Sinemanın geçtiğimiz yüzyılın en etkin iletişim aracı olduğu konusunda kimsenin şüphesi yok. Filmlerin çocukluğumuzdan başlayarak hayatımızın heyecanlı, keyifli ya da üzüntülü anılarımızda her zaman yeri olmuştur. Bu nedenle sinema tarihine ilişkin yapıtlar her zaman büyük ilgi çekmiştir. Bunu iyi bilen ve sinema tarihine tutkunluğu ile tanınan Amerikalı sinemacı Damien Chazelle en iyi yönetmen Oscar’ını kazandığı bir önceki çalışması 2019 yapımı ‘Aşıklar Şehri / La La Land’de Hollywood’u Hollywood yapan eski usul müzikal filmlere göz kırpmıştı. Filmin rol kapmak için yanıp tutuşan aktris adayı ile kendi kulübünde klasik caz geleneğini yaşatma hayalleri kuran piyanistin Los Angeles eğlence dünyasının karmaşası içinde yeşeren renkli aşkları çok ilgi görmüş, çiftin cinsellikten arınmış eski usul romansı nostaljik rüzgarlar estirmişti. Bu hafta bizde de gösterime giren ‘Babil / Babylon’ yönetmenin aynı formülden yola çıkarak yıllardır hayalini kurduğu sinemanın ilk dönemine dair yeni çalışması. Adını D. W. Griffith imzalı 1916 yapımı ‘Hoşgörüsüzlük / Intolerance’ın ünlü epizodundan almış olan film, sinema sektörünün özgürce büyüyebilmek için bakir alanları keşfe çıktığı 1920’li yıllarda başlıyor. Film yapım ve gösterim haklarını elinde tutan Edison tröstünün hukuki etki alanından uzaktaki Batı kıyılarına yönelen bağımsız yapımcıların, uçsuz bucaksız kurak topraklarda yeni bir kenti ve ilerde dünyanın başat güçlerinden biri haline gelecek olan Amerikan Sinema Endüstrisi’nin temelini attığı, gözüpek girişimcilerin halkın en ucuz eğlencesi olarak çok sevilmiş film üretimini bağımsızca gerçekleştirdikleri ve çölün ortasında büyük servet imparatorluklarının inşa edildiği yıllardır bunlar.
Naif ‘La La Land’in tasvirinden farklı olarak, aşırılıklarla yüklü bir kutlama sekansı ile açılıyor ‘Babil’. Los Angeles’ın kırsal bir kasabadan dünyanın en büyük megapollerinden birine dönüşme sürecinin başlarında, dönemin ünlü yapımcısı Wallach’ın çöl ortasına kondurulmuş kitsch malikanesinin kabare tarzı tasarlanmış devasa balo salonunda, içkinin su gibi aktığı, kokain ve benzeri uyuşturucu maddenin havada uçtuğu, toplu seksin gemi azıya aldığı çılgın parti sektörün ünlü isimlerini ağırlamaktadır. Yine ‘Hoşgörüsüzlük’ setinden ithal edilmiş izlenimi veren kocaman bir filin partinin göbeğine daldığı bu histerik eğlencede, kendini doğuştan yıldız olarak gören ve yükselen sektörde ışıldamak için her yola eyvallah diyen seksi Nellie LaRoy (Margot Robbie) sabaha bağlanan gecenin kazananı olurken, genç kızın albenisine karşı duramayıp melankolik bir tutkunun izini sürecek olan Meksika göçmeni Manuel (Diego Calva) oyuncu asistanlığından yapımcılığa kadar yükselecektir.
Açılış partisini takip eden, çöllük alanda kurulmuş ve her birinde ayrı türden filmlerin çekildiğine tanıklık ettiğimiz fabrikasyon film üretiminin karmaşasını sergileyen uzun sekansta sinefillerin gönlünü fazlasıyla hoş edecek başarılı bir bölüme imza atıyor Chazelle. Nellie’nin şehvetli hizmetçi tiplemesi ile şöhret basamağını hızla tırmanmaya başladığı, Manny’nin set görevlisi olarak kendini kabûl ettirdiği zamanlardır bunlar. Ancak sinemada her şeyin değişmekte olduğu sesli filme geçiş yılları, dönemin seksi Hollywood yıldızı Clara Bow’un öyküsünden esinlendiği söylenen Nellie karakterinin yükselişine set çekecek, endüstride değişen ahlâki kodlar doğrultusunda New Jersey’li görgüsüz kumar düşkünü genç kızdan bir hanımefendi yaratma deneyimi başarısızlıkla sonuçlanacaktır. Aynı süreçte filmin bir diğer önemli karakteri olan ve Greta Garbo’nın ünlü partneri John Gilbert’ı akla getiren karizmatik aktör Jack Conrad (formunda bir Brad Pitt) sesli sinemaya geçiş sürecinde aynı başarıyı yakalayamayacaktır.
Tüm bunların -finalde perdeye gelecek olan ‘Yağmurda Şarkı / Singin’ in the Rain’ başta olmak üzere- çoktan sinemanın sinemaya baktığı filmlerin klişesi haline dönüştüğü için büyük bir etki yarattığını söyleyemem. Son bir saatte dağılan ve tekrara düşen hikâye ana karakterler üzerine derinleşemediği gibi, hayli uzatılmış ikinci bölümde hızlı tarih sıçramaları filmin yararına işlemiyor. Atıf yapıldığı antik Babil’in şatafatlı görkeminden Melekler Kenti’nin karanlık çukurlarına, Tobey Maguire’ın canlandırdığı mafya babasının tuhaf malikanesindeki Tarantinovari bölümden nostaljik finale doğru son sürat koşan filmden geriye ‘Aşıklar Şehri’nin Oscarlı ustası Linus Sandgren’in hayranlık uyandıran görüntüleri ve de Chazelle’in ‘Guy and Madeline on a Park Bench’ (2009) ile onu şöhrete kavuşturan yarı otobiyografik ‘Whiplash’te (2014) tanığı olduğumuz caz tutkusunu paylaşan gözde bestecisi Justin Hurwitz’in enfes müzikleri kalıyor. Bir de dönemin Cosmopolitan ve Photoplay gibi dergilerine makaleler yazmış İngiliz pembe roman yazarı Elinor Glyn’den esinlenen feleğin çemberinden geçmiş kurt magazincinin (Jean Smart) eski şöhretini yitirmiş aktöre söylediği şu sözleri: ‘Daha yüzlerce Jack Conrad olacak. Senin zamanın doldu, üzgünüm. Kimse geride bırakılmak istemez ama ilerde, biz bu dünyadan çoktan göçüp gittiğimizde sen filmlerde yaşamayı sürdüreceksin. Zirvede uzun kaldın ama buraya kadar. Sana bir armağan bahşedildi, bundan sonra melekler ve geçmişin hayaletleri ile birlikte yaşamayı sürdüreceksin.’
(20 Ocak 2023)
Ferhan Baran
ferhan@ferhanbaran.com