Kategori arşivi: Yazılar

Antakya Film Festivali’nde Neler Oldu?

Nasıl anlatsam, nereden başlasam bilemiyorum… 4. Uluslararası Antakya Film Festivali’ne davet edildim. Festivali düzenleyen kişilerin Adana ve Antalya’daki festivallerde kendi festivallerine network oluşturma yaklaşımlarını tanık olduğum kadarıyla- biraz tuhaf ve amatör bulsam da Anadolu’da bir festival yapma heyecanlarına saygı duydum. Festival başlamadan sıkıntılar kulağıma gelmeye başlamıştı. En basitinden basın toplantısı bir türlü yapılamıyordu. Bir festivalin nasıl ilerleyeceğini, programını ve işleyişini bu sayede görebildiğimiz için bu adeta yaklaşan fırtınanın ilk sinyali gibiydi. Festivale birkaç gün kala, bütçe yetersizliği yüzünden bilet almada büyük sıkıntı yaşadıklarını, film ekiplerini çağırmakta güçlük çektiklerini, kendi biletimi alıp bir şekilde orada bulunursam çok memnun olacaklarını söylediler. Sinemaya ve yine küçük bir festivale olan saygımdan kabul ettim ve kendi imkânlarımla bilet meselesini de hallettim. Ancak daha hava limanından çıktığım anda uzun süre ulaştırmadan kimseye ulaşamamam macera dolu bir festival yaşayacağımızın göstergesi oldu. Bu yalnızca benim değil festivale gelen birçok sinemacı konuğun da yaşadığı sorunlardan yalnızca biri ve belki de en küçüğü… Bu yazıda 4-5 gün boyunca sıkıntıları anlatmayı tercih edebilirdim ancak bunun kimseye bir faydası olacağını düşünmedim.

Festivalin üçüncü sabahı -benim ilk günüm- festival başkanının toplantısı var, telefonuyla uyandırılıp, tüm konuklar bir lobide toplandık. Orada festival başkanı; “Benim beceriksizliğim ama bize kimse sahip çıkmadı, bırakıp gitmek en kolayı, ya dağılıp gidecek ya da destek olacaksınız devam edeceğiz. Büyük stres altındayım, geceleri uyuyamıyorum, gönüllü birkaç kişi dışında kimse sahip çıkmadı. Birkaç kişinin kredi kartı ile biletleri alabiliyoruz.” tarzında açıklamalar yaptı. O toplantıdan “devam” kararı çıktı. Bu karara katılmayıp dönenler de oldu. İnsanlar bireysel tercihleri ile kaldılar veya gittiler. Krizin aşılması için Samandağ Belediyesi ve yörenin iş adamları devreye girdi. Bir moral kahvaltısı, gezisi ve akşam yemeği organize edildi. Suların durulduğu bir günün ardından ertesi günü yine araç, gösterilemeyen filmler ve verilemeyen akşam yemekleri sıkıntıları başladı.

Orada bulunan herkes Büyükşehir’in son anda desteğini çekmesinden dolayı tüm bunların yaşadığı söyleniyor ve herkes belediyeden bir yetkiliye ulaşmaya çalışıyordu. Ekipte, -danışma kurulu dışından- tek sinemacı ve gazeteci ben olduğum için elimi taşın altına koymaya ve ne olup bittiğini öğrenmek için belediyeye gitmeye karar verdim. O sırada İstanbul’da ardı ardına haberler çıkıyor, filmler çekilmeye başlanıyor ve herkes birbirini galeyana getiriyordu. Beni arayıp neler olup bittiğini sorma nezaketini gösteren yönetmen, oyuncu, yapımcı ve basın danışmanlarına teşekkür ediyorum. Hepsine ciddi bir krizin olduğunu ancak her şeye rağmen festival bitimine kadar daha sakin olunması gerektiğini söyledim. Bu tutum daha fazla yıpranmaktan başka bir işe yaramıyordu. Sorunlu olsa da bir şekilde yapılan gösterimlerde az da olsa seyirciler filmleri izleyebiliyordu.

Diğer taraftan jüri başkanlığından çekilen Mehmet Eryılmaz ve diğer jüri üyesi Selim Evci’yi de arayarak durumu onlardan da dinledim. Organizasyondaki büyük hatalardan muzdarip oldukları çok açık ve netti. Özellikle Mehmet Bey, ulaşım konusunda yaşadığı sıkıntıları bizzat yazışmalarını göndererek teyit etti. Her iki jüri üyesi de Cumhuriyet Gazetesi’ne yaptıkları açıklamanın arkasında olduğunu söyledi. Festivale davet edilip, atölye ya da moderatörlük teklif edilen arkadaşlarımı arayarak sürecin nasıl ilerlediğini öğrenmeye çalıştım. Hepsinin söylediği aynıydı, “Çeşitli sebeplerle festivale davet edildik, ancak daha sonra defalarca arayıp, mail atmamıza rağmen hiçbir dönüş ve cevap alamadık.” dediler.

Filmleri Mavi Bisiklet’i yarışmadan çekme kararı alan yapımcı Nursen Çetin Köreken’i arayarak kendilerinden bu gerekçelerine dair bilgi aldım. Aynı şekilde yarışmadan çekildiğini duyduğumuz Kalandar Soğuğu filminin yapımcısı Nermin Aytekin’e de ulaşmaya çalıştım. Ancak kendisi geri dönüş ya da bir açıklama yapmadı. Kapanışta ödül bir şekilde film adına kaldırıldığı için o kısım muallâkta kalakaldı. Yönetim ise çekilmenin yazılı olarak yapılabileceğini telefon ya da sosyal medya yoluyla yapılan açıklamayı tanımadıklarını söyledi. Eğer film yarışmadan çekildiyse ödül neden geri çevrilmedi? Tüm bunlar birer soru işareti olarak kaldı ve sabır sınavına maruz kaldığımız olay nihayet bitti.

Sorunun iki büyük muhatabı Hatay Büyükşehir Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Dairesi Başkanı Gökhan Yıldırım, Antakya Film Festivali Yürütme Kurulu Başkanı ve Direktörü Mehmet Oflazoğlu ve bir şekilde -az ve sonuna kadar- festival atmosferi yaşamış yönetmen, sunucu, oyuncu, yapımcı, müzisyen, danışman ve jüri üyelerinin görüşlerini aldım.

Hepimizin ortak olduğu bir nokta var, bu yönetim tam bir fiyasko ve festival yapma tecrübesi, nezaketi ve disiplininden uzaklar… Ancak hiçbir şey tek taraflı değildir ve bu olaydan sonra sektöründe kendisine dönüp bir öz eleştiri yapması gerekiyor diye düşünüyorum. Kendi çıkarları söz konusu olduğunda her türlü etik dışı harekete eyvallah deyip kendi canı yandığında yaygara koparılıyorsa -bu festival özelinde söylemiyorum- günün birinde bu durumdan herkes, tüm sektör zararlı çıkar ve işte çıktı da. Bu körler sağırlar birbirini ağırlar mantığından hızla uzaklaşmamız gerekiyor. Daha etik, nitelikli ve yetkin festivallerimizin yapılabilmesi dileğiyle…

Gökhan Yıldırım (Hatay Büyükşehir Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Daire Başkanı): “Sanat Adı Altında Şahsi Çıkar ve Menfaatlere Dönüşmemeli”

*** Ulu Önder Atatürk’ün bir sözü vardır; “Sanatsız kalan bir toplumun hayat damarlarından biri kopmuş demektir” der. Biz kurum olarak sanatın öneminin farkındayız ancak bu organizasyonu biz yapmadık. Bu tür olumuz eleştirileri kabul etmiyoruz. Biz sanatçılarımızın mağdur olduğundan daha ilk gece haberdar olduk. Burada asıl olarak şu soru sorulmalı, bu sanatçılarımızı, sinemacılarımızı siz değerli yazarlarımızı buraya davet edenler onları neden bu duruma soktular? Sizleri davet edip de yolda bırakan Büyükşehir Belediyesi Kurumu değildir. Biz işin içinde olsaydık zaten bunlar hiç yaşanmazdı. Sonuna kadar da arkasında dururduk. Kaldı ki son anda yine yardım ettik, memleketimizdir dedik, sorun çözdük. Hatay Büyükşehir Belediyesi bizim yapabileceğimiz fiziki şartların yerine getirilmesi, salonun kullanılması hususundan ibarettir.

*** Elbette gelinen tablo hoş değil, nahoş bir durum. Hatay’ın misafirperverliği dillere destandır. 13 tane medeniyetin yaşadığı bir coğrafyadan söz ediyoruz. Medeniyet gelecek nesillere dil, örf, adet ve sanat ile olur. Bu durumun farkındayız. Sanatı icra eden kişilere kıymet verilmelidir ancak sanat adı altında şahsi çıkar ve menfaatlere dönüşmemelidir.

*** Son anda geri çekilme diye bir şey söz konusu değildir. Sorun bizim haberdar olmayışımızdır. Özellikle altını çizmek istediğim konu ise bize “emrivaki” yapılmasıdır. Hiçbir plan, program yapmadan, kurumumuzun yalnızca fatura döneminde hatırlanması bizi üzer. Bir faaliyet icra edilirken, bir kurumdan destek almak istiyorsanız oturup bunun altı yapısını oluşturmak zorundasınız. Biz içeriğe dair hiçbir şey bilmiyoruz, gelecek sanatçılar kim, nasıl bir program var, bilmiyoruz. Bu kurumsal olarak çalışma disiplinimize aykırı bir durum. Burası bir devlet kurumudur ve bu kurum bir hiyerarşi içinde yürür. Kültür ve Sosyal İşler Daire Başkanlığı olarak önümüzde sadece fatura görmemiz neye sponsor olduğumuzu dahi bilmediğimiz anlamına gelir. Bu işin mutfağında olmalıydık. Madem böyle bir faaliyetin içine girmişsiniz, sanatçılarımızı memleketimize davet etmişsiniz herhalde bir plan program yapmış olmanız gereklidir, değil mi? Hayır yapmadık, demek olmaz. Eğer bizim desteğimizi istiyorlarsa bize işin her safhasında bilgi vermek zorundalar. Burası bir şirket değil bir devlet kurumudur.

*** Şimdi siz bir sinema yazarı ve bir gazetecisiniz… Bu kurumla, benimle görüşmeden yazacağınız bir yazı sizi vicdanen rahatlatır mı? Her şeyden önce kendinize hesap veremezsiniz. Bu faaliyetlere önce olan, sanatı seven kişi ve kişilerin ya da kurumların da bu kurumla istişare etmesi gerekmektedir. Sanat ticaretle ilgili bir şey değildir. Elbette sanatı icra etmek için maddi argümanlara ihtiyaç vardır. Buna sonuna kadar katılıyoruz. Devletin birimleri, Kültür Bakanlığı, il ve yerel yönetimler destek vermek zorundalar, bunun için ayrılmış bütçeleri de var ve zaten veriyoruz. Ama biz kime ve neye destek olduğumuzu bilmeliyiz. Biz sosyal belediyecilik anlayışımız gereği sanatsal ekinlikleri desteklemekteyiz. Kaldı ki geçmiş yıllarda destekledik. Ancak bu yıl verilmemiş hiçbir sözümüz yoktur. Büyükşehir Belediye Başkanımız söz sahibidir, kendisi canını verir ama sözünden dönmez. Aradaki insanların size ne söylediğini bilmiyorum. Bu dönem bu festival için yapabileceğimiz şey salon tahsisi dışında başka hiç kimseye kurumsal veya tüzel bir vaadimiz olmamıştır.

Mehmet Oflazoğlu (Festival Yürütme Kurulu Başkanı ve Direktörü): “Verilen Sözler Tutulmadı”

*** Tamamen kaynak yetersizliğinden dolayı bunlar oldu… Verilen sözlerin tutulmaması bir sürü sorunu beraberinde getirdi. İnsanlar sözlerini yerine getirseydi daha rahat sorunları çözebilecek, insanların yemeğini, suyunu verebilecek, tanıtım yapacak, salonlara seyirci çekebilecektik. Destek olmayınca gereken konukseverliği, ev sahipliğini yapamadık. Böyle olunca da sorunlar yaşandı. Artık bitti, yine de güzel geçti. Ödül töreni de çok iyiydi. 5.si için şimdiden çalışmalara başlayalım diyen firmalar, kuruluşlar var. Her inişin bir çıkışı vardır denir ya, bize dibi gösterdiler aynı gün çıkış ışığını da gördüm.

*** Büyükşehir kendi cephesinden bakıyor, bende kendi cephemden bakıyorum. Festivaller şehirler içindir. Ben kendime ya da babama festival yapmıyorum. Dolayısıyla yerel yöneticiler ve firmalar destek olmak zorundalar. Az veya çok… Biz zaten para istemiyoruz, “Gelen konukların masraflarını karşılayın.” dedik.

*** Rant için festival düzenliyorlar haberini gördüm, şaşırdım. Mehmet Eryılmaz ve Selim Evci buraya gelmedi. Geçen sene ikisi de buradaydı. Hatta Evci, En İyi Film Ödülü’nü almıştı. Mehmet abinin tek derdi kendi kısa filminin festivalin 4. gününe koyulmuş olmasıdır. Koskoca Mehmet Eryılmaz, hem festivalin jüri başkanı olacak hem de filmi 4. gün gösterilecek! Böyle olunca kızdı. Hazmedemedi. Bir diğeri ise biz biletini yine imkânsızlıklardan dolayı zamanında alamadığımız için öfkelendi. Yolculuğuna iki gün kala alabildik sanırım bileti. İki gerekçesi vardı, bir tanesi biletinin geç alınması öteki ise filminin geç gösterilmesidir. Başka hiçbir gerekçesi olamaz.

*** Kültür Bakanlığı’ndan 40 bin TL aldık. Daha doğrusu yarısını aldık, diğer yarısını da gönderecekler. Bu kadar masraf yaptık. Normalde 180 konuğumuz olacaktı. Destek çekilince bir ara festivali iptal etmeyi düşündük ama asla iptal olsun demedim. İyi ki iptal etmedik çünkü şu an çok iyi konumdayız. Girdik, çıktık alnımızın akıyla. Yarından tezi yok bir sonraki sene için çalışmalara başlayacağız.

Agâh Özgüç (Yazar, Eleştirmen, Gazeteci): “Onur Ödüllerinin Üzerine İsim Yazmamışlar”

Her şey bir yana en matrak olan olay, Onur Ödülleri’nin üzerinde isimlerin yazmaması… Ben bu ödülü vitrine koyacak olsam, nereden aldığımı açıklayamam. Tahtakale’den de almış olabilirim. Bize söyleselerdi, kendimiz bile hallederdik. Kaldı ki, 1.si olsa hatalar affedilir, 4.sü yapılan bir festivalden söz ediyoruz. Böyle tarihsel özelliği olan bir bölgedeki festivalde bu denli yanlışlıkların olması iyi bir şey değil. Bunlar esasında çok basit, hemen çözüm üretilebilecek şeyler ama organizasyonda bir kopukluk var. Yemek, vesaire mesele değil. En büyük problem zaten bu işi organize edenlerde… Diğer festivallerde hatalar olmuyor mu? Elbette oluyor. Antalya bu sene tarihinin en kötü organizasyonlarından birini yaptı… Türkiye’de bir tane profesyonel festival var, o da İstanbul Film Festivali çünkü yıl boyunca maaşlı çalışıyorlar. Belediye olunca, isimler değişince festivaller de değişiyor. Bu çok tehlikeli bir olay… Burada her şeye rağmen canla başla çalışan çocuklar var, onlara bir sözüm yok. Bizim bir menfaatimiz yok, gençler için güzel bir ortam olabilirdi. Yazık oluyor.

Alican Sekmeç (Sinema Yazarı, TV Yayın Danışmanı): “Uzaktan Duyduklarıyla Demeçler Verdiler”

Bu yıl Oflazoğlu ile İstanbul’da yaptığımız görüşmelerde festivali bir kademe daha öteye götürdüğünden söz ediyordu. Tüm bunların sonucunda düzgün bir festival yolculuğuna çıktığımız düşüncesindeydim. Oflazoğlu’nun iki ay öncesine kadar bizlere anlattığı sponsorlar bir şekilde vazgeçtiler. Belediyenin, firmaların festivalden elini eteğini çekmesi elbette manidar… Kendisinin kötü bir izlenim bırakması, otorite boşluğu, liderlik vasıflarını taşımaması gibi şeyler var fakat iki gece üst üste konuklarına yemek daha veremeyen bir festival başkanının hangi rantın peşinde olduğunu kanıtlasınlar. Biz de bilelim de ona göre davranalım. Para olmadığı için eleman yoktu, uçak biletleri dahi zar zor alındı. Cumhuriyet Gazetesi’ne demeç veren sinemacı büyüklerimiz burada bir rant olduğunu söylüyor. Ben buna üzüldüm. Bunu söyleyenler de çok sevdiğim insanlar. Olmayan bir para var ortada, hangi ranttan söz ediyoruz? Bileti gitmemiş, filmi programda yokmuş gibi gerekçeler var ama ne olursa olsun daha sakin olunmalıydı. Burada çalışacak insan yoktu. Ben danışmaya kurulu üyesi olarak buraya geldiğimde odam yoktu. Listede adım dahi yoktu. Şimdi ben bunu afişe mi edeyim? İstanbul’daki insanlar buradaki olayları bilmeden, buradaki sıkıntıları yaşamadan uzaktan duyduklarıyla demeçler verdiler. Bu çok yanlış… 60 kişi tüm o yazılanlara rağmen burada kaldı. Bu insanlar İstanbul’a gidecek ve belki 2, 3 ay Cihangir’in kahvelerinde, Beşiktaş’ın bahçelerinde bu festivali konuşacaklar. Bu insanlar burada yaşadıkları için bunu rahatça söyleyebilecekler. Hiç yaşamadan bunu söylemek bana kolay geliyor. Biz sinemasever insanlarınız, festivalin yürümesinden yana hareket ediyoruz. Festival iptal edilse ya da yapılmasa çok mu büyük kazanç olacak? “Size Festival Yaptırmayacağız” diye bir yazı gördüm bir sitede… Bu nasıl bir küstahlık? Adama “Pardon siz kimsiniz?” derler. Yazan kişi de çok sevdiğim bir arkadaşım ama burada olup bitenleri bilmeden bu tarz açıklamalar yaparsanız, hem bu şehre, hem de buradaki 60 kişiye haksızlık etmiş olursunuz. Bizi bu duruma düşüremezsiniz bu lafları ederek… Bundan sonra bu festival yapılır, yapılmaz onu bilemem. Ama siz buna karar verme hakkına sahip değilsiniz, 1000 km uzaktan böyle konuşma hakkına sahip değilsiniz. Agah Özgüç, Osman Şahin burada genç sinemacılarla beraber kaldı. Daha ne söyleyeyim? Ama siz bu lafları ederek bizi sanki bir ranta ortakmışız gibi gösteriyorsunuz.

Murat Evgin (Besteci, Yorumcu, Müzisyen): “Yanlışlıklar, Belirsizlikler ve Hatalar Herkesi Üzdü”

Ülkemizin en güzel şehirlerinden biri olan Hatay’ın Antakya ilçesinde düzenlenen Antakya Altın Defne Film Festivali’ne jüri üyesi olmam ve açılış gecesi sahnede şarkı söylemem için davet edildim. Organizasyondaki yanlış tutumların, yükümlülüklerin yerine getirilmemesinin, belirsizliklerin ve düzeltilmeyen hataların beni olduğu kadar festivalde gönüllü olarak canla başla çalışan değerli insanlarımızı da üzdüğünü gördüm. Jürideki isimlerin sürekli değişmesi gibi sebeplerden dolayı kendimi gerçekçi bir değerlendirme ve seçim ortamının içinde bulamadığım için jüriden çekilme kararı aldım. Festivalin maddi imkânsızlıklarından ötürü kendi imkânlarımla İstanbul’a döndüm. Festivaldeki sorunlara rağmen Hatay’ı ve Hatay’ın samimi insanlarını tanıdığım için ve sinemamızın değerli isimleriyle bir arada olduğum için mutlu oldum.

Atılay Uluışık (Oyuncu, Festivalin Sunucusu): “Sorunlar Kartopundan Çığa Dönüştü”

Festival organize etmek, sadece katılan filmlere ödül vermek demek değildir. Eğer öyle olsaydı jüri toplanır bir salonda bütün filmleri izler belirlediği filmlere ve kişilere ödüllerini kargoyla gönderirdi ki kimsenin haberi olmadığı bol ödüllü filmlerimiz olurdu. Bence bir ilde bir festival organize etmek, sektör çalışanlarını bir araya toplamak, bölge insanıyla sektörü tanıştırmak, film ekipleriyle izleyiciyi buluşturmak, yarışmaya katılan filmleri ulusal ve uluslararası düzeyde duyurmak ve sektörü büyütmeye katkı sağlamak ve bölgenin gelişimine sektör olarak katkı sağlamayı amaçlamaktır. Bu da yalnız ve yalnızca ekip ruhuyla yapılabilecek bir şeydir. Antakya`da yaşananlar da ne yazık ki festival komitesinin bir ekip olamayışından kaynaklanmaktadır. İsimlerin ya da kişilerin üzerinden konuşmak gereksizdir. Sonuçta Antakya’ya gittiğimiz andan itibaren karşımızda organize olmuş bir ekip göremediğimizden ötürü, problemler küçük bir kartopundan bir hafta içinde çığa dönüşmüştür. Antakya halkının, kendi şehirlerinde böyle bir festival yapıldığından haberlerinin olmadığını görmek hepimizde üzüntü yaratmıştır. Festival komitesi Antakya Büyükşehir Belediyesi’ni bu konuyla ilgili suçlarken, görüştüğümüz şehrin ileri gelen iş adamları ve STK.ları ise böyle bir festivalin organizasyonundan haberdar edilselerdi her türlü desteği sağlayacaklarını tarafımıza iletmişlerdir. Festival komitesi, gerekli emeği harcamadan kısa yoldan büyük resmi ortaya çıkartmaya çalışmıştır. Lakin gelinen noktada, bu festivalle ilgili ne basında haberler yer almış, ne halk haberdar edilmiş ve ne de işadamlarından ve STK.lardan yardım ve destek talep edilmiştir. Festivaller, tümden gelim değil, tüme varım mantığı ve prensibinde çalışması gereken organizasyonlardır. Sonuç olarak bir festivali daha el biriliğiyle, sabırla ve destekleyerek tamamladık. Gelecek yıllarda daha iyi organize edilmiş, aksaklıkları giderilmiş, sektör çalışanlarının ve halkın kenetlendiği daha güzel festivallerimiz olması dileğiyle…

Umut Sakallıoğlu (Kurgu Yönetmeni, Babamın Kanatları & Kalandar Soğuğu): “Affedilmeyecek Hatalar Vardı”

Bu yıl Antakya Film Festivali’nde affedilmeyecek büyük hatalar vardı. Ne yeterli seyirciye ulaşılabilmiş, ne konuklar iyi ağırlanıyor ne de organizasyon iyi… Bu yönetimin devam ettirmemesi gerekiyor bu festivali… Gerek iletişim gerekse koordinasyon anlamında kimse tatmin olmuş değil. Bunları eleştirmekle birlikte her şeye rağmen festivali yaşatmak gerekiyor diye düşünüyorum. Festival demek bu yöneticiler demek değil, Antakya halkı demek, sinema demek. Dolayısıyla ben film çekmeyi ya da yıkıcı eleştiriyi onaylamıyorum. İstanbul’dan burada neler olduğu bilinmediği için herkesin birbirini galeyana getirme ve birbirini olumsuz anlamda tetikleme durumu olduğunu düşünüyorum. Hatalı insanlar olmakla birlikte iyi niyetle bir şeyler yapmaya çalışanlar da var. Antakyalı bir vatandaş bana uçak biletimi almayı dahi teklif etti. Şimdi böyle insanları görünce buraya karşı yıkıcı bir hisse kapılamıyorum. Her şeye rağmen olumlu bakmak lazım ama bu yönetim devam ederse de bir daha asla katılmam.

Gülten Taranç (Yönetmen, Yağmurlarda Yıkansam): “Güzel Bir Şeye Dönüşebilecekken Kaosa Dönüştü”

Bu festival bize bir kere daha gösteriyor ki bu işler çok zor… Bütün arkadaşlarım gibi bende zaten filmimi yapana kadar çok büyük zorluklar çektim şimdi bir de göstermek için bir sıkıntıya düşünce o zaman insanda biz bu işi neden yapıyoruz gibi bir sorgulamaya yol açıyor. Biraz demoralize oldum. Şunu da gösterdi bu olay, 12 tane filmin yönetmeni toplanıp bir arada karar veremiyor. Kalınacaksa hep beraber kalınmalıydı, çekileceksek hep beraber çekilmeliydik. Biz başta birlik beraberlik kuramıyoruz, başkalarından bekliyoruz. Şimdi ben güçsüz bir film mi çektim de filmimi buradan çekmedim? Kesinlikle o yüzden değil. Buradaki emeği gördüm. İnsanların bir arada kalışlarını gördüm. Zorluklar çektik ama çok güzel dostluklar kurduk. Ben burada bir sonraki filmimin başrol oyuncularından birini buldum. Hayatta her şey para değil. Setlerde sorun yaşanmıyor mu? Çok daha çirkin şeylerle karşılaşıyoruz. Bu festivalde de üslup problemleri vardı ama neredeyse tam bağımsız bir festival olup güzel bir şeye dönüşebilecekken kaosa dönüştü. Başka türlü çözümler bulunabilirdi. Yurt dışında birçok festivale gittim ama benim Türkiye’de yarıştığım ilk festivaldi. Yağmurlarda Yıkansam, Antalya’da seyirci ödülü aldı ama ulusal yarışmada değildik. Bu yüzden çok büyük heyecanlarla gelmiştim. O anlamda üzüldüm açıkçası böyle olmasına…

Emre Yetim (Oyuncu, Kısa Film Jürisi): “Herkes Elini Taşın Altına Koymalı”

Süreç boyunca geri dönenler, istifa edenler, birtakım bildiriler yayınlayanlar oldu. Üzülerek görmekteyim ki bazılarında da maksadını aşan ifadeler kullandı. Kişisel husumetleri festivale mal etmeyi çok doğru bulmuyorum. Kişiler hata edebilir ama burada bir şehir, şehirde yaşayan insanlar, sinemayı seven ve sinemayla ilgilenmek isteyen çocuklar var. Burada atölyeler yapıldı okullarda… Gösterimler öyle ya da böyle devam etti. Ben aldığım göreve duyduğum saygıyla sonuna kadar burada bulundum. Şahsen yaşadığım organizasyon problemleri var ama bunların hepsinin ötesinde üstün amacım insanların sinemayla buluşmasıdır. Sonuç olarak medeniyetlerin köprüsü Hatay’a böyle bir festival yakışmıyor. Bunu düzeltilmesi için herkes elini taşın altına koymalı.

Semra Güzel Korver (Belgesel yönetmeni – yapımcısı / Cinedergi Yazarı, Belgesel Jürisi): “Koordinasyon ve Nezaket Yoksunu”

Doğrusu bana jüri üyeliği teklif edildiğinde her zamanki gibi belgesel sinema tutkusu, vefa borcu ve en önemlisi Anadolu’da yapılan bir festivali kesinlikle desteklemek gerektiğine olan inancımla kabul ettim. Dördüncüsü yapılan bir festival belli bir tecrübe kazanmıştır. Üstelik memleketin önde gelen filmleri de festivalde yarışıyordu. Diğer kategorilerde yer alan jüri üyeleri de saygın ve deneyimli isimledi. Jüri olarak bizim Antakya’ya gelişimiz çok amatörce ve nezaketten yoksun bir biçimde düzenlendi. Buna rağmen “neyse belli ki bir kriz var” dedim, yeterince festival deneyimi olan biri olarak görmezden geldim, tolere ettim. Ancak buraya vardığım da gördüm ki; kriz çok büyük. Biz belgesel jürisi olarak yarışan 11 filmi izledik, toplantımızı yaptık, gerekçeli kararımızı bildirdik. Ben kendi adıma filmini izlediğim ekiplere, belgesel sinemaya ve Antakya halkına olan saygımdan dolayı festivalin sonuna kadar kaldım. Yoksa bu kadar iletişimsiz, bu kadar acemi, bu kadar koordinasyondan ve zarafetten yoksun; organizasyondan, sinemadan, etik ve estetikten bir haber bir festivalde yer almak akıllara zarar bir durum. Bütün bunlara rağmen sükûnetimizi koruduk ve ödül töreninde seçtiğimiz belgesellerin ödüllerini de vererek aldığımız sorumluluğu noktaladık. Zaten bunca toz duman arasında festivalde kalmayı tercih edenler bu festivali var ettiler, yoksa dağılıp gidecekti. Beni en çok kızdıran her türlü kriz yaşanabilir, her şey insanlar için ve fakat; bir içten özür, bir içten teşekkür, bir içten rica ve lütfenden bile uzak olmak anlaşılır gibi değil. Neyse, biz önümüze bakalım. Buradan çıkarılacak sonuç bence sektörün tüm bileşenlerinin bu tür yeni başlayan ve devam eden tüm festivalleri ta baştan sıkı bir otokontrol sisteminden geçirmesi ve bu tür oluşumlara izin vermemesi. Meslek Birliklerinin, Bakanlığın, sinema ve kültür – sanatla ilgili tüm kurum ve kuruluşların bu vesile ile harekete geçip etik ve estetik kriterlerin altını çok kalınca çizmesi gerekir. Evet birtakım kurullar var ama belli ki yetersiz, yeterince yetkin ve etkin değil. Her “benim bir fikrim var, ben bir festival yapmak istiyorum” diyene teslim edilemeyecek kadar önemli ve profesyonel bir iş sinema festivali yapmak. Kültürlerin ve inançların iletişim merkezlerinden olan Antakya, kesinlikle daha iyisini hak ediyor. Bu arada festival boyunca bütün bu olanlara üzülen, mahcup olan, sürekli benden özür dileyen, evime sağ salim varıp varmadığımı bile teyit eden, gönüllü olarak festivali var etmeye çalışan Antakyalılara da teşekkür ederim. Eminim ki önümüzdeki yıl festivallerine sahip çıkacaklar.

Soner Alper (Yapımcı, Babamın Kanatları): “Festival Yapmayı Bilmiyorlarsa Yapmasınlar”

En baştan beri bir amatörlük, acemilik hissediyordum. Yine de filmimizi verdik. Çok büyük eksikler vardı, insanlar mağdur oldu. Ben zaten bir gün kalıp döndüm çünkü filmimizin vizyon zamanı ve çok başka bir yoğunluğumuz var. Festival yapmayı bilmiyorlarsa, yapmasınlar. Her şehrin bir festivali olmak zorunda değil.

Halil Özer (Yönetmen, Kısa Film Jürisi): “Başladığım İşi Bitirmek Adına Kaldım”

Ben prensip olarak durum ne olursa olsun festival alanının terk edilmesini doğru bulmuyorum. Bu yüzden aldığım görevi sonuna kadar yerine getirmek adına sonuna kadar kaldım.

Nursen Çetin Köreken (Yapımcı, Mavi Bisiklet): “Filmimizi Festivalden Çektik Çünkü…”

Festival yöneticileri ile yaptığımız karşılıklı görüşmeler sonucunda çekilme kararı aldık. Bu kararımızda Antakya’da film ekibimizden Mavi Bisiklet’i temsilen bulunan müzisyen Cafer Ozan Türkyılmaz’dan aldığımız bilgiler, kamuoyunda sponsorların çekilmesiyle oluşan etki ile festival saygınlığı büyük oranda zedelenmesi, yine kamuoyuna yansıyan film ekiplerinin ağırlanmasında yaşanan sıkıntılar, jüri başkanını istifa etmesi ve kapanışa 2 gün kala jüri başkanının hâlâ belli olmaması gibi önemli sebepler etkili oldu.

Hakan Aytekin (Maltepe Üniversitesi Radyo, Sinema, Televizyon Bölüm Başkanı, Belgesel Jürisi): “Türk Sineması Ne Kadar Organize de Festivali Olsun”

Problemler olduktan sonra problemleri çözmeye mi çalışmak lazım yoksa tartışarak daha da geliştirmek mi lazım? Kimin suçlu olup olmadığına değil, ortadaki kargaşaya dikkat etmek gerekiyor. Bu kargaşanın sürdürülmesinden yana olmak ya da olmamak daha önemli. Türk Sineması ne kadar organize de festival olsun… Burayı kalkıp Antalya ya da Adana ile karşılaştırmak bir zaaf olur. Bütçelerin olmadığı yerlerde daha insaflı olunmalı diye düşünüyorum. Evet aksaklıklar var ama sinema adına bir miktar da olsa bir umut taşıyorsak bu etkinlikleri sürdürmek gerekiyor. O yüzden bütün aksaklıklarına rağmen Antakya Film Festivali devam etmeli.

(03 Kasım 2016)

Gizem Ertürk

İyi Vampirlerle Kötülerin Bitmeyen Savaşı

Karanlıklar Ülkesi: Kan Savaşları (Underworld: Blood Wars)
Yönetmen: Anna Foerster
Eser: Kyle Ward-Cory Goodman
Karakterler: Kevin Grevioux-Len Wiseman-Danny McBride
Senaryo: Cory Goodman
Müzik: Michael Wandmacher
Görüntü: Karl Walter Lindenlaub
Oyuncular: Kate Beckinsale (Selen), Theo James (David), Bradley James (Kötü Adam), Tobias Menzies (Marius),
Charles Dance (Thomas), Alicia Vela-Bailey (Lycan), Lara Pulver (Semira), Trent Garrett (Hibrit Michael),
Oliver Stark (Gregor), Clementine Nicholson (Lena),James Faulkner (Yaşlı Vampir), Peter Andersson (Vidar), Daisy Head (Alexia), Brian Caspe (Hajna), Dan Bradford (Kara Lycan)
Yapım: Lakeshore-Screen Gems (2016)

Anna Foerster’ın ilk yönetmenlik deneyimi olan “Karanlıklar Ülkesi: Kan Savaşları”, serinin de beşinci filmi. Aksiyonun ve kanın bol olduğu film meraklıları için.

İlk dört filmi görmeyenler için girişte geçmişten küçük anlar perdeden geçip giderken bellekleri de tazeliyor. Bu çizgi roman estetiğindeki fantastik aksiyon 2003’te Len Wiseman’ın “Underworld-Karanlıklar Ülkesi”yle başladı. 2006’daki “Underworld: Evolution-Karanlıklar Ülkesi: Evrim” filmini de Wiseman yönetmişti. Patrick Tatopoulos, 2009’da serinin üçüncü filmi “Underworld: Rise of the Lycans-Karanlıklar Ülkesi: Lycanların Yükselişi”ni yönetmişti. Dördüncü filmi “Underworld: Awakening-Karanlıklar Ülkesi: Uyanış”ı da 2012’de İsveçli Måns Mårlind ve Björn Stein ortak yönettiler.

Serinin beşinci filmi 2016 yapımı sinemaskop “Underworld: Blood Wars-Karanlıklar Ülkesi: Kan Savaşları”nı yöneten Anna Foerster, TRT’nin yayınladığı “Criminal Minds-Kriminal” zekâ yüklü polisiye dizisinin ilk bölümlerini çekmişti. 1971’de doğan Alman asıllı Amerikalı yönetmen, kameramanlık ve görsel efektçi olarak da sinemaya katkıda bulundu. Yönetmen, Roland Emmerich’in 2013 yapımı “White House Down-Beyaz Saray Düştü” filminin de kameramanıydı.

Karanlıklar ortasında savaş…

Kyle Ward ve Cory Goodman’ın ortak eserinden sinemaya uyarlanan bu seri, vampir mitosuna modern bakış sunuyor gibi görünüyor. Ama aslında her şey bilinen sulardaydı. Daima iyiler ve kötüler vardı. Günışığında da olabilen vampirlerden Selene, kızını yılardır görmemiş ve nerede olduğunu da bilmiyor. Lycan, yani kurt benzeri insan olan Marius, Selene’in kızının peşinde Lycan ordusuyla. Bir de Semira var. İhtiyarlar Konseyi’nde. Lycanlarla savaşmak için Selene’in kendi askerlerini eğitmesini istiyor. Konseyi de ikna ediyor. Onun da amacı var. Selene ve kızının kanları özeldi. Çünkü onlar günışığında da kalabiliyorlardı. Hikâyeye David de katılıyor. O da annesine kırgın kendisini terk ettiği için. Ama annesinin fedakârlığını da öğreniyor sonunda. Annesinin bir damla kanını içtiğinde gerçek görüntü olarak zihninde canlanıyor. Kanı özel vampirlerin kanının tadına bakıldığında anılar görüntü olarak düşüyor. David, babasının da Thomas olduğunu da öğreniyor bununla beraber. Selene ve David’in güçleri bir araya geliyor, Marius’un Lacan ordusuna karşı kanlı savaş başlatıyor. Son bölümlerde elbette sürprizler var. Merak duygusunu dağıtmamalı.

Bu film Prag’da çekilmiş. Bu şehrin kendine özel etkileyici atmosferi daima Kafka’yı hissettiriyor. Karanlık kasvet yüklü mekânlar perdede muhteşem görünüyordu. Elbette bolca bilgisayar efektlerinden de faydalanılmış filmde. Buz üstünde Selene ve Marius’un dövüşü de estetik anlamda çarpıcıydı. Duyguları da yukarı çıkartıyordu. Anneler hep fedakârdı işte. Filmdeki müzikler de aksiyonun çoğalmasına katkı veriyor. Kanın ve aksiyonun bol olduğu bu fantastik film meraklıları için.

(30 Kasım 2016)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Savaş Vadisi’nden Geçerken

Popüler sinemada eğilimleri ve kimi zaman oldukça tartışmalı hale gelen bakış açıları bakımından Don Siegel’den John Frankenheimer’a ve Clint Eastwood’a uzanan çizgiye eklenebilecek son halkalardan birinin Mel Gibson olduğu rahatlıkla söylenebilir. Oyuncu / yönetmen, öncüllerine -en çok da Eastwood’a- benzer biçimde tekniğe hâkimiyeti bir yana, “ölçüyü kaçırma” bakımından Ted Kotcheff ve John G. Avildsen’le bağ kurabileceğimiz bir noktaya doğru koşar adım ilerliyor.

Hacksaw Ridge, ilk bakışta zor olan bir temayı, “tavrını vicdani retten yana kullanan bir savaş kahramanını” merkezine alırken, nihai anlamda üçüncü yol önermesiyle sığ sulara düşmekten kurtulamıyor.

Öyküsünü, Braveheart’la paralellik gösterecek biçimde inşa eden Gibson, Grant Wood’un American Gothic’ini anımsatırcasına şiddetle çevrelenmiş bir aile tasvirine girişerek başlıyor işe. Bu, baba figürünün öfkesinin arka planına inşa edilen 1. Dünya Savaşı olgusu göz önünde bulundurulursa bir yanıyla anlaşılır olabilir; ancak söz konusu vicdani ret olunca klişe anlamını yitiriyor. Gibson’un ana karakteri, olgunun tarihsel anlamından bütünüyle soyutlanıyor; mesele, kasabanın sevgilisi, temiz yüzlü dindar oğlanın inancıyla imtihanı eksenine oturuyor. Savaşın gerekçelerine tamamen katılan; hatta Pearl Harbor baskını sonrası ABD toplumuna nüfuz eden genel eğilimle örtüştüğünü söyleyen Desmond Doss’un, söz konusu silahlar olunca kendisini geriye çekmesi en çok da bu yüzden anlaşılır olmaktan uzaklaşıyor. Dolayısıyla filmin tanıtımlarında sıklıkla atıfta bulunulan “vicdani ret” kavramının, filmdeki mevcut haliyle kabul görmesi olur şey değil. Buna karşın kasabadaki günler, taşralı gencin aşk hikâyesi ve (en çok da Vaughn’ın oyunu sayesinde) Full Metal Jacket’ı anımsatan eğitim süreci, derli toplu ele alınmasından dolayı film, rahat bir seyirlik olarak yolculuğunu sürdürüyor.

Savaş Vadisi’ni gelecekte hatırlanır kılacak en önemli etmenlerin başında, çarpışma sahnelerinin olduğunu kesin olarak söyleyebiliriz. Örneklerine sık rastlayamayacağımız ölçüde sert, seyircisini hop oturtup hop kaldıran bu anları görsel olarak başarılı ilan edebiliriz; ancak, burada karşımıza çıkan görüntülerle 60’lı ve 70’li yılların Penn’li, Peckinpah’lı şiddet gösterileri arasında bağlantı kurmamız olanaklı değil. Gibson, bir yandan savaşa karşı ama cephede hayat kurtarmakta kararlı, dindar adamın sürecini içselleştirmemizi beklerken, diğer yandan yer verdiği görüntülerde savaşın acımasızlığı ve anlamsızlığına vurgu yapmıyor; zira en başından beri verilen mücadelenin haklı ve gerekli olduğuna da inanmamızı istiyor. Bu ikilem, başından sonuna kadar Savaş Vadisi’nin bir dengeye oturmasını güçleştiriyor ve meseleyi sadece “kahraman olmak” düzleminin içine hapsediyor. Bunu yaparken sarıldığı “inanç” silahı da kendi başına anlamlı kılınamıyor. (Yönetmenin, savaşın göbeğinde İncil’ini düşüren askerin dileğinin yerine getirilmesi veya yapacağı dua nedeniyle koca orduyu dakikalarca bekletmesi ise filme müsamere havası vermekten öte bir işlev üstlenmiyor.)

Senaryosu akıllıca örülse ve derdini daha tutarlı biçimde ifade etse, 70’lerin muhafazakâr filmleriyle boy ölçüşebilecek konuma gelecek Hacksaw Ridge -çok şükür ki- arzusunu gerçekleştiremeden ve kimi anlarda saman alevi gibi parlayan (hazmetmesi kolay da olmayan) görüntüler eşliğinde hava sahamızı terk ediyor.

Kimi zaman ortaya koyduğu ırkçı düşünceleriyle tartışma yaratan Mel Gibson’ın, sınırlı algısıyla altından kalkamadığı film, aklımıza düşürdükleriyle ilgiyi hak ediyor kısacası. En çok da, aynı anda hem bu kadar militarist, hem de dindar görünmenin yalnızca bu coğrafyaya özgü olmadığını gözümüze sokmasıyla…

(28 Kasım 2016)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü
m_zamanlar@hotmail.com

Hitler’e Gülebiliyorsak, Her Şeye Gülebiliriz!

Eski Yunan’da yılda bir kez yapılan ilginç bir gelenek varmış. O gün, insanlar yüzlerine birer maske takıp önlerine çıkan ilk kişiye deyim yerindeyse “öfkelerini kusarmış.” Kızdıkları, dert ettikleri, üzüldükleri, söyleyemedikleri ne varsa söyler, içini döker, rahatlarmış. Bu tabloya biraz uzaktan bakıldığında aslında “komik” görünüyormuş. İşte “komedi” böyle doğmuş. İşte bu yüzden komediyi “öfke sanatı” olarak tanımlıyor duayen yazar. Aslıda ders bu arada bitebilirdi ama daha yeni başlamıştı. İşte Robert McKee’nin “Tür Seminerleri” başlığı altında verdiği 3 günlük muazzam atölyenin son ve belki de en renkli günü Komedi’den aldığım notlar (ya da çıkardığım dersler) böyle başladı. Tek bir yazıya sığmayacak kadar fazla o yüzden ilk etapta bir bölümünü paylaşıyorum, devamı da gelecek. Bu arada güzel haberi vereyim, duyduğuma göre Uluslararası Boğaziçi Film Festivali, McKee ile gelecek sene 1 haftalık yoğun “Story” eğitimi için sözleşmişler bile…

– Komedi “dil” ve “kültür”e bağlıdır. Elbette evrensel komedi diye bir şey vardır ama lokalde herhangi bir “şaka”nın işe yaraması için o ülkenin dilini ve kültürünü iyi bilmelisiniz.

– İspanya’da bir seminer veriyordum. Konuşmamı İngilizce, İspanyolca ve Katalanca’ya çeviren 3 ayrı kişi vardı. “Şaka”yı yapıyordum. Önce İngilizce bilenler gülüyordu ve sessizlik… Bekliyordum, bekliyordum sonra İspanyollar gülmeye başlıyordu. Sonra yine bekliyor, bekliyor, bekliyordum derken Katalanca bilenler gülüyordu.

– Bazı insanlar neden “fıkra” anlatamaz hiç düşündünüz mü? Çünkü zamanlama yapmayı bilmezler. Gereksiz detaylarla lafı dolandırırlar ve insanlar sıkılmaya başlar. Şaka tam zamanında yapılmalıdır.

– Gerçek bir “komedi”nin şakaya ihtiyacı yoktur. Komedi hikâyede gizlidir.

– Komediyi anlamadan “gülme”yi anlayamazsınız.

– Komediyi “saf” olduğu için seviyorum. Eleştirmenler komediyi sevmezler çünkü seyirci güldüyse yapacak bir şey yoktur.

– Bir konuşmamda “Yurttaş Kane”i iyi bir film olmamakla suçladım. Evet gösterişli bir “ilk film” ama hiçbir şey hissetmedim. Çıkışta insanlar bana teşekkür edip, “Yıllardır birinin bunu söylemesini bekliyorduk, çok rahatladık.” dedi.

Yurttaş Kane’in iyi bir film olduğunu kim söyledi? Ah, üniversitedeki hocanız değil mi?

– Eğer bir filmi arkadaşınızla konuşuyorsanız o film işe yaramamış demektir. Gerçekten iyi bir film hakkında konuşamazsınız. Yapabileceğiniz en iyi şey yalnızca “wow” demek ve sonra eve gidip uyumaktır. Yurttaş Kane’in üzerine saatlerce konuşabilirsiniz tam da bu sebeple başarısız bir filmdir.

– Komediyi anlayabilmek için hayatın “komik” ve “dramatik” tarafı arasındaki farkı ayırt edebilmek gerekir. Bu da en basit haliyle şöyledir; komedi direkt olarak “beyne” hitap eder, “zeka” gerektirir ve “toplumsal”dır. “Dram” ise duygulara yöneliktir, “kalbe” doğrudur, “içsel”dir.

– Doğru yerde gülebiliyorsanız zeki bir insansınızdır. Salona bakıyorum da, “gülmeye heveslisiniz.” Akıllı bir topluluk.

– Komik zeka, “idealist” zekadır. Dünyayı çirkin, iğrenç, pis bir yer olarak görür. Dünyanın “kusursuz” bir yer olması gerektiğine inanır, öyle olmadığını görünce de öfkelenir. Komik zeka, kızgındır.

– İnsanlara ikiyüzlülüğünü göstermek için bağırıp çağırırsanız sizi dinlemezler. Ama onları güldürmeyi başarabilirseniz belki bir şeyler değiştirebilirsiniz.

– Teknoloji her saniye daha da gelişiyor ve gelecekte muazzam şeyler olacağını söyleyebiliriz. Uçan arabalar, robotlar falan… Ama şundan emin olabilirsiniz, insanoğlu her zaman s.çıp batırmanın bir yolunu bulur.

– Batı “faşist” bir toplumdur. Gerçekleri açık açık konuşmak lazım değil mi?

– Formül bellidir, toplumu yozlaştırın, kuralları ihlal edin ve bir kahraman yaratın!

– Hitler, Mussolini ve diğer diktatörlerin formülü bellidir. “Bir süre yasaları bana verin ben de trenleri zamanında kaldırayım.” derler. Ondan sonra da sittin sene gitmek bilmezler.

– Dramalar daha fazla geleceğe kalır, komedide durum bazen böyle olmayabilir, dünyayı gezmeyebilir. Bazı komedilerin vakti çok çabuk geçer.

– Komik zekalara saygı duymalısınız. Toplumun IQ seviyesi çan eğrisi sistemiyle belirlenir. Komedyenlerin zeka katsayısı oldukça yüksektir. Komedi yazarları olmasaydı ne yapardık?

– Komedyenler depresif kişilerdir. Hayatın zalimliğini gözardı edemezler. “Öfke”lerini “şaka”ya dönüştürürler. Robin Williams niye intihar etti sanıyorsunuz? Sanırım yeterince çekmişti ve daha fazla çekecek hali kalmamıştı.

– Size tavsiyem bir komedyeni partinize çağırmayın, kavga çıkaran hep onlar olurlar.

– Her şey dalga geçebilirsiniz. Unutmayın Hitler’e gülebiliyorsak, herkese gülebiliriz.

(28 Kasım 2016)

Gizem Ertürk

Savaşın Kazananı Yoktur

François Ozon’un geçtiğimiz Venedik Film Festivali’nde ilk kez görücüye çıkmış yeni çalışması ‘Frantz’ sıcağı sıcağına bizde de gösterimine başlıyor. Fransız sinemasının üretken yönetmeninin 2007 yapımı ‘Angel’dan beri çektiği bu ilk dönem filmi, iki savaş arasında Maurice Rostand tarafından kaleme alınmış ‘Öldürdüğüm Adam / L’Homme Que J’ai Tué’ isimli sahne oyunundan yola çıkmış Ernst Lubitsch imzalı ‘Broken Lullaby’ın da yeni uyarlaması.

1919 yılında Almanya’nın küçük dağ kasabası Quedlinburg’ı mekân alan hikâye, Birinci Dünya Savaşı’nın ardından yitirdiklerinin yasını tutan bireylerin dramı üzerinedir. İsimsiz bir şekilde diğer askerlerle birlikte Fransa’da gömülmüş nişanlısı Frantz’ın boş mezarını hergün ziyaret eden Anna’nın görüntüsüyle açılır film. Elinde çiçeklerle ziyarete gelen Adrien Rivoire isimli Fransız genç adamla mezar başında karşılaşır genç kadın. Savaş öncesinde Frantz ile yakın arkadaş olduğunu söyleyen Adrien, Anna ve nişanlısının ailesi tarafından şüpheyle karşılanır önce. Dönem iki ulusun karşılıklı nefretinin yoğun yaşandığı bir dönemdir ve acılı Alman baba için her Fransız oğlunun katilidir. Ancak hal ve tavırlarını oğullarına benzettikleri ve yitirilenin anısıyla bağ kurabildikleri genç adamı bağırlarına basmaları uzun sürmez. Onun anlattıkları kaybettiklerinin anısını canlı tutar. Öyle ki, aile Anna’nın bu aniden çıkagelmiş Fransız adamla birlikte olmasını onaylamakta gecikmez. Lakin hiçbir şey bizlere sunulduğu gibi değildir. Oyuna ve Lubitsch’in filmine aşina olanların çok iyi bildiği bir sürpriz itiraf olayların yönünü değiştirecektir.

Daha önce hiç savaş veya çatışma sahnesi ve Alman dilinde film çekmemiş Ozon için ilklere tanık olduğumuz bir film ‘Frantz’. Savaş ertesi melankolisininin etkileyici bir biçimde aktarılmasına olarak sağlayan siyah-beyaz tercihi de öyle. Özenle kotarılmış bu dönem filminin günümüz iklimine göndermelerde bulunduğu da aşikâr. İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden ayrıldığı, ırkçı söylemiyle dünyayı ayağa kaldıran Donald Trump’ın ABD başkanlığına yerleştiği, kör milliyetçiliğin ve yabancı düşmanlığının ayyuka çıktığı günümüzde özgün oyunun barış ve dostluk yanlısı mesajını güçlü bir biçimde iletiyor yönetmen. Chopin’in noktürnleriyle, Verlaine’in, Rilke’nin şiirleriyle bir bağ kurmuş bireylerin savaşla darmadağın oluşlarının hüznünü etkileyici bir biçimde aktarıyor. Anti militarist, anti ulusçu savaş karşıtı manifestosunu çarpıcı sahneler eşliğinde dile getiriyor. Alman olsun Fransız olsun milliyetçilerin savaş ertesinde doruğa çıkmış düşmanca söylemlerini şiddetle eleştiriyor. Önceleri ‘her Fransız birey oğlumun katilidir’ diyen Frantz’ın acılı babasının ‘onları savaşa kendi ellerimizle uğurladık, bizler oğullarının ölümüne zafer kadehleri kaldıran bir nesiliz’ diyerek isyan edişi bu yüzden anlamlı.

Lubitsch uyarlamasında da yer alan bu bölümün ya da Anna’nın savaş günlerinden sonra ilk kez bir elbise satın alarak Adrien ile dansa gittiği sahnenin özenle korunduğu film, Frantz’ın Anna ve Adrien ile müziği paylaştıkları geçmiş mutlu anlarda renkleniyor. Pascal Marti’nin kadrajları, Philippe Rombi’nin Mahler etkisindeki müzik çalışması kadar birinci sınıf oyuncularıyla da parlıyor ‘Frantz’. Jalil Lespert imzalı filmde ‘Yves Saint Laurent’ rolüyle dikkatimizi çekmiş Pierre Niney kırılgan Adrien’e hayat verirken, Venedik’te Marcello Mastroianni adına ithaf edilmiş en iyi genç aktris ödülüne layık görülen Alman oyuncu Paula Beer, Anna yorumuyla filmin esas keşfi olarak dikkat çekiyor.

Filmin Almanya’dan geçen ilk perdesinde Rostand / Lubitsch yorumuna sadık kalmış olan Ozon, Paris’te geçen ikinci bölümde öyküye yeni bir boyut ekliyor. Küçük Alman kasabasında yasını sürdüren acılı anne babayı bir kenara bırakıyor ve Anna’nın ölüm yerine yaşamı seçişine dair yeni bir serüveni öykülemeye girişiyor. Paula Beer’in öne çıktığı bu bölümde Anna’nın başdöndürücü kişisel gelişimini aktarmada son derece başarılı sinemacı. Başlagıçtaki içine kapanık genç kız, Adrien ile yaşama sevincini keşfediyor önce. Genç adamın beklenmedik itirafı onu yolundan döndürmüyor, yeni ve özgür dünyada yeni ufuklara açılmaktan çekinmiyor genç kadın.

Ozon hayranlarını birçok açıdan ilklerle buluşturan, kelimenin tam anlamıyla yılın en zarif filmlerinden biri ‘Frantz’. Duygusallığı ile güçlü savaş karşıtı mesajını ustaca dengeleyişiyle övgüyü hakediyor.

(25 Kasım 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Anna’ya Kalbinizi Verin

Frantz
Yönetman: François Ozon
Senaryo: Philippe Piazzo-François Ozon
Müzik: Philippe Rombi
Görüntü: Pascal Marti
Oyuncular: Paula Beer (Anna), Pierre Niney (Adrien), Ernst Stötzner (Dr. Hans), Marie Gruber (Magda),
Johann von Bülow (Kreutz), Anton von Lucke (Frantz), Alice de Lencquesaing (Fanny), Jeanne Ferron (Hala Rivoire),
Cyrielle Clair (Anne Rivoire), Torsten Michaelis (Peder), Lutz Blochberger (Göldeki Adam), Véronique Boutroux (Félicie)
Yapım: Mandarin Films (2016)

Fransız sinemasından gelen önemli yönetmenlerden François Ozon’un insanın kalbinde buruk bir iyimserlik bırakan “Frantz”, insana gerekli bir film.

Quedlinburg kasabası… Keman çalan bir Fransız gencinin bir Alman kasabasında ne işi olabilirdi? I. Dünya Savaşı sonrasında 1919 yılı. İlkbahar. Adrien Rivoire, savaşta ölmüş pasifist Frantz Hoffmeister’in mezarını ziyaret ediyor. Mezara çiçek bırakıyor, ağlıyor. Frantz’ın nişanlısı piyanist Anna bunu hemen fark ediyor. Kimdi bu gizemli Fransız genci? Sinemaskop çekilmiş bu siyah-beyaz ve renkli 2016 yapımı “Frantz” filmi, usul usul açılarak insanları gerçeklikle baş başa bırakıyor.

1967’de Paris’te doğan François Ozon’un filmlerinin çoğu ülkemizde vizyon şansı bulabilen yönetmenlerden. Tıpkı büyük François Truffaut gibi. Yönetmen bu filminde büyük sanatçılar ressam Manet ve şair Verlaine’e saygı gönderirken, trenleri de unutmuyor. Ozon bu filmini siyah-beyaz ve renkli çekmiş. Yönetmen sadece geçmişten bazı anları değil, şimdiki zamanda da bazı anları renkli yansıtıyor. Renkler, sahnenin önemine göre perdeyi kuşatıyor bu filmde. Filmin büyük bölümü Almanya’nın kuzeyinde yer alan Aşağı Saksonya eyaletindeki Quedlinburg kasabasında geçiyor. Almanya’nın en yüksek dağı Harz’ın eteklerinde bu havası güzel harika kasaba. Ozon’un bu filmi, 2016’da 73. Venedik Film Festivali’nde Paula Beer’e “En İyi Genç Kadın Oyuncu” ödülünü de getirdi. Film, aynı festivalde “Marcello Mastroianni Ödülü”nü de kazanmıştı. Filmde Fransızca ve Almanca kelimeler duyulduğunu belirtelim. Bu film, Truffaut ustanın 1962 yapımı siyah-beyaz ve sinemaskop “Jules et Jim-Unutulmayan Sevgili” filminin ruhunu taşıyor. Ama uzaktan.

Vicdan azabının getirdiği…

Kimsesi olamadığı için savaşta ölen nişanlısı Frantz’ın ailesiyle kalan güzel ve hüzünlü Anna, her gün nişanlısının mezarını ziyaret ediyor. Mezarı ziyaret eden biri daha var. O da Fransız genç Adrien. Neden bunu yapıyordu? Alman milliyetçileri bu Fransız gençten rahatsızlık duyuyorlar. Cephede Alman gençleri öldüren Fransızları çağrıştırıyordu o. Milliyetçilerin başını çeken de Kreutz. Cephede oğulları ölmüş babalarla otelin restoranında sürekli toplanıyorlar. Aynısı Fransa’da da yaşanıyor işte. Kreutz, yas içindeki Anna’yla da evlenmek istiyor ve Frantz’ın babası Hans’a bunu söylüyor. Frantz’ın annesi Magda da bu evliliğe karşı değil. Ya Anna? O hep Frantz’a sadık kalmak istiyor, kim bilir! Karşısına Frantz gibi kırılgan genç biri çıkarsa kapalı bu kalbi açılabilirdi belki.

Adrien, cesaretini toplayıp Hoffmeisterlerin evine gidiyor sonra. Hans önce tepki gösteriyor. Karşısında oğlunun katilini görür gibi oluyor sanki. Magda ve Anna, bu gence sıcak davranıyorlar. Adrien, Paris’te Frantz’la arkadaş olduğunu söylüyor. Magda ve Anna, Frantz’ı son gördüğü anı anlatmasını istiyorlar ondan. Çekingen genç, suçluluk yaşıyor gibi kelimeler tek tek düşüyor ağzından. Görüntü, zihinden düşenlerle bazı anları renkli yansıtıyor bu anlarda. Luvr Müzesi’nde izlenimci ressam Édouard Manet’nin (1832-1883) yaptığı yatakta uzanmış yaşlı adamın tablosuna bakmışlar. Sonra gece kulübünde eğlenmişler. Manet’nin bu tablosu, “La Suicide / İntihar” adını taşıyor. Ressam bu tabloyu 1877’de yapmış.

Frantz, Fransızca öğrettiği Anna’ya Fransız şair Paul Verlaine’in “Sonbahar Şarkısı” şiirini de ezberletmiş. Bu şiir şöyleydi: “Sonbahar kemanlarının uzun hıçkırıkları/ tekdüze bir ağırlıkla kalbimi yaralar./ Saat çaldığı zaman her şey bitkin ve solgundur./ Ben eski günleri hatırlayarak ağlar/ kendimi kuru bir yaprak gibi oradan oraya sürükleyip götüren hain rüzgâra kaptırırım…” Verlaine (1844-1896), sembolizmin önemli şairlerindendi. Verlaine, şair Arthur Rimbaud’yla da eşcinsel ilişki yaşadı. Sonra kızgınlık anında Rimbaud’yu yaraladı. Verlaine’in Fransız şiirine musikiyi kattığı da söylenir.

İtiraf suçluluğu azaltır mı?..

Aileye güzel ve mutlu anlar yaşatıyor Adrien. Sonra Frantz’ın kemanıyla mutluluğu çoğaltıyor. Ama suçluluk duygusuyla hassas Adrien, gecenin derinliğinde Anna’ya gerçek olan şeyi söylüyor. Bunu filmin derinliğinde keşfetmek gerekecek. Anna bu gerçekliği aileye söyleyebilecek miydi? Adrien trenle Paris’e gittikten sonra pedere günah çıkarırken, bazı yalanların gerçeklikten daha iyi olabileceğini öğreniyor. Hoffmeisterler gerçeği öğrenseydi ne olacaktı? Kahır ölümünden başka ne olacaktı?

Adrien’le Fransızca mektuplaşan Anna, gönderdiği son mektup iade edilince, Hans ve Magda bu genç adama ne olduğunu öğrenmek için Anna’yı trenle Paris’e gönderiyorlar. Anna Paris’te önce Frantz’ın kaldığı oteli buluyor ve onun kaldığı odaya yerleşiyor. Frantz’ın savaştan önce günlerini geçirdiği odaydı bu. Sonra da dedektif gibi Adrien’i arıyor. Son kaldığı yerden ayrılmış Adrien. Genç kız hastaneye gidiyor. Ağustosta ölmüş Rivoire soyadlı birisinin mezarına gidiyor. Adı farklıydı ölenin. Adresi öğreniyor. Adrien’in halasını buluyor. Ondan da Adrien’in adresini alıyor. Paris’e uzak olmayan Ballancourt-sur-Essonne kasabasına gidiyor. Kasabanın dışındaki bir şatoda yaşıyor Rivoire ailesi. Zenginler.

Anna bir defa daha mutsuzluğun içine düşüyor. Aşkın kıyısına yeniden geldiğini sanırken, Adrien’in Fanny’yle nişanlı olduğunu anlıyor. Şimdi ne yapacaktı? Paris’te kız başına yalnız yaşamayı seçse de korumasız, sığınaksız bu koca şehirde geleceğini kurabilecek miydi? Yönetmen açık uçlu bırakmış sonu. Belki de yeni bir hikâye başlayacaktı. Artık mevsim sonbahardı. Anna’ya kalbini veriyor insan bu film biterken. Anna’nın insanın karşısına çıkması ihtimallerden bile uzaktı. Şiiri hatırlatacak kadınlar yeryüzünü terk etti belki de. Bu hüzün yüklü filmde Philippe Rombi’nin keman ve piyano tınılarıyla beraber, Çaykovski’nin müziği de duyuluyor.

(25 Kasım 2016)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Güzel ve Dertli Ülkeye Kederli Bir Bakış

69. Cannes Film Festivali’nden en iyi yönetmen ödüllü son çalışması ‘Mezuniyet / Bacalaureat’ ile sinemalarımıza konuk olan çağdaş Romanya sinemasının en önemli isimlerinden Cristian Mungiu’nun güzel ve dertli ülkesine karamsar bakışı sürüyor. 2007 yılında aynı festivalde büyük ödül Altın Palmiye’yi kazanmış ikinci uzun metrajı ‘4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün / 4 Luni, 3 Saptamani si 2 Zile’ ile kürtajın yasak olduğu 1980’ler Romanya’sında gayrımeşru hamileliği yasadışı yollardan sonuçlandırmak zorunda kalan iki genç kadının mücadelesinden yola çıkarak, Çavuşesku rejiminin kıstırılmışlığını iliklerimize kadar hissettiren sinemacı, 2012 yapımı ‘Tepelerin Ardında / Dupa Dealuri’de Kilise’nin baskıcı ortamında kaybolan bir ruhun çığlığına kulak vermemizi ister.

Ekonomik geri kalmışlık ve siyasal yolsuzluklarla bunalmış günümüz Romanya’sında, kayıp orta kuşağın erdemli duruş ile imtihanını otopsiye yatırıyor ‘Mezuniyet’. Doktor Romeo ve karısı Magda terk ettikleri ülkelerine diktatörlüğün çöküşünün ardından 1991 yılında büyük hayallerle geri dönmüşler. Romanya’daki rejim değişikliğini takip eden sancılı süreçte ümitlerini tüketmiş, Transilvanya dağlarının eteğindeki küçük Cluj kasabasında sıkışıp kalmışlar. Sağlığını giderek kaybetmekte olan annesi ile uğraşırken kendinden genç ve çocuklu sevgilisiyle yasak ilişkisini sürdüren yörenin itibarlı hekiminin esas derdi kızının geleceğini kurtarmaktır. Liseden çok yüksek bir ortalamayla mezun olmak üzere olan Eliza’yı İngiltere bursuyla bir an önce ülke dışına göndermek en büyük hayalidir. Ancak genç kızın tam da burs sınavının bir gün öncesinde hem de okul kapısının yakınında bir saldırıya uğraması ailenin planlarını bozacaktır. Eliza tecavüzden son anda kurtulmuş ancak mücadele esnasında sağ bileği ciddi bir darbe almıştır. Kolu alçıya alınmış bir halde sınava girebilmesi kuşkuludur. Girmesine izin verilse bile geçirdiği sakatlık sınav performansını büyük ölçüde etkileyecektir. İşi şansa bırakmak istemeyen yörenin dürüstlüğüyle bilinen hekimi kızının yüksek not alabilmesi için kendi mesleki statüsünü ortaya koyarak kentin ileri gelenleriyle bir seri yolsuzluk ilişkisine girmekte tereddüt etmeyecektir.

‘Mezuniyet’ farklı katmanlardan ilerleyerek ahlaki çöküntüye uğramış bir toplumun genel panoramasını başarıyla aktarabilen bir film. Ebeveynlik kurumundan yolsuzluğa, eğitimden yaşam ve aşk mücadelesinde hayallerini yitirmiş bireylerin depresyon haline yoğunlaşıyor. Bireysel suç ile toplumsal yozlaşma arasındaki etkileşimi neşter altına yatırıyor. Birçok açıdan yaşadığımız toplumla benzerlik gösteren bir atmosferde hepimize sorular soruyor. Toplumsal çözüm mücadelesinden kaçanların dürüstlük ve adalet gibi kavramları ayaklar altına almak suretiyle bireysel kurtuluş hamlelerine giriştiği, el bebek gül bebek yetiştirilmiş çocukların ülke dışına kapağı atması için çok şeyin göze alındığı kendi topraklarımızda bizleri derin sorularla başbaşa bırakıyor.

Selameti çocuklarını Batı’nın refah (!) ülkelerine göndermekte bulan bu yenilmiş bireylerden Doktor Romeo’ya Ken Loach’un son direnen kahramanı Daniel Blake ve himayesindeki yoksul anne ve çocuklarının yaşadıklarını izletmek (‘Ben, Daniel Blake’ adlı bu sarsıcı film önümüzdeki ay bizde de gösterime giriyor) ve onun çok tuzu kuru olduğunu düşündüğü Batı toplumlarında ne büyük adaletsizlikler yaşandığına tanıklık etmesini isterdim. Allahtan karısı Magda benzer şekilde düşünmüyor. ‘Dürüst ve adil olmanın bedelini ödedim’ ifadesiyle yenilgiyi kabullendiğini dile getiren ve bugünkü Romanya’nın genel şizofrenik durumunu temsil eden bir figür olarak çizilmiş olan anne, kızının hayatı kendi başına deneyimlemesinden yanadır öncelikle. Babanın aşırı korumacılığına karşı çıkışı yanında, başına gelen talihsiz olay sonrasında bile hile hurdayla yeni bir yol çizmesine karşıdır Eliza’nın (‘omzundaki yolsuzluk yüküyle hayata nasıl başlayacak bu kız’). Kendi kuşağının ağır yenilgisine rağmen Eliza’nın ülkesinde kalması ve herşeye rağmen kendi toplumunu değiştirmeye çabalaması gerektiğini savunur.

Zengin detaylarla oya gibi işlediği kendi senaryosundan yola çıkan Mungiu basit bir aile hikâyesinden derin bir toplumsal analiz çıkarmayı ustalıkla başarıyor bir kez daha. İlk sahnede serseri bir taşın ailenin yaşadığı dairenin penceresinde açtığı delikten içeri sızıyor, küçük insanların endişe ve korkularından toplumsal paranoyaya uzanan çizgide bir toplumun çöküşünü belgeliyor. Ancak herşeye rağmen genç kuşaktan ümidini kesmiş değil. Soluk da olsa bir umut ışığıyla sonlandırıyor karamsar hikayesini. İlk sahneden finale kadar sorular sorduran, kişisel ve toplumsal hesaplaşmamızı tetikleyen yılın en iyi filmlerinden biri ‘Mezuniyet’. Yaşadıklarımızla yüzleşme fırsatı verdiği için mutlaka izlenmeli.

(18 Kasım 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Televizyon ve Sinema Yok Olacak, Kendinizi Şimdiden Bu Gerçeğe Hazırlarsanız İyi Olur

Hocaların hocası, ünlü Hollywood teorisyeni Robert McKee, 10 yıl sonra, 4. Boğaziçi Film Festivali kapsamında vereceği 3 günlük seminer için yeniden İstanbul’a geldi. 75 yaşında olan yazar, sabahın ilk saatlerinden akşamın karanlığına kadar yaşından beklenmeyecek bir enerji ve mizah yeteneği ile seminerine katılan sektör profesyonellerine altın değerinde öğütler verdi. İlk günün teması “Televizyon”du, ancak sinemadan hayata pek çok konuda kendisinden kıymetli tavsiyeler aldığımız bir buluşma oldu. Ağırlıklı olarak dizicilerin katılımıyla geçen ilk günden kendime ve bu bizim bir türlü gerçek bir sektör olamayan sektörümüze bir umut, bir ışık olsun diye aldığım notlarımı paylaşıyorum. McKee’nin diyalog meselesine değinirken, “Ülkenizde çok iyi yazarlarınız var, mesela Orhan Pamuk’un ‘Masumiyet Müzesi’ bana ilham veren kitaplardan bir tanesi” demesi yüzümüzde tatlı bir gülümsemeye neden oldu.

Story adlı kitabımı okudunuz mu? Eğer okumadaysanız Hollywood’u unutun! (gülerek)

– Size nasıl yazacağınızı söyleyemem, elinizden tutup kaleminizi oynatamam ama prensiplerini öğretebilirim.

– Hollywood’da yazarlar çok önemlidir, yönetmenleri yazarlar işe alır. Sizde durum nasıl?

– İnsanlar artık, bir sürü insanın konuştuğu, gürültü yaptığı ve cep telefonu ile ilgilendiği bir ortamda film izlemek yerine, evinde, dev ekranda, istediği zaman durdurup bir kadeh şarap alabileceği bir ortamda film izlemek istiyor.

– Ülkenizde seyircinin sinemaya ilgisi nasıl? Bir seyirci; – Çok iyi! McKee: – Ah, harika! Demek Türk Sineması altın çağını yaşıyor… (gülerek)

– Günümüzde sinemanın özellikle de “sanat sineması”nın kendisini tekrar ettiğini düşünüyorum. Son 20 – 30 yıldır yeni bir şey söylemiyorlar. François Truffaut, Federico Fellini, Bernardo Bertolucci’nin ardından iyi bir şey çıkmadı.

– İyi bir yazar olmak için başka insanların ne yazdıklarını okuyun. Kötü de olsa okuyun. Hatta kötü yazılar sizi daha çok geliştirir. Ben olsam daha iyi nasıl yazardım deyip, oturup baştan yazın.

– Kötü filmler için de bu geçerlidir. Kötü bir filmi izleyip ben olsam daha iyisini nasıl çekerdim diye düşünün.

– Sinema ve televizyonun geleceği tamamen internette, bundan eminim. Ne zaman olacağını bilemem ama olacak.

– Bir süre sonra televizyonların tamamen tarih olacağını düşünüyorum, sinemanın da aynı şekilde… Demek istediğim hikâyeler anlatılmaya devam edecek ama formu değişecek.

– Karasal yayıncılığın tamamen sona ereceğini düşünüyorum. Uydu, kablolar hepsi yok olacak.

– Değişimin önünde duramayız. Bundan endişe duymuyorum. Siz de gelecek için kendinizi hazır ederseniz iyi edersiniz.

– Teknoloji uzun metrajlı filmleri de sinema salonlarından söküp atacak. Bu kültür yok olup gidecek.

– Ekran ise sonsuza kadar var olacak. Hikâyeler ekran üzerinden anlatılmaya devam edecek. Benim için önemli olan da hikâyelerin anlatılmaya devam etmesi…

– İsteseniz de istemeseniz de bu değişime ayak uydurmak zorunda kalacaksınız. Zamanla her şey internete evrilecek.

– Gençlerin ilgisini uzun bir süre herhangi bir şeyde tutamadığını söylüyorlar. Bu doğru olsaydı genetik bir değişimden söz ederdik.

– Geçmişte insanlar daha kibardı, sabırla reklamları izliyorlardı. Gençlerin buna tahammülü yok ama bir haftasonu boyunca kapanıp bir dizinin bir sezonunu bitiriyorlar.

– Bana televizyon ve sinemayı birbirinden ayıran en önemli farkı soruyorlar. Bende şöyle cevap veriyorum, sinema dış kapıya, televizyon ise iç kapıya açılan hikâyelerdir.

– Televizyonun meselesi karakterdir. Karakterin “sempatik” olması isteğe bağlıdır, “empati” ise olmazsa olmazdır.

– Komedi de “içerik”ten öte “üslup” önemlidir. İyi bir dizinin olmazsa olmazı form, içerik, karakter ve üsluptur.

– Oğlum ile Gandhi’nin filmini izliyorduk. Bu tarz toplumun yüzde ellisinin bildiği hikâyelerde kahramanın sonu filmin başında verilir. Oğlum, “Ne kadar popüler bir adammış, cenazesi ne kalabalık.” dedi. Kendisi Amerika’nın en önemli tarih okullarından birinde derece almış bir çocuk. İşte Amerika’nın diğer yüzde ellisi bu okullardan mezun oluyor. Demek ki hocasının Ganghi’ye bir ilgisi yokmuş. (gülerek)

– İnsanların, başka insanların yaratıcılıkları üzerinden kendi kimliklerini bulması hiç sağlıklı değil. Mesela benim çocukluğumda bir film izlerdik, beğenenler ve beğenmeyenler olurdu ve o konu orada kalırdı. Şimdiyse kişisel algılanıyor.

– Örneğin Titanik filmini hep b*ktan bir film olarak görmüşümdür. Bunu Titanik’i seven biriyle paylaştığım zaman sanki kendisine yapılmış bir hakaret gibi algılıyor. “Pardon,” diyorum, “Titanik’i siz mi çektiniz?”

– Müzikte, tasarımda da bu böyle… İnsanlar bir şeyle kendisini özdeşleştiriyor ve onu kendisine aitmiş gibi savunuyor. Size tavsiyem kendi yolunuzu bulun, kendi cümlelerinizi kurun…

– Dizilerin klişelerle dolu olduğunu söylerler. Klişeleri aşmanın tek yolu araştırma yapmaktır. Karakterinizi derinleştirmek için, onu yakından tanımak için çaba göstermek, okumak ve entelektüel birikiminizi arttırmak zorundasınız.

– Öylesine birine aşık oluruz ama ilk fırsatta onu değiştirmeye çalışırız.

– İnsanlar tutarlı değil, çelişkilidir. Bu yüzden karakterleriniz de böyle olmalıdır.

(16 Kasım 2016)

Gizem Ertürk

Fantastik Dünyada Eğlenceli Macera

Fantastik Canavarlar: Nelerdir, Nerede Bulunurlar?
(Fantastic Beasts and Where to Find Them)
Yönetmen: David Yates
Eser: J. K. Rowling
Müzik: James Newton Howard
Görüntü: Philippe Rousselot
Oyuncular: Eddie Redmayne (Newt), Katherine Waterston (Porpentina Tina), Dan Fogler (Kowalski), Colin Farrell (Graves), Ezra Miller (Credence), Ron Perlman (Gnarlack), Samantha Morton (Mary), Jon Voight (Shaw), Carmen Ejogo (Seraphina), Alison Sudol (Queenie), Josh Cowdery (Shaw, Jr) Kamil Lemieszewski (Jan), Johnny Depp (Grindelwald)
Yapım: Warner Bros (2016)

İngiliz yönetmen David Yates’in “Harry Potter” ruhundan düşmüş “Fantastik Canavarlar: Nelerdir, Nerede Bulunurlar?” filmi, görsel dünyasıyla beraber hayal gücüne ve sanata da kutsama yapıyor.

İngiliz Newt Scamander’ın yolu New York’a düşüyor. 1926 yılı. Özgürlük Heykeli’nin şehrine Ellis Adası’ndan giriş yapıyor. Dünyayı dolaştıktan sonra bu şehre gelmiş. Büyülü yaratıkları arıyor. Banka önünde Salem Hayırsever Cemiyeti’nin lideri Mary Lou Barebone’un konuşması ilgisini çekiyor. Orada Porpentina “Tina” Goldstein de var. Tina, bir Seherbaz. Amerika Birleşik Devletleri Sihirli Kongresi (MACUSA) ajanı. Bu Kongre’nin bir özelliği de canavar sihirli yaratıklarla savaşırken, halkın belleğini de siliyor. Halkın kendilerinden haberli olması gerekiyormuş. Kongre’nin başında da Seraphina Picquery var.

Hikâyeye bir de işçi sınıfından Polonyalı Jacob Kowalski katılıyor. Elinde Newt’ün bavuluna benzeyen bavuluyla telaşla bankaya doğru giderken Newt’le çarpışıyor. Bu çarpışma heyecan dolu maceranın da başlangıcı oluyor Jacob gibi Sihirdışı olan seyirciler için de. Savaş gazisi Jacob, konserve fabrikasında ezilmekten yorulmuş. Bankadan kredi alıp pasta fırını açmayı hayal ediyor. Newt’ün soyguncu sihirli hayvan dostu bankaya girince, madeni paraları toplamaya başlıyor. İşte Newt’le Jacob’ın yolları bankada kesişiyor.

Sanatın yönetmeninden…

David Yates, 1963’te Merseyside bölgesindeki St. Helen’de doğdu. İngiliz yönetmen son dört “Harry Potter” filmini de çekti. En son sinemalarımıza 2016 yapımı IMAX ve üç boyutlu “The Legend of Tarzan-Tarzan Efsanesi” gelmişti. Yates, “Harry Potter”ın yazarı J. K. Rowling’le ruh birliği sağlamış. Yates’in en değerli yönü, filmlerinde sanatı geriye atmaması. 2016 yapımı sinemaskop “Fantastic Beasts and Where to Find Them-Fantastik Canavarlar Nelerdir, Nerede Bulunurlar?” filminin her anında hayal gücüne ve sanata kutsama var. Bu filmde çizgi roman ruhuyla dışavurumcu estetik perdeyi kuşatıyor. Bu dışavurumcu mekânları kocaman sinemaskop perdede görmek gerek. Enkaza dönmüş binalar ve çarpık mekânlardaki karanlık, kasvet bu dışavurumcu estetikle buluşuyor. Elbette sadece bunlarla değil. Kara filmlerden ödünç alınmış karanlık ve ıslak dış sokaklar da çok çarpıcı yansıyor. Filmin, zaman zaman polisiye sinema tadı verdiğini de belirtelim. Yönetmen, Newt’ün Jacob’ı götürdüğü özel dünyası da gerçeküstücü estetikten beslenmiş. Fransız sinemasından Hollywood’a gitmiş büyük kameramanlardan Philippe Rousselot’nun bu görsel zenginliğe çok şey kattığını belirtelim.

Tahripçi canavarlar kimdi?

MACUSA’nın güvenlik sorumlusu Percival Graves de, binaları yıkan, ölümlere neden olan sihirli canavarların peşinde. Salem Hayırsever Cemiyeti’nde Barebone’un evlatlığı genç Credence’i muhbir olarak kullanıyor. Tahripçi sihirli canavarlardan bir kız çocuğunun cemiyette olduğundan şüpheleniyor. Diğer tarafta Tina, Newt ve Jacob’ı kız kardeşi Queenie’yle beraber yaşadığı daireye götürüyor. Zihinokuyan Queenie’yle Jacob’ın kalpleri birbiri için çarpmaya başlarken, Newt, Jacob’ı da bavulunun içine alarak gizli bahçesine götürüyor. Orada iyi sihirli hayvanları var. Gergadana benzeyen sihirli hayvanların çiftleşme yaşarken, kokudan dolayı erkek gergedan Jacob’ın peşine düşüyor. Filmin en eğlenceli anları da perdeden salona taşmaya başlıyor bu kaçıp-kovalamada. Jacob karakteri bu filme çok şey katmış. Ama en beğendiğimiz sahnelerse tuhaf görünümlü gangster Gnarlack’ın gece kulübünde geçen anlardı.

Filmde, öfkeli tahripkâr canavarların kimler olduğu final bölümüne kadar merak duygusuyla taşınıyor. Son bölümde sürprizler var işte. Aslında filmin hikâyesi karmaşık değil. Çocuklar da atmosferin içine rahat girebiliyor. Belki patlamalar, yıkımlar biraz ürkütebilir bu eğlenceli ve güldüren macerada. Filmde Colin Farrell, Samantha Morton, Jon Voight, Ron Perlman ve Johnny Depp gibi önemli oyuncuları aynı filmde görmek de keyifli. Fonda duyulan James Newton Howard’ın senfonik müzikleri de unutulmamalı.

(16 Kasım 2016)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

İki Yakanın Festivaliyiz

Kısacıların gözdesi Uluslararası Boğaziçi Film Festivali” geride bıraktığımız üç yılda yaptığı birçok yenilik ve değişiklere bu yıl “Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması”nı da ekledi. TRT ortaklığı ile düzenlenen “Yapım Destek Platformu”da festivalin bu yıl öne çıkan adımları arasındaki yerini aldı. Hem sektörün hem de sinemaseverlerin kalp atışlarını hızlandıran en önemli etkinlik ise hiç şüphesiz Hollywood teorisyeni, senaryo yazarlarının kutsal kitabı Story’nin yazarı Robert McKee’nin festival münasebetiyle şehrimize geliyor olması… 18 Kasım’a panel, söyleşi ve atölye çalışmalarıyla devam edecek festivalin tüm yeniliklerini ve geleceğine dair merak edilenlerini koordinatörü İrem Şentürk ile konuştuk.

Boğaziçi, Kısa Film Festivali olarak başladı, bu yıl Ulusal Uzun Metraj Yarışması’nı da bünyenize eklediniz. Kısacıları küstürmek gibi bir endişeniz oldu mu?

Kısalar hâlâ bizim için çok önemli ve hep öyle kalacak. Bu konuda çok hassas olduğumuzu söyleyebilirim. Artık uzun metrajı da içinde barındıran bir festival olmamıza rağmen kısalarımıza çok değer veriyoruz. Bana kalırsa bu hassasiyetimiz bizi özel kılan şey…

Festival her yıl kendi içinde önemli yenilik ve değişikliklerle geliyor, Boğaziçi’nin bugüne kadar olan serüvenini nasıl özetlersiniz?

Çok genç ama hızla büyüyen bir festivaliz. İlk yıl “Ulusal Kısa Film”leri yarıştırdık. İkinci yılında “Uluslararası Kısa”ları bünyemiz aldık. Geçen yıl ilk kez “Uzun Metrajlı Film”leri yarıştırdık. Ancak geçen yıl ulusal ve uluslararası filmler tek bir uzun metraj yarışması çatısı altındaydı. Bu yıl ulusal uzun metraja ayrı bir yarışma bölümü açtık.

Sizce, Ulusal Uzun Metraj Yarışması’nın festivale nasıl bir etkisi oldu?

Biz Kısa Film Festivali olarak yola çıktığımız için özellikle yurt dışında çok fazla ilgi gören bir festivaliz. Ulusal Uzun Metraj’a ayrı bir bölüm açmamız bizim en büyük farkımız oldu. Bununla birlikte daha çok duyulmaya başladığımızı söyleyebilirim. Kısası, uzunu ve diğer tüm uluslararası platformlarda… Bu yıl yaptığımız en önemli fark buydu ve çok büyük bir ilgiyle karşılandık.

O halde biraz da “Ulusal Yarışma Filmleri”nden bahsedelim, seçki nasıl oluşturuldu?

Ulusal Uzun Metraj Yarışması’nın dahil olmasıyla bu yıl ekipte çok tatlı bir heyecan vardı. Öyle güzel filmler başvurdu ki… Çok klasik belki ama yarışacak filmleri belirlemek gerçekten çok zor oldu. Jürimiz çok kıymetli ve sinerjisi çok güzel. Birbirinden güçlü filmler var.

Diğer yandan halihazırdaki projeleri desteklendiğiniz bir pitching platformu da oluşturdunuz. Bu bölümün detaylarından söz eder misiniz?

Evet, halihazırdaki projeleri bünyemizde topluyoruz ve şu anda yanılmıyorsam 8 adet projemiz var. Bu bölümde pitching nasıl yapılır, yapımcının karşısına nasıl çıkılır, yapımcılarsa bu işler dünya çapında nasıl yürür gibi başlıklar etrafında, biraz daha globale hitap eden bir eğitim veriyoruz. Eğitmenimiz Hayet Benkara, Toronto’da da bu eğitimleri veren, tüm dünya sinemasına hakim çok önemli bir isim.

TRT’nin benzer bir desteğini Antalya’da Film Forum’da görmüştük, sizce Boğaziçi’ni de seçme nedenleri nedir?

Pitching platformunda TRT bizim kurumsal iş ortağımız oldu. Bu Digiflame’in de içinde olduğu bir yapım destek bölümü… Bu bölümün sürekliliği ve TRT’nin işbirliği bizim için çok önemli. Prodüksiyon desteği 100 bin TL olarak belirlendi fakat TRT beğendiği projeyi sonuna kadar destekleme sözü verdi. Bizi seçme nedenleri bu kadar genç bir festivalin güçlü bir destekle ilerlemesini sağlamak.

Seçki, paneller, söyleşiler harika… Peki İstanbulluların festivale ilgi ve alakası nasıl?

Film seçkileri, etkinlikler çok önemli ama bu filmleri seyirciyle buluşturmak da bizim için aynı derecede önemli… Daha çok seyirciye ulaşmanın en önemli yolu maddiyattan geçiyor. Bu yüzden bilet fiyatlarımızı 5 TL yaptık, öğrencilere ise ücretsiz… Bu hem bizi hem de seyircilerimizi mutlu ediyor.

Gelelim sektörün nefesini tutarak beklediği Robert McKee’nin 16-17-18 Kasım’da vereceği seminere…

Sektör bu anı bekliyordu diyebilirim. Birçok senarist, yönetmen, yapımcı ve oyuncu başvurdu. Bu etkinliği de ücretsiz yapıyoruz çünkü festival algımıza göre böyle olması gerekiyor. Bu düsturla yola çıktığımız için amacımız etkinliklerimizi mümkün olduğunca halka açık ve ücretsiz bir şekilde gerçekleştirmeye çalışıyoruz. Bu tavrımızdan dolayı da çok güzel geri dönüşler alıyoruz.

Robert McKee’nin semineri kaç kişiye açık olacak?

Kısıtlı bir kapasitemiz var, kısıtlı dediğim de 500 kişi… Ama öyle yoğun bir ilgi var ki başvuru bunun çok üzerinde. Hem öğrenciler hem de sektörden kişiler gelecek. Robert McKee’i hayatında hiç görme fırsatı bulamayacak kişilere ulaştıracak olmak bizi çok mutlu ediyor.

Son olarak sizce Uluslararası Boğaziçi Film Festivali’ni diğer festivallerden ayıran en önemli özelliği nedir?

Ödüllerimizin çok cazip olması en önemli özelliklerimizin başında geliyor diyebilirim. Ayrıca her yarışma bölümümüze eşit ve adaletli yaklaşıyoruz. Bu bizi farklı kılıyor diye düşünüyorum.

(12 Kasım 2016)

Gizem Ertürk

Kurban Olmayı Reddeden Kadın

Paul Verhoeven’in on yıl aradan sonra çektiği ve geçtiğimiz Cannes Şenliği’nde olay olmuş yeni uzun metrajı ‘O Kadın / Elle’ az sayıda salonda sessiz sedasız gösterimini sürdürüyor. Jean-Jacques Beneix’in 1985 yapımı efsane filmi Betty Blue’ya kaynaklık etmiş eserin yazarı olarak tanıdığımız Philippe Djian’ın (bizde Hakan Tansel’in çevirisinden ‘Vay…’ adıyla Ayrıntı Yayınları’ndan çıktı) 2012 tarihli ödüllü romanı ‘Oh…’dan uyarlanmış ‘Elle’. Ermeni asıllı Fransız yazarın metni ’70 ve ’80’li yıllarda Avrupa sinemasının kötü çocuğu olarak ün salmış, daha sonra demir attığı Hollywood’da tür kalıplarıyla ustaca oynamış Hollandalı sinemacı için biçilmiş kaftan. Verhoeven’in ilerlemiş yaşına rağmen hâlâ formda olması ve cüretkâr adımlar atması bizler için de keyifli bir sürpriz oldu doğrusu.

Fransızca özgün adının karşılığı olan üçüncü tekil şahıs kadının yani Michèle Leblanc’ın öyküsünü ön jeneriğin ardından karanlık perdede başlatıyor Verhoeven. Kulağımıza gelen haykırış ve inleme seslerini çözmeye çalışırken perde aydınlandığında Michèle’in maskeli bir adamın tecavüzüne uğradığını anlarız. Saldırgan çekip gittiğinde yattığı yerden doğrulan orta yaşlardaki kadının beklentilerimize uymayan davranışlarıyla şaşkınlığımız sürer. Bahçeye açılan kapıyı kilitledikten sonra yerdeki kırılmış çanak çömleği süpürür, üzerindeki giysileri çöpe attıktan sonra küvete girer ve ardından gününe kaldığı yerden devam eder.

Verhoeven daha ilk sahnelerden alışılageldik tecavüz öykülerinden bir tanesiyle karşı karşıya olmadığımızın altını çizmektedir. Şiddet yüklü erotizm içeren orta çağ fantezilerinde uzmanlaşmış tanınmış video oyunları firmasının patronlarındandır kadın. ‘Oyuncu mitolojik bir devi haklıyorsa kanının ılıklığını parmaklarında hissetmeli’ ya da ‘canavarın masum bakireye tecavüzü çok daha şehvetli bir biçimde tasarlanmalı’ şeklinde direktifleriyle genç çalışanlarını bunaltan işkolik ana karakterimiz yaşantısına hiçbir şey olmamış gibi devam ederken, hepsi de sorunlu yakınlarının dertleriyle uğraşmayı sürdürmektedir.

Uğradığı saldırının ardından evin kilitlerini baştan aşağı değiştirmeyi, kan testi yaptırmayı ya da gece bir ses duyduğunda başucuna kesici bir alet almayı ihmal etmez gerçi ancak karmakarışık duygular içerisindedir. İlerleyen zaman içinde tecavüz anını farklı biçimlerde hayal etmekten kendini alamaz. Saldırganın cüretkâr mesajlarla tacize devam etmesi onu yeni önlemler almaya iter. Biber gazı ve bir balta edinir, silah kullanmayı öğrenmeye girişir vs. Bu arada, yirmili yaşlarındaki aklı bir karış havada oğlu ve hamile kız arkadaşı, ilerlemiş yaşında genç sevgilisiyle evlenme planları yapan annesi, meteliksiz yazar eski kocasının sorunlarıyla ilgilenmeyi ihmal etmez. En yakın arkadaşı ve iş ortağı Anna’nın kocasıyla gizlice buluşmayı sürdürür. Bir akşam yemeğinde aynı sakinliğiyle gündüz vakti evinin salonunda saldırıya maruz kaldığını ve (galiba!) tecavüze uğradığını ilk kez dile getirir. Eski kocası ve yakın dostları Verhoeven’in izleyicileri gibi şaşkınlık içerisindedir. Neden polise başvurmadığını ve karanlık geçmişinin detaylarını bu noktadan itibaren öğrenmeye başlarız.

Michèle’in halen müebbet hapis cezasını çekmekte olan babası bundan kırk yıl kadar önce bir cinnet anında kesici aletlerle komşu evlere dalmış ve çoluk çocuk 27 kişiyi hunharca katletmiştir. O zamanlar 10 yaşında olan küçük kızın dehşetle bakan gözleri insanların hafızasına kazınmış, hatta katliamda parmağı olduğundan bile şüphe edilmiştir. Tüm yaşamını babasının izinden korkarak, polisten, gazetecilerden kaçarak geçirmiş olan yaralı kadının karanlık geçmişin üzerine inşa ettiği yeni hayatına polisleri sokmaya hiç mi hiç niyeti yoktur. Kendi tabiriyle ailesi ve çevresi yeteri kadar manyakla doludur ve bu tuhaflıklarla mücadele onun uzmanlık alanı haline gelmiştir artık.

Yakınlarının ve izleyicinin şaşkın bakışları altında bir kez daha kurban olmayı reddeder O. Tecavüzcüsü ile arasında yaşananlar delilik ya da kendi deyimiyle tam bir hastalık bile olsa duygularının ve fantezilerinin peşinden özgürce gitmeye ve asla yalan söylememeye kararlıdır. ‘Utanç duygusunun insanın yapmak istediklerini engelleyecek kadar güçlü olmadığının’ altını çizer bir repliğinde. ‘Beterin beteri, paçozun paçozudur’ belki ama sahte değil gerçek, Kessel/Bunuel’in ünlü ‘Gündüz Güzeli’nin yakın akrabasıdır O. Yazar Djian O’nu sosyal kodlara boyun eğmeyen özgür bir karakter olarak tarif eder. Sapkın olarak karşılanmasını toplumun kadın özgürlüğüne verdiği tepkiden kaynaklandığını savunur.

O’nun öyküsü Verhoeven’in elinde türlerle ustaca oynamaya elverişli bir malzemeye dönüşür. Djian’ın metnini ilk sahneden itibaren ‘ahlaki statüko’yu alaşağı etmede bir araç olarak kullanır sinemacı. Pek hoş bulmasak da karakterlerini kanlı canlı insanlar olarak savunur. A sınıfı Amerikalı kadın oyuncuların rolü geri çevirmesinden sonra Amerika’da yapmak istediği çekimleri Fransa’ya kaydırdığını açıklar. Lakin Fransızca çektiği ilk filminde sonuç mükemmeldir. Anne Dudley’nin (Hitchcock’un gözde bestecisi) Bernard Herrmann’ı anımsatan tınılarıyla korku dolu bir gerilim atmoferinden aile dramına, ordan güldürüye, hicve çark eden bu hınzır Verhoeven yapıtında yönetmenin de hayranlıkla vurguladığı gibi, filmi baştan sona sırtında taşıyan Isabelle Huppert bir kez daha harikalar yaratmaktadır. Haneke’nin unutulmaz ‘La Pianiste / Piyano Öğretmeni’ne akraba bir karakterde kurban olmaktan mazoşizme uzanan bir dönüşümde duygusal dalgalanmalarını bakışlar ve benzersiz nüanslarla yorumlayan usta oyuncunun muhteşem performansına bir kez daha şapka çıkarırız. 69. Cannes Film Festivali’nin açılış töreninde Amerikan püritanizmi ile dalgasını geçmeyi amaçlayan ve konuklar arasında bulunan Woody Allen’a yönelik şakasıyla küçük çapta bir skandala neden olan La Comédie-Française aktörlerinden Laurent Lafitte, Anne Consigny, Charles Berling gibi Fransız sinemasının kalburüstü oyuncuları (Huppert’in tabiriyle) bu gizemli ‘peri masalı’nın alabildiğine tekinsiz karakterleri olarak ona eşlik eder.

(11 Kasım 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Aşk Acısının Götürdüğü Yerlerde

Benim Adım Feridun
Yönetmen-Senaryo: Çağan Irmak
Eser: Mahir Ünsal Eriş
Müzik: Çiğdem Erken
Görüntü: Gökhan Tiryaki
Oyuncular: Halil Sezai Paracıkoğlu (Ersan), Büşra Pekin (Hayal),
Özge Borak (Ayla), Tarık Papuççuoğlu (Selahattin), Suzan Aksoy (Saniye),
Güngör Bayrak (Yıldız), Defne Yalnız (Büyükanne), Ayşe Tunaboylu (Zekiye),
Cem Kurtoğlu (Ümit)
Yapım: TAFF Pictures (2016)

Çağan Irmak’ın “Benim Adım Feridun”, ince duygulu ve sevgiye inanan bir film. Eski zamanlardan esen ılık bir meltem gibi. İnsana gerekli.

Sinemamızın değerli yönetmenlerinden Çağan Irmak, yine insanın iç dünyasındaki, zihnindeki dehlizlerden sevgiyi, ona sığınmayı arıyor. 2016 yapımı sinemaskop “Benim Adım Feridun” filminde yönetmen, en başından sonuna kadar tüm karakterlerine önyargısız ve sıcak bakışla yaklaşıyor. Aslında bütün bunlar Ersan’ın kabuğundan çıkıp hayata, başka insanlara dokunuşuyla oluyor.

O bırakıp gidince…

Ersan ve Ayla dört yıl beraber bir aşkı paylaşmışlar. Ayla hayatının bu ilişkide çürüdüğünü hissettiğinde her zaman gittikleri kahvehanede içini döküyor ve gidiyor. Bir anda enkaza dönen Ersan, bu terk etmeye, bu ayrılığa dayanabilecek miydi? Ayla öyle iyi bir insan ki, ayrılırken bile o aç kalmasın diye yemek bile yapmış. Roman yazmayı hayal eden Ersan, hayatını sürdürebilmek için çeviri işleri de yapıyor. Her şeyiyle kendi dünyasının içine hapsolmuş ki, gözünün önünde olanların bile farkına varamamış. Ersan’ın adı da 1970’lerdeki ünlü popçu Ersan Erdura’dan geliyormuş. Ona Elvis diyorlardı.

Bunalımlı anlarının ardından sakalını kesip Kadıköy’deki dairesinden çıkıp Bandırma’daki ana ocağına gidiyor. Ama her anne gibi o da torun bekliyor. Ayla’yla ayrıldığını öğrenince de hayal kırıklığı yaşıyor. Ersan da bir otobüsle gidilen Erdek’e sığınıyor. Sevdiği biralardan içiyor. Düğün salonundaki düğün de ilgisini çekiyor. Orada içki içmek isterken, hayatı bambaşka taraflara savruluyor güzel insanlarla. Bir an insan izlediklerini gerçeküstücü hikâyenin içindeymiş gibi hissediyor. Damadın babası onu kendi yeğeni Feridun’a benzetince yeni hayatının yeni aşkı Hayal’le mutlu bir hayata başlayacaktı belki de Ersan.

Yönetmen Irmak, önceki filmlerinden daha sade bir anlatıma yönelmiş. Ama filmin başlarında biraz daha karmaşık bir anlatımı yönelse de. Bu da doğaldı. Kaybedilmiş bir aşkın psikolojisi, acısı var çünkü. Elbette bir defa daha Gökhan Tiryaki demeli. Sinemamızın önemli kameramanlarından Tiryaki gerçekten insana ilham veriyor. Oyunculara da övgü göndermeli. Usta oyuncuların karşısında performansları övgüyü hak ediyor. Filmdeki mizah duygusunun da iyi olduğunu belirtelim. Yönetmenin filmlerini izlerken anne takıntılı olduğunu da unutmayın diyoruz.

(09 Kasım 2016)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Ekşi Elmalar’a Taraf Olmak!

Yılmaz Erdoğan’ı “ezan sesi” polemiğinin ve “adrese teslim” gol paslarının ortasında bir yerlerde kaybetmiştim. Aradan epey zaman geçmiş. Bir süredir çok sevilen bir kavram olan “toplum mühendisliği”ne kanıt oluşturmak adına, -geçmişteki bir filminde, imamı kekeme olarak resmeden kendisi değilmiş gibi- kimi iddialarını böylesi zayıf bir argümana dayandırması, onun gibi çok zeki bir adamdan beklenmezdi. Ama şu sıralarda benim de çok sevdiğim bir başka kavramla izah edilebilirdi her şey: Dönemin Ruhu!

Çok da heyecanlı olmamakla birlikte, böylesi bir ruh haliyle izlediğim “Ekşi Elmalar”ı, gelinen noktanın ne kadar hazin olduğunu belgelemesi adına önemli buldum. Oysa ilk “Vizontele” filminde nasıl da farklıydı her şey? Evet, film, benim çizgi roman (özelde frankofon) estetiği olarak nitelendirdiğim bir kurguya ve sinemamızın geleneksel parodi anlayışına yaslanıyordu; ama dönemiyle tam da örtüşmeyen belli bir “ruhu”, duyarlılığı vardı. “Ekşi Elmalar”, bir ilk film olan “Vizontele”nin “sahici” ve daha da önemlisi “içeriden” bakışın yanından bile geçemiyor. Bunda, filmin, Yılmaz Erdoğan’ın Köyceğiz’deki çiftliğinin bahçesinde çekilmesinin rolünün ne olduğunu sorarsanız, “çok fazla” derim. Erdoğan, kendisini “çiftçi yazar” olarak tanımlıyor artık; ama bana sorarsanız “oralı bir yazar” değil. Belki de “bura”, dönemin ruhuna daha denk düşüyor.

Bir darbe öyküsü olarak nitelendirmenin fazlasıyla abartılı olacağı son filmde en büyük sıkıntı, Erdoğan’ın bizzat canlandırdığı baba karakterinde saklı sanki. Burada şu soruyu sormak kaçınılmaz oluyor: Yönetmenin kafasında yeterince kurgulayamadığı, adeta bir “nefret aşkı”yla ele aldığı bir karakteri seyirci nasıl anlayacak? Bu zorunlu değil elbette; ancak Erdoğan’ın film sonrası söyleşileri de bu konudaki “kafa karışıklığını” doğruluyor. Belediye Başkanı’nın filme adını veren “elma” hadisesindeki yaklaşımı ortadayken (ki, senaryonun tek zirve noktası), finalde yanlış mekâna giren adam için (çığlık çığlığa, bize üzülmemiz gerektiğini haykıran müziğe rağmen!) neden hüzünleneceğiz? Eser, yönetmeni tarafından Hakkari’nin kurtuluşunu 60’larda gördüğü iddia edilen bu şahsın zekasına hayran olmak için de hiçbir neden içermiyor; aksine, kızlarına reva gördüğü yaşam, fikirlerini “lüzumsuz” olarak nitelendirmemizi kolaylaştırıyor. Kararsızlık hali, “paldır küldür” yazıldığını düşündüğümüz önce melodramatik, sonra görece “umutlu” finalin de seyirciye geçememesinde önemli rol oynuyor. Üstelik yeterince işlenememe durumu, sadece Reis için değil, örneğin oyunu övgüye boğulan Songül Öden’in, filmin ikinci yarısında hapsolduğu “dar alanda” olduğu gibi neredeyse tüm karakterlerde geçerli.

Sözünü ettiğimiz “olmamış” figürlerin muhtemelen hiçbiri “solcu gencin” eline su dökemez! Yayladaki “aşk çocuğunu”, üniversitedeki robotlaşmış devrimciye dönüştürmek, karaktere oldukça soğukkanlı bir “mesafeyle” yaklaşmayı gerektiriyor ve belli ki bu da Yılmaz Erdoğan için artık çok zor değil. (Belki de yönetmen’in “soğuk ve yağmurlu havalarda” vazgeçtiği tek şey çocuk olmak değildir artık…) “Ekşi Elmalar”ın ilk yarısının bu örneğe paralel olarak, “eski günlerden kalma” bir coşkuyla, ilk filmleri andıran bir ruhla yazıldığını söyleyebiliriz. “Kız kaçırma” hadisesinden sonra ortaya çıkan manzarayı ise, uzatmaları oynanan ve skoru tamamen aleyhine çalışan bir müsabakaya benzetmemek olası değil. (Yazının bu bölümünü “dün” ve “bugün” ekseninde de okuyabilirsiniz ve belki de -o ünlü deyişten uyarlayacak olursak-, “değişen hayatlar ilkinde komedya, ikincisinde tragedya olarak” yaşanıyordur.)

Yılmaz Erdoğan, 2008 başlarında kendisiyle yaptığım bir söyleşide (Modern Zamanlar, Sayı: 4), “sinemada eleştiri” sorusu üzerine şunları söylemişti: “Temel sorun hemen her köşe yazarının potansiyel sinema eleştirmeni olması ya da kendini öyle zannetmesidir. Çünkü sinema ‘kolay’ bir yazı kaynağıdır. İyi kötü her insanın sinemayla ilgili bir ‘fikri’ vardır ve bu yüzden sinema mevzuunda fikir çoktur ama bunların içinde kayda değer olanları pek azdır. Bu yazıların kapsamı genellikle ‘valla beni sardı sarmadı’ falan biçimindedir ve en tevazu sahibi olanı ‘ben kendi fikirlerimi söylüyorum’ parantezi içindedir. Eleştirmen, eğer eleştirmen ise, yani dünyanın önemli festivallerini ve sinemayı ciddi ciddi takip ediyorsa, empatik birisi ise ve taraf tutmuyorsa büyük saygım vardır. Taraf tutmuyorsa!”

Yönetmenin kaygılarını haklı çıkarırcasına, olguya “taraf olma” ruh hali içinde yaklaşan bu satırların yazarı, en büyük esin kaynağının Gauguin’in “Nereden geliyoruz? Neyiz? Nereye gidiyoruz?” tablosu olduğu itiraf eder!

(07 Kasım 2016)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü
m_zamanlar@hotmail.com

Kurgulanmış Tarihin Çıkmazları Üzerine

Cannes, Saraybosna ve Adana festivallerinde övgü ve ödüllere boğulmuş Mehmet Can Mertoğlu imzalı ‘Albüm’ bu haftadan itibaren sinemalarımızda gösterime çıkıyor. 1988 doğumlu gencecik sinemacımızın dört yıldır üzerinde çalıştığı bu ilk uzun metrajı her anlamıyla yılın en heyecan verici keşiflerinden.

Film, otuzlu yaşlarının sonlarında sekiz yıllık evli Bahtiyaroğlu ailesinin trajikomik serüvenini anlatıyor. Şebnem Bozoklu ve Murat Kılıç’ın canlandırdıkları çiftimiz doğal yoldan çocuk sahibi olamayınca, çok yakın aile çevresi dışında herkesten gizleyerek evlat edinmeye karar veriyor ve kimse anlamasın diye bebeği bulma sürecinde yeni bir geçmiş kurgulama yoluna gidiyor. Anne adayının yastık dolu karnı ile çekilmiş sahte hamilelik fotoğrafları ile başlayan oyun, hastanede kuvözden çıkartılmış minik bebekle doğum fotoğrafı çektirmeye kadar uzanıyor. Kendilerine önerilen ilk bebeği hem kız hem de esmer tenli olduğu için reddeden karı koca, Burdur’daki yetimhanede aradıkları maviş oğlanı buluyor. Ancak istedikleri kadar şehir değiştirsinler, evlat edindikleri devlet kayıtlarına geçtiği için, gizlemeye çalıştıkları gerçek gittikleri yerde peşlerini bırakmayacaktır.

Mertoğlu’nun ‘Albüm’ü daha senaryo aşamasında heyecanla karşılanmış ve yürütücü yapımcılar arasında yer alan Danis Tanovic ve ‘Çocuk Pozu’nun yönetmeni Calin Peter Netzer gibi isimlerin dikkatini çekmiş. Çağımızda çoğu kişinin çılgınlık diye nitelediği 35 mm formatını tercih eden yönetmen, özellikle Corneliu Porumboiu imzalı mükemmel ‘Bükreş’in Doğusu’ ve ‘Police Adjective’den hatırladığımız tanınmış Romen görüntü ustası Marius Panduru ile çalışma fırsatını bulmuş. Malatya hayvan çiftleştirme çiftliğinde açılan diyalogsuz başlangıç sekansında üreme zorunluluğunun suniliğini hayvanlar üzerinden aktarıyor genç sinemacı. Ardından içine daldığımız Bahtiyaroğlu’ların öyküsünde, sosyal statülerini sağlamlaştırmak adına bir bebekleri olmasının, oturma odasına koltuk seçer gibi peşine düştükleri bebeğin kendisinden çok daha önemli olduğu süreci sergiliyor adım adım.

Tarih epistomolojisine meraklı olduğunu, filminin ülkemizin resmi tarih algısını sorguladığını vurguluyor Mertoğlu. Can Bahtiyaroğlu’nun lise tarih öğretmeni olması bu yüzden anlamlı. Karısı Bahar ise vergi dairesinde çalışan bir kamu görevlisi. Çiftimiz ilmek ilmek kurgulanmış bir tarih yaratıyor ancak gerçeklerden kaçamıyor. Böylece kâğıt üzerindeki basit aile hikâyesi genç sinemacının elinde kurgulanmış tarihimizin çıkmazları üzerine benzersiz bir metafora dönüşüyor. Kısalarında söze yer vermemiş olan sinemacı (bir hastane görevlisinin günlük rutinini aktaran Akhisar’da çektiği 2008 yapımı mükemmel “Yokuş “u youtube ‘dan izleyebilirsiniz), ilk uzun metrajında ölçülü ve çarpıcı diyaloglarıyla parlıyor. ‘Diyalogların çoğu benim kişisel tanıklıklarımdan çıkıyor’ diyor bir söyleşisinde. Manisa Akhisar’da büyümüş. Taşrada doktor olan babası dahil, devlet dairelerindeki tiplemeler aşina olduğu bir dünyadan esinlenmiş. ‘Bu serüvende karşımıza çıkan tiplerle Türkiye için bir portre çizmeyi hedeflediğini’ ifade ediyor. Devlet kurumları sahnelerinin tümüne yakını gerçek mekânlarda çekildiğinden, sahneler ve diyaloglar daha bir sahici.

Evlât edinmenin ülkemizde saklanılması gereken bir şey olduğu gerçeğinden çıktığı yolda, ırkçı, seksist ayrımcı replikleri gündelik konuşmaların içine ustaca yerleştiriyor. Hantal devlet bürokrasisi eleştirisi hayranlık duyduğu Romen sinemasından izler taşıyor, ancak katı ahlâkçı bir tutum değil onun seçimi. Tersine trajiğin ardındaki komiğin, gündeliğin içine sızmış saçmanın (absürdün) peşine düşmeyi yeğliyor. Televizyonda yerli dizi ya da futbol maçı izleyen, muhafazakâr komşularıyla okey oynayan, erotik bir iştahla yemek yiyen, bebek odasında fosur fosur sigara tüttüren orta sınıftan yeni Türkiyelileri mesafeli bir bakışla izliyor. Birer anti-kahraman yaratma peşinde de değil. Yargılamıyor onları, ancak yüzeydeki komik söylem kültürel kodlarımıza dair yakıcı bir eleştiri içeriyor.

Vergi dairesinde geçen, öğle tatilinde Bahar haricinde tüm memurların uyukladığı, elektrikli süpürgenin çalışır vaziyette sahipsiz ortada döndüğü sekansta Roy Anderson’a, Antalya’daki plaj çekimlerinde Jacques Tati’ye, bürokrasi eleştirisinde Romanyalı ustalarına selam çakıyor, ancak genelinde kendi taptaze imzasını vuruyor filmine. Büyük kaybımız Seyfi Teoman’ın anısına ithaf ettiği İlk uzun metrajıyla sinemamıza hoş geldin diyoruz Mehmet Can Mertoğlu’na. Kendi adıma çok şeyler bekliyorum ondan. Yolu açık olsun.

(03 Kasım 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Cüneyt Karakterine Girebilmek İçin Günde 4 Paket Sigara İçtim

Yokuş ” adlı kısa filmi ile dikkat çeken Mehmet Can Mertoğlu’nun yönettiği bol ödüllü ve övgülü ilk filmi “Albüm”, 04 Kasım 2016 Cuma günü itibariyle ülkemiz sinemalarında gösterime giriyor ve sinemasever izleyicileriyle buluşuyor. Sinemamızda yokluğu hissedilen kara komedi türünün yüz akı bir ilk film olan “Albüm” filminin başarılı ve tecrübeli oyuncusu Murat Kılıç ile sadibey.com okurları için yazarımız Gizem Ertürk söyleşi yaptı:

“Albüm”, 4 Kasım itibariyle vizyonda, öncelikle filminizin bol ödüllü festival yolculuğunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Öncelikle Saraybosna’da En İyi Film Ödülü almamız büyük bir onur, Cannes’daki En Yenilikçi Film Ödülü’de aynı şekilde… Hikayemizin ne kadar evrensel olduğunu kanıtlıyor.

“Albüm”, Adana’da da En İyi Yönetmen ve Senaryo dahil olmak üzere 3 ödül kazanmıştı. Filmin Antalya’da jüri tarafından görülmemesi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Jürinin kararları kendisini bağlar. Ben kendi adıma ödül beklentisinde değildim ama filmimizin jüri tarafından onore edilmesini beklerdim. Yurt dışında bu kadar ödül almış bir filmin kendi memleketinde görmezden gelinmesine –birkaç filmle daha birlikte- kendi adıma üzüldüğümü söyleyebilirim. Afrika’da bir kabile var, berabere kalınca bırakıyorlar. Orada amaç bir ürün ortaya koymak… Antik Yunan’dan beri bir yarışma kültürü var ne yazı ki ama keşke olmasa…

Adana ve Antalya’da nasıl bir festival haftası geçirdiniz?

Her iki şehre de ilk kez bir film festivali dolayısıyla gittim. Film izlemeyi çok sevdiğim için sabah ilk seanstan gece son seansa kadar film izleyerek geçirdim. Günde 3-4 film izledim, kapıda beni görenler abi bu filme de mi geldin, diye soruyorlardı. (gülüyor)

Yeniden filme dönecek olursak, “Albüm”e nasıl dahil oldunuz?

4 yıl önce Yoel Meranda (Yapımcı) beni aradı ve Mehmet Can’ın benimle tanışmak istediğini söyledi. Beni Bir Zamanlar Anadolu’da filmindeki Polis İzzet rolünde görmüş. Bana senaryoyu gönderdi ve sonraki 3 yıl boyunca sık sık görüştük. Filmi konuşmadık, önce arkadaş olduk. Bu süreçte Mehmet Can bana bazı film ve kitap önerilerinde bulundu. Bazıları çok sıkıcı olsa da okudum, izledim. (gülüyor)

Neden bu filmde olmak istediniz?

Dürüstlük benim için çok önemli. Yoel ve Mehmet Can hayatıma o kadar güzel bir şekilde girdiler ki… Bir iş yapıp sonradan savunmak durumunda kalmaktansa savunduğum işler yapmayı tercih ettim. Bu film de derdi itibariyle benim savunduğum bir dünya görüşünü içinde barındırdığı için içinde olmayı çok istedim.

Konu itibariyle çok bize ait bir hikâye gibi görünen filmin yurt dışında bu kadar sevilmesini neye bağlıyorsunuz?

Çocuğu olmayan anne-baba, bürokrasi altında ezilen insanlar… Tüm bunlar dünyanın her yerinde aynı. Hatta Fransa’da gelin bürokrasiyi siz bir de bizde görün, diyenler bile oldu. Bu ülkeye has şeyler var ama dünyanın her yerinde yaşanabilecek bir hikâye.

Cüneyt karakterinin size çok uzak olduğunu biliyoruz. Peki onu kendinize yakınlaştırmak için neler yaptınız?

Bu kadar tek düze, ağır ve durağan bir insanın karakterine girebilmek kolay olmadı. Günde 4 paket sigara içtim. (gülüyor) Bol bol çay içtim, insanlarla çok az diyalog kurdum.

35 mm kamera ile çalışmak hakkında neler söylersiniz?

Bol bol prova yapmak derim… 5 prova yaptıysak bir kayıt alıyorduk. Kamera dendiğinde kesmeden en az 5 dakikalık sahneler çekmekten söz ediyorum. Oldukça zorlayıcıydı.

Peki en çok zorlandığınız sahne hangisiydi?

Cem Zeynel ile maç izlediğimiz sahne… Buna aynı zamanda Mehmet Can’ın mobbingini en çok arttırdığı sahne demek daha doğru olur. (gülüyor) Cem’i çok eskiden tanırım, ev arkadaşlığı yapmışlığımız bile vardır ama Mehmet Can sahneyi bir türlü beğenmiyor. Bende zaten futbol fanatiği değilim, isimleri bilmem, kim iyi oynuyorsa onu tutarım. Sporcunun zeki, çevik ve ahlâklısını severim yani…

Sonra ne oldu?

O sahneden bir gün önce bir yemek sahnesi çekmiştik. Ondan sonra hastalandım. İki üç serumdan sonra geldim. Mehmet Can istersen çekmeyelim dedi ama enerjim düşük ve durağan olduğum için çekmek istedi. O sırada sanırım ben yanlış meslek yapıyorum, oyuncu olmamalıydım diye bile düşündüm. (gülerek)

Tüm diyaloglar senaryoda yazdığı gibi mi çekildi, doğaçlamalarınız var mı?

Her şey senaryoda yazıldığı gibiydi ama yemek sahnesi normalde diyaloglu bir sahneydi. Aile bir haber alır ve yemek yerken bu haberi konuşur ancak Mehmet Can sahnenin diyalogla çalışmadığını görünce çok zekice bir yöntemle sahneyi başka bir şeye dönüştürdü. Mehmet Can’in ne istediğini bilen bir yönetmen olması işimizi çok kolaylaştırdı.

Türk seyircisi ödüllü filmlerden korkuyor mu sizce?

Korkuyor muyuz bilmiyorum ama ödüllü filmleri izlemediğimiz kesin. Nuri Bilge Ceylan Bir Zamanlar Anadolu’da ile Cannes’dan ödül aldı. Kış Uykusu, Altın Palmiye aldı. Rakamlara baktığımızda 250 bin gibi bir ortalama görüyoruz. Oysa bir komedi filmi 1, 2 hatta 6 milyon izlenebiliyor. Ödüllü filmlere sıkıcı sanat filmi gözüyle bakıyor olmak seyirciyi uzaklaştırıyor sanırım.

Tam da bu noktada, Yüksel Aksu’nun Antalya’da söylediği “seyirci dostu film yapmak” ile ilgili söylemi hakkında ne düşündüğünüzü sormak isterim.

Biz bizi izlemiyoruz ama öyle de bir gerçek var. Biz kendi içimizde birbirimizin filmlerini izlemiyoruz, ötekileştiriyoruz. Sonra da bir fırıncıya, bakkala ya da bankacıya neden beni izlemiyorsun deme hakkım yok.

Ama dönüp dolaşıp “tekelleşme” meselesine geliyoruz değil mi?

Evet, geçen senenin en iyi filmleri Abluka ve Sarmaşık bile 20 bin küsuru geçemedi. Oysa bu şirketler bir salonlarını bağımsız filmlere açsalar bir film izleme kültürü ve seyircisi de oluşacak. Eğer mesele paraysa bu da uzun vadede gelir demek. Sanki ikisi bir arada olmazmış, popüler olan mubahmış gibi bir durum var.

Geleceğe kalmak deyince, Muhsin Bey geliyor aklıma…

Ah, Uğur Yücel diyorum başka bir şey demiyorum. Gözlerinin içine bakarak oynamak istediğim tek adam…

Gelelim esas soruya, seyirci “Albüm”ü niye izlemeli?

“Biz” olduğumuz için… Her gün gördüğümüz insanlar oldukları için… Ön yargılarımızı bir kenara bırakıp izlemeliyiz ancak bu şekilde bir yere varabiliriz. Kibirle yukarıdan bakarsak hiçbir şeyi çözemeyiz.

(03 Kasım 2016)

Gizem Ertürk