Kategori arşivi: Yazılar

Kimse Bizi Görmek İstemiyor

Aki Kaurismäki’yi ne kadar özlemişiz. Absürd tonlarda gezinen kendine özgü gülmeyen mizahıyla Keaton ekolünün açtığı yolda ilerleyen, Tati’nin mirasçısı Finlandiyalı usta sinemacı altı yıldır setlerden uzaktı. 67. Berlin Film Festivali’nden en iyi yönetmen ödüllü son çalışması ‘Umudun Öteki Yüzü / Toivon Tuolla Puolen’ ile bu haftadan itibaren ülkemiz sinemalarına uğruyor.

İşçi sınıfına ağıdı ‘Kibritçi Kız’ ile yıllar önce kalbimizi çalmış olan Kaurismäki, ‘Sürüklenen Bulutlar’, ‘Geçmişi Olmayan Adam’, Bohem Hayatı’ gibi unutulmaz filmleriyle ekonomik darboğazda sıkışmış yoksul insanları, evsizlerin dünyasını beyazperdeye taşırken, hoşgörüsü ve umudunu hiç yitirmemiştir. 2011 yılında çektiği ‘Umut Limanı / Le Havre’ onun liman şehirlerinde yaşayan insanların yaşamına eğildiği ‘Nehir Üçlemesi’ni başlatan filmdir. Çağımızın en yakıcı meselesi olan mülteci sorununa ilk kez eğildiği bu yapıtı, bir konteynır içinde kaçak olarak Fransa’ya girmiş 13-14 yaşlarındaki Afrikalı İdris ile ayakkabı boyacısı Marcel Marx’ın karşılaşmaları üzerine kuruludur. Yaşını başını almış adam, Londra’daki annesine ulaşmaya çalışan çocuğu himayesine alır ve mahalleli dostlarının yardımıyla onu yetkililerden saklar.

‘Umudun Öteki Yüzü’nde benzer bir karşılaşma söz konusu. Kaçak olarak sığındığı kömür yüklü gemiden yüzü gözü simsiyah bir halde Helsinki limanına çıkan otuzlu yaşlardaki Suriyeli Halid Ali’nin öyküsü küçük İdris’inkinden çok daha kederli. Halep’te teknisyen olarak çalıştığı işinden dönüşte bombaların hedefi olmuş evini harabeye dönmüş bir halde bulmuş. Enkaz altında yitirdiği ailesinden kalan kız kardeşi Meryem ile Türkiye ve Yunanistan yoluyla Avrupa’ya ulaşmış. Macaristan sınırında kaybettiği Meryem’i ararken Polonyalı dazlakların saldırısına uğrayınca yük gemisine zor atmış kendisini. Tek gayesi kız kardeşini bulmak olan genç adam, herkesin eşit olduğu (?) özgürlükler ülkesi Finlandiya’da kitabına göre hareket etmek niyetindedir. Önce bir duş alıp yüzünü gözünü temizler, daha sonra sığınma talebiyle en yakın polis karakoluna başvurur.

Halid’in yaşadıklarına paralel olarak Wikström’ün hikâyesi devreye girer. Orta yaşlardaki Finli seyyar gömlek satıcısı, evin anahtarlarını alkolik karısının yarılanmış vodka şişesiyle sindiği yemek masasının üzerine, alyansını izmarit dolu kül tablasına bırakarak, mutsuz yuvasını sessizce terk eder. Yeni bir hayata başlamak arzusundadır Vikström. Yüksek bahisli poker partisinde kazandıklarıyla hep hayalini kurduğu restoran işine girer. Sürekli bombalandığı halde Halep’in yeteri kadar tehlikeli olmadığına kanaat getiren Finli dış yetkililerin komik kararıyla başvurusu reddedilen Halid ile üç tuhaf çalışanıyla restoranını adam etmeye çalışan Vikström’ün kaçınılmaz karşılaşması, Kaurismäki’ye özgü dayanışma serüvenini başlatacaktır.

‘Le Havre’ ile başladığı üçlemesi aracılığıyla dünyanın mültecilere bakış açısını değiştirmeye küçük de olsa katkıda bulunmayı amaçladığını ifade ediyor Finli sinemacı. ‘Hepimiz aynıyız, hepimiz insanız. Yarın sizler de mülteci olabilirsiniz’ diye sesleniyor, başta Polonya ve Macaristan’daki aşırı sağ yönetimler olmak üzere, göçmen kabul etmeyen Avrupa ülkelerini şiddetle eleştiriyor. Sert hikâyeleri konu ediniyor ancak sineması alabildiğine dingin. Acılı hayatları dile getirirken duygu sömürüsüne kalkışmadığı gibi, olan biteni Kuzey Avrupalılara özgü mesafeli bir tavırla aktarmayı seçiyor. ‘Le Havre’da boyacı Marcel’in ağzından döküldüğü gibi ‘ağlamak bir işe yaramıyor’, çözüm üretmek gerekiyor. Keza, yüzü gözü kapkara indiği bu farklı gezegende uzaydan gelmiş izlenimi veren Halid Ali yaşadıklarını yetkililere (ve de biz izleyicilere) anlatırken gözünden yaş gelmiyor. Filmin bir diğer mülteci karakteri ‘ölmek kolay ben yaşamak istiyorum’ diye ifade ediyor derdini. Sağlam durmak önemlidir bu yabancı gezegende, melankolik olanlar ilk ağızda memleketlerine geri gönderilmektedir çünkü.

Kaurismäki evreninin hüzünlü karakterleri gözyaşlarında boğulmuyor, kahkaha da atmıyorlar. Lakin her talihsiz gelişmeyi hınzır bir mizahla besliyor sinemacı. Yaşamın zorlukları, kalp kırıklıkları, ırkçı şiddet ve bürokratik sıkıntılar ardına gizlenen absürd insanlık komedisini sergilemekte son derece başarılı. Nefes aldıkça umut vardır misali insanlığa, insani dayanışmaya umudunu hiç yitirmiyor. Gabonlu İdris, ‘kimse bizi görmek istemiyor’ diye haykıran Suriyeli Halid ve diğer mülteciler Fransız ya da Finli liman sakinlerinin dayanışmasıyla umutlarını hep taze tutuyor. Giderek farklı dünyaların buluştuğu bir peri masalına dönüşüyor Kaurismäki’nin filmleri. Yardımsever komşular, mahallenin iyi bakkalı, ‘gerçek suçlulara karşı acımasızım ama masumların acı çekmesini istemem’ diyen ‘Le Havre’ın altın kalpli polis müfettişi benzersiz bir dayanışma evreni yaratıyorlar.

Bu evren sinemacının retro estetiğiyle bütünleşiyor. Mavi hüznü, sarılar kırmızılar kolay dışa vurulmayan arzuları çağrıştırıyor. Eski telefonlar, pikaplı müzik dolapları, daktilo, duvar saati, eski arabaların dünyasında, Vikström’ün eski usül restoranını Jimmi Hendrix’in portresi süslüyor. Rock ozanı Tuomari Nurmio’nun seslendirdiği ‘Oi Mutsi Mutsi’ ya da tangoların hüznünü retro lokallerde yerel ihtiyar delikanlıların akustik rockn roll numaraları izliyor. Kaurismäki henüz 60 yaşında olmasına rağmen dijitale geçmek için kendini yaşlı hissediyor, 35 mm peliküle çektiği güzelim filmiyle sinemaseverleri bir kez daha büyülüyor.

(09 Kasım 2017)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Doğu Ekspresinde Cinayet

Klasik bir müziği büyük bir orkestradan canlı dinlemek, görkemli bir sarayın duvarındaki resmi izlemek nasıl bir heyecan ve coşku verirse insana, gerilimi dozunda, merak düzeyi yerinde, karakterleri iyi tanımlanmış bir romanın filmini izlemek de aynı coşku ve heyecanı veriyor…

Agatha Christie’nin romanı, Doğu Ekspresinde Cinayet, 1934’te yayınlanmış, o zamandan bu güne kadar da -tabii, bundan sonra da- okurun baş tacı olmuş bir roman. Daha önce Sidney Lumet (1974’te) filme çekmiş, ödüller kazanmış, başarılı da bulunmuş… Gerilim filmi severlerin aklının bir köşesinde hep vardır bu filmi yeniden çekmek ve/veya yeniden izlemek. İşte o fırsat doğdu.

Ünlü detektif

Sirkeci’den kalkan Doğu Ekspresinde, zengin (biraz da netameli) bir iş adamı öldürülür… Posbıyıklı (bıyıklarına bir adam asılabilir neredeyse) özel detektif Hercule Poirot, zorunlu olarak katili bulmaya girişir. Titiz biridir, dengeleri gözetir, keyif almayı bilen, biraz da çapkın biridir ama iş önceliklidir, dedik ya titizdir.

Poirot, sezgilerinin de yardımıyla, ayrıntı kaçırmaz ve bütün olasılıkları hızlıca değerlendirebilir. Ancak bu kez zor bir sınav beklemektedir kendisini. Filmi izlerken, romanı biliyor olsanız bile merak edecek, kimin katil olduğunu siz de bulmaya çalışacak, ayrıntıları detektifin değerlendirmesiyle karşılaştıracaksınız. Bu, hem Agatha Christie’nin hem de yönetmen Kenneth Branagh’ın başarısı…

Trendeki gerilim…

Yazar, güçlü karakterlerle betimlediği kahramanlarını ünlü Doğu Ekspresinde buluşturur. Filmin girişinde ilginç bir olay çözümüyle tanıdığımız detektif de aynı yolun yolcusu olduğundan biliriz ki gerilim giderek yükselecektir. Buna bir de ateşe körükle giden diyaloglar da eklenince, bir yandan detektif bir yandan siz sorunu çözmek, daha doğrusu katili bulmak için yarışıyorsunuz ister istemez.

Bana sorarsanız, dengeci kişiliği olan detektif Mösyö Poirot’un, bu kez dengeyi nasıl sağlayacağı sorusu çok önemli.

Doğu Ekspresinde Cinayet, YönetmenÇ Kenneth Branagh, Oyuncular: Kenneth Branagh, Penelope Cruz, Willem Dafoe, Judi Dench, Johnny Depp, Josh Gad, Leslie Odom Jr., Michelle Pfeiffer, Daisy Ridley… 10 Kasım’dan başlayarak gösterimde…

(08 Kasım 2017)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Boğaziçi Film Festivali Parlak Bir Program Sunuyor

Uluslararası Boğaziçi Sinema Derneği ile İstanbul Medya Akademisi tarafından bu yıl 17 – 26 Kasım tarihleri arasında yapılacak olan 5. Uluslararası Boğaziçi Film Festivali heyecan verici programıyla dikkat çekiyor. Festival, aktör George Clooney’nin yönettiği, başrollerinde Matt Damon, Julianne Moore ve Oscar Isaac gibi ünlü oyuncuların yer aldığı ‘Suburbicon’ ile açılıyor. Venedik Film Festivali’nde dünya prömiyerini yapan film, 50’li yıllarda herkese refahın vaadedildiği banliyönün görünmeyen yüzünü deşeleyen, senaryo ortağı Coen biraderlerin damgasını vurduğu ilgiye değer bir kara güldürü.

Festival bu yıl, yaratıcı sinemanın yaşayan büyük ustalarından Béla Tarr’ı konuk ediyor. Macar sinemacı, ‘Karanlık Armoniler / Werkmeister Harmóniák’, ‘Londra’daki Adam / A Londoni Férfi’ ve ‘Torino Atı’ / A Torino Ló’ filmlerinin yer aldığı retrospektifinin yanı sıra, izleyicilere açık ‘Ustalık Sinema Dersi’ ile heyecanla bekleniyor. Şenliğin bir diğer önemli konuğu ise pek çok kült televizyon dizisinin yönetmenliğini yapmış Amerikalı sinemacı Bobby Roth. Festivalde bir sinema dersi verecek olan sinemacının 10 bölümlük eğitim serisi katılımcılara armağan olarak dağıtılacak.

Festivalin dünya sinemasından bölümü, 2017’nin en iyi filmlerinden ilgiye değer bir seçki sunuyor. Bunlar arasında Andrei Zvyagintsev’in son Cannes şenliğinde hayranlıkla karşılanmış etkileyici Putin Rusya’sı eleştirisi ‘Sevgisiz / Nelyubov’, Japon yönetmen Naomi Kawase’nin yine Cannes ana seçkisinde yer almış şiirsel yapıtı ‘Aşkın Gözü / Hikari’, Woody Allen’ın 1950’lerde geçen son filmi ‘Dönme Dolap / Wonder Wheel’, Şilili yönetmen Niles Atallah’ın Rotterdam’dan jüri özel ödüllü deneysel çalışması ‘Rey’, yine Rotterdam’da keşfedilmiş Daan Baker’in yönettiği Hollanda yapımı ‘Değerli Vaktim / Quality Time’ özellikle dikkat çekiyor.

Festival ulusal ve uluslararası olmak üzere uzun ve kısa metraj kurmaca ve belgesel filmler dalında para ödüllü yarışmalar düzenliyor. Bülent Öztürk imzalı ‘Mavi Sessizlik’ ile Pelin Esmer’in şiirsel yapıtı ‘İşe Yarar Bir Şey’ Ulusal Yarışma’nın sekiz filmlik seçkisinin öne çıkanları. Uluslararası Uzun Metraj Filmler Yarışması’nın jüri başkanlığını, bizde gösterilmiş olan ‘Çocuklar / Djeca’ filminin Bosna Hersek’li kadın yönetmeni Aida Begic üstleniyor. Sanatçının Şanlıurfa’da bir yetimhanede kalan Suriyeli mülteci çocukları konu alan son filmi ‘Bırakma Beni / Never Leave Me’ de festivalin merakla beklenen filmlerinden. Uluslararası Yarışma’da -festival sırasında ülkemize gelecek olan- tanınmış İranlı yönetmen Majid Majidi’nin geçtiğimiz ay Londra Film Festivali’nde dünya prömiyerini yapmış son filmi ‘Bulutların Ötesinde / Beyond The Clouds’ ile Mısırlı yönetmen Amr Salam’ın ‘Şeyh Jackson’ filmleri ilk bakışta göze çarpanlardan. Aynı bölümde, aralarında Cristian Mungiu başkanlığındaki Şanghay Film Festivali jürisinden en iyi yönetmen ve sinematografi ödüllerini almış Rus sinemacı Ivan Bolotnikov imzalı deneysel çalışması ‘Kharms’ın da bulunduğu bir dizi keşfe değer ödüllü ilk filmin yer aldığını ayrıca not düşelim.

Festival seçkisinin ‘Uzun Yürüyüş’ başlıklı bölümü Suriyeli göçmenler üzerinden çağımızın kanayan mülteci sorununa dikkat çekmeyi amaçlamış. Aida Begic’in son çalışmasının da yer aldığı bu bölümün diğer filmleri çarpıcı belgesel ‘Çimentonun Tadı’ ile son Cannes şenliğinin ilgiyle karşılanmış fantastik ögelerle bezeli Kornel Mundruczo filmi ‘Jüpiter’in Uydusu / Jupiter’s Moon’.

Bu yazıda yer alan sınırlı seçki dışında keşfedilmeye değer ilginç filmlerle dolu bir program vaadediyor festival. Uzunu, kısası, belgeseli ve animasyonuyla izleyicileri koşturmacalı bir hafta bekliyor. Filmler Beyoğlu Atlas, Beyoğlu Beyoğlu ve Kadıköy Kadıköy Sinemaları’nda gösteriliyor. Tüm sinemaseverlere iyi seçimler, heyecan verici keşifler şimdiden.

(06 Kasım 2017)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Atçalı Kel Mehmet

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Filmden önce reklâmlar başladı, “Nirvana ef serisi çıktı” gibi bir lâf geçince “Acaba 40 yıllık fe harfimizin söylenişi mi değişti” diye tereddüde düştüm fakat sonra reklâma hak verdim. Meğer bendeniz Midtown AVM.ye gelmişim, fast food bölümünde Coca Cola eşliğinde bir pizza yemişim, Cinemaximum’da “The Dark Tower” filmine girmiş, ice tea eşliğinde pop corn atıştırmaya başlamışım. (06 Ağustos 2017)

Magnum mini dondurma yapmış; 6’sı bir arada satıldığından çaktırmadan maksi dondurma almış oluyoruz. Hadi onu fark etmedik, yaladık diyelim de paketlerin üzerinde “Tek başına satılamaz” ibaresini görünce kayınbiraderimle bir tezgâh kurup dondurmaları ikimiz birlikte satmaya karar verdik. Ancak, “Tek başına satılamaz” yasağını ihlâl etmiş olur muyuz, olmaz mıyız ona henüz karar veremedik. (08 Ağustos 2017)

Bir habere göre Marmaris’de ünlü markaların taklitlerini üreten esnaf, kendilerini denetlemeye gelen Avukatları protesto etmek için yolu kapamışlar. Senaristlerimizin gözü aydın olsun, bu haberden sonra artık ne yazsalar yeridir. (10 Ağustos 2017)

Sanıyorum filmin adı “Kısa Tesadüfler” (Brief Encounter) idi. Oradan aldığım ilhamla yazayım; bazen küçük tesadüfler insanı mutlu mutlu gülümsetiyor. 7. Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali’nin son gelen bülteninde açıklanan tüm jüri üyelerinin adlarını alfabetik olarak sıraladığınızda, “Faysal Soysal, Feride Çiçekoğlu, Funda Eryiğit” şeklinde olduğu gibi. Keza Trabzon Uluslararası Film Festivali’nin açıklanan Uzun Metraj Yarışma Filmlerini alfabetik olarak sıraladığınızda “Bulutların Ardında / Bütün Saadetler Mümkündür” şeklinde olduğu gibi. Bir sinemasever olarak siz de bu küçük tesadüflere mutlu mutlu gülümsediniz. Haklıyım değil mi? (10 Ağustos 2017)

Beyoğlu Belediyesi’nin Taksim’de “Beyoğlu Festivali” adıyla düzenlediği ancak “Beyoğlu Panayırı” havasındaki etkinlikte önce YESEV – Yeşilçam Sinema Emekçileri Vakfı stant (*) açtı. Yeşilçam’ın bir avuç kalmış emekçisi sinemaseverlerin karşısına çıktı, hem sanatçılar, hem hayranları sevindi. Birkaç gün sonra da bu sefer FİLM-SAN – Film Sanayii ve Tüm Sanatçılar Güçlendirme Vakfı stant açtı. Sinema kurumları bu panayırda tek bir stant açsaydılar da bu bölünme görüntüsü verilmeseydi daha iyi olurdu gibime geliyor. Hatırlarsınız, geçen hafta içinde Uluslararası Antalya Film Festivali’nin Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’nı kaldırması üzerine sinema kurumlarının birlikte hareket etmeleri takdir toplamıştı. Sonradan tarihi vasfa haiz bir tanesinin bu birlikteliği çatlatmasını mecburen görmezden geliyoruz; tarihi vasfına hürmetimiz var çünkü.
(*) Tereddüt edince Türk Dil Kurumu sözlüğüne baktım, bu ilginç kelime tek başınayken “stant”, sonuna ek geldiğinde “standı” olarak yazılıyormuş. (10 Ağustos 2017)

“Sevimli Emojiler” (The Mojicons), 11 Ağustos’ta vizyona girdi; 08 Eylül’de de “Emoji Filmi” (The Emoji Movie) gösterime girecek. Bu filmlerin, diğerinin rüzgârından nemalanmak amacıyla yakın tarihlerde vizyona girdiği/gireceği görülüyor. Hangisi olduğunu yazmayayım, zaten anlaşılıyor. “Ah Yeşilçam, vah Yeşilçam” diyerek övgü yağdırdığımız ve geçmişini özlemle andığımız sinemamız da bu konuda masum değildir. Aklıma ilk gelen örnek -ki bunu sık sık hatırlatırım-, Kemal Sunal’ın başrolünde oynadığı 1978 yılı yapımı “Kibar Feyzo”nun ilgi görmesi üzerine yine Kemal Sunal’ın oynadığı 1974 yılı yapımı “Salako”nun “Kibar Feyzo”nun ardından Anadolu’da “Nazik Zülfo” adıyla yeniden gösterime sokulmasıdır. Daha yakın tarihe gelirsek mecburen “Recep İvedik”ten bahsedeceğiz. Recep üne kavuşunca Yeşilçam sokağında “ünsüz ünlü” olarak bilinen Recep Bülbülses’i başrolde oynattılar ve “Recep İbibik” adında bir film çektiler. Bildiğim kadarıyla bu film sinemalarda gösterilmedi, sadece DVD.si çıktı. Dediydi dersiniz, şu anda gösterimde olan “Cumali Ceber”in de rüzgârından faydalanmak isteyen “Cumali Ceberme” veya “Cumali Becer” adlarında filmler yapılabilir. Belki yapımına başlanmıştır bile. (11 Ağustos 2017)

Web sitesi kendisini “Türkiye’nin en büyük sinema sitesi” şeklinde tanımlayarak bir bülten göndermiş. Sinemayla ilgili olduğu için doğal olarak yayınladık. Ancak web sitesinin toplu gönderim listesinde başka sinema siteleri de olduğu akla geldiğinde bu tanımlama “Türkiye’nin en büyük sinema sitelerinden” şeklinde yapılsaydı daha uygun olurdu diye düşündük. (12 Ağustos 2017)

“Atçalı Kel Mehmet”in yeni çevriminde başrolü sırma saçlı Gökhan Keser’e vermişler. Atçalı Kel Mehmet filmi seyretse muhtemelen kendisini tanıyamayacak, çünkü fragmanından anlaşıldığına göre film Atçalı’nın gençlik yıllarını anlatıyor. Sinemamızın ilk Atçalı Kel Mehmet’i Fikret Hakan da sırma saçlıydı mekânı cennet olsun. (15 Ağustos 2017)

(02 Kasım 2017)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Hepimiz Birer Sürü Hayvanıyız

Son dönemin öne çıkan sinemacılarından Ruben Östlund, 70. Cannes Film Festivali’nden Altın Palmiye ödüllü filmi ‘Kare / The Square’ ile çağdaş Batılının ahlâki çıkmazlarını kurcalamaya devam ediyor. Beklenmedik olaylar karşısında bireylerin davranışlarını mercek altına almayı seviyor İsveçli sinemacı. Bir hayli ses getirmiş ve ülkemizde ‘Turist’ adıyla gösterilmiş bir önceki çalışması ‘Force Majeur’, aniden beliren çığ tehlikesi karşısında çekirdek aile bireylerinin davranışları üzerine hınzır bir deneysel incelemedir. Panik esnasında çocuklarına sımsıkı sarılan anne, ortalık yatıştığında ailenin reisi konumundaki babanın (cep telefonu ve eldivenlerini de alarak) olay yerinden hızla uzaklaştığını fark etmesiyle kocasına olan güvenini yitirir. Bundan sonrası hayatta kalma güdüsü ağır basmış adamın evrensel erkeklik kodlarıyla, kahramanını yitiren kadının savunmasızlığıyla yüzleşme sürecidir.

Sosyolog annesinden aldığı mirasla davranışsal deneylerin peşine düşen Östlund, üç yıl önce bir enstalasyon olarak sergilediği ‘Kare’ projesini beyazperdeye taşırken, çekirdek ailenin sınırlarını aşarak çok yönlü bir toplumsal araştırmaya soyunmuş bu kez. Prestijli X- Royal sanat müzesinin dış avlusunda sergilenen ‘içinde herkesin eşit hak ve yükümlülüklere sahip olduğu, güven ve yardımseverliğin tapınağı’ olarak tanıtılan kare biçimindeki enstalasyon, temel sosyal sözleşmenin simgesidir. Müzenin saygıdeğer baş küratörü Christian (dilimizde Hristiyan anlamına gelen ismine dikkat) yeni serginin hazırlıkları ile uğraşırken, yönetmenin olmazsa olmazı ‘beklenmedik gelişmeler’, yakışıklı, iyi eğitimli kendinden emin genç adamın vicdani hesaplaşmasını gündeme getirecektir.

Yoğun bir koşturmacanın ortasında önce yankesiciler tarafından çarpılır Christian. Müşkül durumdaki bir kadına yardım etmek isterken cep telefonu, cüzdanı ve dede yadigarı kol düğmeleri çalınır. Sokaktaki kavganın düzmece bir olay olduğunu anladığında öfkelenir, intikam almak ister. Telefonun izini sürerken GPS uygulaması onu çoğunlukla göçmen ailelerin oturduğu merkezden uzak mahalleye götürür. Adresteki binada bulunan tüm dairelerin kapısına birer tehdit mesajı bırakarak, eşyalarının merkez istasyondaki markete teslim edilmesini buyuran kibirli adam, binada oturan ve ailesi tarafından haksız yere suçlanan 12-13 yaşlarındaki çocuğun öfkeli isyanı ile bocalar önce. Sergiye gündem yaratacak sunum peşindeki PR firmasından iki gencin marifeti ‘karenin içindeki dilenci küçük kızın bombayla havaya uçurulduğu kışkırtıcı tanıtım filmi’ ise başını iyice derde sokacaktır.

Bir önceki filminde tekil bir olaydan hareketle çekirdek aile tablosunu otopsiye yatırmış olan Östlund ‘Kare’ ile birden fazla temayı devreye sokuyor. Birbirlerinden farkı olmayan çağdaş sanat müzelerini eleştiriyor. Onları çok para eden sanat eserleri toplamakla yetinen, dışarıdaki dünya ile ilgili olmayan kurumlar olarak teşhir ediyor. Kişinin rutindeki çatlaklardan yola çıkarak hayatını sorgulaması ile ilgilendiğinin altına çiziyor. Ana karakterinin hayatını değiştiren olaylar, Hristiyan ahlâkını otopsi altına yatırma fırsatı veriyor sinemacıya. Günümüzde tüm yaratıcı yönetmenlerin ana meselesi haline gelmiş göçmen sorununun Batı toplumlarını nasıl etkilediği üzerine kafa yoruyor. ‘Kare’nin simgeleştirdiği sevgi, güven ve dayanışmanın yerini daha çok kazanç hırsının yer almasından dem vurarak kapitalizm eleştirisini gündeme getirirken, Christian’ın ağzından ‘varlığın eşit dağıtım sorununu biz çözemeyiz, dünyadaki kapitalizm böyle’ sözleri dökülüyor.

Çok katmanlı filminde politik doğruculuğun, yaratıcı özgürlüğünün sınırlarını tartışıyor. Christian’ın Amerikalı gazeteci ile tek gecelik seks ilişkisini yine beklenmedik bir tartışmayla noktalarken, çağdaş kadın-erkek ilişkisindeki karşılıklı güvensizliğin hınzır komedisini filmine yerleştirmeyi ihmal etmiyor. Ancak filmin asıl sürprizi, konuklarının büyük çoğunluğu sanat çevresinin gerçek aktörlerinden oluşan smokinli gala yemeği sekansı. ‘Maymunlar Cehennemi’ serisinde oyuncu antrenörü olarak da görev almış performans sanatçısı Terry Notary’nin davetli konukları terörize ettiği, üç günde çekildiği belirtilen ve filmin afişinde yer alan bölüm bu. Maymun gibi hareket eden sanatçının bir kadın davetliye fiziksel tacizi karşısında diğerlerinin uzunca bir süre sessiz kalmaları üzerinden psikolojideki ünlü ‘seyirci etkisi’ni (bystander effect) gündeme getiren Östlund, bunu ‘hepimiz birer sürü hayvanıyız, herhangi bir tehdit karşısında tüm bireyciliğimizle kendimizi dışarıda tutmaya yöneliyoruz’ sözleriyle ifade ediyor.

Östlund filminin festivalde ana yarışmada gösterilmesini en başından arzu etmiş. Cannes galalarının (zorunlu) smokin giyen izleyicisinin kendileriyle aynı kostümü taşıyan sanat camiasından seçkin konukların başına gelenlerden nasıl etkileneceklerini hınzırca değerlendirmek istemiş. Pedro Almodóvar başkanlığındaki jüri de bundan hayli etkilenmiş olacak ki, büyük ödülü ‘Kare’ye vermekte tereddüt etmemiş. Östlund’un 140 dakika uzunluğundaki absürd denemesi, izleyeni güldürdüğü kadar rahatsız da eden filmlerden. Güvensizlik ve korkunun dağları beklediği çağdaş Batı toplumlarında ahlaki ve vicdani sorumlulukları tartışmaya açarken, İsveç özelinde refahın ardındaki çürümeye dikkat çekiyor.

(02 Kasım 2017)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Madem ki Sen Bensin, Ben de Senim, Niceye Şu Senlik Benlik?

Biz hepimiz (sinema camiası) şu koca dünyada hâlâ kapalı kutu olan Türkiye sinemasının bir yerindeyiz… Festival vesilesiyle memlekette arz-ı endam eden 10 ünlü isimden 9’una “Sinemamız hakkında ne düşünüyorsunuz, tanıdığınız yönetmenler, oyuncular var mı?” diye sorunca; gözüne ışık tutulmuş tavşan gibi bir süre yüzümüze bakıp ardından da “Mutlaka izleyeceğim, öğreneceğim.” gibi klişe cümleler kuruyorsa zaten dünyada bir iz bırakamamışız demektir.

Christopher Walken ile Bilinmezlere Doğru

Festival boyunca tüm basın buluşmalarını takip etme fırsatı buldum. Bunlardan bazıları oldukça keyifli geçerken kimisi de çevirmen krizi ya da katılan kişinin kendisinden kaynaklanan sebeplerle verimli olamadı. Hayal kırıklığı ile başlayan buluşma aslında en heyecanla beklediğimiz isimlerin başında gelen Christopher Walken oldu. Tabii bunda çevirmenin de büyük etkisi var. İlk basın toplantısı olduğu için yeterince koordine edilmedi mi sorun neydi tam olarak bilmiyorum ama toplantının başlamasına birkaç dakika kala çevirmen yok mu diye insanlar ortalıkta koşuşturuyordu. Sonunda iyi niyetli bir genç biraz da mecburiyetten işi üzerine aldı ama heyecandan bir süre sonra bırakın İngilizceyi ana dilini bile unuttu. Hal böyle olunca sorular ya yanlış ya da eksik soruldu. İlk toplantı olduğu ve günlerdir süren tartışmalar “ulusal yarışma” meselesine odaklandığı için kendisine ulusal yarışma kaldırıldı, uluslararası tek yarışma ile devam etme kararı alındı, bununla ilgili ne düşünüyorsunuz diye soruldu. Walken da şaşkınlık içinde, tabii konudan bihaber olduğu için “Bilmiyorum, niye yaptınız ki bunu, ulusal ve uluslararası yarışma neden bir arada olamıyor.” diyerek soruyla karşılık verdi.

Etik Dışı mı, Suç mu?

Hollywood’u karıştıran herkesin bildiği sır! Weinstein skandalı ile ilgili soruya da yine bilmiyorum, duymadım diye cevaplayarak herkesi hayretler içinde bıraktı. Matt Dillon ise aynı soruya çok da samimi bir cevap vererek; “Bunun sır olmadığını zaten biliyor yıllardır duyuyorduk. Etik ve suç farklı şeyler bunun suç olduğunu bilmiyordum. şeklinde yanıtlayarak yine de kafalarda soru işareti bıraktı. Juliette Lewis ise aynı soruya görece daha sevimli bir yanıt vererek, kimse buna cesaret edemedi; kafalarını uçururdum diye yanıtladı. Yalandan da olsa, ne güzel güldü o sabah bize. Emmy ödüllü “Entourage” dizisinin yıldızı Adrian Greiner ise görece sorulara daha aklı başında yanıtlar verdi. Kendisine yöneltilen Türkiye politik olarak dışarıdan nasıl görünüyor sorusuna; birçok Amerikalının aksine bilgim olmadan fikir yürütmek istemem diyerek yanıtladı. Bizdeki “Survivor” dizi sektöründen hareketle sorulan setlerdeki şartlar sorusuna o kadar uzaktı ki “Tıpkı tatil gibiydi.” diyerek içimizi dağladı.

Michel Hazanavicius ve Cannes Etkisi; Bosna’da Bilim Kurgu ve Döner

Açıkçası festival boyunca bana kendimi Cannes’da hissettiren tek an cool gözlükleri, Polo tarzı, Fransız aksanlı naif İngilizce konuşmasıyla yürüyen asalet Michel Hazanavicius’un kapıdan içeri girdiği an oldu. Son filmi Redoutable üzerine tüm soruyla titizlikte cevaplandıran yönetmen sempatik tavırlarıyla filmleriyle olduğu gibi karakteriyle de sevgimizi kazandı. Danis Tanovic basın toplantılarında bulunmayı pek sevmediğini itiraf etti, birkaç sene önce filmim burada ödül almıştı ancak gelemedim; film festivallerine bir gitmeye başladınız mı sonu yok, bir bakmışsınız bütün hayatınız festivallerde geçmiş diyerek, durumun gereksiz olduğunun altını çizdi… Sorulara genelde alaycı ve esprili yanıtlar verdi. Bosna’nın geleceğini nasıl görüyorsunuz sorusuna; bilim kurgu filmi ilginç olurdu, ama yine döner kesmeye devam ederdik cevabıyla olaya eksantrik bir bakış açısı getirdi.

Türkiye Sineması mı, o da ne?

Christopher Walken’lı basın toplantısını hatırlayalım; kendisine Türkiye sineması hakkında ne düşündüğü sorulduğunda; Çin ve Hindistan gibi ülke sinemalarını örnek vererek “Ne yazık ki bu ülkelerin filmlerini izlemeye pek vaktim olmuyor. Oscar zamanı eve DVD yolluyorlar, orada ne varsa onları izliyorum, onun dışında klasik filmleri izlemeyi tercih ediyorum.” demişti. Hemen ardından buluşma fırsatı yakaladığımız Juliette Lewis de benzer bir yanıt vererek, sinemamız hakkında bilgi sahibi olmadığını söyledi. Biraz daha şanslı olduğumuz başka bir basın toplantısında Matt Dillon; Fatih Akın ve Ferzan Özpetek’i örnek göstererek yüreklere su serpti. Özetle başlıkta yazdığım sözü burada tekrar etmek isterim; “Madem sen bensin ben de senim, niceye bu şenlik benlik?”

Bir şeyi bulunmadığı yerde aramak…

Dönelim en başa; 54. Uluslararası Antalya Film Festivali heyeti, 21 Temmuz 2017 tarihinde gerçekleştirdiği basın toplantısında “ulusal yarışmayı” kaldırdığını duyurmasıyla tartışmaların fitilini ateşlemişti. Ulusal yarışmanın kaldırılacağı duyumlarını birkaç yıldır kulislerde duyuyorduk ancak gerçek olabileceğine pek de ihtimal vermemiştik. Bu yüzden basın toplantısı çoğu kişide büyük bir şok ve soğuk duş etkisi yarattı diyebiliriz. Ulusal yarışmayı kaldırıp film foruma ağırlık vermenin aynı şey olduğunu düşünmüyorum. Film forumda verilen destekler ve yapılan çalışmalar ne kadar önemli olsa da ulusal yarışmanın yerini almasına imkân yok. Sonrasında yönetmen Kaan Müjdeci öncülüğünde başlatılan karşı hareket sinema camiasından büyük destek gördü. Kişisel olarak da çok yaratıcı ve amacına hizmet eden bir çalışma olduğunu düşünüyorum. Sonuç olarak bu festival bizim; halkın ve sinemacıların… Herkesin bildiği gibi Antalya bugün dünyada önemli ödüller kazanan birçok yönetmenin ilk adımlarını attığı yer… Dolayısıyla bu karara itiraz etmeleri ve protesto etmeleri etkiye tepki yasasının kısa ve en kolay anlaşılması gereken sonucu olmalıydı. Festivalde zaten filmleriyle yer alamayacak sinemacıların festivale gitmemesi kadar doğal bir şey yok… Ancak bir sinema yazarı ya da gazetecinin festivali gitmeyerek protesto etmesi kadar da eşyanın doğasına aykırı bir durum yok… Yine Mevlana’nın bir sözünden hareketle; bir şeyi bulunmadığı yerde aramak, aramamak demektir. Sanırım bu her şeyi özetliyor.

(31 Ekim 2017)

Gizem Ertürk

Biz Bir Şiir Okuduk

Yazımın başlığı ‘İşe Yarar Bir Şey’in Adana Film Festivali’ndeki gala gösteriminin ardından bir izleyicinin sözlerinden alınma. Yönetmen Pelin Esmer gibi ben de pek etkilendim bu saptamadan. Bu hafta sinemalarımızda gösterime giren filmin ana karakteri bir şair. Avukatlık mesleğini de sürdüren Leyla ile hemşirelik son sınıf öğrencisi Canan’ın yolları İstanbul’dan İzmir’e giden gece treninde kesişiyor. Lise arkadaşlarıyla yıllar sonra ilk kez buluşacağı 25. yıl yemeğine gitmek üzere Mavi Tren’e binmiştir Leyla. Babasına iş görüşmesine gidiyorum diye yola çıkan Canan’ın niyeti başkadır oysa; bir kaza sonucu boynundan aşağısı tutmayan Yavuz’un ötanazi arzusunu gerçekleştirecektir. İki kadının trende başlayan arkadaşlıkları huzursuz genç hemşire adayının sırrını ifşa etmesiyle gizli bir suç ortaklığına dönüşür. Uzun gecenin sonunda İzmir’e vardıklarında Yavuz’un kaderini üçü birlikte tayin edeceklerdir.

‘İşe Yarar Bir Şey’ (hizmet dışı kalmış ve halen akıbeti belirsiz) Haydarpaşa tren istasyonundan başlayan bir içsel yolculuğun hikâyesi. Herşey, Esmer’in Bıçakçı’ya şair bir kadınla ilgili bir film yapalım önerisiyle başlamış. Fazla edebi olacağı endişesiyle iç ses kullanma konusunda tereddüde düşmüşler bir süre. Ancak Esmer’in ustalıklı sineması Bıçakçı’nın şairane metniyle pek güzel örtüşmüş ve ortaya başarılı bir olgunluk çağı yapıtı çıkmış. ‘Trenin içinde film çekmenin, tren yolculuğu kadar keyifli olduğunu’ ifade ediyor sinemacı. Uzun bir ilk yarı boyunca dar mekânı incelikle kullanıyor. Yolcuların farklı hikayelerinin yanı sıra, tren penceresinden tanık olduğumuz sokaklara, insanlara, farklı hayatlara her zamanki belgeselci titizliğiyle hikayesinde yer açıyor. İstasyon görevlilerinden kaçan duvar ressamının karaladığı karga motifi ile trendeki olayları Yavuz’a taşıyor.

Körfez’e bakan penceresinden hareket halindeki insanları, sokak satıcılarını, faytonları izleyen genç adamın hayranı olduğu şairle karşılaşmasının coşkusuna (‘bana hemşire yerine şair yollamışlar’) Latin Amerikan edebiyatının önde gelen temsilcilerinden Arjantinli yazar Julio Cortázar’ın ‘Bir Sarı Çiçek’ adlı öyküsü, Barış Bıçakçı’nın film için kaleme aldığı müthiş şiiri ‘Fotoğraf’ katılıyor. Bıçakçı’nın ‘hayatı bizi yaprakları arasında kurutan bir kitap olarak’ betimlediği dizelerine üst kattan yükselen ve Reha Erdem’in ‘Jîn’inden sonra bir kez daha bir filmimizde kullanılan İzlandalı çellist Hildur Gudnadóttir’in güzelim tınıları (Strokur) eşlik ediyor.

Nuri Bilge Ceylan filmlerinden aşina olduğumuz Gökhan Tiryaki’nin imzasını taşıyan görüntüleri, Başak Köklükaya, Öykü Karayel ile Yiğit Özşener’in birinci sınıf oyunculukları ile beslenen ‘İşe Yarar Bir Şey’ yılın en iyi çalışmalarından biri. Kaçırmamaya çalışın.

(26 Ekim 2017)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Büyük Kentin Küçük İnsanları

70. Cannes Film Festivali’nde dünya prömiyerini yapan ‘Good Time’ bizde ‘Soygun’ adıyla gösterimini sürdürüyor. Bağımsız Amerikan sinemasının yeni gözdeleri olan Benny ile Josh Safdie biraderlerin birlikte çektikleri üçüncü uzun metrajları bu. Festivallerin gözdesi olan ancak ülkemizde gösterim şansı bulamamış önceki çalışmaları, New York denen devasa metropolün günlük karmaşasında yitip giden küçük insanların hikâyelerini belgeselci bir tavırla beyazperdeye taşır. 2009 yapımı ‘Daddy Longlegs’ (diğer adıyla ‘Go Get Some Rosary’) yılda yalnızca birkaç haftalığına çocuklarını yanına alabilen baba Lenny’nin oğullarıyla birlikte geçirdiği deli dolu süreci öyküler. Yönetmenlerin çocukluklarından izler taşıyan, çocuk olmak ile yetişkin gibi davranmak arasındaki çizginin netliğini kaybettiği hoş bir duygusal güldürüdür bu. Büyük kentin sokaklarında ve izbe evlerde yaşayan, sevdiği kadın için herşeyi göze alan uyuşturucu bağımlısı Harvey’yi merkeze alan 2014 tarihli ‘Heaven Knows What’ daha sancılı bir hikâye anlatır.

Acemi bir soygun işine girişen iki kardeşin hikâyesi çerçevesinde, New York sokaklarında bir an bile hız kesmeyen, nefes nefese bir suç ve gerilim filmi olan ‘Good Time’ın Cannes’ın ana seçkisine dahil edilmesi, festival yöneticilerinin yeni bir Tarantino keşfi peşinde olduklarını düşündürtüyor. Oysa burada suça bulaşan ana karakterler şiddet düşkünü değil. Silah taşımıyorlar, ufak çaplı soygun, banka memuruna vezne altından iletilen yazılı notlarla yürüyor. Bankacıların soyguncular kadar tedbirli olduğu çağımızda işleri yolunda gitmiyor iki kafadarın. Ağabey Connie bir yolunu bulup izini kaybettirse de, mental sorunları olan küçük kardeş Nick polisten kaçamıyor. Kardeşini kurtarmak için her yolu denemeye kararlı olan Connie, bitmek bilmeyen kaotik bir New York gecesinde kendisini zamana karşı bir kovalamacanın ortasında buluyor.

Hoş vakitler anlamına gelen alaycı özgün ismiyle bir çaresizliğin hikâyesini anlatıyor ‘Soygun’. Çağımızın şiddet yüklü suç hikâyelerinden ziyade yetmişli yılların bağımsız Amerikan sinemasına yakın duruyor bu haliyle. Safdie kardeşlerin eroin alt kültürünü belgeselci bir tavırla ele aldığı bir önceki filmleri Al Pacino’yu cümle aleme tanıtan 1971 tarihli ‘Esrar Bitti / The Panic in the Needle Park’ ile karşılaştırılmıştı. ‘Soygun’un ise yine Pacino’nun başrolünde olduğu 1975 yapımı Sidney Lumet filmi ‘Dog Day Afternoon’ etkisi taşıdığı rahatlıkla söylenebilir.

Yetmişli yılların New York merkezli suç dramalarına yeniden hayat vermeye çalışan Safdie kardeşlerin Amerikan sinema endüstrisi boyutları ölçüsünde hayli küçük bütçeli son çabası olan ‘Soygun’ gayet umut verici bir biçimde başlıyor. Uzunca bir giriş bölümünde, akli sorunları olan Nick, psikiyatristin sorularıyla baş edemiyor. ‘Tuz’ ve ‘Su’ kelimeleri ona ‘Kumsal’ı hatırlattığında gözleri doluyor. O sırada odaya dalan ağabey Connie kardeşini alıp kaçırıyor dört duvar arasından. Planladığı soygunu birlikte yapacak ve hayal ettikleri çiftlikte yeni bir hayata başlayacaklardır birlikte. Küçük kardeşin ebeveyn yokluğu ve Yunan asıllı büyükannenin kötü davranışlarından etkilenmiş olduğunu seziyor, ağabeyin kardeşinin mutluluğu için her şeyi yapmaya hazır olduğuna tanık oluyoruz bu ilgiye değer açılış sekansında. Sonrasında bir gece boyunca çeşitli yan karakterler çıkıyor karşımıza. Baskıcı annesiyle yaşayan geçkin eski sevgili (küçük bir rolde özlediğimiz Jennifer Jason Leigh), yaşlı büyükannesiyle yaşamaktan bıkmış 16 yaşındaki başına buyruk siyahi kız (genç yetenek Taliah Webster), yanlış bir hamle sonucu gece serüvenine ortak olan şartlı tahliyeyle yeni salıverilmiş eski mahkûm, talihsizce Connie’nin gazabına uğrayan lunapark bekçisi (Barkhad Abdi) adrenalin yüklü bir gece boyunca filmin konuğu oluyorlar. Ancak ne ana aktörler, ne de yan karakterler, yönetmenlerin açıkça etkilendikleri Lumet, Cassavetes ya da Scorsese’nin ilk dönem filmlerinde olduğu denli derinleşemiyor.

Safdie kardeşlerin filmi bir noktadan sonra öykünün hızlı akışına ve görsel cambazlıklara yaslanıyor. Omuz kamerası ve aşırı yakın planlar giderek yormaya başlıyor. Sean Price Williams’ın kamerası Connie’yi canlandıran Robert Pattinson’un çehresini pembeden maviye renkten renge boyuyor. Kavuniçi aydınlatılmış sokaklar, eğlence parkının rengarenk ışıklarıyla yaratılan görüntü cümbüşü, Oneohtrix Point Never adıyla albüm yapan Brooklyn’li besteci Daniel Lopatin’in (Cannes’da ödüllendirilen) adrenalin yüklü punk elektronik müziği ve Benny Safdie ile senaryoda da katkısı bulunan Ronald Bronstein’ın huzursuz kurgu çalışması ile besleniyor. New York kentinin çeperlerinde yaşayan marjinal insanların natüralist hikâyeleri tuhaf karakterlerin at koşturduğu Kafkaesk bir soygun hikâyesine, finale doğru absürd bir güldürüye dönüşmekten kurtulamıyor.

Eski vampir Pattinson farklı bir kompozisyonda adrenalin yüklü bir oyun veriyor. Ancak kişisel tercihim sorunlu kardeşteki dokunaklı yorumuyla Benny Safdie’den yana. Post prodüksiyon döneminde filmden etkilenerek sözlerini kaleme aldığı final şarkısı ‘The Pure and the Damned’i bizzat yorumlayan Iggy Pop, ‘Soygun’un güzel sürprizlerinden biri. Iggy ‘Saf ve lanetli olan herşey sevgiden (aşktan) kaynaklanır / Olmayacak biliyorum ama güzel bir hayal bu / Zincirlerimden kurtulup parlak gökyüzüne bakmak istiyorum / İstediğimiz herşeyi yapabileceğimiz bir yere gidip timsahları okşayacağız bir gün, inan buna’ diye bitiriyor şarkısını. Bir sonraki projeleri ‘Uncut Gems’i Martin Scorsese yapımcılığında çekmeyi planlayan genç yönetmenlerin yetmişler ruhunu canlandırma yolunda attıkları adımları izleyelim, görelim.

(21 Ekim 2017)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Maymunlar Cehennemi

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

54. Uluslararası Antalya Film Festivali’nin Jüri Başkanı olduğu açıklanan, dünya sinemasının önemli yönetmenlerinden Filistin’li Elia Suleiman’ı, 01 Kasım 2002 tarihinde Umut Sanat tarafından sinemalarımızda gösterime çıkarılan Kutsal Direniş (Intervention Divine) adlı filmiyle tanımış ve çok sevmiştim. Diğer Elia, Elia Kazan’ın, bir kısmını Türkiye’de çekmiş olduğu siyah-beyaz “Amerika-Amerika” filmini ise Sami Şekeroğlu’nun kurucusu olduğu -o zamanki adıyla- Türk Film Arşivi’nin kısa bir süre gösterim yaptığı Harbiye’deki salonunda izlediğimi hatırlıyorum. Bu arada yarın (04 Ağustos 2017) vizyona girecek olan Bırak Kendini (Lasciati Andare – Let Yourself Go) adlı İtalyan filminde başroldeki Toni Servillo’nun canlandırdığı karakterin adının da Elia olduğunu belirteyim. Filistinli Arap sinemacı ile Kayseri kökenli Amerikalı sinemacıya aileleri tarafından aynı ismin verilmesi sinema sevgisinin evrenselliğini gösteriyor sanırım. (02 Ağustos 2017)

Hayatın içinden, senaryoda yazsan inanılmayacak bir tesadüfün hikâyesi: İstanbul’da göremediğim Maymunlar Cehennemi: Savaş filmini izlemek için Bodrum’dan yola çıktım, Turgutreis istikametindeki Midtown AVM.deki Cinemaximum Sineması’na gidiyorum. (Araya reklam aldım.) Minibüse bindiğimde malûm olduğu üzere sosyal medyadaki reytinglerimi kontrol ederken baktım aydın bir yönetmen arkadaş son yazdığım paylaşıma “Ne oldu yine, kim üzdü seni?” mealinde yorum yazmış. Altına, “Sorun yok, ortaya karışık bir sitem yazdım, anlayan anlar.” diye cevap verdim. O sıra minibüs aldı yükünü gidiyor, yönetmen arkadaş sözle de teselli verme ihtiyacı duydu herhalde, aradı beni, açtım telefonu. Havadan, sudan, çayırdan, çimenden konuştuk. Yeni filminin vizyona girme aşamasına ulaştığını söyledi. Söz döndü dolaştı, İstanbul’dan gitmek mi zor, gitmemek mi zor meselesine geldi. İstanbul’dan giderek yeni diyarlara yelken açmanın, dönerek ise hasrete son vermenin mutluluğunu yaşadığımız konusunda mubatakata (“mutabakata” diye düzelt Yıldırım) vardık. O sırada İstanbul’dan Egenin bilinmeyen, küçük bir yerleşim birimine göç eden bir başka yönetmen arkadaşı da andık. O’na olan sevgimizden, özlemimizden bahsederek konuşmamızı sonlandırdık. Telefonu kapattığımda minibüs tam Bitez’den geçiyordu, birden durdu. Minibüse kim bindi dersiniz: Az önce telefonda bahsettiğimiz diğer yönetmen arkadaş. Hayretimi gizleyemedim tabi, öpüştük, sarılıştık. Daha sonra söylesem inanmayacağı için diğer yönetmen arkadaşı da aradım, konuştular, şaşkınlığımıza o da iştirak etti. Yönetmen arkadaşların adlarını yazı içine sakladım. (*) Bu saklama şeklinin mucidi bendenizim, onu da belirtmiş olayım. Bu arada Maymunlar Cehennemi: Savaş filminin, başrolünü Charlton Heston’un oynadığı ilk orijinal Maymunlar Cehennemi filminden sonra, hepsini seyrettiğim serinin en beğendiğim filmi olduğunu belirteyim. Tespitlerime göre memleketimiz sinemalarında arz-ı endam eden Maymunlar Cehennemi filmleri şunlar: Maymunlar Cehennemi (Charlton Heston’lu, 1968), (**) Maymunlar Cehennemine Dönüş (Ekim 1971), Maymunlar Cehenneminden Kaçış (Nisan 1973), Maymunlar Cehenneminde İsyan (Ocak 1974), Maymunlar Cehennemi (Yeni serinin başlangıç filmi, Özen Film, 19 Ekim 2001), Maymunlar Cehennemi: Başlangıç (05 Ağustos 2011), Maymunlar Cehennemi: Şafak Vakti (11 Temmuz 2014), Maymunlar Cehennemi: Savaş (14 Temmuz 2017)
(*) Yönetmen arkadaşlardan onay aldım, sakladığım adlarını sırasıyla açıklayayım: “Turgutreis istikametindeki Midtown…” (Turgut Yasalar) / “…aydın bir yönetmen arkadaş…” (Aydın Bağardı) / Her ikisine de selam olsun.
(**) Sadi Bey’in ay bazındaki vizyona çıkış tarihi notları Eylül 1971’den itibaren başladığı için ilk filmdeki bu tarih yapım tarihidir. (04 Ağustos 2017)

Basın ve yapılan eleştiriler filmlerin tanıtımlarına hasbelkader katkıda bulunuyor kanaatindeyim. Öyle olduğu halde bazı film şirketleri ön gösterim yapmadıkları bir yana, yazılı ve görsel bilgi dahi göndermiyor. İddialı filmlerin tanıtımları için aklıma harika bir öneri geldi, sabah sabah 10u yazayım dedim: Mesela filminizde/filminizi Brad Pitt, Tom Cruise, -ne bileyim- Marion Cotillard, Cüneyt Arkın, Christopher Nolan, Şahan Gökbakar falan oynuyorsa/yönetiyorsa hiçbir şey yapmanıza gerek yok. Sadece “Falanca tarihte Brad Pitt filmimiz var”, “Filanca tarihte Tom Cruise giriyor”, “Cüneyt Arkın’ın muhteşem dönüşü” şeklinde duyurular yapın, amacınız hasıl olur. Hatta “Recep 6” deseniz yeter, Şahan Gökbakar demeye bile gerek yok; millet oluk oluk gelecek, oy verecek, pardon hasılat rekoru kıracak. Yapacağınız masraf da cebinizde kalır, çatır çatır yersiniz 10u. (05 Ağustos 2017)

Bir yanda bu işten para kazanan profesyonel film şirketlerinin ücretsiz wetransfer ile 100, 200 megabayt bilgi ve görsel göndermesi, diğer yanda bu işten para kazanmayan amatör web sitelerinin kısıtlı internet paketleriyle bilgi ve görselleri indirmeye çalışması veya ücretsiz wetransfer’in 7 günlük süresini kaçırıp bilgileri indirememesi. Eminim bu işte bir terslik var. Filmlerinizin bilgi ve görsellerini ücretsize değil de ücretli ve sınırsız kullanım imkânı olan wetransfer’e yükleseniz ve internet kullanımını da kendiniz üstlenseniz ne güzel olur. Bedava internet bulduğumda bilgi ve görsellerinizi kolaylıkla indiriyorum da, bedavayı bulamayınca benim üç kuruşluk emekli maaşımdan ödemeye çalıştığım telefonumun 2 megabaytlık internet paketi 1 günde bitiyor, ondan sonra -afedersiniz- dona kalıyorum, hiçbir iş yapamıyorum. Sırası gelmişken sadibey.com’u çeşitli sürelerde bürolarında barındıran Pinema Film, Avşar Film, 35 mm Filmcilik ve Duka Film’e teşekkür ederim. (06 Ağustos 2017)

(18 Ekim 2017)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Ayla -Üzerinden Yaşananlara Dair-

Yedinci sanat olarak adlandırılan sinema, bütün sanat dallarını bağrında taşıdığı gibi onların güçlenip yaygınlaşmasını da sağlamış. Buna da bağlı olarak gündemde kalamayan dallar varken, sinema gündem oluşturan, kamuoyunun ilgisini hep üzerinde duyan bir sanat dalı.

İyi bir film için önce iyi bir senaryo gerektiği öteden beriye bilinen bir gerçektir. Senaryonuz güçlü değilse, görsel olarak tatminkâr bir film yapsanız bile izleyiciden not alamazsınız.

Ekip işi…

Parmağınızla kuma şekiller çizip resim yapabilirsiniz, gazetenin ucuna yazı yazabilirsiniz, dilinizle ritim tutup dans edebilir, oynayabilirsiniz, çamurdan heykeller de yapabilirsiniz… ama sinemaya gelince, işin içine endüstri girdiği için birçok şeye gereksinim duyarsınız. Öykü yetmez sinemaya, senaryolaştırmak gerekir. Mekân bulup uygun oyuncu belirlemelisiniz, kamera, ışık, ses ve set ekipmanı, montaj masası… müzik, derken laboratuvar işlemleri, kopyalama, salon bulma… Her biri dile kolay. Bu kadar şeyi ve insanı bir noktaya odaklamak ve çalışmalarını sağlamak zorundasınız. Sonuçta yaptığınız beyazperdeye düşen bir gölge sadece…

İşiniz zor…

Sinemanın zorluğu bunlar kuşkusuz… Ortaya çıkan ise gerçek bir sanat yapıtı, kim ne derse desin.

Teknoloji geliştikçe ve yaygınlaştıkça, artık cep telefonuyla bile film çekilebiliyor, bilgisayarda montajlanıp sosyal medya üzerinden izleyiciye ulaştırılıyor.

Bu da sinemanın daha bir titiz çalışılması, daha ince eleyip sık dokunması gereken bir sanat olduğunun kanıtı, bir bakıma. Onca ürünün arasından sıyrılabilmeniz için senaryonuzun da çok iyi kurulması, oyuncularınızın da çok iyi rol yapması, mekânlarınızın da konuya uygun olması, müziğinizin de aynı derecede güçlü olması gerekiyor. Bir de tanıtımı önemli kuşkusuz. Onlarca salonda (televizyonlarda, “yersiz uzun yerli dizilerle” rekabet de var) gösterilen yüzlerce filmin arasından seçilmeniz için göz ardı edilemeyecek bir çaba harcanmalı (yerli filmlerin tanıtım çabasının giderek daha da azalmasını anlayamadığımı belirtmeliyim).

Barış içinde bir arada…

Nasıl ki aynı çatı altında yaşıyorsak, aynı işyerini paylaşıyorsak, kavgadan uzak, anlayışlı davranarak birbirimizi taşıyorsak, sinemada da aynı şey geçerli. Herkes yerini, işini, gücünü bilir ve uyum içinde bir arada çalışır, çalışmak zorundadır. Eğer o uyum bozulursa film, film olmaktan çıkar.

Yeşilçam’a, 1980’de girip de setlere gitmek istediğimde kulağıma küpe olan sözü Atıf Yılmaz söylemişti: “Herkesin görevi var ve kimsenin işine karışmayacaksın.” Hazırlık aşamasında çatır çatır tartışmamıza karşın sette yönetmenin dediğinin olması gerektiğini öğrendim o sözle… Çünkü film (kim ne derse desin) yönetmenin yapıtıdır.

Ayla ile büyüyen tartışma

Bu yıl Oscar’a aday olarak gönderilmesi kararlaştırılan Ayla filmi, içeriğinden çok yapımcı – yönetmen – senarist tartışmasıyla öne çıktı.

Kim haklı, kim değil tartışmasına girmeden bu sorunun hiç de etik olmadığını, sürdürülmesinin de yanlış olduğunu söylemeliyim.

Ön gösteriminde izlediğim Ayla’da senarist ön jenerikte yoktu, son jenerikteyse küçük (sonradan) yazılmıştı. Bu, filmin sahipleri tarafından filme yapılan en büyük kötülüktür. Yıllarca reji asistanı ve yönetmen olarak çalıştığım setlerde, bir süre sonra yakınmalar artar, kavgalar bile çıkar ama bitip de sular durulduğunda herkes arkadaş olur yine… Bu kez o kavgaya neden olan sorunlara gülünür, hem de kahkahalarla.

Basından izlediğim kadarıyla filmin fikir babası da olan senarist Yiğit Güralp’in adının filmde (kendisinin dile getirdiğince, tanıtımlarda, filmin sitesinde hatta fragmanda) yer almaması filme zarar verir. Bu tartışma burada kalır mı sanıyorsunuz? Akademi’de de gündeme gelecek ve Ayla belki de hak ettiği ödülü, övgüyü alamayacak.

Siz filme emeği geçenlere hak ettiği yeri/onuru verin, sizinle birlikte film de hak ettiği yere ulaşsın. Bu, yapımcı için olduğu kadar senarist için de geçerli.

Filme gelince…

Biz, yakın tarihimizin sadece genel çizgilerini biliyoruz. Kore Savaşına neden katıldık, ne yararı vardı, dahası orada neler yaşandı, ülkemize katkısı ne oldu, dünyanın öbür ucundaki savaşın bizimle ne ilgisi vardı gibi gerçekleri hiç bilmiyoruz. Okullarda öğretilmedi (zaten okumayı pek sevmeyiz). Ayla da bunlara girmiyor, ama oradaki birliklerimizdeki insan sevgisi yüklü gerçekleri getiriyor. İkinci Dünya Savaşını ve Vietnam Savaşını anlatan Amerikan filmlerinin etkisi göz ardı edilmemeli.

Ayla’ya, Oscar yolunda başarılar diliyorum. Seyircisi bol olsun.

(18 Ekim 2017)

Korkut Akın

Ferhan Baran Yazıyor: Toprak Ana’nın Çığlığı

Amerikan sinemasının yaratıcı yönetmenlerinden Darren Aronofsky’nin merakla beklenen son filmi ‘anne! / mother!’ yeşillikler ortasındaki bir malikaneyi mekân alıyor. Evin sahibi olan orta yaşlardaki yazar ile genç karısı, baba yadigârı yapıyı elden geçirmekte, adam son şiirinin ilhamını kovalarken, kadın yenilenen su tesisatından duvarların boyanmasına onarım işleriyle ilgilenmektedir. Çiftin bu inzivai cennette huzurlu görünen yaşamları, … Devamı… »

Haneke’nin Mutsuz Avrupa Tablosu

Michael Haneke’nin sinemalarımıza uğrayan yeni filminin adının ‘Mutlu Son / Happy End’ olduğuna bakmayın. Seyri hiç de kolay olmayan şiddet yüklü ilk çalışmalarından birine ‘Eğlenceli Oyunlar’ anlamına gelen ‘Funny Games’ ismini vermiş olan sinemacı acı gülüşünü elden bırakmamış yine. Kariyerinin başından beri ele aldığı sorunlu aileler, kuşaklar arası sevgisizlik ve bastırılmış kollektif suçluluk duygusunun yarattığı tahribat gibi temalar çerçevesinde günümüz insanının çaresiz yalnızlığını dile getirmiş olan çağdaş sinemanın görmüş geçirmiş büyük ustasının, geçtiğimiz Cannes Film Festivali ana seçkisinde görücüye çıkan son çalışmasında kara mizahi yapı daha da güçlü.

Fransa’nın kuzeyindeki Calais’de yaşayan inşaat şirketi sahibi Laurent ailesinin görünürdeki refah yaşamı etrafında şekilleniyor film. Köklü zengin aile duvarları değerli tablolarla süslü malikanede kendi içsel sorunlarıyla boğuşurken, dışarıda zorlu bir yaşam savaşı sürmektedir. Ülkenin en ihtilaflı göçmen kamplarının bulunduğu liman kentinden yola çıkarak, arka planda Avrupa’daki mülteci sorununa dikkat çekmek istiyor Haneke. Ancak odak noktası, dağılmakta olan Avrupa ailesinin mutsuz bireyleridir. Yönetmen lüks malikaneye hapsedilmiş refah yaşamların cilasını kazırken, dipteki derin boşluğu, sevgisizliği ve intihar eğilimlerini açığa çıkarıyor bir kez daha.

Ölmeyi arzulayan bunamanın eşiğindeki 85 yaşındaki büyükbaba (Jean-Louis Trintignant) arabayla intihar teşebbüsünde başarısız olduğunda çevresindekilerden yardım istiyor. Şirketin başındaki kızı Anne (Isabelle Huppert) rekabetçi düzende başarısız damgasını yemiş yönetici oğlu Pierre (Franz Rogowski) ile çatışma halindedir. İtibarlı kardiyolog oğul Thomas (Mathieu Kassovitz) ünlü bir çellist ile cinsel fanteziler peşindedir. Aile bireylerinin en küçüğü Thomas’nın 13 yaşındaki kızı Eve (Fantine Harduin) dağılmanın eşiğindeki ailenin en sorunlu bireyidir belki de.

Film, Eve’in çektiği canlı instagram videosuyla açılıyor. Bu başlangıç 30 yıllık kariyeri boyunca medya teknolojisinin dünyayı değiştirdiğini ifade etmiş ve öykülerini zamanın izleme alışkanlıklarına göre şekillendirmiş Haneke için şaşırtıcı değil. 1992 yapımı ‘Benny’nin Videosu’nun katliam görüntüleri içeren video görüntüleri, 2005 tarihli ‘Saklı / Cache’nin bir burjuva apartmanı ve çevresinin sabit kamerayla çekilmiş fotoğrafı andıran açılış sahnesinin ardından bu defa çağımız insanını esir almış instagram videoları ve internet yazışmalarından içeri bakıyor Haneke. ‘Mutlu Son’un açılışında uzunca bir süre yer alan Eve’in canlı instagram yayınında annesinin tuvalet hallerini, yiyeceğine depresyon ilacı zerk edilmiş hamster’ın akibetini ve de annenin aşırı dozdan intiharını izliyoruz. Thomas ile viyolonsel virtüözünün cinsel fantezilerini pornografik internet yazışmaları vasıtasıyla öğreniyoruz. İletişim teknolojisinin baş döndürücü bir hızla ilerlediği ve mahrem alanların hızla işgal edildiği çağımızda insan hayatının nasıl da giderek çölleştiği, yalnızlık ve mutsuzluk meselesinin nasıl da tavan yaptığına dair yaman çelişkiyi gözler önüne seriyor sinemacı.

Bu sevgisiz menfaat dünyasında 13 yaşındaki torunun ortada kalma duygusu ile bunama sinyallerinden yorulmuş yaşlı dedenin azap çekeceği bir hayatı devam ettirme endişesi kesişiyor. Ailenin gözden çıkarılmış veliahtı Pierre’in ihmali yüzünden yaşanan iş kazasının sonuçlarından arınmak için duvarın ardındaki mültecileri malikanedeki davete misafir etmesi ve evdeki Faslı hizmetçilerden ‘kölemiz’ diye söz etmesi, kollektif suçluluk duygusunun trajikomik dışavurumuna dönüşüyor. Laurent ailesinin özelinde Avrupa’nın dağılışını, soyut duvarlarla sorunları uzak tutmaya çalışan, mülteci sorunu karşısında çaresiz kalan, finansal krizler karşısında yabancı sermayeden medet uman Avrupa’nın kaçınılmaz çöküşünü dile getiriyor Haneke. Seyir zevkini bozmamak amacıyla detaylarından bu yazıda söz etmeyeceğimiz muazzam finalde usta sinemacının acı mizahı doruğa ulaşıyor.

(13 Ekim 2017)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Toprak Ana’nın Çığlığı

Amerikan sinemasının yaratıcı yönetmenlerinden Darren Aronofsky’nin merakla beklenen son filmi ‘anne! / mother!’ yeşillikler ortasındaki bir malikaneyi mekân alıyor. Evin sahibi olan orta yaşlardaki yazar ile genç karısı, baba yadigârı yapıyı elden geçirmekte, adam son şiirinin ilhamını kovalarken, kadın yenilenen su tesisatından duvarların boyanmasına onarım işleriyle ilgilenmektedir. Çiftin bu inzivai cennette huzurlu görünen yaşamları, davetsiz misafirlerin kapıyı çalmasıyla gölgelenir. Yazarın ölmek üzere olan hayranı, ertesi gün karısı ve nihayetinde babalarının mirası için daha o hayattayken birbirine giren iki yetişkin oğlu evin tüm huzurunu kaçıracak, meraklı ziyaretçilerin evdeki ata yadigârı kristali tuzla buz etmesiyle birlikte işler daha da karışacaktır.

‘Kaynak / The Fountain’ ile ‘Nuh: Büyük Tufan / Noah’ filmlerinde kutsal metinlerden yola çıkmış olan Aronofsky’nin tutkulu bir çevreci olduğunu açıklamalarından biliyoruz. Bir önceki filminin konu edindiği büyük tufanın günümüzdeki global ısınmanın getireceği felâketlerin bir habercisi olduğunu hatırlatan sinemacı, ülkesinde ardarda yaşanan doğa felâketleri karşısında endişesinin her sorumlu dünya vatandaşı gibi büyümekte olduğunu ifade ediyor. ‘anne!’ bu endişenin beyazperdeye düşmüş hali. ‘Rosemary’nin Bebeği’ usulü bir psikolojik gerilim olarak ilerleyen film, dini ve çevreci metaforlarla yüklü bir kâbusa dönüşmekte gecikmiyor. İlham peşindeki şair Tanrı’yı, genç ve çalışkan karısı Toprak Ana’yı, ilk ziyaretçiler Adem ile Havva’yı, düşman oğulları Habil ve Kabil ve nihayetinde evi (ya da Dünya’yı) işgâl ederek yağmalayan misafirler ve hayranlar ordusu da insan neslini temsil ediyor.

Yoğun semboller ve sembol diyaloglarla ilerleyen ve kıyameti tasvir eden finalle doruğa ulaşan seyri kolay olmayan bir deneyim ‘anne!. Filmin sembolik yapısı yapım tasarımından başlıyor. Mekân olarak seçilmiş Viktoryen ev, o dönemde bilim adamlarının insan beyni için en mükemmel şekil olduğunu düşündüğü sekizgen biçiminde tasarlanmış. Sekiz rakamının İncil’de yeniden doğuş ve yenilenme kavramları düşüncesinden yola çıkan yönetmen, sekizgen temayı evin şekli dışında aydınlatma araçlarında, kapı panelleri, resim çerçeveleri ve diğer eşyalarda kullanmaya özen göstermiş. Uzun planlardan kaçınarak, el kamerası kullanımının tercih edildiği yakın ve orta çekimlere yer vermiş. Bu da filmin klostrofobik geriliminin tırmanmasına destek olmuş.

Ev işgâli hadisesinde, sinemada gerçeküstücülüğün babası Luis Buñuel’in ölümsüz başyapıtlarından ‘Yokedici Melek / El Angel Exterminator’den etkilendiğini belirtiyor Amerikalı sinemacı. Bu ilham kategorisine İspanyol asıllı büyük sinemacının, Leonardo da Vinci’nin ünlü ‘(Hz.İsa’nın) Son Akşam Yemeği’ tablosunun kanlı canlı beyazperdeye taşındığı ‘Viridiana’sını da ekliyorum kişisel olarak. Philip Messina’nın kusursuz yapım tasarım çalışmasından, Aronofsky’nin ilk uzun metrajı ‘Pi’den beri değişmez çalışma arkadaşı Matthew Libatique’in görüntülerinden beslenen bu kaotik rüya film, çağımızın en yetenekli oyuncularından Jennifer Lawrence’in yakın plan usta yorumundan büyük destek alıyor.

‘anne!’ eleştirmenleri tam anlamıyla ikiye bölmüş bir film. Kusursuz yönetmenliği takdire şayan ancak metaforların abartılı bir biçimde gözümüze sokulduğu, ana akım sinemaya göz kırpan final bölümünün anlatıyı zedelediğini düşünüyorum.

(06 Ekim 2017)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Çavdar Tarlasındaki Asi

Sanatın birçok dalında, karşımıza çıkan ürünleri çok farklı açılardan değerlendiririz. Kimi zaman bu doğrudur, kimi zaman da yanlışa sürükler. Çavdar Tarlasındaki Asi de o filmlerden.

Film, Salinger’ın başyapıtlarından Çavdar Tarlasındaki Çocuklar romanını yazışı ekseninde, gençlik yıllarını ve kendisine ağır bir travma yaşatan İkinci Dünya Savaşında cephedeki günlerini anlatıyor.

Önce sinema…

Film gerçekten başarılı… Zaten kimse ne ritmine ne temposuna ne de oyuncularına laf ediyor. Çekimler çok başarılı. Montajı kusursuz. Oyuncular ellerinden geleni yapmış. Tipik bir biyografi filmi… Bir dönemi, o dönem yaşananları, yaşayanların duygularını ve tabii, başta Salinger’in içine kapanık ama sanki açıkmış gibi göstermesi de içinde hayatının önemli bir kısmını anlatıyor. Dünyaca ünlü yazar oluşunu bilmeseniz de, bilip de göz ardı etseniz de başarılı bir film izlemiş olacaksınız.

Sonra edebiyat…

J. D. Salinger, 20. yüzyılın hem çok beğenilen hem de çok merak edilen yazarı. Yazarın bilinen tek romanı, 16 yaşındaki bir yeniyetmenin gözüyle yaşamını ama aslında tümüyle kapitalizmin eleştirisi olarak kabul ediliyor. Okumanızı öneririm… (Yapı Kredi Yayınları, 52. baskı, Haziran 2017)

Tartışmanın boyutu…

Edebiyat ile sinemayı birbiriyle kesinlikle karşılaştırmamak/kıyaslamamak gerekir. Yazarların en çok yakındığı konudur bu, çünkü edebiyat bir imaj yaratır, sinema ise imajın imajıdır, dolayısıyla başka bir yere gider okurun gözünde.

Salinger, inzivaya çekilmiş, bırakın öykülerinin basılmasını, bir daha yazmaktan bile kaçınmış biri. Eskilerin, nevi şahsına münhasır dedikleri cinsten, farklı, farklı olduğu kadar değerli, değerli olduğu kadar ilginç, ilginç olduğu kadar merak edilen bir yazar.

Kendi üzerinden…

Salinger, babasının isteklerine annesinin desteğiyle karşı durabilmiş, yazar olmak amacıyla üniversiteyi yarıda bırakmış, hocası Whit Burnett (Kevin Spacey) ondaki cevheri görüp, belki biraz da sıkıştırarak, ezerek yazmasını sağlamış… Oona O’Neill’in aşkını kazanmak için İkinci Dünya Savaşında bile yazmayı bırakmıyor. O’Neill, Charles Chaplin ile evlenince Salinger, içinde var olan o kapalılık daha da artıyor ve dünyaya küsüyor.

Film, romanın uyarlanması değil… Zaten Salinger, sağlığında böyle bir şeye asla izin vermemiş… Telif hakları düşene kadar da sinemacılar, beklemek zorunda, yıllardır süregelen böylesi düşlerini.

Bir çıkar yolu, kitaptan yola çıkıp Salinger’in (zaten otobiyografik özellikler taşıyan bir kitap) hayatını anlatmak olarak gözüküyor. Ölmez sağ kalırsak o tarihe (2079) kadar, izleriz hep birlikte…

Çavdar Tarlasındaki Asi, Yönetmen: Danny Strong. Oyuncular: Nicholas Hoult, Kevin Spacey, Sarah Pauson, Zoey Deutch, 06 Ekim’den başlayarak gösterimde…

(04 Ekim 2017)

Korkut Akın

Tarkan Güçlü Kahraman, Kolsuz Kahramana Karşı

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Şu sıra, yıllar öncesinin bir gazoz reklamı, firmanın 50. yılı sebebiyle yeniden ekranlarda dönmeye başladı. Zamanında “On yüz milyon baloncuk yuttum” sözleri ve gülen yüz ifadesiyle ekranlara gelen sevimli kız çocuğu Ayşe Mat’ın reklâmdaki sevimliliği dikkat çekmiş ve başrollerini Hakan Balamir ve Hale Soygazi’nin oynadığı “Kördüğüm” adlı bir sinema filminde beyazperdeye de gelmişti. Yıllar çabuk geçti ve bu sevimli oyuncuyu 19 Temmuz 2011 yılında çok genç, 39 yaşında kaybettik. Yeniden yayınlanan reklamı her izlediğimde genç yaştaki bu kaybımıza üzülüyorum. Ailesinin rencide olmamasını dilerim. (22 Temmuz 2017)

“Dereye düşen alkollü adam kurtarıldı” haberi yüzünden Fox Haber’in 1 puanını sildim. Heyecanla bir sonraki benzer olayın haberi bekliyorum. Umarım “Dereye düşen alkolsüz adam kurtarıldı” diye vermezler, yoksa 1 puan daha sileceğim, şimdiden haber vereyim. (24 Temmuz 2017)

Şu sıralar Taksim’de devam etmekte olan Beyoğlu Festivali’ndeki standı vesilesiyle öğrendiğim, sinema sektörümüzün en uzun isimli kurumu “Yeşilçam Sinema Emekçileri Sosyal Dayanışma Yaşatma ve Yardımlaşma Vakfı – YESEV” 2015 yılında faaliyete başlamış. (25 Temmuz 2017)

Yeşilçam başımızın tacıdır ancak arada sırada onun da şaşırdığını inkâr edemeyiz. Web sitesinde yayınladığım bir önceki yazımın “Karaoğlan: Camoka’nın İntikamı” adlı başlığından ilham alarak meseleyi şöyle vuzuha kavuşturabiliriz: Öncelikle Suat Yalaz’ın en ünlü çizgi roman karakteri Karaoğlan’a, Abdullah Ziya Kozanoğlu ile birlikte -sanıyorum 8, 9 cilt- yayınladığı “Kaan” serisinden müptela olduğumu belirteyim. Karaoğlan’ın filme alınmaya karar verildiği yıllarda -yanlış hatırlıyorsam düzeltin- önce Karaoğlan’ı canlandıracak aktör için yarışma yapılmıştı. Sonra yarışmadan müspet netice alınamayınca o sıralar Ankara Devlet Tiyatrosu kadrosundaki genç Kartal Tibet’te karar kılındı. Yarışma deyince, nedense zaman zaman böyle geniş çerçeveli yarışmalar yapılır ondan sonra da piyango yarışmaya müracaat eden gençlerden birisine vurmaz da giderler bir profesyonelle anlaşırlar. Araya bu dikkat çekici teferruatı da sıkıştırmış olayım. Suat Yalaz’ın yönetmenliğinde çekilen ilk Karaoğlan filmi “Altay’dan Gelen Yiğit” olağanüstü ilgi görünce doğal olarak seri devam etti, sonra “Baybora’nın Oğlu”, 3. olarak da “Yeşil Ejder” filmleri çekildi. Derken serinin bir filminde Camoka karakterinin hayli ilgi görmesi üzerine “Camoka’nın İntikamı” çekildi. Bundan sonra Yeşilçam’ın şaşırdığı bölüme geliyoruz. Sinemamızda örneği bir hayli fazladır; çok ilgi çeken bazı filmlerin başrol oyuncuları sonraki devam filmlerinde yüklüce para istemeye başladıklarında hemen Yeşilçam’ın özel formülleri devreye girer, o filmlerdeki yan karakterlerden yeni filmler üretilmeye başlanır. İlk akla gelen Turist Ömer’dir. Turist’i başka bir facebook notuna konu ederiz, o kenarda dursun. “Camoka’nın İntikamı”ndan sonra başrolünü Danyal Topatan’ın oynadığı “Camoka’nın Dönüşü” çekilir. Bu filme de havası yansısın diye önceki Karaoğlan filmlerinden -bilhassa Kartal Tibet’li- görüntüler eklenir. Başka filmlerden görüntü eklemenin bir diğer örneği de Yücel Çakmaklı’nın yönettiği “Oğlum Osman”dır. Bu filmde de yerli değil yabancı filmlerden eklemeler görmüştük. Yalan olmasın bir tanesi de ünlü “On Emir” filminden yapılmıştı, hatta film sinemaskop olduğundan normal çerçeveli filmde bu bölümü yandan basık, oyuncuları uzun uzun boylu olarak izlediğimizi hatırlıyorum. Çok uzun oldu ama günümüzde moda olduğu için mecburen yazı da uzun oluyor. Karaoğlan filmlerinde Camoka da tüketildikten sonra isim benzerlikleri üzerinden hareket edildi. Tarık Tibet adlı oyuncunun başrolünü oynadığı “Karaoğlan’ın Kardeşi Sargan” çekildi. Yönetmenliğini Suat Yusuf’un yaptığı bu filmdeki isimlerin Kartal Tibet, Tarkan ve Suat Yalaz’ı çağrıştırdığını yazmıyorum, onu siz anlayın. Bundan sonraki aşamada bir başka firma da başrolünü Tamer Yiğit’e verdiği “Akbulut, Malkoçoğlu ve Karaoğlan’a Karşı” adında, tam çorba gibi isimli bir film yaptı. Böyle çorba isimli bir diğer film de “Tarkan Güçlü Kahraman Kolsuz Kahraman’a Karşı” adlı filmdir. Bu film de Yeşilçam’ın o sıralar sinemalarda hayli ilgi çeken Wang Yu’lu yabancı “Kolsuz Kahraman” filmlerinin rüzgârından faydalanma işlemidir. Yeri gelmişken görüntü sanatında en beğendiğim Karaoğlan’ın Abdullah Oğuz’un TV dizisindeki Kaan Urgancıoğlu olduğunu belirteyim. Orhan Günşiray, Kartal Tibet ve Kuzey Vargın’ı hep yadırgamışımdır. Kayda geçsin diye yazayım. Karaoğlan filmlerinin yapımcı şirketi Olcay Prodüksiyon adını Suat Yalaz’ın oğlu Olcayto Yalaz’dan alıyor. Onu da belirtmiş olayım, bilgi bilgidir. (01 Ağustos 2017)

Hadi sinema salonlarıCineminimum, Cinebig, Cinehour, Cineminute şeklinde isimlendirmenizi cinemaseverlere İngiltere’de film izleme zevki tattırma jesti olarak kabul ettik diyelim. Sevgili dağıtımcılarımız gelecekteki filmleri duyurduğu listelerde neden “Untitled CKM Project” şeklinde ifadeler kullanıyor? “İsimsiz CKM Projesi” yazsanız olmuyor mu? Yoksa sinema yönetimlerinde hiç Türkçe bilen eleman kalmadı mı? How are you today? (02 Ağustos 2017)

Küçük harf i’nin İngilizce’de büyük harfe dönüştüğünde I olarak yazıldığını eskiden ben de bilmezdim. “Faith Warrior LLC, Automatic Entertainment GL LCC” isimlerini “FAİTH WARRİOR LLC, AUTOMATİC ENTERTAİNMENT GL LCC” şeklinde yazardım. Oysa FAITH WARRIOR LLC, AUTOMATIC ENTERTAINMENT GL LCC” şeklinde yazılması gerekiyormuş. Atalarımız ne kadar doğru söylemişler: Bilmemek değil, öğrenmemek ayıp. (02 Ağustos 2017)

(04 Ekim 2017)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com