Kategori arşivi: Yazılar

Karanlık Zihinler

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Eski Türkiye’de film dağıtım şirketlerinin neredeyse tamamı Beyoğlu İstiklal Caddesi, Erol Dernek Sokağı ve Yeşilçam Sokağı civarında ikamet etmekteydi. Günümüzdeki Yeni Türkiye’de ise herşey gibi onlar da dağıldılar, şehrin muhtelif semtlerini mekân tuttular. Eskiden Anadolu’dan film programı yapmaya gelen sinemacı, günün sabahında İstiklal Caddesinin Taksim istikametindeki bu tarafından girip, akşam Tünel istikametindeki öbür tarafından çıktığında bütün şirketlerle görüşmesini tamamlar, çayını, kahvesini içer, yemeğini yer, akşam memleketine dönerdi. Teknolojinin ve iletişimin geliştiği günümüzde ise bu dağılma nedeniyle çark tersine işlemeye başladı. Önce zaman yetmez oldu, bir günlük şirket ziyaretleri neredeyse bir haftaya yayıldı. Bugün sohbet ettiğimiz, sevdiğim dağıtımcı arkadaşlardan Uluç Küçüközcan’ın ilginç keşfî fikrinden hareketle Anadolu sinemacılarımıza dağıtımcı şirketler rotası belirledim. Şöyledir: Önce Çekmeköy’deki Derin Film’e uğramalı, sonra Kozyatağı’ndaki UIP Filmcilik ve Koşuyolu’ndaki Bir Film ve Başka Sinema’yı, oradan Kavacık’taki Pinema Film’i ziyaret etmeli. Boğazı geçip Levent’teki TME Films, Arnavutköy’deki Chantier Films, Ortaköy’deki Warner Bros. ve CGV Mars Dağıtım, Mecidiyeköy’deki MC Film’de çay, kahve içtikten sonra Beyoğlu’ndaki Özen Film’e uğrayıp Lades Restaurant’ta yemek yemeli. Ki bu restaurantta rahmetli Kadri Yurdatap’la karşılıklı yemek yediğimizi hatırlarım. (Unuttuğum şirketlerin affına sığınırım.) (08 Ağustos 2018)

Sırf “Ne güzel şeyler yazmış” hissi verme amacıyla yazılmış cümle ve ifadeleri hiç sevmiyorum. Misalen salladım: “Ne kadar yükselirsen aşağıdakilere o kadar küçük görünürsün.” Eee ne oldu şimdi, başım göğe mi erdi? (Baş nasıl göğe eriyorsa? O da ayrı bir muamme.) (09 Ağustos 2018)

Alt tarafı T harfi deyip geçmeyin, “vakıf yöneticisi” mânâsına gelen “mütevelli”ye eklediğinizde, koskoca, anlı şanlı kelimeyi “bundan dolayı” mânâsına gelen “mütevellit”e dönüştürüyor. Tarık, Arık oluyor; Temel, Emel oluyor. Kelime oyunu. (09 Ağustos 2018)

İçinde bulunduğumuz yaz mevsiminde belediyeler o kadar çok ücretsiz açık hava film ve sinema geceleri düzenledi ve düzenliyor ki insan bir sinemasever olarak belediyelerin kültür birimlerinin sinemaya gösterdikleri bu aşırı ilgiye sevinmeden edemiyor. Ancak gösterilen bazı filmlere bakınca durumun hiç de öyle olmadığı, birkaç firmanın belediyelere teklif götürüp bu gösterimleri ayarladığı anlaşılıyor. Kötü bir şey mi? Değil tabi ki. Gösterim şartları sinemaya yakışır bir şekilde gerçekleştiriliyor ve insanları sinemadan soğutmuyorsa mutlaka iyi bir hizmettir. Bir festivalde başıma geldiği için bu duruma işaret ediyorum. Şişme perdenin yarım saatte kurulduğu, perdeye 15 dakika filmin yarısının silik bir şekilde yansıtıldığı, sesin anlaşılmadığı o tür bir gösterimi izleyen seyirci, bırak açık hava gösterimini, püfür püfür serin bir kapalı sinemadaki gösterimi ücretsiz yapsan, mısırı, kolayı bedava versen bile bir daha gelmez. (11 Ağustos 2018)

Önümüzdeki hafta gösterime girecek “Karanlıkta” (The Darkness) filminin görüntü yönetmeninin adı sanki pek bi tanıdık: Si Bell. Gösterimi süren “Karanlık Zihinler” (The Darkest Minds) filminin yönetmeninin adı da sanki pek bi tuhaf: Jennifer Yuh Nelson. (11 Ağustos 2018)

Bu gibi durumlarda genelde “Burası Patagonya mı kardeşim?” denir diye biliyor ve Patagonya’yı hep hayali bir ülke sanıyordum. Oysa Şili ve Arjantin’in güneyine Patagonya deniyormuş ve bölgenin büyük kısmı Arjantin topraklarındaymış. Bu vesileyle bilgi dağarcığım yükselmiş oldu. (12 Ağustos 2018)

Memleket sathında sinemamızın Yeşilçam döneminin adı kullanılarak, bize yansıdığı kadarıyla az miktarda, yansımadığı kadarıyla çok miktarda kişi veya kuruluşlarca etkinlikler ve film gösterimleri düzenlendiği haberleri alıyoruz. Geçmişte birkaç kez şahit olduğumuz üzere bu etkinliklerin bazıları, Yeşilçam ve sinemamızı temsil ettiğine kanaat getiren, yetkisi kendinden menkul kişiler tarafından düzenleniyor. Bu etkinliklerde eski zamanların sevgi, saygı ve neşe dolu hayatlarından yansımaları günümüz insanlarına ulaştıran Yeşilçam filmlerimizin ehil ve bilen kişiler tarafından sinemasever halkımıza gösterilmesi konusunda Belediye ve yerel kuruluş yetkililerinin hassasiyet göstermesi gerektiği kanaatindeyiz. Belediyeler veya yerel kuruluşlar böyle bir teklif aldığında herhangi bir sinema kuruluşuna danışmalı ve bu kişiler hakkında olumlu görüş aldıktan sonra etkinliği gerçekleştirmeli. (12 Ağustos 2018)

Önce HES’leri yaptılar “Ordu’nun dereleri aksa yukarı aksa”yı bitirdiler, şimdi de tünel yapıp, “Kalk gidelim, oy gidelim Zigana’ya”yı bitireceklermiş. (Vazgeçtim bunu yazmaktan. İlham vermiş olmayayım, oralara da yeşil yol yapıp, yatay mimari yapılarla doldururlar.) (12 Ağustos 2018)

Başı, sonu hayatın içinden küçük bir hikâye: Sabah 7 gibi mutfak setinde bir karınca dolaşıyordu. Az önce, 14:25’te makarna ısıtmak için mutfağa girdiğimde hâlâ sette geziniyordu. Herhalde inecek yolu bulamadı diye düşünürken aklıma Galatasaraylı rahmetli Karıncaezmez Şevki geldi. Karıncanın önüne kâğıt koydum, üstüne bindi, zemine bıraktım. Akşama doğru zeminde arayacağım onu, gitmemişse tekrar mutfak setine çıkaracağım. Dolar şu anda 6,42 TL olmuş. (12 Ağustos 2018)

Dün öğleden sonra eve dönerken Ergenekon Caddesi başındaki balıkçıya baktım, levhalarda fiyat yoktu, sadece balık adları yazıyordu. İki ihtimal var, bizim balıkçı ya fiyatları dolara endeksledi veya balıkları bedava dağıtıyor. (12 Ağustos 2018)

(04 Aralık 2018)

Sıra Sende!

Birincisi; filmin mesajı: Sağlığını kazanması için, çaba gerekliliği nedeniyle “Sıra Sende!”…

İkincisi; filmin izleyiciye mesajı: Siz de ne olursa olsun, mücadele etmekten yılmayın, başarı için “Sıra Sende!”…

Üçüncüsü; filmin (yapımcılarının) sinemaya mesajı: İstenirse olur, çok iyi film yapmak mümkündür, gişe başarısı da yakalanır kolayca, bunun için “Sıra Sende!”…

Dördüncüsü; filmin (güncel yaşamdan el alarak) hepimize mesajı: Yerel seçimlerde isterseniz rantçı, fırsatçı, betoncu, doğa ve doğal yaşam karşıtı yöneticileri seçmemek için (zaten) “Sıra Sende!”…

Gelecek umut vaat ediyor

Son yıllarda resmi tarih karşısına kişilerin yaşamından yola çıkan yaşam öyküleri yazılıyor, çekiliyor. Kimi sözlü tarih çalışması niteliğinde, kimi özyaşam öyküsü niteliğinde yapıtlar… Bunların bir kısmı belgesel, bir kısmı da docudrama dediğimiz dramatize edilmiş yaşamlar, bir başka deyişle oyunlaştırılmış belgeseller…

Yarış finiş çizgisinde biter

Sivas’ın köyünden İstanbul’a, Veliefendi’ye jokey olmak için gelen Halis Karataş, kazanmayı hedefleyen bir gençtir. Kazanmaktan başka bir hedefinin olmaması; patronu Özdemir Atman’ın sıcak ve içtenlikle yaklaşımı, akılcı yönlendirmeleri ve alabildiğine özgürlükçü davranışıyla gerçekleşir.

Sevgiyle umudu, umutla yaşamı, yaşamla da sevgiyi birbirinden ayıramazsınız; hepsi birbirinden güç alır, birbirine güç verir. Bunu sağladığınız anda da başarmamanız için hiçbir gerekçe duramaz karşınızda, tıpkı Halis Karataş’ın ve Begüm Atman’ın yaşamında olduğu gibi.

Daha ilk adımda, yerine geçeceği Mümin Çılgın küçümser Halis’i… ama görürüz ki, yaşamın kendi döngüsüdür o sözcükler. Arkasından sımsıcak “kaptan” deyişi izleyenin de yaşama bakışında kin ve nefreti söker atar.

Bir yaşam biçimi…

At ve atçılık, ganyan çerçevesinden baktığınızda, milyonların döndüğü, para kazanma hırsı nedeniyle alabildiğine gergin bir ortamı işaret ediyor. Oysa bir atı eğitmek, onunla yaşamı paylaşmak, sürekli ve düzenli antrenman yapmak bambaşka bir dünyanın kapılarını aralıyor. Sakin kalmayı, sinirlenmemeyi, aceleci değil hızlı ve seri olmayı görüyoruz filmde. O yalınlık belirleyici olsun yaşamımızda (bu aslında kendime bir not).

Mendil ıslatan filmler…

Yeşilçam’ın ailecek gidilen ve muhakkak her filmde bir mendil ıslatan filmlerindeki duygu yoğunluğu “Bizim İçin Şampiyon”da da var. Hem insan ilişkilerinde hem aşkla yoğurulan ve sağlıkla belirlenen yeni bir yaşamda hem başarı azminde hem de sonucunda…

Baba ile oğul arasındaki gerginlik sonrası, babanın sessiz ama saygılı izleyişi… Baba ile kız arasındaki dile gelmez gizli anlaşmalar… Aile içindeki konuyu bilip de çözüm bulamayacak olmanın dayanılmaz hüznü… Sadece bir at aracılığıyla büyüyen/güçlenen sevgi… Filmin taşıyıcı noktaları.

İsterseniz olur… yeter ki isteyin!

“Bizim İçin Şampiyon”, ilmek ilmek örülmüş, en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş (bir dönem herkesin en azından adını bildiği ünlü Bold Pilot’ta beş atı birden izlemişiz… Birbirlerinden ayırt edilmemeleri için yapılan bilgisayar çalışmaları aylar sürmüş… 30 at satın alınmış… Oyuncular aylarca eğitim almışlar, kilo vermişler… Onlarca mekânda sürdürülen çekim çalışmalarında Veliefendi Hipodromu 3D ile çekime hazırlanmış (dijital olarak) ve tabii duygu dolu, başarılı bir film çıkmış ortaya… Demek ki istenirse yapılabiliyormuş!

Küçük bir not: Sinema alanındaki meslek birliklerinin oluşturduğu Güç Birliği’nin taşıyıcı gücü olan ve sinemamıza/televizyonumuza yeni ufuklar açmak için çalışmalarıyla tanıdığımız İdari Yapımcı Yamaç Okur, yakın tarihimizden ilginç yaşam öykülerini izleyiciye sunmak için çalışmalarını sürdürdüklerini fısıldadı kulağımıza… Bekliyoruz.

“Bizim İçin Şampiyon”, yönetmen Ahmet Katıksız, oyuncular Eki̇n Koç, Farah Zeynep Abdullah, Fi̇kret Kuşkan, Si̇bel Taşçıoğlu, Ali̇ Seçkiner Alıcı, Erdem Akakçe…

(04 Aralık 2018)

Korkut Akın

[email protected]

Bırak Güneş İçeri Girsin

Başlığın ‘Hair’ müzikalinin ünlü şarkısından alınması boşuna değil. Sinemalarımıza uğrayan Kirill Serebrennikov yapıtı ‘Yaz / Leto’ benzer bir özgürlük çığlığı, bir isyanın filmi. Rus sinemacı 80’li yılların başlarına -1991 sonrasında yeniden Saint Petersburg adını alacak olan- Leningrad’ın yer altı rock alemine, çökmekte olan Sovyet yönetiminin baskılarına karşın kendilerini müzikle ifade etmek isteyen gençlerin dünyasına taşıyor izleyicisini.

‘Hair’in Vietnam karşıtı çiçek çocuklarının isyanının bir benzeri, Perestroyka öncesi Sovyetler Birliği’nde yaşanıyor. Batı’dakinden daha uysal ve ölçülü bir başkaldırı bu kuşkusuz. Kapalı Sovyet sisteminde devlet tarafından kontrol edilen rock müzikçiler, yazdıkları şarkı sözlerini satır satır devlet görevlisinin onayından geçirmek zorundalar. Konser salonunun düzeni ve izleme adabı vs. hep kontrol altında tutulmak durumunda.

Eski neslin kendilerini Batı hayranı olarak itham ettiği gri ve baskıcı bir ortamda seslerini duyurmaya çalışıyor genç insanlar. Batıda günün moda akımı olan Punk yanında, Bob Dylan, Lou Reed, David Bowie gibi rock ilahlarının, Led Zeppelin, T-Rex benzeri grupların yaptıklarını takip eden genç müzisyenler, baskıcı sistemin boşluklarından sızma ve ürettiklerini genç insanlarla paylaşma mücadelesi içindeler. Yaz mevsiminin parlak güneşi altında toplaşılıyor, bira ve votka eşliğinde eğlenilirken yeni besteler, yeni sözler ortaya çıkıyor.

Dönemin önde gelen rock müzikçileri Mike Naumenko ile Kino adlı grubun kurucusu Viktor Tsoy’un kısacık ömürlerinden bir yaz dönemini klasik biyografi kalıplarını ters yüz ederek anlatmayı seçiyor yönetmen. Bu kapalı çağ hakkında sinemasıyla bizleri ilk kez bu denli bilgilendirirken gerçek ile kurguyu birlikte kullanıyor. Talking Heads’in ‘Psycho Killer’, Iggy Pop’dan ‘The Passenger’, Lou Reed’in ‘Perfect Day’ şarkılarına dair yaratıcı klipler yerleştiriyor anlatısının orta yerine. Trende, otobüste ve sokakta çekilmiş bu müzikli sahnelere, teyzeleri, amcaları, görevli polis memurlarını dahil ediyor. Kendini temsil eden bir gözlemci karakter vasıtasıyla nelerin yaşandığını ve nelerin yaşanamadığını gösteriyor izleyicisine.

Şu sıralar piyasaya sürülmüş biyografik müzik filmlerinden farklı bu özgün çalışmada, gri karanlık bir dönem perdeye taşınırken, gayet yerinde bir kararla siyah-beyaz sinematografi tercihi yapılmış. Renk, coşkulu müzik klipleri içine sızmış, bir de ünlü rock gruplarının plak kapaklarından hareketle oluşturulmuş o hüzünlü güzel sekansta kullanılmış. ‘Keşke mutlu olabilse herkes, sokaktaki tüm insanlar’ diye hayıflanıyor filmin bir yerinde Naumenko. ‘Bataklıkta bir numaralı kurbağa olabilirim ama Batı beni ne yapsın’ diye hüzünlenirken, genç müzisyen dostuna ‘bu ülkede her an herşey olabilir, şarkılar kafanda kalmasın, bırak dışarı çıksın’ şeklinde öğüt veriyor.

Coşku ile hüznün mükemmel bir biçimde kaynaştığı filme hayat veren bir dönemin bu saf ve kırılgan sanatçıları çok erken yaşlarda ayrılmışlar aramızdan. İstanbul Film Festivali’nde izlediğimiz ve hayran olduğumuz bir önceki filmi ‘Öğrenci / ‘(M)Uchenik’in ardından, bir kez daha gönüllerimizi fetheden Serebrennikov ise, halen yöneticisi olduğu tiyatro kurumu adına kullanılan devlet fonlamasında bir yolsuzluk yaptığı iddiasıyla Putin yönetimi tarafından ev hapsinde tutulmakta. Muhalif sinemacının en kısa zamanda özgürlüğüne kavuşmasını temenni ederek yazıyı noktalayalım.

(04 Aralık 2018)

Ferhan Baran

[email protected]

Asırlar Boyu Irk Ayrımcılığı

Irkçılık ABD’nin kanayan yarası. Trump iktidarıyla birlikte eski ucuz söylemler yeniden ısıtılıp piyasa sürülüyor ve toplumdaki keskin ayrışma halen kaygılandırıcı bir seyir izlemeyi sürdürüyor. Irkçı ayrımcılığı mahkum eden yapımların birbiri ardına gösterime çıkmasını işte bu nedenle çok önemsiyorum. Geçtiğimiz aylarda izlenen Spike Lee filmi ‘Karanlıkla Karşı Karşıya / BlacKkKlansman’ meseleyi 70’li yıllarda yeniden hortlamış Ku Klux Klan organizasyonunun tekinsiz girişimlerinden, 2017 Charlottesville olaylarına taşıyordu. Dünya sinemalarıyla birlikte bizde de sıcağı sıcağına gösterime giren ‘Yeşil Rehber / Green Book’ ise ırkçı ayrımcılığın akut 60’lı yıllarına uzanan hikayesiyle günümüz iklimine yeni bir uyarı niteliğinde.

Gerçek kişi ve olaylardan yola çıkan yapım, 60’ların başlarında Amerika’nın muhafazakâr güneyine sekiz haftalık turneye çıkan siyahi bir piyanist ile onu beyaz fanatiklerin olası saldırılarından koruması için tuttuğu İtalyan asıllı özel şoförü arasında geçen ilginç bir yol filmi. Kısa birliktelikleri esnasında birbirlerini dönüştürüyor bu zıt ikili. Bronx mahallelerinde yetişmiş İtalyan aygırı Anthony Vallelonga’nın (nam-ı diğer Tony Lip) sıradan ırkçılığı (filmin başlarında evine tamire gelen siyahi işçilerin limonata içtiği bardakları refleks olarak çöpe atar), New York’un ünlü konser salonu Carnegie Hall binasındaki lüks dairesinde ikamet eden piyano virtüözu Dr. Don Shirley bu yolculuk sırasında birbirlerinin hayatını değiştireceklerdir.

Filme adını veren ‘Yeşil Rehber’ 1936 ila 1966 yılları arasında siyahi motorcular için yayınlanmış olan bir kaynak kitap. Araba ile seyahat eden Afrikalı Amerikalılar için vazgeçilmez bir hayatta kalma aracı haline gelmiş olan bu rehber, siyahi yolcuların kabul edildiği konaklama yerleri ve restoranların listesini içermekteydi. Başkan Johnson döneminde 1964 Sivil Haklar Anayasası ile ‘Yeşil Rehber’ tarihe karıştı belki, ancak ırkçı ayrımcılık meselesi ABD gündeminden düşeceğe benzemiyor.

Toplumsal uzlaşma yolunda verilmiş mücadeleye katkısı olacağını düşündüğüm bu tür yapımları sonuna kadar desteklememe karşın, filmin yönetmen koltuğunda Peter Farrelly’nin adını ilk gördüğümde tedirgin olduğumu söylemeden geçemeyeceğim. Farrelly kardeşlerin (Bobby ile Peter) 90’lı yılların ‘Salak ile Avanak / Dumb and Dumber’ ya da ‘Ah Mary Vah Mary / There’s Something About Mary’ tarzı absürd güldürülerinden pek hazzetmem, ancak ikiliden Peter bu ilk solo çalışmasında eski alışkanlıklarının dışında bir komedi-drama’ya imza atmış. Klasik bir biçimde, hatta klişe denebilecek gelişmelerle yürüyen filmin komiği Farrelly’nin bildik espriler ve skeçleri yerine ana karakterlerin dayanılmaz zıtlıkları üzerinden ilerliyor. [Filmin senaryo ortaklarından (Tony’nin gerçek oğlu) Nick Vallelonga’nın (kendisi filmin başlarında İtalyan mafyasından Augie rolünde kısa da olsa gözüküyor) verdiği bilgi doğrultusunda filmdeki gelişmelerin bire bir baba Vallelonga’nın teyp kayıtlarından alınma olduğunu ayrı bir not olarak düşelim].

1962’lerin Amerika’sının özenle kurgulandığı filmin prodüksiyon tasarımı kusursuz. Müzik bandını oluşturan klasik-pop-caz seçimleri de gayet iyi. Ve sona kaldı, kusura bakmasınlar, filmin asıl ateşleyici gücü iki başrol oyuncusundan kaynaklanıyor. Yaşayan iki büyük aktör filmin zıt ikilisine hayat öpücüğü vermişler. Bir oturuşta 26 çizburger yiyebilen iri yarı İtalyan şoförde (film için yaklaşık 14 kilo almış, göbeklenmiş) Viggo Mortensen ile Oscar kazandığı ‘Ay Işığı / Moonlight’ sonrasındaki ilk büyük rolünde siyahi aktör Mahershala Ali tam anlamıyla döktürüyor. Bu ikilinin adını yaklaşan ödül mevsiminde sık sık duyacağız gibi geliyor.

(03 Aralık 2018)

Ferhan Baran

[email protected]

Dar Alanda Gergin Dakikalar

Danimarkalı genç yönetmen Güstav Möller’in ilk uzun metrajı ‘Suçlu / Den Skyldige – The Guilty’, dünya prömiyerini yaptığı Sundance Bağımsız Filmler Festivali’nden beridir sinema çevrelerinin artan ilgisiyle gündemde kalmayı sürdürüyor. Film, klostrofobik tek mekânda, tek bir oyuncunun telefon başında işittikleriyle kurguladığı kaçırılma olayına odaklanıyor.

Hakkında açılmış bir soruşturma nedeniyle açığa alınmış olan polis memuru Asger Holm, geçici olarak görev yaptığı acil yardım hattının sıradan bir gece vardiyasında beklenmedik bir telefon alıyor. Hattın diğer ucunda kocası tarafından kaçırıldığını iddia eden bir kadın yardım istemektedir. Yardım ihbarını sahadaki ekiplere bildiren Asger, kadını tacizci kocasından kurtarmak için bununla yetinmeyerek oturduğu santral odasından duruma müdahale etmeye başlar. Olayı telefondan işittikleri doğrultusunda şekillendiren genç adam zamanla yarışırken, kafasında kurguladıklarına zıt gelişmeler karşısında dehşete düşecektir.

Seyir keyfini bozmamak için olayların gidişatına dair daha fazla bilgi veremiyoruz, ancak bizde yeni gösterime giren Danimarka yapımı için yılın en benzersiz filmi diyebiliriz rahatlıkla. Mesele tek mekân kısıtlılığının da ötesinde, ana karakterin olaya karışan kişileri görmeden, sadece işittikleriyle bir hikâye tahayyül etmesinden kaynaklı. Youtube kanalından dinlediği otantik bir yardım çağrısından esinle senaryosunu şekillendirmiş olan Möller, polis Asger’in dedektiflik hikâyesine izleyicinin katılımını amaçlamış. Şöyle ki, gerilimi giderek artan telefon konuşmalarını takip eden her bir izleyici kendi hayal gücünü kullanarak olan bitene nasıl müdahale edilebileceği konusunda kafa yoruyor film süresince. 80 küsur dakikalık gerçek zamanlı gerilim anlarını telefon konuşmaları aracılığıyla takip ederken, görünenin bile yanıltıcı olabileceği bir süreçte, her bir izleyiciyi sadece işittikleriyle yorum yapabileceği dehşetengiz bir deneyime davet ediyor yönetmen.

Sanat eserinde sınırlamaların her zaman yaratıcılığı teşvik ettiğini savunan Möller, hepsi aynı okuldan mezun (Danimarka Ulusal Sinema Okulu) sinemacı dostlarıyla kotarmış filmini. Görüntü yönetmeni Jasper Spanning farklı ışık düzenlemeleriyle kapalı dar mekânda gerilimi yönlendirmiş. Möller sıkça kullandığı yakın planlar vasıtasıyla Asger’in ruh hali ile özdeşleşmemizi amaçlamış. Bu tek kişilik gösteride Jakob Cedergren başarılı performansı ve mükemmel kullandığı beden diliyle yıldızlaşıyor. Deneyimli Danimarkalı aktör Aralık ortasında açıklanacak Avrupa Film Ödülleri’nin altı erkek oyuncu adayından birisi oldu. Möller’in Emil Nygaard Albertsen ile ortaklaşa kaleme aldığı senaryo bu daldaki adaylar arasına girerken, ‘Suçlu’, Eleştirmenler Birliği Fipresci’nin yılın Avrupalı keşfi olarak seçilmek üzere belirlediği beş film arasında yer almış bulunuyor.

(30 Kasım 2018)

Ferhan Baran

[email protected]

Bana Kara Diyen Dilber, Gözlerin Kara Değil mi?

İnsanları dil, din, ırk, cinsiyet ve rengi üzerinden niye ayırırız ki! Binlerce yıldır bu yerküre üzerinde yaşıyoruz. Kimimiz oralı, kimimiz buralı, kimimiz kadın kimimiz erkek, gencimiz de var yaşlımız da… Hayata bakışımızı belirleyen (biz Emin Oktay tarihiyle büyüyen bir nesiliz, birçok şeyi deneye sınaya bulduk) toplumu yönlendirenler olmuş. Güçlü olana çıkarılamayan ses(ler) bir süre sonra sadece boyun eğilen kurallar haline gelmiş. Bu kuralları yıkanlar artık birer kahraman.

Irkçılık yüz karasıdır

Fransız İhtilali sonrasında yükselen milliyetçilikle birlikte ırkçılık da almış başını gitmiş. Evine kendisine hizmet için gelen tamircinin su içtiği bardağı bile, bir daha kullanmamak için (aslına bakarsanız nefret söylemidir bir başka açıdan) çöpe atmaya göze alabilen İtalyan kökenli Tony Lip (Vallelonga), ünlü piyanist Dr. Don Shirley’in konser turunda şoförlüğünü yapacaktır. Piyanist ne kadar ünlü olursa olsun, Tony için belirleyici olan derisinin rengidir. Ama kazanacağı para ailesinin yaşamını sürdürmesi için elzemdir de aynı zamanda.

İki arada bir derede…

İnsanlar kolay alışırlarmış, ama onlardan kurtulmaları o kadar da kolay olamazmış. Böyle bir iş önerisi karşısında, biraz da kendi üstünlüğünü, sınır tanımaz patavatsızlığını gösterme hevesindeki (yumruğunun gücüne inanıyor olsa gerek) Tony, Sovyetler Birliğinde öğrenim görmüş, hiç de siyahi tavırlar göstermeyen, bir anlamda snop sayılabilecek Doktor ile içten içe bir çatışma başlar. Başta birbirlerine soğuk (!) davranan iki yol arkadaşı, zaman geçtikçe, gittikleri turne duraklarında gördükleri karşısında samimiyeti ilerletirler.

Kısasa kısas…

Öne çıkan bir nokta daha var… Irk ayrımı o kadar ilerlemiş ki, konser vermesi için çağırdığınız ve avuç dolusu para ödeterek dinleti verdirdiğiniz (aynı şekilde, yine avuç dolusu para ödeyip onu dinlemeye gelenler var) piyanisti, tuvalete bile sokmuyorsunuz. O dik, o özgüvenli piyanist toplumsal kurallar karşısında boynu bükük, sesini çıkaramaz durumda… Siz, izlerken isyan ediyorsunuz hem ayrımcılığa hem de sesini çıkarmamasına… Tabii, bu insanlık dışı ayrımcılığa karşı pek de yasal olmayan tepkiler de var, bizim ülkemize de benziyor bir bakıma.

Yaşanmış bir öykü

Yaşanmış bir öykünün başarılı bir sinema uyarlaması “Yeşil Rehber”. Rahat izleniyor, mesaj vereceğim diye dikte etmiyor. Siz, gördükleriniz karşısında ister istemez kendinizi katıyorsunuz yaşanmışlıkların içine. Oyuncuların da sakin ama bir o kadar da dik duruşlu rol katkıları filmin güçlü yanlarından…

Takım ve forma farklılığının dışında toplumsal birleştiricilik gücü olan futbolda da “no to racism” “stop racism” sloganı öne çıkıyorsa, “Yeşil Rehber”in, aradan geçen bunca yılda, yeniden gündeme getirilmeye çalışılan ırkçılıkla mücadeleye katkısı olacaktır muhakkak.

Yeşil Rehber -Green Book-, yönetmen Peter Farrelly, oyuncular Viggo Mortensen, Mahershala Ali, Linda Cardellini, Don Stark… 30 Kasım’dan itibaren gösterimde…

(28 Kasım 2018)

Korkut Akın

[email protected]

Çağdaş Dünyanın Köleleri

Bu haftanın ilgiye değer yapımlarından (Almanca özgün adıyla) ‘In den Gängen’ bizde (muhtemelen Grup yirmi7 ve Gripin’in solisti Birol Namoğlu’nun yorumuyla ünlenen şarkıdan esinle) ‘Muhtemel Aşk’ adıyla gösterime girdi. Genç Alman sinemasının bu yeni ürünü, bir zamanlar Doğu Almanya sınırları içinde yer alan Leipzig doğumlu sinemacı Thomas Struber’in üçüncü uzun metrajı. Bir önceki çalışması 2015 yapımı ‘Herbert’de ‘Leipzig’in gururu’ olarak ün salmış eski bir boksörün yakalandığı kas hastalığı sonrası adım adım çöküşünü perdeye taşımış olan sinemacı, özgün adının tam çevirisi ‘Koridorlar Arasında’ anlamına gelen son çalışmasında, devasa bir süpermarketin kapalı dünyası içinde hayatını kazanmaya çabalayan bir avuç mavi yakalı emekçinin hayatına sızmayı deniyor.

Gece vakti boş marketin görüntüleriyle açılıyor film. Işıklar yanmaya başlarken Johann Strauss’un ünlü ‘Mavi Tuna‘ valsinin ezgileri yükseliyor perdeden. Derken, Kubrick’in ‘2001’de boşlukta dans eden uzay istasyonlarına atfedercesine, boş mekânda forkliftlerin koreografik dansını izlemeye başlarız. Forkliftleri çalıştıran, günışığından uzakta kapalı mekânda çalışan işçilerle tanışırız daha sonra.

Vücuduna yayılmış dövmelerinde izlerini taşıdığı sorunlu geçmişini geride bırakarak yeni bir sayfa açmayı deneyen Christian, ustası Bruno’dan ilk talimatları alır. İçki reyonunda çalışacak olan içe dönük genç adam öylesine sessizdir ki, ilk sahnelerde onun dilsiz olduğu hissine kapılırız. Şekerleme bölümünde görevli şirin mi şirin Marion hayatına girer daha sonra. Palmiye ağaçlı duvar posterli penceresiz kahve odasındaki kısa rastlantılar hayatını renklendirir.

Ne var ki Türkçe adı yanıltmasın, Stuber’in filmi romantik bir aşk filmi değil. Kapalı bir mekâna sıkışmış insanların, kapitalist çalışma koşullarının ve katı Alman disiplinin kısıtladığı gri hayatlarını birbirlerine karşı sevecen davranarak aşma çabaları üzerinde duruyor daha çok. Kaçamak sigara ya da satranç molaları, tarihi geçmiş ama bozulmamış atıştırmalıklar ve bira eşlikli yeni yılı kutlamalarıyla monoton hayatlarına renk katma derdinde bu insanlar. Kimisi çabuk pes ediyor yalnızlığa ve mutsuzluğa. Kimileri, karanlık ambarda forkliftin tepesinin aşağı doğru yavaşça inerken çıkardığı okyanus dalgalarına benzer sesler aracılığıyla sıcak ve güzel bir dünyanın hayalini kurmayı sürdürüyor.

Stuber’in doğup büyüdüğü Doğu Almanya kırsalında bir otoyol kenarına konuşlanmış devasa marketin kapalı mekânında geçen filmi birbirinden iyi oyuncularıyla ayrı bir ivme kazanmış. Birkaç ay önce Christian Petzold imzalı ‘Transit’de hayranlıkla izlediğimiz (Joaquin Phoenix’e ikiz kardeşi kadar benzeyen) Franz Rogowski mahçup Christian’da; Maren Ade’nin geçtiğimiz yıl büyük yankı uyandırmış ‘Toni Erdmann’ının müthiş kadın oyuncusu Sandra Hüller dışa dönük mutsuz ev kadını Marion’da; Struber’in önceki filminde tükenmekte olan eski boksörü başarıyla canlandırmış olan deneyimli aktör Peter Kurth eski kamyoncu, babacan Bruno’da harikalar yaratıyor.

Filmin büyük bölümünün geçtiği klostrofobik mekânda mükemmel bir iş kotaran Peter Matjasko’nun görüntüleri ile Türk asıllı İsviçreli Kaya İnan’ın kurgu çalışması övgüye değer. Filmi zenginleştiren, zaman zaman mekân ile tezatlık taşıyan soundtrack albümü de pek renkli. Strauss’un valsi ve Bach’ın süitine, Timber Timbre ve Son Lux’un sert ve dinamik ezgileri eklemleniyor. Chaplin’in ‘Modern Zamanlar’ındaki fabrika ortamını anımsatan tepeden çekilmiş belgesel tadındaki süpermarket manzaralarına ise pamuk tarlasında çalışan siyahi kölelerin dilindeki blues ezgileri karışıyor sonlara doğru.

Başarılı genç sinemacı Thomas Stuber’in adını bir kenara not etmekte yarar var. Roy Andersson ve Aki Kaurismäki gibi kuzeyli usta yönetmenlerin hüznü ve mizahının tadı var anlattığı yalnızlık öykülerinde. Bir sonraki çalışmasında, bu defa plazalara hapsedilmiş beyaz yakalı kölelerin sıkışmışlığının peşine düşer belki.

(28 Kasım 2018)

Ferhan Baran

[email protected]

Aşkın Formülü Yok

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Günümüzdeki vahşi ekonomik çark gereği sinemalarda çalışan elemanlar da o kadar hızlı değişiyor ki bu hafta muhatap olduğunuz gişedeki, kapıdaki, büfedeki elemanı mütebaki haftada göremeyebiliyorsunuz. Yeni kuşak sinema çalışanları eskiyi pek bilmediğinden artık “makinist” kavramı da unutmaya başladı sanırım. Şehrin merkezi yerindeki çok salonlu sinemada filmimi seyrettim, çıkarken bilet kesen, daha doğrusu yer kuponunu kontrol eden elemana sinemada kaç makinist olduğunu sorayım dedim. Anlamamış gibi duraksayınca “Filmleri nasıl gösteriyorsunuz? Bir kişi makine dairelerini dolaşıp düğmeye basarak mı filmi başlatıyor?” dedim. “Haa abi, ben arada gidip görüntüyü, sesi, ışıkları, perdeyi kontrol edip geliyorum.” dedi. Dolayısıyla bizim kuşak sinemaseverler film seyrederken görüntüde veya seste herhangi bir arıza hissettiğinde eski zamanlardaki gibi boş yere “Makiniiist” diye seslenmesin, çünkü o sırada gösterim odasında makinist yok. “Makiii…” diye seslenip “…neee” diye devam etseler de faydası yok, çünkü makine o sesi duymuyor. (05 Ağustos 2018)

Sanatçılarla ilgili beğeni ve hayranlıklarımda, sevdiklerim, sevmediklerim, ayıldıklarım, bayıldıklarım, kapısında kul olabileceklerim gibi çeşitli kategorilerim var. Yavuz Bingöl ile Mustafa Keser’i bir kategori yukarı taşıdım ve “Ne Sevdiğim Belli Ne Sevmediğim” kategorisine aldım. Kime ne faydası var bilemem ama duyurmuş olayım. (22 Temmuz 2018)

Hayatın İçinden / Olduğu Gibi / Bir Turgut Yasalar Hikâyesi Yazma Gayreti 3: Hava o kadar sıcak ki, “Boş ver güneşte yürüyüp D vitamini almaya.” dedim kendime; gölgeli kaldırımdan eve dönüyorum. Marketten alışverişimi yapmışım, Ergenekon caddesinden Bilezikçi sokağa girmişim. Sokağın tenhalığının verdiği cesaretle, sıcağın bunaltısını azaltmak için gömleğimin düğmelerini göbeğime kadar açmışım, yürüyorum. Kafamı kaldırdım, baktım karşıdan iki 70’lik geliyor. 70’lik dediysem rakı değil, ak saçlı, hanım hanımcık görüntülü iki bayan. Hemen, ayıp olmasın diye, telaşla, göbek tarafımdan başlayarak gömleğimin düğmelerimi kapattım. Tam yanlarından geçerken birisi “Kese 15 lira.” deyince yanındaki, “Çüşşş, 15 lira mı?” diye tepki vermesin mi? Hem 70’lik, hem bayan, hem İstanbul’un orta yerinde ikamet ediyorlar. Vallahi ben utandım, hatta şaştım. Tam burada, kıssadan hisseye gelirsek: Kimin, ne olduğu, nasıl davranacağı, kadınmış, erkekmiş, uzunmuş, kısaymış, hiç belli olmuyor. Onun için siz siz olun dış tesirler yüzünden disiplininizi bozmayın, topluma örnek olmaya devam edin. (22 Temmuz 2018)

Bu ses sanatçılarımızı da bazen anlamak mümkün olmuyor “Ağlatman beni aynalar, söyletmen beni aynalar” hüznünden “Bahça duvarından aştım, sarmaşık güle dolaştım” türküsüne geçmek nedir arkadaş? Bülent Ersoy da bazen “Tuti-yi mucize guyem”den sonra efkârlanıp “Ablan kurbaaan olsun sana” diye feryad-ı figan ediyor ya, onun gibi. Ya hüzünlenenlerle ya da neşelenenlerle dalga geçiyorlar herhalde. (26 Temmuz 2018)

Kabak tadı veren “Kanlı Ay Tutulması” fotoğraf ve yazılarına alternatif soru: Diğer tutulmalar “Sütlü Ay Tutulması” mı oluyor? (28 Temmuz 2018)

Sayın yetkilinin ısrarla “Ümmet şuuru, ümmet şuuru” şeklindeki basın açıklamasının verdiği çağrışımla sorayım: Mehter marşımızın “Türk milleti, Türk milleti, aşk ile sev milliyeti”, dizesini de “Türk ümmeti, Türk ümmeti aşk ile sev ümmiyeti” şeklinde mi algılamalıyız? (30 Temmuz 2018)

Yeni sistemde mutluluğun anahtarı: Ekmeğe, elektriğe, doğalgaza yapılan zamlara üzüleceğinize, Milli Piyango’nun artık makineden de alınabileceğine ve Sayısal Loto’nun haftada iki kez oynanabileceğine sevinin. (31 Temmuz 2018)

Nereden çıkardım bilmiyorum ama son iki günde TRT Müzik’te iki kez kulağıma çarpan “Yeşil çimen üzerinde aşık oldum ben sana” türküsü ile “Cevizin yaprağı dal arasında, güzeli severler bağ arasında” türküsü arasında kesin bir akrabalık var kanaatindeyim. Dolar 5 bin TL.yi geçmiş. (01 Ağustos 2018)

“Toplum çürümüş, çürümüş” ifadesi yanlış. Toplumu böyle ifade edersek felçli hayvanlara pazar arabasından protez ayak yapanlara, hesabına yanlış havale edilen 22.000 lirayı sahibine iade edenlere haksızlık yapmış olmuyor muyuz? Bence toplumun hepsi değil, belirli bir yüzdesi çürümüş. (07 Ağustos 2018)

Rahmetli Orhan Veli, çok ileri görüşlü bir şairmiş, taa o zamanlardan bu zamanları görmüş; “bedava” şiirini yazmış. Üsküdar’dan motora bindim, boğazı geçtim püfür püfür, bedava; Beşiktaş’ta indim, meydanda -affedersiniz- sıkışmışlığımı giderdim bedava; Pangaltı istikametine giden belediye otobüsüne bindim serin serin, bedava. Gelgelelim benim bedavalarımın yaşlılıktan kaynaklanan bir lütuf olduğunu hatırlayınca moralim yerle yeksan oldu. (08 Ağustos 2018)

(24 Kasım 2018)

Sadi Çilingir

[email protected]

Politika, Ayrımcılık ve Kadın Dayanışması Üzerine Bir Soygun Hikâyesi

Amerikan sinemasının çağdaş yaratıcılarından Steve McQueen, 60’lı ve 70’li yılların yıldız oyuncusu ile aynı adı taşır. Siyahi yönetmen siyasi bir aktivistin direnişini ele aldığı 2008 yapımı ilk uzun metrajı ‘Açlık / Hunger’ ve üç yıl sonra usta oyuncu Michael Fassbender ile bir kez daha çalıştığı cinsel bağımlılık üzerine gözüpek ‘Utanç / Shame’ ile sinefillerin baştacı olmuştur. Brad Pitt’in yapımcılığında daha geniş imkanlı bir prodüksiyon olan, Amerikan tarihinin acılı kölelik geçmişi üzerine 2013 yapımı üçüncü projesi ’12 Yıllık Esaret / 12 Years A Slave’ Oscar ödülüne kadar uzanmış olmasına rağmen sinema endüstrisinin ticari gözle bakmadığı sinemacılardan biridir McQueen.

Bizde de gösterimi devam eden son çalışması ‘Dul Kadınlar / Widows’ yönetmenin ana akım sinemayla bir flörtü olarak ele alınabilir. Cinai işleriyle tanınmış İngiliz yazar Lynda La Plante’nin 80’li yıllarda BBC’de yayınlanmış televizyon dizisinden beyazperdeye uyarlanan filmde, orijinalinde Londra’da geçen hikâye Chicago kentine uyarlanmış. Temelde bir soygun öyküsü anlatıyor gözüken yapımın, ırk ayrımcılığı, sosyal sınıfların çeşitliliği ve suç oranının yüksekliği gibi kriterler açısından Chicago’yu ABD’nin mikrokozmosu olarak kullanma tercihi çok belirgin.

Filmin hareketli açılış bölümünde bir soygun girişimi, garajda sonlanan polis takibi ve ardından gelen patlamayı izliyoruz. Feci şekilde ölen soyguncular geride yaslı dul kadınlar bırakıyor. Kocaları birlikte iş yapmasa koca kentte yolları pek kesişmeyecek farklı sınıf ve ırktan kadınlardır bunlar. Soyguncuların başı Harry Rawlings’in (Liam Neeson) hayır işleriyle uğraşan ve gösterişli bir dairede yaşayan siyahi eşi Veronica (Viola Davis) güçlü bir kadındır ama şehrin yoksul 18. bölge belediye meclisi üyeliğinde de gözü olan siyahi çetenin kocasının çaldığı ve patlama sırasında kül olan parayı kendilerine iade etme tehdidi aldığında o da hazırlıksızdır. Kocasının özenle tuttuğu ve bir sonraki soygun planının detayları dahil olmak üzere her türlü bilginin yer aldığı defter eline geçtiğinde, çalınan parayı yerine koymak için soygun işine girmeye karar verir. Ancak bu işte kendisine yardım edecek kişilere ihtiyacı vardır. Hayatları tehlike altında olan diğer dul eşleri bir saunada toplayarak, onları hayatta kalabilmek için tek çarenin bu soygunu birlikte kotarmak olduğuna ikna etmeye çalışır.

Karmaşık entrikası ve aksiyon unsurlarıyla başlangıçta McQueen’in önceki işlerine mesafeli bir yerde görünen ‘Dul Kadınlar’, yönetmenin seçimleri ile bildiğimiz soygun filmlerinden ayrışıyor. Soygun hikâyesini Hitchcock’un ‘MacGuffin’i olarak düşünün. Yönetmenin asıl derdi Chicago özelinde yolsuzluk, siyasi entrika ve ayrımcılık ile bozulmuş bir toplumun genel resmini çekmek. Dinamik giriş sekansında soygun ve polis takibi ile hırsızların eşleriyle birlikte olduğu özel anları koşut kurguyla verdiği ilk açılış sekansında, farklılığını ortaya koymaya başlıyor zaten usta sinemacı.

Kenti meşgul eden belediye meclisi üyeliği seçim kampanyası sürecinde ırklar arası mücadeleyi sergilerken taraf tutmuyor. Siyasi iktidar uğruna beyazın da siyahın da aynı aşağılık yollara başvurduğunu vurguluyor. Filmin belki de en çarpıcı sekansında, beyaz aday Jack Mulligan’ın (Colin Farrell) güney Chicago’nun yoksul mahallesinden kendi yaşadığı ve seçim kampanyasının merkezi olarak kullandığı refah semtteki gösterişli evine doğru araba yolculuğunu tek plan olarak çekmiş. Bizler siyahi şoförün kullandığı otomobilin arka koltuğunda aday Mulligan ile asistanının yaptığı konuşmaya kulak verirken, tek kamera yoksulluktan refaha geçişi tam zamanlı bir plan sekansta görüntülüyor.

‘Dul Kadınlar’ #MeToo hareketine gönülden destek veren bir kadınlar dayanışması filmi aynı zamanda. Yönetmenin ilk kez kadın karakterleri merkeze oturttuğu çalışmasında, erkekler dünyasında hayatta kalmaya çalışan farklı sınıf ve ırktan dört kadının mücadelesini izliyoruz. Özgüveni yüksek güçlü Veronica kocasının ölümüyle herşeyini kaybetmiştir. Polonya göçmeni aileye mensup gösterişli sarışın Alice (Elisabeth Debicki) hayattayken dayağını yediği kocasının ardından yaşamını sürdürebilmek işbilir annesinin (Jacki Weaver) zorlamasıyla fahişeliğe yönelmek üzeredir. Meksika kökenli Linda (Michelle Rodriguez) ölen eşinin teminat olarak gösterdiği dükkanını kaybetmiştir. Bu üçlüye sonradan şoför olarak katılan siyahi Belle (Cynthia Erivo) ise babasız kızını büyütebilmek için işten işe koşan emekçi bir kadındır.

‘Kayıp Kız / Gone Girl’ün (Şikagolu) yazarı Gillian Flynn ile birlikte yazdığı senaryodan yola çıkan McQueen başta eşsiz Viola Davis olmak üzere göz kamaştırıcı bir oyuncu kadrosunu mükemmel yönetmiş. Yan rollerde Lukas Haas (Alice’in zengin müşterisi), yaşlı kurt Robert Duvall (baba Mulligan) gibi deneyimli isimleri, ‘Kapan / Get Out’un Oscar adayı mazlumu Daniel Kaluuya’yı gözü dönmüş psikopat Jatemme Manning kompozisyonunda izlemenin keyfine varıyoruz.

Görünürdeki soygun öyküsü çerçevesinde cinsel ayrımcılığı, ırkçı polis şiddetini, ırklar arası evliliği, yolsuzluk ve derin siyasi yozlaşmanın kökenlerini (filmin Al Capone benzeri eski gangsterlerin ortaya çıktığı ve daha sonra kanunen aklandığı Chicago’da geçmesi boşuna değil) irdeleyen, bunu yaparken anaakım sinemanın seyirlik unsurlarını ustaca kullanan ‘Dul Kadınlar’ı ben pek sevdim. Bana 70’li yılların sosyal eleştiri kaygısı taşıyan Lumet, Pollack ya da Pakula benzeri sinemacıların çabalarını hatırlatan bu özel film yılın en ilgiye değer Amerikan yapımlarından biri.

(22 Kasım 2018)

Ferhan Baran

[email protected]

Resimli Vahşi Batı Öyküleri

Coen biraderlerin Western ile ilişkileri sağlamdır. Bizde ‘İz Peşinde’ adıyla gösterilmiş ‘True Grit’ (2010) ya da Oscarlara boğulmuş ünlü ‘İhtiyarlara Yer Yok / No Country For Old Men’ (2007) gibi birebir Western örneklerinin yanı sıra, daha ilk filmleri ‘Kansız / Simple Blood‘dan (1984) başlayarak türün karanlık ve vahşi raconu filmlerine sızmıştır.

Usta sinemacı kardeşlerin bir Netflix yapımı olduğu için Cannes’da yarışmaya kabul edilmeyen ancak Venedik ana seçkisinden en iyi senaryo ödülüyle dönen son filmi ‘Buster Scruggs’ın Şarkısı / The Ballad of Buster Scruggs’ bir hafta kadar önce Amerika’da vizyon gördü. 16 Kasım Cuma gününden başlayarak da tüm dünyada olduğu gibi bizde de Netflix kanalından izleyiciyle buluşuyor.

Coen’lerin bu yeni çalışması altı Amerikan Vahşi Batı hikâyesi üzerine kurulmuş. Yönetmenlerin tanımıyla bir antoloji projesi niteliği taşıyan çalışma, onların yıllar boyu kaleme aldıkları kişisel kısa hikâyelerini perdeye/ekrana taşıyor. Öyküler, bez ciltli resimli bir kitabın bölümleri olarak sunuluyor. Her bir öykü, uçsuz bucaksız vahşi batı kırsalında varolmaya çabalayan insanların talihsiz kaderleri üzerine. Klasik Western antolojisinden kopup gelmiş bu insanlar sütten çıkmış ak kaşık değil kuşkusuz. Birkaç tanesi dışında hırslı, açgözlü, namussuz karakterler bunlar. Her an tetikte bekleyen tehlike ve ölümün gölgesinde yerleşik bir yaşam kurmaya çalışırken, topraklarına göz diktikleri klasik Western’in vahşi kızılderilileri ile amansız bir mücadeleye girişmişler.

Coen’lerin filmi Western’e yeni bir bakış açısı getirme gayretinde bir çaba değil. Türün klasik klişelerini, kendi sinemalarının mizah, şiddet ve gerçeküstücü kokteyli içinde kullanıyor ve kendilerine özgü Coen dünyası içinde türe saygılarını sunuyorlar.

İzlemesi hayli keyifli bir çalışma bu. Her bir hikâye Coen’lerin önceki filmlerinden aşina olduğumuz benzersiz karakterlere yenilerini ekliyor. Film ile aynı adı taşıyan ilk öyküde; bir yönüyle Bugs Bunny’yi, diğer yandan Jesse James’i hatırlatan, güler yüzlü, gitarıyla şarkılar söyleyen ancak silahını herkesten hızla çekip karşısına çıkan adamları mıhlayan komik kovboy’da Tim Blake Nelson’ı izliyoruz. James Franco’nun bir banka soyguncusu olarak yer aldığı ikinci öykü Sergio Leone spagetti westernlerinin sivri dilli mizahını taşıyor. ‘Merhamet zorla gösterilmez, gökten yavaşça inen yağmur gibi düşer’ resim altı sözleriyle açılan ‘Ekmek Teknesi / Meal Ticket’ adlı üçüncü bölüm, kasaba kasaba dolaşarak keşfettiği sanatçıları sahneye çıkararak para kazanan bir organizatör ile Londra sokaklarında bulduğu kolları bacakları olmayan ancak hitabet gücü ve Şekspir ve Shelly’den alıntılarla kendisini izleyenleri etkisi altına alan yetenekli gencin hikâyesi üzerine. İrlandalı aktör Liam Neeson’un emprezaryoyu, yetenekli genç oyuncu Harry Melling’in talihsiz anlatıcıyı oynadığı hikâye, pazara çıkan sanatçının kaderine ve insanoğlunun doymak bilmez iştahının trajik sonuçları üzerine toplamın en hüzünlü parçalarından biri. Benzersiz caz, rock ve blues üstadı Tom Waits’in solo performansıyla döktürdüğü, Jack London esinli dördüncü öykü ise, yeşillikler içindeki el değmemiş vadide yaşlı bir altın arayıcısının mücadelesini anlatıyor.

Ve sıra geliyor kişisel favorim olan, Amerikalı yazar ve ruhbilimci Stewart Edward White’ın kısa hikâyesinden esinlenerek kaleme alınmış ‘Endişeli Kız / The Gal Who Got Rattled’ adlı beşinci öyküye. Oregon yolunda bir kafile ile seyahat eden kimsesiz genç kız ile yerleşik hayata geçmek isteyen kılavuzun Romeo ve Jülyet tadında gelişen trajik hikâyesinde, tüm filmi sarıp sarmalayan Carter Burwell imzalı soundtrack’in de etkisiyle hüzün kat sayısı tavan yapıyor. Coen biraderler John Ford’un ünlü ‘Cehennem Dönüşü / Stagecoach’ına gönderme yapan son bir dokunuşla noktalıyorlar filmlerini. Bir yolcu arabasının içinde toplanmış farklı sosyal statülerden beş kişinin, arabacının asla durmadığı tekinsiz yolculukta insan karakteri üzerine tartışmaları, Coen kardeşlere özgü gizemli bir büyülü gerçekçilik ortamında sürüp gidiyor.

Klasik Western unsurlarının Coen biraderlerin sinemasıyla buluştuğu bu enfes çalışma yılın en ilgiye değer işlerinden. Sinemada değil ama evinizde pırıl pırıl bir projeksiyondan Bruno Delbonnel’in nefes kesici görüntü çalışmasının keyfine varmanızı öneririm.

(18 Kasım 2018)

Ferhan Baran

[email protected]

Korkut Akın Yazıyor: Savaşın Aksiyonu ve Başka Bir Şey

Dünyanın bugüne dek gördüğü en gaddar savaş ve katliam İkinci Dünya Savaşı… Milyonlar ölmüş, öldürülmüş… Asker, sivil ayrımı yapmadan, kadın erkek ve/veya yaşlarını umursamadan hem de. O büyük acıyı, aradan geçen bunca yıl sonra da içinde duyuyor insan. Overlord Operasyonu, iki bölümlük bir film… Girişte, inanılmaz bir tanımlamayla yüz yüze geliyoruz. Savaşa giden acemilerle artık hayattan bir şey beklemeyecek … Devamı… »

Siyaset Kirli Bir İştir…

…bir tek kadınlar engelleyebilir o kirliliği.

Yasadışı iş yapan kocalarının yarım bıraktığını tamamlamaya karar veren kadınlar, sıkı bir çalışmayla hedefe yönelirler. Bana sorarsanız daha da çok şey yaparlar… İzlemeyen için bir şey diyemem, ama izlerseniz, hemen her ülkede yaşanan siyaset kirliliğinin de önüne kadınların geçebileceğini kabul edeceğinize iddiaya girebilirim.

Güçlü yönetmen, güçlü oyuncular…

Güçlü film çıkması için yeter ve gerek şarttır. Yönetmen Steve McQueen, sakin ve bir o kadar da yalın diliyle başarılı bir film üretmiş. Heyecan da var, ama merak daha ağır basıyor film boyunca… Ne olacak?

Ne olmasını istersiniz? Filmde gerilim had safhada… Birbirlerini seven bir çift; sürekli didişen, belki pamuk ipliğiyle sürdürülen bir başka evlilik; çocukla uğraşırken kendini yitiren, belki de görüntüde sürdürülen bir diğer ilişki; en önemlisi de hep gizli kalacağı düşünülen aldatma… Koltuğa çakılı, nefes almadan pür dikkat izlediğiniz filmde, her yenilik sizin de kararınızı değiştirmenize neden oluyor.

Siyaset bunun neresinde?

Yerel seçimler öncesinde, başa güreşen iki adayın iktidarı elde edebilmek amacıyla yaptıkları, birbirinden kötü sonuçlar veren hırsları… Güçlü egolarıyla iktidar olmanın kazandırdığı itibarı çıkarları için kullanmayı düşleyen ve bunun için her tür yolu geçerli kabul eden adaylar ellerini ateşe sürmeyip maşa kullanırlar. Bazen közler düşer maşadan.

Entrikalar birbiri ardına sıralanırken, siz gözleriniz beyazperdede, birkaç ay sonra yapılacak bizdeki seçimlerin nelere gebe olabileceği aklınıza gelecek. Çıkın bakalım işin içinden çıkabilirseniz…

Dul Kadınlar -Widows- yönetmen Steve McQueen oyuncular Viola Davis, Michelle Rodriguez, Elizabeth Debicki, Cynthia Erivo, Robert Duvall, Colin Farrell, Daniel Kaluuva, Brian Tyree Henry, Liam Neeson… 16 Kasım’dan başlayarak gösterimde…

(15 Kasım 2018)

Korkut Akın

[email protected]

Bir Yıldız Kaydı… Whitney

İnanılmaz bir ses, inanılmaz bir güzellik, inanılmaz bir gülüş… Benim için sesinin yanında o içten ve insanın içine mutluluk saçan gülüşü unutulmazdı Whitney Houston’un…

Tanrı vergisi diye belki de kendimizi kandırdığımız o güçlü ses, öğreniyoruz ki, bebeklikten başlayan bir çalışmanın ürünü. Çok çalışınca bir şeyler oluyor, bunu göz ardı etmemek gerekir. Muhakkak ki yeteneği de vardı ve sesi gerçekten çok güçlüydü… ama bir düşünün nice güçlü ses kimse bilmeden, duymadan silindi gitti yeryüzünden.

Bodygard…

Sıradan bir aileden dünyaya gelmemiş, anne şarkıcı baba siyasetçi ve belirleyici bir görevde… Whitney, başından beri annesinin desteğiyle müzik üzerine çalışıyor… Fiziği ile -fotomodellik yaparken, bir küçük hile (!!!) ile- kendini sahnede buluyor… Sonrası, sonrası bildiğiniz Whitney.

Bir de Amerikan Milli Marşını yorumlaması var ki, onu yeniden anımsamak gerekir… Marş aynı, sözler aynı, yorumlayan farklı. Bizde düşünülmesi bile mümkün olmayan bir şey, ama Whitney’i müzik listelerinin başına çıkartmaya yetti.

Whitney sinemada da başarılıydı… Kevin Costner ile ilk filmi Bodyguard’da onu sevmeyen, müziklerine -bir kez daha- hayran olmayan var mı?

Belgeselin gücü…

Son haftalarda müzik ve müzisyenler üzerine birkaç film izledik birbiri ardına… Müslüm’de Müslüm Gürses, Bohemian Rhapsody’de Fredie Mercury… Tutsak da var, ama o biraz daha farklı… Bu iki film de canlandırma, kurgu film. Başarılılıklarının ötesinde o kişi(lik)lerin belli bir yorumla canlandırılması… Oysa Whitney bir belgesel. Daha çok da yakın çevresinin tanıklığıyla tanıyoruz o güçlü sesi. Yıllar boyu, listelerin tepesinden inmeyen Whitney’in, gerek yapılan söyleşiler gerekse üzerine yazılanlardan sonra bilinmeyen nesi var diye sorabilirsiniz… Haklısınız.

Bilinçaltı… bambaşka bir dünya

İnsanlar bilinçaltına attıklarını unutabiliyorlar. Psikolojik terapi seanslarında, kendilerinin bile inanamadığı durumlar çıkıyor ortaya… Whitney de bilinçaltına atmış hayatına yön veren gerçeği. Neden tek eşli? Neden tüm sıkıntılarına rağmen evliliğini sürdürüyor? Neden illa bir çocuğu olsun istiyor? Yoğun turne ve konserlerde çocuğunu neden yanından ayırmıyor?

Şimdi bu yazıyı yazarken kulağım Whitney Houston şarkılarında… Aklımdaysa sorular, sorular… sorular.

Whitney, Yönetmen Kevin MacDonald, 16 Kasım’dan başlayarak gösterimde…

(10 Kasım 2018)

Korkut Akın

[email protected]

Savaşın Aksiyonu ve Başka Bir Şey

Dünyanın bugüne dek gördüğü en gaddar savaş ve katliam İkinci Dünya Savaşı… Milyonlar ölmüş, öldürülmüş… Asker, sivil ayrımı yapmadan, kadın erkek ve/veya yaşlarını umursamadan hem de. O büyük acıyı, aradan geçen bunca yıl sonra da içinde duyuyor insan.

Overlord Operasyonu, iki bölümlük bir film… Girişte, inanılmaz bir tanımlamayla yüz yüze geliyoruz. Savaşa giden acemilerle artık hayattan bir şey beklemeyecek kadar ölüm görmüş, yakınlarını kaybetmiş uzmanlar…

İkinci Dünya Savaşının, cephede geçen en başarılı öykülerinden biri Overlord’un ilk yarısı… Birbirlerini tanımayan, tanısalar bile o gerginlikle kimin neyi, nasıl ve niye istediğini/yaptığını bilemeyecek kadar yoğun askerler… Bir görev almışlar: Nazi işgali altındaki kilisenin çatısına sığınmış (bu önemli bir trük, çünkü bütün milletlerde, tam da bizde olduğu gibi en kutsal yerdir dini binalar; kimse dokunmaz, dokunmaktan kaçınır) radyo vericisini yok edeceklerdir.

Yakın planların cazibesi

Normandiya çıkartması öncesinde görev alan küçük bir takımın yaşadıklarını aktarıyor film. Askerlerin korkuları, heyecanları, endişeleri, beklentileri bir tarafta, daha önce cephe görmüş olanların (deyim yerindeyse ‘kaşarlanmış’ların) karşı karşıya gelmeleri… Zaman kısıtlı, bir görevleri vardır ve başaramazlarsa savaş farklı bitecektir.

İnanılmaz güçlü bir kamera, olağanüstü oyunculuk (filmin ikinci yarısında da devam ediyor bu olağanüstülük) ve mizahla yoğurulmuş alabildiğine heyecan…

Köylü güzeli…

Barışçıl, hoşgörülü, sakin ve kararlı bir askerle okumuş, savaş karşıtı olduğu için (ve yaşananları da öğrenince hak vereceğimiz) askerlere diş bileyen, genç köylü kız… Aralarında adı konmamış ilginç bir çekim var, âşık olmuşlar mıdır acaba birbirlerine? Ama savaşın azgın yüzü onları da kendine benzetiyor, acımasız hatta iğrenç bir intikam duyabiliyorlar. Birbirlerini tanıma fırsatı bulamasalar da askerlerle köylü kız güvenmek zorundalar. Kimse o güvene ihanet etmiyor…

Üstün ırk hedefi…

Alman Nazilerinin en büyük hedefi, hepimizin bildiği gibi üstün ırk yaratmak… Milliyetçiliğin doruğu zaten bu üstün olma anlayışı… Oysa onlar da etten kemikten yapılma alelade insanlar, hepimiz gibi… Ya çalışmaları? Laboratuvarlarda, canlı denekler üzerinde yapılan tüm deneyler bu yönlü…

Üstün ve ölümsüz bir ırk nelere gebe! Savaşın aksiyonuna korku filminin canavarları karışıyor. Savaştan çok korku/gerilim filmine dönüşüyor film ikinci yarısında… İnsan duyarlılığı yine üst düzeyde. Önce çocuklar ve kadınlar denir ya…

Overlord Operasyonu, yönetmen Julius Avery. Oyuncular Jovan Adepo, Wyatt Russell, Pilou Asbæk, Mathilde Ollivier, John Magaro, ve Iain de Caestecker… 9 Kasım’dan başlayarak gösterimde…

(08 Kasım 2018)

Korkut Akın

[email protected]

Kimliğine, Kişiliğine Sahip Çık

Toplum kişileri kendine uydurmakta ustadır. Kimliğini, kişiliğini korumaya çalışanlara önce aile, sonra yakın çevre, en sonunda da toplum karşı çıkar. Bunu sormak, sorgulamak, bireyin beklentilerini öğrenmek gibi bir sorunları yoktur. Tek bildikleri ezmek, yok etmek, en azından kendine benzetmektir. O da gelişmenin engellenmesi demektir ki, yaşam dinamiği buna izin vermez. Bugünü, bu dinamiği yaşatanlara borçluyuz, her anlamda.

İzin verirsek…

“Ne hastalık ne günah, yaşasın eşcinsel aşk” pankartı açılmıştı bir etkinlikte… Toplumun öteden beri tartıştığı, ancak hâlâ karara varamadığı, ama hayatın bir gerçeği olarak karşımızda duran, dolayısıyla da yeni bir bakış, yeni bir tanımlama ile yenilenme zorunluluğu olan bir durumu anlatıyor “Cameron Post’a Ters Terapi”.

“Aşkın gözü kördür, ama bizim izin verdiğimiz ölçüde…” Buradaki “aşk” yaşam içerisindeki her şeyi kapsıyor… Tensel aşk için daha da geçerli, daha da sıkı sınırlar içerisinde. Peki, insanlar sizin sınırlarınızı kabul etmezlerse? Ne yapacaksınız yani, öldürecek misiniz? Ortaçağdan bu yana (yine şairin şiirce dizeleriyle yanıtlayalım) “Erken öten horozun başı kesilirmiş / Bitmez tükenmez ki başın kesile kesile” (F. Hüsnü Dağlarca)

Değişim: zorunlu gelişme

Dünyanın ilk oluşumundan bu yana geçen süre içerisinde, insanın tarihi çok kısa… ama insanlık tarihi çok uzun. Zamanla çeşitli kurallar konulmuş, değiş(tiril)miş, unutulmuş ve/veya kaybolup gitmiş. Kurumlar bazılarını engellemek üzere tutuculuklarını sürdürmeyi görev bilmişler ama… Bunların başında din ve devlet geliyor.

Şöyle düşünün: kadınların bırakın oy hakkını, söz hakkı bile yoktu daha düne kadar, okutulmuyordular bile… Bugün ise hayatın her anında, her alanında söz sahibiler, çok da başarılılar. Ay, nurdur gidilemez deniyordu, bırakın Ay’ı, Mars yolculukları için gün sayılıyor. Tanrının gazabı olarak bilinen ve salgınla milyonlarca insanın ölümüne yol açan hastalıklar, bugün unutuldular, tıp biliminin gelişimiyle…

Siz olsanız…

Güzel ve çekici bir genç kız olan Cameron, kız arkadaşına âşık olunca “dönüştürme terapisi” merkezine gönderilir. Genç kız ya toplumun kurallarına uyacaktır ya da kimliğine ve kişiliğine sahip çıkacaktır.

Sahi, siz olsanız ne yaparsınız? Cameron da öyle yapıyor…

Cameron Post’a Ters Terapi -The Miseducation of Cameron Post- yönetmen Desiree Akhavan, oyuncular Chloe Grace Moretz, Sasha Lane, John Gallagher Jr, Quinn Shephard… 9 Kasım’dan başlayarak gösterimde…

(07 Kasım 2018)

Korkut Akın

[email protected]