Kategori arşivi: Yazılar

Orhan Pamuk’a Söylemeyin Kars’ta Çektiğim Filmde Kar Romanı da Var

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Değerli büyüğümüzün bugünkü Yenikapı mitinginde yaptığı konuşmanın başında “İstanbul beni sarhoş ediyorsun” mealindeki sözünden hareketle TV.lerde gösterilen sinema filmlerindeki kadeh sahnelerinin buğulanması uygulanmasından vazgeçilmesini umut ediyorum. (08 Nisan 2017)

67 yıllık hayatımın 50 yılını İstanbul’da geçirdiğime göre İstanbullu olmaktan gurur duyduğumu beyan etmekte bir beis görmüyorum. Gözünü* sevdiğim İstanbul hakikaten memleket gibi bir şehir. Siyasilerimiz diğer şehirlerimize gittiklerinde genelde boyunlarına o şehrin futbol takımının renklerini havi atkı, şal, poşu, vs. asar. Bugünkü Yenikapı mitinginde ikinci değerli büyüğümüzün kırmızı-beyaz atkı ile sahneye çıktığını gördüğümde yüzüme geniş bir tebessümün yayıldığını itiraf ederim.
* Neresi olduğunu tabi ki bilmiyorum, “gözünü sevdiğim” lâfın gelişi. (08 Nisan 2017)

1914 yılında başlayan sinemamız bu yıl itibariyle 103 yaşında. Türk Sineması olarak adlandırılan sinemamız son yıllarda bazı kesimler tarafından Türkiye Sineması olarak adlandırılmaya başlandı. Bu yeni adlandırmayı -festival nedeniyle ilk akla gelen- İstanbul Film Festivali, Mithat Alam Film Merkezi, Sinema Yazarları Derneği gibi kuruluşlar da kullanmaya başladı. Mithat Alam Film Merkezi’nin “Türk Sineması Görsel Hafıza Projesi”nin adı “Türkiye Sineması Görsel Hafıza Projesi”ne, Kadir Has Üniversitesi’nin “Türk Film Araştırmalarında Yeni Yönelimler Konferansı”nın adı “Türkiye Film Araştırmalarında Yeni Yönelimler Konferansı”na dönüştü. 36. İstanbul Film Festivali’nin Ulusal Altın Lale Yarışması’nın tanıtım görselleri arasında ülkemiz sinemasına ait filmlerin Blue Silence, Claire Obsure adlı İngilizce afişlerini görünce sinemamızı da artık Turkey Cinema olarak mı anmaya başlasak diye düşündüm. Yeşilçam Sineması’na da Green Pine Cinema veya Pinecine deriz. (Pine/Çam ile Cine/Sinema arasındaki kafiye uyumuna da dikkat çekerim.) (09 Nisan 2017)

“Sinemamızda benzeri olmayan film” denildiğinde birbirleriyle hiç âlâkası olmayan Metin Erksan’ın Sevmek Zamanı ve Ömer Kavur’un Yusuf ile Kenan filmleri aklıma gelirdi, şimdi bunlara bir de Rıza Sönmez’in Orhan Pamuk’a Söylemeyin Kars’ta Çektiğim Filmde Kar Romanı da Var filmi eklendi. (09 Nisan 2017)

Yanlış hatırlamıyorsam Rıza Sönmez’in Orhan Pamuk’a Söylemeyin Kars’ta Çektiğim Filmde Kar Romanı da Var filminin adı başlangıçta Peri Peri’ydi. Antalya’da Rıza ile konuştuğumuzda, filmin yeni adını bildirdiği Orhan Pamuk’tan herhangi bir kısıtlama gelmediğini söylemişti. Ayrıca kanaatimce filmin, seyreden sinemaseverleri romanı okumaya da teşvik edeceğine eminim. Nasıl ki bendeniz film festivali nedeniyle Kars’a gittiğimde ilk iş olarak Kar romanında bahsedilen mekânları aradıysam, filmi seyredenler de romanı okuyacaklar ve Kars’a yolları düştüğünde romandaki ve filmdeki yerleri görmek isteyeceklerdir. Orhan Pamuk-Kars birlikteliğini bundan böyle pekâlâ Orhan Pamuk-Kars-Rıza Sönmez birlikteliği olarak da algılayabiliriz. (10 Nisan 2017)

Rutin muayenem için hastaneye biraz erken gidince kafeteryada bekleyelim dedik. Ben telefonumla haşır neşir olurken hanım yanından geçen şef garsona “Çay alabilir miyiz?” dedi. Şef garson çayları dolaştıran diğer garsona “Hanımefendilere de iki çay ver?” diye seslendi. Etraf kalabalık, duyan falan olmuştur diye zevahiri kurtarayım dedim, “Hayırdır şef, hanımefendiye benzer bir yerim mi var?” diye sordum. Neyse ki Şef, gaf yaptığını fark etti, “Estağfurullah abi.” dedi. Güldüm. Gülüştük. (10 Nisan 2017)

Fısıltı gazetesinin gücüne bir kez daha inandım. T2 Transpotting filmi geçtiğimiz If İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali’nde gösterildi. Festival ilgilileri sağolsunlar basına da ayrıca bir gösterim düzenlediler. Filmi seyrettikten sonra Türkiye’de vizyona girmeyeceği bilgisi gelince görenler bir kez daha göremeyeceklerine, göremeyenler de filmle sinema perdesinde buluşamayacaklarına üzüldüler. Tam o aşamada fısıltı gazetesi faaliyete geçti, sinemaseverler ve medya mensupları filmden övgüyle bahsetmeye başladılar. Ardından filmin 05 Mayıs’ta vizyona gireceği açıklandı. Bu karar değişiminde fısıltı gazetesinin büyük etkisi olduğunu sanıyorum. (10 Nisan 2017)

11 Nisan Şanlıurfa kurtuluş günü kutlu olsun; 1967’lerdeki Atlas Sineması ve Türkmen Sineması’na selam olsun. (11 Nisan 2017)

Sabah soğukluğu: Güzel Türkçemizde bazı ifadeler ters yüz edildiğinde insanı gülümsetiyor. Hep “Sebze fiyatları aldı başını gidiyor” ve “Trafik Arap saçına döndü” denir; hiç “Sebze fiyatları verdi başını geliyor” denmez veya trafik hiçbir zaman Fransız saçına dönmez. (11 Nisan 2017)

(15 Nisan 2017)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

36. İstanbul Film Festivali’nden Son İzlenimler

Bir festivali daha geride bıraktık. Hızla geçen 11 gün içinde bir sinema salonundan diğerine koştuk, güzel filmlerle içimiz aydınlandı. Festivalin son günlerinde izleme fırsatı bulduğum birkaç filmden söz etmek istiyorum bu yazımda.

Locarno Film Festivali’nden en iyi yönetmen ödüllü ‘Ornitolog’ Portekizli sinemacı Joao Pedro Rodrigues’in imzasını taşıyordu. Kuş gözlemcisi Fernando’nun ormanın derinliklerinde, doğanın huzur verici dinginliğinde başlayan sakin yolculuğu, nehirdeki akıntının botunu kapıp götürmesiyle yön değiştiriyor. Bundan sonrasında orman ile Fernando, gerçek ve hayal, rüya ile kâbus arasındaki çizgiler giderek belirsizleşecektir. Rodrigues bu kaybolmuşluk öyküsünü dinsel referanslar ve cinsel fanteziler eşliğinde sunuyor izleyicisine. Hacı olma yolundaki tekinsiz Japon kızlar, etrafta cirit atan orman ruhları, genç İsa, yönetmenin bizzat yorumladığı Aziz Antonio devreye giriyor sırasıyla. Derek Jarman külliyatından beslenen Rodrigues’in yapıtı hem ana karakterine, hem de izleyicisine şaşırtıcı sürprizler sunuyor, görselliğiyle parmak ısırtıyor. Film, Reha Erdem’in başkanlığını yaptığı Uluslararası Yarışma’da Altın Lale ödülüne layık görüldü.

Yarışma seçkisinin bir diğer önemli filmi ‘Benim Mutlu Ailem’ Gürcistan’dan geliyordu. Üç yıl önce yine festivalde izlediğimiz ilk uzun metrajları ‘Hayatın Baharı’ ile ilgi alanımıza giren Nana Ekvtimishvili ile Simon Gros’un ortaklaşa yönettikleri yapım, ataerkil Gürcü toplumunu mercek altına alıyor. 25 yıllık evliliğini sürdüren edebiyat öğretmeni Manana, üç odalı baba evini kocası, anne-babası, yetişkin iki çocuğu ve damadıyla paylaşmaktadır. 50’li yaşlardaki Manana kiraladığı küçük dairede tek başına yaşama kararı aldığında aile bireyleri şaşkınlığa düşeceklerdir. Mükemmel yazılmış, yönetilmiş, Gürcistan sinemasının tanınmış oyuncusu Ia Shugliashvili’nin kusursuz performansı ve uzun planlar eşliğinde dingin ilerleyen yapım, bu yılki festivalin iz bırakan filmleri arasındaydı.

Aynı seçkide yer alan ‘Lady Macbeth’, İngiliz tiyatro ve opera yönetmeni William Oldroyd’un ilk uzun metraj denemesi. Oldroyd, Rus yazar Nikolai Leskov’un Shostakovich’in aynı adlı ünlü operasına da kaynaklık etmiş kısa romanı ‘Mtsensk İlçesi’nin Lady Macbeth’i’ni, İngiltere’nin genç kuşak oyun yazarlarından Alice Birch ile ortaklaşa kaleme aldıkları senaryodan beyazperdeye uyarlamış. Shakespeare’in ünlü tragedyasıyla doğrudan bağlantısı olmayan bu hikâyede, kendisinden yaşça büyük zengin adama bir küçük toprak parçası ile birlikte satılmış genç Katherine’in tutkuları ve özgürlüğü için mücadelesini izliyoruz. Kocasının aşağılayıcı davranışlarına katlanmaya çalışırken, çiftlikteki işçilerden biri ile tutkulu bir ilişki yaşamaya başlayan genç kadın, hayatta kalabilmek için mazlum konumundan acımasız bir Lady’ye dönüşecektir. Genç oyuncu Florence Pugh’un parlak kompozisyonuyla öne çıktığı yapım, festivalin iyileri arasındaydı.

1984 doğumlu Polonyalı yönetmen Bartosz M. Kowalski’nin ilk uzun metrajı ‘Oyun Alanı / Plac Zabaw’, herkesin kolay kaldıramayacağı final sekansıyla festivalin seyri en zor filmlerinden biriydi. Ergenliğe geçiş yaşlarındaki çocukların dünyasındaki acımasızlık ve şiddeti son derece soğukkanlı bir şekilde perdeye taşıyan genç sinemacının cevap vermekten ziyade sorunları ortaya koyan tavrı dikkat çekiyor ve Haneke etkisi buram buram hissediliyordu.

Kaçırılmaması gerekenler listemde ilk sırada yer alan ancak programım gereği festivaldeki son gösteriminde izleme şansı bulabildiğim ‘Vahşi Bölge / La Region Salvage’ ile Amat Escalante bizleri bir kez daha yanıltmadı. Yıllar önce festivalde gösterilen ‘Kan / Sangre’ ile bir avuç sinefili büyüleyen Meksikalı sinemacı, ‘Heli’nin ardından çektiği, Venedik’ten en iyi yönetmen ödüllü son filminde, cinselliğin; tabu, kural, sınır tanımayan cinselliğin, doğanın en ölümcül mutluluk kaynağı olduğunun altını çiziyor. Andrzej Zulawski’nin ünlü ‘Possession’una ithaf edilmiş bu çizgi dışı yapımda, insanlar (ve de hayvanlar) saf cinsel haz veren dünya dışı bir varlığın çekimine kapılıyor. Yönetmen ilk kez tür sinemasıyla flört ediyor, Mozart’ın ‘Sihirli Flüt’ ezgilerine tedirgin edici elektronik tınılar karışıyor.

(15 Nisan 2017)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

36. İstanbul Film Festivali’nde Berlinale Rüzgarları

36. İstanbul Film Festivali kentin iki yakasına yayılmış 10 farklı sinema salonunda tüm heyecanıyla sürüyor. Bu yıl 21 bölümde, 61 ülkeden, 207 yönetmenin 186 uzun metrajlı ve 17 kısa filminden oluşan zengin programıyla sinemaseverlerin karşısına çıkan festivalin ilk günlerinde öne çıkan yapımlar, 67. Berlin Film Şenliği seçkisi dahilinde geçtiğimiz Şubat ayı içinde dünya prömiyerini yapmış yapımlardı.

Berlinale’nin açılışını yapmış olan ‘Django’, İstanbul Film Festivali’nin ‘Musikişinas’ başlıklı bölümünde gösterildi. Bizde ‘Sürgün Melodiler’ adıyla gösterime girecek olan Etienne Comar imzalı yapım, Avrupa Cazı’nın öncülerinden ve Gypsy Swing’in babası olarak bilinen Django Reinhardt’ın 1943 yılında Nazi İşgali altındaki Paris’ten kaçışının hikâyesini anlatıyor. Reinhardt rolünde Cezayir asıllı tanınmış oyuncu Reda Kateb’in yer aldığı, Nazizm dönemine ilişkin bildik klişelerle örülü, konvansiyonel bir seyir izleyen yapımın en etkileyici yanı Django’nun Avrupa’nın önde gelen topluluklarından Rosenberg Trio tarafından yeniden yorumlanan doyumsuz müziği oluyor.

Son Berlinale seçkisinin en değerli parçası, en iyi filme takdim edilen büyük ödül Altın Ayı’nın yanı sıra, FIPRESCI ve Ekümenik Jüri ödüllerini toplayan ‘Beden ve Ruh’ idi kuşkusuz. Yılların usta sinemacısı Macar yönetmen Ildiko Enyedi’nin 18 yıl aradan sonra çektiği bu güzel yapım, emekliliği yaklaşmış bir mezbaha müdürüyle, işe yeni alınmış asosyal kalite kontrol uzmanının ortak rüyalarla başlayan tutkulu aşkını öykülüyor. Rüyalarındaki birlikteliği gerçek hayata taşımaya çalışan ana karakterlerin büyülü gerçeklik tadı taşıyan sevda öyküsünde oyuncular muhteşem. Festivalde kaçırdıysanız üzülmeyin, 21 Nisan’da ‘Başka Sinema’ salonlarında vizyona giriyor. Bu benzersiz film üzerine daha ayrıntılı bir yazıyı yaygın gösterime gireceği tarihe bırakalım dilerseniz.

Bu yıl kadın sinemacıların zaferiyle kapanan Berlinale’nin Alfred Bauer Gümüş Ayı ödüllü bir diğer ilgiye değer filmi ‘İz / Pokot’ bizim festivalin de gözdeleri arasındaydı. Yine yılların eskitemediği bir başka ustanın, Polonyalı sinemacı Agnieszka Holland’ın imzasını taşıyan filmi, anarşist-feminist bir polisiye olarak tanımlıyor yönetmeni. Karlar altındaki bir dağ kasabasında geçen, eksantrik karakterlerin cirit attığı bu cinai filmde, kasabada İngilizce öğretmenliği yapan, astroloji meraklısı, hayvan hakları savunucusu şirin ihtiyarın iki köpeğinin ortadan kaybolmasının ardından, çoğu kaçak avcılıkla uğraşan bölge sakinleri art arda cinayetlere kurban gitmeye başlıyor. Özgün Lehçe adı ‘Hayvan İzi’ anlamına gelen bu kara güldürü ancak 68 kuşağından bir sinemacının elinden çıkabilecek hınzırlıkta. ‘İnsanların dünyayı değiştirmek için mücadele verdikleri bir devirde büyümüş’ Polonyalı sinemacı, adaşı başoyuncusu Agnieszka Mandat’ın muhteşem katkısıyla yarattığı ütopik dünyasında, doğa ve hayvan katliamına isyanını haykırıyor. Bizde fazla gecikmeden sinemalara gelmesini umut ettiğim bu güzel filmin festivaldeki son gösterimi, 13 Ekim Perşembe 19:00’da Nişantaşı City’s Sineması’nın üçüncü salonunda.

Senegal asıllı Fransız yönetmen Alain Gomis’nin geçen ay Berlin’den Jüri Büyük Ödülü ile dönen filmi ‘Félicité’ festivalin ilgiye değer bir başka yapımıydı. Geceleri barda şarkı söyleyerek geçimini kazanan Félicité’nin yaşamı üzerine filmin hikâyesi. Kongo’nun başkenti Kinşasa’da zengini acımasızlaştıran, yoksulu ve özellikle kadını yalnızlaştıran ekonomik ve ataerkil düzenin varlığını her karede hissettiğimiz filmde, Félicité’nin 14 yaşındaki oğlunun geçirdiği motosiklet kazasıyla iyice çıkmaza giren hayatını, oğlanın ameliyatı için gereken parayı toplama mücadelesini ‘onca yoksulluğa rağmen’ klişesine düşmeden şefkatle izlemiş Gomis, sık kullandığı yakın planlarla başroldeki Vero Tshanda Beya’nın anlamlı yüzüne odaklanmış. Film, 12 Nisan Çarşamba 16:00’da Atlas Sineması’nda, 14 Nisan Cuma 19:00’da Kadıköy Rexx Sineması’nda gösteriliyor.

2013’te ‘Çocuk Pozu’ ile Berlin’de Altın Ayı kazanan Calin Peter Netzer’in son çalışması ‘Ana, Sevgilim / Ana, Mon Amour’ bir kara sevda öyküsü. Romanya Yeni Dalgası’nın en parlak temsilcilerinden biri olan Netzer’in filmi, üniversite yıllarında karşılaşan Ana ile Toma’nın bağımlılığa dönüşen sorunlu birlikteliklerini psikanalize geniş alan açan bir senaryo, Mircea Postelnicu ve Diana Cavallioti’nin doğal oyunculuklarıyla, bir de Berlin’den kurgu alanında en iyi sanatsal katkı ödülüyle dönen Dana Bunescu’nun ustalıkla kullandığı dinamik el kamerası çalışmasıyla parlıyor. Filmin festivaldeki son gösterimi, 15 Nisan Cumartesi 21:30’da Atlas Sineması’nda.

Bu yıl Berlin’den en iyi kadın oyuncu ödülüyle dönen Koreli sevdiğimiz sinemacı Hong Sangsoo’nun İstanbul Film Festivali seçkisine dahil olan son filmi ‘Gece Sahilde Tek Başına’ yönetmenin kendini tekrar ettiği vasat çalışmalarından biriydi. Otobiyografik öğeler taşıyan, yönetmenin evliyken bir ilişki yaşadığı kendisinden 22 yaş küçük Kim Minhee’yi başrole aldığı film, ünlü kadın oyuncunun yalnızlığını iki ayrı ülkenin sahil kentinde atlatmaya çalışması üzerine. Kadın karakterin melankolisini, dürüstlüğünü ve hesaplaşmalarını etrafındaki insanlarla konuşmaları aracılığıyla anlatan yönetmen, etkileyici kadın karakterin yanında yer alarak bir kez daha alışıldık erkek davranışlarını eleştiriyor.

Berlinale’nin yarışma filmlerinden olup bizim festivale uğrayan ‘Unutulmayan Aşk / Rückkehr Nach Montauk’u fırsat bulup izleyemedik. Filmin yönetmeni, başka bir usta sinemacı Volker Schlöndorff gösterimlerde bulunmak üzere kentimize kadar uğramışken üstelik. Filmin bizde vizyona girmesini bekleyeceğiz artık. Bu yıl Berlin’de yarışmalı bölümde yer almış tek belgesel olan ‘Beuys’, yönetmeni Andres Veiel’in sözleriyle ‘çok Alman, ancak mizahı yüzünden çok gayri-Alman’ sanatçı Joseph Beuys’un yapıtları kadar sıradışı yaşamını ve fikirlerini ele alıyor. Bu ilginç belgeseli 15 Nisan Cumartesi 13:30’da Beyoğlu Sineması’ndaki son gösteriminde yakalayabilirsiniz.

(10 Nisan 2017)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Baraka -The Shack-

Ölüm, geri dönülmeyen bir yok oluştur. Bu, bütün canlılar için geçerli. Bunu kabul etmek, belki bütün canlılar için değil ama insanlar için en zor kabul edilebilir bir durum. Herkes, hepimiz ikinci bir dünya olduğuna, orada huzur, barış, mutluluk olduğuna inanırız. Büyük olasılıkla burada, bu dünyada yaşayamadığımız bütün güzellikleri oraya bırakmamızın temelinde yatan da bu duygu.

Üç çocuklu, geliri yerinde, mutlu ailede en küçük kız kaçırılarak öldürülünce her şey ama her şey tersine döner. Kendisini suçlayandan tutun da, yaşadığı umudunu taşıyanlara kadar. Kolay değildir böylesi bir sonuçla karşı karşıya olmak ve dik durabilmek.

Satranç oyunu gibi…

Sizi bilmem ama ben durabileceğimi sanmıyorum. Mackenzie Phillips, en küçük -tabii, bir o kadar da sevimli, akıllı, gelecek vaat eden- kızının trajik ölümünden sonra geçmişe dönük anılarında yaşadıklarını (filmin başında gördüklerimiz cidden güzel bir sürprizdir) anımsar. O ana kadar seyircinin ne olacağı konusunda bildiği pek bir şey yoktur aslında. Siz, satranç oyunundaymışçasına bir sonraki hamleyi düşünürken bambaşka bir şey çıkar karşınıza. Hayat (yani film) yeni hamleler için yeni düşünceler doğurmakla meşguldür artık. Akışa bırakmazsanız kendinizi çıkamazsınız işin içinden.

Kimin elini tutmak istersiniz?

İnançlı olup olmamak değil mesele… Bütün mesele inancınızın peşinden gitmektir. İnancınızla birlikte dik durmak, yorulmamak, bıkmadan usanmadan, hatta belki ölümcül kazalar geçirmek ve onları atlatmaktır. Sahi, onları yaşarken kim vardır yanınızda? Kimin elini tutmak istersiniz.

Geçenlerde tanrının erkek olmayabileceğini açıklayan birileri vardı gazetelere yansıyan haberlerde. Gerçekten de neden “erkek” olarak imgeleniyor hepimizin kafasında? Kadın olmasının bir sakıncası mı var? Yoksa alışılagelmiş, erkek egemen düşüncenin sonucunda belirlenmiş ama kırılması güç olduğu için kimsenin aksini iddia edemediği bir sonuç mu bu? Kilisenin duvarındaki vitrayda erkek olarak imgelenen tanrı gerçekte kadın olarak çıkınca Mack’in karşısına, ne diyeceğini bilememenin, elinin ayağının birbirine karışmasının o dayanılmaz ağırlığını siz de hissediyorsunuz oturduğunuz koltukta.

Görselliği çok güçlü bir film Baraka. Dili de zorlamıyor. Ama konusu itibariyle zorluyor izleyiciyi. Mesajı açık, bir beis yok. Doluya koyup aldıramadığınız, boşa koyup dolduramadığınız her inanç temelli konu için yeniden düşünmenize yol açacak. Tabii, çok yaygın bir düşünce ile… Ben yoksam, tanrı da yok. Ama ya varsa!

BARAKA -The Shack- yönetmen Stuart Hazeldine, oyuncular Sam Worthington, Octavia Spencer, Tim McGraw, Radha Mitchell, 7 Nisan’dan itibaren gösterimde…

(08 Nisan 2017)

Korkut Akın

Canım Kardeşim

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Ömrü uzun olsun Hakkı Bulut, Müslüm Gürses’in başka bir versiyonudur. Aynen Müslüm Gürses gibi, Mehmet, Heey Mehmet ve Mehmet Efendi tarafından sevildiği gibi Mehmet Bey tarafından da, yani herkes tarafından sevilir. Yıl 1975, Sarıkamış’ta askerim, her gün yer gök “İkimiz Bir Fidanız” diye inliyor. Bulut besteyi yeni yapmış, çok tutulmuş. Asker milletinin de malûm aklı fikri fidanın diğer dalında olduğundan etrafta sürekli o şarkı çalınıyor. (Tempolu koşularda Edip Akbayram’ın “Aha Mehmed Emmi, deha Mehmed Emmi”si de çalınırdı, ancak sonradan yasaklandı. Kimsenin günahını almayayım ama yasaklanma sebebinin hep “Aç insanlar yatar mı?” dizesi olduğu aklıma takılı kalmıştır.) Hakkı’ya dönersek az önce TRT Müzik kanalını açtığımda yine karşıma “İkimiz Bir Fidanız”la çıkınca kendisini andım. Bulut’un sinemamıza katkıda bulunduğu bazı filmleri şunlardır: “Dokunmayın Dünyama”, “Seven Unutmaz”, “Seven Kıskanır”, “Ah İstanbul”, “Güzel Alsın Canımı.” (01 Nisan 2017)

Sadi Bey’in Beyazperde Yazıları: Herhangi bir şey fark ederse her şey fark eder. (Baraka-The Shack, Yön: Stuart Hazeldine) (05 Nisan 2017)

Sinemamızdan çok güzel iki film: “Üç Arkadaş” (Salih Tozan – Semih Sezerli – Fikret Hakan) ve “Canım Kardeşim” (Halit Akçatepe – Kahraman Kıral – Tarık Akan). İki fotoğrafın birlikteliği “Üç Arkadaş”ı, “Canım Kardeşim”; “Canım Kardeşim”i de “Üç Arkadaş” olarak hatırlayabileceğimizi gösteriyor. Medyada dolaşan bu iki fotoğraftan birincisi doğru fotoğraf, çünkü Memduh Ün’ün yönettiği ilk “Üç Arkadaş” siyah-beyazdı. İkincisi yanlış fotoğraf, çünkü Ertem Eğilmez’in yönettiği “Canım Kardeşim” renkliydi. Soldaki fotoğrafa bakarak “Ahh ne kadar güzeldi o eski siyah-beyaz filmlerimiz” diyerek geçmişe özlem duyabiliriz. Ancak bendeniz sağdaki fotoğrafa baktığımda aklıma ilk olarak filmin renkli olduğu geliyor ve özlem duygum zedelenmiş oluyor. Yanlış algı yaratılmaması açısından renkli filmlerin siyah-beyaz fotoğraflarla tanıtılmaması gerekir. (06 Nisan 2017)

Senelerdir süren alışkanlıkların değişmesi insanı hüzünlendirmiyor desem yalan olur. Çalışma sahamızdan misal vereyim: Yıllardır Lütfi Kırdar’da yapılan açılışları İstanbul sinemaseverleri için klasikleşmiş olan İstanbul Film Festivali’nin bu yılki açılışının Maslak TİM Show Center’da yapılması; keza yıllardır Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda yapılan SİYAD – Sinema Yazarları Derneği’nin Türk Sineması Ödülleri töreninin 2 yıldır Şişli Cemil Candaş Kent Kültür Merkezi’nde yapılması; 7. Malatya Film Festivali organizasyonunun Valilikten, Büyükşehir Belediye Başkanlığına geçmesi; keza İstanbul Film Festivali basın gösterimlerinin Beyoğlu SOHO House ile Fransız Kültür Merkezi’nde yapılması. Elimde değil kafam karışıyor, bendeniz bunlara da hüzünleniyorum, eski durumları özlüyorum. Hani İngiltere’ye yolum düşse ve ne bileyim 36. Londra Film Festivali’nin basın gösterimlerine gidesim gelse Londra’nın Covent Gardene semtinde Beyoğlu Evi’ni veya İtalyan Kültür Merkezi’ni arayasım gelecek. O derece yani. (06 Nisan 2017)

Mekânları cennet olsun, vefat eden sanatçılarımızla ilgili haberleri yazarken çoğu zaman sinematurk.com’a başvuruyorum. Geçtiğimiz ay kaybettiğimiz Karagöz ustası Orhan Kurt’u sitede bulamayınca sanatçı hakkında “Yaşayan İnsan Hazinelerimiz: Hayali Orhan Kurt” (Sanatçının vefatından sonra belgeselin adı Karagöz Ustası Orhan Kurt olarak değiştirilmiş ve 06 Nisan’da yeniden youtube’a yüklenmiş. “Hayali Orhan Kurt” adı ise başlangıç jeneriğinin içinde yazıyor) adında bir belgesel olduğunu siteye bildirdim. Belgeseli kayıtlarına “Yaşayan İnsan Hazineleri” olarak kaydettiler ancak birkaç kez bildirdiğim halde Orhan Kurt kişi olarak arandığında sitede hâlâ bulunamıyor. Hadi ondan vazgeçtim, Kurt’tan hareketle nasıl olduysa “Külhanbeyler Kralı” adlı filmin künyesine ulaştım. Künyede Turan Kurt adlı oyuncunun adını okuyunca filmin afişine bakayım dedim. Afişte görüleceği gibi bu oyuncunun adı “h” harfi eklemesiyle Turhan Kurt olarak geçiyor. Bu ismin düzeltilmesi için hilâfsız 10 kez yazdığım halde düzelttiremedim. Buradan hareketle bazı sanatçılarımızın ad ve soyadlarının yazılımlarındaki muhtelif hatalardan bahsedeyim. İlk akla geleni Attila Özdemiroğlu’dur. Özdemiroğlu adının Atilla (tek t, çift l) olarak yazılmasına son derece sinirlenirmiş, bunu öğrendikten sonra kayıtlarımda bulabildiğim tüm Atilla’ları düzelttim. Değerli yönetmenimiz Erden Kıral’ın soyadının da zaman zaman Kral olarak yazıldığını görürüz. Sonunda nerede okuduysam soyadının “Kır al” mânâsına geldiğini okudum, doğrusunu öğrenmiş oldum. Tam burada yazının daldan dala atlama bölümüne geçiyorum. Geçen hafta kaybettiğimiz Halit Akçatepe’nin en ünlü filmlerinden “Canım Kardeşim”de oynayan küçük oyuncu Kahraman Kıral’ın soyadı da afişteki düzenlemede Kral şeklinde algılanır. Kahraman Kıral’ın oynadığı başka bir filmin, “Gelin”in afişine bakayım dedim. Sinemalarda gösterildiğinde dikkatimi çekmişti ama unutmuşum, “Gelin”in afişinde filmin adıyla birlikte sadece yapımcı firma Erman Film’in adı yazar, yönetmen dahil başka hiçbir sanatçının adı yazmaz. “Gelin”den Erman Film ve Hülya Koçyiğit üzerinden “Gökçeçiçek” filmini hatırladım. “Gökçeçiçek”in başka hiçbir filmimizde bulunmayan bir özelliği vardır. Filmin sonunda “Son” yazısı yerine “Türk Malı” yazar ve film sona erer. Oradan, daldan dala bölümünün sonuna gelirsek, Yılmaz Güney’in ünlü “Umut” filminin sonunda da “Son” yazısı yoktur. Yılmaz Güney umutsuzca dönerken karenin sağ alt köşesinde “Umut” kelimesi yazar ve film biter. Vizyona çıktığında sinemada izlediğimde öyle bitiyordu, DVD kopyalarında nasıl bittiğini bilmiyorum. Eski filmlerimizin yıpranma nedeniyle başlarından ve sonlarından giden parçalardaki bu kabil hoşlukların yok olması da sinemamız için bir kayıptır diye düşünüyorum. (06 Nisan 2017)

(08 Nisan 2017)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

50 Unutulmaz Film -Sinemanın Hazineleri-

Sinema hepimizin gözdesi… Televizyonun bu denli yaygınlaşmadığı, yeni teknolojilerle sinema salonlarının dışında hiçbir yerde hiçbir zaman filmlere ulaşılamadığı zamanları bilenler/yaşayanlar için hâlâ öyle. Eğlendiren, eğlendirirken öğreten, öğretirken bilinçlendiren, bir o kadar da yaşama sevinci veren, coşturan, heyecanlandıran, mutlu eden bir sanat dalı.

Biz, sinemaya Atillâ Dorsay’ın gazete yazılarıyla âşık olduk. Onun değerlendirmeleriyle karar verdik hangi filmi göreceğimize. Kimi zaman çok beğendiğimiz bir film izledik, kimi zaman itiraz ettik. Ama hiçbir zaman onun yazısını okumadan gideceğimiz filme karar vermedik.

Aynaya yansıyan…

“Beyazperde denilen o büyülü alana yansıyan karmaşık, yoğun, çelişkili görüntüler bize hem gerçek hayatın sayısız yüzünü öğretti hem de onun ötesinde hayal alemlerini” diyor, devamının geleceğini de duyurduğu “50 Unutulmaz Film” kitabında.

Aklıma Bunuel’in bir sözü geliyor: “Filmde bir şey iki defa gözüküyorsa, farklı bir anlamı vardır”. Bu sözü rehber edinsek bile o “farklı” olan anlamı nasıl yakalayabileceğimizi bilemiyorduk. İşte, Atillâ Dorsay’ın önemi burada. Açıktan değilse bile, muhakkak bir ipucu verir, birkaç yazı sonra siz de o ipucundan yola çıkarak yeni tatlar almaya başlardınız. Değilse hepsi aynı trükler üzerine kurulu… Zengin kız fakir oğlan, köylü kentli çelişkisi vb. toplam 37 trük olduğuna göre (siz onu yazıdaki 29 harf gibi düşünün) her kelimenin (yani görüntünün) ayrı bir anlamı olmalı.

Katmanlar arasında…

Filmin ilk anlamı gördüklerimizdir. Yürüyen bir insan mesela… yalpalayarak yürüyorsa farklı bir anlam taşır, düşe kalka gidiyorsa daha farklı, nefes nefese ise bambaşka. Elini kullanışı, mimikleri de belirleyicidir en az sokakta gördüklerimiz kadar. Yerler çamurluysa, yol asfaltsa, çevre yeşilse başka başka anlamlar yüklenir görüntü. Biz izleyiciler de bunlardan yola çıkarak yorumlarız filmi. Atillâ Dorsay ve diğer eleştirmenlerin yol göstericiliğinde filmin içine gireriz. Anlatırken veya tartışırken de o katmanların arasından çıkardıklarımız bizim gücümüzdür. Siyaset, felsefe, mitoloji, tarih vb. ile güçlendirildiğinde bir çözümlemeye ulaşırız.

50 kitap 50 film

Atillâ Dorsay’ın 50 kitabı yayımlanmış. Birçoğu gazetelerde, dergilerde yayınlanmış yazılarının kitaplaşması iken bu kez, 50’lerin hatırına olsa gerek, yeniden yazmış bu filmleri. Yukarıda değindiğimiz gibi artık video kasetlerle başlayan DVD ve blue-ray ile süren teknolojik devrim sonucu eski filmleri de yeniden izleme şansına sahibiz. İnternet kolaylığını da göz ardı etmemek gerek. Ancak bizim ülkemizin önemli kangrenlerinden olan telif gibi, bir kaçamağa da izin vermemek gerektiğini hemen belirtmeliyim.

Yıllardır görmek istediği, tarihin karanlığında ışıltısı giderek sönmeye yüz tutmuş ama gerek dili gerek oyuncuları gerekse görüntüleriyle belleklerde iz bırakmış filmleri teknolojinin de yardımıyla yeniden izleyip yeniden yazmış Atillâ Dorsay. Çok da iyi etmiş.

Biz, yine onun rehberliğinde yeni coşkular, yeni heyecanlar, yeni umutlarla göneneceğiz o filmleri izleyerek. Bu kitabın bir farklı özelliği de, belleklerde bile kalmayan o güzelim eski filmleri yeniden hayata geçirme fırsatı yaratması… Yoksa onca film içinde aklınıza bile gelmeyebilir… Atillâ Dorsay, sadece filmle yetinmeyip akımlarını, yönetmenlerin içinde bulundukları birlikleri, dönemin koşullarını da aktararak yazılarında gerçek bir rehber hazırlamış.

Unutmadan, 50 değil 52 film var kitapta. Ama sadece film yazıları olduğunu düşünmeyin. İlginç bir öykü denemesi olarak da değerlendirilebilir yazılar. Çünkü okudukça -göreceksiniz, sizi de sarıp sarmalayacak- okuduklarınızdan kendi filminizi çekerken yakalayacaksınız kendinizi. Asıl filmle karşılaştırıp yeni bir görüş çıkarmak sizin seçiminiz olacaktır.

50 Unutulmaz Film -Sinemanın Hazineleri- Atillâ Dorsay, sinema yazıları, Remzi Kitabevi, Mart 2017, 231 s.

(03 Nisan 2017)

Korkut Akın

36. İstanbul Film Festivali Ulusal Altın Lale Adaylarına Bir Bakış

‘Ulusal Altın Lale Yarışması’ sinemamızın son hasadından öne çıkan örneklerin izleyici karşısına çıkacağı, 36. İstanbul Film Festivali’nin ilgiyle takip edilen bölümlerinden biri. Bu yıl yönetmen Durul ve Yağmur Taylan biraderlerin başkanlığını yapacağı yarışma jürisinin diğer üyeleri, oyuncu Nejat İşler, yazar Sema Kaygusuz ve görüntü yönetmeni Emre Erkmen’den oluşuyor. Jüri, Altın Lale en iyi film, yönetmen, Onat Kutlar adına Jüri Özel Ödülü, erkek oyuncu, kadın oyuncu, senaryo, görüntü yönetmeni, kurgu ve özgün müzik dallarında ödül veriyor.

Yarışma seçkisi 12 filmden oluşuyor. Bunlardan Yeşim Ustaoğlu imzasını taşıyan ‘Tereddüt’ geçtiğimiz yıl Uluslararası Antalya Film Festivali’nde en iyi film, yönetmen ve kadın oyuncu dallarında ödüllendirilmiş bir yapım. Farklı sosyal sınıf ve kültürlerden gelmiş iki kadının yollarının kesişmesi ve aralarındaki farklılıklara rağmen ortak bir açmazın içinde bulunduklarını fark edişleri üzerine, Funda Eryiğit ve Ecem Uzun’un başarılı performanslarından destek alan cesur bir film bu.

Özgür Doğan ile ‘İki Dil Bir Bavul’, Zeynel Doğan ile ‘Babamın Sesi’ne imza atmış ve büyük beğenimizi kazanmış olan Orhan Eskiköy, üçüncü uzun metrajı ‘Taş’ ile yarışmanın iddialı isimlerinden bir diğeri. Muhammet Uzuner ve Jale Arıkan’ın oyuncuları arasında yer aldığı yapım, ansızın kapılarında beliren zihinsel sorunlu bir adamın, aile bireyleri arasındaki buzları çözmesi ve onları yeniden hayatın içine çekmesini konu ediniyor. Beş yıl önceki ‘Gözetleme Kulesi’nden sonra çektiği ilk film ‘İşe Yarar Bir Şey’ ile Pelin Esmer seçkinin öne çıkan bir diğer yönetmeni. Başak Köklükaya, Öykü Karayel ve Yiğit Özşener üçlüsünün yorumladığı bu gizemli gece treni hikâyesi, Metin Erksan filmlerini anımsatıyor ilk bakışta.

Sinemamızın bir diğer deneyimli ismi Kazım Öz’ün yeni filmi ‘Zer’, 1938’de Dersim acılarını yaşayan babaannesi Zarife’nin kendisine söylediği şarkının izini süren torun Jan’ın hikâyesi üzerine. 2013’te ‘Sen Aydınlatırsın Geceyi’ ile Altın Lale’yi kazanan Onur Ünlü, bu yıl ‘Kırık Kalpler Bankası’ ile yarışmaya renk katacağa benzer. Ünlü’nün Shakespeare hayranlığı sürüyor, olmayacak bir hayalin peşine takılmış üç kafadarın trajik hikâyesini üstadın ‘Romeo ve Juliette’i üzerine kurmuş. Bu sürprizli filmde Haluk Bilginer, Serkan Keskin, Tansu Biçer, Taner Ölmez, Ahmet Mümtaz Taylan, Nazan Kesal gibi güçlü isimlerden oluşan bir oyuncu kadrosu bekliyor bizleri. ‘Beş Kardeş’ ve ‘Ben de Özledim’ gibi Onur Ünlü imzalı TV yapımlarında yönetmen yardımcılığı yapmış, bazı bölümlerin yönetmenliğini üstlenmiş Erkan Tunç’un ‘Martı’sı İzmir Torbalı’da dağlar arasında kalmış küçük bir tavuk çiftliğinde geçiyor. Dört karakterin dar ve boğucu bir mekânda kesişen yollarının, onların iç dünyalarının ortaya çıkmasına ve kendileriyle yüzleşmesine vesile olmasını anlatıyor.

Sinema yazarı Ceylan Özgün Özçelik’in Berlin Film Festivali Panorama bölümüne seçilmiş ilk uzun metrajı ‘Kaygı’, yarışma seçkisi kapsamında ülkemizde ilk kez gösterilecek bir diğer yapım. Sinemamızın yükselen oyuncularından Algı Eke’nin geçmişini hafızasında arayan Hasret kompozisyonda karşımıza çıkacağı, toplumsal bellek ve etki alanları temeline oturan bu ilginç psikolojik gerilim merakla beklenmeye değer. ‘Kurban kadınların ruhlarının haykırışı’ olarak tanımladığı ilk kısası ‘Küçük Pencereli Evler’ ile Venedik Film Festivali’nden ödüllü Bülent Öztürk, ilk uzun metrajı ‘Mavi Sessizlik’ ile festivalin Altın Lale ödüllü hem Ulusal, hem de Uluslararası yarışmalarında yer alıyor. Teoman Kumbaracıbaşı’nın canlandırdığı eski bir güvenlik kuvveti mensubunun geçmişte yaptıklarıyla yüzleşmesini öykülüyor.

Yarışma seçkisinin izleyiciye tanıtacağı yeni yönetmenlerden bir diğeri olan Özgür Sevimli, ‘Bir Zamanlar Anadolu’da’ ve ‘Kış Uykusu’nda Nuri Bilge Ceylan’ın birinci yönetmen yardımcılığını yapmış. Genç sinemacı, başrollerini deneyimli ustalar Cezmi Baskın ile Meral Çetinkaya’ya emanet ettiği ilk uzun metrajı ‘Murtaza’da dokunaklı bir yaşlılık öyküsüne soyunuyor. Yine bir ilk film olan ‘Sarı Sıcak’da üretim ilişkilerinin değişmesine paralel olarak sermayenin el değiştirmesi ve bu değişimden etkilenen insanların hikâyelerini anlatıyor Fikret Seyhan. Bir diğer isim Selman Kılıçaslan, ‘Bütün Saadetler Mümkündür’ isimli çalışmasında, mühendislik öğrencisi gencin hayata dair sorular sorduğu arayış sürecini ele alıyor. Genç oyuncularımızdan Buğra Gülsoy ile Serhat Teoman’ın senaryosunu yazıp ortaklaşa yönettikleri ilk yönetmenlik denemeleri ‘Mahalle,’ İstanbul’un kenarda köşede kalmış, kendi yağıyla kavrulan bir mahallenin dinamiğini, aynı semtte doğmuş büyümüş üç esnaf arkadaş üzerinden aktarıyor.

(02 Nisan 2017)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Salak Milyoner

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

←Soldaki orijinal isimli “Baraka”, 1996 Haziran’ında sinemalarımızda gösterilmiş olan bir belgesel film, sağdaki ise önümüzdeki günlerde sinemalarımızda gösterilecek olan “Baraka” adlı film. Yeni filmin adını bülteninde “Baraka” (The Shack) olarak okuyunca ilk film aklıma geldi ve filmi neden 2 orijinal isimle vizyona çıkarıyorlar diye düşündüm. Bülteni okuyunca filmin Türkçe adının “baraka” yani “kulübe” mânâsına geldiğini anlayınca iş düzeldi. Birinci filmin adındaki “baraka” Arapçada “gölet” demekmiş. (28 Mart 2017)

Öğlen öğlen bir güzel söz icat ettim, yazayım: “Ulaşamayacağın büyük şeyleri hayal edeceğine ulaşabildiğin küçük şeylerle mutlu olmaya bak.” Vallahi güzel oldu, ben dahi beğendim. (28 Mart 2017)

“Kasımpaşalı Recep” ile “Yedi Bela Hüsnü” ve “İnce Cumali” ile “Kibar Feyzo” filmleri arasında ilginç bağlantılar tesbit ettim. İlk ikisi “bela”da, son ikisi “kibarlık”ta buluşuyor. Yukarıdan aşağıya baktığımızda birincilerde Yılmaz Güney, ikincilerde Kemal Sunal oynuyor. Oyuncuların ikisinin de kendi dönemlerinin efsane oyuncuları olması bir başka bağlantı. 4 filmin de adı lâkabıyla birlikte başrol karakterinin adından oluşuyor. Külhanbeyi olduğundan Recep’i pek sevmeyiz, mazlum olduğundan Feyzo’yu çok severiz. Hüsnü’yle Cumali arasında da hoşgörünüze sığınarak ancak “Hüsn-i cemaline meftun oldum” ifadesiyle bağ kurabildim; “Güzel yüzünüze tutkun oldum” demekmiş. (Oooh çok şükür konuyu kazasız, belasız sonlandırdım.) (29 Mart 2017)

Banner kardeşliği uyguladığımız internet sinema dergisi Arka Pencere, yılın en fena film, oyuncu ve sinemasal faaliyetlerini seçtiği 8. Altın Kestane Ödülleri’ni açıkladı. Bu yılki ödülleri belirleyen jüriye alınmamamız iyi oldu. Geçtiğimiz yıllarda birkaç yönetmenimizin gönül kırıklığı sitemleri, jüri üyesi olma onurumuzu oldukça zedelemişti. Öyle bir zedelenme yaşamamızı engelleyen banner kardeşimize teşekkür ederiz. (31 Mart 2017)

Sinemamızın Güdük Necmi’si Halit Akçatepe’yi dün kaybettik. Mekânı cennet olsun. CNN Türk’ün bu sabah 07:37’de verdiği habere göre sanatçının “Kardeşim” adında bir filmi daha varmış. “Muhtemelen ‘Canım Kardeşim’ filminin devamıdır” desem de inanmayın ve sinemamıza meraklıysanız bu filmi notlarınıza dahil etmeyin, çünkü Akçatepe’nin bu isimde bir filmi yok. Gazete olsun, dergi olsun, TV olsun, benzer haber metinlerini, bünyelerindeki konuya vakıf elemanlarının kontrolünden geçirerek yayınlamaları gerekir. Yanlış mı duydum diye tereddüt ederken aynı haber 08:03’te şöyle tekrar yayınlandı: “‘Kardeşim’ filminde Tarık Akan ve Kahraman Kral’la milyonları ağlattı.” Bir başka yayın organında da değerli sanatçının hiç başrolde oynamadığı şeklinde bir habere rastladım. Tek başına başrolde oynamasa da kalabalık kadrolu bazı filmlerde diğer başrol oyuncularla birlikte beyazperdeye gelmiştir, ki bu roller de başrol olarak kabul edilebilir. Bu dediğime yukarıda bahsettiğim “Canım Kardeşim” filmi örnektir, Akçatepe, Tarık Akan’la birlikte bu filmin başrol oyuncusudur. Kemal Sunal, Zeki Alasya ve Metin Akpınar’la birlikte oynadığı ünlü “Köyden İndim Şehire” ve “Salak Milyoner” filmlerinde de kendisini başrol oyuncularından birisi olarak kabul edebiliriz. Bu filmler genelde Kemal Sunal’ın başrolünde oynadığı filmler olarak bilinse de Sunal’ın starlık yolundaki ilk filmleridir. (01 Nisan 2017)

Kültür ve Turizm Bakanımız Sayın Nabi Avcı, değerli sanatçı Halit Akçatepe’nin vefatıyla ilgili TV kameralarına görüş beyan ederken, artık iyiden iyiye klasikleşmiş bir söylem haline gelen “Yeşilçam sanatçılarının ömürlerinin son dönemlerinde sefalete düşmelerinden, filmlerinin TV.lerde yapılan gösterimlerinden gelir elde edememelerinden” bahsetti. Sayın Bakanın bu söyleminden sinema sanatçılarımızın sorunlarını Ulaştırma Bakanlığı veya Enerji Bakanlığı’nın çözmesi gerektiği sonucunu çıkardım. Yanlış çıkarmış olabilirim ama devlet büyüklerimizin sanatçılarımıza gösterdiği sevgi ve saygıyı her zaman takdir ediyoruz bunu da belirtmiş olayım. Geçtiğimiz Antalya Film Festivali’nde babası Mustafa Alabora’ya sordum; Memet Ali Alabora Londra’da tiyatro yaparak geçimini sürdürüyormuş, keyfi yerindeymiş. (01 Nisan 2017)

Film festivallerinin en sevdiğim uygulamalarından başta geleni sanatçılarımıza verilen emek ve onur ödülleri uygulamasıdır. Bu vesileyle unutulmadıklarını, hatırlandıklarını öğrenen sanatçılarımız mutlu oluyorlar. Bu uygulamanın zaafı festival düzenleyicilerinin fazla araştırmadan, birkaç kişiye sorarak kime onur veya emek ödülü vereceklerini belirlemeleri. Diyelim ki bu yıl bir sanatçıya onur ödülü veriliyor, bir bakıyoruz seneye veya 2 sene sonra aynı sanatçıya başka bir festival de aynı ödülü takdim ediyor. Yanlış anlaşılmasın her sanatçı onlarca, yüzlerce ödüle layıktır ancak aynı sanatçıya 2-3 festivalde ödül vermek yerine meslek derneklerine danışılarak hiç ödül almamış sanatçılar onurlandırılsa daha çok sanatçı mutlu edilmiş olur diye düşünüyorum. (01 Nisan 2017)

Böyle buyurdu Zerdüşt: “Sükut etme nazlı yar, beni Mecnun edersin” dizesinin geçtiği şarkıyı bir bayan ses sanatçısı yorumlayacaksa, “Sükut etme nazlı yar, beni Leyla edersin” diye söylemeli. (01 Nisan 2017)

(01 Nisan 2017)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Hayvanat Bahçesine Hayat ve Umut

Yeni Zelandalı kadın yönetmen Niki Caro’nun “Umut Bahçesi” filmi, Varşova’daki bir hayvanat bahçesinin işletmecisi bir ailenin Yahudileri kurtarışlarını anlatıyor. Hüzün ve umut yan yana.

1939 yılı. Yaz sonu. Her şeyin sevgiyle kuşatıldığı Varşova Hayvanat Bahçesi’nde Zabinski ailesinin acılı ama umut dolu mücadelesi yansıyor. İkinci Dünya Savaşı da yaklaşıyor. Hitler’le Stalin anlaşmış. Hitler’in amacı önce Polonya’yı işgâl ederek tüm Avrupa’yı Nazi bayrağıyla donatmaktı. Her şeyi planladığı gibi yapıyor Hitler. Ryszard adında oğulları olan Jan ve Antonina Zabinski’nin hayvanat bahçesini bir Alman zoolog Lutz Heck ziyaret ediyor savaş öncesi. Nazik ve hayvanlara düşkün biri gibi görünüyor Lutz. Ama Naziler, 1 Eylül 1939’da Varşova’yı bombardımana tutuyorlar. İkinci Dünya Savaşı başlıyor. Hayvanat bahçesi de enkaza dönüşüyor. Vahşi hayvanlar Varşova sokaklarına dağılıyor. Şimdi ne olacaktı?

Hayvanat bahçesini terk etmek istemeyen Antonina, kocası Jan’la bu büyük acıların savaşında Yahudilerin yaşama umudu oluyor. Dostları olan Yahudiler şimdi selam verilmemesi gereken insanlar oluyorlar. Holokost başlıyordu. Yahudiler, Varşova Gettosu’nda toplanıyorlar. Önce Magda’yı saklıyorlar. Sonra da gerisi geliyor. Jan, bir SS subayı olarak hayvanat bahçesine gelen Lutz’u görünce gettodaki Yahudileri kurtarabileceğini düşünüyor. Jan, Alman askerleri için domuz beslerken, diğer taraftan da öncelikle çocuk ve kadınları gettodan çöp kamyonuyla taşıyor hayvanat bahçesine.

Schindler gibi…

Jan ve Antonina, tıpkı Alman işvereni Oskar Schindler gibi kurtarabildikleri kadar Yahudi’yi kurtarıyorlar. Yeni Zelandalı kadın yönetmen Niki Caro, bu trajedilerin içinde dramatik anları da öne çıkarmış. Lutz’un, sık sık hayvanat bahçesine gelip Antonina’yla ilgilenmesi, karısına âşık Jan’ı çıldırtıyor. Hatta kıskançlık krizine girince mantığını da yitiriyor. Kendisini seven eşinden şüpheye düşmesi kırgınlık yaratsa da bu zorlu günlerin ardından her şey eskisine dönebilirdi. Bu filmdeki birçok çarpıcı anı sinemaskop perdede keşfetmek gerek. İnsanı o atmosferin içine alıyor ve korkuyu hissediyorsunuz. Belki de Varşova üzerinde uçuşan Yahudilerin külleri, insandan korkmanın korkunçluğunu yaşatacak. Gettoda, genç kız Urszula’ya, Nazi askerlerinin tecavüzü sarsacak. Gözlerinde ışıltı olan Urszula’yı da kurtarıyor Jan. Belki de Urszula’yı hayata Antonina’nın geçmişteki travması döndürecekti.

Bütünüyle yakmak…

Naziler, “aryan ırk” olduklarını söyleyip başta “aşağı ırk” Yahudileri toplama kamplarında fırınlarda yakarak soykırıma uğrattılar. Soylu bir halk olan Yahudiler, bu holokostun acısını daima duyacaklar. Holokost, Yunancadaki “holos” ve “kaustos” birleşik kelimelerinden meydana geliyor. Bütünüyle yanmış anlamına geliyor. Naziler, altı milyondan fazla Yahudi’yi soykırıma uğrattı. Soykırıma da “jenosit” deniyor. Nazilerin önceliği Yahudilerdi. Sonra da solcular, Çingeneler, eşcinseller, bedensel ve zihinsel engelliler de vardı. Engelli insanlara karşı ırkçılığa da “öjenik” deniyor.

Yeni Zelanda’nın başkenti Wellington’da 1967’de doğan yönetmen Niki Caro’nun 2002 yapımı “Whale Rider-Balinanın Sırtında”, 2005 yapımı “North Country-Tek Başına” ve 2015 yapımı “McFarland, USA-McFarland” filmleri biliniyor. Yönetmen Caro, 2017 yapımı sinemaskop “The Zookeeper’s Wife-Umut Bahçesi” biyografik filmini, Amerikalı şair, yazar, denemeci ve doğabilimci Diane Ackerman’ın 2007’de yayınlanmış aynı adlı kurgusal olmayan romanından çekmiş. Antonina ve Jan üzerine bilgilere, hatta hayvanat bahçesinde saklanan Yahudiler hakkında da bilgilere ulaşmak gerek. Filmi izlerken, insanın içine girip hüzünle umudu iç içe geçiren müzikleri de dinlemeli. Filmdeki bütün oyuncular da mükemmeldi. Akademi bu filmi fark edecek sanki.

Umut Bahçesi (The Zookeeper’s Wife)
Yönetmen: Niki Caro
Eser: Diane Ackerman
Senaryo: Angela Workman
Müzik: Harry Gregson-Williams
Görüntü: Andrij Parekh
Oyuncular: Jessica Chastain (Antonina), Johan Heldenbergh (Jan),
Daniel Brühl (Lutz), Efrat Dor (Magda),Iddo Goldberg (Maurycy),
Shira Haas (Urszula), Michael McElhatton (Jerzyk),
Waldemar Kobus (Dr. Ziegler), Martin Hofmann (Szymon),
Arnost Goldflam (Dr.Korczak), Val Maloku (Genç Ryszard),
Timothy Radford (Çocuk Ryszard), Martha Issová (Regina),
Daniel Ratimorsky (Samuel)
Yapım: Focus (2017)

(30 Mart 2017)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Kader

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Hürriyet Gazetesi 100 kişilik jüriye sinemamızın en iyi 10 filmini seçtirmiş. 100 kişilik jüriye giremediğime değil de Ömer Kavur’un “Anayurt Oteli”nin ilk 10’a giremediğine yanarım. Eskiden beri bu tür yarışmaların pek sağlıklı sonuç vermediğine inanırım. Seçen kişiler değiştikçe ilk 10’a giren filmler de değişebiliyor. Ayrıca aynı kişi dahi 10 yıl önce yapılan yarışmada listesine koyduğu bazı filmlere yeni listesinde yer vermeyebiliyor. Misalen bendeniz 20 yıl önce böyle bir liste yapılsaydı “Umut”u ve “Sürü”yü listeme koyardım, şimdi bir liste yapılsa sadece “Umut”u koyardım. Bazı filmler yıllara dayanamıyor. Keza yine bendeniz size 100 isimlik farklı bir jüri belirleyeyim, sinemamızın en iyi 10 filmi baştan aşağı değişsin. (Henüz resmen vizyona girmemiş olan Reha Erdem’in “Koca Dünya”sının ilk 100’e girerek 78. olması da bir tuhaf. Merak etmesem olmaz, edeyim ve “Koca Dünya”yı seyrettiğimi ve 4 üzerinden 4 yıldız verdiğimi belirttikten sonra sorayım: 100 kişi içinde “Koca Dünya”yı seyretmeyen kaç kişi var? Keza Cemal Şan’ın “Acı”sının girdiği ilk 100’de Yılmaz Güney’in ödüllü “Acı”sı yok. Niye? Çünkü jürideki gençlerin çoğu eski “Acı”yı görmemiştir.) (26 Mart 2017)

Malatya Valiliği’nin koordinasyonunda sürdürülen Malatya Uluslararası Film Festivali’nin 7.si aslında 2016 yılında yapılacaktı ancak memleketin malûm ahval ve şeraiti göz önüne alınarak ertelenmişti. Bu yıl ise 7. festivalin Malatya Büyükşehir Belediyesi tarafından Valilik desteği ile yapılacağı ve yeni bir ekip tarafından organize edileceği duyuruldu. Geçen yıl 7. festivalin ertelenme kararı öncesinde sinemamızın kadim oyuncularından Hülya Darcan’a onur ödülü verileceği açıklanmıştı. Gönül bu açıklamanın yeni organizasyonda da geçerliliğini sürdürmesini arzu ediyor. (26 Mart 2017)

Hürriyet Gazetesi’nin Sinemamızın En İyi 100 Filmi soruşturmasında henüz vizyona girmemiş olan Reha Erdem’in “Koca Dünya” filminin ilk 100’e girmesi üzerine yapılan tartışmaların verdiği ilhamla: Bu tür soruşturmalar, sinema salonlarında yapılan gösterimleriyle genel seyirciye sunularak vizyon gören ve -adı üzerinde- “Sinema Filmi” vasfını edinen filmlerin değerlendirilmesi neticesinde oluşuyor. Tüm filmler, uzunu, kısası, belgeseli, animasyonu başımızın tacıdır ancak gösterildiği mecra itibariyle sinemada gösterilene “Sinema Filmi” denildiği herkesçe malûmdur. Buradan hareketle, sadece festivallerde gösterilene “Festival Filmi” (Ceyda Aslı Kılıçkıran’ın, 3. Mardin Film Festivali’nde açılış filmi olarak gösterilen Müjde Ar’lı “Kilit” filmi sinemalarda gösterilmemiştir.), TV.de gösterilene “TV Filmi” (Lütfi Ömer Akad’ın “Ferman”, Diyet” filmleri TRT için yapılmıştır.), DVD.de gösterilene “DVD filmi” (Çağan Irmak’ın “Kabuslar Evi” serisi başlangıçta sadece DVD için yapılmıştır), internette gösterilene “İnternet Filmi” diyebiliriz. Hani birileri çıkar da En İyi 10 Falanca Filmi soruşturması yapmaya niyetlenirse yukarıdaki farklı türleri belirterek yapmasında fayda var. Nazar-ı dikkatlerine sunmuş olayım. (26 Mart 2017)

Sinema Yazarları Derneği’nin (SİYAD) her yıl yapılan geleneksel Türk Sineması değerlendirmelerinde herhangi bir filmin teşekkür bölümünde dahi adı geçen yazar değerlendirmeye katılamaz. Sinemamızın En İyi 100 Filmi soruşturmasında göze çarpanları, dikkat çekenleri ve göze batanları bu prensibi göz önüne alarak şöyle değerlendirebiliriz: (Genel kabul gören filmler belirtilmedi. Örnek: Hülya Koçyiğit’in listesindeki kendi oynadığı “Susuz Yaz”)
Müjde Ar: Listesinde oynadığı “Arabesk” ve “Adı Vasfiye” var.
Cüneyt Arkın: Listesinde oynadığı “Vatandaş Rıza”ya en yüksek puanı vermiş, yine kendisinin oynadığı “Köroğlu” da listede yer alıyor. Ayrıca listede “Yorgun Savaşçı” diye bir film adı geçiyor. Sinemamızda bu isimde bir film yok. Bu, Halit Refiğ’in Kemal Tahir’in eserinden çektiği, başrolünde Can Gürzap’ın oynadığı TV dizisi olmalı. Askeri cunta tarafından yayınına izin verilmemiş ve yakılmıştı.
Ata Demirer: Listesinde oynadığı “Eyyvah Eyvah” var.
Nurgül Yeşilçay: Listesinde oynadığı “Vicdan” ve “Eğreti Gelin” var.
Metin Erksan’ın “Dokuz Dağın Efesi” adlı filmi listenin 64. sırasına “Dokuz Dağın Efsanesi” olarak isim değiştirerek girmiş.
Tunç Okan’ın 68. sırada “Sarı Mercedes” olarak belirtilen filmi yaygın olarak “Fikrimin İnce Gülü” adıyla da biliniyor.
Reha Erdem’in 78. sıradaki filmi “Koca Dünya” -çokça bahsedildiği üzere- henüz vizyona girmedi.
Lütfi Ömer Akad’ın “Gelin-Düğün-Diyet” üçlemesinin listelere tek film olarak girmesi haksızlık, her film ayrı ayrı belirtilmeli.
Lütfi Ömer Akad’ın “Kanun Namına”sı ise 40. ve 57. sırada olmak üzere listeye 2 kez girmiş, böylece film adedi 99’a düşüyor, 13. sıraya tek film olarak giren “Gelin-Düğün-Diyet” üçlemesinden 2 filmi listeye eklersek toplam film sayısı 101’e çıkıyor.
Zeki Demirkubuz’un “Karanlık Üzerine Öyküler” olarak adlandırdığı üçlemesi “Yazgı-İtiraf-Kader” ise listenin 17. sırasında sadece “Kader” ile temsil ediliyor.
Listenin en dikkat çeken filmi ise hemen hemen hiç kimsenin bilmediği, “Tekerleme”. Merlyn Ecer’in Berlin Film Akademisi bitirme tezi olan “TEKerLEME”nin (Zungenbrecher) -aşağıdaki sevdiklerimizin yorumlarından öğrendiğimize göre- geçen yılki If İstanbul’da gösterildiğini ve beğenildiğini belirtelim. (27 Mart 2017)

Son iki yıldır kaybettiğimiz sinema sanatçılarımızın listelerini hazırlama görevini SİYAD – Sinema Yazarları Derneği’nin şahsıma verdiğini düşündüğümde dün açıklanan Sinemamızın En İyi 100 Filmi Soruşturması’nda görüşümün alınmamasına o kadar önem vermediğimi beyan ederim. (27 Mart 2017)

(27 Mart 2017)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Aşk Gözyaşlarına İnanmıyor

Sadi Bey’in Facebook Günlükleri:

Eskiden olsa “Rüya Tabirleri” kitabı yazanlara önerirdim, şimdilerde Ekşi Sözlük yazarlarına önereyim, acilen “Rüyada Brubaker Görmek” başlıklı bir madde yazılmalı. En sevdiğim aktörlerin başında Paul Newman’la birlikte Robert Redford gelir. O tamam, anladık da, rüyada sabaha kadar Redford’un “Brubaker” filmiyle mi haşır neşir olunur birader? Rüyanda Redford’u göreceksen git “Muhteşem Gatsby” filminde gör. Malum Gatsby’de göl kenarında malikane, son model arabalar, lüks yaşam, partiler, kızlar, votkaaa, rakııı ve şarappp, vs. vs. (Lâfın gelişi; “The Great Gasby”nin malikanesinde rakı ne arasın, viskidir o.) (19 Mart 2017)

“Çanakkale içinde aynalı çarşı” türküsünü çok kişi Çanakkale türküsü diye bilir, oysa Kastamonu türküsüdür. (18 Mart 2017)

Kurgu hikâyenin 1. versiyonu: Vallahi memleketin bu gündemi bendenizi bir ay içinde şişmanlatacak gibi görünüyor. Af buyrun midesine düşkün biriyimdir, restauranta giriyorum, “Ver bir kuru” diyorum, “Abi üstüne nohut?” diye soruyorlar. Hemen eveti yapıştırıyorum. Yemek bitiyor, “Abi çay?”, keza yine evet. Tümümüz sıyırdık sanırım, Allah encamımızı hayreyleye.
Kurgu hikâyenin 2. versiyonu: Vallahi memleketin bu gündemi bendenizi bir ay içinde zayıflatacak gibi görünüyor. Af buyrun midesine düşkün biriyimdir, restauranta giriyorum, “Ver bir kuru” diyorum, “Abi üstüne nohut?” diye soruyorlar. Hemen hayırı yapıştırıyorum. Yemek bitiyor, “Abi çay?”, keza yine hayır. Tümümüz sıyırdık sanırım. Allah encamımızı hayreyleye.
Hamiş: Kilo vermek iyidir. (18 Mart 2017)

Her zaman tenkit etmemek lazım, yeri geldiğinde takdir etmek de gerekiyor. Pera Müzesi’nin “Rus Sinemasında Kadınlar” başlıklı programındaki “Moscow Doesn’t Believe in Tears” adlı filmin adı, basın bültenine işin kolayına kaçılıp “Moskova Gözyaşlarına İnanmıyor” şeklinde çevrilip yazılmamış, sinemalarımızda gösterildiği “Aşk Gözyaşlarına İnanmıyor” adıyla yazılmış. Keza “The Cranes Are Flying” adlı film de aynı şekilde sinemalarımızda gösterildiği “Leylekler Uçarken” adıyla yazılmış. Bülteni kim hazırlamışsa tebrik ederim. “Leylekler Uçarken”i (mutlaka izleyin) Ocak 1974’te, “Aşk Gözyaşlarına İnanmıyor”u ise Şubat 1987’de Beyoğlu Elhamra Sineması’nda izlediğimi hatırlıyorum. (Leylekler… kesin Elhamra, Aşk Gözyaşlarına… muhtemelen Elhamra.) (19 Mart 2017)

Eskilerin “Tüfek icat oldu, mertlik bozuldu” sözünü günümüze uyarlarsak “Sosyal medya icat oldu, iletişim bozuldu” diyebiliriz. Örnek vereyim: Bendeniz eskiden film şirketi, yeniden medya mensubu olduğumdan doğal olarak örneğim de sinemacılar, filmciler ve medyadan olacak. Bizler sosyal medya ve internet olmadığı zamanlarda bültenleri daktilo ile yazar, yüzlerce fotokopi çektirir, filmlerin önemli sahnelerinden 4-5 adet 35 mm.lik dia bastırır, yazılı basına onları, betacam kasetlere yüklediğimiz fragmanları ve kamera arkası görüntülerini de TV.lere gönderirdik. İnternet hayatımıza girdikten sonra bülten ve görseller e-posta ve diğer yollarla basına ulaştırılmaya başlandı. Sanıyorum şu sıra zurnanın zırt dediği yere geldik. Son zamanlarda bazı filmcilerin filmlerine basın gösterimi yapmamalarına alıştık diyelim, ancak basını e-posta ile dahi bilgilendirme zahmetine de girmediklerini görüyoruz. Filmleriyle ilgili facebook, twitter, instagram, vs. gibi sosyal medya sitelerine bir-iki satır bilgi üç-dört adet görsel koyup, “Buyrun buradan takip edin” demeye getiriyorlar. Bu sektörle ilgili haber verip para kazanan medya organlarının, film şirketleri ve sinemaların sosyal medya hesaplarını takip etmek zorunda oldukları düşünülebilir. Film şirketleri, “Oraya koyduk, al sana bilgi” diyebilir. Makuldür, ancak bu sektörle ilgili haber veren fakat para kazanmayan, üstüne para vererek yayın yapmaya gayret eden, çoğu amatör web siteleri sizi niye takip etsin? O nedenle para kazandığınız işinizle ilgili tanıtım yapan medyanın her türlüsüne, her şekilde ulaşmaya gayret edin. Ne demiş atalarımız: “Kılavuzu bülbül olanın burnu dikenden kurtulmaz.” (19 Mart 2017)

Bu ortama zaman zaman “Şu şu, bu bu kişileri arkadaşlıktan çıkaracağım” diye yazılıyor. Alıyor mu beni bir tedirginlik. Ben şuşu muyum, bubu muyum diye kederlere gark oluyorum. Öyle yazanların aslında “arkadaşlıktan çıkaracağım/çıkacağım” şeklinde yazmaları gerekir. Çünkü bu ortamda arkadaşlık ya size teklif ediliyor, ya da siz teklif ediyorsunuz. Öyle yazarsanız size gönül koymam. Ok? (20 Mart 2017)

Ben seçilmem, seçerim. (Ebru Gündeş şarkısı içinde geçen, fakat hiç sevmediğim bu söz, yandaki şu görüntüyle → eşleştirilince sevimli oldu.) (20 Mart 2017)

Bu sabah basın gösteriminde seyrettiğim “David Lynch: Yaşam Sanatı” filminden aldığım ilhamla hayatı şu iki kelimenin özetlediği kanaatine vardım: Olmazsa olmaz. Günlük yaşamda karşılaştığımız her şeyin, her kavramın sonuna bu iki kelimeyi ekleyin göreceksiniz: Aydınlık olmazsa olmaz, karanlığı anlayamayız; karanlık olmazsa olmaz, aydınlığı anlayamayız. Güzellik olmazsa olmaz, çirkinliği anlayamayız; çirkinlik olmazsa olmaz, güzelliği anlayamayız. İyilik olmazsa olmaz, kötülüğü anlayamayız; kötülük olmazsa olmaz, iyiliği anlayamayız. Anladıktan sonra da durup düşünmeli, ölçüp tartmalı, hangisi aklımıza yatıyorsa ona destek vermeliyiz. (20 Mart 2017)

Yaşlıyım ya, konu hakkında hüküm verme yetkim olduğunu düşünerek “Toplu taşıma araçlarında her yaşlıya yer verilmemeli, ihtiyacı olduğunu hissettirenlere yer verilmeli” şeklinde gençlere mazeret seçeneği üretirken metro geldi, bindim. Daha kapı kapanmadan, iki bayan arasında oturan genç, sağolsun kalktı yer verdi, mecburen oturdum. Yaş 67 olduğu için gencin yer vermesi normal, fakat benim koştura koştura geldiğimi, biraz sonra sucuk gibi terleyebileceğimi ne bilsin. İki bayanın arasına mahcup bir şekilde, büzülerek oturdum. Neyseki genç bir sonraki durakta indi de bendeniz ayağa kaktım ve yolculuğuma ayakta devam ettim. Şöyle beyan edeyim: Gençler, beni gördüğünüzde gözlerinize mahsun mahsun bakarsam yer verin, havalara bakıyorsam vermeyin. (21 Mart 2017)

Şu kanaate vardım ki: İnsanlar gerçek hayatta bulamadıklarını şarkılarda, şiirlerde, romanlarda, filmlerde arıyorlar. Her neyse onlar? (22 Mart 2017)

(24 Mart 2017)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

36. İstanbul Film Festivali’nde Kaçırılmaması Gerekenler

36. İstanbul Film Festivali’nin şehrimize konuk olmasına sayılı gün kaldı. Bu yıl 05 – 15 Nisan tarihleri arasında yapılacak olan gösterimler için genel bilet satışı 25 Mart Cumartesi günü başlıyor. Program kitapçığına Atlas ve Rexx Sinemaları ile İKSV’den ulaşabilir, zengin bir seçki içinden kişisel programınızı yapabilirsiniz. Festival üzerine bu ikinci yazımda, seçimlerinize katkıda bulunacağını umduğum, klasikler dışında kalan yapıtları içeren 15 filmlik geleneksel ‘kaçırılmaması gerekenler’ listemi takdim ediyorum.

1- VAHŞİ BÖLGE (La Region Salvage):

Meksika sinemasının ustalarından Amat Escalante ‘Heli’nin ardından çektiği son çalışmasında homofobi ve şovenizmi fanteziyle bir araya getirmiş. İki çocuklu sıradan bir aile üyelerinin, bu dünyaya ait olmayan ve saf cinsel haz veren varlığın çekimine kapılmaları üzerinden ilerliyor hikâye. Toplumsal sinemasında güçlü bir sinema diliyle hayal gücüne de alan açan Escalante, Venedik Film Festivali’nden en iyi yönetmen ödüllü filmini Andrzej Zulawski’nin ünlü ‘Possession’una ithaf etmiş.

2- BEDEN VE RUH (Teströl Es Lelekröl):

Berlin Film Festivali’nden büyük ödül Altın Ayı ve FIPRESCI ödülleriyle dönen film, emekliliğe yakın bir mezbaha müdürüyle asosyal kalite kontrol personelinin ortak rüyalarla başlayan tutkulu aşkını anlatıyor. Tanınmış Macar yönetmen Ildiko Enyedi’nin 18 yıl aradan sonra çektiği bu ilk filmi Budapeşte’de bir mezbahada geçiyor. Rüyalarındaki birlikteliği gerçek hayata taşımaya çalışan ana karakterlerin hikâyesi büyülü gerçeklik tadı taşıyor.

3- BİR YAŞAM (Une Vie):

‘Mademoiselle Chambon’, ‘İnsanın Değeri / La Loi du Marché’ gibi yapımlarla tanıyıp sevdiğimiz Stéphane Brizé’nin Venedik Film Festivali’nden FIPRESCI ödüllü son çalışması, Guy de Maupassant’ın 1883 tarihli ilk romanının uyarlaması. Aristokrat bir kadının yaşamının 27 yılını takip eden, modern ve alışılmadık bir dönem filmi bu. Yönetmenin ustalıklı el kamerası, Barones Jeanne’ın bir şatoda başlayan yaşamını, evliliğini ve hayal kırıklıklarını ustalıkla yansıtırken erkek egemen toplumda umudunu yitiren bir kadın portresini tüm gerçekçiliğiyle yakalıyor.

4- ORNİTOLOG (O Ornitologo):

Locarno Film Festivali’nden en iyi yönetmen ödülüyle dönmüş olan yapım, doğanın huzur verici dinginliğinde gökyüzündeki yaşamı izleyen kuş gözlemcisi Fernando’nun, nehirdeki akıntının botunu alıp götürmesi sonucunda ormanla başbaşa kalması üzerine. Portekizli yönetmen Joao Pedro Rodrigues’in gerçek ve hayal, rüya ile kâbus arasındaki mesafenin belirsizleştiren yapıtı, dinsel öyküler, mitler ve cinsel hezeyanlardan besleniyor, hem baş karakterine hem de izleyiciye beklenmedik sürprizler vaadediyor.

5- KENDİN VE SEN (Dangsinjasingwa Dangsinui Geot – Yourself and Yours):

İlişkileri mercek altına aldığı zekâ dolu komedileriyle bilinen Koreli usta sinemacı Hong Sang-soo bu kez kimliğin belirsizliğini kurcalamış. San Sebastian Film Festivali’nden en iyi yönetmen ödüllü yapımda, Luis Bunuel’in ‘Arzunun Şu karanlık Nesnesi’nden yola çıkan yönetmen, karşımızdakini gerçekten tanımanın imkânsızlığını ve erkeklerin kadınlara biçtikleri rolleri eğlenceli ve yoruma açık bir mizah anlayışıyla aktarıyor.

6- GECE SAHİLDE TEK BAŞINA (Bamui Haebyun-eoseo Honja – On the Beach at Night Alone):

Hong Sang-soo’nun festivaldeki bu ikinci filmi otobiyografik öğeler taşıyor. Geçtiğimiz ay Berlin’den en iyi kadın oyuncu ödülü ile dönen yapım, evli bir yönetmenle aşk ilişkisi yaşamış ünlü kadın oyuncunun yalnızlığını iki ayrı sahil kentinde atlatmaya çalışması üzerine. Kadın karakterin melankolisini, dürüstlüğünü ve hesaplaşmalarını etrafındaki insanlarla konuşmaları aracılığıyla anlatan yönetmen, etkileyici kadın karakterin yanında yer alarak bir kez daha alışıldık erkek davranışlarını eleştiriyor.

7- 14. LOUIS’NİN ÖLÜMÜ (La Mort de Louis XIV):

İki yıl önce festivalde ‘Ölümümün Zamanı’ isimli çizgi dışı filmiyle tanınıp sevdiğimiz Katalan yönetmen Albert Serra, ‘devlet benim’ sözünün sahibi ve mutlak monarşinin simgesi tam 72 yıl krallık yapmış Avrupa tarihinin güçlü hükümdarının son günlerini perdeye aktarmış. Sight & Sound Dergisi’nin 2016’nın en iyi 10 filminden birisi olarak seçtiği yapımda, Fransız Yeni Dalgası’nın simge yüzlerinden Jean-Pierre Léaud’yu kariyerinin en büyüleyici performanslarından birinde izliyoruz.

8- MİMOZALAR (Mimosas):

Cezayir’de yaşayan İspanyol sinemacı Oliver Laxe’in Cannes Film Festivali Eleştirmenler Haftası’ndan büyük ödüllü filmi, western izleri taşıyan esrarengiz bir serüveni konu ediniyor. Akrabalarının yanına gömülmeyi arzu eden hasta ve yaşlı şeyh yolda hayatını kaybedince, Atlas dağlarının çetin şartlarında cenazenin götürülmesini vasiyet ettiği kente doğru fiziksel olduğu kadar metafizik bir yolculuk başlar. Büyüleyici coğrafyayı fon edinen sinemacı, öyküsünün şifrelerini çözmeyi izleyicisine bırakırken, alışıldık hikâye anlatım yollarını reddederek yolculuğu ruhsal bir deneyime yaklaştırıyor.

9- İZ (Pokot):

Şubat ayında Berlin’de dünya prömiyerini yaptığı son çalışması, Polonya usulü ‘Fargo’ misali, karlar altındaki bir dağ kasabasında geçen, eksantrik karakterlerin cirit attığı bir cinayet filmi. Kasabada öğretmenlik yapan, astroloji meraklısı, hayvan hakları savunucusu şirin ihtiyarın iki köpeğinin ortadan kaybolmasının ardından, çoğu kaçak avcılıkla uğraşan bölge sakinleri art arda cinayetlere kurban gitmeye başlıyor. Usta sinemacı Agniezska Holland filmini türler arası bir gerilim, kara komedi öğeleri taşıyan anarşist-feminist bir polisiye olarak tanımlıyor.

10- VİCDANSIZ (Bezbog):

Locarno Film Festivali’nden en iyi film, yönetmen ve kadın oyuncu ödülleriyle dönen Ralitza Petrova imzalı Bulgar yapımı, bir Doğu Avrupa ‘kâbus’u çizen, karanlık, gerçekçi ve fazlasıyla sert bir film. Bulgaristan’da dağların eteklerinde kurulu unutulmuş kasabada yardıma muhtaç yaşlı insanların bakımını yapan hemşire Gana, hastaların kimliklerini çalıp karaborsada satmaktadır. Monoton dünyasına duyarsızlığıyla katlanabilen kadının hayatı sıradan yozlaşmışlığıyla sürecek gibidir, ta ki hastalardan birine yakınlık duyana kadar.

11- FÉLICITÉ:

Senegal asıllı Fransız yönetmen Alain Gomis’nin geçen ay Berlin’den Jüri Büyük Ödülü ile dönen filmi. Geceleri barda şarkı söyleyerek geçimini kazanan Félicité’nin yaşamı, 14 yaşındaki oğlunun motosiklet kazasıyla iyice çıkmaza giriyor. Oğlanın ameliyatı için gereken parayı toplamaya çalışan kadını ‘onca fakirliğe rağmen’ klişesine düşmeden şefkatle izleyen Gomis, sıklıkla başroldeki Vero Tshanda Beya’nın anlamlı yüzüne odaklanmış. Kongo’nun başkenti Kinşasa’da zengini acımasızlaştıran, yoksulu ve özellikle kadını yalnızlaştıran ekonomik ve ataerkil düzenin varlığını her karede hissediyorsunuz.

12- ANA, SEVGİLİM (Ana, Mon Amour):

2013’te ‘Çocuk Pozu’ ile Berlin’de Altın Ayı kazanan Calin Peter Netzer’in, aynı festivalden geçtiğimiz Şubat ayında ‘Kurgu alanında Sanatsal Katkı’ ödülüyle dönen bu son çalışması bir kara sevda öyküsü. Üniversite yıllarında karşılaşan Ana ile Toma’nın bağımlılığa dönüşen sorunlu birlikteliklerini psikanalize geniş alan açan bir senaryo, ustalıkla kullandığı dinamik el kamerası ve doğal oyunculuklarla aktaran sinemacı, Romanya Yeni Dalgası’nın en parlak temsilcilerinden biri.

13- SONSUZ ŞİİR (Poesía Sin Fin):

Yaşı 88 olmasına karşın ruhu en genç sinemacılardan biri olan Alejandro Jodorowsky, yeni filminde bizleri bir kez daha her anı yaratıcılıkla dolu, çılgın bir evrene davet ediyor. Bir önceki ‘Gerçeğin Dansı’nın kaldığı yerden devam eden yapım, yönetmenin gençlik yıllarına odaklanmış. Ailesinden ayrılarak kendini 40’lı yılların Santiago’sunda bohem bir hayatın içine bırakan Alejandro, Enrique Lihn, Stella Díaz Varin, Nicanor Parra gibi dönemin önemli şairleri ile tanışır ve ilk kez aşık olur.

14- SÜRGÜN (Exil):

Festivalde izlediğimiz ‘Eksik Resim’ ile Kamboçya’nın yaşadığı trajedilere ayna tutan yönetmen Rithy Panh, bu son çalışmasıyla ülke tarihinin karanlık dehlizlerinde cesurca gezinmeye devam ediyor. Pol Pot rejiminin soykırımlarında kurban edilen iki milyon can için ağıt yakarken, filmini belgesel ve kurmaca arasındaki gri alanda konumlandırmış. Acımasız rejimin slogan, kitap, şarkılarla kurduğu hakimiyeti, muazzam bir arşiv çalışmasıyla sorgularken, adalet, siyaset, devrim gibi kavramları korkusuzca tartışmaya açıyor.

15- AUSTERLITZ:

Ukraynalı usta sinemacı Sergey Loznitsa, Venedik’te prömiyerini yapan son belgeselinde kamerasını ölüm, keder ve yıkımla özdeşleşmiş Nazi toplama kamplarına çeviriyor ve günümüzde binlerce kişinin ziyaret ettiği bu imha merkezlerinde insan davranışlarını gözlemlerken, bu mekanların günümüz insanı için anlamını araştırıyor. ‘Selfie’ler, kahkahalar, yemek molaları ve rehberlerin ruhsuz açıklamalarıyla ölüm kamplarının turistik bir merkezden farkının kalmadığını gösteriyor bu ilgiye değer çalışma.

Bu sınırlı seçki dışında, keşfedilmeyi bekleyen, çağdaş sinemanın son örnekleriyle dolu, çok zengin bir program sunuyor festival. Önümüzdeki yazıda, ‘Ulusal Yarışma’ seçkisinde yer alan, sinemamızın son hasadından sürprizler vaadeden yapımları ele alacağız.

(23 Mart 2017)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Bu Otobanda Hepsi Aşk Uğrunaydı

İngiliz yönetmen Eran Creevy’nin “Otoban” filminde, aksiyonun tam ortasında aşkın yüceliğini hatırlatıyor. Otobanda geçen sahneler heyecan verici.

Casey Stein bir Amerikalı. Diskoda gördüğü Juliette Marne da öyle. Kader onların yollarını Almanya’nın Köln şehrinde kesiştiriyor. Casey, Amerika’daki suç dünyasından kopup buralara kadar uzanmış. Juliette, Amerika’daki mutsuz hayatından, ailesinden uzaklaşmak için Köln’e okumaya gelmiş. Bu iki genç insan ülkelerinden uzakta birbirlerine aşk sunuyorlar. Casey, arkadaşı Matthias’la “Türk” lakaplı uyuşturucu satıcısı Geran’la iş yapmak için diskoya uğruyor. Geran, yasal olarak atlarla uğraşıyor. Hedonist, yani zevkine düşkün biriydi.

Ama buraya gelmeden filmin girişindeki otondaki kaza yansıyor önce. Casey, iç sesiyle dünyanın aşk için döndüğünü söylüyor. Tüm bu olanlar aşk içindi. Sonra film, bu kazaya kadar olanları göstermek için geriye dönüş yapıp, heyecanlı dolu aksiyon sahnelerinin kuşattığı hikâyesine seyircisini çekiyor.

Uyuşturucu baronlarıyla dans…

Juliette böbrek hastası. Alman sağlık sisteminde tedavisi zor, çünkü o yabancıydı. Aşkı için kötü işlerden uzak durmaya başlayan Casey, aşkı için Geran’ın işine giriyor. Geran, dışarıdan bakınca her işi yasal görünen bir işadamı olan Hagen Kahl’la ortak olmak istiyor. Saygınlık için. Gururu incinen Geran, Almanya’da en büyük uyuşturucu trafiğini yöneten Hagen’in uyuşturucu yüklü kamyonunu soymak için yanıp tutuşuyor. Bundan sonrasında perdede heyecan fırtınası esiyor. Gerisini perdede görmek gerek.

Casey, zekice plan yaparak işi başarsa da, karşında Hagen vardı. Bu yaşlı kurt daima bir adım önde gidiyor. Hagen’in eline düşen Casey, korkunç işkenceyi atlatarak içinde para dolu arabayla kaçsa da peşindeki Hagen’in Balkanlardan gelen adamlarını kolay aşamıyor. Otobandaki takip anlarından sonra filmin girişindeki kaza oluyor ve film artık şimdiki zamanda yoluna devam ediyor. Filmin uzun final bölümünün beklenmedik olduğunu da belirtelim.

Muhteşem mekânlarda…

Köln’de ve çevresinde geçen film, gri bulutların altındaki bu yeşil ülkeden görsel anlamda estetik fotoğraflar da yansıtıyor. Almanların sakin kasabaları ve yolları görülmemiş kaos yaşıyor bu filmde. Bizim ülkemizde Türkçe altyazı çevirisi konusunda sorunlar var. Elbette yazılar çok iyi basılıyor ve okunaklı. Türkçe altyazıda Köln şehrinin adı Cologne diye yazıyordu ve insanı kedere düşürüyordu. Belki de uzak olmayan zamanlarda Fas’a Morokko, Marsilya’ya Marseille, Londra’ya London denecek. Sınırı yok bunun. Eskiden altyazılar zor okunurdu, ama her şey doğru yazılırdı.

1976’da Londra’da doğan İngiliz yönetmen Eran Creevy, bu üçüncü filmiyle sinema perdelerimize gelebildi. Daha çok müzik videolarıyla tanınıyormuş yönetmen. 2015 yapımı sinemaskop “Otoban” ortalamanın biraz üstüne çıkabilen bir film. Bu filmi yavaşlatan ve melodramın içine düşürense pembe dizilerden ödünç alınmış ne yazık ki aşktı. Elbette aşk rahatsız edici değildi, ama yansıyışı yapaylık veriyor insana. Geriye kalan her şey iyiydi. İki büyük oyuncu, Ben Kingsley ve Anthony Hopkins’in varlıkları bu filme değer katmışlar. Hollywwod’un kült oyuncularına gönderme yapılaması da ilginçti. John Travolta’dan Sylvester Stallone’a. Geran’ın Casey’i hangi aktöre benzettiğini filmden öğrenin. Fonda duyulan disko tarzı müzikler sevenleri etkileyebilir.

Otoban (Collide)
Yönetmen: Eran Creevy
Senaryo: F. Scott Frazier-Eran Creevy
Müzik: Ilan Eshkeri
Kurgu: Chris Gill
Görüntü: Ed Wild
Oyuncular: Nicholas Hoult (Casey), Felicity Jones (Juliette), Anthony Hopkins (Hagen), Ben Kingsley (Geran), Marwan Kenzari (Mathias), Aleksandar Jovanovic (Jonas), Christian Rubeck (Kay), Erdal Yıldız (Rainer), Clemens Schick (Mirko), Johnny Palmiero (Fitch),
Yapım: IM Global-Silver-DMG (2015)

(23 Mart 2017)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Tatlım Tatlım

Sinema hayatın ta kendisidir. Edebiyattan ayrıldığı nokta da oradadır zaten, imaj yaratmaz. Edebiyattaki imaj filmde yönetmenin imajıyla önünüze geldiği için imajın imajı olmayacağından birebir yansıyandır hayattan.

Hayattan yansıyanların anlatıldığı filmler güzel olduğu kadar izleyiciye de ulaşır. Bizim ülkemizde komedi deyince akla ilk gelen küfür, yazanından yönetenine, oyuncusundan izleyenine kadar işin kolayına kaçıldığı için hep önümüze sürülür. İyi bir şey yaptığınızda küfre de gereksinim duymazsınız.

Tatlım Tatlım, Yılmaz Erdoğan’ın, yıllar önce Demet Akbağ ile birlikte oynadıkları “haybeden gerçeküstü aşk” öyküsü… O zaman da çok sevilmişti, bu sefer de çok sevilecek. İyi gözlem sonucu yazılan bu oyun/senaryo bize bir ayna tutuyor.

Rastlantı sonucu tanışıp birbirinden etkilenen dört genci anlatan film, paralel kurgu ile bizi yaşamın içine taşıyor. Sizin de yaşadığınıza inandığım, bir süre sonra muhakkak başınıza geleceği kesin olan benzeri durumları hicvediyor başarıyla.

Sinema mı, televizyon mu diye -bana göre alabildiğine önemsiz ve bir o kadar da gereksiz- tartışma çıkacaktır. Tamam, sinema olarak görmeyebilirsiniz, gerek çerçevesi gerek mizanseni gerekse diliyle televizyon filmine daha çok uyuyor. Ama sorarım, olmamış mı?

Bu kadar da olmaz, tam da benim/bizim yaşadıklarımız diyeceksiniz bir yandan, gülerken. İyi komedi, yaşamdan kesitleri paralel kurguyla buluşturuyor, bunu yaparken de hak veriyorsunuz. Bundan iyisi “Tatlım Tatlım”.

Tatlım Tatlım, Yönetmen: Yılmaz Erdoğan, Oynayanlar: Aylin Kontente, Büşra Pekin, Gupse Özay, Şebnem Bozoklu, Bülent Emrah Parlak, Çağlar Çorumlu, Fatih Artman ve Serkan Keskin. 17 Mart’tan itibaren gösterimde…

(16 Mart 2017)

Korkut Akın

Yönetmen Lynch’in Ressam Dünyasında

Amerikan sinemasının yaşayan büyük yönetmenlerinden David Lynch üzerine “David Lynch: Yaşama Sanatı”, bir ustanın sanat yolculuğuna çıkartıyor. Bu belgeselde yansıyanlar ilham veriyor.

David Lynch. Bir yönetmen mi, bir ressam mı? Hangisi daha öne çıkıyor? Bu belgeselde yönetmenin daha çok ressamlığı öne çıkıyor. Kendi resim atölyesinde gerçeküstü ve dışavurumcu resimler yapan Lynch, çocukluğundan bugüne kadarki hayatında öne çıkanları mikrofona anlatıyor. Siyah-beyaz bebeklik fotoğrafları bile var bu yolculukta. Ailesi, hem fotoğraf makinesiyle hem de 8mm renkli kamerayla çocuklarını ve kendilerini hep kaydetmişler. Bu fotoğraflar ve görüntüler hazine değerinde sanat açısından.

Lynch, 20 Ocak 1946’da Montana’nın Missoula şehrinde doğdu. Tarım Bakanlığı’ndaki babası Donald, Virginia’nın Alexandria şehrinde iş bulunca yeni hayatları burada devam ediyor. Ama daha önce başka şehirleri de dolaşıyorlar tabii ki. Başkent Washington uzak değil. Ama David’in buranın kasvetli havasına alışması da gerekiyor. Lynch, lise bitene kadar tam anlamıyla dar bir alana sıkışmış. Ama bu dünya ona huzur da vermiş. Ailesi mutlu olmaları için sevgilerini çocuklarına vermişler. İngilizce öğretmen anneleri Edwina, sevgisini açıkça göstermese de onların geleceği için hep kaygılanmış. David, annesine de minnettar bir anlamda boyama kitapları almadığı için. Belki de çocukların yaratıcılığını körelttiği için almamıştır öyle şeyleri. Sonuçta David Lynch ve sanatı apaçık ortada. David’in John ve Martha adında iki kardeşi de var.

Resim bir hayat…

Liseden, biterken yeni tanıştığı arkadaşının ressam olduğunu öğrendiğinde David’in hayatının akışı da değişmeye başlıyor. Ne olacağına keşfediyor. Yaşama sanatını keşfeder gibi. Atölyede resim yapmaya başlayan David için yeni ufuklar da görünmeye başlıyor. Pensilvanya’nın Philedelphia şehrinde Güzel Sanatlar Akademisi’nde resim okumaya başlıyor. Ama Philedelphia hakkında da olumsuz düşünüyor David. Bu şehre, fakirlerin New York şehri diyor. Bu şehirde yaratıcı olunur muydu? Ya aşk? İkisini de yakalıyor bu şehirde mutsuz David. 1967’de Peggy’yle evleniyor ve Jennifer adında bir kızları da oluyor. Jennifer Lynch bugün bir yönetmen ve yazar. Babasını ürküten “tuhaf” deneyler de yapan David, burada deneysel resimler ve kısa filmler de üretiyor. Kamera onu sinemaya doğru sürüklemeye başlasa da nasıl sinemacı olacaktı? Hangi sinema okulundan burs kazanabilirdi ki? Çabaları onu “American Film Institute” (AFI) okuluna ulaştırıyor. Los Angeles’ın güneşi ona iyi geliyor. Burslu okuduğu bu okulda kendisine verilen stüdyoda yeni yaşamını kurarken karısından da ayrılıyor. 1977’de siyah-beyaz “Eraserhead” filmini çekiyor. Bu film, yönetmen olarak onun yolunu açıyor ve 1980 yapımı sinemaskop çekilmiş siyah-beyaz “The Alephant Man-Fil Adam” gibi çok önemli bir filmi yapmasına neden oluyordu.

Gerçeküstücü ruh…

Bu belgeselde yönetmen Lynch’ten daha çok ressam Lynch yansıyor perdeye. Hangi ressamlar etkilemişti onu? Gerçeküstücü ve dışavurumcu ressamlar mı? Elbette onlar. Ama isimleri anılmıyor hiç. Ama araştırınca Lynch’in İrlandalı dışavurumcu ressam Francis Bacon’dan (1909-1992) etkilendiğini buluyorsunuz. Bacon’ın tablolarını incelediğinizde bunu daha çok anlıyorsunuz.

Sinemadaysa, gerçeküstücü İspanyol büyük yönetmen Luis Bunuel, Lynch’in sinemasına çok şey katmıştı ilham anlamında. Resim sanatının da, Lynch’in sinemasına çok şey kattığı da fark ediliyor bu belgeselde. Lynch, hem sinemasıyla hem de resimleriyle postmodern bir sanatçı. Onun atölyesinden yansıyan resim yaratma anlarında elle dokunulabiliyor buna.

Lynch, filmlerinde rüyayla gerçek arasında insanı savururken, yanılsamalarla gerçeklik algılarıyla oynuyor hep. Ustanın 1996 yapımı sinemaskop “Lost Highway-Kayıp Otoban” filminde, gerçekliği kaybeden seyirci, gerçekten otobanda kayboluyordu. Bu filmdeki zihinsel bulanıklık, objektifteki bulanıklık gibiydi. Lynch, bu filminde az da olsa dışavurumcu ressam Edvard Munch’un “Çığlık” tablosundan ilham alıyordu. Munch, iletişimsizliği ve yabancılaşmayı anlatıyordu bu modern resminde. Belgeselin bir anında kendinizi, yönetmenin 1986 yapımı sinemaskop “Blue Velvet-Mavi Kadife” filminin içindeymiş gibi hissediyorsunuz. Bir kuş, belki narbülbülüydü, gagasında böcekle yansıyordu dalda. Narbülbülleri, ışık olmadığında görülmezlermiş. Ama dünyayı ışık sardığında aşkla dönerlermiş. 2016 yapımı renkli ve siyah-beyaz “David Lynch: The Art Life-David Lynch: Yaşama Sanatı” belgeseli belleğe alınmalı. Belki ilham verebilir. En azından büyük bir ustanın dünyasına girmeye çabalıyorsunuz.

David Lynch: Yaşama Sanatı (David Lynch: The Art Life)
Yönetmen: Jon Nguyen-Olivia Neergaard-Holm-Rick Barnes
Müzik: Jonatan Bengta
Kurgu: Olivia Neergaard-Holm
Görüntü: Jason S.
Oyuncu: David Lynch (Kendisi)
Yapım: Duck Diver Films (2016)

(21 Mart 2017)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com