaret etmeyi içine atar. Saatin içine sıkışmış guguk kuşu misali kıstırılmışlığını hayal eder.

Ergen Steve’in ruhunun ve bedeninin uzantısı haline gelmiş bir enerji patlaması halinde yol alan ‘Mommy’de, oğlunun sağlık sorunları bir yana parasal olarak da zor durumda bulunan orta alt sınıftan annenin ve kabına sığamayan oğulun sıkışmışlığını çok yerinde bir buluşla 1:1 kare format tercihiyle perdeye yansıtmış olan sinemacı, bu kez ağırlıklı olarak yakın planları tercih ediyor. Perdede görmeyi çok özlediğimiz Nathalie Baye dışında Vincent Cassel, Marion Cotillard, Léa Seydoux ve Louis’de taze César ödüllü Gaspar Ulliel’den oluşan Fransız sinemasının rüya kastı tam bu noktada devreye giriyor ve bu hüzünlü veda sonatındaki mükemmel yorumları göz kamaştırıyor.

(06 Mart 2017)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Bozuk Düzen

Sadi Bey’in Facebook Günlükleri:

Aksaray’daki bu pasajın aslında eski Bulvar Sineması’nın binası olduğunu gençler bilmezler. Acar Film’in işlettiği bu sinemada bilhassa aileler hedeflenir, Türkan, Hülya, Filiz ve Fatma’nın filmleri mutlaka gösterilirdi. Hülya Koçyiğit’in oynadığı “Kadınlar Hayır Derse”yi burada izlediğimi daha dün gibi hatırlarım. Yalan olmasın, parter’dan mı, balkondan mı izlediğimi hatırlamıyorum. Şimdilerin sinemalarında parter bölümleri de yok oldu. Yer üstü sinemalarında perdenin bulunduğu girişteki bölüme parter denirdi. Parası bol olanlar arka koltuk, dar olanlar daha ucuz olan ön koltuk bileti alırlardı. (Alaska, frigo satıldığı yıllardan bahsediyorum.) (25 Şubat 2017)

Beyoğlu’nun kapanmış fakat binası duran Alkazar ile yok olmuş Lüks ve Rüya Sinemaları’nı bir tarafım hüzünle diğer tarafım kalp kırıklığıyla hatırlıyor. Hüznün sebebi malûm, yok olma ve bir daha geri gelemeyecek olmaları, kırıklık ise bu sinemalarda seyrettiğim bazı filmlerin anılarımda zedelenmiş olarak muhafaza ediliyor olması. Bu üç sinemamızın özelliği salonlarının dar ve uzun olmasıdır. Perdelerinde çerçeve oranı 3×4 olan filmleri mükemmelen izlerdik ancak sinemaskop filmleri hiçbir zaman layıkıyla izlediğimi hatırlamıyorum. Dikdörtgen olan sinemaskop film görüntüleri her iki yanından bir miktar kesilerek perdeye yansıtılırdı. O nedenle Alkazar’da izlediğim Anthony Quinn’li “Kasabanın Sırrı” (The Secret of Santa Vittoria), Lüks Sineması’nda izlediğim “Adsız Cengâver” ve “Gelin Kız Maviş” filmleri hafızamda hep yarım kalmış filmler olarak durur. Cüneyt Arkın’ın Halit Refiğ yönetmenliğinde oynadığı “Adsız Cengâver” ve SİYAD’ın önümüzdeki ay onur ödülü vereceği Arzu Okay’ın başrolünde oynadığı “Gelin Kız Maviş” filmleri Erman Film’in sinemamıza hediye ettiği sayılı Sinemaskop filmlerdendir. O zaman aralığındaki birkaç yılda Erman Film, “Kezban Roma’da”, “Kezban Paris’te”, “Vahşi Çiçek” gibi 10’a yakın filmi Sinemaskop olarak gösterime çıkarmıştı. Bir diğer hoşluk da sinemalarımızın ticari zorunluk nedeniyle her tür film göstermeleridir. Anthony Quinn, Gerard Depardieu ve François Truffaut izlenen Alkazar’ın perdesinde Behçet Nacar’lı “Parala Behçet”; Lütfi Ömer Akad’ın Serdar Gökhan’lı “Irmak”ının izlendiği Lüks’ün perdesinde Mine Mutlu ve Zerrin Doğan’lı erotik filmler de izlenmiştir. Keza Rüya’da Emel Sayın’lı Neşe Karaböcek’li filmler hatırlandığı gibi Yılmaz Köksal’lı kovboy filmi “Çeko” da hatırlanır. Gelgelelim Emek Sineması hiçbir zaman gösterdiği filmlerde oradan oraya savrulmamıştır. Onda da etken olan sanırım sinemanın köklü geleneğinin işletmecilerini görünmez bir güç olarak denetlemesidir.* (26 Şubat 2017)
*Ali Sönmez Bey’in bu yazıya eklediği faydalı bir yorum: İlk izlediğim Sinemaskop Türk filmi, Atıf Yılmaz’ın siyah-beyaz çektiği “Toprağın Kanı”ydı (1966) ve Batman’daki idealist petrol mühendislerinin hikâyesini nefis görüntülerle anlatıyordu. O yaşımda beni çok etkileyen bir film olmuştu!.. Biraz araştırdım; çoğu internet kaynağında (!) ilk Sinemaskop Türk filmi olarak Lütfi Akad’ın yine 1966’da çektiği “Sırat Köprüsü” görülüyor!.. Artık hangisi daha önce çekildi ve/veya vizyona girdi bilemeyeceğim!
Bu arada “Toprağın Kanı”yla ilgili ilginç ve ibretlik bazı bilgilere ulaştım; meraklısı için aynen kopyalıyorum:
“Film fikir olarak merhum Gazeteci Recep Bilginer’in. Fikrini zamanın TPAO Genel Müdürü İhsan Topaloğlu’na açmış. Beraberce film yapmaya karar vermişler. Yönetmen Atıf Yılmaz ile anlaşıp Güneş Film’i kurmuşlar. Ekip Batman’a gitmiş. Senaryo ve diyaloglar yazılırken 45 günde çekim tamamlanmış.
1966 da 3. Antalya Film Şenliği’nde önce En İyi Film seçilmiş, sonradan ikinciliğe düşürülüp, Haldun Dormen’in “Bozuk Düzen” adlı filmi, bozuk düzeni onaylarcasına birinci ilan edilmiş!..
Hikâyeyi Recep Bilginer’den aktaralım. Recep Bilginer, 1 Aralık 1973 tarihli İstanbul Gazetesi’nde Apaçık köşesindeki “Petrol, Amerika ve Ötesi” başlıklı makalesinde şöyle anlatıyor:
“Orada en son elemeye kalan 10 film arasında en çok puanı ‘Toprağın Kanı’ topladı. Gerek film hikâyesini yazan ve gerekse filmin yapımcılarından biri olarak Antalya’da jüri üyeleri tarafından özel biçimde kutlandım. ‘Toprağın Kanı’ birinci seçilmişti. Geç vakit öğrendiğimiz bu haber üzerine memnun uyudum. Sabah uyandığımda durum değişmişti. Festival jüri üyeleri arasında, Amerikan elçiliğinde, galiba kültür ofisinde görevli bir de Amerikalı vardı. ‘Toprağın Kanı’ gibi bir petrol filminin festivalde birinci seçilmesinden, bu Amerikalı dostumuz hoşlanmamış, ‘Bu filmi birinci ilan ederseniz, bu taa Türk-Amerikan ilişkilerinin bozulmasına kadar gider’ demiş. Son seçiminde Belediye Başkanlığını kaybeden o zamanki başkan (Dr. Avni Tolunay) da gece saat 3’te jüriyi tekrar toplamış. O ana kadar hiçbir derece alamayan bir başka filmi (Haldun Dormen’in ‘Bozuk Düzen’ini) birinci seçmişler. Bizim ‘Toprağın Kanı’ filmimizi de ikinci yapmışlar.”

Boşverin siz Ajda’ya; “kimler geldi kimler geçti” diyerek moralinizi bozmayın. “Kimler gelecek kimbilir” diyerek umudunuzu daima canlı tutun. Bu dünyadan gidene kadar başımıza gelecek iyi ve güzel şeyler tükendi mi? Hayııır, tükenmedi. (26 Şubat 2017)

(04 Mart 2017)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

İstanbul Kırmızısı

Acılar insanı yaklaştırır birbirine… Bazen tersi de olsa, çoğunluk yakınlaşmadadır. Buna da bağlı olarak ne geçerse geçsin, ne istenirse istensin, ne yaşanırsa yaşansın hep yanınızdadır.

Ferzan Özpetek, aynı adlı kitabından serbest uyarladığı “İstanbul Kırmızısı” filminde küçük dokunuşlarla izleyicisinin kendi hülyasına dalmasına izin vermiyor. Güçlü bir kadroyla, iyi seçilmiş mekânlarla, pahalı bir prodüksiyon olduğu her halinden belli olan çalışmayla izleyicinin karşısına çıkan filmde, herkes kendince bir “kırmızı” bulacak.

Bir yüzleşme öyküsü

Dingin ve rahat bir anlatımı var filmin. İzleyiciyi içine çekiyor. Sonrası ise kendisine kalmış… İster “mavi” İstanbul’u, isterse “erguvani” olanı ile buluşturur. Sahi, İstanbul deyince, mavi ve erguvan -ki bence erguvandır İstanbul- gelir akla… Kırmızı ise pek yakıştırılmamış edebiyatta da sinemada da. Bu, Ferzan Özpetek’in, kendi yaşamından çıkarıp bizlere sunduğu… Buna da bağlı olarak kente dışarıdan bakmak kadar yüzleşmek de var.

En çok acı var filmde

O acıyla yakınlaşanlar, ama özümse(ye)mediklerinden olsa gerek bırakıp gidenler var. Çeşitli mekânlarda yaşamları kesişen insanlar, aslında bir bütünün parçasılar. Hepsi de odak noktası olarak kendisini görüyor. Hepsi de kendince yontuyor yaşananları.

İstanbul Kırmızısı ise o ilişkilerin arasında gözüküyor, isteyene. Kuşkusuz aşı boyalı yalı, kızın giysisi, telefonun rengi ve diğer tümü o “kırmızı”yı yansıtıyor, ama asıl kırmızı aşk, asıl kırmızı yüzleşme ve geri dönüş. Asıl kırmızı, yani işin özü bu üç kelime: geri dönüş, yüzleşme, aşk. Aralarını çok iyi oyunculuklarla, çok iyi görüntülerle, çok iyi reji ile dolduruyor… Bize de izlemek kalıyor, koltuğumuza yaslanıp.

İstanbul, İstanbul…

İstanbul yerine dünyanın başka bir kentinde, başka insanlarla, başka bir şekilde yaşanır mıydı bu geri dönüş, yüzleşme ve aşk üçgeni? Ferzan Özpetek olursa yaşanırdı kuşkusuz. Ama “teyzeler” ki, filmin içindeki en ilginç ayrıntı, bir diğeri de yaşlı magazinci başka bir yerde, başka bir zamanda, başka bir mekânda olamazlardı. Ressam olamayan ağabey, ilişkisi bulunmayan karı koca, saatçi abla bulunabilir. Kağıt toplayıcısı yerine başka biri olurdu o zaman, patlamalar ve/veya takımını destekleyen taraftarlar yerine başka şeyler olması gerekir. Serra Yılmaz’ın kendine has içtenliğiyle canlandırdığı hizmetçi de olmaz mıydı?

Hepsini buluşturan Ferzan Özpetek ve bunu bize yaşatmayı başarıyor…

İstanbul Kırmızısı, yönetmen Ferzan Özpetek, oyuncular Halit Ergenç, Tuba Büyüküstün, Nejat İşler, Mehmet Günsür, Çiğdem Selışık Onat, Zerrin Tekindor, Serra Yılmaz, Reha Özcan… 3 Mart’tan itibaren gösterimde.

(02 Mart 2017)

Korkut Akın

X-Men’de Logan’ın Veda Busesi

Amerikalı yönetmen James Mangold’ın, “X-Men” serisinin onuncu filmi “Logan” yorgun mutantın son maceralarını perdeye yansıtıyor.

Hollywood’un “007 James Bond” ve “Star Trek-Uzay Yolu” seri filmlerinden sonra gelen “X-Men” bilimkurgusu da sonu belirsiz serilerden. James Mangold’ın bu yılki 67. Berlin Uluslararası Film Festivali’nde galası yapılan 2017 yapımı sinemaskop “Logan”, neredeyse şiddetin pornografisini yansıtıyor. Logan/Wolverine, Charles Xavier/Profesör X ve bir albino mutant Caliban’la Meksika sınırında mezbeleye dönüşmüş bir yerde yaşıyor. Charles hasta. Onun pahalı ilaçları için limuzinle taksi şoförlüğü yapıyor. Peşinde de mutant avcısı “Reavers/Kurtarıcılar” ekibinden Donald Pierce var. Ama onunla savaşmak için değil. Pierce, küçük kız Laura’nın peşinde. Meksikalı hemşire Gabriela onu küçük Laura’yla yolunu kesiştiriyor. New Mexico’daki bir hastanede klon benzeri mutantlar yetiştiriliyor. Sadece öldürmeye programlanmış. Ama çocuklar duygularını da keşfedince her şey altüst oluyor. Laura, Kuzey Dakota’ya ulaşması gerekiyor, diğer mutant çocuklarla buluşabilmek için.

1963’te New York’ta doğan yönetmen James Mangold, sinemaya bağımsız iki muhteşem filmle giriş yapmıştı. İlki 1995 yapımı “Heavy-Şişman”, diğeriyse Hollywood’un büyüklerini yanına alarak 1997 yapımı “Cop Land-Güçlüler Bölgesi” filmlerini yaptı. 2007 yapımı sinemaskop “3:10 to Yuma-3:10 Yuma” western filmi de çarpıcıydı. Mangold, 2013 yapımı sinemaskop “The Wolverine-Wolverine” filmini de yönetmişti.

“X Men-Wolverine” çizgi roman olarak Marvel Comics tarafından ilk defa 1974 yılında yayınlandı. Yaratıcılarıysa Roy Thomas, Len Wein ve John Romita, Sr. İlki 2000 yılında yönetmen Bryan Singer tarafından “X-Men” olarak perdeye aktarılan ve bir seriye dönüştürülen bu bilimkurgu onuncu macerasına ulaştı. Bu son macerada Logan ve Charles veda ediyorlar seriye.

Şiddet gösterisi…

Bu son bölüm, tam anlamıyla kanın oluk oluk aktığı sarsıcı bir şiddet gösterisi. Neredeyse kanlar perdeye yapışacak. Dünyayı kuşatan şiddet sarmalının mikrokozmosu sanki bu film. İşte bu şiddet filminde Logan, Charles ve Laura’yla gönülsüz yolculuğa çıkıyor. Arkalarında bir dolu ceset bırakıyorlar elbette. Oklahoma City’de onlar otelde kalırken, yönetmen Mangold, Hollywood’a ve western filmlerine selâm gönderiyordu. Büyük yönetmenlerden George Stevens’ın 1953 yapımı renkli “Shane-Vadiler Aslanı” filminden anlar da yansıyordu. Sadece saygı için değil. Hikâyeye anlam verebilmek için. Yolculukta yolları çiftçi Munson ailesiyle de tanışıyorlar atlarıyla beraber. Şiddetin yukarıya çıktığı anlardan sonra Eden denilen yere ulaşıldığında daha büyük trajediler sarıyor perdeyi. Filmin ikinci yarısından sonra gerilim ve merak duygusu daha da çoğalıyor perdede.

Bu şiddet gösterisinde Marco Beltrami’nin yavaş tınıları sanki yaşlanmaya başlayan ve sadece ölümü düşünen Logan’ın içindeki dinginliği dışarı çıkartıyormuş gibiydi. Filmde hem Hugh Jackman hem de Logan gerçekten yorgundu. 17 yıl aynı karakterle yaşamak da kolay değildi. “Logan” filminde yorgunlar emekliye ayrıldıktan sonra yeni maceralara taze kanlarla devam edilecek. Bu filmin görselliği de etkileyecek. Kamera sanki bir karakter gibiydi filmde. Işık düzenlemeleri, öncelikle iç mekânlarda ve gece sahnelerinde fotoğraf sanatının estetiğine dokunuluyor. Bu serinin birçok filmini görmüş olan meraklılar için koleksiyonlarına bir film daha eklenmiş olacak “Logan”la. Son jenerikte Johnny Cash’in sesini duymak da muhteşemdi.

Logan
Yönetmen: James Mangold
Senaryo: Scott Frank-Michael Green-James Mangold
Müzik: Marco Beltrami
Kurgu: Michael McCusker-Dirk Westervelt
Görüntü: John Mathieson
Oyuncular: Hugh Jackman (Logan), Patrick Stewart (Charles), Dafne Keen (Laura), Richard E. Grant (Dr. Rice), Boyd Holbrook (Pierce), Stephen Merchant (Caliban), Elizabeth Rodriguez (Gabriela), Eriq La Salle (Will Munson), Elise Nael (Kathryn Munson), Quincy Fouse (Nate Munson)
Yapım: Fox (2017)

(01 Mart 2017)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Biz Size Döneriz

Hayatın her anında, her alanında yeni duygular, yeni heyecanlar, yeni coşkular yaşamak, yeni tatlar almak için hepimiz her zaman arar ve deneriz. “Biz Size Döneriz”, bu arayışın, bu denemenin, bu yeni tadın filmi… Hepsi bir arada. Romantik ama bir o kadar da dramatik, çok komik ama… bir o kadar da güleriz ağlanacak halimize… keyifli ama en çok da farklı bir film “Biz Size Döneriz”.

Tam bir gençlik filmi

Okulun ilk günü komik ve hep merak edilen bir durum nedeniyle tanışan altı genç (biri tıp fakültesi okuduğu için mezun olamamış, iki yılı daha var okulu bitirmesine ama yatay geçişle o da katılıyor arkadaşlarına) iş arıyorlar. Filmin başında, her dört gençten biri işsiz istatistiğiyle öğreniyoruz ki, bu sorun tüm gençliğin sorunu, hem de üniversite mezunu olmalarına rağmen. Aynı hayalle yatıp aynı hayalle kalkan gençler kendi aralarında dayanışmanın da, kaçamakların da, aşkın da, aldatmanın ve ihanetlerin de içinde buluyorlar kendilerini. Sahi, öyle olmuyor mu, siz de aynı şeyleri yaşamadınız mı, şöyle bir dönüp bakın geçmişe… düne bile.

Başvurdukları her yerden “biz size döneriz” yanıtı, doğal olarak belli bir stres hatta depresyon yaratıyor. Para kazanıp hayata atılmadan önce bu yaşananlar, belki de hayattan soğutuyor gençleri. Ne heves bırakıyor ne coşku. Zaten yarış atı gibi yetiştirildikleri için ortaokuldan başlayarak bunun tedirginliğiyle, “başaracağım, başarmalıyım”, “ya başaramazsam” kaygısıyla çıkıyorlar yola.

Denemek gerek…

Doğa Can Anafarta, doğru bir şey yapmış, kendi yaşadıklarını yazmış ve çekmiş. Belli ki, film, anlatıldığı gibi aynı heyecanı paylaşan bir gençlik grubunun projesi… Doğru bir proje, üzerinde bir de iyi çalışılınca gerçekten başarılı oluyor. Projeyi gerçekleştirmek için oluşturulan ekip de -tabii, yine genç ve dinç- sahiplenince keyifli bir gençlik filmi izleme fırsatı doğuyor izleyici için de.

Sinema, zor bir alan… Sanatın en zor, en pahalı, ekiple birlikte yapıldığı için de birçok unsuru bir araya getirmek zorunda olunan… bir o kadar da hedef kitlesine kolay ulaşan dalı… Aynı fırsatı bir kez daha yakalayamayacağı kaygısıyla, haklı olarak her yapılmak isteneni, anlatılmak isteneni, görülmek/gösterilmek istenen her şeyi araya sokuşturuyor kendi senaryosunu yazan yönetmenler. Film uzuyor ister istemez. Bazen koptuğu da oluyor, ama değer bu çabaya.

Bir gişe filmi, bir festival filmi değil “Biz Size Döneriz” ama her ikisi de aynı zamanda. Yeni bir dil denemiş yönetmen, daha senaryo aşamasında. Kafasında canlandırdığını gerçekleştirmeye çalışmış, başarmış da… Denemek; yeni tatların, yeni duyguların, yeni heyecanların hatta “denizler ortasında yelkensiz” kalmanın taşıyacağı umuttur. Farklılığın gösterilmesidir. Başarılı olup olmamasından çok, sinema sektöründen seyirciye kadar beyin fırtınası yaratması önemlidir. Değil mi ki, Beckett, “yenil, bir daha yenil, daha iyi yenil” demiştir. O yenilgilerden çıkarılan derslerle daha iyisi, daha güzeli, daha doğrusu yapılacaktır. Muhakkak. Bunun örnekleri sayılmakla bitmez, sinemamızda da… hatta filmin içinden hepimize göz kırpan -sinema dünyasının ilk denemecilerinden- Melies de…

En çok da gençler…

“Biz Size Döneriz”, bu çerçevede ele alınması gereken bir yapım. 16-25 yaş arası gerçek gençlerin kendilerini, “tam da beni anlatıyor” duygusuyla izleyecekleri bir film. Daha büyüklerin, özellikle anne-babaların, bizim çocuklarımız neler yaşıyor, “duyguları neymiş, bir öğrenelim” diyecekleri bir film. Yukarıda, sinema tarihine bir selam yollandığını işaret ettim ama sanırım çok daha önemlisi, Yeşilçam’da hemen her zengin kız fakir oğlan konulu filmde karşımıza çıkan gururlu, itiraz eden, karşı çıkan onurlu gençlik duygusu da var hem de belirgin biçimde.

Gençlerin desteğe ihtiyacı var. İş bulmaları, ekmek parası kazanmaları için fırsat yaratılması siyasi erkin sorunu, geleceği onlar şekillendirecekler, ona göre davranmalılar. Bir şeyler anlatma sevdasında, yeni diller peşinde olanları ise biz desteklemeliyiz. Her bir izleyici, bu gelişimi güçlendirecektir.

“Biz Size Döneriz”, yönetmen Doğa Can Anafarta, oyuncular Hande Soral, Çağlar Ertuğrul, Fırat Albayram, Bestemsu Özdemir, Tarık Ündüz, Tuğçe Kurşunoğlu, Ceyda Kasabalı, Meltem Yaman, Yetkin Dikinciler, Haldun Boysan…

(01 Mart 2017)

Korkut Akın

Jim Jarmusch ve Şiir

Amerikan Bağımsız Sineması’nın gerçek anlamda bağımsız kalmayı bilmiş ve sinemasından ödün vermemiş büyük ustası Jim Jarmusch’un şiir ile ilişkisi çok eskilere dayanıyor. Columbia Üniversitesi’ne şair olmak niyetiyle girdiğini biliyoruz. Sinemacı olarak imza attığı kimi yapıtlarında ünlü şairlere atıfları gözden kaçmaz. 1995 yapımı ‘Dead Man (Ölü Adam)’ın ana karakteri klasik İngiliz şiirinin büyük ustası William Blake’in adını taşır. 1986 yapımı ‘Down By Law (İçerdekiler)’in ana sahnelerinden birinde Amerikan şiirinin anıt isimlerinden Robert Frost’un ‘The Road Not Taken’ şiirinin son kıt’ası İtalyanca olarak dökülür Roberto Benigni’nin ağzından.

New York Okulu şairlerinin ve aynı ekolün mensuplarından William Carlos Williams’un hayranıdır Jarmusch. Williams’ın yetiştiği Paterson kenti hakkında bir film çekme isteğinin geçmişi ise bölgeyi ziyaret ettiği 20 küsur yıl öncesine dayanıyor. Sinemacının şehirleri birer karakter olarak kullandığı ilk dönem filmlerini şöyle bir hatırlarsak, ‘Down By Law’da New Orleans’ın, 1989’dan kalma ‘Mystery Train (Gizem Treni)’nde Memphis’in ön plana çıktığını hatırlarız. Sinemacının ilk kez geçtiğimiz yıl Cannes Film Festivali’nde gösterilen, 2016 yılı kişisel seçkimde üçüncü sırada yer almış son çalışması ‘Paterson’, hem New Jersey eyaletine bağlı yerleşim bölgesinin, hem de Williams’ın kent üzerine kaleme aldığı beş cilt halinde yayımlanmış destansı şiirin adını taşımakla kalmıyor, filmin ana karakterinin ismi de Paterson.

Haftanın her gününün ayrı bir dörtlüğü oluşturduğu bir şiir olarak tasarlamış son filmini Jarmusch. Paterson her sabah 6’yı geçerekten kalkıyor, süt ve gevrekten oluşan kahvaltısını yapıyor, elinde sefertası şoför olarak çalıştığı otobüs garajının yolunu tutuyor. İç cebinde taşıdığı defterine karalamaya başlıyor sefere çıkmadan önce. Öğle arasında kentin ünlü şelalesine bakan tepede yemeğini yerken yazmayı sürdürüyor. Akşam evine, büyük bir aşkla bağlı olduğu karısının yanına dönüyor. Her akşam köpeği Marvin’i dışarı çıkarıyor. Kasabanın barında birasını yudumlarken satranç ustası, caz düşkünü siyah bar sahibi ile çene çalıyor. Her biri 15’er dakika kadar süren yedi bölümde Paterson’ın pek fazla değişmeyen gündelik hayatını aktarıyor Jarmusch. Rutin’in özgürleştirici ve yaratıcılığı teşvik edici etkisi üzerine kuruyor filmini. Otobüs şoförü Paterson’ın ‘suyun üzerine yazılmış sözcükler’ olarak niteledikleri sıradan hayatın benzersiz şiirine dönüşüyor.

Filmi aylar önce ilk kez izlediğimde, “cep telefonlarınızı, bilumum elektronik bağımlılıklarınızı bir kenara bırakın, huzur ve mutluluğun rehberi ‘Paterson’ başka şeylerden söz ediyor bizlere” diye yazmıştım. Geçtiğimiz günlerde ikinci izleyişte, her zaman genç ve bağımsız usta Jarmusch’un yüreğimize dokunan filmiyle bir kez daha sarsıldım. New York Okulu’nun izinden gitmiş Ron Padgett’in filmde kullanılan şiirlerinden, Adam Driver’ın ödül sezonunda haksızca gözardı edilmiş muhteşem performansından bir kez daha etkilendim. Otobüs şoförünün 10 yaşlarındaki küçük kızla şiir sohbetini, Paterson şelalesi fonunda farklı ırktan iki şairin paylaşımlarını aşkın duygularla izledim bir kez daha. Williams’ın ünlü epik şiirindeki metaforda olduğu gibi kent ile şairin birbirinin yerine geçtiği, gündelik hayatın şiirsel rutini üzerine benzersiz bir meditasyon, şiir sanatı üzerine yazılmış benzersiz bir aşk mektubu ‘Paterson’. Son dönemin kaçırılmaması gereken en iyi filmlerinden biri.

(26 Şubat 2017)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com