Kategori arşivi: Yazılar

Çamurun İçine Sürüklenmek

Erich Maria Remarque edebiyat dünyasına damgasını vurmuş ünlü romanı ‘Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok / I’m Western nichts Neues’i kısaca şöyle tanımlar: ‘Bu kitap ne bir şikâyettir, ne de bir itiraf. Harbin yumruğunu yemiş, mermilerinden kurtulmuş olsa bile, tahribinden kurtulamamış bir nesli anlatmak isteyen bir deneme, sadece. Yaşar Kemal içinse eser 20. yüzyıl dünyasının el kitabı sayılabilir. Saygın edebiyatçımıza göre ‘savaşlar insanların ölüm fermanıdır ve gerçek sanat savaşın, zulmün, şiddetin, tüketim oburluğunun ve insanca olmayan her davranışın karşısındadır.’ İlk kez Almanya’da 1929 yılı başında yayımlanan, günümüze kadar 50 dile çevrilerek dünyaca tanınan yapıt, sıcağı sıcağına Hollywood’u Hollywood yapan usta sinemacılarından Lewis Milestone tarafından sinemaya uyarlanmış ve 1930 yılında en iyi film ve yönetmen dahil olmak üzere 4 dalda Akademi ödülüne layık görülmüştü.

Nazi döneminde 1933 yılında gerçekleşen kitap yakma eyleminin kurbanlarından biri olan roman, yazılışından neredeyse bir asır sonra Alman yönetmen Edward Berger tarafından öz dilinde sinemaya uyarlandı. Remarque’ın eseri, şahin öğretmenlerinin vatanseverlik duygularını okşayan nutku ile Birinci Dünya Savaşı’na gönüllü olarak katılan 16 – 17 yaşındaki tüyü bitmemiş gençlerin savaşın gerçekliği altında nasıl ezildiklerinin hüzünlü öyküsüdür. Genç hayatlarında biraz da macera yaşamak hevesi ile, tıpkı kilometrelerce öteden Gelibolu’ya gelmiş Anzak askerleri gibi harbin cehennemi ile yüzleşen genç çocukların büyük bölümü bedenen ölürken, geriye kalanlar ruhen tükeneceklerdir.

Savaş cehenneminden kimi ölü kimi değil ancak katılan hiçbir askerin sağ çıkamadığını ifade eder Remarque. Buradan yola çıkarak yönetmen Berger daha ilk sahneden izleyicisini siperlerin içine sokuyor. Puslu şafak vaktinin tedirgin dinginliği top tüfek sesleriyle kırılıyor. Genç Heinrich yanı başında birer birer toprağa düşen arkadaşlarının arasından taarruza ve adam adama savaşa girişiyor. Ancak mücadelesi uzun sürmeyecek ve onun savaşı da oracıkta sonlanacaktır. Taarruzun sonunda ölü bedenler toplanıyor, asker üniformaları ve botları alınıyor. Cesetler hazır bekleyen tabutlara yerleştirilirken torbalara konmuş giysiler temizlenmek üzere çamaşırhaneye oradan da onarılmak ve yeni katılacak taze erlere dağıtılmak üzere terzihanelere sevkediliyor. Genç Heinrich’in parkası, öğretmenlerinin ‘Almanya’nın demirden evlatları’ gazına gelmiş ve arkadaşları ile birlikte savaşa yazılmış Paul Bäumer’indir artık.

Berger’in filmi Milestone uyarlamasına kıyasla, tıpkı özgün metin gibi, çok sert ve karanlık. ‘İzleyiciyi çamurun içine sürüklemek istedim’ diyor sinemacı ve bunu gerçekten başarıyor. İlk versiyonun siper gerisinin sakin ortamına ve kurulan dostluk ilişkilerine çok az yer veriyor, çamura batmış siperlerde ölümü bekleyen askerlerin dehşetini bir an olsun unutturmuyor. Bu sahnelere paralel olarak şahin generallerin konforlu alanlarında savaşı dört yıl boyunca sürdürme inatlarını, daha fazla askerin ölmesini önlemek üzere sosyal demokrat Matthias Erzberger’in ateşkes çabalarını izliyoruz.

‘Varsın aylar, yıllar geçsin. Nasılsa bana getirecekleri bir şeyleri kalmadı’ diyecektir Paul sonunda. Romanda ve ilk filmde detaylı olarak yer almış olan, genç adamın bir Fransız askerini süngüsü ile ağır yaraladığı bölüm Berger’in versiyonunda bitmek bilmeyen bir azaba ve derin bir vicdan muhasebesine evrilirken, genç asker orduya katılışının üçüncü yılında bedenen yaşlanmış, yaralı bir hayvana dönüşmüştür artık. Almanya’nın kibri, savaşı 1918 yılının Kasım ayına kadar sürmesine yol açmış ve neticede neredeyse hiç kıpırdamamış olan Batı cephe hattında 3 milyon asker hayatını kaybetmiş, binlercesi bedenen ve her biri ruhen çok şey yitirmiştir.

‘Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok’ aradan geçen yüzyıla karşın savaş karşıtı güçlü mesajını koruyan saygın bir eser. Berger’in eserin şanına yakışır uyarlaması gerek James Friend’in koyu pastel renk paletinin, gerekse Volker Bertelmann’ın modern ve hayli tedirgin edici müzik çalışması ile dikkat çekiyor. Birinci Dünya Savaşı’nı canlandıran anlaşma için mücadele eden Erzberger’de tanıdık bir isim Daniel Brühl’ü izlerken, genç Paul’de sinemadaki ilk deneyiminde tiyatro çıkışlı yeni bir yetenek olan Felix Kammerer’i selamlıyoruz. Savaşın bir cehennem olduğunu insanlığa bir kez daha hatırlatan bu güçlü film, İngiliz Oscarları sayılan Bafta ödüllerini kolay rastlanmadık bir biçimde tam 7 dalda kazandı. Önümüzdeki hafta dağıtılacak olan Amerikan Akademi ödüllerine en iyi film ve yabancı film dahil 4 dalda aday olan filme şans diliyoruz.

(02 Mart 2023)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Creed III: Kendine Değerini Kanıtla

Boks çok izlenen bir spor dalı, pek beğenilmese de… Muhammed Ali Clay’in savaş karşıtlığı nedeniyle elinden alınan şampiyonluğunu kazanma mücadelesini sabaha karşı televizyonlardan izledik. Kuşkusuz Muhammed Ali belirleyiciydi orada, sonrasında yine unuttuk boksu. Değişen ve gelişen dünya boksu artık spor olmaktan çıkarttı, olimpiyatlarda bile yer almayacak bir süre sonra.

Sinema bokstan yana tavır alıyor. Abartılı olarak kanı daha çok gösterse de temel öyküyü ondan uzak tutmaya çalışıyor. Creed III de öyle.

Her ne kadar daha öncekileri izlemediysem de bu kez konu geçmişle hesaplaşma, yüzleşme ve kendine değer kanıtlama olunca bir farklılık seziliyor.

Michael B. Jordan, bu üçüncü Creed’de yönetmenlik koltuğuna da oturmuş. IMAX teknolojisiyle çekilen ilk spor filmi diye duyurulan film, önceki filmlerde eksik bırakılan başlangıç ve sonu da bir arada sunuyor.

Kendini kanıtla…

Gençken biri diğerinin yardımcısı konumundayken çıkan olaydan korkup kaçınca ister istemez geçen zaman aradaki mesafeyi uzattığı gibi arkadaşlığın sıcaklığını da yok ediyor. Belki de içtikleri su bile ayrı gitmeyecek iki arkadaş, içten içe -biri terk edilmişliğin hıncıyla, diğeri terk etmişliğin karşı konulamaz iç çelişkisiyle- birbirlerini belleklerinde yaşatıyor. Terk eden iyi bir kariyer, iyi bir aile oluşturmuş, iyi bir işe sahipken terk edilen cezaevinde her gün yeniden yüzleşmek için hazırlıklarını sürdürüyor.

“Pırlanta” Dame’in hayatının amacı şampiyon olmak. Ancak hüküm giyince arkadaşına bir ders de vermek buna eklenen yeni bir halka oluyor. Daha önce hiç dile getirmediği bu yeni amacını şampiyon olduğu gün açıklıyor. Artık iki gücün, iki eski arkadaşın çatışma zamanıdır. Filmin, bana göre asıl düğümü orada. Geçmişte kalmış bir hesaplaşmanın yıllar sonra gündeme getirilmesi kime yarar? Eşi işinde başarılı, küçük sevimli kızıyla mutlu birinin bu hesaplaşmadan kazancı ne olabilir?

Burada iki eski arkadaş kendi kararlarını verirken seyirci de kendi yaşamındaki benzer durumları tartıyor kafasında. Ringde atılan her yumruk seyircinin attığı ve yedikleridir aslında. Kazanabilir miyim, sorusu yaşam boyu kimsenin aklından hiç çık(a)maz ki!

Değerini kendinize kanıtladığınızda, kim ne derse desin rahat ve huzur içinde olacaksınız. Değilse bütün nasihatler bir kulağınızdan girip diğerinden çıkacaktır.

03 Mart gününden başlayarak gösterimde…

(01 Mart 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Tom Medina: Dışlanmışlık Hayata Bakışı Belirler

Hepimiz bu dünyayla bir yerinden bir anda tanıştık. Bulunduğumuz yerden tanıdık her şeyi. Hayat zaten akıyordu, biz de katıldık ona… Bir yerinde de bırakacağız diğer herkes gibi, tüm canlılar gibi. Doğum ile ölüm arasındaki o süreç bizimki.

Tom Medina’da da yönetmen Tony Gatlif bir dışlanmış üzerinden bizi hayata sokuyor. Tom Medina’nın hayatına giriyoruz. Yalın bir anlatımı var Gatlif’in, sanki bir pencere açıyor o yaşama ve izliyoruz. Bir zaman sonra da kapatıyor o pencereyi, biz izleyiciler duygularımızla baş başa başlıyoruz anlamlandırmaya…

Dışlanmış diye tanımladığım Tom Medina hakkında hiçbir şey bilmiyoruz, bildiklerimiz de yalan büyük olasılıkla. Zaten filmin merak ve heyecanı da orada başlıyor. Hem onu tanımak hem de neler yaptığını, yapacağını görmek için pür dikkat odaklanıyoruz beyazperdeye.

Çocuk mahkemesi tarafından ücra bir köye “rehabilitasyon” amaçlı sürgün olarak Ulysse’in yanına gönderilir Medina. Aslına bakarsanız düşler aleminde, kendi halinde, kaygısız ve en önemlisi çekincesiz yaşayan biridir. Gençtir, çekincesiz, ama kaygısız olduğu söylenemez. Yardımsever ve iyi niyetli Ulysse’in çiftliğinde doğayla iç içe kendini iyileştirmenin yolunu bulacak mıdır?

Zorunda olmak, yazıldığı denli kolay bir tanım değil. Birçok nedeni vardır insanın, kendisini savunmak için, birçok gerekçe uydurabilir, haklı çıkmak amacıyla. Kendisi de bilir bunların birer mazeret olduğunu, hiçbir anlamının olmadığını… ama savunma içgüdüsü bu yalanların üzerinde bir rahatlama sağlayabilir.

Hayatın her anında, her alanında karşımıza çıkar bu mazeretler. Siyasetçilerde görülür en çok da… bir de tutunamayanlarda. Siyasetçiler için dün, hatta bugün yoktur, onlar yarına odaklanmışlardır, tek ayak üstüne kırk yalan söyleyebilir ve herkesi inandırabilirler. Toplumun unutkanlığı onların sığınağıdır; hem zaten değil mi ki, hep vaatler üzerindendir söyledikleri, yarısına bile erişilememiştir oysa. Tutunamayanlar ise başkalarını değil kendilerini kandırır bu mazeretlerle. Kendi hallerinde mutludurlar, o da yeter zaten, artar bile.

Tom Medina, Ulysse’in yanında olsa da kendi düş dünyasında kendini iyileştirir zaman içerisinde. Gençtir, deli doludur, umursamaz görünmektedir ve en önemlisi duyguları güçlüdür. Suzanne ile kesiştiğinde yolu, sokakta biberiye satmanın bile umutları üzmemek için yeterli olacağını kavrar.

Suzanne, “Saraybosna çocuğu”nu (1991’de Yugoslavya’nın dağılmasıyla yaşanan savaş sırasında Sırp askerlerin Srebrenitsa Katliamı ile birlikte Bosnalı kadınlara tecavüzü sonrasında, doğan çocuklara verilen ad, tecavüz çocuğu) bulmak için çabalamaktadır. Tom Medina ile yeni ve ışıklı bir yol açılır önlerine… 03 Mart’tan itibaren sinemalarda…

(28 Şubat 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Yaşamak Bir İnsan Gibi Özgür

‘Uçsuz Bucaksız / L’Immensità’ 70’li yılların Roma’sında ergenlik telaşındaki Adriana’nın engin gökyüzüne bakışıyla açılıyor. Genç kız koyu Katolik bir eğitimden geçmesine karşın Tanrı’dan değil uzaylılardan gelmesini umduğu bir işaretin peşindedir. İçine doğduğu kadın bedenindeki farklı duygularından ötürü başka bir galaksiden geldiğini düşünür çünkü. Çektiği az sayıda filmle İtalyan sinemasında saygın bir yer edinen Emanuele Crialese’nin Venedik Film Festivali’nde övgüyle karşılanan filminin bir diğer ana karakteri anne Clara ile karısını her fırsatta aşağılayan ve onu sekreteriyle aldatan baba Felice’nin evliliği çoktan tükenmiştir. Lakin geleneksel İtalyan toplumunda Clara’nın arzusu doğrultusunda hiçbir dram yaşanmadan kocasından ayrılması söz konusu değildir. Hem ayrılsa da nereye gidecektir ki. İş adamı babası, ev kadını annesi ve kendinden küçük iki kardeşi ile birlikte Roma’nın yeni imara açılmış semtinde yaşar Adriana. Yeni taşındıkları çevrede erkeksi bir görünümüyle kendini bir erkek ismi ile (Andrea) tanıtır. Toplumsal ve kentsel dönüşümün hız kazandığı tarihi kentin yeni bölgesinde dışardan görüldüğü gibi huzurlu olmayan yuvalarında tüm modernliğine karşın ataerkil aile geleneğinin soğuk rüzgârları eser. Andrea evlerine bir sazlık öbeği kadar uzaklıktaki yoksul yerleşim bölgesinde tanıdığı ve onu bu haliyle kabûl edecek olan roman kızı ile yaşadığı ilk heyecan ile bir süreliğine oyalanır. Öte yandan derin mutsuzluğunu çocukları ve çocuksu karşı çıkışlarıyla bastırmaya çalışan Clara, sinir krizinin eşiğinden dönmeyi başarabilecek midir.

Sicilyalı köklerinden yola çıktığı 2002 yapımı ‘Nefes Alıyorum / Respiro’da Clara gibi çıkış yolu arayan bunalmış Grazia’nın öyküsünü anlatmış olan Crialese daha sonraki iki filminde ezeli ve ebedi göçmenlik meselesini ele alır. 2006’da çektiği ‘Yeni Dünya / Nuovomondo’da vaatler ülkesinde Amerikan Rüyası’nın izini süren Sicilyalı Salvatore’nin (‘Uçsuz Bucaksız’ın Felice’si Vincenzo Amato), 2011’de Venedik’ten 3 ödülle dönen, İstanbul Film Festivali’nde ‘Sinemada İnsan Hakları’ yarışmalı bölümünün en iyi filmi seçilen ‘Memleket / Terraferma’ yine Sicilya’nın bir sahil köyünde balıkçı ahali ile kaçak göçmenlerin dayanışması üzerinedir.

11 yıl aradan sonra çektiği ’Uçsuz Bucaksız’ ile yaşadığı kente ve kendi çocukluk anılarına dönüş yaparak modern vitrinin gerisindeki tutucu İtalyan ahlâkı ile sıkı bir hesaplaşmaya girişiyor sinemacı. Katolik geleneğe uyum sağlayamayanlar için bir hapishane olarak nitelediği kentinde Borghetti ailesinin yaşadıkları, açıkça ifade ettiği üzere büyük ölçüde yönetmenin kendi hikâyesidir. 57 yaşındaki Crialese yine Venedik’te ilk kez trans birey olduğunu, geçiş süreci hakkında bilgi vermeden o dönemde destek bulmak için annesine sığındığını açıklar. Şöyle ilâve eder ardından: “Biyolojik açıdan kadın olarak doğdum. Cinsiyet değiştirmem içimde dişi bir karakterden büyük bir parça olmadığı anlamına gelmiyor. Hatta bu muhtemelen benim en iyi parçam. Bir noktada seçim yapmam gerekti. Ölmek ya da yaşamak. Böyle bir yolculuğa çıkmayı siz seçmiyorsunuz. Bu şekilde doğuyorsunuz.”

Andrea ve annesinin muhafazakâr bir evrende açıkça dile getiremediklerini ve içten haykırışlarını 70’li yılların dünyasını yeniden yaratmak suretiyle yaşatır yönetmen. Gözyaşlarını makyajıyla gizlemeye çalışan kadınların mutsuzluğunu o kuşağın bizde de çok sevilmiş popüler şarkıcılarının TV şovlarıyla gidermeye çalıştıklarına tanıklık ederiz. Yalnız kalplere umut aşılamayı sürdürür bu şarkılar. Carla’nın çocuklarla birlikte müzikâl kahvaltı hazırlama sahnesine Raffaella Cara’nın ‘Rumore’si eşlik eder. Adriano Celentano’nun İngilizce parçalara nazire olarak hazırladığı ve sözlerinin hiçbir anlam taşımadığı ünlü ‘Prisencolinensinainciusol’ ana kızın yorumuyla bir düş sekansı olarak neşe saçar. Yetmiş başları deyince ‘Love Story’den geçmeden olmaz. Francis Lai’in bu mitik baladının Patty Pravo yorumu Carla’nın benzer saç ve makyajla performansı ile yer değiştirir. İspanyol asıllı annede Penélope Cruz, Andrea’da yeni yetenek Luana Giuliani’nin çok başarılı yorumları ile desteklenen filmin adını aldığı 1967 Sanremo Şarkı Yarışması’nın efsanevi şarkısı ‘L’Immensità’nın ezgileri isyan yüklüdür. Nedense ülkemizde popüler olmamış, Sanremo’da dönemin genç şarkıcılarından Don Backy’nin yorumladığı bu güzel şarkının anlamlı sözleri Crialese’nin umut dolu çığlığını iletir bizlere:

‘Düşen her damladan yeni bir çiçeğin yeşereceğine eminim
Ve her bir çiçekten bir kelebek havalanacak
Bu uçsuz bucaklıkta eminim beni düşünen bir kişi bile olsa unutulmayacağım
Tüm hayatım boyunca yalnız kalmayacağımı biliyorum
Bir gün ben de bir yudum aşkı bulacağıma,
Bu enginlikte bir hiç olmadığıma,
Onun sonsuz gökyüzünde bir küçük düşünce olacağıma inanıyorum’

(18 Şubat 2023)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Ayrılma Kararı

Son dönemde beni en çok etkileyen yapımlardan birinin adını (Decision To Leave) hayranlıkla izlediğim ve biraz gecikmeli de olsa sinemalarda yeni gösterime giren bir başka film, Martin McDonaugh imzalı ‘The Banshees of Inisherin’ hakkında kaleme aldığım yazımın başlığı olarak kullanmak istedim. İrlandalı ebeveynlerden Londra doğumlu yönetmenin baba ocağı güzel ülkenin eşsiz peyzajını fon aldığı son filmi kederli bir ayrılık kararı üzerinden gelişiyor çünkü. İrlanda’nın az nüfuslu adacıklarından birinde yaşayan altmışlı yaşlardaki Colm Doherty (Brendan Gleeson) bu ücra coğrafyada en iyi dostu olmuş kendinden daha genç Pádraic Súilleabháin‘e (Colin Farrell) bundan böyle kendisi ile görüşmek istemediğini bildirdiğinde, daha net sözlerle ‘seni artık sevmiyorum’ dediğinde Pádraic şaşkınlıkla durumu sorgulamaya başlar. Öyle ya her gün öğleden sonra tam saatinde evinden aldığı ve köyün tek kıraathanesinde siyah biraları arka arkaya devirdiği, şakalaşıp hoşça vakit geçirdiği can arkadaşı hangi nedenle kendisinden uzaklaşmıştır. Yıllanmış dostuna karşı bir garezi olmayan Colm’un gerekçesi çok açıktır: kendisine 12 yıl daha ömür biçmiş yaşlanmakta olan adam, kalan vaktini varoluşunu anlamlı kılacak uğraşlara adama derdindedir. Yakın arkadaşının merkebi ile ilgili şakalarını dinlemek yerine, gelişigüzel çaldığı kemanı ile bestelemeye çabaladığı folk şarkılarını bırakmak ister ardında.

Colm’u belki de en iyi anlayabilecek kişi Pádraic‘in kız kardeşi Siobhán (Kerry Condon) olacaktır. Naif erkek kardeşine sevgi ve şefkatini vermiş olan genç kadın, zekâsı, empatisi ve içinde yaşadığı dar çevreye olan birikmiş öfkesi ile adayı terk ederek anakaraya yerleşme kararı alma arifesindedir. Kısır bir döngü içinde kendi basit hayatından mutlu olan Pádraic ise olan bitene isyan içindedir. Yeni bir arkadaş bulma dürtüsüyle bölgenin en garibanı, köy polisi babasının taciz ettiği genç Dominic (Barry Keoghan) ile yakınlaşmaya çalışır. Alnının ortasına çöken hüzün üçgeni derin bir öfkeye, giderek eski dostundan nefrete dönüşmekte gecikmeyecektir.

Oyunları ülkemiz sahnelerinde de büyük ilgi görmüş 1970 doğumlu McDonaugh, Farrell ve Gleeson ile ilk kez çalıştığı 2008 yapımı ‘In Bruges’ kısa süre içinde unutulmazlar arasına girmişti. Bizde de gösterime giren ‘Yedi Psikopat’ın ardından çektiği Oscarlara boğulmuş 2017 yapımı ‘Three Billboards Outside Ebbing, Missouri’ ile kendisine bağlanan umutları boşa çıkarmayan mükemmel bir filme daha imza atmıştı. Venedik Film Festivali’nden iki oyuncusu (Farrell ve Condon) ödülle dönen, 9 ana dalda Oscar adayı olan dördüncü uzun metrajında bir kez daha usta işi bir karakter analizine girişiyor. Kendisinden Londralı İrlandalı olarak söz ederken milliyetçiliğe uzaklığının altını çizmekten geri durmuyor bu arada. Nitekim tam 100 yıl öncesinin anakarasında bombalar altında iç savaş hengamesi yaşanırken suyun öte yanındaki uzak adacıkta yaşananlar üzerinden varoluş umutsuzluğuna çare arayan karakterleri aracılığıyla insanoğlunun temel evrensel meselesine parmak basmak asıl amacı.

52 yaşındaki yönetmen pandemi döneminin kıstırılmışlığı içinde bu meseleye fazlaca kafa yormuş. Sözcüsü konumundaki Colm vasıtasıyla günleri sayılı ömrümüzde ‘başkalarına ne ölçüde borçlu olduğumuz’ ve de ‘onları kırıp dökmeden kendi varoluşumuza nasıl hizmet ederiz’ benzeri soruların yanıtlarının peşine düşmüş, filmin hikâyesi de bu şekilde ortaya çıkmış. Her ne kadar yazarın tanınmış oyun stilini anımsatıyor olsa da, her karakterin kendi öyküsünün lokomotifi olduğu özgün bir senaryodan yola çıkmış. Oyunlarının yalnızca sahnede yorumlanması ve filme alınmaması konusunda hassas olduğunu bildiğimiz sinemacı, filmlerinin sahne oyunlarından çok daha kalıcı olduğunda ısrarlı. Herhangi bir romantik aşk ayrılığının ötesinde gelişen bir platonik kopuşu İrlanda takımadalarının enfes manzarasını fon alarak anlatırken, kumaşı farklı Colm’un evini engebeli ve çamurlu Achill adasına konumlandırmış, donanımsız naif arkadaşının mekânı için ise Inishmore adasının düzlüklerini seçmiş. Değişmez bestecisi Carter Burwell’in arp ve çanlar eşlikli nefis müziğinin eşliğinde 4 mükemmel oyuncusunu büyük bir ustalıkla yönetmiş. Filmin özgün adına gelince, ‘Banshee’ adı İrlanda folklorunda geçen ve tiz çığlıklarıyla bir aile ferdinin öleceğini haberleyen dişi ruhlardan alınmış. Sheila Flitton’ın hayat verdiği köy sakini eksantrik Mrs. Mccormick bu özgür dişi ruhun ete kemiğe bürünmüş halinden başkası değil. ‘Inisherin’ ise McDonaugh’nın bir önceki filminde Missouri eyaletine bağlı Ebbing kasabası gibi kurgu bir mekân. Filmin özgün adını yaratırken her iki kelimenin ses yinelemesinden (aliterasyon) yararlanmak istemiş belli ki. Ülkemizde özgün adının korunarak, filme Türkçe bir isim yakıştırılmamasının nedeni bu olsa gerek.

(04 Şubat 2023)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Mısır’da İktidar Oyunları

75. Cannes Film Festivali’nden en iyi senaryo ödülü ile dönen ‘Cennetten Gelen Çocuk / Boy From Heaven’ sabahın alaca karanlığında balıktan dönen baba ile oğulun görüntüsü ile açılıyor. Mısır’ın ücra sahil köyü Manzala’daki küçük evin umududur Adem. Annesiz kalmış baba ocağındaki üç erkek kardeşten en büyüğü, en okumuş olanıdır. Allah ona yetenek bahşetmiş, annesi yoksulluk kaderi olmasın diye onu okula göndermiştir. O da öğrenme azmi ile hem ailesinin hem de köyün imamı hocasının yüzünü kara çıkarmamış, Sünni İslam’ın en güçlü eğitim merkezi olan Kahire’deki İslam İlimleri ve Fen Bilimleri üzerine eğitim veren El-Ezher Üniversitesi’ne kabûl edilmiştir. İlmin yol göstericisi olarak baba ocağına dönme hayali ile başkentin görkemli dünyasına giriş yapan genç adamın yaşadığı kültür şokunu atlatamadan üniversitenin nüfuzu sınırları aşan Büyük İmam’ı tüm öğrencilerin gözü önünde hayatını kaybedince, kendisini cinayetlerle örülmüş bir komplo ağının içinde bulur. Dini erk koltuğunun boşalması sonucunda ülkenin güçlü siyaset ve din odaklarının acımasız iktidar mücadelesine tanıklığı ve bu süreçte yararlı bir piyon rolü üstlenmesi artık kaçınılmazdır. Devlet Güvenlik güçlerinin adamı Albay İbrahim’in irtibata geçtiği Adem, başkan Hüsnü Mübarek’in işaret ettiği adayın seçilebilmesi için her yolun mubah sayıldığı bu süreçte muhbirlik görevini üstlenir. Bundan sonrası ise John Le Carré romanlarını aratmayan bir kanlı entrikalar zincirinin adım adım şekillenmesidir.

Yönetmen Saleh’in bizde sinemalara gelmemiş 2017 yapımı bir önceki filmi ‘The Nile Hilton Incident’ 12 yıl önce bugünlerde Tahrir (Özgürlük) Meydanı’nda yaşanan ve halkı mevcut yönetime karşı seferber olmaya çağıran sokak gösterileri, protestolar ve itaatsizlikler bütününe paralel olarak kentin lüks otelinde meydana gelen bir cinayet kovuşturması üzerinden ilerler. Genç bir şarkıcı kızın otel odasında ölü bulunması üzerine derinleşen soruşturma üst düzey devlet yetkililerinin ve de polisin içinde olduğu yozlaşmış düzenin dehşetengiz kapılarını birer birer aralayacaktır. Sundance Bağımsız Filmler Festivali’nde dramatik dalda Jüri Büyük Ödülü’nü kazanmış olan yapım devlet yetkililerinin hiç hoşuna gitmez ve Saleh kendi ülkesinde istenmeyen kişi ilan edilir. İsveç vatandaşı olan sinemacı bu nedenle son filmini İstanbul’da çekmiş, ülkemizden oyuncu ve teknik ekip kullanılmış, El-Ezher Üniversitesi’nin iç ve dış çekimlerinde mekân olarak ağırlıklı olarak muhteşem Süleymaniye Camii yer almış.

Saleh askeri bir diktatörlük olarak olarak adlandırdığı Mısır devlet yönetimini acımasızca eleştirmeyi sürdürdüğü filminde yaygın İslamofobi’den özenle kaçınmış. Devletin en tepesine çöreklenmiş bir iktidar savaşı asıl meselesi. Topraklarında iki firavun istemeyen siyasi elit ile, hizipçi dini elitin bitmez tükenmez güç kavgasında masumiyetini yitiren Adem oluyor. Oda arkadaşı Zizo’nun en başta dediği gibi, üniversiteye adımını attığında ruhu saflığını yitirmeye başlıyor ve kokuşmuş düzen her geçen saniye onu karanlığına çekmeyi sürdürüyor. Ve de devlet güvenliğin gözlerine kestirdiği muhbir olarak seçilmiş bu yoksul aile çocukları acı bir ironi ile ‘melek’ olarak çağrılıyor. ‘Cennetten Gelen Çocuk’ çok iyi yazılmış ve yönetilmiş son derece sürükleyici tekinsiz bir politik gerilim tadında yılın ilgiye değer çalışmalarından biri. Saleh’in bir önceki filminde alabildiğine yozlaşmış teşkilat içinde adaleti sağlamaya çabalayan polis şefi olarak izlediğimiz Mısır sinemasının ünlü aktörü Fares Fares ise bu defa arafta yolunu şaşırmış güvenlik görevlisi Albay İbrahim’de hayli değiştirdiği fiziği ile parlak bir oyunculuk sergiliyor.

(03 Şubat 2023)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Kulübeye Tıklat: Dar Alanda Gerilim

Night Shyamalan deyince gerilim geliyor insanın aklına; hem de doruğu. Öylesine güçlü bir yönetmen Shyamalan. Bu kez geleceği belirleyecek üç kişilik “aile”nin aralarından birini “kurban” vermeleri talebiyle gelen tebliğcilerin yaşattığı korkuyu ve merakı anlatıyor. Küçük bir salonda, dar bir alanda hem insan psikolojisini aktarıyor hem karşısındakini sorgulamayı. Oyuncuların da başarısını unutmamalı…

Küçük Wen’in (Kristen Cui) iki babası vardır: Biri Eric (Jonathan Gruff), diğeri Andrew (Ben Aldridge). Bulundukları göl kenarında keyifli zaman geçirecekleri sırada dört kişi gelir ve “emri” tebliğ eder. Leonard (Dave Bautista) korkunç görünümüne karşın alabildiğine saygılı ve naziktir; arkadaşları da öyle.

Dünyayı kurtaran insanlar

İçlerinden birini öldürecekler ve dünyayı kurtaracaklardır. Gelen dört kişi, yalvararak karar vermelerini ister; ya dünyayı kurtaracaklardır ya da yeryüzündeki acıyı yaşayacaklardır. Çocuklarını çok seven gay aile, haklı olarak itiraz eder ve emre karşı çıkar. Ancak olaylar beklendiği gibi gelişmez. Sahi, neden beklendiği gibi olsun ki! Gelenlerden birinin çocuğu vardır ve onun yaşamasını istediğini söyler. Çok zor bir durumdur; birinin ölümü, diğerlerinin kurtulmasıdır. Peki, siz olsanız böyle bir durumda, ne yaparsınız?

Altılı masa…

“Kulübeye Tıklat” (Knock At The Cabin), bir hafta sonra girince gösterime… Bizim ülkemizin gündeminde olanca azametiyle yer alan “Altılı Masa”nın “ortak mutabakatı”yla karşılaştırılıyor ister istemez.

Filmi izlerken ülkemizin gündemiyle bağlantılarsanız, belki de seçimler için önünüze bir yol açılır. Hoş, kırk yıl önce olsaydı 12 Eylül, 10 yıl önce olsaydı 15 Temmuz… Susurluk, postmodern darbe gibi birçok yaşanmışlıkla buluşturabilirdiniz; şansımıza seçimler çıktı.

Dünyada hiçbir şeyin iyi gitmediğine inanan yazar Paul Tremblay’ın, çok satan, “The Cabin at the End of the World” kitabını uyarlayan Shyamalan, bir duygusal yolculuğa çıkarıyor izleyicisini.

Ekokırım asıl sorun

“Ortak Mutabakat”ta LGBTİ+ yer almıyor. Ama filmde gay bir aile var. Her ne kadar dünya nüfusunun çok azını içerseler de gay aile bir özellik vurguluyor: Duyarlılık. Ortak mutabakatta çevre, daha geniş anlamıyla ekoloji ve küresel yaşam yer almıyor (alan ise sadece “dostlar alışverişte görsün” niteliğinde), oysa filmde oluşan kargaşa ve kıyamet doğrudan doğruya ekokırım, insanlar da dahil.

“Kulübeye Tıklat” sıradan bir gerilim değil, siyasi bir film bir bakışla. Yeryüzünün, daha doğru deyişle yaşamın fosil yakıtlar başta olmak üzere nükleer enerji ile birlikte kapitalizmin acımasızca yükselttiği küresel ısıtma nedeniyle tüm canlıların yaşamı tehlike altında. Bir de bu açıdan okumalı Night Shyamalan’ın bu filmini.

(02 Şubat 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Kimin Hakikati: Cennetten Gelen Çocuk

Dar bir çerçevede, kendi içerisinde hareketli, hiçbir alavere dalavere içermeyen, aile içi şiddetin alabildiğine yoğun yaşandığı balıkçının oğlu El Ezher’e burslu olarak kabul edilir. El Ezher, ünü ülkesin sınırlarını aşmış, önemli bir üniversitedir ve doğal olarak yaşamını kurtardığı düşünülür. Nerede yaşarsa yaşasın, ekonomik durumu ne olursa olsun bu, gerçekten, herkes için önemli bir şeydir. Balıkçının oğlu Âdem, daha ilk gün, okulun açılışında Büyük İmam’ın ani ölümüyle kendisini sıcak bir çatışmanın içinde bulur. Dini merkez olması gereken bir okulda, din üzerinden entrikalar dönüyor.

Filmin öyküsü…

Tarık Saleh’in, ağırlıklı olarak İstanbul’da, Tevfik Barhom, Fares Fares, Muhammet Bekri, Mehdi Dehbi, Yunus Albayrak, Abdulcabbar Alsuhili, Okan Bozkuş, Büşra Duran Gündüz ile çektiği Cennetten Gelen Çocuk (Boy From Heaven) bir boyutuyla günümüz Türkiye’sini de anlatıyor.

El Ezher’de, çok yönlü bir eğitim veriliyor. Felsefenin hemen her yönü ele alınıyor: Marksist bakış açısı da var, liberal bakış da. Kimi ahireti öne çıkarıyor, kimi ekolojiyi. Biri emekten yana, diğeri sanayinin gelişmesini anlatıyor. Böylece öğrencilerin gelişmesi amaçlanıyor. Bu güzel. Ama öte yandan öğrencilerin maddi (hatta manevi de) sorunlarına kimse eğilmiyor. Âdem, bir çay içebilecek parası bile olmadığından “hoca”sının sözünü tutamıyor. Sahi, “barınamıyoruz” diye isyan eden öğrencilerimizle benzemiyorlar mı?

Hocaların çevresindeki öğrencilerin oluşturdukları grupları gören Âdem, kimin neden ve niye gruplaştığını sorduğunda aldığı yanıt şaşırtıcıdır: Hakikat. Ama akla gelen ikinci bir sorunun yanıtını filmden biz izleyicilerin süzmesi gerekiyor: Kimin hakikati?

Siz kimden yanasınız?

Filmde Büyük İmam seçilecek; Türkiye’de de seçim öncesindeyiz. Filmde siyasi cinayetler işleniyor; Türkiye’de de işlenen cinayetlerin faili bulunamıyor. Filmde her grup hakikat olduğunu iddia ettiği bir yol izliyor; Türkiye’de de seçime katılacak her parti kendisinin en iyi yöneteceğini iddia ediyor. Filmde adaletten önce “devlet güvenlik” örgütü geliyor; Türkiye’de de istihbarat örgütü adaleti belirleyen siyasetin en büyük koruyucusu. Genel çerçevede bakarsak, günümüz Türkiye’sinin bir izdüşümü film.

İsveç’in Oscar adayı olarak belirlenen “Cennetten Gelen Çocuk”, gerçekten gerilim yüklü ve soru işaretleriyle dolu. Öyle ki ne kamera hareketini ne oyuncuları ne çerçeveyi görüyorsunuz; öykü örgüsüne odaklanıyor ve ister istemez karşılaştırıyorsunuz. Belki de sevgili görüntü yönetmeni Aytekin Çakmakçı’nın (ışığı üzerimize değsin), “Ne zaman ki resmi görmezsiniz, o zaman başarılı bir film izlerseniz.” dediği gibi…

(31 Ocak 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Uçak: Dakika Dakika İlerle

Noel öncesi herkesin keyfi yerindeyse de fırtınanın içinde yol alan uçağa yıldırım çarpınca görüp göreceğiniz en gerilimli, en heyecanlı ve güçlü filmlerden biri çıkar ortaya.

Filmciler her ne kadar hayatı önceden okurlarsa da, Covid 19 gibi bir salgını beklemedikleri için uçakta sadece 14 kişi var… Yeşilçam filmi olsaydı, prodüksiyon giderleri ve figüran ücretlerinden kurtulmak amacıyla az kişiyle uçtuğu söylenebilirdi. Yönetmen Jean-François Richet, hem gerilimi, hem hareketliliği, hem de izleyicinin ilgisini dorukta tutmayı başarıyor Uçak’ta.

Deneyimli Kaptan Brodie Torrance, (Gerard Butler) ilk kez birlikte uçtuğu genç yardımcısı pilot Dele’ye, (Yoson An) uçuş öncesi kontroller sırasında, “dakika dakika ilerle” diyor, sırayı atlamamak ve sakince, yaşamı da öyle sürdürmesini istiyor. Daniella Pineda’nın canlandırdığı kabin amiri Bonnie’nin alabildiğine sakin, alabildiğine yardımcı ve gözden kaçması olası ayrıntıları atlamaması önemli. Bir de uçakta, polis tarafından azılı katil olarak tanımlanan Gaspare (Mike Colter) var, Kaptan Torrance’ın en büyük yardımcısı, güvenini boşa çıkarmayan. Torrance ile Gaspare soğukkanlı ve kararlı duruşlarıyla övgüyü hak ediyor.

Hayatın nerede ne zaman neyi getireceğini bilemezseniz. Fırtınada elektronik sistemleri arızalanan uçak, ayrılıkçı ve silahlı grupların yönettiği bir adaya zorunlu iner. Kaptan, deneyimli ve sakin biridir, sorumluluklarını üstlendiği yolcuların hayatını kendisininkinden önce düşünür. Sahi, hayatın her alanında, her anında öyle olması gerekmez mi? Bir sahi daha… bizde olmuyor ama insan ister istemez, “tabii” yanıtı veriyor. Olması gerekeni, görevini yapan Kaptan hayatını hiçe sayarak silahlı -ve tabii ki, hiç de adil olmayan, tek adamın iki dudağı arasında yaşayan- “çete”ye teslim bile olur. Dakika dakika ilerleyince hem işleri planlamak kolaylaşıyor hem de başarı olasılığı artıyor.

Burada, pek öne çıkmayan, ama firmanın merkezinde kendisinden yardım istenen “danışman” yasa dışı bir kurtarma operasyonu emri veriyor… Yasal olarak 24 saat sonra harekete geçecek olan resmi kurtarma görevlileri yetişene kadar yolcuların hayatı risk altındadır. Demek ki, olası durumlar için kurtarma operasyonları için daha titiz olunmalı, bürokrasi ortadan kaldırılmalıdır. Bir “dakika dakika ilerle” de buraya lütfen.

(26 Ocak 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Karanlık Tutkuların Güneşli Durağı

Somerset Maugham, Côte D’Azur olarak da bilinen Fransız Riviera’sından tam da bu şekilde söz ediyor. 2020’de aramızdan ayrılan Cezayir göçmeni emektar sinemacı Guy Bedos’un oyuncu ve yönetmen oğlu Nicolas Bedos’un dünya prömiyerini geçtiğimiz yıl yarışma dışı olarak Cannes’da yapmış olan üçüncü uzun metrajı ‘Maskeli Balo / Mascarade’ İngiliz yazarın bu sözleri ile açılıyor. Beklenmedik bir cinayetin ardından mahkeme faslı ve geriye dönüşlerle karmaşık bir entrikanın içine dalıyoruz hemen. Maugham’ın 1965’teki ölümüne kadar yaşadığı Cap Ferrat’nın görkemli malikanesi Villa La Mauresque’in yeni sahibi ile tanışıyoruz önce. Isabelle Adjani’nin kendi karikatürünü çizdiği Martha Duval, 70’li yılların ünlü yıldızıdır. Eşcinsel yazar kocasını sepetlemiş, genç jigolosu Adrien (daha önce moda ikonu Yves Saint Laurent olarak izlediğimiz Pierre Niney) ve görkemli geçmişinin anıları ile gününü gün etmektedir. Geçirdiği talihsiz bir kaza sonucu dans kariyeri sona ermiş olan genç adam, bölgenin yaşlı zenginleriyle flört ederek yolunu bulmaya çalışan hırslı ve kararlı Margot (Ozon’un ‘Genç ve Güzel / Jeune et Jolie’sinden aklımızda kalan Marine Vacth) ile karşılaştığında tutkuyla karışık ince hesaplar devreye girecektir.

Bedos’un 2018 yapımı bir önceki çalışması ‘Yeni Baştan / La Belle Epoque’ ülkesi Fransa’da beklenmedik bir gişe başarısına imza atmıştı. Daniel Auteuil, Fanny Ardant, Pierre Arditi gibi Fransız sinemasının ikonlarını bir araya getiren yapım, 70’li yıllar nostaljisi üzerinden geniş bir kitleyi sineme salonlarına çekmeyi başarmıştı. Yönetmen 4 yılın ardından bir kez daha aynı formül üzerinden ilerlemeyi denemiş. Çok zenginlerin sıkıntıdan patladığı, zenginlerin çok zenginmiş gibi yaptığı, herkesin birbirini kıskandığı, öfkeli alt sınıf mensupları ve özellikle terkedilmişlik duygusu içinde kızgın işsiz güçsüz gençlerin emek sarfetmeden zenginliğe ulaşma hesapları yaptığı bu sahte ve tekinsiz dünyayı anlatırken kendi geçmiş deneyimlerinden yararlandığını söylüyor. Başta Adjani olmak üzere Fransız Sineması eski ve orta kuşağının François Cluzet, Charles Berning, Emmanuelle Devos gibi ünlü isimleriyle çalışmış. Yine geçmişin ünlü İtalyan oyuncusu Laura Morante’yi kadrosuna almış, Ferzan Özpetek misali 70’li yılların nostaljik şarkılarını (Nada’dan Côte D’Azur güneşi ile tezat ‘Ma Che Freddo Fa’ ya da Patty Pravo’nun ünlü hiti ‘La Bambola’ gibi) ses bandına yüklemiş. Bedos başta roman olarak tasarladığı projesini kendince iyi bulmadığı için sinema filmini tercih ettiğini söylüyor. Nostaljik oyuncuları ve kara film (film noir) kıvamında entrika yüklü son çalışması bir önceki kadar olmasa da film Fransa’da iş yapmış. Bizde nasıl karşılanır bilemem ama maskeli balonun sahte yüzlerini çizmek isterken karikatür tiplemeler ile yetinen bu haliyle bekleneni verdiğini söyleyemem. Marine Vacth’ın albenisi hatırına izlenebilir belki.

(26 Ocak 2023)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

2022 Yılı Film Festivalleri Değerlendirmesi

2009 yılından başlayarak her yıl tekrarlanmakta olan bu çalışma, sinema araştırmacısı Hayri Çölaşan tarafından kameraarkasi.org web sitesi veri tabanından yararlanılarak yapılmaktadır.

Bu çalışmada yurtiçi ve yurtdışında düzenlenen Türk film festivalleri ile ilgili verileri tüm yıl veritabanına ekledikten sonra veri istatistiklerini işleyerek, araştırmacılara, sinema yazarlarına, yönetmenlere, öğrencilere ve devletin bu alanda çalışan kuruluşlarına değerlendirmelerinde yardımcı olabilecek bir kaynak oluşturulması amaçlanmaktadır.

Başka ülkelerde bir benzerini bulamadığımız bu kaynak, festival düzenleyenlere başka festivallerle ilgili olumlu anlamda fikir verebilir. İstatistikler, festival içi değerlendirmelerin dışında diğer festivallere göre sizin festivalinizin genel durumunu, gidişatını anlamaya yardımcı olacaktır.

Öğrencilerin piyasayla ve festivallerle ilgili genel bir bakış elde etmesi, yönetmenlerin başkalarının çalışmalarını ve sonuçlarını değerlendirmesi, sinema yazarlarının istatistiklerden yararlanması, eğitimcilerin yönelimleri, eksikleri ve gerekleri izleyip değerlendirebilmesi de bu çalışmanın amaçları arasındadır.

Önceki yıllarda yapılan geri dönüşler, bu ve benzeri çalışmaların çoğalmasının konuyla ilgili herkes için değerli olacağını göstermektedir. Bu kaynak, aynı zamanda gelecek nesiller için ülkemiz sinemasında bu yıl neler olup bittiğine dair veriler sağlamaktadır.

Sinema alanında araştırma yapan, kitap, tez yazan ve bize ulaşan herkese ücretsiz olarak verilerden yararlanma imkanı sağlanmaktadır.

2009 yılından bugüne yazılan kitaplar aşağıdaki linklerden takip edilebilir:

2010 Film Festivalleri Değerlendirmesi
2011 Film Festivalleri Değerlendirmesi
2012 Film Festivalleri Değerlendirmesi
2013 Film Festivalleri Değerlendirmesi
2014 Film Festivalleri Değerlendirmesi
2015 Film Festivalleri Değerlendirmesi
2016 Film Festivalleri Değerlendirmesi
2017 Film Festivalleri Değerlendirmesi
2018 Film Festivalleri Değerlendirmesi
2019 Film Festivalleri Değerlendirmesi
2020 Film Festivalleri Değerlendirmesi
2021 Film Festivalleri Değerlendirmesi
2022 Film Festivalleri Değerlendirmesi

(24 Ocak 2023)

Hayri Çölaşan
Sinema Yazarı, Araştımacı, Festival Danışmanı, Görüntü Yönetmeni
http://www.hayricolasan.com
hayri.colasan@gmail.com
0535 566 7340
http://www.kameraarkasi.org
kameraarkasi.org@gmail.com
https://independent.academia.edu/HayriÇölaşan

Geçmişin Hayaletleri

Sinemanın geçtiğimiz yüzyılın en etkin iletişim aracı olduğu konusunda kimsenin şüphesi yok. Filmlerin çocukluğumuzdan başlayarak hayatımızın heyecanlı, keyifli ya da üzüntülü anılarımızda her zaman yeri olmuştur. Bu nedenle sinema tarihine ilişkin yapıtlar her zaman büyük ilgi çekmiştir. Bunu iyi bilen ve sinema tarihine tutkunluğu ile tanınan Amerikalı sinemacı Damien Chazelle en iyi yönetmen Oscar’ını kazandığı bir önceki çalışması 2019 yapımı ‘Aşıklar Şehri / La La Land’de Hollywood’u Hollywood yapan eski usul müzikal filmlere göz kırpmıştı. Filmin rol kapmak için yanıp tutuşan aktris adayı ile kendi kulübünde klasik caz geleneğini yaşatma hayalleri kuran piyanistin Los Angeles eğlence dünyasının karmaşası içinde yeşeren renkli aşkları çok ilgi görmüş, çiftin cinsellikten arınmış eski usul romansı nostaljik rüzgarlar estirmişti. Bu hafta bizde de gösterime giren ‘Babil / Babylon’ yönetmenin aynı formülden yola çıkarak yıllardır hayalini kurduğu sinemanın ilk dönemine dair yeni çalışması. Adını D. W. Griffith imzalı 1916 yapımı ‘Hoşgörüsüzlük / Intolerance’ın ünlü epizodundan almış olan film, sinema sektörünün özgürce büyüyebilmek için bakir alanları keşfe çıktığı 1920’li yıllarda başlıyor. Film yapım ve gösterim haklarını elinde tutan Edison tröstünün hukuki etki alanından uzaktaki Batı kıyılarına yönelen bağımsız yapımcıların, uçsuz bucaksız kurak topraklarda yeni bir kenti ve ilerde dünyanın başat güçlerinden biri haline gelecek olan Amerikan Sinema Endüstrisi’nin temelini attığı, gözüpek girişimcilerin halkın en ucuz eğlencesi olarak çok sevilmiş film üretimini bağımsızca gerçekleştirdikleri ve çölün ortasında büyük servet imparatorluklarının inşa edildiği yıllardır bunlar.

Naif ‘La La Land’in tasvirinden farklı olarak, aşırılıklarla yüklü bir kutlama sekansı ile açılıyor ‘Babil’. Los Angeles’ın kırsal bir kasabadan dünyanın en büyük megapollerinden birine dönüşme sürecinin başlarında, dönemin ünlü yapımcısı Wallach’ın çöl ortasına kondurulmuş kitsch malikanesinin kabare tarzı tasarlanmış devasa balo salonunda, içkinin su gibi aktığı, kokain ve benzeri uyuşturucu maddenin havada uçtuğu, toplu seksin gemi azıya aldığı çılgın parti sektörün ünlü isimlerini ağırlamaktadır. Yine ‘Hoşgörüsüzlük’ setinden ithal edilmiş izlenimi veren kocaman bir filin partinin göbeğine daldığı bu histerik eğlencede, kendini doğuştan yıldız olarak gören ve yükselen sektörde ışıldamak için her yola eyvallah diyen seksi Nellie LaRoy (Margot Robbie) sabaha bağlanan gecenin kazananı olurken, genç kızın albenisine karşı duramayıp melankolik bir tutkunun izini sürecek olan Meksika göçmeni Manuel (Diego Calva) oyuncu asistanlığından yapımcılığa kadar yükselecektir.

Açılış partisini takip eden, çöllük alanda kurulmuş ve her birinde ayrı türden filmlerin çekildiğine tanıklık ettiğimiz fabrikasyon film üretiminin karmaşasını sergileyen uzun sekansta sinefillerin gönlünü fazlasıyla hoş edecek başarılı bir bölüme imza atıyor Chazelle. Nellie’nin şehvetli hizmetçi tiplemesi ile şöhret basamağını hızla tırmanmaya başladığı, Manny’nin set görevlisi olarak kendini kabûl ettirdiği zamanlardır bunlar. Ancak sinemada her şeyin değişmekte olduğu sesli filme geçiş yılları, dönemin seksi Hollywood yıldızı Clara Bow’un öyküsünden esinlendiği söylenen Nellie karakterinin yükselişine set çekecek, endüstride değişen ahlâki kodlar doğrultusunda New Jersey’li görgüsüz kumar düşkünü genç kızdan bir hanımefendi yaratma deneyimi başarısızlıkla sonuçlanacaktır. Aynı süreçte filmin bir diğer önemli karakteri olan ve Greta Garbo’nın ünlü partneri John Gilbert’ı akla getiren karizmatik aktör Jack Conrad (formunda bir Brad Pitt) sesli sinemaya geçiş sürecinde aynı başarıyı yakalayamayacaktır.

Tüm bunların -finalde perdeye gelecek olan ‘Yağmurda Şarkı / Singin’ in the Rain’ başta olmak üzere- çoktan sinemanın sinemaya baktığı filmlerin klişesi haline dönüştüğü için büyük bir etki yarattığını söyleyemem. Son bir saatte dağılan ve tekrara düşen hikâye ana karakterler üzerine derinleşemediği gibi, hayli uzatılmış ikinci bölümde hızlı tarih sıçramaları filmin yararına işlemiyor. Atıf yapıldığı antik Babil’in şatafatlı görkeminden Melekler Kenti’nin karanlık çukurlarına, Tobey Maguire’ın canlandırdığı mafya babasının tuhaf malikanesindeki Tarantinovari bölümden nostaljik finale doğru son sürat koşan filmden geriye ‘Aşıklar Şehri’nin Oscarlı ustası Linus Sandgren’in hayranlık uyandıran görüntüleri ve de Chazelle’in ‘Guy and Madeline on a Park Bench’ (2009) ile onu şöhrete kavuşturan yarı otobiyografik ‘Whiplash’te (2014) tanığı olduğumuz caz tutkusunu paylaşan gözde bestecisi Justin Hurwitz’in enfes müzikleri kalıyor. Bir de dönemin Cosmopolitan ve Photoplay gibi dergilerine makaleler yazmış İngiliz pembe roman yazarı Elinor Glyn’den esinlenen feleğin çemberinden geçmiş kurt magazincinin (Jean Smart) eski şöhretini yitirmiş aktöre söylediği şu sözleri: ‘Daha yüzlerce Jack Conrad olacak. Senin zamanın doldu, üzgünüm. Kimse geride bırakılmak istemez ama ilerde, biz bu dünyadan çoktan göçüp gittiğimizde sen filmlerde yaşamayı sürdüreceksin. Zirvede uzun kaldın ama buraya kadar. Sana bir armağan bahşedildi, bundan sonra melekler ve geçmişin hayaletleri ile birlikte yaşamayı sürdüreceksin.’

(20 Ocak 2023)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Babil: Perdedeki Her Şeyin Bir Anlamı Vardır

Efsaneye göre, tanrı, bir kule inşa ederek kendisine ulaşmaya çalışanların yaşamlarının çok da istediği gibi olmadığını görünce kuleyi yıkar. Babil’in hikâyesi, aslında bu. Peki, bu hafta sinemada gösterime giren Babil’in hikâyesi ne? Sanki aynı amaç uğruna, aynı nedenlerle, aynı şekilde bir yıkım. Bir film gibi, bir film sektörü penceresinden izliyoruz…

Yönetmen Damien Chazelle, düşlediği öyküyü senaryolaştırmadan önce sinemanın o herkesin dimağında yer eden önemli örneklerini izlemiş. Asıl önemlisi dünyanın o döneminin sosyopolitik konumunu da belirlemiş ve sinemayla bağdaştırmış. Sinemayı anlatmak dünyayı anlatmaktır. Dünyayı anlatmak da sinemayla çok daha kolay ve hızlı olur. Her ne kadar üç saati aşkın olsa da bir dönemin her şeyini yerleştirmiş Chazelle.

Babil, destansı, insanı allak bullak eden bir film. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından yeni sosyopolitik ortamda birden yükselen yeni bir yaşam var. Kaybeden Avrupa’dan kazanmanın yollarını bulan Amerika’ya inanılmaz bir akış söz konusu. Peki, bu yükseliş nereye kadar sürecek? Yanıtı 1929 ekonomik buhranının içinde…

Teknolojinin açtığı yol

1926 yılıyla açılan filmde, şaşaalı bir yaşam, su gibi akan alkol, kilolarca uyuşturucu, silah ve seks, hatta eşcinsel ilişkiler iç içe, kimsenin bir diğerini umursamadığı bir ortam… Sessiz sinemanın ünlü yüzleri de içlerinde tabii, olmazsa olmaz.

Aradan geçen yüzyıla rağmen günümüzde hâlâ aynı koşullarda (son 10 yılda biraz düzelse de) çalışan ve yine hâlâ sektör olmayı başaramamış sinemamızın durumunu gözler önüne seriyor. Öyle bir şey ki, bir tarafı görüyorsunuz çok ilginç ve çok büyüleyici, öte tarafı görüyorsunuz alabildiğine rezil ve iğrenç. İzleyici olarak iki arada bir derede kalsanız da, film sizi çekip çıkaracak o ikilemden.

Hollywood gibi Yeşilçam’a da herkes ünlü bir artist olmak için gelir, fırsatını bulur da kendini gösterebilirse adını jeneriklere yazdırır. Nellie LaRoy da (Margot Robbie) onlardan biri, tıpkı Manny Torres (Diego Calva) gibi. Neyse ki bu ikili olanakları iyi değerlendirir ya da kendilerini göstermeyi başarır. Manny, tam prodüktörlerin aradığı biridir, tuttuğunu koparan. LaRoy, ağla dediklerinde gözyaşları sel olan, ama çekim durunca da umursamaz, deli dolu genç kız haline hemen dönebilen… bu iki karaktere film çekilir(di), çekildi işte. Jack Conrad (Brad Pitt) ise en parlak dönemini yaşayan ünlü ve çok çapkın oyuncu.

Sessiz filmler çağı

Filmlerde ses yoktur, gerek konuşmalar gerekse anlamlı bağlantılar ara kartonlarıyla aktarılır. Oyuncuların ağızlarındaki sözlerin bir anlamı yoktur, yüzlerinin güzelliği yeterlidir. Ancak teknoloji durduğu yerde durmadığı için filme ses eklenir. (Babil bir kez daha gündemde: Tarihteki Babil Kulesi yıkılınca 72 dil birden çıkar ortaya.) Sesi cırtlak, aksanı olana artık perdede yer yoktur. (Dublajlı filmlere daha çok zaman var besbelli.) Ses kaydı için kesin sessizlik (bir dönem bizdeki sükût) gerekir. Değirmen gibi ses çıkaran kameralar bir kutuya girer (blind kamera box). Işıkların altında terlemeden çalışmak mümkün değildir. Yönetmen Chazelle bu unutulmuş ayrıntıyı unutmaz. Bir unutmadığı da özellikle figüranların hiç değerinin olmadığıdır. Karın tokluğuna çalış(tırıl)ırlar, emekleri değer görmez; ses bile çıkaramazlar, çünkü silahla kovalanırlar. Askerdeki eğitim zayiatı (ne büyük acıdır) gibi çekimde ölen, öldüğüyle kalır.

Hayat bir filmdir ya da tam tersi…

Film bir hayattır. Babil’in anlattığı da bu zaten. dünyada yer yerinden oynuyor. İkinci Dünya Savaşı’nda milyonlar yaşamını kaybetmiş, ülke sınırları değişmiş, ekonomiler altüst olmuş ama sinema yeni düşler peşinde.

Damien Chazelle, bir öykü örgüsü çerçevesinde sinemanın hayatın ta kendisi olduğunun da ayırdında, bir dönemi çok hızlı, çok renkli, çok müzikli, çok hareketli, çok güçlü, çok pahalı ve tabii çok ucuz yaşamları da katarak anlatıyor. O renklerin, o ışıkların, o hareketliliğin, o hızın içinden ne süzerseniz o.

(20 Ocak 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Korsaj: Devlet ve Kişi İlişkileri de Ayrılmalı…

Din ve devlet ilişkisinin ayrı olması gerektiğini kabul ediyoruz. İkisi birbirinden ayrı olarak kendi yolunda yürümeli… Peki, devlet ve kişi ilişkilerinin de ayrı tutulması gerekmez mi? İnsanlar kendi düşünceleri doğrultusunda, kendilerince karar verip o yolda yürüyebilmeli… Devlet görevlilerinin de ya da Korsaj filminden el alırsak kraliçenin de kendi bildiğince yaşamasının bir sakıncası var mı?

Bence yok.

Avusturya Macaristan İmparatoriçesi Elizabeth, (Vicki Krieps) o zamanın yaşlılık ölçütü gereği 40 yaşına gelince “artık yaşlandı, yerine yeni birinin gelmesi gerekir” düşüncesini gerek çevresinde gerekse imparator Franz Joseph’in (Florian Teichtmeister), yani kocasının aklından uzaklaştırmak için her şeyi dener. Birkaç denemede hedefine ulaşamasa da yeğeniyle yatmayı başarır. Ancak bu kez baltayı taşa vurmuştur, yeğen eşcinseldir.

İmparator başta olmak üzere, oğlu ve diğer tüm devlet erkanı ile ilişkileri kötüdür. Çünkü asıl amacı kendini yaşamak, yaşayabilmektir. Tolstoy’dan el alarak, Nurcan Baysal’dan aktararak söylersek, “sevdiklerini kadere bırakamazsın”. Bu, imparatoriçe için de belirleyicidir, monarşiler için olduğu kadar. Elizabeth’i sıkan korse sadece belinin 45 cm olarak görünmesini sağlamıyor; aynı zamanda yaşanan o şaşaalı ve bir eli yağda bir eli balda yaşamın insanın beklentisine yetmediğini de gösteriyor.

Jin jiyan azadi

Fotoğrafın hareketli olanına sinema diyorsak eğer -ki öyledir- sinemanın başlangıç yıllarında neyin nasıl yapıldığını da gösteren Yönetmen Marie Kreutzer, belgesel gibi alabildiğine yalın, alabildiğine şeffaf ve alabildiğine renkli (buradaki renk, yaşamın her anına, her alanına değmesi anlamında) bir film çekmiş. Bu boyutuyla da ilginç olan film, kadın duyarlığını yansıtıyor doğal olarak. Kendi yaşamınızla özdeşleştirirseniz, aradan geçen 200 yıla (ve tabii, gerek teknolojik gerekse sanayi değişimlerine) rağmen insana değer verilmesi anlamında hiçbir şey değişmediğini görürsünüz… Hele kadınlara hiç! O zaman da aynı şimdi de. İmparatoriçe olsa bile…

(19 Ocak 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Dört Duvar Melankoli

‘Kimse kimseyi sevmez. Herkes başkalarında ne istiyorsa onu sever. Bir de olmak istediğimiz hali seven herkesi severiz.’ Bu sözler Avusturya – Macaristan imparatoriçesi Elisabeth’in ağzından dökülüyor. Hani şu Viyana’da hediyelik eşyalara basılı portresinden aşina olduğumuz tarihi şahsiyetten söz ediyorum. Biz onu ‘Sissi’ olarak biliriz diyenleriniz çıkacaktır. Hâttâ yaşı tutanlar onu sinema tarihinin trajik bir son ile erken yaşta aramızdan ayrılmış divası Romy Schneider’in sinemaya adım attığı üç filmlik pembe ‘Sissi’ maceralarından anımsayabilir. Sinemalarımızda halen gösterimi süren Belçikalı Marie Kreutzer imzalı ‘Korsaj / Corsage’, 19. Yüzyıla damgasını vurmuş bu efsanevi imparatoriçeyi çevresinde örülmüş pembe romans halesi ve hatıralıkların klişe izleniminden sıyırıyor, sağlam bir literatür çalışması ve yaratıcı doğaçlamalar üzerinden tüm yalınlığı ile bir insan, bir kadın olarak sunmayı deniyor.

40. yaş günü arifesinde bir kadının öyküsünü anlatmak üzere yola çıkmış Kreutzer. Her açıdan yalnız bir kadındır Sissi. Çevresindeki lüks ve şatafata karşın katı kuralları olan aristokratik düzen içinde kendi yaşamını yaratma uğraşı içinde geçmiştir ömrü. Filme adını veren daracık korsajı onun tutsaklığını simgeler. Genç kızlığından bu yana hiç değişmemiş ince bel ölçüsü ile bedenini kontrol altında tutmuş, toplum tarafından beğenilmiştir gerçi ama 19. yüzyılın moda ikonu olmak onun kendi hayatının efendisi olabilmesine yetmemiştir. Karşılıksız sevmez kimse onu. O da kimselere güvenmez. Doğurmakla yükümlü olduğu ancak yetişmelerinde geri planda kaldığı çocukları ile olan ilişkisi de çelişkili ve kararsızdır. O dönemde kadınlar için sonun başlangıcı olduğu kabûl edilen ve kişinin bulut gibi dağılmaya ve kararmaya başladığı düşünülen kırklı yaşlarına inat bedeni üzerindeki kontrolüne sıkı sıkıya sarılır. Diyet yapar, spor yapar ancak nereye kadar.

Kreutzer’in ‘bir kitap gibi her sayfası bir bilmece, ruhu kullanılmayan hazinelerle dolu, kaotik bir müze gibidir o, bunlarla ne yapacağını bilmiyor’ ifadeleri ile tanımladığı Elise ‘sadece bir kişinin yürüyebileceği kadar dar bir yolda yürürken’ farklı bir dünyanın özlemini çeker. Herkes ona aval aval bakarken kafasında bir kilo teneke ile durmak istemediği için açılış törenlerinde baygınlık numarasına başvurur, büyük davetlerde ortadan kaybolmanın yollarını arar. Uzun seyahatlere çıkarken, hayatı nasıl gerçekleştireceğini bilemediği bir kendini oluşturma sürecinin dalgaları içinde oradan oraya savrulur. Bu bitmez tükenmez arayış Prenses Diana’nın bir asır sonraki yazgısını anımsatır bizlere.

Dünya prömiyerini 75. Cannes Film Festivali’nde yapan ‘Corsage’ tek kelime ile melankolik bir film. Sabahattin Ali’nin 1932 yılında kaleme aldığı ünlü dizelerinde dile getirdiği gibi ‘ne bir dostu ne bir sevgilisi’ var genç kadının. ‘Dünyadan uzak’ akıl hastalarının koğuşunu sık sık ziyaret edişi, bu şekilde yaşadığı düzenin prangasından kaçış yolu araması ile açıklanabilir. ‘Akıl hastanesinin koğuşlarını saray odalarının antitezi olarak düşünebiliriz’ diyor Kreutzer bir söyleşisinde. Monarşi düzeninin sonun başlangıcında olduğunun çok iyi farkındadır. İmparatorluğun kaderini kontrol etmenin kendi görevi olduğunu ve karısını yalnızca temsil görevi için seçtiğini dile getiren Franz Joseph’e bıyık altından gülüşü bundandır. Hastaneyi, yaralı askerleri ziyaret edişi, bacağı kesilmiş erin yanına uzanarak birlikte sigara tüttürmeleri ya da finaldeki kurgusal atlayış hep çökmekte olan bir düzene karşı küçük isyanların dışa vurumudur.

‘Gönlü dağlarda bunalan’ Elizabeth, hayatının bu değişim dönemecinde yeniliklere hep açık olacaktır. Hareketli bir dizi ardışık resmi Lumière kardeşlerden 7 yıl önce kaydederek sinemanın ilk atası olmuş Louis Le Prince’in icadını çok sevecek, onun ‘sizi kayda almak istiyorum’ teklifini hemen kabul ederek, birikmiş isyanını duyamadığımız cümleler ile dile getirecektir. İkilinin kurgusal buluşması onun arayışlarının iz düşümü olarak perdeye yansırken, Kreutzer bu anlamlı sekans ile sinemaya derin saygısını sunacaktır.

‘Kendinden başka tutunacak dalı olmadığını’ dile getiren Elise yorumu ile Cannes’da en iyi performans ödülüne layık görülen ve projeye yönetmeni ile birlikte baş koymuş Alman asıllı Vicky Krieps’in Sissi yorumu tek kelimeyle olağanüstüdür. Kapanmakta olan bir dönemi ifade etmek üzere yönetmenin isteği doğrultusunda alabildiğine sade ve gösterişsiz tutulmuş mekân ve kostüm tasarımı ve de Krieps’in melankolik bakışını, şansonları ile bilinen Fransız şarkıcı ve aktris Camille’in hüzün yüklü ‘Go go away’ şarkısı ile çağımıza bağlayan Marie Kreutzer’in kaygan zeminde emin adımlarla yol alan kadın öykülerinin devamını merakla bekliyoruz.

(19 Ocak 2023)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com