Kategori arşivi: Yazılar

İftarlık Gazoz

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Şimdi bendeniz, mesela, Müçteba Doğruyazar takma adını kullansaydım ve bugünkü ünlü halime ulaşmama beş kala tutup “Bu benim takma adımdı, gerçek adım Sadi Bey’dir” diye bir açıklama yapsaydım, muhtemelen birçok okurum gücenir ve “Bizlere neden samimiyetsiz davrandın” deye sitem edebilirdi. Takma isim kullanmaları belki kendilerince makûldür ancak onları seven bir sinemasever olarak ne zaman -bilhassa- bir sinema sanatçımızın gerçek adının farklı olduğunu öğrensem içimde bir sızıntı duyarım. Netekim geçtiğimiz Elâzığ Film Festivali’nde sanatçıların halkla buluştuğu AVM sohbetinde, yine bir sanatçımızın adının menşeini kendi ağzından dinledim. Soyadının nereden geldiğini belirtirken, ünlü bir pehlivanın torunu olduğunu belirtti. İtiraf edeyim daha önce bu oyuncumuzun ne cazibesi ne de gazozunun lezzeti pek ilgimi çekmiyordu. Bu açıklaması üzerinde gözümde birden yükseldi. Daha sonra hayranlarına gösterdiği samimiyetle bu yükselme daha da perçinlendi. Birçok ünlü, hayranlarıyla yapılan fotoğraf çekimlerinde lütfen görüntü veriyormuş gibi davranırken, bu arkadaşımız hiç üşenmeden ve kafasını sağa sola çevirmeden saniyelerce karşısındaki telefonun kamerasına bakarak poz veriyordu. “Aferim adama” diye takdir ediyordum. Gel gelelim, dün mü evvelsi gün mü, bir TV magazin programında kulağıma “ünlü sanatçıların gerçek isimleri” diye bir duyuru gelince, duyuru gelen kulağımı kabarttım. Keşke kabartmaz olaydım, meğer bahsettiğim oyuncumuzun gerçek adı ve soyadı başka imiş. Sohbetinde soyadının ünlü pehlivandan geldiğini o kadar ballandıra ballandıra anlatmıştı ki, gerçek soyadını öğrenince sükûtu hayale uğradım. Artık gazoz mazoz da içemem. (29 Ocak 2018)

Kafasının saçsız bölümünü yanlardan uzattığı saçlarla örten ve saçlarını boyayan beylerin söylediklerine bir türlü konsantre olamıyorum. Dinlemeye başlıyorum, tam inanacağım, gözüm saçlarına kayıyor, ne dediğini duymaz oluyorum. Yul Brynner, Telly Savalas, Dwayne Johnson ve Ahmet başımızın tacıdır. Birilerinin bu konuyu sosyal medya ortamına intikal ettirmesi lazımdı, ben ettirdim. (03 Şubat 2018)

Bendeniz, kazara dikkatimden kaçırsam ve “nihai netice” diye yazsam hemen topa tutarsınız; “Olmuyor ama Sadi Bey, ‘ful dolu’ der gibi yazılmaz” diye dalga geçersiniz ama beyefendi söyleyince özlü söz gibi duvara bile asarsınız. (05 Şubat 2018)

Sevgiliye “Taze söğüt dalısın” diye iltifatta mı bulunulur arkadaş? Bestesi başımızın tacı ama böyle güfte mi olur abiciğim? “Gözleri aşka gülen taze söğüt dalısın” ne demek birader? (07 Şubat 2018)

Tam Türk Sineması söylemi, Türkiye Sineması söylemine dönüştürülürken sırası mıydı bunun? Sinemamızı nasıl anacağız şimdi? Anadolu Sineması desen olmaz, Trakya Sineması desen olmaz. İstanbul Sineması desen, Ege’nin ne günahı var? (08 Şubat 2018)

Mütevazı olun ve deyin ki: Güzelliğim on par’ etmez, şu sendeki aşk olmasa. (12 Şubat 2018)

Geçen gün girişinin fotosunu koymuştum. 12 Şubat 2018, saat 10:00 itibariyle Harbiye Konak Sineması’nın arka sokaktaki çıkış kapısı. Nişantaşı City’s Sineması’nda yapılan gösterimlere bu sokaktan yürüyerek giderim, geçerken arka kapıyı da anayım dedim. Küçük gibi göründüğüne bakmayın, kapıdan aşağı istikamette onlarca merdiven vardır. “Bu merdivenlere 2 tane Beyoğlu Sineması sığar.” diyeyim de anlayın ana salonun görkemini. (12 Şubat 2018)

TV 8.de gösterilmekte olan “Mavi Boncuk” filminin arasında “Kayhan” filminin reklamı yayınlandı. Gökbakar’ın Arzu Film ekolü filmlerden medet umması iyi bir şey. Hayırlara vesile olur inşallah. (12 Şubat 2018)

“Halkımız bizim kıymetimizi bilmedi. Senelerce fedakârca çalıştık. Dağlarda, tepelerde, dere boylarında, çeşitli imkansızlıklar içinde görev yaptık. Çoğumuz emekli olamadı, hayatlarının son günlerini sefalet içinde geçirdi. Bugünlerde bizi ne arayan var ne de soran. Oysa bu tecrübemizle her an görev yapabiliriz. Bizlere huzur evi yapılmalı, darda olanlarımıza iş adamları, devlet yardımda bulunmalı.” (Bunlar, emekli olmuş bir harita teknisyeninin kamuoyuna yönelttiği sitemlerdir. Yani mahrumiyet ve mağduriyet sadece tekstil sektöründe değildir. Akşam olunca takeometreler, hesap makineleri, rapidolar, jalonlar yavaş yavaş depolara çekilir; nirengi ve poligon noktaları sessizce uykuya dalar.) (16 Şubat 2018)

Geçenlerde bir film festivalinden davet aldım, “Abi, Türk Sinemasının Bugünkü Durumu başlıklı bir söyleşi planladık, konuşmacı olarak katılır mısınız?” dediler. Sinemamıza özel merakım olduğundan “Türk Sineması” denildiğinde nezdimde akan sular durur, kabul ettim tabi ki. Gelgelelim, “Söyleşimize Harita Teknisyeni Sadi Bey de katılacak” diye tuhaf bir duyuru yapmışlar. Sinema konusunda yapılacak söyleşiye Harita Teknisyeni’nin katılması kel âlâka gibi görünüyor ama duyuru doğru. Çünkü bendeniz sinemayla 30 yıllık iç içe yaşamım öncesinde ekmek paramı haritacılıktan kazandım, emekli olduktan sonra sinema hobimi meslek haline getirdim. Hemen açtım telefonu “Oğlum” dedim, “Bu nasıl duyuru, vatandaşı niye yanıltıyorsunuz? Ben söyleşiye Sinema Yazarı vasfımla katılıyorum, düzeltin şu duyurunuzu. Yanıltmayın vatandaşı. Yapmayın böyle. Ayıp ha.” Dedim. (18 Şubat 2018)

Bir gün her şey müzelik olacak. Gördüğümüz, duyduğumuz, dokunduğumuz her şey… Abartmayın o kadar. (20 Şubat 2018)

(04 Mayıs 2018)

Sadi Çilingir

[email protected]

Avengers: Sonsuzluk Savaşı

Mitolojik öyküler hem ilgi çekiciliği hem de felsefesi nedeniyle eskimezler. Her biri de bir yerinden muhakkak güncel gündemle iç içe geçer. Geleceği de aydınlattığı için önerilmesi gereken öykülerdir onlar.

Uzay ve/veya gelecekle ilgili kurgusal filmler de aynı mıdır acaba? İlk örneklerinden bu yana, kısmen gerçekleşenler olduğu gibi hâlâ olması için umutla beklenenler de var. Belki hiç gerçekleşmeyecekler ama bir şekilde gerçekleşenlere rehberlik yapacakları kesin.

Uzaylılar gelir mi?

Ne uzaylılar gelir ne de biz uzaylılara gidebiliriz, şimdilik. Bizim teknolojimiz nasıl ki Ay’dan öteye gitmemize izin vermiyorsa, onların (üzerinde yaşam bulunan olası gezegenlerde yaşayanların) da yetmiyordur; tabii, o da şimdilik.

Edebiyat başta olmak üzere sanatın bütün dallarında gelecekle ilgili ürünler veriliyor. En ilgi çekiciler, doğaldır ki sinemada… Çünkü gördüklerimiz üzerinden geliştiriyoruz hayallerimizi. Sağ olsun Hollywood öyle alıştırdı.

“Tüm zamanların en muhteşem ve ölümcül hesaplaşması” olarak tanıtılan Avengers: Sonsuzluk Savaşı, yenisi gelinceye kadar öyle kalacaktır. Ancak biz, izleyici olarak sadece hesaplaşma olarak görmüyoruz bu filmde geçenleri. Müthiş bir müzik, güçlü bir montaj (kurgu dediğimiz senaryo aşamasındakidir, filmin kesilip biçilmesi -editing- için biz montaj sözcüğünü kullanıyoruz), olağanüstü bilgisayar oyunları… Beklenti kadar ürün de çok büyük.

Günümüzdeki hali…

Tarihteki savaşlardan hiçbir farkı yok, “Yenilmez”lerin “sonsuzluk savaşı”nın. Dostlar var, düşmanlar var. Doğrudan ve gerçekten yana gözüküp içeriden hançerleyenler var. Kendi çıkarları için kandıranlar var. Tabii, umut da var. Kazananın sevinci de… Aslına bakarsanız, bugün, öylesi büyük savaşlar yok ama yaşananların (ekmek aslanın midesine inmiş) savaştan da pek farkı yok. Yaşam savaşında da dost düşman ayrımı var, çelme takmaya çalışanlar var… Avengers: Sonsuzluk Savaşı, bilgisayarla oyun oynayanların seveceği film gibi gözükse de, hepimizi bir yerden yakalıyor.

Güzel bir film, üzmüyor, sıkmıyor, zorlamıyor… Olsun… Ben yine de barıştan yanayım.

Avengers: Sonsuzluk Savaşı, yönetmenler Anthony Russo, Joe Russo, oyuncular Robert Downey Jr, Chris Hemsworth, Mark Ruffalo, Chris Evans, Elizabeth Olsen, Anthony Mackie, Sebastian Stan… 27 Nisan’dan başlayarak gösterimde…

(26 Nisan 2018)

Korkut Akın

[email protected]

37. İstanbul Film Festivali’nden İzlenimler

Bir festivali daha geride bıraktık. Hızla geçen 11 gün içinde bir sinema salonundan diğerine koştuk. Kaçırdığımız bazı filmleri İKSV – Festivalscope işbirliği sayesinde online olarak festivali takip eden hafta içinde izleme fırsatı bulduk. Festival boyunca izlemiş olduğum filmlerden en çok etkilendiklerimden söz etmek istiyorum bu haftaki yazımda.

Yaz aylarında Başka Sinema programı dahilinde gösterime gireceği açıklanan Berlinale 2018’in ödüllü filmleri üzerine görüşlerimi vizyon haftalarına saklamak istedim. Kişisel ilgim nedeniyle İran ve Romanya filmlerini ilk ağızda izlemeye çalıştım. İran yapımlarından ‘Tarihsiz, İmzasız’ı talihsiz bir programlama yüzünden kaçırdım. İran sinemasından Ali Asgari imzalı ‘Kaybolma’ festivalin en iyi filmlerinden biriydi. Daha önce kısa filmleriyle Cannes, Venedik ve Sundance Film Festivalleri’nden ödüllerle dönen Asgari bu ilk uzun metrajında, uzun ve soğuk bir gece boyunca hastane hastane dolaşan çaresiz iki sevgilinin peşinde Tahran’ın dört bir yanından insan manzaralarını perdeye taşıyor, geleneksel bir toplumda kimlik arayışına çıkmış gencecik insanların mücadelesini çok etkileyici bir sinema diliyle anlatıyordu. Uluslararası Yarışma seçkisinde yer almış bir diğer İran yapımı olan ‘Ev’ hayranlık uyandırıcı bir yönetmenlik denemesiydi. Asghar Yousefinejad’ın bir ölü evinde gerçek zamanlı olarak çektiği ilk filmi, uzun planlar ve hareketli kamerayla psikolojik gerilimini hep ayakta tutuyor, tek mekânda insan denen varlığın tüm zaaflarını mizah duygusunu es geçmeden çarpıcı bir biçimde vermeyi başarıyordu.

Festivalin en yeni bölümü olan ‘Çiçek İstemez’, kahramanı güçlü kadınlar olan filmleri bir araya getirmişti. Bu bölümde, baskılara boyun eğmeyen, kendi yolunu çizen, kendi ayakları üzerinde duran muhteşem kadınların öykülerine tanıklık ettik. Locarno Film Festivali’nden en iyi ilk film ödülüyle dönen ‘Korkunç Anne’, her şeyi karşısına alıp yazma tutkusunun peşinden gitmeye karar veren ve bu sayede zincirlerini kırmayı hedefleyen elli yaşlarındaki Gürcü ev kadını Manana’nın izini takip ediyor, yönetmen Ana Urushzade imzalı yapım, absürd mizahi tonları ve özgürleşen kadın figürünü ele alışıyla seçkinin diğer yapımları arasında öne çıkıyordu. Aynı bölümde yer alan Arjantin filmi ‘Alanis’, Buenos Aires’te seks işçiliği yaparak geçimini sağlamaya çalışan çocuklu genç bir kadının mücadelesi üzerineydi. Yönetmen Anahi Berneri’nin duygusallıktan itinayla arınmış belgesele yaklaşan mesafeli gözleminden ve Alanis’i doğallıkla canlandıran Sofia Gala Castiglione’nin film boyunca gerçek oğluyla çizdiği müthiş performansından hayli etkilendik. Tunuslu deneyimli sinemacı Mehdi Ben Attia’nın son filmi ‘Erkeklere Bakmak / L’Amour Des Hommes’, erkeklerin erotik fotoğraflarını çekmeye kalkışan eğitimli bir genç kadının öyküsünden yola çıkarak ülkesindeki erkeklik, bağlılık, müstehcenlik gibi kavramlarla ince ince dalgasını geçen hoş bir filmdi. Aynı seçkide yer alan ‘Nigar’, İran sinemasında görmeye alışık olmadığımız gerilimini sonuna dek koruyan bir polisiye dram olarak dikkatimizi çekti. İran’ın tanınmış televizyon ve sinema oyuncularından Rambod Javan, varlıklı babası beklenmedik bir şekilde intihar eden Nigar’ın babasınının gizemli ölümünü araştırma öyküsünü rüyalarla gerçeğin içiçe geçtiği farklı bir sinema diliyle anlatmayı seçmişti bu üçüncü uzun metraj yönetmenlik denemesinde.

İsrail sinemasından gelen ‘İskele’ festivalin ilgiye filmlerinden bir diğeriydi. Yıllarca sorunlu çocuklara tarih ve edebiyat öğreten yönetmen Matan Yair’in, Aşer Lax isimli öğrencisinin hayatından bir kesiti, üstelik son derece yetenekli bu gence kendini oynatarak sinemaya aktardığı ilk uzun metrajlı filmi, eğitim, erkeklik ve aile kurumlarına dair keskin gözlemler içeriyordu. Aşer’in gerçek hayatta, hala babasıyla birlikte iskele kurduklarını buradan bir not olarak düşelim. Bir diğer kişisel gözde ülke sinemalarımdan Romanya Yeni Dalgası’ndan iki taze örneği daha izledik festivalde. Bunlardan ‘Charleston’, karısını talihsiz bir trafik kazasında kaybeden Alexandru’nun yas sürecini karısının aşığıyla birlikte atlatmaya çabalamasının hikayesi üzerine. Sinema yazarı ve kısa film yönetmeni olan Andrei Cretulescu’nun imzasını taşıyan film, aşk, hüzün, pişmanlık ve kader kavramlarını sıra dışı bir arkadaşlık üzerinden ele alan çok hoş bir filmdi. Heyecanla beklediğimiz ‘Pororoca’ ise son derece başarılı yönetmenlik çalışması ve kabus finali ile festivale damga vuran filmlerden biriydi. Adını Amazon nehrindeki dev gelgit dalgalarından alan film, beş buçuk yaşındaki kızlarının babasının gözü önünde kaybolmasıyla hayatları alt üst olan bir aileyi gözlemliyor. ‘Altın Çağdan Öyküler’ filmindeki epizodundan hatırladığımız yönetmen Constantin Popescu’nun üçüncü uzun metrajı, başlardaki kesintisiz 18 dakikalık park sekansı ve kesintisiz olarak yaklaşık 7 dakika süren final sekansıyla teknik kusursuzluğu yakalıyor, başroldeki Bogdan Dumitrache ise baştan sona müthiş bir fiziksel ve ruhsal değişim gösterdiği performansıyla San Sebastian Film Festivali’nde kazandığı en iyi erkek oyuncu ödülünü sonuna kadar hak ediyordu.

Festivalde gösterilen ülkemiz sineması örneklerine gelince. Ulusal Yarışma seçkisinde yer alan ve daha önce festivallere katılmış ve gösterime girmiş ‘Buğday’, ‘Körfez’ ve ‘Sofra Sırları’ filmleri hakkındaki olumlu görüşlerim daha önceki yazılarımda yer almıştı. İlk kez izlediklerimiz arasında gönlümüze yerleşen film ise ‘Halef’ oldu. Daha önce ‘Neden Tarkovski Olamıyorum’ adlı ilginç çalışmasıyla adını duyurmuş olan yönetmen Murat Düzgünoğlu’nun Melik Saraçoğlu ile ortaklaşa kaleme aldığı çok başarılı senaryo metninden yola çıkan üçüncü uzun metrajı, portakal hasadı için Adana’ya baba ocağına dönen matematik öğretmeni Mahir ile onun yıllar önce bir kaza sonucu ölen abisinin yeniden dünyaya gelmişi olduğunu iddia eden Halef’in karşılaşması üzerinden ilerliyor. Hayata rasyonel bakan Mahir’in mistisizme, mistik bakan diğerinin ise şüpheciliğe kaymasıyla rotalarını kaybeden iki kardeşin öyküsü, her şeyin başladığı yerde bitecektir. İki kardeşi canlandıran Muhammed Uzuner ile Baran Şükrü Babacan’ın etkileyici performanslarıyla yükselen bu başarılı filmden vizyona girdiğinde uzun uzun söz edeceğiz.

(25 Nisan 2018)

Ferhan Baran

[email protected]

Taksim Hold’em

Bir şey yapacağı zaman ince eleyip sık dokumayı isteyenler vardır; ıcığını cıcığını çıkarırlar her şeyin ve çileden çıkarırlar yanındakileri. İkna etmek zordur onu veya onları, ya bıktığı ya da kızdığı için isteksizce / mecburen kabul ederler yanındakiler.

Dünya yansa içinde bir tutam otları yoktur bu türlerin. Her zaman kendilerini “temiz”e çıkaracak yolu bulurlar. Ne kadar kızarsanız kızın, ne kadar tepki gösterirseniz gösterin, bir şekilde hak verir pozisyonunda bulursunuz kendinizi. Karşı çıksanız bile içten içe bilirsiniz, sizi mutlaka ikna edecektir.

Masa bir bütündür…

Taksim yakınlarında, bir evde, sevgilisi dışarıda giderek yükselen protesto eylemlerine katılmak isteyen erkek, sadece arkadaşlarıyla oynayacağı pokeri düşünmektedir. Tüm karşı çıkışlar, itirazlar onun için anlamsızdır ve herkesi masaya oturtur. Tabii ki, kendi istekleriyle…

Dört arkadaş, poker oynamak amacıyla buluşmuşlardır ama dördü de ayrı duyguların ayrı nitelikli (niteliksiz mi demeliydim) insanlarıdır. Dördü de herkes kadar bilgili (evdeki kitaplık, kütüphaneyi andıracak denli büyük), herkes kadar fikir yürütebilen, yaşama değer veren, aile kuran ve geleceğe umutla bakan insanlardır. Biri işten atılmıştır, kaygılıdır, annesinin de ev kirası üzerine kalmıştır. Biri eşi hamile olduğu için bir sevgili edinmiştir; tabii ki “erkektir, ne yapsa hakkıdır”. Biri tam bir kışkırtıcı ajan… Bir söylediğiyle sonraki birbirini tutmadığı gibi zeytinyağı gibi üste çıkmayı her seferinde başarır. Ev sahibi olanın, yukarıda da dediğimiz gibi bir tutam otu yoktur dünya yansa, arasında.

Sinemanın gücü…

Bir salonda, dört kişi arasında Türkiye’yi tartıştırmak, bunu da ilgiyi kaybettirmeden, sıkmadan izlettirmek büyük başarıdır. Michael Önder bu zoru başarmış yüz akıyla. İyi oyuncular toplamış, mekânı iyi bulmuş ve iyi çözmüş işlediği konuyu… çok başarılı bir film yapmış. Siz de denk geleceksinizdir muhakkak, birçok yönetmenle kıyaslanacaktır ister istemez. Bana kalırsa o kıyaslamalardan sıyrılacak olan Michael Önder’dir.

Poker…

Poker oyununu bilmem, hele “hold’em” türünü hiç (ilk kez karşılaştım desem inanır mısınız). Şansa dayalı olsa da stratejik bir oyun olduğunu gerek oyunla (çok başarılı oyuncular) gerekse sözlerle (“ne yaptığın değil, nasıl yaptığın önemlidir”) anlıyoruz.

Filmin, daha baştan senaryosuyla felsefesi iyi kurulmuş. İzleyici olarak, siz de katılıyorsunuz oyuna / filme…

Dışarıda protesto eylemleri sürerken salonda oyun oynayanlar üzerinden tartışmak ve tarafları görmek (tanımak aslında) çok ilginç. Sahi, hepimiz bir evde / okulda / işte, bir arada yaşamıyor muyuz? Herkesle anlaşabiliyor musunuz? Muhakkak biri/leriyle daha iyidir iletişiminiz, kafa yapınıza daha uygun biri vardır çevrenizde…

Barış içinde…

Aynı çatı altında, aynı işi yapıyorsunuz (burada oyun oynuyorsunuz) ama aynı düşünceyi paylaşmıyorsunuz, kavga da etmiyorsunuz bu arada. Kavgaya varmıyor ayrılıklarınız. Umursamıyorsunuz veya çok ilginizi çekiyor ama işte o kadar.

Tam da bu günlerde hepimizi etkileyen erken / hızlı / baskın seçim gibi… Düşüncelerimiz farklı, inançlarımız farklı, çözüm önerilerimiz farklı (bu filmi beğenip beğenmemek bile farklı) ama aynı sokağı, aynı evi, aynı sıraları, aynı yaşamı paylaşıyoruz.

Barış içinde bir arada yaşamak bu değil mi?

Taksim Hold’em, yönetmen Michael Önder, oyuncular Kenan Ece, Damla Sönmez, Emre Yetim, Berk Hakman, Nezih Cihan Aksoy, Tansu Taşanlar… 27 Nisan’dan itibaren gösterimde…

(23 Nisan 2018)

Korkut Akın

[email protected]

Horoz Nuri

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Önce peşin peşin, nakit, keş, belirteyim: Sinemalarda gösterilen, yerli, yabancı, kurmaca, belgesel, her türden filmin rekor sayıda izleyici tarafından izlenmesini canı gönülden isterim. Ancak gelin şu “Tüm zamanların en çok izlenen filmi” safsatasından vazgeçin. Söyleye söyleye dilimizde tüy bitti, öyle bir şey yok ve olamaz; çünkü film şirketlerinden alınarak tutulan resmi box office rakamları 1989’dan bu yana kayıt altına alınıyor. Onda dahi şöyle bir tereddüt var. Yanlış hatırlamıyorsam önceleri filmlerin hasılatları topladığı para üzerinden, “Bu film şu kadar TL hasılat yaptı, şu film bu kadar TL hasılat yaptı” deye kaydediliyordu. Bir film 5 liralık biletle, diğer film 20 liralık biletle gösterilebildiğinden bu uygulamadan vazgeçildi ve kişi adedine göre kayıt tutulmaya başlandı. “Tüm zamanların en çok izlenen filmi” diye bir şey yok yani. Bugün itibariyle “Son 29 yılın en çok izlenen filmi” veya “Son 29 yılın ilk hafta sonunda (ilk 3 gününde) en çok izlenen 4. filmi” deyebilirsiniz. Öyle deyin. (11 Ocak 2018)

Alın size bir kısa film hikâyesi: Kadıköy Selamiçeşme’de metrobüsten indim, belediyeye doğru yürüyorum. Yolcu almak için bekleyen minibüsün yanından geçerken şoför pat deye sigarasının izmaritini önüme attı. Durdum, “Aferim. Sana, teşekkür ederim.” dedim. Cevap vermesine fırsat bırakmadan “Ben de senin gibi yapıyorum. Yalnız olmadığımı gösterdin bana, sağol.” dedim, yürüdüm. Muhtemelen bir müddet sigara izmaritini kimseye göstermeden atmaya çalışacak. Gönül sokağa hiç atmamasını arzu ediyor ama bu da kârdır. (13 Ocak 2018)

İkisi de komedi filmi olduğuna göre, bendeniz de mizahi bir katkıda bulunayım. Milliyet Gazetesi’nin bugünkü Cadde ekini, ortadaki sayfasını çıkarıp açtığınızda “Arif V 216” ve “Deliha 2”nin ilanları fotoğraftaki gibi görünüyor. Her iki film de “Tüm Sinemalarda”ymış. Demek ki sinemada “İki Film Birden” dönemi geri geldi. Bol hasılatlara vesile olur inşallah. (13 Ocak 2018)

Filmler hakkında “tüm zamanların hasılat rekoru” ifadesinin gerçeği hiçbir zaman ifade edemeyeceği kanaatindeyim. Çünkü “tüm zamanların rekoru” diye bir şey yok. Misalen 80 milyonluk ülkede 8 milyon kişinin izlediği filmle, 13 milyonluk ülkede 1.300.001 kişinin izlediği filmi mukayese ettiğimizde bence 1.300.001 kişi 8 milyondan daha fazla sayılır çünkü izleyici sayısı ülke nüfusunun % 10’undan 1 fazladır. Keza “tüm zamanların hafta sonu rekoru” da olmaz. Çünkü 25-30 yıl önce filmler Cuma günleri değil Pazartesi günleri vizyona çıkardı; dolayısıyla “hafta sonu / 3 gün” gibi bir ölçü yoktu. Anlatamayabildim mi? (14 Ocak 2018)

Sanıyorum “İzmir’in Kavakları” ile “Ankara’nın Bağları” arasında bir akrabalık var. Cuma gösterime girecek olan Tony Gatlif filmi “Aman Doktor” (Djam) hakkında eleştiri yazacak olan bir arkadaşımızın, filmdeki Türkçe şarkıları sorduğu bir telefon konuşmasına şahit oldum. Konuşması bitince aklıma “İzmir’in Kavakları” geldi onu söyledim. Basın gösterimi için salona girerken de “Ankara’nın Bağları”nı hatırladım, onu söyledim. Kavaklar ile bağları peşpeşe hatırlayınca akrabalık esprisini yapayım dedim. Bu vesileyle yabancı filmlerin altyazı çevirileriyle ilgili dikkatimi çeken bir konudan bahsedeyim. Bu konuya daha çok içinde Türkçe şarkı ve türkü geçen komşu ülke filmlerinde rastlanıyor. Bu filmler ithal edilirken diyalog yazıları muhtemelen İngilizce olarak geliyor. Altyazı çevirmenleri de -yine muhtemelen- filmin içinde geçen Türkçe şarkı ve türküleri bilmediğinden veya hatırlayamadığından türkünün orijinali gibi değil de kendi çevirdiği gibi altyazı yazıyor. Seyrederken 40 yıldır bildiğiniz şarkı veya türküyü tuhaf çeviriyle izleyince sanki bir eksiklik oluyor gibime geliyor. Geçenlerde bir Azerbaycan filminde de böyle bir eksiklik veya tuhaflık hissetmiştim. İthal filmcilerimizin dikkatine sunayım dedim. (15 Ocak 2018)

Son 2-3 gündür Türk sinemasını çok bilenler sosyal medyada adeta yağdırdılar. Sinemamızın kült filmi “Sevmek Zamanı”nın yenilenmiş kopyası 15 Şubat 2018 tarihinde başlayacak 17. If İstanbul Bağımsız Filmler Festivali’nde İLK DEFA gösterilecekmiş. Oysa filmin restore edilmiş kopyası -davetiyede görüldüğü üzere- 25 Şubat 2016 Perşembe günü 19:30’da -iki yıl önce- yapılan galada gösterilmişti. Neyse ki festival, filmin yenilenen kopyasının GENEL SEYİRCİ karşısına ilk kez çıkacağını belirtti de yanlış bilginin yayılmasının önüne geçti. (19 Ocak 2018)

Markette kuruyemiş reyonunun önünden geçerken Peyman paketlerinin cazibesine kapıldım, Keju ve Badem alayım dedim. Genelde bu kabil keyfe keder yiyecekleri alırken gramajları üzerinden kilo fiyatını hesaplarım, açıkta satılan kuruyemişlerle mukayese eder, öyle alırım. Keju paketlerine baktım 137 gram yazıyor, bademlere baktım 146 gram yazıyor. 100 gram olsa paket fiyatını 10’la çarpıp, 150 gram olsa 3’e bölüp 20’yle çarpıp kafadan kolaylıkla kilosunun fiyatına ulaşıyorsun. Ama gramajlar yukarıya yazdığım gibi olunca şaşırdım, telefondaki hesap makinesiyle hesaplayayım dedim. Aaa baktım, telefonu evde unutmuşum. Hesap edemeyince alamadım tabi. Sonra, memleketin bunca kafa yoracak işi yokmuş gibi kafamı bu konuya yordum. Kendi kendime “Herhalde böyle küsur gramajlı paketleme, vatandaş kilosunu hesaplamadan şak deye alsın düşüncesiyle yapılıyor.” dedim. 900 gramlık paket makarnayı 5 liraya alınca sanıyorsun ki makarnanın kilosu 5 lira, halbuki daha fazla liraya satmış oluyorlar. (Acaba Ahmet bu konuda ne düşünüyor?) (21 Ocak 2018)

“Horoz Bayram” adında bir yerli film çevirmişler, 20 Nisan’da vizyona girecekmiş. Vallahi ben Bayram, Seyran anlamam, Türk sinemasında tek Horoz vardır, o da Vahi Öz’ün canlandırdığı Horoz Nuri’dir. (21 Ocak 2018)

Yeni bir keşifte bulundum. Süt ve kahve arasında kesin bir akrabalık var; ikisi de aynı hızla taşıyor. Önce sütü taşırdım, sonra kahveyi. (Copyright © Sadi Bey) (24 Ocak 2018)

(22 Nisan 2018)

Sadi Çilingir

[email protected]

Sessiz Bir Yer -A Quiet Place-

Çocukken ‘tıp’ oynardık, en uzun süre sessiz kalan kazanırdı ama çabucak biterdi oyun, çünkü kimse dayanamazdı sessizliğe… Çok zordu sessiz kalmak, hele kahkaha atmamak, koştururken bir şeyleri görüp hayret sesleri çıkarmamak, özellikle de büyüklerden bir şeyler isterken ağlayıp tepinmemek… mümkün değildi.

Şimdi, bir dünya düşünün, kimseler yok, küçük bir ailesiniz yaşamını sürdürebilen… Her yer, her şey sizin ama bir tek şey var: Asla ses çıkarmamalısınız. Çıkarılan en küçük bir ses ölüm demek.

Nasıl da içinize oturur o mutlu anlar, nasıl da anlatamamanın haklı hüznüyle bükülür boynunuz, nasıl da yanar içiniz. Umudunuz tükenir…

Yönetmen John Krasinski, Emily Blunt ile başrolü paylaştığı “Sessiz Bir Yer”de, dört çocuğuyla bu sessizliği yaşamak zorunda kalan aileyi canlandırıyor. Günler birbirini kovalıyor ve yaşam kendi mecrasında bildiği gibi akıyor. Biz seyirciler de gerim gerim gerilerek ne olacağını bekliyoruz. Hayır, kan yok, küfür yok, çirkin görüntüler yok ama gerilim var. Baba, gidilecek tüm yerlere sesi izole etsin diye baştan sona kum döşemiş. Zaten ayakkabısızlar… Her ne kadar birbirlerinden ayrılmıyorlarsa da bir şeyler istemek, bir şeyler demek için gözleri birbirlerinin üzerinde hep, tek iletişim olanağı gözler. Çocuklar annelerinin gözetiminde gözleriyle çözüyorlar matematik problemini, ders çalışmak amacıyla…

Büyük kız, sağır ve dilsiz olduğu için aile aşina işaret diline ama küçük bir sevgi kaçamağı, ne yazık ki büyük bir acıya, sarsıntıya yol açıyor. Artık “annem babam beni sevmiyor” duygusu büyüyor içinde. Geri dönülemez bir nokta… Ya mücadele edecek ya gidecektir.

Korkmak gül açmıyor bu yarada

Küçük mutluluklar bulabiliyor aile yine de… Derenin suyu, yakalanan balıkların tazeliği… Ama korku ama korku bekliyor dağları, geleceği…

“Sessiz Bir Yer” gerçekten gerilimi hissettiriyor izleyiciye, yaşatıyor. Büyük şehirlerin o bitmek tükenmek bilmeyen gürültüsünden kaçıp sessizliğin sesini dinlemek isteyenler, bu filmle sessizliğin de büyük bir gerilimin ana kaynağı olabileceğini görecekler.

Müthiş bir bilinmezlik de var film boyunca… Ne olacak da kurtulacaklar? Acaba kurtulabilecekler mi? Hepsi mi? Merak da at başı yarışıyor gerilimle. Gerilimi aşabilenler meraka yenilerler mi?

Sessiz Bir Yer (A Quiet Place), yönetmen John Krasinski, oyuncular Emily Blunt, John Krasinski, Millicent Simmonds, Noah Jupe… 13 Nisan’dan başlayarak gösterimde…

(12 Nisan 2018)

Korkut Akın

[email protected]

Yeşilçam’dan Bugüne

37. İstanbul Film Festivali Onur Ödülleri bu yıl, Aram Gülyüz, Perihan Savaş, Osman Şahin, Arif Keskiner ve Cevdet Pişkin’e verildi. Yapı Kredi Kültür Sanat Merkezi’nde, sinema yazarı Atilla Dorsay moderatörlüğünde, yönetmen Aram Gülyüz, yazar ve senarist Osman Şahin ile yapımcı işletmeci yönetmen Arif Keskiner’in katılımıyla gerçekleştirilen “Festival Sohbeti: Yeşilçam’dan Bugüne” keyifli, bir o kadar da bilgilendirici idi.

Türkiye’de ilk sinema…

Fuat Uzkınay’ın 1914’te çektiği, kimse tarafından izlenmeyen, izi bulunamayan, “Ayastefanos Abidesinin Yıkılışı” filmi Türkiye sinema tarihinin başlangıcı kabul edilse de, bu gün azınlık dediğimiz Ermeni ve Rum sinemacıların çektiği filmler var.

Yerli ve milli olmak, başından beri var olan beklentimiz… Her şeyi Türklerin yaptığı, başardığı ve yapıp başaracağı kabul ediliyor, başından beri. O nedenle de Burçak Evren’in iddiası egemen erk tarafından yok hükmünde görülüyor. Fuat Uzkınay’ın filmi ortada yok, izleyen de yok… Buna karşın özellikle Ermeni sinemacıların filmleri sadece ulusal değil, uluslararası kayıtlarda da yer almasına rağmen göz ardı ediliyor.

Sadece eskiden olsa yine iyi, hâlâ geçerli bu yanlış anlayış. Atilla Dorsay, ilginç bir soruyla girdi söyleşiye… Ayhan Işık da Ermeni midir? Aram Gülyüz bilmediğini söyledi. Etkinlikte bulunanlar kadar okurlar da bilecektir, Nubar Terziyan, Ayhan Işık için verdiği taziye ilanında, “Amcan” dediği için, Işık’ın ailesi ertesi gün aynı gazete sayfalarına “hiçbir akrabalığımız yoktur” diye karşı ilan vermişti. Her ne kadar “amcan”, Nubar Terziyan’ın insani yakınlığından, ilişki sıcaklığından geliyor olsa da, bu toplumsal ırkçı yaklaşımımızın ne denli büyük ve bir o kadar da korkunç olduğunun göstergesidir.

O zamandan bu zamana…

Sinemamıza da emek vermiş, iki büyük sanatçı Ruhi Su ile Yaşar Kemal de Ermeni kökenli olduklarını açıktan dile getirememişlerdi… Son zamanlara kadar, gerek siyasi gerekse resmi güçler, azınlık diye ötekileştirilen Rumları, Ermenileri, hatta Kürtleri toplumun dışına ittiği için kimse açıkça kökenlerini belirtemiyordu. Her şey gibi değişim belirleyici oldu ve gizlice söylenenler bir şekilde açıklanmaya başladı.

Hem ünü hem de geleceğe yönelik beklentileri (kendisinin olduğu kadar yapımcıların da kesinlikle) nedeniyle Ayhan Işık’ın Ermeni olduğunu dile getirebilmesi çok kolay değildir. Birçok oyuncu, şarkıcı kimliklerini gizliyor sırf bu nedenle. Ateş olmayan yerden duman çıkmaz sözüne bağlı olarak böylesi bir söylentinin çıkması da dikkate değer bir husus olsa gerek.

e-devlet üzerinden soyağacı çıkarılabiliyor artık. Birçok insan geçmişindeki gizleri öğrendi. Kim bilir, belki bir gün Ayhan Işık üzerindeki bilinmezlik de kalkar.

Sinemanın Aram Ağabeyi…

Kore savaşına tercüman olarak giden, birlikte aynı bölükte bulunduğu Halit Refiğ’den etkilenerek sinemaya başlayan Aram Gülyüz, bu güne kadar 140 film çekmiş. Dizilerinin sayısı, filmlerinin belki de üç katı. Türkiye’de ilk sesli filmi çeken Aram Gülyüz, sinemacı bir konuğunun peş peşe izlediği dört filmde, dört ayrı oyuncuyu aynı kişinin (Hayri Esen) seslendirmesini komik bulunca, o hırs ve inançla, sesli film çekmenin zorluklarını aştığını anlattı. Her şey tamam da, “değirmen” nitelendirmesiyle bilinen kameranın sesini nasıl kestiler, ciddi bir soru işareti… Bildiğim kadarıyla, sessiz çalışan “blimp” kameralar hem Türkiye’de bulunmuyordu hem de “ata karnesi” ile kiralamak bile çok çok pahalıydı.

Hayata hep mizah penceresinden baktığını, filmlerinin adlarının da bu çerçevede hem mizahi hem de kafiyeli olduğunu da ifade etti. 70’li yıllarda sinemamızı kasıp kavuran erotik filmler furyasında da bulunduğunu söyleyen, ama kendi filmlerinin “müstehcen fıkra” sayılması gerektiğini söyledi, üstüne basa basa.

Farkında değilsin ama sen sinemacısın

Yılmaz Güney, öykülerini okuduğu Osman Şahin’e söylemiş bu sözü. Olağanüstü yalın anlatımı, görsel dili, Anadolu’nun bağrından kopup gelen gerçek öyküleri ile Osman Şahin, sinemamızın en somut öykücülerinden… Ondan öykü ve/veya senaryo istemeyen var mı sinemamızda?

Bir dönem kan ve ölümle anılan, Anadolu’nun geri kalmış bölgelerinde yaşanmışlıkları derlemiş ve olanca yalınlığıyla aktarmış Osman Şahin. Sinemanın böylesi bir hazineyi kaçırması mümkün değil. Şahin’in, ilk başlarda, daha öğretmenken Anadolu’nun ücra köylerinde tanık olduğu, kendisini Balzac, Stendhal, Shakespeare kopyacısı olarak niteleyenlere inat, “mecbur insanı” anlatan özgün öyküleri, gerçekten de sinema için yazılmış gibidir.

Yaşamak edebiyattan üstündür

Sırf Balzac, Stendhal okuyarak bunların yazılabileceğini sananlara karşı, “yaşamak edebiyattan üstündür” dedi, Osman Şahin ama ben “edebiyat hayattır” sözüyle karşı çıkıyorum ona. Edebiyat olmasaydı, yazıldığı dönem itibariyle 200 – 300 yıl geri yaşamı nasıl öğrenecektik? Devletin sorumluluğundaki ama 25 – 30 köyün ağasının yönetimindeki insanların bu kan ve ölüm dolu yaşamı tarihin derinliklerinde kalacaktı. Muhakkak ki, yaşamak, gözlemek önemlidir ama edebiyat onun süreğenliğidir.

Her derde deva…

Arif Keskiner’i film yapımcısı ve “Çiçek” sahibi olarak tanıyanlara, Atilla Dorsay, başka birçok özelliğini daha sıraladı. Çocuk yaşta evinden ayrıldıktan sonra akla gelen gelmeyen birçok işte çalışmış Keskiner. Gazeteci, oyuncu, yayınevi müdürü, sinema muhabiri, yönetmen, hatta bulaşıkçı… En önemlisi, sinemada karaborsayı kaldırması ve Sinema Yasası’nın çıkarılmasına katkısı…

Şiirle başlamış sanat buluşması Keskiner’in. Sanatla sanatçının birbirinden ayrılması pek mümkün değilse, set görmek amacıyla gittiği bir film çekiminde postacı kıyafeti giydirilip küçük bir figüranlık verilmiş kendisine, “kıyak” olsun diye… Sete tozu yutan birinin bir daha iflah olmayacağının kanıtı olsa gerek, sinemacı olup çıkmış Arif Keskiner de.

“Çiçek Bar”ı -ki sanatçıların buluşma yeridir- açtıktan sonra yazarlığa da başlamış… Adları hem “Çiçek”li olan dört kitapla tüm yaşamını kamuya açmış Arif Keskiner. (Ben biraz geride kalmışım, bir de “sözlü tarih” okumayı görev edinmiş biriyim kendimce… ikisini okudum; demek ki kalanları da okuma listeme eklemeliyim.)

Gelsin, gelsin gelemesin…

Atilla Dorsay, yönetmenliğe nasıl başladığını sordu… Adanalı bir işletmeci, Aydemir Akbaş’ın başrol oynadığı beş filmi kendisinin çekmesi koşuluyla peşin para vereceğini söylemesiyle, doğaldır ki uyarlama… başlamış bu serüven…

İyi bir ekip kurunca film çekmek o kadar da zor olmasa gerek (tabii, tarihe bu niteliğiyle değil, kendisiyle geçmesi istenir). Tele objektifi bilmediği için “hani var ya, gelsin gelsin gelemesin, işte o objektifi tak” dese de kameramanına; koşan oyuncuları “kadrdan çıkarlar, sonra kameraman yakalayamamış diye bir daha iş alamam abi” savunusuyla daha geniş görmesi… sinema yapmanın yine de kolay olmadığını göstermiyor mu?

“Umut” yurtdışında…

Sinema konulu bir söyleşide Yılmaz Güney’in olmaması mümkün mü? Her ne kadar Osman Şahin değindiyse de, Arif Keskiner’in anlattıkları sinemamız için önemli. Yılmaz Güney “Umut”u çekmiş, 12 Mart koşullarında, yurtdışına çıkarılmasına izin verilmemiş ama filmin bir şekilde Cannes’a gitmesi gerekiyor. Buraya hemen bir parantez açıp, Aram Gülyüz’ün, yabancı bir yönetmenin Boğaz’ın bir yanının Asya, bir yanının Avrupa olduğunu öğrenmesinin ardından vapurun altına yapıştırılacak paketle kaçakçılık yapılacak öyküsünü, “Yahu, koysun cebine geçsin, kim karışır” dediğini eklemeliyim… Boğaz’ın iki yakası arasında yapılan kadar kolay olmasa da ciddi gerilimli bir yolculuk arkasından “Umut”, sinemamıza önemli bir kapı açıyor yurtdışında.

Ölüme çare…

Atilla Dorsay moderatörlüğünde, Yeşilçam’ı ve sinemamızı öğrendik Onur Ödülü sahiplerinden. Çok şey anlattılar, çok şey öğrendik… Teşekkür ediyoruz. Katılımın daha çok olacağını umduğum ama yanıldığım bu toplantıdan ölüme çare çıktı bence…

Yeryüzünde, öleceğinin ayırdında olan tek yaratık insansa, kalıcı olmak için çabalaması gerçekten haklıdır. Aziz Nesin, çocuk yetiştirerek ölümsüzlüğü yakaladıklarını sananlara karşı sanatı öneriyordu. Ölüme tek çare sanattır. Geçmişten gelenleri gelecekle buluşturmak da sanatla mümkündür. Siyasi, ekonomik, toplumsal her türlü gelişimin temelinde de sanatın gücü yatar.

(09 Nisan 2018)

Korkut Akın

[email protected]

Aile Arasında

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Herkes yapıyor, ben eksik mi kalayım. 2017 yılında izlediğim en iyi filmler:
1- Bu film
2- Şu film
3- Öteki film
4- Beriki film
5- Yandaki film
6- Öndeki film
7- Renkli film
8- Siyah beyaz film
9- Uzun film
10- Kısa film (27 Aralık 2017)

Aslında beğendiğimiz, sevdiğimiz şeylerin tutsağıyız. İnsan, doğa, hayvan, şarkı, türkü, aklınıza ne gelirse, her şeyin. Bizi öyle bir bağlıyorlar ki görünmeyen bu bağ zincirden de güçlü. Beğendiğiniz, sevdiğiniz dünyanın öbür ucunda dahi olsa O’nu düşündüğünüz anda bu güçlü bağ harekete geçiyor ve her yere uzanıyor. Sevdiğiniz şarkı, türkü, film ve düşünce hakkındaki beğeninizi, vazgeçmediğiniz sürece şu dünyadaki hiçbir güç sizden çekip koparamaz. (29 Aralık 2017)

Öyledir bizim gözünü sevdiğim sinema sektörünün bazı müdavimleri (*). İnternet ortamında taş çatlasa 10 adet web sitesine reklam yağdırır; yüzlerce amatör web sitesine ise alt tarafı bir çay kahve ısmarlayıp, film gösterdiği basın gösterimi yapmayı çok görür. Hayır biraz etli butlu, allı morlu, paralı pullu birisi olsam çıkıp masraflarını karşılayacağım.
(*) Bu kelime yerine “şirketleri” veya “mensupları” kelimelerini de kullanabilirdim ama “yanlış veya yetersiz kelime kullanmış” zehabını vermek için öyle yaptım. Bu bir üslûp denemesidir. Hani desinler ki, “Sen önce düzgün ifade kullanmasını öğren, sonra bize giydir.” Ne de olsa böyle düşündürmek de bir tesellidir. (29 Aralık 2017)

Metroya bindim, delikanlı kavalıyla “Gesi bağlarında dolanıyorum” türküsünü çalıyor. Oysa İstanbul metrolarında dolanıyor. Hani Anadolu’nun bağrından kopup gelmiş ses sanatçısı büyükşehrin en lüks semtinin en popüler gece kulübünde sıla hasretini dillendiriyor ya, onun gibi bir şey. Tuhaf bir dünyada yaşıyoruz vesselam. (29 Aralık 2017)

Herhalde bende bir terslik var. Kartı makineye gösterdim, herkesi “Yetersiz bakiye” diye ikaz eden makina bana “Bakiyesiz yeter” dedi. (29 Aralık 2017)

Yataklı sinema bazı insanları sinemadan soğutacak. Şuna şahit oldum: “Aile Arasında” birkaç salonda oynuyor; uzun süredir sinemaya gelmedikleri belli olan iki sevgili kuyruğa girmiş, o zamana da tam yataklı salon matinesi denk geliyor. Gişedeki kız doğal olarak bilet fiyatını söylüyor, delikanlının yüzü asılıyor. Kenarda bekleyen ben mecburen olaya giriyorum; salonun özel olduğunu, başka bir matineye gitmelerini öneriyorum. Bilet almadan, yavaşça gişeden uzaklaşıyorlar. O çift muhtemelen bir daha sinemaya gelmeyecek. Sadece gelmemekle kalmayacaklar, içinde sinema olan bir AVM.ye bile girmeyecekler. (29 Aralık 2017)

Bakış açısı: “Barajlar kurudu. Suların çekildiği topraklarda kara lahana yetiştiriyor.” (Eee normal. Baraj olmadığı zamanlarda oralarda zaten kara lahana yetiştiriliyordu.)
“Göller kurudu. Suların çekildiği topraklarda beyaz lahana yetiştiriliyor.” (Eee normal. Şarıl şarıl akan suların önüne barajlar yaparsan, gölün beslendiği derelerin önünü kesersen göller kurur.) (05 Ocak 2018)

Sosyal medya kullanımı yaygınlaştıkça film şirketlerinin pr.cılarının işleri de gittikçe zorlaşıyor. Geçen gün Beyoğlu Sineması’nda yapılan bir filmin basın gösterimine giriyorum, Alfred Hitchcock kapısına yaklaşırken genç bir kız “Basın gösterimi nerede?” diye sordu. Beyoğlu Sineması, İstanbul’da sinemasever olan herkesin bilmesi gereken bir salon. “Sen buraya hiç gelmedin mi?” dedim. “Gelmedim.” dedi. Kapıdan salona girerken “Nereden geliyorsun?” diye sordum; “Şirketten.” dedi. “Hangi şirketten?” diye sorularıma devam edince, “Biz Sinebir diye bir platform kurduk, oradan geliyorum.” dedi. Muhtemelen sinemada film izlemeye yeni merak saran gençlerin sosyal medyada kurduğu bir grup. Gösterimi duyup gelmiş olmalı. Başa dönersek: Sosyal medya kullanımı yaygınlaştıkça film şirketlerinin pr.cılarının işleri de gittikçe zorlaşıyor. Kolaylıklar diliyorum. (06 Ocak 2018)

Hadi bendeniz de “Arif V 216”nın pi-ar’ına bir katkıda bulunayım: Cem Yılmaz basın gösteriminde filmini merdivenlere oturarak seyretti. Filmin adını da “V for Vendetta”dan aldığım ilhamla şöyle açıklayayım: Arif’in 216’ya karşı zaferi. Hani V = Victory ya, o bakımdan. (08 Ocak 2018)

Mesela bendeniz herkesin yere göğe sığdıramadığı, Ertem Eğilmez’in “Arabesk”ini Yeşilçam’la dalga geçtiği için hiç sevmem. Hatta o kadar ki üstadın o güzelim “bizim mahalle” filmlerinden sonra sinemasında gerileme olarak bile görürüm, her ne kadar zamanında iyi hasılat yapsa da. (08 Ocak 2018)

(07 Nisan 2018)

37. İstanbul Film Festivali Uluslararası Yarışma Filmlerini Beklerken

37. İstanbul Film Festivali’nin ‘Uluslararası Altın Lale Yarışması’ filmleri heyecanla bekleniyor. Bu yıl yarışma jürisinin başkanlığını João Pedro Rodrigues yürütüyor. Portekizli deneyimli yönetmeni festivalde ilgiyle izlenmiş ‘Erkek Gibi Ölmek’ (2009) ve Locarno’dan en iyi yönetmen ödüllü geçtiğimiz yıl İstanbul Film Festivali’nde uluslararası dalda Altın Lale’yi kazanan ‘Ornitolog’ gibi filmlerinden tanıyoruz. Yunan Yeni Dalga Sineması’nın öncü ismi Yorgos Lanthimos’un filmlerinin değişmez oyuncularından aktris Angelika Papoulia, Berlinale 2018’in hayranlık uyandıran ve bu yıl bizim festivale de konuk olacak olan üç ödüllü ‘Mirasçılar’ın Paraguaylı yazar yönetmeni Marcelo Martinessi, Ferzan Özpetek’in ilk uzun metrajı ‘Hamam’ filmiyle edindiği uluslararası şöhretin ardından sinema ve televizyon için 100’ü aşkın film müziine imza atmış besteci Pivio ile Talinn Black Night Film Festivali kurucusu ve direktörü Estonyalı akademisyen Tiina Lokk jürinin diğer üyeleri olarak ekibi tamamlıyor.

Uluslararası Yarışma seçkisi 11 filmden oluşuyor. İlk gösterimini Locarno Film Festivali’nde yapan ‘Köpek / Chien’, tüm umudunu tüketince köpek olmaya karar veren bir adamın hikayesi. Fransız yönetmen Samuel Benchétrit’in kendi romanından sinemaya uyarladığı film, kişiliksiz, ruhsuz, insaniyetini kaybeden bir toplumun mizahi portresini, görünmez olmayı seçen bir adam aracılığıyla çizmeyi deniyor. Dünya prömiyerini Cannes Film Festivali’nin Belirli Bir Bakış bölümünde yapan ‘Western’de yönetmen Valeska Grisebach’ın Avrupa’nın bugününe dair önemli tespitleri var. Sinemacı filmin adından hareketle Western ikonografisini kullanarak Avrupa’nın güncel ‘yabancılık’ tartışmasını masaya yatırıyor. Endonezyalı kadın yönetmen Mouml Sury imzalı ‘Katil Marlina’, Japon samuray ve Amerikan westernlerinden esinlenmiş, etkileyici görselliği ve müzikleriyle öne çıkan feminist bir western. Marlina’nın dört perdelik serüveni, Berlin’de yarışan son filmiyle feminist övgülere boğulan jüri üyesi Martinessi’nin dikkatini çekeceğe benzer.

Yarışmanın ilgiyle beklenen filmlerinden bir diğeri olan İran yapımı ‘Ev’, bedenini tıbbi araştırmalar için bağışlayan babasının vasiyetini rahatsızlıkla karşılayarak yerine getirmek istemeyen genç kızın tereddütleri üzerine kurulu. İlk uzun metrajında yönetmen Asghar Yousefinejad tek mekânı olağanüstü değerlendirmiş. Bükreş’in kenar mahallelerinde geçen ‘Bir Mahalle Hikayesi’, birçok yönüyle tabuları yıkan alışılmadık bir aşk hikâyesi anlatıyor. Sırbistan doğumlu Bosnalı kadın yönetmen Ivana Mladenovic’in filmi, 40’lı yaşlardaki utangaç antropolog Adi ile eski suçlu Alberto’nun sınıf ilişkilerine çarpan yasak sevdaları üzerine. Bol ödüllü ABD yapımı ‘The Rider’, kendini oynayan bir kovboyun gerçek yaşamından aldığı kesitten yola çıkarak Amerikan tipi erkekliğin gerçekçi bir eleştirisine girişiyor. Chloé Zhao’nun görsel dünyasıyla Terence Mallick’den esinler taşıyan filminin 16 mm çekimleri Danimarka’nın küçük bir kireçtaşı madeni kasabasında yapılmış. İki erkek kardeşin hayat mücadelesi üzerine kurulu ‘Kış Kardeşleri’, İzlanda asıllı yönetmen Hylnur Palmason’in ilk uzun metrajlı çalışması.

Polonya’dan gelen Andrzej Jakimowski imzalı ‘Bir Zamanlar Kasım’da’, orta sınıfların kendilerini bir anda toplumun en alt tabakasında bulmalarının an meselesi olduğu gerçeğini gazetecilere özgü bir yaklaşımla dile getiren ilginç bir sosyal dram. Yine seçkide yer alan ‘Cocote’, Dominik Cumhuriyeti’ndeki gelenekler, sınıf çatışmaları, şiddet eğilimi ve ahlaki yozlaşmayı irdeleyen bir hikaye üzerinden ilerliyor. Latin Amerikan sinemasında yeni ve güçlü bir soluk olarak övgü toplayan yönetmen Nelson Carlo de Los Santos Arias birçok oyuncusu amatör olan filmini 35 mm çekmiş. Gerilim filmleriyle dikkat çeken yönetmen ikili Juliana Rojas ile Marco Dutra’nın birçok festivalden ödülle dönen yeni filmleri ‘Görgü Kuralları’, iki kadının ön planda olduğu, fantastik ile sosyal gerilimi bir arada kullanan çağdaş bir müzikal. Başrollerinde Angola asıllı Portekizli dansçı ve oyuncu Isabél Zuaa’nın dikkat çektiği film annelik, toplumsal sınıf, aile kavramlarını tartışmaya açarken, bedensel değişim ve cinsel arzu gibi kavramları ele alıyor.

Uluslararası yarışma seçkisi bizden bir filmle sonlanıyor. Dünya prömiyerini Berlinale 2018’in Forum bölümünde yapan Burak Çevik imzalı ‘Tuzdan Kaide’, aynı rüyanın tekrar tekrar anlatıldığı, zamandan kopmuş, mekânı belirsiz bir yolculuğun filmi. Esme Madra, Nihal Koldaş, Nazan Kesal gibi sinemamızın kalburüstü kadın oyuncularının yer aldığı yapım, Reha Erdem’in fantastik denemesi ‘A Ay’ ile Kutluğ Ataman imzalı ‘Karanlık Sular’ın izini süren bir atmosfer denemesi olarak dikkat çekiyor.

(05 Nisan 2018)

Ferhan Baran

[email protected]

37. İstanbul Film Festivali Ulusal Altın Lale Adaylarına Bir Bakış

‘Ulusal Altın Lale Yarışması’ sinemamızın son hasadından öne çıkan örneklerin izleyici karşısına çıkacağı, 37. İstanbul Film Festivali’nin ilgiyle takip edilen bölümlerinden biri. Bu yıl yönetmen Pelin Esmer’in başkanlığını yapacağı yarışma jürisinin diğer üyeleri, Nuri Bilge Ceylan filmlerinin değişmez görüntü yönetmeni Gökhan Tiryaki, oyuncu Selen Uçer, şair Küçük İskender ve Paris merkezli serbest gazeteci ve sinema yazarı Barbara Lorey de la Charrière’den oluşuyor. Jüri, Altın Lale en iyi film, yönetmen, Onat Kutlar adına Jüri Özel Ödülü, erkek oyuncu, kadın oyuncu, senaryo, görüntü yönetmeni, kurgu ve özgün müzik dallarında ödül veriyor.

Yarışma seçkisi 13 filmden oluşuyor. Bunlardan Semih Kaplanoğlu imzasını taşıyan ‘Buğday’ şimdiden sinema tarihimize geçmiş önemli bir film. Geçtiğimiz yılın en iyi filmlerinden Adana Film Festivali’nden Jüri Özel ödüllü ‘Körfez’, Emre Yeksan’ın çok başarılı ilk uzun metrajı, yine prömiyerini Adana’da yapmış ‘Sofra Sırları’ ise deneyimli sinemacımız Ümit Ünal imzalı mükemmel bir kara komedi. Yarışma seçkisine dahil olup festivalin hemen öncesinde vizyona giren ‘Kelebekler’, geçtiğimiz Ocak ayı içinde Sundance Bağımsız Filmler Festivali’nin Dünya Sineması bölümünün dramatik dalda büyük ödülünü kazandı. ‘Gişe Memuru’ ve hayli ses getirmiş ‘Sarmaşık’ ile tanınan Tolga Karaçelik imzalı film, 30 yılın ardından babalarının çağrısı üzerine köylerine dönen üç kardeşin tuhaf serüvenini anlatıyor. Geçmişle hesaplaşmanın hüznünü absürd komedi ile sarmalayan, çok iyi yazılmış ve oynanmış film yarışmanın favorilerinden.

Merakla beklenen bir diğer film olan ‘Yol Kenarı’, Tayfun Pirselimoğlu imzasını taşıyor. Çözümlenemeyen ölümler ve gizemli doğa olayları ile sarsılmış cinnetin eşiğindeki bir kasabaya gelen ve Mehdi olduğuna inanılan genç adamın gizemli hikâyesini siyah beyaz çekmiş usta sinemacımız. Tansu Biçer, Taner Birsel ve Ercan Kesal gibi isimler bu filmin ağır topları olarak dikkat çekiyor. 2013’te ‘Sen Aydınlatırsın Geceyi’ ile Altın Lale’yi kazanan Onur Ünlü, bu yıl ‘Put Şeylere’ isimli çalışmasıyla yarışmaya renk katacağa benzer. Absürd tarzıyla tanınan yönetmenin filmi, 54. Antalya Film Festivali’nin İstanbul’da düzenlenen alternatif ulusal seçkisine de dahil olmuş ve sinemacıya en iyi yönetmen ödülünü kazandırmıştı. İstanbul’un Cihangir semtinde yaşayan bir grup sanatçının karmaşık öyküsünde yine zaman ve mekanla oynayarak deneysel bir anlatım tutturmuş Ünlü.

2014 yılının ilgiye değer yapımlarından ‘Neden Tarkovski Olamıyorum’un yaratıcılarından iki adet film var yarışmada. Yarışma seçkisinde izleyeceğimiz ‘Halef’ yönetmen Murat Düzgünoğlu’nun ‘Neden Tarkovski…’nin ardından çektiği yeni uzun metrajı. Film, hayvanların dünyaya yeniden gelmiş insanlar olduğuna inanılan, tavaf edilen dergâhlar, şifalı taşlar ve muskalarla örülü mistik dünyada, hayata rasyonel bakan mistisizme, mistik bakan Halef’inse şüheciliğe kaymasıyla taşların yerinden oynadığı gizemli bir serüven vaadediyor. Aynı filmde oyuncu olarak yer almış Vuslat Saraçoğlu ise ilk yönetmenlik denemesi ‘Borç’ ile toplumsal sorumluluk ve iyilik hallerimizi sınavdan geçiren ilginç bir hikâyeden yola çıkıyor.

‘Kırık Midyeler’in yönetmeni Kenan Kavut, Jale Arıkan başrolünde yer aldığı yeni filmi ‘Kaçış’ta savaşta ailesini kaybeden ve ülkesini terk etmek zorunda kalan Suriyeli göçmenin yaşadıklarından yola çıkarak, çağımızın yakıcı mülteci sorununa parmak basıyor. Ulusal yarışma seçkisi bir dizi ilk filmle tamamlanıyor. Bunlardan Banu Sıvacı imzalı, Sofya Film Festivali’nden taze ‘en iyi yönetmen’ ödüllü ‘Güvercin’, Adana’nın kenar mahallelerinden birinde ağabeyi ve ablası ile birlikte yaşayan ve kuşlarından başka bir dünyayı tanımayan Yusuf’un çevresinde şekillenmekte. Dünya prömiyerini Berlinale 2018’in Forum bölümünde yapan Burak Çevik imzalı ‘Tuzdan Kaide’, aynı rüyanın tekrar tekrar anlatıldığı, zamandan kopmuş, mekânı belirsiz bir yolculuğun filmi. Esme Madra, Nihal Koldaş, Nazan Kesal gibi sinemamızın tanınmış oyuncuları filmin kadınlardan oluşan oyuncularından bazıları.

Mehmet Ali Konar’ın Kürtçe ve Türkçe dillerinde ilk yönetmenlik denemesi ‘Renksiz Rüya / Hewno Bereng’, 90’lı yılların karanlık politik atmosferini küçük Mirza’nın yaşam ritmi ve farkındalığı üzerinden anlatırken, Abdurrahman Öner’in ilk uzun metrajı ‘Aydede’, küçük bir kasabada yaşanan platonik aşk ve miras kavgasına, yine bir çocuğun, annesi ve yaşlı dedesi ile birlikte yaşayan küçük Bekir’in gözünden tanıklık ediyor.

(30 Mart 2018)

Ferhan Baran

[email protected]

12 Savaşçı -12 Strong-

Son dörtyüz yılda sadece onbir yıl barış içinde yaşanmış. Hep savaşmış insanlar. Haklılığı, haksızlığı bir tarafa, nedenini niyesini bilmeden de katletmişler birbirlerini.

Savaş kötü bir şey, siyasetin farklı araçlarla, yani silahlarla sürdürülmesi demek. Belki de söyleyecek sözü olmayanların kendi taraftarları da dahil herkesi ölüme zorlaması…

Neden savaş çıkar?

12 Savaşçı filmi, bir gerçekten yola çıkarak Afganistan’daki çatışmaları anlatıyor. Gerekçesi 11 Eylül’de Dünya Ticaret Merkezi binalarının saldırıya uğraması… Hatırlayacaksınız, 2001 yılında, güzel bir Eylül sabahında (bize göre akşamüstü) dört uçak kaçırılmış, ikisi birbiri ardına İkiz Kulelere (ki ikinci saldırıyı, bütün dünya canlı izledi, heyecanla), biri de Pentagon’a çarptırılmış, binlerce insan ölmüştü. Usame Bin Ladin’in liderliğini yaptığı bir terör örgütüydü bunu yapan. Komplo teorisi denilse de, binlerce insanın canına mal olmuştu. Hâlâ bilinmiyor, neden gerçekleştirildi bu saldırı, ne amaçlanmıştı, ne kazanıldı?

Misilleme yeni canlar alır

ABD, zaman kaybetmeden misillemeye girişti. İşte 12 Savaşçı filmi, bu misillemede kazanılan başarıya odaklanıyor.

Kararlı bir lider, gözü kara ve birbirine güvenen bir ekip, güle oynaya savaşa gidiyorlar. Arkada eşleri, çocukları kalsa da bu askerler her ne olursa olsun sağ salim evlerine dönmeyi amaçlıyor. Hayat onlarla güzel ne de olsa…

Afganistan’a indirilen bu 12 asker, her ne olursa olsun istilacı olarak görülmeli. Kendi içinde de bölünmüş, birbirine düşman olan yerli güçler ise topraklarını koruma düşünde… Daha önce Sovyet istilasına uğrayan ve canla başla direnen Afganlılar, bu kez daha güçlü ve iki rakip güce de destek veren ABD ile yollarına yürümek istiyor. Kuşkusuz gerici ve muhafazakâr olmaları nedeniyle kabul edilemez iktidardakiler ama yapılması gereken de bu değil muhakkak ki.

Bugün, dünyanın birçok bölgesinde benzer savaşlar sürdürülüyor. Milyonlarca insan yerinden yurdundan kaçmaya çalışıyor, sırf ölmemek, öldürülmemek için. Milyonlarca mülteci, gittikleri yerde açlık ve sefaletle yüz yüze ve çözümsüz.

Barış tek çare…

Gerçek bir olaydan hareketle çekilen bu film (benzer filmler bizde de çekiliyor birbiri ardına ama tek fark biraz daha izlenilirliğinin yüksek olması… değilse anlamlılık açısından farksız.

Sinema savaşı yener. Siz, siz olun, sinemayı, sanatı savunun; savaş kimseyi ihya etmez.

12 Savaşçı -12 Strong- yönetmen Nicolai Fuglsig, oyuncular Chris Hemsworth, Michael Shannon, Michael Pena, Trevante Rhodes… 30 Nisan’dan itibaren gösterimde…

(29 Mart 2018)

Korkut Akın

[email protected]

Yeni Başlamayanlar İçin Sinema Kitabının Yazarı Fırat Sayıcı ile Röportaj

Sinema yazarı ve akademisyen Fırat Sayıcı’nın ikinci kitabı Yeni Başlamayanlar İçin Sinema geçtiğimiz aylarda Fam Yayınları tarafından yayımlandı. Sayıcı, kitabını sinema sanatını sadece izleyerek değil üzerinde düşünerek, tartışarak, kafa yorarak hayatına dahil edenler için yazmış. Kitabın içinde yer alan yazılar daha önce çeşitli dergilerde farklı konularda yazdığı makalelerden ya da daha derinlikli analizleri arasından seçilerek oluşturulmuş.

Fırat Sayıcı’nın kitabında sinemada reklamın önemi ve sosyal medya ile olan ilişkisi, dünya sinemasında işçi filmleri, gişe ve festival olgusu, Matrix serisi ve şüphecilik, Türk sinemasında Arzu Film ekolü, Türk sinemasında gerçekçilik ve sinemaya dair daha birçok sorunun cevabını bulabilirsiniz.

Sayıcı ile kitabındaki konulardan başlayarak Türk sineması ile ilgili uzun bir röportaj yaptık. Fakat öncesinde Fırat Sayıcı’yı size tanıtmak istiyorum.

Aslında doktor olmak isteyen Sayıcı, Yıldız Teknik Üniversitesi Malzeme Mühendisliği’nden mezun ama hiç mühendislik yapmamış. Okulda sinema kulübüyle tanışmış ve o kulüpte dört yıl boyunca başkanlık yapmış. Kısa filmler çekmiş. Yıldız Kısa Film Festivali’ni düzenleyenler arasında yer almış. Ve bol bol sinema kitabı okumuş.

Sonra Selçuk Üniversitesi Sinema Televizyon Bölümü’nde yüksek lisans yapmış. Şimdi de doktorasını yapıyor. Tez konusu ise Sinemada Yol ve Yolculuk.

Birçok festivalde kısa film ve uzun metrajda jüri üyeliği yapmış ve yapıyor. İyi bir bütçe bulabilirse kısa film çekmeye de devam etmek istiyor. Ve üzerinde çalıştığı iki kitap projesi var, ikisi de kısa film üzerine.

İNTERNET SAYESİNDE SİNEMADA TÜRK FİLMLERİ İZLENİYOR

Kitabınızda, Avrupa’da bilet satışları düşerken bizde yüzde 22 arttı diye yazmışsınız. Bunu Türk sinemacıları nasıl başardı sizce?

O yazıyı birkaç sene önce yazdım şimdi daha da arttı bu sayı. Şu an yüzde oranını tam olarak bilmiyorum ama ortalama 60 – 70 milyon arası bilet satılıyor Türkiye’de. Yani bu kişi başı bir bilet anlamına geliyor. Tabii ki bu demek değil ki herkes yılda bir kere sinemaya gidiyor. Gitmeyen de büyük bir kesim var. Ama arka arkaya birkaç kere filme giden insanlar da var. Bunun en büyük sebebi bence internet. Eskiden biliyorsunuz kolay kolay filmlere ulaşamazdık. VHS vardı, Betamax vardı. Sonra DVD’ler ve CD’ler çıktı. Eskiden filmlere ulaşmak çok zordu ama belki de o zamanlar sinema daha değerliydi. Şimdi her şeye ulaşabildiğimiz için ve korsanın yaygınlaşmasıyla artık Türk seyircisi şu kafaya girdi. Ben nasıl olsa yabancı filmleri Türkiye’ye gelmeden önce birçoğunu korsanda izleme şansını buluyorum. Ama işte özellikle BKM’nin, TAFF’ın yaptığı büyük gişe işleri, komedi işleri de hemen internete düşmediği için mecburen sinemada izliyor.

Bir de tabii ki işin şöyle sosyolojik bir boyutu var. Son yıllarda ekonomik güçlük artmasına rağmen insanlar biliyorsunuz 15 – 20 lira verip sinemaya gidiyorlar. Çünkü en ucuz eğlence olarak onu görüyor. Ailesini alıyor yanına, patlamış mısırını ve kolasını alıyor. Tabii ki bir yüz, yüz elli liraya çıkıyor ama yine de en ucuz eğlence. Bir yere tatile gidemiyor, çok güzel klas bir yerde yemek yiyemiyor, ailesiyle hafta sonu bir yere, pikniğe gidemiyor, günü birlik bir yere tatile gidemiyor. Halkımızın tiyatroya da fazla ilgisi yok maalesef. Dolayısıyla en ucuz eğlence ama oluyor. Sinemaya gittiğinde de çoğu zaman hangi filme gideceğini bile bilmiyor. Ama yabancı filmleri gördüğü zaman ben bunu internetten izlerim diyor. Gerçekten de düşmüş oluyor internete. Niye ona para vereceğim gözüyle bakıyor. Otomatikman Türk filmini tercih ediyor.

Özellikle büyük şirketlerin iyi reklam yapmaya başlamaları da çok etkili oldu. Hollywood formüllerini çok iyi uygulayabiliyorlar artık. Bir senaryo, özellikle komedi senaryosu nasıl olur, nasıl işler, nasıl başlar, nasıl gelişir ve nasıl biteri artık daha iyi biliyor yapımcılar.

Prototipini çıkardılar yani

Evet çıkarttılar. Özellikle BKM’nin yaptığı işlere bakın hepsi standarttır. Sadece ambalaj değişir. Oyuncuları bile aynıdır. Hikâyeler üç aşağı beş yukarı aynıdır ama filmi iyi bir Hollywood janrına oturtmuşlardır. Bu da tabii ki başarıyı getiriyor. TAFF’ta aynı şekilde bunu yapabilen şirketlerden.

Ve bir de dizi oyuncularının sinemaya yansıması var. Sonuçta sevdikleri oyuncuları görüyorlar ve diyorlar ki “Ben bu filmde ağlayacağım” veya “Bu filmde güleceğim”, bunu biliyorlar. Bu yüzden de gişe satışlarımız yabancı filmlere göre daha da yükseğe çıkıyor. Umarım böyle de devam eder.

Peki bu açıklamanız üzerine hemen sorayım, günümüz komedi filmlerini nasıl buluyorsunuz? Bir yazınızda “tuvalet komedileri” diye bir tanımlamanız var. Hangi filmleri kastettiniz bununla?

İsim olarak söylemeyeyim. Tuvalet komedisi artık sinema jargonumuza oturan bir kalıp oldu. Tek düze, birbirinin aynı hikâyeleri anlatan, neredeyse aynı komedi oyuncularını oynatan, eril bir dile, kaba saba ve bel altı esprilere dayanan, kadını aşağılayan, seks üzerine anlaşılması güç komedi yapmaya çalışan, gaz çıkartma ve küfür gibi şeylerden medet uman filmler bunlar. Bir yılda vizyona giren komedi filmlerimizin dörtte üçü bunlardan oluşuyor ne yazık ki.

YAPIMCILARIN YÜZDE OTUZU SAHTEKÂR

Şu anda Türk sinemasının en büyük sorunu ne sizce?

Çok fazla sorun var ama birincisi bilet fiyatları çok yüksek. Bilet fiyatlarının yüksek olması sadece seyirciyi etkilemiyor, yapımcıyı da etkiliyor. Çok büyük bir oranı vergiye gidiyor. Sinema salonları tabii ki kazansın, kazanmasın demiyorum ama öyle bir noktaya geldiler ki artık film seçmeye başladılar. O filmi göstermem, bu filmi gösteririm. Hep gişe işlerini göstermeye başladılar. İyi filmleri göstermediler. Kelebekler girecek vizyona 30 Mart’ta, kim bilir kaç kopya çıkacak. Az kopya çıkacak muhtemelen. Onun karşılığında BKM’nin herhangi bir sıradan filmini, televizyonda izleyebileceğimiz bir filmini beş yüz salonda görebileceğiz. Bu tarz sorunlar çok büyük.

Yapımcıların yüzde yirmisi, yüzde otuzu sahtekâr. Bunu çok net söylüyorum, sahtekâr. Kara para aklamak için çekenler var, bu tarz ortamlara girebilmek için. Oyuncularla tanışmak için bile film çeken var. Zengin adamlar bunlar. Tekstilci, sanayici, fabrikatör sektörle alakası yok ve hiç de bir şey bilmiyor. Saçma sapan bir film çekiyor ve parasını aklıyor. Böyle çok insan var ve bunlar sektöre zarar veriyor. Bir noktadan sonra parasını ödemiyor insanların. Çünkü batıyor film. Derdi de değil; nasıl olsa bir daha film çekmeyecek. Bu büyük bir sorun sinemamız için.

Sektör kendi içinde hâlâ sendikalaşamadığı için, hâlâ kendi haklarını savunamadığı için, dizilerde de görüyoruz bunu. Herkesin her yerde borçları ve alacakları var. Yani işler yarım yamalak dönüyor. Hiçbir şey planlandığı gibi gitmiyor.

En önemli sorunlardan biri de seyircinin, sinema konusunda henüz yetişmemiş olması. Biraz daha bilinçli ve kültürlü bir seyirci olursa daha kaliteli filmlerin vizyona gireceğini görebiliriz. Arz, talep meselesi sonuçta.

Ayrıca menajer sorunu var. Bu çok yerde konuşulmaz. Menajerlerin de çok zeki ama kötü niyetli hareket edenleri var. Oyuncularını bir maşa gibi kullanıp yapımcılara ve yönetmenlere karşı ya da set ekibine karşı işi zora sokuyorlar. Mesela bir filmin halkla ilişkilerini yapıyorsun, birini bir yere çıkaracaksın, menajeri haber bile vermemiş. Adamın haberi yok yani. Yüz yüze gelince soruyorsun, “Niye oraya çıkmadın” diye. “Menajerim bana söylemedi ki” diyor. Bu tarz sorunlar oluyor.

Neden böyle davranıyor menajerler?

Menajerlerin en büyük derdi maddi. Çok zaman harcamak istemiyorlar. Paralı yerlere gitmek istiyorlar. Örneğin Kanyon’da söyleşi var elli bin lira vereceğiz desek koşa koşa gelirler. Ama kanallardan birine gideceğiz, programa gideceğiz söyleşi var desek ayarlamamak için elli takla atarlar.

BİR YAPIMCI OYUNCUYA DAVA AÇSA SORUN ÇÖZÜLECEK

“Seyircilerin bir kısmı sinemaya gittiğinde çoğu zaman hangi filme gideceğini bile bilmiyor” dediniz, peki bir filmi doğru tanıtmak için neler yapmak gerekir?

Türkiye’de yapımcıların yaptığı en büyük yanlış film bitiyor, çekimler bitiyor, afişi tasarlıyorlar, fragmanı tasarlıyorlar ondan sonra bir PR’cıyla masaya oturup “Biz bu filmi nasıl tanıtabiliriz?” diyorlar. Ama sen zaten her şeyi kilitlemiş oluyorsun orada. Bir PR’cının sana profesyonel olarak yardım edebilmesi için filme işin başında dahil olması gerekiyor. Taa çekimlerden önce, hatta kastına bile karışması lazım PR’cının. Yani karışmaktan ziyade yol göstermesi, önermesi lazım.

Ne açıdan diyorsunuz bunu?

Mesela yapımcı bazı işlerimizde bize diyor ki, “Biz bu oyuncuya çok güveniyoruz, çok ünlü bir oyuncu.” Ama ben onu biliyorum ki hiçbir haber karşılığı yok. Hatta o kişiden nefret eden televizyoncular ve gazeteciler var. Bu gibi ayrıntıları bilmedikleri için, “Bunun reytingi var, gişesi var, bu güzel haber yapar.” diyor. Ya da şunu bilmiyor, o senin çok güvendiğin adam hiçbir yere çıkmıyor. Kendisi reddediyor zaten. “Annem hastalandı, babam hastalandı, ayağım kırıldı, uyanamadım, gelemiyorum, oraya çıkmasam mı, başka bir yere çıkayım.” gibi elli tane yalan atıyor çıkmamak için. Şimdi siz bunu yapımcıya söylediğiniz zaman yapımcının da bu tarz oyuncular üzerinde yaptırım gücü olmadığı için öyle havada kalıyor. Siz bu sefer bu tarafta basın mensubuna rezil olduğunuzla kalıyorsunuz. Bir yandan yapımcı diyor “Hani nerede, beni haber yaptıracaktın, ne oldu?” Senin oyuncun destek vermiyor ki filmine. Sen daha oyuncu üzerinde hakimiyet kuramamışsın ki, benim ne suçum var?

SABAH UYANDIĞIMDA SALONDA AHMET KURAL İLE MURAT CEMCİR’İ GÖRECEĞİM DİYE KORKTUM

Sözleşmelerine böyle bir madde koyamıyorlar mı?

Sözleşmelerin hepsinde var. Ama kesinlikle uygulamıyorlar. Bir tane aklı başında yapımcı çıkıp dava açsa, o bir emsal teşkil etse. Örnek veriyorum, “Bu oyuncu benim filmimin PR tanıtım faaliyetlerime katılmadı iki yüz bin lira maddi – manevi tazminat davası açıyorum, filmim battı çünkü gişede.” dese. Bir kere bir yapımcı bunu uygulasa ondan sonra bakın o oyuncular nasıl her telefonda “Tamam nereye çıkayım?” diye soracaklar. Var böyle oyuncular maalesef. Ama bazı akıllı oyuncular da var, biliyor ki eğer o film iş yaparsa bir sonraki filmde yapımcı bakacak bu oyuncunun gişesi iyi, bu adamın oynadığı filmler iyi iş yapıyor “Ben o zaman bu adama rol vereyim” diyecek. Bunu düşünemiyorlar, kaçtıkça kaçıyorlar. Sonuçta bir röportaj vereceksin alt tarafı. En son Ahmet Kural ile Murat Cemcir’i gördük. Her yere çıktılar, her yere. Sabah uyandığımda salonda onları göreceğim diye korktum, düşünün yani. Ama işte doğrusu da budur stratejik olarak. Cem Yılmaz da mesela, her yere çıktı. Şahan da aynı şeyi yapıyor. Yani film zamanı tanıtımını yapacaksın. Onlar nasıl olsa reklamımız yapılıyor, bilboardlarda varız, internette varız diye rahat davranıyorlar. Öyle bir dünya yok. Seyircinin o kadar çok alternatifi var ki. İstediği filme gider. Sen oraya çık ve kendini, filmini anlat, farkının ne olduğunu söyle.

ARTIK ÇOĞU SEYİRCİ SİNEMA YAZARLARINI OKUMUYOR

Klasik tanıtım mecraları olarak televizyon, gazete ve dergiler vardı. Şimdi internet sayesinde sosyal medya var. Tanıtım mecralarınız arasındaki yeri nedir sosyal medyanın?

Sosyal medyanın etkisi yüzde seksen. Bu artık çok net bir şey. Eskiden televizyonlarda çok fazla fragman yayınlanırdı reklam olarak, artık yok. Çünkü hiçbir katkısı yok. Gazete reklamları da çok düştü. Artık çok az kişi basılı gazete okuyor. Billboardlar, aslında çok iyi bir bütçeniz varsa etkili. Ama bütçeniz sınırlıysa para harcamaya gerek yok, çünkü çok pahalılar. Metro, metrobüs ve tramvay içindeki hareketli ekranlarda verilen reklamlar çok etkili çünkü hele hele metroda telefon da çekmediği için mecburen izliyorsunuz onları ve görüyorsunuz reklamları.

Sosyal medyaya gelirsek, bütün olay sosyal medyada dönüyor. Şimdi siz zaten bir filmi iyi bir gişeye ulaştırmak istiyorsanız, 15 – 25 hadi biraz daha esnetelim 15 – 35 yaş arasını hedeflemeniz lazım. Bu yaş arasındaki neredeyse her bireyin elinde akıllı cep telefonu var, evinde bilgisayarı, tableti var. Ve bu insanlar artık televizyon izlemiyorlar, gazete zaten okumuyorlar. Okuyacaklarsa bile telefonlarından okuyorlar. Dolayısıyla da onların cep telefonuna girmek zorundasınız. Bu da tabii ki sosyal medya ile ve doğru reklam planlamasıyla yapılır. Tabii bu da bir bütçe. Bir fragman durup dururken bir milyon, iki milyon kişi tarafından izlenemez. Hepsinin tasarlanması gerekiyor. Ama sosyal medyayı iyi kullanırsanız reklamınızın yüzde seksenini oradan yapacaksınızdır. Bilinirliği oradan sağlayacaksınızdır.

O kadar çok bilgi akışı var ki internette, nasıl öne çıkarabiliyorsunuz bu reklamları ve tanıtımları?

İşte reklamlamalarla, doğru reklamlamalarla. Facebook ve Instagram mecralarında demografik yapıyı seçebiliyorsunuz reklam yaparken. Facebook algoritmasını üç ayda veya altı ayda bir değiştiriyor. En basitinden şöyle bir örnek vereyim. Yapımcılar bütün Türkiye’ye sosyal medya reklamı vermeye çalışıyorlar. Bu yanlış. Siz zaten çok paranız yoksa sadece İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa, Antalya, Konya gibi büyükşehirlere odaklanmanız lazım. Facebook buna imkan sağlıyor. Ama adamın 20 bin lirası var, tamamını yatırıp facebook ve Twitter üzerinden bütün Türkiye’ye reklam yapıyor. Sineması olmayan, filminin o şehirlerde vizyona gireceğini bile bilmeden sen neden oraya reklam yapıyorsun ki? Doğru reklamlamayla diğerlerinin arasından çıkmanız mümkün. Ama bazen de iş tam tersine dönüyor. Reklam çok iyi yapıldı. Oyuncular çok iyi fakat film çok kötü. Fısıltı gazetesiyle anında yayılıyor. İlk üç gün çok önemli biliyorsunuz. Bazen dört yüz salonda vizyona giriyor bir film. Hatta beş yüz salon, sekiz yüz salonda giren filmler var. En yakın örneği Şahan Gökbakar’ın Kayhan filmi. Patladı film. Battı yani, battı derken parasını kurtarmıştır ama beklenilen etkiyi yaratmadı. Bu da biraz filminizin de iyi olması anlamına geliyor, sadece reklam değil.

Sosyal medyanın tanıtım kolaylığı var ama aynı zamanda seyirciden hızlı geri dönüş almanız da demek oluyor değil mi?

Aynen. O sizin hem yardımcınız hem de düşmanınız aynı zamanda. Anında silerler sizi. Şöyle düşünün artık çoğu seyirci sinema yazarlarını okumuyor, takip etmiyor. Gitmek istediği filmi Twitter’ın veya Facebook’un arama butonuna yazıyor, çıkan yorumları görüyor. Kendisi gibi seyirci olan sıradan vatandaşın yorumlarını bizimkilerden daha fazla önemsiyor ve o filmlere gidiyor. O film kötü, bu film kötü yazılıysa o filmlere gitmiyor.

BİLİNÇLİ SEYİRCİ RAHATLIKLA SİNEMA YAZARI OLABİLİR

Peki bu durum sinema yazarlarını nasıl etkiledi?

Zaten son 10 – 15 yıldır ben açıkçası sinema yazarlarının eski gücünün olduğunu düşünmüyorum, ben de sinema yazarı olmama rağmen. Hani 4 – 5 ismin haricinde ben şu yazarın yorumlarına bakıp da film seçeyim dediklerini zannetmiyorum. Basılı yayınlar hızla azaldı biliyorsunuz. Ve internet konusunda bilgili olan internete evrilen sinema yazarları biraz daha güçlendi. Ya da yeni genç arkadaşlarımız çıktı ve sinema yazarlığı konusunda bir şeyler yapmaya başladılar. Ve şimdi eskiyle yeni arasında küçük bir çatışma da oluyor zaman zaman. Ama ben bu çatışmayı çok anlamsız buluyorum. Yenilerin eskilerden öğreneceği çok şey var. Eskilerin de bunu bilerek, bu bilinçle gençlere yardımcı olması gerektiğini düşünüyorum. Ben orta kuşak sayılırım, yaşım 38. Ben elimden geldiğince büyüklerle de küçüklerle de iyi anlaşmaya çalışıyorum, orta yolu bulmaya çalışıyorum her zaman. Yeni arkadaşlara yol göstermek açısından hep elimden geleni yaptım.

Ama internet hızla bunu genele yayıyor. Eskiden 50 – 60 kişilik bir sinema yazarı topluluğu varken şimdi 150 – 200’e yakın bir sinema yazarı topluluğu var. Bunların yarısından çoğu internette yazıyor zaten. Biraz bilinçli seyirci eğer bu yönde bir kariyer planlayacaksa kendine, rahatlıkla sinema yazarı olabilir. Kimse de buna engel olamaz.

Bu nedenle mi internette sinema dergileri arttı?

Aynen. Zaten basılı sinema dergisi yok denecek kadar az. Altyazı Dergisi var hâlâ basılı olarak çıkan. Film Arası Dergisi var. Arka Pencere önce online olarak çıkmıştı. Şimdi basılı hale geçtiler. Dijitalde bizim Cine Dergi var, internette ilk online dergi aynı zamanda. Popüler Sinema var. Birçok internet sitesi var. Bu şekilde insanlar sinema yazınıyla ilgili ihtiyaçlarını karşılıyorlar.

Kitabınızdaki bir başlıkla devam edelim. Gişe filmleri ve festival filmleri diye ayrım yapmak doğru mu?

Aslında doğru değil. Sinema sinemadır ama bir ticari sinema bir de sanat sineması kapsamında bir ayrım var. Ve o ayırıma uymak zorundayız hepimiz. Çünkü gerçekten de bir tanesinin derdi para kazanmak, diğerinin derdi de kendi mesajlarını anlatmak. İşte festivallerde sanatla daha iç içe olan seyirciye ulaşmak ve onlarla bir hareket etmek için böyle bir ayırım var. Türkiye’deki festival sineması olgusu da ağırlıklı olarak şuradan kaynaklanıyor, eğer bir yapımcı veya yönetmenin parası yoksa cebinde mecburen Kültür Bakanlığı’na başvuruyor. Bir başvuru yapıyor, alamıyor. İkinci başvuruyu yapıyor alamıyor, üçüncüsünde diyelim ki aldı. Kısıtlı bir bütçeyle kafasındaki fikri ve yönetmenlik duygusunu hayata geçirmek zorunda. Sonuçta Kültür Bakanlığı size o parayı verdikten sonra, son kullanma tarihi gibi bir tarih veriyor. O tarihte teslim etmeniz gerekiyor. Yapımcı veya yönetmen özellikle genç ve acemiyse hemen panikle daha olgunlaştıramadan senaryosunu, oyuncusunu, yapım ve prodüksiyon imkanlarını filmini çekmek zorunda kalıyor. Ve açıkçası yarım yamalak bir film çıkıyor ortaya. Türkiye’de her yıl çekilen ortalama 40 – 50 tane bu tarz bağımsız, festival filmi diyebileceğimiz film var. Ama bunların kırk tanesi çöp zaten. Belki birkaç tanesi Türkiye’de çeşitli festivallerde ödül alıyor. Ve yurt dışına gidiyor. Yurt dışında da birkaç tanesi ödül alıyor, ismimizi duyuruyor ama geri kalanın hepsi çöp. Çünkü hepsi olgunlaşamadan yapılmış filmler. Ya da iki milyona çekilmesi gereken bir filmi beş yüz bin liraya çekince bu tarz sonuçlar doğuyor. Teknik imkansızlıklar ve aksaklıklar doğuyor. Ama bu demek değildir ki bir festival filmi, gişe filminden daha değerlidir. Ya da gişe filmi bir festival filminden daha değerlidir de diyemeyiz. Eğer siz iyi bir sinemaseverseniz ikisini de izlemek zorundasınız. Bazen şöyle ikiyüzlülüklere rast geliyorum. Eleman sürekli festival filmleri izliyor, bağımsız sanat filmleri izliyor. Ama Türkiye’deki gişe filmlerini kötülüyor ama Amerika’nın en iyi gişe filmlerine koşarak gidiyor. İşte Avengers’lar, Marvel’in filmleri gibi. Şimdi bu ikiyüzlülük bence. O zaman kendi ülkendeki gişe filmine de saygı gösterip onu da destekleyeceksin. Ya da kötü olmasına rağmen bazı bağımsız filmler eş, dost, akraba sisteminden dolayı çok fazla yükseltiliyor. Lobi faaliyetleri de var bunun içerisinde. Objektif yaklaşmak lazım. Hem sinema yazarı olarak, hem de sinema seyircisi olarak ya da sinema sektörü çalışanı olarak.

Kaliteli olmayan filmleri festivaller neden elemiyor?

Festivallerde ön jüri sistemi var biliyorsunuz. Ortalama üç kişi veya beş kişi ön jüri oluyor. Her festivalin ön jürisi var. Festival yönetimleri bazen kendi içlerinden de bir ön jüri yapıyorlar. Ben ona karşıyım. Mutlaka dışarıdan da sektör çalışanlarını almak durumundalar. Tabi burada işin içine bazı kişisel beğeniler ya da kişisel dostluklar da giriyor. O benim arkadaşım, zamanında onunla iş yaptım dışarıda kalmasın gibi bazen çok iyi filmlerin dışarıda kaldığını görüyoruz. Bu üzücü bir durum tabii ki. Bazı festivaller hiç açıklamıyor ön jürilerini. Sağdan soldan duyuyorsunuz. Mümkün olduğu kadar çok kişiden oluşmalı ön jüriler. Bu sektörün her dalından bir temsilcinin jüride olması gerektiğini düşünüyorum.

Türkiye’de çok fazla film festivali düzenlenmeye başladı. Aslında bu çok güzel bir gelişme ama gerçekten hakkıyla yapılabiliyor mu bu festivaller?

Yapılamıyor maalesef. Festivallerin en büyük sorunu yerel yönetimlerden destek almaları. Yani her biri neredeyse bir belediye veya valiliğe bağlı. Antalya biliyorsunuz Antalya Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı, Malatya aynı şekilde. Bu iyi bir şey bunda bir sorun yok. Ama eğer yerel yönetim, festival yöneticilerine ya da festivalin gidişatına çok fazla karışırsa, bu sefer sorunlar doğuyor. Mesela bir film var. O film festivali destekleyen veya düzenleyen belediyenin ideolojisine ters düşüyorsa onu festivale almıyorlar. Bu yanlış bir şey eğer o film iyiyse senin ideolojine ters düşse de almalısın. Bu her parti için geçerli bir şey. Bunun dışında yerel sponsorluklar var onlar da bazen işin içine karışabiliyorlar.

Yine en büyük sorunlardan biri de bir yıl içerisinde çekilen filmler üç aşağı beş yukarı aynı olduğu için hep aynı filmlerin bütün festivalleri dolaşıyor olması. Bu da bizim için sıkıntı. Çünkü biz festivallerin hepsine gidiyoruz. Gönül ister ki beş yüz film seçilsin de her festivalde farklı filmleri izleyelim. Ya da bazı ön jüriler, başka festivallerde de karşımıza çıkıyor ve hep aynı seçkiyi yaratıyorlar. Bu da yanlış bir şey. Çünkü görüş açısı aynı. Düşünsenize ben beş festivalde ön jüriyim diyelim Fırat Sayıcı olarak, önüme gelenlerin hepsi aynı zaten toplam 40 – 50 film. Çünkü her yönetmen her festivale başvuruyor. Benim fikrim değişmeyecek ki, yine ben aynı filmleri seçeceğim her festivalde. O nedenle çok fazla ön jüri olmalı ki benim fikrimi çürütebilsin. Beni zorlası,n ben de onu zorlayayım.

Bir de halka çok iyi tanıtım yapamıyorlar. Halka çok bütünleşemiyorlar. Dışarıdan getirdikleri konuklarla, sektörün çalışanlarıyla ilgileniyorlar. Halkı bir köşeye atıyorlar çoğu zaman, halka ait yeni yapımlara giremiyorlar. Özellikle doğu bölgelerindeki festivallerde halkın sinema anlayışı batıya göre çok farklı. Çoğu zaman filmlerin yarısından çıkıyorlar. Filmle bir bağ kuramıyor çünkü. Sonra da “e biçim film getirmişsiniz?” diye festivali kötülüyor. Bir film izleme kültürü yok. En son Malatya Film Festivali’nde ailecek, çoluğunu çocuğunu toplayıp içeri giren yaşlı teyzelerle karşılaştık. Filmde sürekli konuşuyorlar, telefonları ile oynuyorlar. Tabii ki halk gelsin izlesin ama onları da bir şekilde eğitmek lazım, yol göstermek lazım. Bakın bu gişe filmi değil, komedi filmi değil. Sessiz olmak lazım, başkalarına saygılı olmak lazım ve 13 yaşından küçüklerin içeri sokulmaması lazım gibi bazı kuralların da uygulanması gerekiyor.

Sektöre gerçekten faydası oluyor mu festivallerin?

Mutlaka oluyor. Bazı festivallerde büyük para ödülleri var. Yönetmen veya yapımcılar oradan aldığı parayla bir sonraki filmini çekebiliyor. Sadece uzun metraj gibi düşünmeyelim. Kısa metraj ve belgeselciler için de güzel katkılar oluyor, onlar da para ödülü kazanıyorlar. Ya da sektörel anlamda yeni insanlarla tanışıyorlar, ortak projelere giriyorlar. Kapı kapıyı açıyor.

(28 Mart 2018)

Serpil Boydak

[email protected]

Çocuklar Sana Emanet

Toplum, insanı bir şekilde kendisine benzetir. Buna yönelik bir araştırma da vardı… Biri denek, üçü oyuncu dört kişiye çok basit soru soruluyor. Oyuncular bilinçli olarak yanlış yanıt veriyor. Denek, birkaç soru sonra onlara uyuyor… Çünkü dışlanmışlık duygusu kötüdür. Yanlışı bile bile yaptırır.

Çağan Irmak da aynı yanlışı yapıyor ve -filmde de geçtiği gibi- “üç harfliler”, “iyi saatte olsunlar” diyerek korku/gerilimden çok sıkıntı üretiyor.

Çocuklar Sana Emanet, gösterime aynı tarihlerde gireceği diğer -benzer konulu- film “Gerçek Kesit: Manyak” ile kesinlikle karşılaştırılamayacak denli sinema olsa da, mesaj anlamında itici kalıyor.

Taciz ve çocuk hakları

Çağan Irmak’ın filmi, her zamanki gibi 70’li yıllar müziğiyle de desteklenerek izleyiciyi içine çekiyor. Oyunculuklar da başarılı. Sürükleyici ve merak unsurunu dengeli götürüyor.

Günümüzün en önemli sorunlarından biri olan ve her geçen gün daha bir nefret toplayan çocuk tacizi ve uyuşturucu sorununu ele alan film, bu anlamıyla gündemi yakalıyor.

Çok başarılı bir iç mimar olan Kerem, talihsiz bir kaza sonrasında hem ezdiği çocuğu hem de eşini kaybediyor. O acıyla her şeyden elini eteğini çekiyor. Ancak “üç harfliler” (niyeyse) peşini bırakmıyor. Kuşkusuz, kolay değildir itiraf etmek, kuşkusuz dışlanabilirsiniz, hep saklamışsınızdır içinizde unutmamacasına ama şaman bir kadının istiareye yatmasından sonra nedenini öğreniyoruz. İlginç bir öykü… Tam sinema için… İzleyiciyi de çeker.

Dokunuş…

Maderşahi bir şey de var filmde… Yanıtı verilemeyecek sorular da oluşuyor kafalarda, soğukkanlı geçişe açık olsa da… “Yaralayan da iyileştiren de bir insanın dokunuşudur” savsözlü film hayallerin ne denli belirleyici ve önemli olduğunu vurguluyor. Zaten ilgimi çeken de o oldu. Madem insan ve dokunuşu… O zaman ne gerek var cinlere, perilere. Tabii ki, insanlar yaşadıklarından çok etkilenirler, çok üzülür ve/veya sevinirler, buna da bağlı olarak kendilerini yitirebilir, unutabilirler. Eskiden “deli” denirdi ya, artık hepsinin adı var ve hastalık olduğunu biliyoruz.

Korku filmlerinin dinsel içerikle donanmasını anlayamıyorum. Gerek gerilim gerekse korku filmlerinin -bizim ülkemizin sosyoekonomik ve eğitim düzeyini de gözeterek- toplumun önünde yürümesi gerektiğini düşünüyorum.

Çağan Irmak, gerilimin içine şaman gösterisiyle sinematik bir görsellik yakalamış. Irmak’ın vazgeçemediği oyunculardan Şerif Sezer çok başarılı, Engin Akyürek de… Mekânlar da öyle.

Çocuklar Sana Emanet, yönetmen Çağan Irmak, oyuncular Engin Akyürek, Şerif Sezer, Hilal Altınbilek, Birsen Dürülü, Ogün Kaptanoğlu, Osman Alkaş… 23 Mart’tan başlayarak gösterimde…

(22 Mart 2018)

Korkut Akın

[email protected]

Gerçek Kesit: Manyak

Bir cümle gelir aklınıza, gelişmeye açık, işlenebilir… Kime anlatsanız kabul eder ve sizi destekler. Yardımcı olacaklarını söylerler… Hatta geliştirmek için öneriler sıralarlar. Öyle bir cümledir ki bu, hem günceldir hem de istenildiği gibi işlenmesi mümkündür. O heyecanla sarılırsınız kağıda kaleme… Çevrenizdekiler, biraz da tanınmışsanız belli destekler sunar, küçük de olsa rol alır oynarlar… Gişe için önemli bir fırsattır… Ekip kurarsınız çabucak. Sonra… sonrası filmde.

Sinema hayattır

Hemen bütün sanat dallarında çok fazla harcama yapmaksızın üretim mümkündür. Sinema ise endüstri olduğu için çok da kolay bir sanat değildir, her ne kadar teknolojinin gelişmesiyle birlikte ucuzlamış ve kolaylaşmış olsa da… Önce öykünüzü senaryo haline getireceksiniz. Mekânları belirleyeceksiniz, oyuncuları saptayacaksınız… Ekip kuracaksınız. Çekimler zaman ve para yutan canavardır, onu aşacaksınız. Montaja gelecek sıra, o da bir başka gayya kuyusu… Salon bulmanız ise bir başka bela…

Bunca sıkıntıyı hep doluya koyup aldıramayarak, boşa koyup dolduramayarak aşacaksınız. Bunun için de sürekli ama sürekli çalışmak, düşünmek, uygulamak zorundasınız. İşte, onun için sinema zordur, diğer sanat dallarındaki gibi olmadı deyip sıfırdan başlamanız da pek mümkün olmaz.

Şansı iyi kullanmak…

Sinemayı sevenler ve nasıl meşakkatli bir uğraş olduğunu bilenler kolay kolay kötülemezler bir filmi. Muhakkak gözle görülür, elle tutulur bir şey bulurlar savunacak. Sinemayı desteklemek hayatı desteklemektir çünkü.

Onur Ünlü’nün Gerçek Kesit: Manyak filminin neyini anlatabileceğimi bilemediğimden, savunabilecek küçücük bir nokta bile bulamadığımdan yazarken avuçlarım terliyor. Üzgünüm.

Televizyonların reality show furyasından tanınan Gerçek Kesit’in senaristi ve oyuncusu Cahit Kaşıkçılar ile aynı kesitten bir filmde buluşmuş Onur Ünlü. Günümüzün en önemli sorunu yalnızlık ve iletişimsizlik üzerine bir de anne bağımlılığını eklemişler ve alabildiğine yoğrulabilecek bir öykü yakalamışlar. Ama derslerine çalışmadıkları için ellerine yüzlerine bulaştırmışlar. Yine üzgünüm.

Filmin girişinde, televizyon programcılığına uygun “az sonra” mantığıyla çarpıcı bir görüntü var. Ama konuyla ilgili olmadığı için izleyicinin merakı çabucak sönüyor. Televizyon sunucusu (ki, benzer bir programın da sunucusuydu zamanında) çok da ilgili değil sunduğuyla. Tipik bir sunucu işte… Vazifemi yaparım mantığında, çünkü televizyon kanalları çok çalıştırıp az ücret verdikleri için insanda heves bırakmıyor… Eğretilemeler başta heyecanlandırsa da, sinema dili yaratılamadığı için yetmiyor. İnsanların kafa sesi, iyi bir trük ama uzadıkça çekilmez oluyor. (Zaten o kadar uzatılmış olmasına rağmen film 90 dakikayı bulamıyor.)

Evden gelen koku sokaktaki insanları rahatsız ediyor da, içeri giren polisler hiç etkilenmiyor (geçtim onların gelişini bekleyen muhtarı). Bu tipik bir yönetmen hatası, bizim ülkemizde oyuncular ne konuyla ne canlandırdıkları karakterl,e ne de işin özüyle ilgilenir.

Günümüzün hastalığı…

Yalnızlık ve iletişimsizlik, evet, günümüzün en önemli ve çözümü en güç hastalığı… Hepimizin başında, hepimizi etkiliyor. Sokağa çıktığınızda onlarca insanla karşılaşıyorsunuz “kafayı sıyırmış” dediğiniz. Bir uzmana sorsanız doğru yanıtı alırsınız. Hadi, diyelim ki, siz de o hastalıktan mustaripsiniz… Onlarca film bulursunuz polisiye-gerilim türünden… Kimseye sormadan, biraz dikkatle anlatabilirdiniz ne ise öykünüzün konusu…

Sakallı Celal söylesin son sözü: Silah zoruyla mı çektirdiler bu filmi size?

Gerçek Kesit: Manyak, Yönetmen Onur Ünlü, oyuncular: Cahit Kaşıkçılar, Emel Emir, Fatma Pazvant, Mehmet Vanlıoğlu, Erdal Parmaksız, Zehra Sözügüzel, Mesut Hakyemez, Berat Demireğer, Ufuk Durmaz, Çetin Altındal, Fatih Yıldızgül, Ayca Öztürk… 23 Mart’tan itibaren gösterimde…

(21 Mart 2018)

Korkut Akın

[email protected]

37. İstanbul Film Festivali’nde Kaçırılmaması Gerekenler

37. İstanbul Film Festivali’nin şehrimize konuk olmasına sayılı günler kaldı. Bu yıl 06 – 17 Nisan tarihleri arasında yapılacak olan gösterimler için genel bilet satışı 24 Mart Cumartesi günü başlıyor. Program kitapçığına Atlas ve Rexx Sinemaları ile İKSV’den ulaşabilir, zengin bir seçki içinden kişisel programınızı yapabilirsiniz. Festival üzerine bu ikinci yazımda, seçimlerinize katkıda bulunacağını umduğum geleneksel ‘kaçırılmaması gerekenler’ listemde yer alan 20 küsur filmi takdim ediyorum.

BİR EVLİLİKTEN MANZARALAR (Scener Ur Ett Äktenskap):

Önceki yazımda da belirttiğim gibi, 100. doğum yılında İsveçli büyük usta Ingmar Bergman kariyerinden tam on adet başyapıtla anılıyor festivalde. Bu seçkinin tüm değerli parçaları geniş perdede izlenmeli, ancak bir çiftin evliliklerini on yılın ardından mercek altına alan bu film, altı bölümlük bir mini dizi olarak İsveç televizyonunda yayınlandıktan sonra sinema için yeniden kurgulanarak kısaltılmıştı. Festivalde bütünlüğü korunarak 5 saatlik özgün kopyası gösterileceği için izleme listenize almayı ihmal etmeyin.

İZ SÜRÜCÜ (Stalker):

Efsane Rus sinemacı Andrey Tarkovski’nin imzasını taşıyan yapım, iki yolcunun bir rehber eşliğinde yasak bölgeye yaptığı metafizik yolculuğa dair. Yalın ama güçlü görüntüleriyle hem gerçek bir bilimkurgu hem de zengin felsefi çağrışımlarıyla tam bir zihin egzersizi olan bu benzersiz başyapıt, yıllar geçse de büyüsünü yitirmeyen sinema hazinelerinden. Atlas Sineması’nın geniş perdesindeki tek gösterimi kaçırılacak gibi değil.

BUĞDAY:

Semih Kaplanoğlu’nun şimdiden sinema tarihimize geçen son çalışması, esinler taşıdığı Tarkovski filmiyle birlikte izlenmeli. Yakın geleceğe dair ‘Stalker’ benzeri karanlık dünya tasviri içinde, iki bilim adamının Tasavvuf inancından hareketle umuda yolculuğunu anlatan film, ‘Buğday mı Nefes mi’ sorusunu yöneltiyor izleyicisine. Vizyonda görememiş olanlar yine Atlas Sineması’nın geniş perdesindeki tek gösterimini kaçırmasın.

PARIS, TEXAS:

‘Yol filmlerinin en içlisi, işlevsiz aile filmlerinin en yürek acıtıcısı, atsız bir western’. Festival kitapçığında ne güzel tanımlanmış bu kült başyapıt. Ry Cooder’ın klasikleşmiş müzik çalışmasıyla, aradan geçen yıllara rağmen etkileyeceğini koruyan benzersiz Wim Wenders filmi, geçen yıl kaybettiğimiz usta oyuncu Harry Dean Stanton’ı anmak için de güzel bir fırsat.

24 KARE:

Sinemada başyapıtlar üretirken fotoğrafçılığı hiç bırakmamış olan İranlı ozan Abbas Kiarostami’nin ölmeden önce çektiği son filmi, fotoğraf ve tablolardan esinlenen her biri dört buçuk dakikalık 24 kısa filmden oluşuyor. Fotoğraf çekildikten hemen sonra ne olur? Görüntünün öteki dünyası neler saklar? Film bu soruların peşine düşen bir ustalık gösterisi, sanatçının sinemaya gönderdiği veda mektubu.

12 GÜN:

Fransız bürokrasisine göre, isteği dışında psikiyatrik denetim altına alınanların hakimin karşısına çıkmak için 12 günü vardır. Gazeteci, fotoğrafçı, yaman belgeselci Raymond Depardon son yapıtında, kurumların ve bürokrasinin insanların hayatları üzerindeki etkilerini ve sorumluluklarını ele alırken Fransız adalet sistemine tartışmalı bir açıdan bakıyor, ‘deliliği’ tüm boyutlarıyla belgeliyor.

DOVLATOV:

Dünya prömiyerin Berlin’de yapan film, ölümünden sonra ünlenecek Rus yazar Sergei Dovlatov’un 1971 Leningrad’ında geçen altı gününü anlatıyor. Yönetmen Alexey German Jr. bu hikâye üzerinden dönemin entelektüel çevresi ve onların Brejnev zamanı Sovyetler Birliği ile ilişkisinin çarpıcı bir portresini sunuyor.

MİRASÇILAR (Las Herederas):

Berlin Film Festivali’nden üç ödülle dönen film, iki kadının 30 yıllık birlikteliklerinin ekonomik sorunlarla yıpranması ve yeni bir niteliğe bürünmesinin hikâyesi. Paraguaylı yönetmen Marcelo Martinessi sınıf farklılıklarına ve kadının özgürleşmesine özgün bir bakışla yaklaşırken yılın en ilgiye değer filmlerinden birini imzalamış.

YÜZ (Twarz):

Berlin’den en iyi yönetmen ödüllü ‘Beden / Cialo’ filmiyle tanıdığımız Polonyalı kadın yönetmen Malgorzata Szumowska, geçtiğimiz ay yine Berlin’den, bu defa Jüri Büyük Ödülü ile dönen son çalışmasında, yüz nakli ameliyatı üzerinden derin bir kimlik ve toplum eleştirisine soyunuyor. Yönetmen filmini ‘yetişkinler için bir masal’ olarak tanımlıyor.

HANNAH:

Bol ödüllü ilk uzun metrajı ‘Medealar’ ile 2014 yılında festivale konuk olmuş Andrea Pallaoro, dört yıl aradan sonra çektiği ikinci filminde başrolü usta oyuncu Charlotte Rampling’e teslim etmiş. Hapse giren eşinin arkasında durmayı seçen, bir yandan güçlü, öte yandan içini kemiren şüpheyle yüzleşmekten çekinen Hannah yorumuyla Venedik Film Festivali’nde en iyi kadın oyuncu ödülünü kazandı Rampling.

KORKUNÇ ANNE (Sashishi Deda):

Locarno’da Altın Leopar için yarışmış bol ödüllü yapım, her şeyi karşısına alıp tutkusunun peşinden gitmeye karar veren elli yaşındaki yazar ev kadını Manana’nın hikâyesi üzerine. Gürcü yönetmen Ana Urushadze’nin ilk uzun metrajı, geçtiğimiz yıl festivalde ilgiyle izlenen ‘Benim Mutlu Ailem’den izler taşıyor.

MAKALA:

Prömiyerini yaptığı Cannes Eleştirmenler Haftası’ndan büyük ödül ‘Altın Göz’ ile dönen film, Gus Van Sant’in ‘Gerry’, Bela Tarr’ın ‘Torino Atı’ndan esinlenmiş. Bu şiirsel belgesel, Dominik Cumhuriyeti’nin güneyinde aşırı yoğun kömür imalatı nedeniyle bitki örtüsüyle hayvan nüfusu neredeyse tükenmiş olan bir bölgede, hayatını kömür yapıp satmakla kazanan genç bir adamın hikâyesi üzerine.

EV:

İranlı sinemacı Asghar Yousefinejad hayranlık uyandırıcı bir yönetmenlikle kotardığı ilk uzun metrajında, bir vasiyetin hikâyesini anlatıyor. Neredeyse tek mekanda geçen ve sürükleyici psikolojik gerilimini hiç kaybetmeyen, oyuncuların harika performansları ile dikkat çeken film festivalin keşif avcıları için.

TRANSIT:

Alman sinemacı Christian Petzold’un Berlin’de dünya prömiyerini yapan son filmi, günümüzün göçmen krizine Avrupa’nın geçmişinden bakıyor. Usta yönetmen tarihten ödünç aldığı öyküyü günümüz Marsilya’sında çekerek 75 yılda çok az şeyin değiştiğini vurgularken, göçmenlik ve arada kalmışlığa dair bir tartışma başlatıyor.

ATÖLYE (L’Atelier):

Fransız sinemasının en önemli yönetmenlerinden Laurent Cantet’nin, bir grup genç yazar adayını bir atölye çalışması için ünlü bir yazar rehberliğinde bir araya getirdiği son filminde, gençlerden kasabanın endüstriyel geçmişiyle bağ kuracak bir suç romanı yazmaları isteniyor. Cantet, kurgu ve yaratıcısı arasındaki ilişkiyi masaya yatıran filminin senaryosunu, önceki filmlerinde olduğu gibi, geçtiğimiz yıl ‘Kalp Atışı Dakikada 120’ ile dikkatleri çeken Robin Campillo ile birlikte yazmış.

TARİHSİZ, İMZASIZ (Bedoune Tarikh, Bedoune Emza):

Festivalde keşfedilmeye değer bir İran yapımı daha. Selanik’ten Fipresci ödüllü filminde yönetmen Vahid Jalilvand, suçluluğun pençesinde kıvranan bir doktorun trajik günlerini mercek altına alıyor. Korkaklık, şüphe ve dürüstlük gibi kavramları ahlaki bir ikilem üzerinden sorgulamaya girişiyor.

DUA (La Prière):

Berlinale 2018’den en iyi erkek oyuncu ödülü ile dönen filmde, genç Anthony Bajon dua yoluyla kurtuluşu arayan genç bir eroin müptelasını canlandırıyor. Fransız sinemasının deneyimli isimlerinden Cédric Kahn’ın yönetmenliğini yaptığı film, inanç, din ve bağımlılık konularına çok farklı bir noktadan yaklaşıyor, duanın dönüştürücü gücünü keşfe çıkıyor.

POROROCA:

Adını Amazon nehrindeki dev gelgit dalgalarından alan film, Romen Yeni Dalga sinemasının son ürünlerinden biri olarak keşfedilmeyi bekliyor. Yönetmen Constantin Popescu bu üçüncü uzun metrajında, özellikle 18 dakikalık kesintisiz park planıyla övgüleri topladı. Beş yaşındaki küçük kızlarının kaybolmasıyla hayatları alt-üst olan ailenin hikâyesini anlatan filmdeki baba rolüyle San Sebastian Film Festivali’nde en iyi erkek oyuncu seçilen Bogdan Dumitrache’ye özel dikkat.

ÇİĞ SÜT (Petit Paysan):

Genç Fransız yönetmen Hubert Charuel, ‘En İyi İlk Film’ dahil üç Cesar ödülü kazanan filminde, büyük tarım şirketlerinin karşısında ezilen küçük çiftçilerin ayakta kalma mücadelesini akıllıca yazılmış bir senaryo ve doğal bir sinema diliyle anlatıyor. Film geçtiğimiz yıl ‘Avrupa Sinema Ödülleri’nin ‘keşif’ dalı adaylarından biriydi.

KARANLIKLAR VADİSİ (Skyggenes Dal):

İlk gösterimini Toronto Film Festivali’nde yapan film, İskandinav masallarından esinlenen yeni nesil gotik bir çalışma. Yönetmen Jonas Matzow Gulbrandsen 35 mm peliküle çektiği ve çocukluk korkularının tedirginliğini perdeye taşıdığı filminde, Polonyalı büyük usta Krzystof Kieslowski’nin vazgeçemediği Zbigniev Preisner’in film için bestelediği müzik özellikle dikkat çekiyor.

WESTERN:

Bir grup Alman inşaat işçisinin Bulgaristan kırsalında, evlerinden çok uzakta çalışmalarına dair bir hikâye anlatıyor Valeska Grisebach imzalı yapım. Aralarından biri, sıradan bir yabancı olmayı reddederek, inşaat alanının yakınlarındaki bir köyün sakinleriyle arkadaşlık ilişkisi kurmaya girişiyor. Film, adından da anlaşılacağı üzere, Western ikonografisini kullanarak oldukça güncel bir ‘yabancılık’ tartışmasına soyunuyor.

Bu sınırlı seçki dışında, keşfedilmeyi bekleyen, çağdaş sinemanın son örnekleriyle dolu, çok zengin bir program sunuyor festival. Önümüzdeki yazıda, ‘Ulusal Yarışma’ seçkisinde yer alan, sinemamızın son hasadından sürprizler vadeden yapımları ele alacağız.

(21 Mart 2018)

Ferhan Baran

[email protected]