Etiket arşivi: The Eternal Daughter

Onay Bekleyen Kız Çocuğu

Sis pustan etrafın zor seçildiği orman yolundan ilerleyen beyaz taksi yolcu olarak bir anne-kızı taşımaktadır. Güz sonunun erken kaybolan zayıf ışığının altında yol alırlar bir süre. Ormanlık yolun sık ağaçlarının çıplak dalları onları bir bilinmeze sürükler gibidir. Sürücünün gitmekte oldukları mekân hakkında anlattıkları ürperti katsayımızı yükseltir. İkinci Dünya Savaşı yıllarında annenin teyzesine ait olan ve şimdilerde otel olarak kullanılan 300 yıllık malikaneye vardıklarında akşam olmuştur bile. Anne-kızın dışında başkaca bir konuğun ortada gözükmediği otelin mesafeli resepsiyonisti karşılar onları. Hikâyenin bundan sonrası, kapı gıcırtısının pencere camına değecek izlenimi veren dalların hışırtısına, uzak kuş seslerinin acı çığlıklarına karıştığı sisin gündüz vakti bile kalkmadığı tedirgin bir deneyim sürecidir.

Bu tekinsiz giriş, yönetmen Joanna Hogg’un İngiliz edebiyat ve sinemasının köklü geleneklerinden gotik hayalet öyküsüne meylettiğini düşündürür. Film ilerledikçe asıl niyetine vakıf oluruz. İngiliz sinemacı kendi gençliğinden beslenen yarı-otobiyografik filmi ‘The Souvenir’ ve onun devamı niteliğindeki ‘The Souvenir: Part II’de başından geçmiş toksik bir ilişkiden yola çıkarak kendi üslûbunun izindeki taze bir yönetmenin hem sosyal çevresi hem de annesi ile olan güvensiz ve kırılgan ilişkisine yer verirken, anneye Tilda Swinton, Hogg’un gençliğinden süzülmüş Julie karakterine çağdaş sinemanın büyük oyuncusunun öz kızı Honor Swinton Byrne hayat vermişti. Bu başyapıt düzeyindeki iki güzel film sinemalarımıza uğramadı ne yazık ki. Şükür ki Hogg’un üçlemesinin son parçası ‘Sonsuz Sır / The Eternal Daughter’ ülkemiz sinemalarında gösterim şansı buluyor.

Hogg kişisel anılarına şimdilik son noktayı koyan filminde orta yaşlarını süren Julie ile çok yaşlanmış annesi Rosalind’i makyaj marifetiyle ezeli ebedi dostu Tilda Swinton’a oynatmış. Galler’in kuzeyindeki ürkütücü görünümlü malikanede yaşananlar annenin hatıraları ve kızı üzerindeki yıpratıcı hakimiyeti üzerinden puslar içindeki geçmişle acı tatlı bir hesaplaşmaya dönüşüyor. Konu aslında evrensel: Hogg ebeveyninden ayrılamamış, ayrı bir birey olmakta zorlanan, her daim onay bekleyen kız çocuğunun (ya da oğlan farketmez) büyüyememişlik sorununu irdeliyor, sislerin ardında sisli hatıralar ile cebelleşiyor. Bu sancılı kopma sürecine dair hesaplaşmada, filmin ana karakterlerinden biri haline gelmiş perili izlenimi veren gotik şato aracı rolünü üstleniyor.

Daha önce 2010 yapımı ‘Takımada / Archipelago’da birlikte çalıştığı Ed Rutherford’un puslu manzaraları, ses tasarımcısı Jovan Ajder’in tedirginliği tırmandıran çalışmasının da büyük katkısıyla sonuç gayet başarılı. Hogg’un onlu yaşlarından itibaren birlikte olduğu can dostu Swinton ile okul bitirme ödevi kısa filmi ‘Caprice’den yıllar sonra buluştuğu ‘Souvenir’ üçlemesini tamamlayan bu küçük mücevher, pandemi döneminde tek mekânda yalnızca 3 oyuncu ve Swinton’un gerçek hayattaki pek kabiliyetli köpeği Louis ile çekilmiş etkileyici bir oda filmi, izleyiciyi annelik, evlatlık ve ayrılma zamanı üzerine yaman bir meditasyona hazırlayan son dönemin en iyi çalışmalarından biri. Filmin sürprizli finalini izleyecek olanlara bırakalım. Korku/gizem başyapıtlarından ‘The Shining’de Béla Bartók’un ‘yaylılar, vurmalılar ve çelesta’ için yazmış olduğu tanınmış eserinin (Sz. 106, BB 114) ‘adagio’ bölümünü kullanmış olan Kubrick’e nazire olarak, filminin tekinsiz atmosferini oluştururken Hogg’un aynı eserin hipnotik ‘andante tranquillo’ bölümüne yer vermiş olduğunu meraklısı için notlarımız arasına alalım.

(06 Eylül 2023)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Yüzleşme… Sonsuz Sır

İnsan düş(ünce)leriyle yaşar. Dereden tepeden, oradan buradan, geçmişten gelecekten biriktirdiklerini buluşturup en iyisini, en doğrusunu, en güzelini bulmaya çalışır. Ancak yine de anıları bırakmaz peşini. Her ne kadar geçmişi değiştiremezseniz de anılarınızı, en azından düş(ünce)lerinizde değiştirebilirsiniz. Yönetmen Joanna Hogg, kendi yazdığı (daha önceki iki filminin belki devamı sayılabilecek) “Sonsuz Sır”da (The Eternal Daughter) anne ve kızın anılarını -alabildiğine ilginç, alabildiğine merak dolu ve alabildiğine heyecanlı bir akışla- ele alıyor.

Orta çağdan kalma bir köşk, artık otele çevrilmiştir, anne ve kız rezervasyon yaptırarak gelir yerleşirler. İzleyicide bir merak, bir korku, bir beklenti doğar yavaştan… Bir müddet sonra anne – kızın eskiden bu köşkte yaşadıkları anlaşılır. Bir şey olacaktır, ama ne! Evet, bir şeyler olur, ama hiç beklenmeyen, hiç umulmayan… ters köşeye yatar herkes (kimseye söyleyemese de kendileri bilir, yanıldığını).

Tilda Swinton hem anneyi hem kızını canlandırıyor; öyle ki aynı karede bile görseniz, asla hissetmiyorsunuz aynı kişinin iki rolü de oynadığını. Swinton’u, oyunculuğunun gücünü takdir etmek için illa ödül kazanmasını beklemek gerekmiyor.

İki ayrı karakter, iki ayrı rol

Sinemacı olan kız, annesini konuşturmaya gayret eder, çünkü onun anılarıyla dolu bir film çekme niyetindedir. Anne belki farkına varmamıştır, ama üzerinde de durmaz. Filmde fazla kişi yoktur, bomboş (oysa resepsiyonist dolu olduğunu söylemiştir) otelde, çeşitli sesler duyarlar, rüzgârın da eşliğinde. Bir köpekleri vardır, o anne kızın arasındaki en büyük bağdır bir bakıma. Bahçıvanla karşılaşır kız, konuşurlar bir gece sabaha kadar. Burada da bir şey olmamışsa bir daha olmaz diye düşünmeyin, çünkü o bir dönüm noktası filmin.

Anne kendi içine kapanık, pek öne çıkmıyor; kızı ise onu konuşturmak için çırpınıyor sürekli. Aradan yüzleşme doğuyor. İşte filmin temel mesajı… Çok yavaş akan, buna da bağlı olarak izleyicinin sıkılacağı, ama sonradan ‘neydi, ne oldu’ deyip geriye dönmek isteyeceği (ama dizi değil ki bu, özet adı altında tekrarı olsun), kafasında tartışacağı ve kendince bir sonuca ulaşacağı bir film. Filmin yavaşlığına aldanmamak gerekir, önemli olan hızı değil, içeriği.

08 Eylül’den başlayarak gösterimde…

(06 Eylül 2023)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com