Kategori arşivi: Yazılar

Mission: Impossible – Yansımalar

Aksiyon filmlerinin en büyük özelliklerinden biri (ama sadece biri) merak uyandırmasıdır. Kim ne yapacak, nasıl yapacak, ne zaman yapacak, sonuç ne olacak diye tırnaklarınızı kemirttirir film boyunca. Başarılı olan bir aksiyon filminin devamı olmasının nedeni (tabii, biri) yine budur.

Mission: Impossible, bu altıncı filmiyle yine aynı tat, aynı heyecan ve aynı merak ile gösterimde…

Kimin eli kimin cebinde…

Tom Cruise ile özdeşleşen Ethan Hunt, bu kez ikinci kez yönetmen koltuğunda -ama farklı bir dille, yeni bir anlatım deneyen- Christopher McQuarrie var. Bilindiği üzere McQuarrie, filmin senaristi de… çekim sırasında bile değişiklikler yaptığı, oyuncuları dinamik çizgide tuttuğu belirtiliyor, filmin çevresinde…

Birtakım gizli örgütler var, bazı yasal ama yasadışı örgütlenmeleri olan (CIA, FBI, MI5, MI6 gibi) kurumlara sızıyorlar. Onların kavgasını pürdikkat izliyoruz. Dost olarak görünen biri azılı düşman olabiliyor, düşman ise belki bazen duygusuyla hareket edip dost yandaşı görünüyor. Bu filmde, daha öncekilerden yola çıkarak, “şu, şu, şu düşman, Ethan’ı kandırmaya çalışıyor” dedim, ama ağırlıklı büyük çoğunluğu ters çıktı.

Doluya koyun almasın…

Yukarıda da değindiğim gibi bu tür filmlerin temelinde yatan merak bu filmde daha bir öne çıkıyor. Filmin adından da fark edileceği gibi (Yansımalar), bir duygusallık var. O duygusallık seyirciye de geçiyor. O anlamda başarılı… İlgimi çeken bir başka nokta ise aksiyonların gerçeğe yakınlığı… Yüreğinizin ağzınıza geldiği anlar çok. “Kahraman”ın bu hataya düştüğü görülmüş şey değilse de, Ethan hata da yapıyor. Zaten film bir hatanın sonuçları üzerine kurulu…

IMF olmazsa olmaz…

Bu IMF, bildiğiniz para fonu değil, ama ondan aşağı kalır yanı yok. Her şeyi biliyorlar ve yapıyorlar. Gözünüz kapalı güvenebileceğiniz iki kişi, zaten Ethan da izleyici gibi gözü kapalı inanıyor… En güzeli de mizahi yanları… Film boyunca giderek yükselen gerilimin içinde nefes alacak fırsat da sunuyorlar, gülümseterek.

Bu tür aksiyon filmlerde doluya koyuyorsunuz almıyor, boşa koyuyorsunuz dolmuyor. Olur mu, olabilir mi diye düşünürken bir bakıyorsunuz, olabilirmiş. Sinema da hayatın bir parçası değil mi?

Mission: Impossible – Yansımalar, Yönetmen Christopher McQuarrie, Tom Cruise, Henry Cavill, Ving Rhames, Simon Pegg, Rebecca Ferguson, Sean Harris, Angela Bassett, Vanessa Kirby… 27 Temmuz’dan başlayarak gösterimde…

(26 Temmuz 2018)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Dört Köşeli Üçgen

Birçok insan için hayat tekdüzedir. Sabah kalkar, kahvaltı yapar ya da yapmaz, işe gider… iyi kötü ekmek parası kazanmak için çalışır, akşam ya kahvede oyun oynar ya da evinde oturur. Ertesi gün de aynıdır, daha ertesi günler de… Arada değişen pek bir şey yoktur yıllar geçse de. Ne etliye sütlüye karışır ne bir değişiklik düşünür ne de kimseye bir öneride bulunur. Tipik bizim insanımız… Bu, sorgulamak gerektiğinin göstergesidir, yani yaşam sorguladıkça anlam kazanır. Sorgulamak, ama en ince ayrıntısına kadar ve anlamlandırarak sorgulamak -hayır, sonuca varmaktan söz etmiyoruz, sadece sorgulamak- bir şeylerin ayırdına varmakla özdeştir de aynı zamanda.

Kim ilgilenir?

Salah Birsel’in,–kimi edebiyatçılar tarafından, ülkemizde ilk olarak nitelenen- felsefi romanıdır. Okur yazarlığımız oranında okunmuştur, yani okurun ilgisi neredeyse yok denebilecek düzeydedir kitaba. Bu tür, tecimen olmayan ama insanı derinden etkileyen, anlatmakta bile güçlük çekilen konuları ancak kısafilmciler izleyiciye sunarlar.

Kısafilm, sadece süresi kısa olan film demek değildir, bir coşkuyu, bir umudu, bir heyecanı aşkla anlatmak demektir. Profesyonelce yapılsa bile tecimen değildir asla. Sanatçıların, kimseye değil, kendilerine borcunu ödemesidir kısafilmler. Çerçeveler yerli yerindedir, mizansenler doğru ve etkilidir, oyuncular alabildiğine derinlemesine oynamışlardır tabii rol çalmaksızın, dekor aksesuar belki zayıftır ama mekânlar örtüşür düşlenenlerle, diyaloglar ne eksik ne fazladır, efektlerle süslemek yerine görüntülerle anlam güçlendirilmiştir. Kısacası kimseye kendini kanıtlama derdi yoktur kısafilmin de, kısafilmcinin de.

Gözlemcinin cesareti

Mehmet Güreli, Salah Birsel’in, bu gerekli ilgiyi görmemiş, ama değeri çok yüksek olan romanını, Görkem Yeltan’ın senaryosundan, duyguyu tam verebilmek için siyah/beyaz çekmiş. Gözlemci, yani filmin ana karakteri, bir şarap fabrikasında çalışır. Kendisini uluslararası düzeyde gören, uykusunda bile gözlemciliğini sürdüren biridir. Ne yapıyorsa onu söyler. Karşısındakiler, buna müdürleri, patronları da dahil, Gözlemcinin yanıtlarını anlamasalar da bir şey söyleyememenin haklı sıkıntısını yaşarlar. Yanlışları yok mudur? Vardır belki, ama o yanlışın yanlış olduğunu söyleyebilecek güç ve doğruda birileri yoktur ki. Yapabilecekleri tek şey işten atmaktır ve onu yaparlar.

Dördüncü köşe…

Kızkulesi, İstanbul’un simgesidir, ama Kızkulesi’nden görülen manzara hem eksik hem de kötüdür… Çünkü Kızkulesi’nin görünmediği bir İstanbul manzarası İstanbul’u anlat(a)maz. Bu çerçeveden baktığınız zaman, bir köşesinde durduğunuz dörtgenin ancak üç köşesini görürsünüz ve anlatırken de o üç köşe ile yetinmek zorundasınızdır.

Mehmet Güreli, bir kısafilm çekmiş. Yetkin dili, sakin kamerası, abartısız oyuncularıyla gerçekten zor bir işin üstesinden gelmiş. İzleyiciye bir şey söylemiyor, bir vaadi de yok… Sadece gösteriyor. Yorum, perdede gördüklerini kendi yaşamıyla karşılaştıracak izleyicinin.

Dört Köşeli Üçgen, yönetmen: Mehmet Güreli, oyuncular Mustafa Dinç, Kaan Çakır, İlyas Özçakır… 27 Temmuz’dan başlayarak gösterimde…

(23 Temmuz 2018)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Mamma Mia! -Yeniden Başlıyoruz-

Amasız fakatsız, art niyetsiz ve önyargısız olmak dünyanın en güzel yaşamı demektir. “Yüreğinin götürdüğü yere gitmek”tir ki, herkesin istediği, ancak yerine getiremediği bir düştür.

Peki, ne etkiler insanı da, o güzelliği yaşayamaz? Toplumsal baskılar, örf, adet, gelenek görenek, ileriye yönelik kaygılar, iş ve eş bulma mücadelesi, ardından gelen aş savaşımı… Hepsi birden engel olarak çıkar insanın karşısına, masallardaki aşılmaz dağlar gibi.

İşte, bu devam ve başlangıç (ilginçtir, hem devam hem başlangıçtır, 10 yıl önceki filmi unutmayanlar için) filmi, Abba’nın insanın içine işleyen müzikleriyle biz izleyicileri sarıp sarmalıyor yine.

Yüreğine devlet olma

Okulun mezuniyet gününden -When i kissed the teacher, müthiştir ve okul yöneticilerini şaşkınlığa sürüklerken biz izleyicileri de filmin içine taşıyor daha başlangıçta- sonra Donna, sırılsıklam aşık olur karşısına çıkan gençlere. Ege Denizinin o canlılığını yaşatan adalarından birinde kızını doğurur. Muhtemel biyolojik babalarının ve dünyanın en zenginlerinin de yer alacağı bir oteli annesi adına açmak kızının yapmak istedikleridir: Fırtınalarla sınanmış bir açılış olacaktır…

Müziklerle büyüyen bir hayat

Abba’nın hayatın her anına her alanına uyan -tabii, film için yeniden düzenlendiği gibi bazı sözleri de değiştirilmiş, ister istemez- şarkıları zaten hemen herkesin belleğinde ve daha ilk tınısıyla siz de oturduğunuz koltuğa sığmıyorsunuz.

Tam bir seyirlik Mamma Mia! “Düşlerinde özgür dünya” olan insanların keyifle, heyecanla ve umutla izleyeceği bir film.

Kıssadan hisse…

Düşlerinizde kurduğunuz o barış ve aşk dolu dünyayı gerçekleştirmek için hiçbir eksiğimiz yok aslında. Amasız fakatsız, önyargısız ve art niyetsiz olmak yetecektir. Sadece sen, ben, o değil, siz, biz, onlar… hepimiz istemeliyiz. Bırakırsak yanlışları ve yanılgıları, başarırız.

Ege’nin o güzelim adalarından doğallık fışkırıyor. Elinizi uzatsanız tutabileceğiniz kadar yakın karşı kıyılarında ise beton yığınları yükseliyor. Nasıl da üzücü değil mi? Film boyunca hep onu düşündüm: Neden biz bu kadar düşmanız doğaya? Neden boğuyoruz betona?

Türkiye’nin tanıtımı için böylesi bir film tasarımı, böylesi bir projesi neden yok? Kıyılarımızı betondan temizlesek, doğal haline getirsek ve böyle yaşam dolu, cıvıl cıvıl filmler yapsak -sadece filmle sınırlamamak gerek; dinletiden tiyatroya, heykelden resme, dansa kadar bütün sanat dallarında-, o umutlarımızı bağladığımız turizm gelişmez mi? Geç kalınıyor, bir an önce hayata geçirilmeli bu projeler… Dar bakışlı paracı zihniyet her geçen gün bitiriyor o güzellikleri…

Mamma Mia!

(21 Temmuz 2018)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Dev Avcısı -I Kill Giants-

Yılan hikâyesine dönen TEOG, sonunda LGS adıyla yapıldı. Olansa o sınava giren ergenlere oldu. Nereden çıktı demeyin, Dev Avcısı, o sınava giden çocukları anlatıyor da ondan… Film, çocukları değil; anne babaları, öğretmenleri, o çocukların çevrelerindeki tüm ergenleri, tabii buna da bağlı olarak eğitimle ilgili bütün bürokratları, yetkilileri, beraberinde de sağlıkçıları ilgilendiriyor asıl olarak. Birey olma savaşı veren ergenler, vara yoğa muhalefet ettikleri ve kavga çıkardıkları için “bu muydu” diyeceklerdir, ama kendileri ebeveyn olduklarında anlayacaklardır bu filmin önemini.

Barbara Thorson, hani şu olacaktı, olmayacaktı, olsaydı, zor soruydu, birinci olmasındı, okul seçimiydi, tercih karmaşasıydı benzeri -belki de en az o kadar zor- bir süreç geçiren bir öğrenci. Tek derdi var: kendi gerçeğinden yola çıkarak hem ailesini, arkadaşlarını hem de bulundukları kasabayı kurtarmak.

Bir çocuk kahraman!

Bir çocuk neden kahraman olmak ister ki! İki nedeni var, bana göre. Birincisi üstesinden gelemediği o sorunu (bizdeki sınav benzeri, belki de çok daha duygusal ve çok daha zor) tümüyle yok etmek. İkincisi de varlığını, yani birey olduğunu kabul ettirmek.

Joe Kelly’nin kültleşmiş çizgi romanından kendisinin uyarladığı senaryosunu çeken yönetmen Anders Walter, hem çocukların dünyasına girmeyi başarmış hem abartmadan ama gereğince vurgulayarak o süreci anlatmış.

Spoiler olmasın…

Bir kıyı kasabasında, üç kardeş yaşamın zorluklarına direnmektedirler. Doğaldır ki herkesin derdi kendince büyüktür ve üstesinden gelmek için ciddi çaba harcarlar. En büyük çocuk, kardeşlerinin sorumluluğunu üstlenmiş, yemeklerini yapar, evi derleyip toplar, doğal olarak ona yardım eden yoktur. Erkek kardeş, varsa yoksa bilgisayar oyunu peşindedir. Başka hiçbir şey umurunda değildir. Küçük kardeş ise -ki kahramanımız- bir yandan kişiliğini kabul ettirmek için birey olma savaşımı verirken, bir yandan da düşlerinde yaşattığı devlerin yaşamın güzelliğini yok etmemesi için elinden geleni yapar. Korkusuzdur, çok zekidir, hazırcevaptır ve yalnızdır. Bir arkadaş edinirse de destek yerine köstek gelir ondan devlere karşı mücadelesinde. Sırlarını açıkladığı için baştan ona kızsa da yeniden güvenini kazanacaktır.

Önemli olan birbirlerine güvenmeleri, birbirlerini derste veya okulda koruyup korumamaları değildir, belirleyici olan devlerin istilasını engellemektir.

Küçük ve korkusuz kız başarır. Başardığında da içinde yaşattığı endişe, korku ve sevginin sebebini öğreniriz.

Ergenlere bakış…

“Çakarsın ağzının ortasına iki şamar, bak nasıl da öğreniyor” mantığıyla ergen ebeveynliği yapanlar muhakkak izlemeli bu filmi. Kendi çocuklarının iç dünyasını, duygularını, kaygılarını ve tümünü elbirliğiyle nasıl alt edebileceklerinin yolunu bulacaklardır. Bu yılın sınavları bitti, ama seneye de yine bir milyon ergen girecek bu sınava. Devlet, sınavın dışında pek umursamadığı için -ne yazık ki- onları… görev anne babalara, öğretmenlere düşüyor. Dev Avcısı da sessiz sakin ama önemli bir rehberlik üstleniyor.

Dev Avcısı -I Kill Giants-, yönetmen Anders Walter, oyuncular Zoe Saldana, Madison Wolfe, Imogen Poots… 27 Temmuz’dan başlayarak gösterimde…

(17 Temmuz 2018)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Nostaljinin Hüznü, Yaşamın Güzelliği

Fransız sinemasının saygın yönetmenlerinden Robert Guédiguian ile ticari sinemalarda ilk kez karşılaşıyoruz. ‘80’li yıllardan başladığı sinema serüveninde tam yirminci filmi ‘Deniz Kıyısındaki Ev / La Villa’. Eşi Ariane Ascaride’in de aralarında olduğu ve otuz yıla yakındır birlikte çalıştığı oyuncu ekibiyle birlikte, çocukluğunun geçtiği Marsilya’nın eşsiz koylarına bir kez daha dönüş yapmış usta sinemacı.

Bölgenin cennet koylarından birinde denize nazır evinde yaşayan yaşlı Maurice son sigarasını tüttürürken geçirdiği kalp krizi sonucu yatağa düşer. Orta yaşlardaki üç yetişkin çocuğu, hayatının son döneminde yaşlı adama eşlik etmek üzere baba ocağı villada buluşur. Evden hiç ayrılmamış ve babasının açtığı mütevazi deniz lokantasını ayakta tutmaya çalışan Armand (Gérard Meylan), tazminatı ödenerek yöneticisi olduğu sendikadan atılmış eski tüfek Joseph (Jean-Pierre Darroussin), Paris’te tiyatro kariyerinin zirvesine çıkmış aktris Angèle (Ascaride) yıllar sonra biraraya geldiklerinde eski defterler açılır, geçmişin travmaları bir bir su yüzüne çıkar.

‘La Villa’ yönetmenin bilinen nostaljik hüznünü taşıyor. Bir zamanlar mutlu insanların keyif çattığı gözde sahil kasabası artık terk edilmiş haldedir. Arkadaşlarının yardımıyla inşa ettiği, görkemli oval terasıyla koyun baş köşesine kurulmuş evin sahibi de artık konuşmaz ve hareket edemez durumdadır. Yirmi yıl önce yaşanmış bir büyük trajedinin ardından evin iki bireyi farklı kararlar ve seçimlerle yuvadan kopmuşlardır.

Aile bireylerinin hesaplaşması kederli olduğu denli iyileştiricidir de. Babanın yaşlı komşuları, oğullarına yük olmamak için bu dünyayı terke hazırlanırken, Joseph’in genç sevgilisi koyda karşılaştığı genç adamla gelecek hayalleri kurmaktan kendini alamaz. Evlat kaybının ardından kendini tiyatroya adamış Angèle, ne kadar direnmeye çalışsa da, çocuk yaştan kendisine hayran sevimli Benjamin’in tutkulu aşkı O’nu yeni kararlar almaya itecektir.

Fransız sinemacı hayata Benjamin’in gözünden bir tiyatro oyunu olarak bakmayı yeğler. Neşesiyle hüznüyle hayat bizimdir ve yaşamaya değerdir. Guédiguian sinemasının özündeki yoğun nostalji duygusunu iliklerimize kadar hissederiz. Yönetmen sahil kasabasının canlı geçmişine dair fotoğrafları göstermekten kendini alamaz. Eskilerden kalmış coşkulu bir Noel kutlamasını perdede bire bir canlandırır. 1985 yapımı ünlü filmi ‘Ki lo sa’dan alıntı bir sekansla oyuncuların aynı sahildeki tasasız gençlik yıllarına döneriz.

Guédiguian son yarım saatte yeni konuklarla tanıştırır bizleri. Mülteci botlarıyla yeni bir yaşam kurmaya çalışan üç küçük çocukla. Değişen dünyanın yeni yüzleridir onlar. Bir zamanlar insan seliyle taşan, şimdilerde ıssızlaşmış sahiller ve oralarda kalanlara yeni yaşam aşısı olacaktır yeni dünyanın çaresiz insanları.

‘Deniz Kıyısındaki Ev’ incelikle yazılmış senaryosu, mükemmel oyuncuları (Benjamin rolündeki Robinson Stévenin’e özel bir selam), usta işi yönetmenliğiyle yaz mevsiminin güzel sürprizlerinden biri. Cinemaximum sinemalarında gösteriliyor, kaçırmamaya çalışın.

(16 Temmuz 2018)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Yalnız Hayaller Kaldı

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Çeşitli Anadolu kentlerinde mütevazı bütçelerle düzenlenen film festivallerini küçümsememek lazım. Bazen öngörüleri ile sinemaseverleri şaşırtabiliyorlar. Misalen, 10. Uluslararası Çaydaçıra Film ve Sanat Festivali geçen yıl Perihan Savaş’a onur ödülü vererek değerli sanatçıya sinema adına vefa borcu ödemiş oldu. Festival dönüşünde de sanki Perihan Savaş’ın şansı açıldı. İstanbul’a döndüğünün haftasında mı, ayında mı ne Mehmet Ali Arslan’ın yönetmenliğinde, Mahmut Cevher’in yapımcılığında “Yalnız Hayaller Kaldı”nın çekimlerine başladı. Film önümüzdeki 27 Nisan’da vizyona girecek. TV dizilerini pek takip etmem ama kulağıma çalındığına göre çok beğenilen “Çukur” dizisinde önemli bir rolde oynamış. O arada geçtiğimiz ay, 23 Mart’ta son yılların en üretken yönetmeni Onur Ünlü’nün “Gerçek Kesit: Manyak” filmiyle de sinemalarda karşımıza çıktı. Ve şu günlerde sürmekte olan 37. İstanbul Film Festivali de Elazığ’dan yaklaşık 1 yıl sonra Perihan Savaş’a onur ödülü verdi. Bazı filmlerde yapıldığı gibi baştaki cümleye dönersek: Çeşitli Anadolu kentlerinde mütevazı bütçelerle düzenlenen film festivallerini küçümsememek lazım. (13 Nisan 2018)

Filmler de eleştirmenleri eleştirebilse ne güzel olurdu. Misalen bendeniz falanca film için “Senaryosunda diyaloglar pek bi kitabi duruyor.” dediğimde, o eleştirdiğim film de “Sadi Bey yaptığı eleştiride önce de’yi da’yı ayrı mı, yapışık mı yazacağına karar verse.” diyebilse. (16 Nisan 2018)

Büyülüfener’de bilmem kaçıncı kez izlemek üzere “Easy Rider”ın seansına girdim. H (Aş) sırası 7. koltuğu ararken bir yandan da kendi kendime konuşuyorum. Birden “Kendi kendine konuşana deli derler” darb-ı meseli aklıma gelince sustum. Bu sefer de bir ilham geldi, yazayım: “Kendi kendine konuşan delilere akıllı derler.” Olmuş mu? Olmuş. (21 Nisan 2018)

Hayatın İçinden / Olduğu Gibi / Bir Turgut Yasalar Hikâyesi Yazma Gayreti: 29. Ankara Film Festivali’nin açılışını yaptık, 2-3 gün, 4-5 film izledikten sonra Pendik’te trenden indik. Birimiz o yana, birimiz bu yana gitmek üzere mahalli vasıta duraklarına doğru yürüyoruz. Çağla ve yeşil erik satılan kamyonetin yanında durdu, “Çok severim.” dedi, yarımşar kilo aldı. Durağa geldik. Arkadaş sigarasını yakarken O’na eşlik edeyim dedim, eriklere daldım. Şehir modern ama köydeki gibi yol kenarında çoban çeşmesi yok. Erikleri yıkayamayınca silip silip, kütür kütür yiyorum. Arkadaş sigarasının dumanını üflerken, “Erikleri yıkamadan yersen mikrop kaparsın.” dedi. Hiçbir art niyetim olmadan, “He, he, sen sigarayı yıkayıp da içiyorsun, değil mi?” diye soruverdim. Bir şey diyemedi, baktı, kaldı. Ben de baktım, güldüm. O da güldü. (22 Nisan 2018)

29. Ankara Film Festivali, uzun yıllar hatırlanacak, çok güzel bir animasyon tanıtım filmi yapmış. Film gösterimlerinin öncesinde zevkle izlendi ve izleniyor. “Easy Rider”ın önünde filmi izliyoruz, artık iyiden iyiye seyirci türünde klasik haline gelmiş olan bir festival teyzesi arkamdaki koltukta, tam kulağımın dibinde “Leon” diye seslenerek sinema konusunda ne kadar bilgili olduğunu salonun en ücra köşesine kadar duyurdu. Teyze bildirir de ben bir festival Dayısı olarak eksik mi kalayım, bir kişinin bile merakını gidersek yeter. Tanıtım filminde, kameralı adam yürürken aklından geçen ünlü filmler -sırasıyla- şunlardır: “Kış Uykusu” (Haluk Bilginer), “Susuz Yaz” (Ulvi Doğan, Hülya Koçyiğit, Erol Taş), “Easy Rider” (Dennis Hopper, Peter Fonda), “Bisiklet Hırsızları” (Enzo Staiola, Lamberto Maggiorani), “Leon” (Jean Reno / İsrail’in verdiği ödülü, Filistinlilere uyguladığı acımasızlıklar yüzünden geçtiğimiz günlerde reddeden Natalie Portman’ın küçüklüğü / Festival, Portman’ı gündeme iyi denk getirdi. / “Leon” bizim sinemalarımızda, 1995 Nisan’ında “Leon: Sevginin Gücü” adıyla gösterilmişti.) (23 Nisan 2018)

27 Nisan’da gösterime girecek filmin (Selfi) afişinde şöyle yazıyor: Ben Hülya Avşar, Yazan ve Yöneten: Hülya Avşar, Mekân: Hülya Avşar, Işık: Hülya Avşar, Ses: Hülya Avşar, Kamera: Hülya Avşar, Senaryo: Hülya Avşar, Yönetmen: Hülya Avşar. Afişe adını tam 8 kez yazdırmış. Guinness Rekorlar Kitabı’na girmek için müracaat etse yeridir. (25 Nisan 2018)

Farkında mısınız, yayalara trafik hiç tıkanmıyor. Kırmızıda dur, yeşilde geç; hepsi bu. (27 Nisan 2018)

Nişantaşı City’s AVM.ye girdim, katı dolandım, bulamadım. Kapıdaki güvenlikçiye sordum, “2 kat aşağıda, 2 kat yukarıda var.” dedi. Bu ifadeden 2 anlam çıkıyor. Birincisi Nişantaşılıların şişi fazla gelmiyor, ikincisi AVM.nin m2 değeri, demek o kadar yüksek ki, her kata avuç içi kadar olsa dahi def-i hacet mekânı koymamışlar / koyamamışlar. (Ben ona yordum.) (27 Nisan 2018)

Ne zaman rahmetliden, “Domaaates, biber, patlıcaaan” seslenişini duysam, “Fasulyeee, kabak, pırasaaa”nın ne günahı var diye hayıflanıyorum. (Arnavut kardeşlerimizin kulakları çınlasın.) (28 Nisan 2018)

Sosyal medyada yazılanlara, gerçekten beğendiyseniz veya hoşunuza gittiyse beğeninizi belirtin veya paylaşın. Yok arkadaşım gücenmesin, yok memnun olsun, yok sevinsin diye beğeni belirtmeyin, paylaşım yapmayın. Kendimden biliyorum, insan gaza geliyor, beğeniliyor diye saçma sapan espriler, gözlemler yapmaya yöneliyorsunuz. Keza sürekli uzun uzun alıntılar paylaşacağınıza, kısa fakat kendinizden fikirler, düşünceler yazıp paylaşın ki ortam birbirinden alıntılanmış yazılar çöplüğüne dönmesin. Misal, “Sak üstünde damdağan, kaz beline vurmayı.” Bu cümle benim icadım değil, yıllar önce rahmetli Kemal Bisalman yazmıştı, orijinal olduğu için aklımda kalmış. (28 Nisan 2018)

Hayatın İçinden / Olduğu Gibi / Bir Turgut Yasalar Hikâyesi Yazma Gayreti 2: Kartal’dan minibüse bindik. Ayaktayım, yanımda iki genç kız, bir delikanlı var, minibüs hareket etti. Gençler sohbete başladılar. Kulağımın dibinde konuştukları için mecburen duyuyor ve hiç hilafsız, olduğu gibi yazıyorum: Üçü genç kızların, ikisi delikanlının ağzından bir dakika içinde, sırasıyla “mal”, “mal”, “lan”, “oha”, “geri zekâlı” kelimeleri dökülüverdi. Hasbelkader 28 yıldır, şurada burada yazı yazıyorum, bu kelimeleri kısa bir paragraf içinde bir araya getirebileceğimi sanmıyorum. Bizim aynı yaşlarımız, şimdilerde küçümsenen 1970’lerin eski Türkiye’sinde geçmişti ve lise çağlarımızda hiçbirimiz bu tür kelimeleri kullanmazdık. Demek ki zamanın ruhu kelimelere de yansıyor. (29 Nisan 2018)

(14 Temmuz 2018)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Gökdelen -Skyscraper-

Sıcak yaz günlerinde hem üzerinizdeki -yoğun nemden kaynaklanan- ataleti atmak hem de kendi halinizde kalmak için en iyi mekanlar sinema salonları oluyor, bana kalırsa. Tam yazlık filmler giriyor gösterime… hem sizi yormuyor hem de biraz merak, biraz heyecan ile keyifli bir gün geçirebiliyorsunuz (tabii, kışın da mümkün bu, soğuklardan kaçmak için).

Gökdelen, belki de bir gerçek öyküden yola çıkılarak oluşturulmuş en ilginç film. Akla hemen 11 Eylül’de, İkiz Kulelere yapılan saldırıyı getiriyor. İster siyasi olsun ister ticari, terör her zaman insanlık düşmanıdır, her ne nedenle olursa olsun karşı çıkmak, engellemek gerekir.

Rehine kurtarma ekibi…

FBI’ın rehine kurtarma ekibinin başı gazi Will Ford (Dwayne Johnson), bu kez ailesini kurtarmak için mücadele içindedir. Eşiyle çok sevdiği iki çocuğunun rehin alındığı gökdelende, kendisine de kurulan komployu boşa çıkarmak ve teknolojik harika olarak nitelenebilecek dünyanın en yüksek binasını korumak için elinden geleni yapacaktır.

Heyecan ve merak tamam da…

Filmi izlerken her şeyden soyutlanıyorsunuz, kendinizle baş başa kalıyorsunuz. Bu, Hollywood sinemasının başarısı. Olmaz denilenleri olduran bir “kahraman” hep var. Sinemasal olarak o an belki duyumsamıyorsunuz, ama sonradan aklınıza takılıyor. Gerçi çok gerçekçi kotarılıyor, “Neden olmasın ki” de diyorsunuz, ama yine de kocaman bir soru işareti takılı kalıyor işte.

Yeşilçam sinemasının çok yıllar önce, “tam da Cüneyt Arkın” dediğimiz, onlarca kurşun yemesine rağmen ölmeyen, kendisinin attığını vurduğu ve düşmanlarının çok iyi nişancı olmasına karşın onların attığı hep karavana filmler geldi aklıma. Johnson tam da Cüneyt Arkın bu filmde. Ama ampute biri olarak gerçekten başarılı… bir kez bile kaçırmıyor.

Eşi ve çocukları mı? Onlar heyecan unsuru… Onca iri yarı gladyatör (!!!) arasında bir de güzel (!!!) olmalı, değil mi?

Sinema sevdalılarının ikiye ayrıldığı tek nokta sinemanın sıkı sıkıya gerçeklere bağlı kalması mı, yoksa fizik kurallarını bile görmezden gelmesi mi tartışması… Gökdelen’in afişiyle başlayan bu tartışma birçok yerde geçerli sanırım. Sinema bir hayaldir ve hayaller gerçekliğe uymayabilirler, yeter ki göze batmasın.

Baştan dediğimiz gibi iyi bir seyirlik Gökdelen. Heyecanlı ve yüksek adrenalin seviyesiyle yerinizde duramadan izliyorsunuz (yanımdaki koltukta oturan tırnaklarını kemirdi durdu film boyunca… sonrasında çok rahattı). İyi seyirler.

Gökdelen, Yönetmen Rawson Marshall Thurber, Oyuncular Dwayne Johnson, Neve Campbell, Chin Han, Roland Moller, Byron Mann… 13 Temmuz’dan başlayarak gösterimde…

(12 Temmuz 2018)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Türk Sinemasında Kahramanlar: Biraz Mağrur Biraz Mağdur

Geçen gün, televizyonda 70’li yılların yerli filmlerinden birini izliyorduk… Eşim, “O zamanın kameramanları gerçek birer sanatçıymış… Ah bir de okumuş olsalarmış.” dedi. Gerçekten de çerçeve o kadar ölçülü, o kadar düzgündü ki… Bir yandan filmi izledik bir yandan da tartışmaya başladık. Yönetmenler için de geçerliydi bu saptama… Oyuncular için de… Özellikle karakter oyuncuları dediğimiz taşıyıcı oyuncularda o gücü göremiyoruz ne yazık ki. Ben, kamera arkasında iken, “portre oyuncu” denilen oyuncular vardı. Sadece fiziki güzellikleri/yakışıklılıklarıyla yer bulan. Gerçi zaman içerisinde onlar da eğitildiler, oyunculuğu öğrendiler… Zaten kendini geliştiremeyenler silinip gittiler piyasadan.

Oyuncularla oynamak…

Adlarını sıralamadıklarım olabilir, bağışlasınlar, ama sinemamıza bir Erol Taş, bir Kadir Savun, bir Hulusi Kentmen, bir Aliye Rona, bir Danyal Topatan, bir Adile Naşit, bir Cevat Kurtuluş gelmedi bir daha… Süleyman Turan da var, Cahide Sonku da… Diclehan Baban da, Dilaver Uyanık da… Yazdıkça aklıma geliyor… Hni bir elin parmaklarının sayısını geçer mi, bu günküler?

Tuba Deniz, Küre Yayınları arasından çıkan “Biraz Mağdur, Biraz Mağrur”da Türk Sinemasındaki Kahramanları ele alan yazıları derlemiş. Kişilerden çok karakterler belirleyici. Bu, gerçekten çok önemli… Sinemamızın birikimi ve geleceğe yönelmesi anlamında rehberlik edebilecek önemli ipuçları içeriyor.

Mütevazı bir kaynak

Tuba Deniz; hepsi çok genç, hepsi çalışkan ve sinema sevdalısı Ayşe Adlı, Barış Saydam, Havva Yılmaz, Hilal Turan, Hüseyin Etil, Koray Sevindi, Mesut Bostan, Metin Demir, Nur Şeyda Koç, Nuray Hilal Tuğan, Yasin Aydınlık ve Yusuf Civelek’e sinema kahramanlarını irdelemeleri için bir fırsat tanımış. O kadar dolu, o kadar önemli, o kadar güçlü bir çalışma çıkmış ki ortaya… Bir sinemacı için başucu kitabı diyebiliriz. Karakter analizlerine en çok senaristlerin ihtiyacı var, yönetmenlerinse daha da çok… Bana kalsa kameramanlar da karakterleri tanımalı ki, resmi ona göre yapsın ve/veya yönetmenine destek olsun. Oyuncular için de bilinmesi gereken bir şey karakter; canlandırdığı karakteri tanımaksızın nasıl başarılı olabilsin ki! Buna da bağlı olarak film eleştirmenlerinin de okuması, yorumlamada çok işlerine yarayacaktır.

İyi veya kötü değil, gerçek…

Bir gazeteciye röportaj verirken “hüngür hüngür ağlarken birden kahkahalarla gül” demiştim Erol Taş’a… Gazetecinin eli ayağı birbirine karışmıştı, ne diyeceğini unutmuştu. Biz de Erol Ağabey’le (çiçekler çelenk örsün başucunda) göz kırpmıştık birbirimize. Sonra da o duyguları nasıl verdiğini anlatmıştı, neleri düşünerek ağladığını, neleri aklına getirerek güldüğünü…

Karakterler yapışıp kalıyor oyuncuların üzerlerine. Herkes işin kolayına kaçınca, bir oyuncu bir karakter yaratmada başarılıysa o tür rolden başka bir şey gelmiyor. “Biraz Mağrur, Biraz Mağdur”da yazarlar; politik, kültürel ve sosyoekonomik çerçevede, sinemadaki kahraman karakterleri, ülkenin gidişatına göre değişimi de gözeterek ele alıyor. Bunun bir ilk adım olması dileğiyle…

Türk Sinemasında Kahramanlar, Biraz Mağrur Biraz Mağdur, Editör Tuba Deniz, Küre Yayınları, 2017, 272 s.

(08 Temmuz 2018)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Bürokratın Yalnızlığı

Has sinefiller sıkı durun, yaz ortasında bir başyapıt sinemalarda gösterime girdi. Lucrecia Martel’in dünya prömiyerini geçtiğimiz Venedik Film Festivali’nde yapmış filmi ‘Zama’dan söz ediyorum. ‘2017’den Benim Seçtiklerim’ listemde de yer verdiğim bu güzel filmin, festivallerden sonra Başka Sinema salonlarında vizyona girmiş olması son ayların en güzel sürprizlerinden.

Arjantinli usta yönetmenin 9 yıl aradan sonra çektiği ve Antonio di Benedetto’nun 1956 tarihli romanından yola çıkan yapım, 18. yüzyıl sonlarında İmparatorluk İspanyasının Paraguay nehri kıyısındaki ücra karargahında görevli bürokrat Don Diego de Zama’nın hikâyesini eksen alıyor. Güney Amerika’da doğmuş, kraliyet İspanyasını hiç tanımamış olan Zama, uzun zamandır görev yaptığı uç bölgeden Buenos Aires’e tayinini beklemektedir.

Açılış sahnesinde, elinde kılıcı başında üç köşeli şapkası ve resmi giysisiyle sahilde verdiği heybetli poz ile karşımıza çıkan Zama trajikomik bir bekleyiş içindedir. Memleketten ve ailesinden uzakta geçmek bilmeyen günlerin monotonluğuna eklenen sorumluluk ve sömürgeciliğin yükü altında ezilirken, üstünün krala mektup yazarak tayinini çabuklaştırmasını bekler. Beckett ya da Kafka’nın eserlerindekine benzer bürokratik engelleri aşmayı hayal eder. Çalışma arkadaşları ve karargâhtaki soylu hanedan temsilcisi tarafından da dışlanan ve çöküşe doğru hızla yol alan devlet görevlisinin ruh halini gözlemleriz film boyunca.

Zama’nın monoloğu üzerinden gelişen özgün romanı perdeye aktarırken çok sesliliği seçmiş Martel. Bürokratın anlattığı kişiler ve olayları tek tek sahnelemiş. Ancak yönetmenin çabası bir olaydan diğerine kesme ile geçen klasik bir anlatımdan uzak kalmak suretiyle, dönemin iklimini özenle yaratmak üzerine. Bu açıdan yavaş ilerleyen film izleyicisinden çaba ve emek bekliyor.

Yalnızca emperyalizmin içinden bir eleştiri değil Martel’in amaçladığı. Zama’nın hüsranlı bekleyişinin hikâyesi de değil sadece. Özenli kamera çalışması, börtü böcek vızıltısı ve kuş seslerinin canlı kıldığı vahşi ve ürpertici bir ses tasarımı ile içine girebildiğiniz zaman büyük bir sinema hazzı duyacağınız bir iklimi, bir atmosferi oluşturmayı başarıyor mükemmellikle.

Daniel Gimenez Cacho’nun başarıyla canlandırdığı Diego de Zama, sınıfsal bir öfke ve hayal kırıklığı içinde bekleyişten saldırıya geçerken bir Werner Herzog (Aguirre), bir Conrad-Coppola (Kurtz) karakterine dönüşüyor, insanoğlunun büyük fetih düşü bir kez daha deliliğe yelken açan bir kâbusla sonlanıyor.

(06 Temmuz 2018)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Hayat Okulu

Eğitimi “insan yaratma işi” olarak tanımlıyor uzmanlar. Eğitim için okul gerekmiyor kuşkusuz. Okul, yaşamın ta kendisi en tam da. Doğa içinde öğrendiklerinizi unutmadığınız gibi üzerine ekleyebiliyorsunuz da. Paul, 1930’lar Paris’inin kırsal alanında, alıyor asıl eğitimini. Biraz dik başlı, başına buyruk, hatta inadına tepkili, ama hayat onu da eğitiyor diğerleri gibi. Bu arada en çok da büyüklerin eğitildiğini söylemeliyiz.

Yetimhaneden alınan Paul, Celestin ve Borel’e emanettir. Kaçak avcı Totoche’tan uzak durması istenirse de ipin ucunu yakalayan küçük çocuk herkesin kalbini kazanmayı bilir.

İlginç bir örgü…

Enfes doğa görüntüleri, doğal yaşam, çingeneler ve arada gelişen çocuksu ve masum kaçamak aşk, ama en çok da insanların gizledikleri… Sır demek pek doğru değil, belki de herkesin bildiği ama kimsenin dillendirmediği, buna da bağlı olarak idare ettiği bir yaşam.

Paul, bu yaşam biçimini öğrenir. Yumağı çözmek kadar çözülenlerin karışmaması da önemlidir. Film boyunca siz kendi yaşamınızda nelere karşılık geldiğini sorguluyorsunuz hepsinin. Kim bilir, belki filmdeki orman kentin oluşturduğu labirenttir, gökdelenler ağaçlar olamaz mı? İnsanların gizlilikleri aynı ama…

Borel’ler Kont’un çalışanıdır, Celestin, Kontun kızının arkadaşıdır -belki de sır ortağı, ne dersiniz?- Kontun kızı ölmüştür… Zaten gizem de orada başlıyor.

Harika doğa ve insanlar

Film, ağırlıklı olarak insan ve doğa ilişkisini işliyor. Mevsim dönümünde dökülen yaprakları kurtçuklar yiyecek, kurtçuklarla kuşlar beslenecek, kurnaz tilki kuşları avlayacak, kuşları da insanlar vuracak. Enfes görüntüler eşliğinde bu dönüşümde siz de yerinizi alacaksınız, çünkü film sarıp sarmalıyor izleyeni.

Bir de çok eskilerden gelen geyik öyküsü var… Anadolu’da da vardır ona benzer öyküler. Müthiş etkileyicidir, keyfini çıkarırsınız her daim.

Hayat Okulu, Yönetmen Nicolas Vanier, Oyuncular François Cluzet, Jean Scandel, Eric Elmosnino, François Berleand, Valerie Karsenti… 06 Temmuz’dan itibaren gösterimde…

(05 Temmuz 2018)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Sinema Salonlarının da, Seyircilerin de Sayısı Arttı

2017 yılında Türkiye’deki sinema salonu sayısı arttı. 2016 yılına göre yüzde 8,4 artan sinema salonu sayısı 2 bin 692 oldu. Bu dönemde sinema salonlarındaki koltuk sayısı da yüzde 7 artarak 328 bin 845 seyirci kapasitesine ulaştı.

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), 2017 yılı sinema istatistiklerini açıkladı. Bu araştırmaya göre 2017 yılında Türkiye’de sinema salonu, koltuk sayısı ve seyirci sayısında artış var. Buna rağmen hala sineması olmayan 4 ilimiz de var. Ardahan, Bayburt, Şırnak ve Tunceli’de sinema salonu yok.

Sinema seyirci sayısı da salon sayısıyla birlikte arttı. 2017 yılında 68 milyon 482 bin 526 seyirci sinemaya gitmiş. Yani sinema seyirci sayısı yüzde 23.9 artmış.

Seyirci Yerli Filmi Tercih Etti

Geçen yıl 58 bin 214 seans film gösterildi. Bu bu seansların 25 bin 275’inde yerli, 32 bin 939’unda yabancı yapımdı gösterildi. Yerli film seyirci sayısı yüzde 31,5 artarak 37 milyon 904 bin 91 kişi olurken, yabancı film seyirci sayısı yüzde 15,7 artarak 30 milyon 578 bin 435 kişiye ulaştı.

Gösterim yapılan seans sayısı 2017 yılında, 2016 yılına göre yüzde 8,9 artarak 58 bin 214 oldu. Aynı dönemde gösterim yapılan yerli film seans sayısı yüzde 11,6 artarak 25 bin 275 olurken, gösterim yapılan yabancı film seans sayısı yüzde 6,9 artarak 32 bin 939 oldu.

Sinema ve tiyatro istatistikleri için tıklayınız.

(26 Haziran 2018)

Serpil Boydak

serpil_boydak@yahoo.com

İstanbul Sokaklarında

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Biray Dalkıran “Araf” adlı filmini 2006 yılında gösterime çıkarmıştı; geçtiğimiz günlerde ise “Araf 2”yi çekeceğini duyurdu. Dalkıran’ın “Araf 2”si, farklı bir ifadeyle sinemamızın “Araf 4”ü olacak. Çünkü ilk “Araf”tan sonra Yeşim Ustaoğlu da 2012’de “Araf” adında başka bir kurmaca film çekmişti. Sinemamızın 3. “Araf”ı ise Didem Pekün tarafından belgesel olarak çekildi ve önümüzdeki günlerde başlayacak 37. İstanbul Film Festivali’nde Ulusal Belgesel Yarışması kapsamında 13 Nisan’da Pera Müzesi’nde ilk gösterimini yapacak. (04 Nisan 2018)

Arkadaşın biri ortama: “İçki ve sigara sahneleri televizyonda neden mozaikleniyor?” diye sormuş. “Mozaikçiler para kazansın diye; malûm, memleket ekonomisini inşaat sektörü ayakta tutuyor.” şeklinde cevap verdim. (07 Nisan 2018)

Film galaları son yıllarda genellikle Levent Büyükdere Caddesi üzerindeki AVM.lerde bulunan sinemalarda yapılıyordu. Son aylarda ise yeni bir moda türedi, şehrin bir o başında, bir bu başında, birbirinden kilometrelerce uzak mesafelerde bulunan yeni AVM.lerdeki sinemalarda yapılmaya başlandı. Son haftalarda Ümraniye Emaar Square Mall’da “Arapsaçı” ve “Can Feda”, Ümraniye Canpark AVM.de “Karımı Gördünüz mü?” filmlerinin galaları yapıldı; önümüzdeki hafta Levent Vadistanbul’da “Arada” filminin galası yapılacak. Bir sinemasever olarak AVM.lerin sponsorluk desteğine sempatiyle baksam da bu oradan oraya savrulmadan dolayı film şirketlerinin itibarlarında bir zedelenme oluşuyor gibime geliyor. Hani sponsor olsam bizim evin teras katında bile gala yapacaklar. Fotoğraf makinesiyle film çekilmeye başlandığı günümüzde bu dahi yadırganmayabilir. Neyse ki İstanbul Film Festivali bu seneki açılışını yine Lütfi Kırdar Kongre Merkezi’nde yaptı da zevahiri kurtardı. Beyoğlu’nun zevahirini kurtarma görevi de yarın akşam “Eğreti Gelin Ladik”in galasına ev sahipliği yapacak olan Beyoğlu Grand Pera AVM.ye düştü. (08 Nisan 2018)

Elmadağ’dan Harbiye’ye aheste aheste (sallana, sallana’nın kibarcası) yürüyorum, ince ince yağmur yağmaya başladı. Yürüyüş taş çatlasa 10-15 dakika sürüyor. Hiç istifimi bozmadım, vasıtaya da binmedim, hafiften ıslanarak yürüdüm. Yürürken gelen ilham: Bizde “ahmak ıslatan” da dedikleri yağmura yabancılar “Singin’ in the Rain” (Yağmurda Şarkı) demişler, filmini yapmışlar, Gene Kelly, Donald O’Connor ile Debbie Reynolds’ı oynatmışlar ve sinemalarımızda “Yağmur Altında” adıyla göstermişiz. Modern dünyanın her türlü nezaket, kibarlık, sevgi, saygı ve hoşgörüsünün toplumumuzda da yaygınlaşmasını dilerim, eyyy…. (08 Nisan 2018)

Yeni Türkiye’de sokak şarkıcılığının da suyu çıkmış arkadaş. Fransız Kültür Merkezi’ndeki festival filmi basın gösteriminden çıktım, Galatasaray Yapı Kredi Bankası’nın o güzelim binasındaki festival merkezine yürüdüm. Ben diyeyim dört, sen diyesin beş, o diyesi yedi tane, kadın, erkek, çocuk sokak şarkıcısı sanatını icra ediyor. (Bu arada Mustafa Keser ve “1/4 dört yapraklı yonca” hayranlığımdan istifa ettiğimi belirteyim.) (10 Nisan 2018)

Farkında mısınız, Aşık Veysel’in o muhteşem dizesi her zamana, her mekâna, her duyguya ve her söylemek istenene uyuyor: “Filmin on par’ etmez bu bendeki aşk olmasa.”, “Sineman on par’ etmez bu bendeki aşk olmasa.”, “Şehrin on par’ etmez bu bendeki aşk olmasa.”, “Yolların on par’ etmez bu bendeki aşk olmasa.”, “İktidarın on par’ etmez bu bendeki aşk olmasa.” Ne kadar doğru. Sevmediğimiz her şeyin değeri sıfırdır: “Güzelliğin on par’ etmez bu bendeki aşk olmasa.” (13 Nisan 2018)

İki metro macerası: 1/2- Hacı Osman istikametine gitmek için Taksim’den 10:13’te biniyorum. Turnikelerden geçerken, oradaki iri bay güvenlikçi, ışıklı üst arama kapılarının oradaki ufak tefek bayan güvenlikçiye -aklınca- esprili bir öneride bulundu: “Canın sıkılıyorsa üzerlerini ara.” Tam yanından geçerken, bayan gülerek, “Canım sıkılıyor diye insanlara eziyet edemem.” diye cevap verdi. “Aferim.” dedim. Demek ki neymiş? Akıl yaşta, boyda, posta, cinste, yakışıklılıkta, uzun saçta, kısa saçta, açıkta, kapalıda değil, akıl baştaymış. (13 Nisan 2018)

İki metro macerası: 2/2- Kanyon’da filmimi seyrettim, dönüyorum, Gayrettepe’de inip festivalin Zorlu’daki salonlarında kendimi göstereyim dedim. Kapıdan girerken, güvenlikçi birşeyler söyledi. “Soyunayım mı?” diye sordum. Bön, bön suratıma baktı. Meğer, “Üzerinizde cep telefonu, bozuk para, madeni eşya… ne varsa çıkarın.” demiş. Bendeniz güvenlikçinin sadece “…ne varsa çıkarın.” dediğini duymuşum. Geri döndüm, gönlünü aldım. Koydum cebime, yürüdüm. (13 Nisan 2018)

Gençlik ile yaşlılık arasındaki ince çizgilerden birisi de hitap tarzlarında. Eskiden dolmuşa, minibüse bindiğimizde şoförlere “Sağda indir abi.” diyorduk. Şimdi yaşça hepsini solladığımızdan “Delikanlı inecek var.” diyoruz. Düşünür ne demiş: “‘Zaman geçiyor’ diyorsun; hayııır, zaman duruyor, biz geçiyoruz.” (14 Nisan 2018)

Yıllardır İstanbul’da yaşadıktan sonra hayatlarının bakiyesini diğer kentlerde yaşamaya karar veren insanlarımız genelde giderlerken “İstanbul’u terk ediyoruz”, “İstanbul’dan ayrılıyoruz” gibi, kadim şehrin değerini zedeleyen ve küçümseme çağrıştıran ifadeler kullanıyorlar. Bu doğru değil, çünkü İstanbul’da yaşayanların çoğunun, kendisi, babası veya dedesi başka kentlerden gelmişti. Giden kardeşlerimiz, İstanbul’u terk etmiyorsunuz, İstanbul’dan ayrılmıyorsunuz, “İstanbul’dan geri dönüyorsunuz.” (16 Nisan 2018)

(14 Haziran 2018)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Titrerim Mücrim* Gibi Baktıkça İstikbalime

‘Ahlat Ağacı’nın ilk planında, üzerine Çanakkale Boğazı’nın görüntüsünün düştüğü camın ardından görürüz Sinan’ı. ‘Mayıs Sıkıntısı’nın başında sigarasını tüttürmek için dışarı çıkan Saffet gibi düşüncelidir o da. Üniversite sınav sonucunu bekleyen Saffet’ten bir adım ötede yüksek öğrenimini tamamlamıştır gerçi ancak geleceği belirsizdir. Öğrenimi sırasında kaleme aldığı ve yöre kültürü üzerine denemeler olarak tanımladığı yazılarını kitap olarak bastırmak hayalindedir. Binlerce öğretmen adayının tayin beklediği zor süreçte kitabıyla var olmak, kendini kanıtlamak arzusu taşır. Bu düşünceler içerisinde ziyaret ettiği baba ocağı ve küçük kasabası onun aşmayı hedeflediği sıkışmışlığın ta kendisidir. Doğup büyüdüğü topraklara öfkesini ‘diktatör olsam bir bombayla yok ederdim’ sözleriyle ifade eder. Gençlik ideallerini ücra doğu köylerindeki öğretmenlik yıllarında yitirmiş, hüsranını at yarışı bahislerinde gidermeye çalışan kumarbaz babasını, bir zamanlar gönül verdiği şair ruhlu adamın tükenmişliğini sabahtan akşama televizyon dizileri izleyerek görmemeye çalışan mutsuz annesini acımayla karışık kızgınlıkla izler. Kasabasının insanlarına, çocukluk arkadaşlarına tepeden bakarken, geleceği konusunda endişelerini kibri ve küstahlıklarıyla gizlemeye çalışır.

Nuri Bilge Ceylan dünya prömiyerini 71. Cannes Film Festivali’nde yapan sekizinci uzun metrajında gözde temalarını bir kez daha perdeye taşıyor. Uyumsuz, yalnız Ahlat Ağacı metaforuyla Anadolu’nun küçük kasabalarına sıkışmış hayatların varoluş mücadelesini neşter altına yatırıyor. Hikâyesinin ağırlığı bir kez daha erkek karakterler üzerinde. Ancak önceki filmlerinin orta yaştaki erkeklerinden farklı olarak ana karakter Sinan, ülkemizdeki idealist işsiz gençlerin prototipi olarak baş köşede bu kez. Babası örneğinde tanık olduğumuz tükenmişliği yaşamak istemiyor Sinan. Tanınmış bir yazar olmak suretiyle hayatın efendisi olma özlemi içinde. Ceylan’ın filmi genç öğretmen adayının çevresindeki insanlarla karşılaşmaları üzerine kurulu. Yönetmen ‘Bir Zamanlar Anadolu’da’ serüveninde başlayan ve ‘Kış Uykusu’ yoğunlaşan diyalog yazma alışkanlığını bu kez doruk noktasına çıkarmış. Sinan’ın kasaba eşrafıyla, arkadaşlarıyla, çevreden çıkmış ünlü bir yazarla ve iki köy imamıyla tartışmaları uzun diyaloglar halinde yansıyor perdeye. Filmin bol diyaloglu bir roman halini alması yönetmenin tercihi. Fazla konuşkan bir sinemayı benimseyen bir yazar olduğumu söyleyemem ancak bunun ‘Kış Uykusu’nda iyi çalıştığını görmüştüm. Bu tercihin ‘Ahlat Ağacı’nda her zaman işlemediğini belirtmek isterim. Serkan Keskin’in çok başarılı yorumuna rağmen ne Çanakkaleli yazarla uzun tartışmanın yer aldığı sekansın, ne de Ceylan’ın çok da hakim olmadığı din ve inanç konusunda Sinan’ın iki genç imam arasında geçen yarım saatlik bölümün filmin bütünlüğüne çok şey katmadığını söyleyebilirim. Ceylan’ın bir telefon konuşması ile tanıdığımız çevik kuvvete katılmak zorunda kalmış işsiz öğretmen karakterini kanlı canlı tanıtmasını da isterdim. Anne karakterinin yeterince işlenmediğini, kız kardeş ile hiç ilgilenilmediğini, Murat Cemcir’in canlandırdığı baba karakterinin fazla karikatürize çizildiğini, şakacı adamın derinlerdeki hüznünün öne çıkarılmamasından hoşnut olmadığımı da belirtmeden geçemeyeceğim.

Bütün bu beklentiler karşımızda Nuri Bilge çapında bir yaratıcı olduğu için elbette. Kurgudaki bazı aksamalara filan hiç takılmıyorum. Gökhan Tiryaki’nin görüntüleri bu diyaloğu bol eserde yönetmenin alamet-i farikası olarak yine büyüleyici. Baba oğul arasındaki son sekans antolojilere geçecek düzeyde etkileyici. Bir de sona kaldı belki ama, Sinan’ın okul arkadaşı güzel Hatice ile olan karşılaşması filmin zirvesini oluşturuyor. Diyalogla görüntünün, yaprakların hışırtısıyla, arzuların engellenemez titreşimin ustaca dengelendiği filmin şahikası bu bölüm. Kemani Serkis Efendi’nin benzersiz nihavend eserinin güftesinden yazıma başlık olarak aldığım cümle, küçük yaşta yadellere gelin verilmiş İhsan Raif hanıma aittir. Ceylan’ın Hatice’si seçeneksizlikten de olsa kendini çil çil altınlarla dolu odaya atmaktan pek şikayetçi görünmüyor belki ama Anadolu’nun yalnız ve çıkışsız erkek karakterleri kadar, –sinema yazarı dostum Cüneyt Cebenoyan’ın da altını çizdiği üzere- Haticelerin, kız kardeşlerin, kadınların hikâyesini de anlatmasını bekliyoruz Ceylan’dan bundan sonraki eserlerinde.

Filmlerinde genellikle müzik kullanmadığı halde, ‘Kış Uykusu’nda ayazda kalmış yürekleri Schubert ezgileriyle ısıtmaya çalışmıştı usta yönetmen. Bu kez Bach’ın do minör Passacaglia’sından bir tema eşlik ediyor Sinan’ın yolculuğuna.

*Mücrim: suçlu, kabahatli.

(04 Haziran 2018)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Ahlat Ağacı

Nuri Bilge Ceylan’ın yeni filmi Ahlat Ağacı, sinema ile ilgilenenler tarafından merak ve özlemle bekleniyordu. Cannes’da dakikalarca ayakta alkışlanması, büyük ödül beklentisi ama boş çıkması, diyalog ağırlıklı oluşu ve tabii en çok da uzunluğu ile herkesin ilgi odağıydı. Çok insan çok şey söyledi, okudukları üzerinden, yorumlar yaptı, bir diğerinin imajın imajı olmaz ama yorumun yorumu olur diye dikkat kesildi. Artık sinemalarda. Bizler izleyecek, düşüncemizi somutlayacağız (yazmakta geciktim ama üzerine yazılanları okumak için ben de kıvranıyorum meraktan).

Vahşi kapitalizm

Taşrada da olsa büyük kentte de, bir memurun kazancıyla yaşaması pek zordur. Evli, iki çocuklu İdris, çareyi at yarışlarında arayan ama emekliliğine kadar geçen bunca sürede bir türlü tutturamayan, aslına bakarsanız, kimsenin etlisine sütlüsüne -çocuklarının dahi- karışmayan biridir. Tabii ki, borçlarını karısı Asuman çocuk bakarak kapatmaya ve evi de geçindirmeye çalışır. Umutlarıyla hayalleri bir türlü kesişemez… buna çocuklarının, hatta çevredeki diğer insanlarınkiler de dahil.

“Üniversite mezunu olmak iş sahibi olmak anlamına gelmez” demişti bir Bakan, hatırlar mısınız? Sinan da, okulunu bitirdikten sonra ailenin üzerine ikinci bir yük olarak gelmiştir. Bu arada yaşadıklarını anlattığını düşündürten bir roman yazmıştır. Zaten film de adını o romandan almış.

Kuşak çatışması

Biz, baba oğul arasındaki çatışmayı izliyoruz film boyunca. Aslına bakarsanız ailenin bütün bireyleri bu çatışmanın içinde, hemen her ailede olduğu gibi. Baba oğul arasındaki gerilim, film boyunca merak ettiriyor: Ne olacak?

Bununla birlikte, Sinan’ın her konuştuğu kişi ile hayatın başka bir yanını sergiliyor film. Nuri Bilge Ceylan’ın kendine özgü sakin ve bir o kadar da çok katmanlı görsel dili, yine bizimle… Görüntünün şiirselliği belki de ilk kez temanın ağırlığı altında kalıyor. Şiirsel ve güçlü bir görüntü değil artık perdeden yansıyan, kasap çengeli örneği kocaman bir soru işareti.

İmamla konuşması, arkadaşlarıyla çatışması, aile içindeki gerilim, yazarla tartışması hep ucu açık, izleyicinin yorumuna bırakılmış hayatın gündelik gerçekleri. Bunların hepsini değilse de bir kısmını muhakkak yaşıyoruz ister istemez ama şu ama bu boyutuyla ve tabii, bu veya şu kadar etkileniyoruz.

Ele verir talkını…

Gelişmiş ülkeler alabildiğine serbesttir dünyayı (Dünya nimetlerini de) sömürmekte, bununla birlikte kirletirler de hayatı (çevreyi, kenti, insanı) ama hep geri kalmış ülkeleri zorlarlar, karbon izinizi küçültün, kağıt israfı yapmayın, fosil yakıt kullanmayın, şunu yapmayın, bunu yapmayın diye…

Ne ilgisi mi var filmle? Nuri Bilge Ceylan, dünya ölçeğinde bir taşra kasabasını, hatta ailesini, daha da odaklanarak bir baba oğul çatışmasını almış ele, işlemiş. Şöyle bir baktığınız zaman hiçbir farkı yok yaşananlarla filmde gördüklerimizin. İşsizlikse işsizlik, iletişimsizlikse iletişimsizlik, cinsel açlıksa cinsel açlık (bu noktaya değinmek gerek, gençlerimiz bu açlığı çekiyorlar, akıllarından neler geçiyor neler ama üstlerine yapışan o sıkılganlık, utanma belasıyla hiç açık etmiyorlar, tıpkı Sinan gibi), yoksulluksa yoksulluk, yazdıklarının “değer” görmemesiyse hayatta da değersiz kabul edilmesi… hepsini sıralamayayım, izleyin.

Uzunluğuna gelince…

Bizim ülkemizde sinema, asıl anlamıyla zaman geçirmek için en iyi araç. Düşündür(t)meyen, yüzleştir(t)meyen, hesaplaştır(t)mayan… Öyle olunca da hayatı anlatan filmler uzun ve sıkıcı olarak yaftalanıyor hemen. Ahlat Ağacı, süre anlamında uzun ama sıkıcı değil, isteyene. Salon işletmecileri ister mi? Tabii ki hayır! Onlar için seans demek para demektir, Ahlat Ağacı yerine iki film göstermeyi tercih ederler… Belki de en büyük sorunu bu süresi filmin. Her şeyi anlatmak yerine bir kısmını eleyebilir, bazılarını bir başka filme bırakabilir miydi? Yok, sanmıyorum, bu film, her ne olursa olsun, belli bir düzeyin çok üstünde ve “gerçek sinema”. Nuri Bilge Ceylan ya bu öyküyü (böyle tabii) çekmeyecekti ya da başka bir öykü anlatacaktı. Bence bunu (bu haliyle kuşkusuz) anlatmakla iyi etmiş.

Ahlat Ağacı, Yönetmen Nuri Bilge Ceylan, Oyuncular Doğu Demirkol, Murat Cemcir, Bennu Yıldırımlar, Hazar Ergüçlü, Serkan Keskin, Tamer Levent, Akın Aksu, Ahmet Rıfat Şungar, Kubilay Tuncer, Öner Erkan, Kadir Çermik, Ercüment Balakoğlu, Özay Fecht, Sencar Sağdıç, Asena Keskinci… 1 Haziran’dan itibaren gösterimde…

(04 Haziran 2018)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Korkut Akın Yazıyor: Deadpool 2

Geçmişten gelen ama geleceği olmadığına inanan Deadpool, bu kez de bir taraftan güldürüyor, bir taraftan da hoşça vakit geçirtiyor. 2016’da ilkini izlediğimiz ve tadı damağımızda kalan Deadpool, aynı mizahi duygu, aynı vurdumduymazlık (bu açılıyor filmde, belirleyici olan da bu zaten), aynı aksiyonla yeniden karşımızda. Film boyunca, Deadpool’u takip ettiği apaçık belli olan izleyicinin göndermeleri anladığını, buna bağlı olarak da … Devamı… »