Kategori arşivi: Yazılar

The Flash: Süper Kahramanlar Çoklu Evrende…

Yüksek hızlı, alabildiğine duygu yoğunluklu, yer yer kahkaha atacağınız, kimi zaman şaşırıp da kafanızda kasap çengeli soru işaretleri oluşacak, kimi neyi, niye ve nasıl istediğinizi belirleyemeyeceğiniz tam bir sinema şöleni.

The Flash’ı, hep yaptığım gibi mesajıyla değil, sadece (ama sadece) görsel gücü ve yarattığı şölen havasıyla değerlendirmeyi tercih ediyorum. Geçmişi değiştirmek, bırakın bugünün teknolojisini, hiçbir zaman mümkün olmayacak (“Olmuşla ölmüşe çare yok”, belirleyici bir atasözü, biliyorsunuz). Barry Allen (Ezra Miller), bir şekilde edindiği süper güçleri sayesinde iyilik yapan bir gençtir. Dışarıdan baktığınız zaman (Superman’deki Clark Kent’in dış görünüşünü hatırlayın) pek bir süper kahraman gibi gözükmese de giysisini giydiğinde her şeyin üstesinden gelebilecek denli güçlü, başarılı, akıllı, iş bitirici, çözüm bulucu haline dönüşür.

Küçükken annesinin öl(dürül)mesinden babasının sorumlu tutulmaktadır; hem anneden hem de babadan olmuştur; babasını hapisten kurtarmak, annesinin de ölümünün önüne geçmek için süper gücünü kullanmaya karar verir. Barry, her şeyi bırakıp bu sorunu çözmeye girişir.

Bırakın olur mu, olmaz mı tartışmasını… Sinema bir eğlence, eğlenme aracıdır (diğer tüm niteliklerinin yanında). Deprem, ardından seçimler, su baskınları, ekonomik zorluklar, çözümsüzlük gibi yaşamsal sorunlar yumağından sıyrılmak, LGS ve YGS cenderesinden kurtulmak için ve tabii, düş(ünce) dünyasında olsun bir miktar keyiflenmek için The Flash biçilmiş kaftan.

Tarihin akışını değiştiren olaylar çok fazla, ama dönüp de o olayları “öyle değil de böyle sonuçlansın” diye değiştirmek pek mümkün değil. Bilim insanları, araştırmacılar, sanatçılar, en çok da sinemacılar bu konu üzerine çok kafa yorup yepyeni düşünceler üretiyor, sunuyorlar. Evet, öyle değil de böyle olsaydı daha iyi (veya kötü) olabilirdi… Demek ki daha dikkatli olup, seçenekleri daha titiz eleyip, önünü ardını düşünerek karar vermek en doğrusu. Tabii ki, kitapları okuyup filmleri izleyerek olası benzerlikler bulunan durumlara karşı tetik durabiliriz.

Kelebek etkisi…

Bilinen bir örnekten yola çıkan The Flash, küçücük bir değişimin yıllar içinde ne denli büyük sonuçlar doğurabileceğini anlatıyor. Turgut Özal’ı anımsayanlarınız vardır muhakkak… “Halamın bıyıkları olsa, amcam olurdu.” demişti… Barry’nin annesinin ölümünü, geçmişe gidip o anı yaşatmayarak, engellemesi dünyanın yörüngesinden oynaması kadar önemli değişiklikler yaratıyor. Biz de keyifle izliyoruz. Hemen belirtmem gerekir ki, bu dediğim, bilimsel araştırmaların yapılmaması, sürdürülmemesi anlamına gelmiyor.

Çoklu evren…

Barry, annesinin ölümünü geriye dönüp engellediğinde, çoklu evrene girer… Kimlerle buluşmaz ki orada. Hepimizin hafızalarında yaşayan Süperman’den, Batman’e, birçok “eski dost” süper kahramanı görüyoruz.

Ama en ilginci Barry’nin delikanlı haliyle erişkin halinin bir arada bulunması doğal olarak. Kuşkusuz iki Flash birbirini çekemeyip birçok çelişkiyi de birlikte çözmeye (ya da yaşatmaya) başlıyor. Onların çekişmesi de ilginç.

Son söz… Ezra Miller, başarılı olsa da taciz ve istismar suçlamaları nedeniyle pek sevebildiğim bir oyuncu değil. Kendisini cinsiyetsiz olarak tanımlayan oyuncunun, hırsızlık (son yıllarda üzerine çokça spekülasyon yaratıldı) yapmasını bile o kadar önemsemiyorum, ama taciz ve saldırganlık kabûl edebileceğim bir şey değil.

16 Haziran’dan başlayarak gösterimde…

(15 Haziran 2023)

Korkut Akın

[email protected]

Kara Komik Bir Yolculuk

Beau Wassermann korku ile doğum anında tanışıyor. Annesinin karanlığın içinden duyulan boğuk çığlıkları ve tekinsiz uğultular eşliğinde. Bebek ağlamıyor önce. Daha sonra poposuna vurulan hafif bir şaplakla hayatı tırmalamaya başlıyor. Amerikan bağımsız sinemasının genç yaratıcılarından Ari Aster’in merakla beklenen yeni filmi ‘Korkuyorum’ ya da özgün adıyla ‘Beau Korkuyor / Beau Is Afraid’ travmalarından muzdarip ana karakterinin hikâyesine böyle başlıyor. Daimi terapisti ile görüyoruz sonra onu. Uzaklarda yaşayan annesinin aramaları buradayken de kesilmiyor. Babasının ölüm yıldönümü münasebetiyle aylardır görmediği annesinin davetini -doktorunun ifadesiyle suçluluk duygusuyla- kabûl etmek zorunda kalıyor. Yozlaşmış Gotham kentini andıran New York sokaklarına çıktığında onunla birlikte baş döndürücü bir kargaşanın içine dalıyoruz. İlk 45 dakikada türlü belâ ve saldırıyı atlatıyor atlatmasına ama sonunda oturduğu mahallede terör estiren bıçaklı seri katilin ve yoldan geçmekte olan aracın çarpmasından kurtulamıyor.

Epizodlar halinde ilerleyen filmin ikinci bölümünde yaralı Beau onu kırsaldaki evlerine taşıyan cerrah ve karısının misafiri olur. Asker oğulları Nathan’ı Caracas’daki bir operasyonda kaybetmiş olan eksantrik çiftin Z kuşağından kızları uyuşturucu ve haplarla uçmuş haldedir. Çatışmada ölen oğullarının aksine eve yara almadan dönmüş, silahla oraya buraya saldıran ruhen sakat asker arkadaşı da bahçedeki karavanda yaşar. Dingin başlayan bu geçici konukluk kısa süre sonra ölümcül bir kaçıp kovalamaca ile sonlanacaktır. Yeniden baba ocağına doğru yola koyulur Beau. Issız ormanın derinliklerinde karşısına çıkan, kendilerine ‘Ormanın Yetimleri’ adını vermiş gezici tiyatro topluluğunun oyunu onun benliğini, geçmişini geleceğini sorguladığı düşsel bir deneyime dönüşür. Odysseus misali eve dönüş öyküsü ve geçmişiyle hesaplaşması nasıl sonuçlanacak ve 45 küsur yaşlarındaki bakir Beau sonunda huzura kavuşabilecek midir.

Sinema evrenine parlak bir giriş yaptığı 2018 yapımı ‘Ayin / Hereditary’ ve hemen peşinden ‘Ritüel / Midsommar’da travma sonrasında geçmişleri ile yüzleşmek zorunda kalan aile bireylerini konu alır Aster. ‘Ayin’de annesi tarafından sevilmediği yüzüne vurulan Peter, ailesine musallat olan ruhlara sığınarak kendine yeni bir aile bulur. ‘Ritüel’de ise ailesini feci bir biçimde kaybeden Dani, İsveç’in güneşli gecelerinde kendine yeni bir aile bulmanın mutluluğunu tadar.

‘Korkuyorum’ aynı minvalde doğumundan başlayarak travmalar yaşamış ana karakterin çıkış yolları arama çabası üzerinedir. İlk bölümler kara komik bir Amerikan kâbusu teması üzerinden ilerler. Post ‘Taxi Driver’ New York sokaklarında insanların birbirlerini bıçakladığına, serseri güruhun ev bastığına, izbe koridorların cesetten geçilmediğine tanık oluruz. Kırsala çekilmiş varlıklı ailelerin gencecik oğulları Venezuella’da -ya da Irak’ta, Afganistan’da- ölüp gittiğinde milli kahraman (!) olarak anılmasını acı bir tebessümle karşılarız. Dehşeti komikle buluşturan yaratıcı senaryosu ile Aster bu belki de en tekinsiz yapıtını ülkesi ve kentinin hınzır eleştirisi ile beslemekte gayet başarılıdır. Ülkenin genel travmasından bireysel travmaya geçiş sürecinde ise Beau’nun durumu Peter ya da Dani’den farklılık arzeder. Çok fazla kontrolün onun kişiliğini yok edişinden muzdarip Beau’nun benliğine döndüğü eve dönüş yolculuğu, annesinin ölümcül baskısından kurtulması için ona yeni ufuklar açacak mıdır?

Aster üç saat uzunluğundaki filminde alameti farikası yenilikçi kamera açıları, müzik kullanımı, düşlerin hayallerin gerçek dünya ile ustaca buluştuğu mükemmel kurgusu ve her cümlesi özel nehir senaryosu ile yine çok özgün bir çalışmaya imza atmış. Üçüncü epizodda Şilili yaman canlandırma ustaları Cristóbal León ile Joaquín Cociña’nın imzalarını taşıyan 12 dakikalık animasyon sekansı filmin zirvelerinden.

Daha fazla ayrıntıya girmek isterdim, ancak sürprizleri açık ederek bu baş döndürücü görsel – işitsel destansı serüveni geniş perdede izleme keyfini bozmak istemiyorum. Son bir cümle ile oyunculardan söz etmeden bitirmeyelim: filmi dört bir koldan sırtlamış aktör Joacquin Phoenix, ‘Napoleon’ ve ‘Joker’in devam öyküsüne hayat verdiği yoğun temposu içinde nüanslı yorumuyla harikalar yaratmış. Nathan Lane, Amy Ryan, Patti LuPone ve bağımsızların kraliçesi Parker Posey parlak yorumlarıyla bu uzun yolculukta onun can yoldaşı olmuşlar.

(09 Haziran 2023)

Ferhan Baran

[email protected]

Kuşaktan Kuşağa Travma Aktarımı

Rüyasında anne diye sayıklar Rama. Senegal asıllı Laurence Coly’nin 15 aylık kızını Kuzey Fransa’nın bir sahil kasabasında medcezir dalgalarına bıraktığı haberi onu fazlasıyla etkilemiştir. Kendisi ile yakın yaşlardaki memleketlisi böylesine kan dondurucu bir cinayeti nasıl işleyebilmiştir. Coly gibi o da beyaz bir adamla birliktedir ve dört aylık hamiledir.

Bir önceki otobiyografik filmi ‘Biz / Nous’ (2020) ile tanıdığımız Alice Diop, ‘en iyi ilk film’ ve ‘jüri büyük ödülü’nü kazandığı 79. Venedik Film Festivali’nden başlayarak ünü sinema alemine yayılan, Fransa’nın Oscar aday adayı olmuş ilk kurmaca uzun metrajı ‘Saint Omer’de 2013 yılında yaşanan gerçek bir olaydan, Fabienne Cabou’nun gizemli davasından yola çıkmış. Kurgu karakteri Rama gibi o da trajedinin izinden mahkemenin yapılacağı şirin Saint Omer kasabasının yolunu tutmuş, oturumları izlemiş, notlar almış. O dönemde böyle bir niyeti olmadığı halde, yıllar sonra kendi yaşamı ile paralellikler kurduğu bu davayı belgesel tadında bir kurgu öykü olarak çekmeye karar vermiş.

Diop’un alternatif benliği Rama’yı üniversitede verdiği dersinde tanıyoruz önce. Marguerite Duras şaheseri ‘Hiroşima Sevgilim / Hiroshima Mon Amour’dan alıntıda Nazi işbirlikçisi kadınların sıfıra vurulmuş saçları ile teşhir edildiği ünlü utanç sahnesidir bu. Partneri ile gittiği aile yemeğinde annesi ile gergin ilişkisini fark ediyor ve bebek beklediğini gizlemeye çalıştığını sezinliyoruz. Rama aynı Diop gibi duruşmayı izlemeye gidiyor.

İlk bakışta sabit kamera ile çekilmiş uzun monologları nedeni ile klasik bir mahkeme filmi izlediğimiz duygusuna kapılıyoruz. Ancak Diop’un yapıtı farklı sularda ilerleyen bir terapi sürecine dönüşmekte gecikmiyor. Kendi korkunç eylemini anlamlandırmakta zorlanan eğitimli Laurence’ın yanıt arayan gözlerinde ailesinin sömürge sonrası travmaları ile yüzleşiyor genç kadın. Film, karakterleri hakkında hiçbir ahlaki yargıda bulunmadan onların hakikatleri çözme çabalarına ortak eden tavrıyla, Laurence ile Rama’nın ortak aile tarihleri üzerinden Fransız toplumunun ‘öteki’yi aşağılayan ikiyüzlü tavrını açığa çıkarıyor.

Wittgenstein üzerine çalışmak istediği tez hocasının tanıklığında ortaya döküldüğü üzere ‘farklı bir kültüre gözünü açmış Afrika kökenli kadının, iyi eğitim almış olsa dahi, Avusturyalı bir düşünüşle ne ilgisi olabilir ki’! Kendini hep ezik ikinci sınıf vatandaş hissetmiş annesinin sömürge yılları ertesinde kızını ana dilini konuşmaktan men etmesi genç Laurence’ın bir arkadaş çevresine girmesini de engellemiştir. Yalnızlığı Fransa’daki üniversite yıllarında da sürecek olan genç kadının duruşma süreci giderek kuşaktan kuşağa aktarımın, anneden kız çocuğuna aktarılan travma deneyiminin ortaya döküldüğü gerilimli bir ‘aile terapisi’ seansına dönüşüverir. Genç kadının kederi Medea’nın trajedisine, Pasolini’nin ünlü uyarlamasının final bölümünde Maria Callas’ın hüznüne karışır. Nina Simone’un seslendirdiği ‘Little Girl Blue’ iki kuşağı acıda birleştirir. Caroline Shaw’un 8 ses için yazdığı enfes partita’sından tınılar içsel gerilimlerin dışa vurumuna dönüşür.

Alice Diop kendi toprağını, kendi hikâyesini duygusallığa prim vermeden aktarırken, Claire Mathon’un enfes kamera işçiliği ve iki oyuncusunun (Rama’da Kayije Kagame, Laurence’de Guslagie Malanda) ölçülü yorumları sakin görünümü altında nefes nefese izlenen filme büyük katkı sağlar. Son dönemin en iyi filmlerinden biri olan ‘Saint Omer’in sinema salonlarına gelişi biraz gecikmeli oldu, kaçırmamaya çalışın.

(08 Haziran 2023)

Ferhan Baran

[email protected]

Transformers: Canavarların Yükselişi

Birkaç gün önce yapay zekânın, yöneticisinin sözünü dinlemeyip kendi bildiğine (önceki emre itaat ettiğine) hareket ettiğine, yöneticisini öldürmeye çalıştığına dair bir haber vardı. Şaka gibi, ama ürkünç. Gerçekten ne olacağını bilemediğimiz, öngöremediğimiz bir döneme giriyoruz. Dünyayı robotlar mı yönetecek?

Robotların ilk örneklerini filmlerde gördük. Filmlerde gördüklerimizin yaşanacağını, hayatımızı belirleyeceğini düşünerek kendimizi hazırladık. Kimi zaman iyi şeyler de çıktı, kimi zaman yanlışlıklar serisi de belirleyici oldu. Yapılanların ne sonuç vereceğini bilemediğimizi kabûl etmemiz gerekiyor. GDO’lu (genetiği değiştirilmiş organizmalar) yiyecekler, açlığa çözüm bulacağı inancıyla geliştirildi, ama öyle olmadığı çok kısa bir zaman içerisinde görüldü. Ama yine GDO’lu ürünlerin yaşamamızı ne denli değiştirdiğini de kullanabildiklerimizden biliyoruz. Demek ki, robotlar da yaşamımızda şimdikinden çok daha etkin yer alacak. İnsan zaten zorunlulukları nedeniyle değil mutluluğu ve huzuru için barış içinde yaşamalı. Teknoloji geliştikçe birçok şey değişti, değişecek. İnsanlar daha az çalışacak; gezmeye, görmeye, eğitime, bilime daha çok zaman ayırabilecek. İşleri robotlar yapsın.

Önceden görme işine liderlik diyoruz

Sanatçılar hep önceden görüyor ve işaret ediyorlar… Georges Méliès, 1902’de “Ay’a Seyahat” filmini yaptığında, insanların Ay’a gidebilecekleri hayal bile edilmiyordu. Jules Verne de benzer romanlar yazmadı mı? Aradan geçen yıllar, onların öngörüleri doğrultusunda çalışan bilim insanları tarafından tahayyül edilenlerin gerçekleşmesini sağladı.

Sinemacıların, yine teknolojiyle doğru orantılı, hayalleri geliştikçe beyazperdeye yansıyanlar daha da güzelleşti, ilginçleşti… Bunların başında Transformers serisi geliyor. Bizim kuşağın karada ve suda giden araba sevdası, bugünün çocuklarında Transformers ile hayatı değiştiren arabalara dönüştü.

Görselliği yüksek Transformers’ların her geçen gün gelişmesi doğal, buna da bağlı olarak yeni temalar, yeni arabalar, yeni modeller ve yeni insanlar katılıyor aralarına.

Bu kez Güney Peru’daki 15. yüzyıl Inca kalesi Machu Picchu’da, 1887’de bıraktığımız Transformers’ların duygularını yakalamaya çalışıyoruz. Yıl, 1994 olmuştur, temel aktörler değişmese de birçok giren ve çıkan vardır filmin kadrosuna. Görüntüleri çekip bilgisayarlar yardımıyla stüdyoda filme dönüştürmek yerine, yerinde çekimler yapılınca daha bir ‘canlı ve dinamik’ olmuş perdeye yansıyanlar.

Sinemanın 37 sözcüğü var, biliyorsunuz: İyi – kötü, zengin – yoksul bunların en çok kullanılanı. Bu dramatik yapıda da iyi – kötü çatışması var; tek farkla iyiler de araba, kötüler de… Dünyayı ele geçirmek isteyen kötülere karşı mücadele eden iyilere bu kez iki siyahi genç de katılıyor: Noah Diaz (Anthony Ramos) ve Elena Wallace (Dominique Fishback). Sürükleyici ve dolu bir film. Hayalin ne kadar gerekli olduğunun kanıtı da aynı zamanda.

09 Haziran’dan başlayarak gösterimde…

(08 Haziran 2023)

Korkut Akın

[email protected]

Doktor Teşhisi Koydu: Suçlu: Korkuyorum

Spritüel inanışları olanlar, yaşamı belirleyenin anne baba değil, çocuk olduğunu ileri sürer. Ne kadar doğrudur, bilinmez. Beau is Afraid (Korkuyorum) bunun tam tersini söylüyor. Ancak biz inanışların, düşüncelerin ya da beklentilerin değil filmin üzerine düşünelim…

İnsanın yaşamını ailenin çocuğa verdiği eğitim belirler. Kim ne derse desin, bu kesin. Korkuyla büyütürseniz pısırık biri olur, değer vermişseniz özgüvenli bir kişilik geliştirir, örnekleri uzatmak mümkün. Bu, çevrenin, toplumun değer yargılarının önemsiz olduğunu değil, aileden gelenin üzerine konduğu için daha da güçlendirdiğini gösterir. Muhakkak ki böylesi genellemeler her zaman doğru çıkmaz… ancak yine de hemen her konuda bir genellemeyle yüz yüze kalırız.

Ari Aster’ın, Joaquin Phoenix’i başrolünde oynattığı “Korkuyorum” filmi, uzunluğunun ötesinde izleyiciye, yaşamını gözler önüne sermek amacıyla bir ayna tuttuğu için hem ürkütücü hem de kasap çengeli örneği soru işaretleriyle dolu. Beau Wassermann (Phoenix), anne bağımlılığından kurtulamamış, tedirgin, kimseyi üzmemeye, kimseye bulaşmamaya kararlı, yalnız, yapayalnız biridir. Babasının ölüm yıldönümünde, annesinin yanına gitmek üzereyken tanırız onu. İlk düğme yanlış iliklenirse tümü yanlış olur ya, Wassermann’ın da başına bir sürü iş gelir, hem de “bu kadarı da olmaz” diyebileceğimiz kadar.

Bir Kafkaesk öykü

Yabancılaşma, dışlanma, kimlik sorunlarını tedirgin edici anlatan Kafka tipi yapıtlara Kafkaesk dendiğini biliyoruz. Wassermann da yukarıda sayılan tüm özellikleri barındırıyor kendinde…

Peki, film korkutucu mu? Hayır. Öyleyse iğrenç… O da değil. Ya ne öyleyse? Yüzünüze tutulan bir ayna sadece.

Üç (bir dakika kısa sadece) saatlik filmi, hiç sıkılmadan izleyeceksiniz. Dört bölüme ayırabiliriz. Birincisi içine düştüğü bunalım, altından nasıl kalkacağını bilememesi… İkinci ve üçüncü bölümlerde o içine düştüğü bunalımın sarsıcı etkileri… Sonunda ise “ey izleyici, sen ne düşünüyorsun”. Karşılıklı bir etkileşimden söz edebiliriz. “Sineklerin Tanrısı”nı hem roman hem film olarak anımsarsınız muhakkak. Kurgu olduğu açıklandı, insanın özünü yansıtmadığı ve aslında insanın iyi olduğu belirlendi bilimsel açıdan. Tam da bu filmle çakıştığı nokta burası: İnsan nefret edilecek kadar kötü müdür? Yoksa başta aile olmak üzere, çevre, eğitim, siyaset ve ekonomi sistemi mi kötü hale getiriyor insanı? Beau, insanın en temel hak ve özgürlüklerinden biri olan cinselliği bile yaşayamamış bu nedenle. Kaygılarımız, korkularımız, şüphelerimiz, sancılarımız ve beklentilerimiz hep ailenin oluşturduğu iskelet üzerine yükseliyor; tabii ki, diğer etkenler de tamamlıyor.

09 Haziran’dan başlayarak gösterimde…

(07 Haziran 2023)

Korkut Akın

[email protected]

Bellek Avcıları

76. Cannes Film Festivali’nde özel gösterimi yapılan ‘Hypnotic: Zihin Avı / Hypnotic’ sıcağı sıcağına bizde de gösterime girdi. Film, parkta oynarken gözlerinin önünde kayıplara karışmış 11 – 12 yaşlarındaki kızının izini süren kederli polis Danny Rourke’un (formunda bir Ben Affleck) terapi seansı ile açılıyor. Öfkesini ve küçük Minnie’yi bulma umudunu hiç kaybetmemiş olan görmüş geçirmiş kanun adamı kendini ayakta tutmak için görevine döndüğünde bir banka soygunu haberi alıyor. Bir hafta içinde ‘Bank Austin’in 2 ayrı şubesine saldırılar düzenlenmiş, soyguncular nakde dokunmadan sadece bir kiralık kasayı alarak kayıplara karışmıştır. Bankaya hırsızlardan önce ulaşmayı başaran Rourke ihbarda belirtilen kasada kızının fotoğrafını bulur. Fotoğrafın üzerinde ‘Lev Dellrayne’ı Bul’ notu vardır.

Daha sonra Dellrayne’in (William Fichtner) dünyanın en büyük zihin avcısı olduğunu öğreniriz. Adından da çıkarılacağı gibi zihin avcıları (ya da filme özgün adını veren hipnotikler) başkalarının zihnini yönlendirebilen, alternatif bir gerçeklik yaratmak suretiyle insanlara istediklerini yaptırma yetisine sahip kişilerdir. Öfkeli polisimiz çok gizli bir hapishaneden firar etmiş Dellrayne’in derin büronun emriyle kızının kaçırılmasını organize ettiğine ikna olmuştur artık. Kendi de bir hipnotik olan yerel tarot okuyucusu Diana Cruz (Alice Braga) aynı alemin hacker ve gizli ajanları ile iş birliği halinde büyük sırrın peşine düşer. Lakin hiçbir şey göründüğü gibi değildir.

‘Zihin Avı’nın yönetmen koltuğunda Robert Rodriguez oturuyor. Meksika asıllı aileden gelen Texas’da yetişmiş sinemacı ilham aldığı B tipi yapımlar ve özellikle John Carpenter filmlerinin etkisiyle 24 yaşındayken gerilla usulü çektiği çok düşük bütçeli ‘Gitarım ve Silahım / El Mariachi” (1992) ile sinema evrenine sağlam bir giriş yapmıştı. Sonradan imkânları daha fazla ve başrolde Almodovar’ın gözdesi Antonio Banderas’ın star katına yükseldiği serinin devam öyküleri ile [Desperado’ (1995), ‘Bir Zamanlar Meksika’da / Once Upon A Time In Mexico’ (2003)] ününü perçinleştirdi. ‘B movie’ aleminin büyük hayranı Quentin Tarantino’nun senaryo yazımına dahil olduğu ve oyuncu olarak yer aldığı çılgın vampir fantezisi ‘Günbatımından Şafağa / From Dask Till Down’ (1996); yine Tarantino’nun ‘Ölüm Geçirmez / Death Proof’u ile birlikte 2 Film Birden ‘Grindhouse’ konseptine dahil olan ve 60’lar 70’ler istismar sinemasına coşkulu bir saygı duruşunda bulunan 2007 yapımı ‘Dehşet Gezegeni / Planet Terror’ ile ses getirdi.

Bugün 55 yaşında olan Rodriguez’in en özgün yapıtları stüdyo sisteminin tutsaklığına girmediği bağımsız filmleridir. ‘Zihin Avı’ aile içinde tam bağımsız kotarılmış. Hikâye Rodriguez’in. Senaryoda ortak imzası var. Görüntü yönetmenliğinde Pablo Berron ile ortak yine onun imzasını görüyoruz. Kurguyu oğlu Rocket ile birlikte üstlenmiş. Filmin etkileyici (hadi hipnotik diyelim) müziğini diğer oğlu Rebel bestelemiş. Rodriguez’in öyküsü sürprizleri ve ters köşeleriye soluk soluğa izleniyor. Deneyimli sinemacının en akıllı hamlesi ise, ilerleyen yaşına karşın heybetli fiziği ve star personası ile hâlâ çekici olan Affleck’i Danny Rourke rolünde oynamaya ikna etmesi olmuş. Marvel patentli pahalı prodüksiyonların piyasayı domine ettiği günümüzde bu mütevazı bağımsız yapım ne kadar izleyici toplar bilemem, ama ilerde kültleşeceği kesin.

(07 Haziran 2023)

Ferhan Baran

[email protected]

Kadınların Ailelerden Çektikleri… Saint Omer

Hatırlar mısınız, birkaç yıl önce, bir anne, ailesine -çocuğu olduğunu gizlediği için- bayram ziyaretine giderken bebeği beşiğine yatırmış, biberonu da doldurup yanına bırakmış. Bayram dönüşü, bebeğinin ölüsünü kapıp hastaneye götürmüştü de haberlere konu olmuştu. O anne, hangi nedenlerle bebeğinin olduğunu gizlemişti ailesinden, neden korkmuştu aile büyüklerinden? Sahi, ne yaparlardı acaba, kendisine ve çocuğuna?

Bir de, seçimler nedeniyle yapılanlar / yapılamayanlar belirlenirken, 300’ü aşkın polisin intihar ettiği haberi vardı medyada… Doktorlar, hemşireler, subaylar, öğretmenler, öğrenciler de eklendiğinde sayı inanılmaz düzeye çıkıyor. Nedenini kimse soruyor mu?

Buna benzer soruları sormadığımız sürece hem bebekler ölür hem intiharlar çoğalır hem de iş cinayetleri önlenemez. Bu çok önemli konu yerine, bizim ülkemizde kadınların özgürlüklerinin kısıtlanmasına çalışır siyasi partiler ve doğal olarak iktidar. Hatta o kadar ileri gider ki, kendisinin önerdiği, İstanbul’da yapılan toplantılarla kabul edilen sözleşmeden bile çıkmayı kendine yedirir.

Filmin öyküsü…

Ailesinden ayrı, yaşlı sevgilisinin yanında kalan genç üniversite öğrencisi Laurence Coly (Guslagie Malanda), cidden ruhsal bunalıma düşmüştür. Bırakın okula gitmeyi, kendini eve hapsetmiş, yalnızlaşmış, birlikte yaşadığı erkeğin bile “görmediği” biri haline gelmiştir. Bir de hamile kalmıştır, partnerinin bile haberi yoktur… Hamileliği boyunca çektiği sıkıntıların üstüne kimseden “değer” görmeyince, bebeğini kumsala bırakır. Tabii, yakalanır ve yargılanır. Saint Omer, o mahkemenin filmidir. Belgesel tadında, yalın, süssüz, kamera hareketlerinin en aza indirgendiği, ama seyirciyi koltuğuna çivileyen bir film. Alice Diop, Amrita David, Marie Ndiaye’nin yazdığı, Alice Diop’un yönettiği bu ilk film gerçekten büyük ödüllerle başarısını kanıtlıyor.

Edebiyatçının bakışı…

Öykünün içinde bir diğer öykü de roman yazarı akademisyenin yaşadıklarıdır. O da tıpkı Coly gibi, beyaz bir erkekle birliktedir ve dört aylık hamiledir. Filmin kesişme noktalarından biri Rama’nın (Kayjie Kagame) üniversitede, derste görüntülerini gösterdiği İkinci Dünya Savaşı sırasındaki kadınların durumu üzerine örnekler verdiği ünlü “Hiroşima, Mon Amour” (Marguerite Duras) filmidir. Daha film bitmeden kafaları tıraşlanan kadınların yüzündeki hüzün izleyicinin kafasında soru işaretleri oluşturuyor, kasap çengeli örneği.

Kadınların yaşamına müdahalenin bu kadar çoğaldığı, yaşam ve özgürlük mücadelesinin polis zoruyla engellendiği Türkiye’de, özellikle kadın bilinçlenmesi için herkesin izlemesi gereken, çok önemli bir film. Hatta, biraz daha ileri gidip, çocuklarınızın, doğacak torunlarınızın da izlemesi için arşivlemenizi öneririm.

09 Haziran’dan başlayarak gösterimde…

(05 Haziran 2023)

Korkut Akın

[email protected]

Örümcek Kulübüne Hoş Geldiniz

Örümcek-Adam animasyon serisinin ilki büyük beğeni ile karşılanmış ve uzun metraj canlandırma kategorisinde Oscar dahil 80 küsur ödülle kucaklaşmış olan devam filmi ‘Örümcek-Adam: Örümcek Evrenine Geçiş / Spider-Man: Across the Spider-Verse’ dış sesin ‘Bu sefer farklı bir şey yapalım’ sözleriyle açılıyor. ‘Hayat ona sert vurdu, tek ona değil tabii. Sonra yalnız kaldı, bir tek o değil tabii’ diye devam ediyor. Gerisini bildiğimizi sanıyor muşuz ama bilmiyor muşuz! Serinin bu defa değişen üçlü yönetmen ekibi (Joaquim Dos Santos, Kemp Powers ve Justin K. Thompson) ile büyük emek vermiş animasyon takımı, kuşaklar boyu hayranlarını peşinden sürüklemiş Marvel aleminin bu en duygusal, en kırılgan süper kahramanı hakkında söylenecek yeni şeylerin olduğunu dış ses aracılığı ile böyle haberliyor.

Aslına çok daha uyumlu bir biçimde çizgi karakter olarak karşımıza çıkmasıyla birlikte hem öykü çeşitliliğinin hem de görselliğin çıtasını yükselten ilk filmde (Örümcek-Adam: Örümcek Evreninde / Spider-Man: Inside the Spider-Verse) bunun başarılı bir örneğini izlemiştik. Serinin ikinci bölümü görsellik ve hikâye anlatımında sınırları daha da zorlayan, ilkinden de başarılı bir çalışma olmuş. İlk filmin sonunda kendi evrenine dönüş yapan örümcek kız Gwen Stacy, hem çoklu evrenin geleceğini tehdit eden (Kingpin’in sebebi olduğu) büyük çarpışmanın yaralarını sarmaya hem de dünyamızın halihazırda rüştünü ispat etmiş tek örümcek adamı olan Miles Morales’i görmek için Brooklyn’e dönüş yapıyor. Alchemax’daki işini, ailesini ve yüzünü kaybeden ve bundan Miles’ı sorumlu tutan öykünün yeni kötü adamı Spot ile kapışıyorlar önce. İkili daha sonra, Miles’ın ısrarıyla, Spot’un çoklu evrende açtığı ve açmaya devam edeceğini duyurduğu geçitlerden paralel evrene süzülerek Örümcek Kulübü’ne kapağı atıyor. Rahmetli Stan Lee ile Steve Ditko’nun yaratıcısı olduğu ve yıllar içinde çoklu karakterlere dönüşen örümcek adamlar (ve de kadınlar) toplumunda Miles yalnız değildir artık. Ancak bir hayat bağı ile hepsinin yaşamı birbirine bağlıdır. Hikâye değiştiği anda paralel evrenlerdeki akışlar bozulup tüm boyutlar çökecektir. Lakin komiser babası tehdit altında bulunan Miles kalıpları yıkmaya, hikayeyi kendi istediği şekilde yazmaya kararlıdır.

Böylesine dur durak bilmeyen bir tempoya ve karakter çeşitliliğine sahip çılgın bir hikâyeyi okumak yerine izlemeye ve perdedeki coşkun enerjinin bir parçası olmaya davet ediyorum sizleri. Alabildiğine yaratıcı bir biçimde kaleme alınmış senaryosu, zekâ ürünü espriler, ince bir mizah, ayrımcılığa dair dayanılmaz bir sosyal hiciv içeriyor bu devam filmi. Dudak uçuklatan canlandırma çalışması, renkler ve gölgeler, çizgi roman karesindeki üst yazılar, çılgın detaylar, kendi kinetik gerçekliği dahilinde tüm aksiyon sekansları, duygusallıktan hiç de geri durmayan gerçek olmayan evrenin ‘çok gerçek’ anlatısına hizmet ediyor. Filmin belki de tek kusuru Brooklyn’e dönüş macerasının yarıda kesilmesi olmuş. 2 saat 20 dakikalık film çizgi roman geleneğine uygun olarak ‘Devam Edecek (To Be Continued)’ ibaresi ile noktalanıyor. Çizgi roman tutkunu olduğumuz çocukluk günlerimizde en heyecanlı yerinde kesilen maceranın devamı için bir hafta sonrasını iple çekerdik. Bu maceranın final bölümünün 29 Mart 2024’te gösterime gireceği duyuruldu. Beklemeye değer.

(01 Haziran 2023)

Ferhan Baran

[email protected]

Dali Efsanesine Yüzeysel Bir Bakış

20. yüzyıl sanatının tartışmasız en önemli figürlerinden biri olan Salvador Dalí üzerine bir film izlemek kuşkusuz ilgi çekici. Picasso’dan esin almış, gerçeküstücü akımın en önemli temsilcisi olmakla kalmayıp heykel, fotoğrafçılık gibi başka alanlarda da eserler üretmiş olan 1904 doğumlu çok yönlü sanatçı, yedinci sanatın ustalarından memleketlisi Luis Buñuel ile birlikte çektiği ‘Bir Endülüs Köpeği / Un Chien Andalou’ (1929) ile avangard sinemanın en önemli örneklerinden birine de imzasını koymuştur. 1931 tarihli ‘Belleğin Azmi’ onu sürrealist ekolün en büyüğü haline getirmiştir. Dünya prömiyeri Toronto Festivali’nin kapanış filmi olarak gerçekleşen ‘Dali Diyarı / Daliland’ bu eksantrik yaratıcının 70’li yaşları ile başlıyor hikâyesine. 1974 yılında dönemin pop art çılgınlığına kapılmış New York sanat çevresinin gözbebeğidir Dalí. Ona eşliğin yanı sıra menajerlik ve hatta annelik yapmış, üzerinde derin bir hakimiyet kurmuş Gala ile birliktedir. Kış aylarını gençlik yıllarından beri yanından ayırmadığı karısı ile birlikte St. Regis Oteli’ndeki ultra lüks rezidansta geçirirler.

Kariyerinde ‘I Shot Andy Warhol’ (1996) ve 1969 yılında Sharon Tate ve dostlarını hunharca katletmiş Manson tarikatından kadınların öyküsünü anlatan ‘Charlie Says’ (1981) gibi filmler bulunan deneyimli yönetmen Mary Harron için Dali’nin 70’li yıllarına eğilmek kağıt üstünde ilginç gözüküyor. Ancak o yılların havasını solumuş olan sinemacı, dönemin yükselen pop art kültürü ve modern sanatın meta haline gelişinin zirvesinde yaşananların çılgın magazin boyutundan öteye geçemiyor yazık ki.

Dalí’nin asistanı sanat okulu mezunu genç James ile birlikte daldığımız bu göz alıcı evren çağın tüm aşırılıklarını barındırıyor. Çevresindeki genç erkekleri San Sebastian, alımlı genç kızları Ginesta diye çağıran yaşlı ressam ilerlemiş yaşında eser üretirken beslendiği cinsel enerjiyi onları sevişirken gözetleyerek depoluyor. En büyük gözdesi ‘Jesus Christ Superstar’ın başrolünü kapmış Hz. İsa görünümlü genç şarkıcı ile aşk yaşayan elektrikli yılan balığı libidosuna sahip Gala da karşısına çıkan her yakışıklı genci yatağına atmaktan geri durmuyor. Paranın su gibi aktığı partilerin finanse edilebilmesi için zengin tabakanın bir kumbara olarak gördüğü resimlerden, taş baskılardan daha daha çok üretmelidir yaşlı Dalí. Büyük şehirde sudan çıkmış balığa dönen Ohio’lu James’in en önemli görevi de disiplinli üretkenliğini arttırması için yaşlı adama göz kulak olmaktır.

Harron bütçe sorunu nedeniyle dış çekimlerde 70’li yıllar Manhattan’ına dair eski kayıtlardan yararlanma yoluna gitmiş. Telif haklarından olsa gerek Dali’nin yazının başlangıcında sözü edilen ve zaman kavramını farklı bir biçimde yorumlayan ünlü yapıtı namı diğer ‘Eriyen Saatler’ ve üstadın öteki şaheserleri de filmde yer alamamış. Buna karşılık, stüdyoda kotarılmış Dali evrenini ilginç ayrıntılar ve parlak oyunculuklar destekliyor. Filmin yapımcılığını da üstlenen -eski Gandhi- Ben Kingsley deli ve dahi ressamı, Gala’yı ise uzun zamandır perdede görmediğimiz -eski Rosa Luxembourg ya da Hannah Arendt- Barbara Sukowa canlandırıyor. Olan biteni onun yorumundan izlediğimiz James’te ise ilk sinema deneyiminde parlak bir başlangıç yapan Christopher Briney yer almış. Filmin son bölümü sanatçının bir tür inzivaya çekildiği İspanya’nın sahil kasabasında geçiyor. Geri dönüşlerde -yakında Marvel’in ‘Flash’ı olarak boy gösterecek olan- Ezra Miller sanatçının gençliğini canlandırıyor kısa süreliğine. Lakin bu sahneler de klişe birkaç cümlenin yüzeyselliğini aşamıyor.

(31 Mayıs 2023)

Ferhan Baran

[email protected]

Örümcek-Adam: Örümcek-Evrenine Geçiş: Her Karesi Ayrı Özel…

Teknoloji geliştikçe insanların hayalleri de tutulamayacak denli genişliyor. Olur mu, olmaz mı, olmalı mı diye düşünmenize bile fırsat vermeyen bir hız hepimizi sarıp sarmalıyor. Buna da bağlı olarak çoklu evren çizgi filmlerin çizgi karakterlerine de uyarlanabiliyor. Yani sadece sanal diye bakamayız artık metaverse’e… İzlerken sizi çarpıyor, düşündürüyor, kazandırıyor ve doğal olarak da kaybettiriyor, azıcık ilginiz dağılırsa…

“Spider-Man: Across the Spider-Verse” ilk filmin hikâyesinin heyecan verici bir devamı olmayı vaat ediyor. Bu da gösteriyor ki, özellikle genç kuşak çok beğenecek. Onların deyimiyle söylersek, “Havada karada izlenir abi”. Genç olmayan sinema sevdalıları ne yapsın? Onlar da izlemeli, çünkü yeni düşünce anlayışını kavramadığınız sürece her şey çok zor olacak. Kim, nerede, ne yapıyor, ne istiyor, nasıl olacak veya olmalı… tıpkı bir satranç oyunu gibi ileriyi görmek gerek.

Merak ettinizse, çocuklarınızla birlikte izleyin mümkünse. Hem sınava girecek olanlara moral kaynağı hem de aranızdaki soğuk ve yüksek duvarların yıkılmasına yardımcı olabilir.

“Spider-Verse” filmlerinin bu kadar iyi olmasına şaşırıyor insan. İnanılmaz bir görsellik, müthiş ve vurgulu müzikler, hızlı kurgu ve birbiriyle bağlantılı temalar… Belki siz, “Into the Spider-Verse”i, “Across the Spider-Verse”den daha çok sevmiş olabilirsiniz. Zaten akıl alabilecek gibi değil. Keyifle izlediğiniz film, biraz sonra sorularla doluyor. Karakterler alabildiğine renkli ve gerçekçi. Genişletilmiş Gwen’in hikâyesi çok keyif verici. Çizgi film değil sanki. Epey bir kafa yorulmuş, epey bir mesai harcanmış. Her bir kare –ki, biliyorsunuz, saniyede 24 kare geçiyor projektörün önünden, perdeye yansırken görüntüler…

Olay örgüsü başarıyla ulanmış birbirine…

Belki bir, hatta birkaç kez daha izlemem gerekecek, bu dahiyane filmin tadını tam alabilmek için. Çünkü çoklu evren bir gün hepimize lazım olacak.

02 Haziran’dan başlayarak gösterimde…

(01 Haziran 2023)

Korkut Akın

[email protected]

Cannes’da Altın Palmiyeler Sahiplerini Buldu

76. Cannes Film Festivali’nde ödüller açıklandı. İsveçli yönetmen Ruben Östlund başkanlığındaki ana jürinin kararı doğrultusunda Altın Palmiye en iyi film ödülü Fransız sinemasının yükselen isimlerinden Justine Triet’nin ‘Bir Düşüşün Anatomisi / Anatomie d’Une Chute’ filmine verildi. Kocası balkondan düşerek ölen bir kadın ile görme yetisini büyük ölçüde yitirmiş ergenlik çağındaki oğluna odaklanan film, gerilimi her an ayakta tutan ince işlenmiş senaryosu ile başarılı bir mahkeme draması olarak festivalin ilgi gören filmleri arasındaydı.

Festivalin ikincilik ödülü anlamına gelen Büyük Jüri Ödülü ise önceki yazımda ele aldığım seçkinin en iyi filmlerinden Jonathan Glazer imzalı ‘İlgi Alanı / The Zone of Interest’e gitti. 2013 yapımı ‘Derinin Altında / Under The Skin’ ile bilinen İngiliz sinemacının geçtiğimiz günlerde aramızdan ayrılan Martin Amis’in aynı adlı romanından serbestçe uyarladığı yapımda kamera Auschwitz’in ihtiraslı SS komutanı ve eşinin ölüm kampının bitişiğindeki rüya düzenlerine yoğunlaşırken, geri plandan dumanı sızan Holokost vahşetini aynı konuyu işleyen geçmiş örneklerden çok daha sarsıcı bir biçimde dile getiriyordu.

Çok başarılı yorumları ile festivalin bu iki iyi filminde de başrolde izlediğimiz Alman oyuncu Sandra Hüller ödüle ulaşamadı. Buna karşılık, prestijli kadın oyuncu ödülü Nuri Bilge Ceylan’ın Altın Palmiye seçkisinin beğenilen filmlerinden ‘Kuru Otlar Üstüne’deki rolüyle ile yükselen oyuncumuz Merve Dizdar’a takdim edildi. Ankara’daki Barış Mitingi’nde gerçekleşen intihar saldırısında bacağının bir kısmını kaybeden devrimci Nuray öğretmeni canlandıran Dizdar heyecanlı kabûl konuşmasında ‘Filmde canlandırdığım karakter inandığı şeyler ve varoluşu için mücadele veren ve bu uğurda bedeller ödemek zorunda bırakılmış bir kadın; onu tanımak ve anlamak için uzun uzun çalışmak isterdim ama ne yazık ki yaşadığım coğrafyada bir kadın olmak, Nuray’ın ve Nurayların duygusunu doğduğum günden beri ezbere bilmeyi gerektiriyor’ derken ödülünü ‘Nuray ve onun gibi kadınların mücadelesine güç verebilmek için kendine layık görülenlere boyun eğmeyip eyleme geçen, bu uğurda her şeyi göze alan ve ne olursa olsun umut etmekten vazgeçmeyen tüm kız kardeşlerine ve Türkiye’de hak ettiği güzel günleri yaşamayı bekleyen tüm mücadeleci ruhlara armağan ettiğini’ ifade etti.

En iyi erkek oyuncu ödülü Wim Wenders’in Bir Alman / Japon ortak yapımı ile sinemaya dönüş yaptığı son filmi ‘Mükemmel Günler / Perfect Days’teki rolü ile Kōji Yakusho‘ya verildi. Sakin yaşamını müzik, kitaplar, ağaçlar ve fotoğrafçılığa adamış Tokyolu tuvalet temizleyicisinin geçmişini beklenmedik karşılaşmalar neticesinde öğrendiğimiz yapım festivalin sevilen yapımlarındandı.

Keza jüri ödülünü kazanan Aki Kaurismäki imzalı ‘Düşen Yapraklar / Kuollet Lehdet’ yarışmanın en dingin filmlerinden bir diğeriydi. Finli yönetmenin ‘İşçi Sınıfı Üçlemesi’ni takip eden bu dördüncü epizod sinemacıya has donuk oyunculuklar ve minimalist mizansen tarzıyla gecikmiş bir aşkın izini süren dokunaklı bir melodram örneği olarak dikkat çekiyordu.

Festivalde en iyi senaryo ödülü, daha önce ‘Arakçılar’ ile Altın Palmiye kazanmış olan Hirokazu Kore-eda imzasını taşıyan ‘Canavar / Kaibutsu’ya gitti. Çağdaş Japon sinemasının auteur yönetmeni 1995 yapımı ilk uzun metrajı ‘Maborosi’den beri senaryosunu kendisinin kaleme almadığı bu ilk filminin ödülünü salonda bulunmayan senaryo yazarı Yûji Sakamoto adına kabûl etti. Küçük bir kasabada yaşanan akran zorbalığı sonrasında gelişen olayları ‘Rashomon’ örneğinde olduğu gibi farklı bakış açıları üzerinden irdeleyen yapım festivalin favorileri arasındaydı.

En iyi yönetmen ödülü Fransa’da çektiği, adını Fransız mutfağının sembolik sebze yemeğinden alan son filmi ‘Pot au Feu – La Passion de Dodin Bouffant’ ile, 1993 yılında festivalin saygın Altın Kamera ödülünü kazandığı ‘Yeşil Papaya’nın Kokusu’ ile tanıyıp sevdiğimiz Vietnamlı yönetmen Tran Anh Hung’a verildi. Üst sınıftan bir gurme olan Dodin Bouffant ile hem sevgilisi hem de aşçısı Eugénie’nin arasındaki şefkat ve emek yüklü ilişkiye odaklanan bu incelikli filmde başrolleri iki usta oyuncu, Julette Binoche ile gerçek yaşamdaki partneri Benoît Magimel paylaşıyor. Bu yıl ana seçkiye alınan filmlerin genelde memnuniyetle karşılandığı 76. Cannes Film Festivali, 16 Haziran’da ülkemizde de gösterime gireceği ilan edilen Pixar’ın merakla beklenen son filmi ‘Elemental’ın dünya prömiyeri ile noktalandı. Peter Sohn’un yönettiği animasyon, ateş, su, toprak ve hava halklarının ahenk içinde yaşadığı bir dünyadan hareketle çağımızın çok kültürlü, çok dilli toplumlarında dostluğun ve umut dolu hayallerin peşine düşüyor.

(28 Mayıs 2023)

Ferhan Baran

[email protected]

Tori ve Lokita: Göçmenlerin Yaşadıkları

Bugün, seçim konuşmalarında da, ittifaklar arasında da, yaşamın içinde de en çok konuşulan konuların başında göçmenler geliyor. İster mülteci, ister sığınmacı, ister göçmen, ister sürgün ya da “öteki” olarak tanımlayın; sadece bizim değil dünyanın en büyük sorunlarının başında geliyor bu sorun. Siyasal, sosyal, inançsal, ekonomik, hatta çevresel (kuraklık veya su baskınları) gibi nedenlerle insanlar hiç olmadığı kadar göç ediyor çoluk çocuk. Bir evden diğerine taşınmanın bile “iki taşınma bir yangın” olarak betimlenmesini de unutmadan, çok zorluk doğurduğunu göz önüne alırsanız hiç tanımadığınız, bilmediğiniz, toplumsal ve kültürel değerlerini kavramadığınız başka bir ülkede yaşamak zorunda kalmanızın gözünüzü korkutması doğaldır. Buna rağmen iltica ediyorsanız, bunun adı zorunluluktur, yaşamak arzusudur.

Tori (Pablo Schils), Afrika’dan Belçika’ya büyücü olduğu için ölüm korkusuyla kaçak yollarla gelmiş ve ilticacı olarak kabûl edilmiş ergen bir çocuktur. Lokita (Joely Mbundu) ise ekonomik nedenlerle geldiği yerden belge alamayan genç bir kızdır. İki “çocuk” (gerçekten çocuklar çünkü) birbirlerine kardeş olarak sarılır, birlikte mücadele ederler. Bir pizzacıda çalışan Lokita, asıl parayı patronunun uyuşturucusunu taşıyarak kazanır ve doğal olarak da cinsel taciz yaşar. Annesine para göndermesi gerekirken, kendisini kaçıran (kilisenin himayesindeki) insan tacirlerine de borcunu ödemelidir.

İyi film…

İki temel var bu kriterde… İlki, kısa olması. Filmin süresi, yönetmenin anlatacaklarını tam belirleyememesinden uzuyor. Dardenne Kardeşler (Luc ve Jean-Pierre) iyi gözlemledikleri bu sosyal gerçeklikte süreyi iyi kullanmış. İkincisi ise yine Dardenne kardeşlerin el kamerası kullanması… Filmin daha başında ifade veren Lokita’nın yakın yüzündeki tedirginlik kameranın sallanmasıyla izleyiciye de geçiyor. Bir de odaklanmasını eklemeliyim bu temellere. Yana yöne hiç dönmemiş senaryo da yönetmenler de, ana konularından ve karakterlerinden hiç ayrılmamışlar. İzleyici gerçekten bir gerilim izliyor, soluk soluğa.

İki genç oyuncu da başarılı, özellikle Tori daha bir öne çıkıyor; Lokita ise hem “genç kız” karakteri oluşu (kültürel değerleri göz ardı etmeyin) hem de yaşadığı cinsel taciz ve tecavüzler nedeniyle hep tedirgin. Kardeşine ninni söylerken yitiyor o tedirginlik, sözlerini anlamasak da bir umut yükseliyor o an: Gelecek umudu, güzel günler umudu, anneye para gönderebilme umudu, kaçaklıktan kurtulma umudu…

Yine yeniden…

Kimse yurdunu, evini, anne babasını, komşularını, işini, aşını bırakıp da gitmek istemez tanımadığı yerlere… Eğer birileri gönüllü ya da gönülsüz sürgüne çıkıyorsa, kaçak yollarla bir başka ülkeye iltica etmek istiyorsa muhakkak geçerli, mantıklı bir nedeni vardır. Kovsanız da gitmeyecek olmalarının temelinde yatan da işte o “geçerli ve mantıklı” nedenlerdir. Sahi, siz, yurtiçinde, ilden ile göç ederken aynı gerekçeleri sürmediniz mi öne? Göçmenlik ister ilden ile, ister köyden kente isterse ülkeden ülkeye olsun, çoktan da çok önemli bir sorun. Çözümü ise siyasal, kesinlikle.

02 Haziran’dan başlayarak gösterimde…

(26 Mayıs 2023)

Korkut Akın

[email protected]

Bir Ulusun Yaralarını Sarmak

Japon mitolojisinde yerin altında depremlere neden olduğu varsayılan ‘Namazu’, Edo dönemi resimlerinde devasa bir yayın balığı olarak tasvir edilir. Gök Tanrısı Takemikazuchi tarafından yine devasa bir taş altında tutsak edildiği anlatılan Namazu’nun serbest kaldığı zaman yeri yerinden oynattığı rivayet edilir. Gök Tanrısı besbelli pek iyi iş çıkaramamış olsa gerek ki, Pasifik Deprem Kuşağı’na yakın irili ufaklı 700 adadan oluşmuş Japonya yılda ortalama 1.500 depremle sarsılmayı sürdürüyor. Latifesi bir yana, yüzyıllar boyu çok büyük felâketler atlatmış olan Japonya geçmişin yaralarını akılcı yöntemlerle sarmayı bilmiştir. Çağdaş Japon sinemasının önemli figürlerinden Makato Shinkai bu çabayı incelikle dokuduğu ‘manga’ çıkışlı ‘anime’leri ile sürdürüyor. Bizde ticari gösterime girme şansını elde etmiş 2016 yapımı ‘Senin Adın / Kimi no Na Wa’ ile gönüllerimize yerleşen sanatçının Studio Ghibli ve Hayao Miyazaki’nin büyülü mirasının varisi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

‘Senin Adın’da kuyruklu yıldız felâketini Japonya’nın 2011’de atlattığı büyük depremin izdüşümü olarak yansıtan Shinkai, dünya prömiyerini geçtiğimiz Berlin Film Festivali’nde yapmış, ülkemizde gösterimini sürdüren yeni çalışması ‘Suzume / Suzume o Tojimari’de ulusunun geçmiş travmaları üzerine eğilmeyi sürdürüyor. Küçük bir yerleşim bölgesinde teyzesi ile birlikte yaşayan yetim Suzume, genç bir delikanlının ona kasabanın yakınındaki harabelerin yerini sorduğunda gizemli bir serüvene dahil olacağı aklından dahi geçmiyor. Yakışıklı Souta’nın izini süren genç kız, terkedilmiş bölgedeki harap kapının açılmasıyla devasa solucan aleminin deprem oluşturmak üzere kentin üzerine çökmesine, kilit taşlarının felâketi önlemek üzere devreye girme çabalarına tanıklık edecek, yakışıklı gencin aile geleneği olarak ‘cehennemin kapısı’nı kapatanlardan biri olduğunu öğrenecektir. Sonrası, kilit taşı kedi ‘Daijin’in hınzırlığı sonucu tek bacağı eksik bir çocuk sandalyesine dönüşen Souta ile birlikte ülkeyi doğusundan batısına katettikleri ve oluşması muhtemel doğal felâketleri önleme çabalarını konu alan soluk soluğa bir yol serüvenidir.

Kültür farkı ve aşina olmadığımız Japon ritüellerinden de kaynaklı olarak zaman zaman içine akmakta zorlandığımız Shinkai’nin metin örgüsü çok katmanlıdır. Japon canlandırma ustası ‘Senin Adın’da beden değiştirme ve zaman kırılması gibi ögelerle anlatısını özgünleştirir. Klasik bir büyüme öyküsü ya da romantik bir aşk hikâyesi bilimkurgunun sonsuz olanakları ile harmanlanır ve temelde ulusun geçmiş travmaları uçarı bir serüven aracılığı ile neşter altına yatırılır. ‘Suzume’ aynı yöntemi izlerken bir önceki filmi de aşarak yeni bir zirve oluşturmuş. ‘Senin Adın’da çağımız Marvel sinemasının paralel evren ve zaman bükümü temalarını ustaca kullanmış olan sanatçı, ‘Suzume’de genç izleyiciyi bir kez daha Marvel aleminin gizemli yolculuğuna davet ediyor. Ancak onun hedefi bilgisayar marifetiyle üretilmiş tek boyutlu bir paralel evren eğlenceliğinin sunduklarının katmer katmer ötesinde. Önceki filmlerinde olduğu gibi değişmez temalarından ‘büyüme öyküsü’ yine devrede. Bu kez ülkenin yaşadığı büyük travmaların yarasını sarmak ve geçmişin acıları ile yüzleşerek büyümek ön planda. Yakışıklı Souta’nın filmin büyük bir bölümünde bir bacağı eksik sandalye biçiminde kalmasının nedeni, bir romantik gençlik aşkının filmin ana yörüngesini kaydırma tehlikesine karşı olsa gerek.

Shinkai animesinin geleneksel karakter çizimlerine zıt biçimde çizilmiş alabildiğine gerçekçi dış detaylar, capcanlı renk paletinin eşlik ettiği derin perspektifli çarpıcı mizansenleri ve yönetmenin gözde yoldaşı Radwimps grubunun özgün müzik çalışması ile yılın en değerli yapımlarından biri olan ‘Suzume’ ülkesinde ve dünyada büyük ses getirdi. Bizim gergin ve endişeli iklimimizde de aynı ilgi ile karşılaşsa keşke. İyi tanıtımı yapılabilirse ‘cehennemin kapılarını’ kapatmaya kararlı yılmaz gençlerin öyküsü ülkemizin aydınlık yüzlü genç izleyicisince benzer bir coşku ile karşılanacaktır.

(26 Mayıs 2023)

Ferhan Baran

[email protected]

Umut Her Zaman Vardır

‘Savaş Atı / War Pony’ Kızılderili asıllı bir yaşlı adamın sabah duasına benzer ritüeli ile açılıyor. Güney Dakota’nın Pine Ridge Rezervasyon Bölgesi, Lakota ulusundan halkların yaşadığı yerdir burası. Yoksulluk derecesi hayli yüksek topraklarda yirmili yaşların başlarındaki Bill (Jojo Bapteise Whiting) ile 12 yaşındaki Matho’nun (Ladainian Crazy Thunder) birbiri ile kesişmeyen günlük hayatını izlemeye başlarız daha sonra. İkisi de genç olmanın verdiği enerji ile yaşamı tırmalamaya hazırdır. İki ayrı kadından iki çocuğu olan Bill para verip satın aldığı cins köpeğin doğacak yavrularını pazarlayarak yolunu bulma arzusu içindedir. Yolu zengin bir çiftçi ile kesiştiğinde, beyaz adam ona sahibi olduğu hindi çiftliğinde iş verecek, kırmızı şarapla ve ırkçı beyaz karısı ile tanıştıracak, bir de eğlenceli vakitler geçirdiği genç Lakotalı kızların şöförlüğünü yaptıracaktır. Annesinin bırakıp gittiği, okulda olmadığı zamanlar yaşıtları ile sokak sokak sürten küçük Matho ise serseri babasının uyuşturucu zulasına karbonat karıştırıp satmak suretiyle küçük ihtiyaçlarını finanse etmeye çalışırken durumu çakan babasına yakalanarak yaka paça sokağa atılacaktır. Küçük adamın evden eve sığınmaktan başka çaresi kalmamıştır artık.

‘Savaş Atı’nın oluşum öyküsü, Elvis Presley’in oyunculuğu seçmiş torunu Riley Keough’un Andrea Arnold’un ses getiren filmi ‘American Honey’nin setinde iki Lakotalı genç ile tanışmasıyla başlamış. Arnold’un filminde figüranlık yapan Pine Ridge rezervasyonundan Bill Reddy ile Franklin Sioux Bob yaşadıkları hayatı onunla paylaşmış ve daha sonra aralarına katılacak olan yapımcı Gina Gammell ile birlikte dört kafadar projeyi gerçekleştirmeye koyulmuş. Keough ve Gammell’in ortaklaşa yönettiği ve dünya prömiyerini yaptığı 75. Cannes Film Festivali’nden ilk filmlere verilen prestijli ‘Altın Kamera / Camera d’Or’ ödülü ile dönen yapım bu iki Lakotalı gencin gerçek yaşam deneyimlerini aktarıyor. İçki, uyuşturucu, aile içi şiddet ya da hepten ailesizlik, yetersiz eğitim, derin yoksulluk ve çok sınırlı iş imkânlarıyla Amerikan Rüyası’nın arka arka bahçesinde unutulmaya mahkum bir topluluğun öyküsünü cilasız bir biçimde aktaran film, gençlerin Oglala Lakota gelenekleri ile tüketim kültürü arasındaki sıkışmışlığını belgesel tadında vermeyi deniyor. Hip hop ezgileri yükselen arabasına kurulmuş genç Billy ile yanlarından atla geçenleri izlediğimiz bölüm bu iki arada kalmışlığı en iyi ifade eden sahne olarak belleğimize kazınıyor.

Çifte yönetmenler Oglala Sioux ve Rosebud Sioux kabilelerinden amatör oyuncularla doğal ışıkta çektikleri filmlerinde (bu nedenle projeksiyonu birinci sınıf bir salonda izlemek şart!) post modern bir yeni gerçekçiliğin ya da çarpıcı görüntülerin eşlik ettiği görsel bir şiirin peşinde değiller. İKSV festivalinde siyah beyaz estetiği ile gönülleri kazanmış Ciro Guerra imzalı ‘El Abrazo de la Serpiente’ ile aynı yönetmenin bizde de vizyona giren ‘Göç Mevsimi / Pájaros de Verano’ filmlerinin unutulmaz görüntü yönetmeni David Gallego’nun dinamik kamerası sahte bir otantiklik peşinde değil. Film Amerikan hükümetinin ülkenin yerli sahiplerine reva gördüğü tarihsel süreçle de ilgilenmiyor. Hiçbir planları başarıya ulaşmayan iki genç insanın çabası üzerinden kesif bir çıkışsızlık hissiyatı veren, mutlu son ihtimali ufukta gözükmese de son tahlilde yaşamdan umudu kesmeyen bir tavırları var. Yolları kesişmeyen iki ana karakterin farklı anlarda zihinlerinde serap misali beliren dev buffalo, en karanlık anlarda bile sığınılan umut ışığının simgesi olsa gerek. Filmin özgün adındaki ‘pony (midilli)’ye gelecek olursak, bu da ‘at pisliğinin olduğu yerde mutlaka sevimli bir pony vardır’ şeklindeki yaygın Amerikan deyişinden kaynaklanmış olabilir.

(25 Mayıs 2023)

Ferhan Baran

[email protected]

Savaş Atı: Kimdir Kaybeden?

Bir filmi izlerken, beyazperdeye yansıyanları kendinizle özdeşleştir(e)miyorsanız ya da süzemiyorsanız hem istenilen keyfi alamaz hem de filmin mesajını okuyamazsınız. Bu bir tehdit ya da sınırlama değil, ama ister istemez kendinizle bağ kurduğunuzda önünüzdeki perde daha geniş ve daha derinlikli oluyor. Ne bileyim, bana öyle geliyor.

“Savaş Atı” (War Pony) aslında bir yaşam öyküsü, hayat kavgasını izliyoruz. Doğaldır ki hepimiz için geçerli bu kavga. Sizin de işiniz var çocuğunuzun geleceği için kaygılanıyorsunuz, yapmak istedikleriniz var ona ulaşmak için çabalıyorsunuz. Aynı şekilde genç kuşaklar da benzer amaçlarla benzer hedefler koyuyor önüne… Sınava girmek ya da işsizlikle mücadele gibi… Belki de asıl yaşamın tadını almadan, alamadan yitip gidiyoruz bu yaşanası dünyadan.

Filmde ne kentsel ne kırsal yaşam var. Belgesel havasında, sadece senaryonun belirlediği karakterleri saptıyor kamera. Biraz uzun olsa da montajı iyi kotarılmış, odaklanmayı sağlıyor.

Tam da bu!

Savaş Atı, bunu anlatıyor. İki genç, biri 20’lerinde, diğeri belki çocuk sayılabilir, ama hayat okulu yaşlandırıyor 10 – 12 yaşında. 20’lerinde olan Bill, rahat yaşamanın yollarını arar; iki çocuğu vardır evlilik dışı ve eşleriyle arası iyi olmadığı gibi çocuklarının sorumluluklarını da almak istemez. Biraz keyif ehli yaşama sevdasındadır, kısa yoldan zengin (ama bu zenginlik bir eli yağda, bir eli balda değil) olarak.

10’larındaki öğrenci Matho ise babasına kendini kanıtlamak, sınıfındaki kıza kur yaparak onunla birlikte olmak (tabii ki, çocukça… çocuk gördüğünü ister sonuçta) istemektedir. Babası ise işsiz, uyuşturucu satarak yaşamını ve ailesinin yaşamını sürdürmesini sağlamaya çalışan bir serseridir aslında.

Gelelim bizimle ilgisine…

Cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimlerinde -ki ikinci tur seçimler daha yapılmadı, ama siyasi gerilim alabildiğine arttı ve karşılıklı sataşmalar sürüyor- gördük, iktidar yerini korumak, muhalefet ise o koltuğa oturmak için akla gelmedik şeyler yapıyor. Biri doğrudan yalan söylüyor, diğeri o yalana karşı ilkelerinden taviz veriyor… Her iki tarafın da güya ittifakı var, ama tek başlarına davranıyor. Sizler çok daha iyi izliyorsunuzdur gelişmeleri, biliyorsunuz olanları. Olansa bizim gibilere oluyor.

Pandemi geldi, hayat durdu, ekonomi zaten zordaydı iyice battı. Okullarda eğitim kalmamıştı, tümden bitti. Fabrikalar üretemeyip kapandı, işsizlik yükseldi. Birbirini zincirleme etkileyerek inanılmaz bir keşmekeşe sürükledi hepimizi. Yetmedi, deprem oldu, yine okullar kapatıldı, hiç okula gitmeden avukat, mühendis, işletmeci oldu öğrenciler. Ardından seçimler -ki biliyorsunuz işte- vaatler ardı ardına sıralandı; pahalılık aldı başını yükseldikçe yükseldi.

Gençler ya kahve köşelerinden (paraları olmadığı için parklarda daha çok) ya da uyuşturucu işlerinden medet ummaya başladı.

Yine filme dönelim…

Amerika’nın “yerli” kültürünün kalabildiği bir bölgede, aslen Kızılderili olan bu insanların dışlanması, ötekileştirilmesi ve kültürlerinin yok edilmesi (bu size bizdeki bakışı anımsatmıyor mu?) anlatılıyor. Sanki bütün dünyada benzer sorunlar yaşanıyor ve göçmenlikle birlikte gündemin ilk sırasını işgal ediyor bu durum.

Günümüz kapitalizmini simgeleyen ve Bill’i hindi bakıcısı olarak işe alan “Beyaz adam”, aynı zamanda cinselliğini sömürdüğü kadınların getirilip götürülmesi işini de veriyor ona. Tabii, ilk fırsatta ücretini de ödemiyor. Bill’in yapabileceği tek şey var! Yok, sizin aklınıza geleni yapmıyor.

Matho ise babasından aşırdığı uyuşturucuları üç otuz paraya satıp para kazanmanın keyfini alınca, hile yapıyor ‘daha çok kazanacak ya’. Yakalanınca babası kovuyor evden. Elveda, hayaller, elveda bir öpücük istediği kız arkadaşı…

Bizon simgesi…

Ünlü İspanyol yönetmen Luis Buñuel, “filmde bir şey iki defa gösterilirse farklı bir anlam taşır” diyor. Bu filmde de bizon görüyoruz. Kızılderililerde bizon önemli bir hayvan; etinden sütünden, derisinden, gücünden yararlanıyorlar. Doğal olarak da tanrısal bir anlam yüklüyorlar. Hem doğum hem ölüm tanrısı olarak kabûl ediliyor. Bizon veya boğa hemen her kültürde bulunduğu için hemen bütün mitolojilerde güçlülüğü nedeniyle olsa gerek başarının da simgesi.

Bu filmdeyse, bana göre, “bu böyle gitmez” demek anlamına geliyor.

Bu üzerinde çok konuşulan, çok ödüllü filmi, (gösterime girdiği tarih bizim için önemli) tam da bugünlerde izlemek birçok açmazın çözümlenmesine yardımcı olacaktır.

26 Mayıs’tan başlayarak gösterimde…

(24 Mayıs 2023)

Korkut Akın

[email protected]