Kategori arşivi: Yazılar

Pal Sokağı Çocukları

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Efsane Fransız oyuncu Simone Signoret’in “Özlemin Eski Tadı Yok” anı kitabının verdiği ilhamla: Festivallerin eski tadı yok. Çünkü son yıllardaki festivallerde gösterilen filmlerin neredeyse yarısı sonraki günlerde vizyona çıkıyor. Festivallerin işlevi bir bakıma ithal edilen filmlerin hasılatlarının bir miktarının garanti edilmesi ve festival sinema salonlarına 1 – 2 haftalık dolu dolu seyirci kazandırılması oluyor. O nedenle “festivallerin eski tadı yok” diyorum ve ani bir U dönüşü yapıp devam ediyorum: Çünkü şimdilerde daha tatlı. (11 Nisan 2019)

Size de oluyor mu bilmiyorum ama ne zaman ortamda sinema profesörlerimizden Alim Şerif Onaran, Oğuz Onaran, Oğuz Adanır, Oğuz Makal’dan birinin adı geçse isim ve fotoğraf eşleştirmesinde hangisiydi diye bir durur düşünür, ondan sonra karar veririm. (13 Nisan 2019)

Durduk yerde, web sitemiz sadibey.com’un başka hiçbir sinema web sitesinden olmayan bir özelliğini keşfettim. Sitemizin adında “Bey” kelimesi olmakla beraber onlarca yıldır ülkemizin her iki kadın filmleri festivalinden, Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali ve Uluslararası Gezici Filmmor Kadın Filmleri Festivali’nden basın sponsorluğu teklif edilmekle onurlandırılıyor. (18 Nisan 2019)

Film festivallerinde basın sponsorluğu tarafların birbirlerine teklifleriyle gerçekleşiyor. Teklif gelmeyen fakat davet gelen festivallerde basın sponsoru olmadığımız halde jest yapmak amacıyla bu festivallerin banner’larını web sitemizde yayınlıyorduk. Birden ilham geldi, gerçekten festivale sponsor olanların bu özelliklerine halel getirmemek adına banner yayını uygulamamıza son verdik. (19 Nisan 2019)

Ünlü Macar yönetmen Zoltan Fabri’nin Ferenc Molnar’ın eserinden uyarladığı “Pal Sokağı Çocukları” filmine gireceğim. Seansa ucu ucuna yetiştim. Doğal olarak yer fişi kalmamış, görevli arkadaş başka bir koltuğa yöneltti, “Aşın başına oturabilirsin abi.” dedi. Suyun formülünü ifade eden H2O ifadesinin okunmasında H harfinin “Aş” olarak okunması bir yerde kabûl edilebilir ama koltuk numaraları tarif edilirken “Ha 1” şeklinde söyleyin gözünüzü seveyim. Bir ara EyçBiBi diye seslendirilen bir HBB TV.miz bile vardı. Türkçeyi rencide eden bu tür uygulamalardan vaz geçmeliyiz. Geçtiğimiz günlerde Malatya’da Chilek Restaurant’ın adı dikkatimi çekmiş, Kayısıchı Hediyelik Eşya Dükkânı’nın adı ise güldürmüştü. Yapmayın böyle. (23 Nisan 2019)

Sizin de böyle takıntılarınız var mıdır bilmiyorum ama sinemamızda iz bırakmış Serkan Ercan, Serkan Acar, Sertan Acar’ın adlarını ve görüntülerini de hep karıştırırım. Tanışıp konuştuğum halde Semir Aslanyürek (Semir Arslanyürek), Mehmet Soyarslan (Mehmet Soyaslan), Sidar Serdar Karakaş (Serdar Sinan Karakaş) gibi isimlerde de bazen parantez içindeki yazılışları aklıma gelir, yazdıktan sonra döner doğru mu yazdım diye mutlaka kontrol ederim. (02 Mayıs 2019)

Yeni yabancı filmlere Türkçe ad koyarken, eskinin ünlü filmlerini hatırlatan adlar konulmamalı. Son örneği Zhang Yimou’nun heyecanla beklenen ve “Yönetmenin en iyi filmi” olarak ifadelendirilen “Ying” (Shadows) adlı filmi. Yeni kuşak sinemaseverleri bilemem ama filmin “Gölge Savaşçı” olarak konulan Türkçe adı yayılmaya başladığından itibaren, her duyduğumda, elimde değil hemen aklıma Akira Kurosawa’nın “Kagemusha”sı geliyor. Çünkü ünlü Japon yönetmenin “Kagemusha”sını bizim kuşak hep “Gölge Savaşçı” Türkçe adıyla da hatırlar. Hâttâ yeni filmin konusunun “Kagemusha”yla benzer olabileceği beklentisine bile girdim şimdiden. Yapma bunu Filmartı. Esasında film, “Woman at War” gibi tam İngilizce veya orijinal adıyla vizyona girecek bir filmmiş, yani “Shadow” veya “Ying” olarak, hadi bilemedin “Gölge”. (04 Mayıs 2019)

Sinema salonları filmlerin mekânı, köyü, kasabası, şehri, memleketi, yeri, yurdu. Filmleri sinema salonunda gösterime sunmadan dijital ortama saldığınızda yersiz yurtsuz, yuvasız kuşlar, mekânsız kurtlar gibi garip, bi-mekân oluyorlar. (15 Mayıs 2019)

Bugün vizyona giren ve “Her Şey Çok Güzel Olacak’ın senaristinden” hatırlatmasıyla zamanın ruhuna fevkalâde denk gelen “Kim Daha Mutlu?” filminin afişi. Filmlerin vizyona gireceği tarihin yaklaşık 2 ay öncesinden belirlendiği göz önüne alındığında müthiş bir öngörü. Sinemanın tadı başkadır; cesaret bulaşıcıdır. “Her Şey Çok Güzel Olacak”, Warner Bros. dağıtımıyla Filmacass yapımı olarak 27 Kasım 1998 tarihinde sinemalarda gösterime girmiştir. (17 Mayıs 2019)

Natalie Portman’ın balerin Nina’yı canlandırdığı “Siyah Kuğu” (Black Swan) filmini 25 Şubat 2011’de izlemiştik; Oleg Ivenko’nun balet Nureyev’i canlandırdığı “Beyaz Karga” (The White Crow) filmini ise 21 Haziran 2019’da izleyeceğiz. (19 Mayıs 2019)

Dünya dönüyor ve döndükçe her gün, her saat, her dakika ve her saniye kanaatler değişebiliyor. Ahmet Özhan hakkındaki menfi kanaatim müspete dönüştü, Komünist Başkan hakkındaki müspet kanaatimi beklemeye aldım. 40 yıldır hiçbir seçimde oy kullanmayan bir yakınım Ekrem İmamoğlu’nun kampanyasına bağışta bulundu. Dünya dönüyor ve döndükçe her gün, her saat, her dakika ve her saniye kanaatler değişebiliyor. (26 Mayıs 2019)

Sinema sektöründe ikinci kırılma noktası: Ülkemizin köklü yabancı film ithal ve dağıtımcısı Pinema Film’in “Dostumun Yolculuğu” (A Dog’s Journey) filmi CGV Mars Dağıtım tarafından 28 Haziran’da sinemalarda gösterime sunuluyor. İlk kırılma noktasını ünlü yerli yapım firması BKM Film’in Kore kökenli CJ Entertainment firmasıyla yapım birlikteliğine başlamasında yaşamıştık. (01 Haziran 2019)

(22 Mart 2020)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Sakin ve Anlayışlı Olmalısınız: Kural Dışı

Daha düne kadar zihin ve akıl hastalıkları diye bir şey bilmiyor, hepsini “deli” olarak adlandırıyor, “tımarhane”ye tıkmaktan başka bir çare bulamıyorduk. “Deli”liğin de türlü çeşidi varmış ve her “deli” üstünü başını yırtmıyormuş… Aralarındaki “üstün zekâlı”lar da kurunun yanında yanan yaşlar misali göz ardı ediliyordu.

Daha düne kadar “otizm”, “otistik” kavramını bilmiyorduk ve öğrenmek gibi bir niyetimiz de yoktu. Rain Man (Yağmur Adam) filmi, gözümüzü açtı, farkındalık yarattı. Genelde sanatın özelde de sinemanın yararı bu. Üstünkörü üç beş bilgi kırıntısıyla öğrenilecek, çözümlenebilecek bir durum olmadığı için bütün otizmlileri / otistikleri aynı terazide tartmak yanlışını yaşadık, yaşıyoruz…

Farkındalık…

İşte, bizim farkında olmadığımız, ama okulda, sokakta, işte, mahallede hâttâ evde sürekli yüz yüze baktığımız, karşılaştığımız otistikleri Olivier Nakache, Éric Toledano, belgesel disipliniyle, macera filmi tadında, müthiş bir heyecanla ve başından sonuna inanılmaz duyarlılıkla bize taşımış.

Devletlerin, her seferinde başına eklenen “sosyal” sıfatıyla sorumluluğunda olması gereken, eğitimlerini, bakımlarını hâttâ yaşamalarını sağlamak zorunda olmasına karşın umursamadığı (bizim ülkemizde de pek farklı değil, aslını sorarsanız, ama film Fransa’da geçiyor) otistikleri eğitmeyi görev saymış iki gönüllünün yaşadıklarını izliyoruz kimi zaman üzülerek, kimi zaman göz pınarlarımız dolarak, kimi zaman ağlanacak halimize gülerek…

Devletlerin pek bir farkı yok birbirinden. Gelişmişlikleri kendi çıkarlarıyla doğru orantılı… Otistikti, down sendromluydu, sakardı, sakattı diye görmek istemediği kesimi saklıyorlar hayatın gerçeklerinden. Oysa genel anlamda onları da rencide etmeden “engelli” demek gerektiğini bile doğru dürüst kabûl etmiş değiller. O insanların bakımlarını, eğitimlerini, beslenmelerini, barınmalarını karşılamak zorunluluğuna -bunlara bir de zorunlu mültecileri eklemek gerekir, giderek artan savaşlar ve küresel iklim kriziyle bağlantılı olarak- karşın, bırakın yardımcı olmayı müfettiş göndererek engellemeyi marifet sayıyorlar. Canla başla çalışan, bir şey üretmeye, bir can kurtarmaya çabalayan insanları müfettişler aracılığıyla sindirmeye çalışıyorlar.

Empati…

Kendinizi onların yerine koyun, bir bakın bakalım, bu uygulamalar size yapılsa ne denli isyan edersiniz! Sevgiye muhtaç, hırçın bir çocuğun sakin ve anlayışlı bir yaklaşımla nasıl da uysal olduğunu izlerken kendi gözlerinizle tanıklık ettiklerinizden utanacaksınız.

Çok iyi bir film. Tam bir eğitici film. Herkesin, özellikle de çocuklarının hırçın, söz dinlemez (veya ders çalışmayan), evden sürekli kaçtığını söyleyen anne babaların kesinlikle izlemesi gereken bir film. Sakin ve anlayışlı davranıldığında, çocuğun yapmak istediklerine kendisinin karar vermesi sağlandığında bir şeylerin yolunda gittiğine tanık olmak sadece anne babalara değil, eğitimcilere (filmin bir hedef kitlesi de siyasiler, devleti yönetenler, eğitimi belirleyen ve plânlayanlar) de çok şey kazandıracak.

Kural Dışı / The Specials
Yönetmenler Olivier Nakache, Éric Toledano
Oyuncular Vincent Cassel, Reda Kateb, Hélène Vincent …
27 Mart’tan başlayarak gösterimde…

(15 Mart 2020)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Tükenmeyen Kahraman Bloodshot

Film çekimi zorlu, meşakkatli ve titizlik isteyen bir uğraştır. Diğer sanat dallarının tersine içinde endüstriyi de barındırır ve doğal olarak tüm sanat dallarının imkânlarından yararlanır. Bunun farkına varan sinemacılar, teknolojinin de yardımıyla olmayacakları bile oldurur. Biz, sinemaya girdiğimizde, senaryo yazımında “gözleri parladı, ışıldadı” yazmayın, çünkü gözler ışıldamaz, parlamaz diye uyarmışlardı hemen baştan. Şimdi, bırakın ışıldamayı, gözlerin içinde dünyalar oluşturuluyor, hayatlar kuruluyor.

Teknolojiden yararlanan sinema…

40-50 yıl öncesinde izlediğim (adını lütfen sormayın, anımsamıyorum), Erman Şener’in (çiçekler çelenk örsün başucunda) üzerinde durduğu bir film vardı. İnsan beyninde oluşan bir hastalığı tedavi etmek amaçlı, doktor ve uzmanlar bir araca bindirilerek küçültülüyor ve damara zerk ediliyor. Sonunda beyne ulaşıp sorunu çözüyorlardı. (Erman Hocam, oradaki kadın oyuncunun sadece ama sadece kadınlığının gişede işe yaraması için bulunduğunu söylemiş/yazmıştı.)

Aradan geçen bunca yılda, teknoloji o kadar gelişmiş ki, doktorları ve/veya uzmanları küçültmeye gerek kalmaksızın yapay böceklerle bu sorun çözüme kavuşturulmuş.

Saldırgan ve sömürgeci Amerika, askerini, kendince düşman gördüğü ülkeye oradaki ayrılıkçı güçleri yok etmek için gönderir. İçlerinde bizim filmimizin başrolündeki Bloodshot da vardır. Ödül olarak bahşedilen tatil sırasında karısı ve kendisi öldürülür… ve film başlar.

Dirilen ölüler…

Ara başlığı görüp korku filmi sanmayın sakın. Bu kez bir teknoloji enstitüsünün geliştirilmiş laboratuvarlarında ölü diriltilir, damarlarına zerk edilen yapay karınca (çalışkanlıklarından dolayı öyle niteledim) sayesinde de ölümsüzlüğe kavuşturulur. Hiçbir şey anımsamaması gereken bu yapay canlı, belleğine yüklenenleri hatırlar sadece. Dolayısıyla da tam bir “kiralık katil” denilebilir.

Ancak bizim kahramanlarımızın ne mermileri biter ne bedenlerine saplanan kurşunlar ölümünü hızlandırır ne de kötülüklere (!!!) boyun eğer. Buna da bağlı olarak Bloodshot, aklını kullanabilen, emirlere körü körüne itaat etmeyen, haksızlıklara başkaldıran bir kahraman olarak filmi sürükler.

Seyirlik film…

Kendisini kullanmaya kalkan, ama yeniden yaşam buldurduğu için de ne derse yapması beklenilen “patron”a tepki gösteren Blootshot, dünyanın en çok satan çizgi romanlarından uyarlanmış. Yeşilçam sinemacılarının “Tesadüfün iğne deliği” diye adlandırdığı olmazlıkları “soğukkanlı geçiş”le hoş görür ya da göz ardı ederseniz, başından sonuna kadar soluk soluğa izlersiniz. Tabii ki, şimdiden gişe garanti edildiği ve devamı söz konusu olabileceği (hâttâ olduğu için) senaryonun ucu açık bırakılmıştır. Öyle ya, bunca şeyi başaran ve ölümsüzlüğü yakalamış biri (eşi öldürüldüğüne ve kendisine yeni bir partner bulduğuna göre) nasıl yaşayacak, nasıl sevişecek hatta çocuk yapacak mıdır?

Bloodshot / Durdurulmaz Güç
Yönetmen David S. F. Wilson
Oyuncular Vin Diesel, Eiza Gonzalez, Sam Heughan…
13 Mart’tan başlayarak gösterimde…

(12 Mart 2020)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Bunun adı Neofaşizm: İlk Aşk

Şiddetin kol gezdiği sokaklarda, o şiddetin mağduru iki gencin arasında başlayan aşk… O aşk başladığında da film bitiyor.

Susurluk’ta bir kaza yaşanmıştı, hatırlıyor musunuz? Bir polis, bir milletvekili ile bir katil/kaçak ile sevgilisi ölmüştü. O kazanın altından neler çıkmıştı, Meclis araştırması, komisyonlar, yargılanmalar, toplumsal tepkiler… Derin devletin yüzü çıkarılmaya çalışılmıştı ortaya.

Takashi Miike, hem çok üretken hem de her filminde konunun özüne uygun dil kullanan önemli bir yönetmen. Bu kez şiddetten yararlanıyor. Hadsiz ve insafsız bir şiddet kol geziyor sokaklarda. Tıpkı Susurluk’taki gibi devletle mafyanın nasıl iç içe olduğunu, çıkarları doğrultusunda her iki gücün de hayatı zehre çevirmekten gocunmayacağını anlatıyor.

Filmin adına aldanıp da keyifli bir aşk filmi izleyeceğini sananlar hemen her sahnede/planda kan gölüyle karşılaşacaklar. Aman dikkat!

Babasının borcu nedeniyle zorla fuhuş yaptırılan kızı uyuşturucu çetesi bir “hırsızlık”ta kullanmaya karar verir. Polis işbirliğiyle, zaten ölüden farksız kızı kullanarak “patron”dan uyuşturucu çalıp yaşamlarını sürdüreceklerdir. Ancak beyninde ur olduğunu, yaşama şansının kalmadığını öğrenen genç boksörle yolu kesişen kız bir şekilde kurtulur kanlı katillerinin elinden. Zaten bir gece içinde geçmektedir her şey. “Pırasa doğrar gibi” denilecek kadar insan kesilir hiç göz kırpmadan.

Bu filme yönelik, söylenecek bir şey var: Neofaşizm. İnsanlar konuşmak ve konuşarak anlaşmaktansa ellerine geçirdikleri silâhlarla (mekân Tokyo olunca iri keskin kılıçlar da epey bir hayatın içinde) hiç sorgulamadan birbirlerini öldürüyorlar. Gündelik yaşamın zorlukları ve karmaşası karşısında çözümsüz insanın yapabileceğinin şiddete yönelmek olduğu anlatılıyor. İşte biz bu duruma neofaşizm diyoruz. Bir dönem sonraki İstanbul sokaklarını şimdiden görmek için ilk fırsat.

İlk Aşk (Hatsukoi – First Love)
Yönetmen Takashi Miike
13 Mart’tan itibaren gösterimde…

(06 Mart 2020)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Nuh Tepesi

Eskidendi o… Sigara kutusunun (Gelincik olmalı, karton kutuydu) arkasına çiziktirilen senaryo ile film çekilirmiş. İç içe iki hâttâ üç filmin bile çekildiği dönemler olmuş. Ama artık çok sular akmış köprülerin altından. Film çekmek sadece meşakkatli bir uğraş değil, birçok açıdan ne gibi anlamlar çıkarılabilir diye ince eleyip sık dokunması gereken önemli bir sanattır. Belki ticari açıdan başarılı sayılabilecek filmler izleniyor çokça, ama sinema sanatı açısından “değer”li sayılmıyor. Bazı filmler ise gişede neredeyse harcanan parayı bile çıkaramıyor, ama festivallerden ödüllerle dönüyor. İşte o filmlerin anlatacak bir derdi oluyor. İşte o filmler daha çok eleştiriliyor. Bazı filmlerde (devamlılık da mantık da aranmıyor zaten) bariz yanlışlara bile dikkat edilmezken “değer”li filmlerde en küçük aksama bile ortaya çıkarılıyor.

Cenk Ertürk, ilk filminde sinema yapmış. Öteden beriye, ilk filmini çeken yönetmenlerin çoğunlukla çaresini bulamadığı, “aman bu da olsun” mantığıyla yan öykücüklere boğmamış filmini. Özenli ve titiz çalışmış. Hakkını vermiş yaptığı işin. Görüntü, ışık, montaj gerçekten başarılı. Filmin finalinde iki sekansın yer değiştirmesini önerirdim, gerçi hiçbir şey için geç değil…

Ünlü ve güçlü oyuncularla çalışmak zordur her zaman, denetleyemezsiniz, oyun veremezsiniz, karakteri onların belirlemesini ister istemez kabul edersiniz. Nuh Tepesi’nde oyuncular da “rol çalmamışlar” yönetmenin beklentisini karşılamaya çalışmışlar. Bu, aynı zamanda ekibin yaptığı işe inanmasının da bir göstergesi…

Araları pek iyi olmayan baba oğul arasındaki psikolojik gerilimin aksettirildiği filmde baba (Haluk Bilginer), öldüğünde, doğduğu köyde kendisinin diktiği zeytin ağacının altına gömülmek istemektedir. Oğul (Ali Atay), hamile eşiyle boşanma aşamasında, zaten sevmediği ve aslına bakarsanız pek de tanımadığı babasının son isteği diye “mekân bakmaya” gelmiştir. Adamın diktiği ağaç, bir şekilde kutsallaştırılmış ve üzerinden rant elde edenler tarafından korunmaktadır. Devlet, bu din bezirgânlığına karşı çaresizdir. Çeteleşen güçler her şeyi kendi çıkarları doğrultusunda kullanmayı başarmışlardır. Köyün imamını bile dinlemezler. Çaresizlik içerisinde bocalayan baba oğul ne yapacağını bilemez.

Peki, ne anlattı film? Bize bir süreci gösterdi, sonucu yorumumuza açık bıraktı, izleyici kendince çözüm bulsun istedi. Bazı soru işaretleri oluşacaktır muhakkak kafanızda: O kadın ayakkabısı ne anlattı? Hamile kadın nasıl geldi, nasıl buldu orayı? Ev kaç yıldır kapalıydı? Daha önce gitmişler miydi yoksa? Karar sizlerin…

Nuh Tepesi
Yönetmen Cenk Ertürk
Oyuncular Ali Atay, Haluk Bilginer, Mehmet Özgür, Arın Kuşaksızoğlu, Hande Doğandemir…
6 Mart’ tan itibaren gösterimde…

(05 Mart 2020)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Varolmanın Dayanılmaz Hüznü

Eylül ayında If Bağımsız Filmler Festivali’nde izlediğim ve 2019 yılının en iyi filmleri listeme dahil etmiş olduğum ‘Sonsuzluk Üzerine / Om det Oändliga’, sinemalarımızdaki gösterimini sürdürüyor. İsveçli bilge sinemacıyı ‘Yaşayanlar’ üçlemesiyle tanıyor ve seviyoruz. 2000 yılında ‘İkinci Kattan Şarkılar’ ile başlayan macera, Venedik Film Festivali’nde en iyi film seçilen ‘İnsanları Seyreden Güvercin’ ile tamamlanmıştı.

İnsanoğlunun kırılganlığını resmetmeye kaldığı yerden devam ediyor usta sinemacı. Tüm zalimliği yanında muhteşem güzelliği ve coşkusu ile gündelik hayatı betimlemeyi sürdürüyor, varoluşun temelinde yatan hüznü, insanoğluna özgü melankoliyi absürd bir mizah ve şakaya bulayarak anlatıyor.

Andersson’un kamerası yine sabit. Birbirini takip eden soluk renkli tablolardan oluşan kendine özgü mizanseni yine çok etkileyici. Kariyerinde ilk kez dış ses kullanmış bu filminde. Yeniden hatmettiği ‘Binbir Gece Masalları’nın etkisiyle kendi Şehrazat’ını dış ses olarak perdeye taşımayı düşünmüş. İnfazını geciktirmek için öfkeli krala geceler boyu sonu gelmek bilmeyen hikâyeler anlatmasına paralel olarak, izleyicinin filmin asla sona ermeyeceği hissiyatına kapılmasını istemiş. Filmin adı buradan geliyor.

Klasik masallardan yola çıkarak 32 tabloda insanlık hikâyesini anlatıyor Andersson. Yağmur altında doğum günü partisine götürdüğü şefkatle küçük kızının ayakkabısını bağlayan babayı izliyoruz bir bölümde. Kontrast bir sahnede, kendi elleriyle hayatına son verdiği kızını kucağında taşıyan babanın çaresiz vahşetine ve onu izleyen aile fertlerinin korku yüklü çaresizliklerine tanıklık ediyoruz. Savaşta oğullarını kaybetmiş anne babanın onun mezar yerini güzelleştirme gayretlerine tanıklık ediyoruz başka bir sahnede.

Bir önceki filminde ülkesinin zalim sömürgeci geçmişini dile getirmiş olan sinemacının Andersson’un tarihle hesaplaşması sürüyor. Gamalı haçıyla Hitler beliriveriyor aniden. Bozguna uğramış bir ordunun, kar fırtınası altında esir kampına götürülüşüne tanık oluyoruz. İnfaz edilecek olan mahkûmun elleri direğe bağlanırken, adam hayatı için yalvarıyor.

Ancak, hüznün olduğu yerde umut ve yaşam coşkusu da yeşermek durumundadır. İnancıyla birlikte sesini de kaybetmiş olan papaz kendini bir psikiyatr muayenehanesinde buluyor. Lakin doktorun hastasının derdini uzun uzadıya dinleyecek vakti yoktur, eve dönüş otobüsüne yetişmek durumundadır. Gençliğin enerjisi her zaman büyülemiştir İsveçli sinemacıyı. Bisikletli yeni yetmelerin enerjik sokak dansları çevredeki donuk hayatları da etkisi altına alacaktır. Henüz sevdalanmamış bir genç adam, aradığı aşkın peşinde yollardadır.

Evet, tüm varoluş hüznüne rağmen hayat yaşanılası bir süreçtir. Bar sahnesindeki adamın söylediği gibi ‘fantastik değil midir herşey?’. Genç bir çiftin yatak odalarında sohbetine kulak veriyoruz daha sonra. Sonsuzluk kavramı üzerine sohbet ediyorlar. Oğlan: ‘Termodinamik yasalarına göre her birimiz birer enerji değil miyiz ve milyonlarca yıl sonra enerjilerimizin başka bir formda karşılaşması mümkün değil mi, sen patates ben domates olarak örneğin? ’Kız cevap veriyor: ‘Ben domates olmayı tercih ederim’.

(04 Mart 2020)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Festival Hitchcock ile Renkleniyor

Bu yıl 10 – 21 Nisan tarihleri arasında şehrimizi şenlendirecek olan 39. İstanbul Film Festivali, Alfred Hitchcock’u 40. ölüm yıldönümünde özel bir bölümle anıyor. 1980 yılında kaybettiğimiz usta sinemacı, ölümünden dört yıl öncesine kadar aktif olarak sürdürdüğü sinema kariyerinde 50 adet uzun metraj sinema filmine imza atmış. Festivalin özel bölümlerinden ‘Hitchcock Renkli’, yönetmenin 1948 yılında başlayan renkli film serüvenini, 15 adet uzun metraj yapımın yenilenmiş kopyalarından eksiksiz olarak beyazperdeye taşıyor. Yapıtlarında farklı disiplinleri buluşturmuş unutulmaz gerilim ustasının filmlerini sinema salonunda izleyememiş genç kuşakları ve sinefilleri bir kez daha ödüllendiriyor.

‘Hitchcock Renkli’ efsane yönetmenin 10 ayrı sekanstan oluşan ve karartma marifetiyle tek plan çekilmiş izlenimi veren 1948 yapımı ünlü denemesi ‘Ölüm Kararı / Rope’ ile başlıyor. Bunu, bir yıl sonra çektiği ve gözde oyuncularından Ingrid Bergman’ı son kez yönettiği, ancak çok başarılı bulunmayan tek plan denemesi ‘Kapri Yıldızı – Under Capricorn’ izliyor.

3D formatından gösterileceği ilan edilen ‘Cinayet Var – Dial M for Murder’, tanınmış başyapıtlarından ‘Arka Pencere / Rear Window’ ve onu takip eden 1955 yapımı ‘Kelepçeli Aşık / To Catch A Thief’ sinemacının kariyerinde özel bir yeri olan ünlü sarışın Grace Kelly ile ardarda çektiği üç yapım. Zamanında bizde vizyona girmemiş yine üstadın minör yapıtlarından 1955 yapımı ‘The Trouble with Harry’ ise Shirley MacLaine’in sinemadaki ilk başrolü olarak hatırlanır.

Hitchcock daha önce 1934 yılında ana vatanı İngiltere’de çektiği ‘Tehlikeli Adam / The Man Who Knew Too Much’ı 1956 yılında renkli olarak tekrarlıyor. Bu kez başrollerde ilk kez çalıştığı ünlü Hollywood sarışını Doris Day ve değişmez aktörlerinden James Stewart başrolleri paylaşıyor. Bir diğer favori oyuncusu Cary Grant ile de son kez ‘Gizli Teşkilat / North by Northwest’te çalışacaktır. 1958 yapımı ‘Ölüm Korkusu / Vertigo’ ustanın birçok eleştirmene göre en iyi filmi addedilir. İlk ve son kez çalıştığı Kim Novak filmin unutulmaz karakterine hayat vermiştir.

1960 yapımı ‘Sapık / Psycho’ kariyerinin zirvesindeki Hitchcock için bir diğer doruk noktasıdır. Ancak siyah-beyaz çekilmiş olması nedeniyle bu özel seçki içinde yer almıyor. Buna karşılık 1963’te çektiği bir diğer korku-gerilim başyapıtı ‘Kuşlar / The Birds’ seçkiye dahil ve başrol, yeni keşfettiği taze sarışın Tippi Hedren’den ziyade masum görünüşlü ürkütücü kuşların.

Yönetmen ‘Hırsız Kız / Marnie’de yine Hedren ve dönemin James Bond serisi ile büyük çıkış yapan aktörü Sean Connery ile çalışacaktır.

Bunu, Julie Andrews / Paul Newman ikilisinin sürüklediği casusluk gerilimi ‘Esrar Perdesi / Torn Curtain’ izler. Yaşı nedeniyle Hitchcock’un film çekme arası uzamaya başlamıştır. 1969 yapımı ‘Topaz’ yine bir casusluk gerilimidir ancak usta formunda değildir. Buna karşılık 1972’de Londra’da çektiği ‘Cinnet / Frenzy’, gerek ustalıklı gerilimi, gerekse hınzır mizahıyla Hitcock’un son etkileyici filmidir. Yönetmen 77 yaşında çektiği ve çok ses getirmeyen ve bizde yalnızca televizyonda gösterilen ‘Aile Oyunu / Family Plot’ ile sinema dünyasına veda edecektir.

Teknik mizansen, görüntü, kurgu alanlarında hep öncü sinemacı konumunu sürdürmüş olan sinemacı, özgünlüğü, temalarını kendisinin belirlemesi ve biçimi hikâyeyle ustaca harmanlayışıyla sinema tarihine geçiştir. Gönül onun siyah-beyaz başyapıtlarını da yeniden beyazperdede izlemek istiyor. Festivalin gelecek yıllardaki başka bir seçkisinde inşallah.

(03 Mart 2020)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Bağlasan da Tutamazsın: Yokuş Aşağı

Bazı filmler vardır (aslında hemen birçok daldaki sanat eseri için söylenebilir), anlatılamaz. Yani, anlatmak için ipucu vermek, bazı noktaları ifşa etmek gerekir, şimdilerde spoiler deniliyor…

İki çocuklu bir aile, belli ki yokuş aşağı giden birlikteliklerini kurtarmak için Alplere kar tatiline gitmişler… Öykü bu… Şimdi içini doldurmak gerekir…

Felâket geliyorum der mi?

Gelin bu öyküyü günümüz Türkiye’si olarak ele alın. Hiç farkı yok. Belki korona virüs salgını olarak da düşünebilirsiniz… Taraftarı olduğunuz futbol takımının çıktığı bir karşılaşmadaki durumu da olabilir. Hemen her ilişkide, hemen her zaman bir sorun, bir çatışma, bir gerilim vardır. Sonunun felâket olması gerekmez, ama felaket de geâliyorum demez.

Julie Louis-Dreyfus ile Will Ferrel’in başrolünde olduğu film, afişinde de belirtildiği gibi “farklı türde bir felâket filmi”… herkesin her zaman başına gelebilecek türden.

Kimi zaman umduğunuz, kimi zaman umulmayan…

Kış tatiline giden aile, bir terasta yemeklerini söyleyecekken, kontrollü olmasına rağmen bir çığ beklenmedik bir şekilde ortalarına düşer. Herkes panik halindedir, kaçışanlar vardır. Anne çocuklarını kucaklayıp ölümse, ölümü birlikte karşılarken, baba belki de istem dışı kaçar. Kaçışını da haklı olarak gerekçelendirerek gizlemeye çalışır. Ancak haksızlıklara karşı sessiz kalamayan anne, bu korkaklığını yüzüne vurur, hem de çocukların desteğini alarak.

Doğrudur, bir şey istersiniz, onun olması için çabalarken her şey tersine dönebilir, düzelteceğim derken iyiden iyiye karışıklık doğabilir. İletişimin koptuğu andan başlayarak da çözümü mümkün değildir artık.

Cehennem yolundaki iyi niyet taşları…

Hayatın sürprizleri bazen hoşluklar bazen de belirsizlikler yaratır insanın yaşamında. Ne kadar iyi niyetli olursanız olun, rastlantılar, gizlice yaptığınız mesajlaşmalar, kendinizce kurduğunuz plan ve programlar tersine döndürebilir her şeyi. İşte, tam da bu nedenle kahramanlarının yerine kendinizi koyabilir ve hayatın gidişatını değiştirmek için güç toplayabilirsiniz.

Seyri hoş, mesajı güçlü, dediğini kimseyi incitmeden diyen bir film.

Yokuş Aşağı (Downhill)
Yönetmen Nat Faxon ile Jim Rash
Oyuncular Julia Louis-Dreyfus, Will Ferrell, Zach Woods, Zoe Chao…
6 Mart’tan itibaren gösterimde…

(03 Mart 2020)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Cin-si Bozuk

*Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Bir ekonomik ifade olan “rant”ın sinemadaki karşılığı “devam filmleri” olsa gerektir. Hiç bir zaman başlangıçta 2. ve takip eden inci, üncü, uncu filmlerin tasarlandığını sanmıyorum. Film yapılıp gösterime sunulduğunda çok rağbet görüp, çok para kazanıldığında onun bir bakıma taklitleri olarak devam filmleri yapılıyor. Devam filmleri, birinci filmin benzerleri olduğundan sanki seyirciyi istismar ediyorlar gibi de algılanıyor. Sinemamızın kült filmi “Hababam Sınıfı” ve kaynak aldığı kitap ilgi görmeseydi devam film ve kitapları yapılmaz ve yazılmazdı. Benzer sahneler, misalen müfettişin sınıfa girip öğrencilere sorular sorması, yatılı okuldan kaçış ve geri dönüşler, beden eğitimi dersleri ve şarkılı türkülü mezuniyet törenleri hatırlanırsa, Hababamların hemen hepsi ilk filmin farklı versiyonlarıdır. Aynı kanaatim yeniden çevrilen filmler için de geçerlidir. Orijinali dururken yenisini yapmanın ne mânâsı var; bas yeni kopya -veya restore et-, sür piyasaya. Kitapta yeni baskı makul, ancak dijital kitap iyice yaygınlaştığında baskı meselesi de tarih olacak. (31 Mart 2019)

CnnTürk, haftanın filmlerini tanıtırken 2 adet filmin tanıtımını yaptıktan sonra zınk diye bir seçim mitingine bağlandı. Bu duruma vakıf olan bir sinema web sitesi editörü olarak CnnTürk izleyen sinemaseverlere bir hatırlatma yapmak elzem oluyor, yapayım: Bu hafta sinemalarda tam 10 adet yeni film gösterime girdi. Ve iğneyi de kendimize, yani sinema sektörüne batırayım. Bu filmlerden ikisinin, “Kursk” ve “Katil Avcısı”nın konuları denizaltı içinde geçiyor ve Ruslarla ilgili. Koskoca sezonda başka hafta yok muydu da her ikisini aynı haftaya denk getirdiniz sayın dağıtımcılar? (30 Mart 2019)

Çok genç yaşta vefat eden bir ses sanatçısının klibini izlerken şöyle kısa bir cümle geldi zihnime: Aslında yokuz biz, hayaliz. Buraya yazdım, görünür kıldım. (30 Mart 2019)

13 – 14 yaşlarındaki çocuk, emsal yaştaki arkadaşına anlatıyor, kulak misafiri oldum: “Eskiden, çok eskiden, normal maçlara çıktığım…” Herkesin eskisi kendinden menkûl yani. (30 Mart 2019)

Sinemamızda son yıllarda korku film yapımı o kadar arttı ki neredeyse korku filmleri alt türü bile oluşmaya başladı. Örnek olarak cinli filmleri (*) gösterebiliriz. Bu filmlerin adları da ayrıca ilgi sebebi oluyor ki -bazen hiç duyulmamış, bazen de zorlama film adlarına da rastlıyoruz. “Cin-i Ayet” gibi korku – dinsel çağrışımlı adlardan ötesi olmaz derken gelen haberlere bakarsak 12 Temmuz’da “Cin-si Bozuk” adında bir film sinemalarımızı korkutacak. Bu filmin başrollerinde de Cindoruk’lar oynarsa tamamdır, korkudan yenmez, pardon tadından yenmez, milpardon seyrinden izlenmez… amaaan.
(*) Olur da sinemamızda cin filmleri tez konusu yapılabilir. Yeri gelmişken bu filmlerin listesini yapalım: Dabbe: Bir Cin Vakası, El Cin, Dabbe: Cin Çarpması, Ammar: Cin Tarikatı, Azem: Cin Karası, Dabbe: Zehr-i Cin, Siccin: Büyü Haramdır, Mihrez: Cin Padişahı, Azem 2: Cin Garezi, Alkarısı: Cin-net, Siccin 2: Her Canlı Ölümü Tadacaktır, Vesvese: Cin Tuzağı, Kü’fa: Cin Kapanı, Cin Kuyusu, Azem 3: Cin Tohumu, Kabr-i Cin: Mühür, Cinnia: İfritin Diyeti, Cinni: Uyanış, Ammar 2: Cin İstilası, Lanetli Anahtar: Cinlerin Gazabı, Siccin 3: Cürmü Aşk, Berzah: Cin Alemi, Zuzula: Cinler Alemindeki Karanlık Kâbus, Perde: Ayn-ı Cin, Lanet: Ervah Cinleri, 666 Cin Musallatı, Siccin 4, Cin Çeşmesi: Kafirun, Alem-i Cin, Kâfir: Cuhenna Cin Kabilesi, Cin-i Ayet, Siccin 5, El Ummar: Cin Yuvası, Ecinni, Cin Tepesi, Araf 2: Cin Bebek Doğuyor, Cin-si Bozuk. (31 Mart 2019)

Yerel seçim propagandaları sırasında sıkça duyduğumuz “Pazara kadar değil, mezara kadar” söylemi hatırlandığında, hemen bu hafta, seçim sonrasının ilk vizyon haftasında “Hayvan Mezarlığı” adlı filmin vizyona girmesi ve ittifak ortağının yerel seçimlerde yeni sistem önermesi, ortaklıkta sonun yaklaştığını çağrıştırıyor. En azından sinemaseverlere. Neredeeen nereye. (03 Nisan 2019)

Yerel seçim sonuçlarının açıklanması sırasında sinemaseverlerin dikkatinden kaçmaması gereken küçük bir ayrıntıya işaret edeyim. Bu günlerde Sayın Yüksek Seçim Kurulu Başkanı Sadi Bey sık sık kamuoyunun gündemine geliyor. Bu vesileyle sinema konusunda yayın yapmakta olan, nadide ve güzide web sitemiz sadibey.com’un adının da dolaylı olarak kamuoyuna sunulmasından fevkalâde memnun olduğumuzu duyurayım. (05 Nisan 2019)

Fransız Kültür Merkezi’ndeki film iptal olmuş; Cevahir’e gideyim, vizyon filmi eksiğimi gidereyim dedim. Orada da saati tutturamadım. Markete girdim, bir şeyler alıp çıktım. Dinlenmek için oturduğum yerde kara karolara bakarken ilham geldi: Ortamı güzel gösteren azınlıktır; azınlıklar olmasaydı hayat çok monoton olurdu. (07 Nisan 2019)

Film festivali salonunda dizi reklâmı gösterilmesini anlıyorum da, film festivalinde dizi galası yapılmasını anlamıyorum. Mobilyacıda ilaç, lokantada ayakkabı satmak gibi bir şey bu. Şehir hastanelerini 20 – 30 km uzağa yaparsan Şehir Hast. değil Şehirdışı Hast. oluyor. Gül(fikir)tepeye yaptığın kentsel dönüşümde şehre yerleştirdiğin gökdelenin bir tanesini yap hastane, al sana Şehir Hast. Yani film sinemada izlenir, dizi TV.de. (10 Nisan 2019)

(02 Mart 2020)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Sahne Sahne Bakılırsa İlginç. Ama Bir Bütün Olarak Değil…

GAREZ X X ½
(The Grudge) / Yönetmen: Nicolas Peste / Senaryo: N. Peste, Jeff Buhler / Görüntü: Zack Galler / Müzik: The Newton Brothers / Oyuncular: Andrea Riseborough, Demian Bichir, John Cho, Lin Shaye, Jacki Weaver, Betty Gilpin, William Sadler. Frankie Faison / Amerikan filmi.

Japon sineması da bir dönemde korku filmlerine merak sarmıştı. Bunlardan biri 2002’de Takashi Shimizu adlı yazar – yönetmenin çektiği Ju-on adlı yapımdı. Gördüğü ilgi üzerine ayni yönetmen 2004’de (ve sonra 2006’da) filmin Amerikan çeşitlemelerini kotarmıştı: düzeyi gitgide düşen…

Bu kez yine Amerikan taşrasına nakledilen, ama kimi açılardan Uzakdoğu egzotizmine göndermeler yapan bir film izliyoruz. Ve aldığı tepkilerin çelişkisini IMDb’den izliyoruz: övgüden nefrete öylesine farklı olan…

Gerçek bence yine ortalarda bir yerde yatıyor. Bu ne öyle çok övülesi, türü yenileyen bir film. Ne de kimilerinin dediği kadar kötü. Filmin sorumluluğunu yüklenen Nicolas Peste, 2016’da çektiği ayni türdeki The Eyes of My Mother – Annemin Gözleri’yle le tanınmıştı. Bu kez de belli bir başarı gösteriyor denebilir.

Film korku sinemasının gözde konularından ‘lanetli ev’ temasına sığınıyor. Yine Japonya, Tokyo’da açılan film, çabucak ABD’nin Pennsylvania eyaletinde bir kasabaya atlıyor. Orada bir kadın, 44 Reyburn Drive adresindeki evinde küçük kızı dahil tüm ailesini katletmiştir. Sonunda kendini de öldürerek…

Sonra illa da kronolojik olmayan olaylar izliyor, değişik kişiliklerle tanışıyoruz. Evi kiraya vermek isteyen Peter ve Nina Spencer çifti, hamile kadının bebeğinde teşhis konan amansız hastalık nedeniyle son derece mutsuzdur. İki detektif, kompleksli Goodman ve gölgesinden bile ürken Wilson evin gizemini çözmeyi deniyorlar. Ama Goodman eve adım atmayı bile reddederken, Wilson gördüğü hayalet yüzünden kendisini vuruyor ve ömür boyu sakat kalıyor.

Bu arada eşini kansere yeni teslim etmiş kadın polis Mulldoon, küçük kızıyla birlikte yeni bir hayata başlamak istiyor. Ve bula bula burayı buluyor!…

O sırada evde yeni bir aile yaşamaktadır: yaşlı Matheson’lar. Ve evin hanımı ölmek üzeredir. Onun acı çekmek yerine ötanaziyle kendini öldürmesi en iyi çözümdür. Bunun için de konunun uzmanı Lorna Moody hanım çağrılır. Ama evin içine yerleşmiş lanet henüz bitmemiştir. Ve hayaletlerin gitmeye niyeti yoktur.

Bu kısa (olmasına çalıştığım) özet bile filmin / konunun ne kadar karmaşık olduğunu göstermeye yeter sanırım. Buna dediğim gibi kronoloji (olayları sırasına göre anlatma) kaygısından vazgeçilmesi eklenince, şöyle bir durum ortaya çıkıyor: birçok sahne kendi içinde yeterince ürkünç ve görsel olarak da doyurucu. Ama mantıksal bir çerçeve içine ve akılla izlenebilecek bir entrikaya oturmadığı için, gerçek anlamda tatmin etmiyor. O olumsuz eleştiriler sanırım en çok bu yüzden…

Böylece aslında ilginç olabilecek film, kimileri için yorucu bir deneyim olup çıkıyor. Dolayısıyla, hemen yalnızca türün iflah olmaz tutkunları için…

(19 Şubat 2020)

Atilla Dorsay

Herkes Biliyor

*Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Hadi Netflix müdavim ve hayranlarının gözü aydın. Az önce 38. İstanbul Film Festivali basın toplantısından geldim. Festival kapsamında Netflix’in bir dizisinin de galası yapılacakmış. Benim bildiğim kadarıyla bu bir ilk olacak. Netflix festivale sponsor desteği verince festival de Netflix’e böyle bir jest yapmış sanırım. Malum ülkemizde Sinema Yazarları Derneği var, henüz saha boşken önereyim: Birileri hemen Netflix Yazarları Derneği kursun. İster misin seneye İstanbul Film Festivali’nin adı Netflix 39. İstanbul Film ve Dizi Festivali olsun. (İstemem) Netekim benzerini 2007’de 18. Limak Ankara Uluslararası Film Festivali şeklinde yaşamıştık. (13 Mart 2019)

Bugün iki film seyredeyim dedim, tesadüfen ikisi de orijinal adlarıyla gösterime giren “Papillon” ve “Woman at War” oldu. Bu şekilde gösterime çıkarılan filmlerin afişlerinde de altyazı uygulaması yapılsa diyorum. “Remember: Hatırla”, “Salt and Fire: Tuz ve Ateş”, “The Insult: Hakaret” filmlerinde olduğu gibi, “Papillon: Kelebek”, Woman at War: Savaşçı Kadın olarak belirtilseydi iyi olurdu. Yabancı dil bilmeyen sinemaseverler gişede bilet alırken filmin orijinal adını söylemekte sıkıntı çekiyor. Ayrıca künyesinde Türkçe kelimeler kullanılan afişte film adının orijinal bırakılması da tuhaf oluyor. O zaman Türkçe afiş bastırıp niye boşuna masraf yapıyorsunuz, tamamen orijinal afiş kullanın olsun bitsin. (14 Mart 2019)

Dün Art House salonunda izlediğim filmlerin önünde “John Wick 3” ve “Avengers End Game” adlı popüler sinema filmlerinin fragmanları gösterildi. Hatalı bir uygulama sanki. Kendimden biliyorum Art House seyircisi vizyona giren tüm filmleri dikkatle takip eder. Popüler filmlerin önünde Art House filmlerin fragmanları gösterilse daha yararlı olur ve sanat filmlerini daha fazla izleyicinin seyretmesi sağlanır gibime geliyor. Bir iki satır da magazin haberi yapayım. “Matrix” zamanındaki Keanu Reeves’de dikkatimi çekmemişti, “John Wick 3” zamanındaki Keanu Reeves’in bacakları ne kadar da kavisliymiş, koşarken bacakları adeta ( ) şeklinde görünüyor. Şu sıra salonların 15 dakikalık reklam gösterim süresine uymaları sevindirici. Basın gösterimlerinde genelde sadece film gösterilir, fragman ve reklam izlemesini özleriz. En azından bendeniz salonda fragman izlemesini çok severim. Bugünlerdeki gözde reklam filmlerim “Sensiz olmaz” ve “Tak sana yakışanı” sözlerini kullanan mücevher reklamları. Sinema reklamlarında pek olmaz, hazırlanan reklam filmi aylarca gösterilir. Bir müddet sonra ters etki yapmaya başlar. Kim düşündüyse “Sensiz olmaz”ın reklam filmini yenilemişler, iyi olmuş. (15 Mart 2019)

Bendenizin film değerlendirme kriterlerimde 4 yıldız, olağanüstü, şahane (Son zamanlardan örnek verirsek misalen “Yeşil Rehber – Green Book”, “Herkes Biliyor – Todos lo Saben”) anlamına, 3 yıldız ise çok beğendim anlamına geliyor. Yıldız tabloma girdiğimde bir önceki Hotel Rwanda filmine verdiğim gibi “Hotel Mumbai”ye de 3 yıldız verdim. Kerem’in 10 üzerinden yaptığı efsane yıldız değerlendirmesine uygularsak 7,5 yıldız civarına denk geliyor sanırım. (18 Mart 2019)

Vizontele filminde Cem Yılmaz’ın “Zeki Müren de bizi görebilecek mi?” sorusunu günümüz ortamına uyarlarsak şöyle oluyor: “Millet bahçe ve kıraathanelerine Millet İttifakı mensupları da girebilecek mi?” (18 Mart 2019)

Kader:
20 Mart 1947 doğumlu Sami Güçlü
19 Mart 2019 tarihinde hakkın rahmetine kavuştu.
Mekanı cennet olsun. (20 Mart 2019)

Bu Cuma vizyona girecek 2 film; kafiyeli tesadüf:
Küçük Kardeşim Mirai
Hotel Mumbai (20 Mart 2019)

Bugün basın gösterimi yok ama nostalji yaşayayım dedim. Gerçi 2 gün önce aynı komplekste “Biz” filmini izlemiştik, 2 günlük ayrılık nostaljiye gerekçe olabilir mi denilebilir ama bence olur. Levent Cinemaximum Kanyon Sineması gişesine yanaştım, yarım yamalak İngilizcemle “Vomın et var, var mı?” dedim, espri yaptım. Gişedeki hanım kız güldü, “Var, var Sadi Bey.” dedi. Siteyi de, bendenizi de sosyal medyadan takip ettiğini belirtti. Mutlu oldum. Mini, küçük, sıcak ve soğuk demeyin, anlaşıldığı üzere esprilerin başka faydaları da oluyormuş demek ki. Bu vesileyle tanılırlığımın yaygınlığını öğrenmiş oldum. (21 Mart 2019)

Bendeniz Kurtuluş’a damat geldikten bu yana, tam 37 yıldır Pangaltı İnci Sineması’nın önünde bulunan belediye otobüs durağı 150 metre kadar Taksim tarafına, Ramada Oteli’nin karşısına, İş Bankası Şubesi’nin önüne kaydırılmış. Çok isabetli olmuş. Durak kaldırılmasaydı, oradaki duran insan kalabalığı, yıkılan İnci Sineması’nın yerine yapılan ve yakında açılacak olan AVM.ye girecek insanlarımızı rahatsız edecekti. Şimdi AVM.ye çok rahat girebileceğiz. Aferim. (23 Mart 2019)

İnsanoğlu hakikaten bir tuhaf. Yaz gelirken, bahar karşılamalarında “Çiçekler açıyor, dalları kiraz bastı.” vs. vs. sevinç methiyeleri yazmaya başlıyor. Bir bakıyorsun 2, 4, 6 ay derken, yaz gelmiş geçmiş; bu sefer “Yapraklar sarardı soldu, sokaklar ıssız, kimsesizlik sarmış her yanı.” vs. vs. gibi yakınmalar, üzüntüler. Merak etmeyin, telaşlanmayın, sevinç ve üzüntülere fazla gark olmayın. Doğa normal yaşamını sürdürüyor, milyonlarca bahar gelmiş, yaz geçmiş, sonbahar ve kışlar gidiyor. Nitekim yine gelecekler. Biz gittik mi, gidiş o gidiş. (28 Mart 2019)

(08 Şubat 2020)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Guatemala’nın Acının Maskesiyle Dolaşan Gerçek Kadınları

ANNELERİMİZ X X X ½
(Nuestras Madres) / Yönetim ve senaryo: Cesare Diaz / Görüntü: Virginie Surdej / Müzik: Remi Boubal / Oyuncular: Armando Espitia, Emma Dib / Guatemala – Belçika – Fransa yapımı.

Bu yıl Belçika’nın Oscar’a yolladığı film olan Annelerimiz, aslında tümüyle Latin Amerika ülkesi Guatemala’da çekilmiş, o ülkeye özgü sorunları deşen ve İspanyolca konuşan bir film. Bu açıdan, keşke asıl ülkesini temsil etseydi dememek mümkün değil.

Ama bu elbette bizim açımızdan filmin ilginçliğini zedelemiyor.

Film 2018 yılının Guatamala’sında açılıyor. Yıllar sürmüş bir iç savaşın gizlediği gerçekler aranıyor; olup bitenin hesabı soruluyor.

Bunların başında sayısız ölüm ve kayıp olayları var. Bir yandan askeri rejimin, öte yandan kendisine gerilla diyen, sözümona özgürlük ve demokrasi için savaşmış, ama sonuç olarak ayni ölçüde cana kıyıcı bir örgütün kitle halinde öldürdüğü insanlar. Özellikle de erkekler.

Ve bunlar yeri bile belli olmayan toplu mezarlara gömüldüğü için, aileleri onlar gereken saygıyı gösterememiş. Bu yüzden devlet özel kurumlar oluşturmuş: özellikle dulların gelip eşlerinin veya oğullarının mezarlarını aradığı…

Bunlardan Forensic Foundation adlı örgütte çalışan genç Ernesto, son derece yardımsever, dürüst ve iyi yürekli biri. Özel mülkiyete sığınarak arazilerini kazıya açmayan taş yüreklere karşı çıkarken, öte yandan da kendi babasını arıyor. Savaşta kaybolup gitmiş bir ‘guerrillero’.

Buna inatla karşı duran yaşlı anasının öfkesini çekme pahasına… Ki onun da ancak finalde anlaşılan bir gerekçesi vardır.

Birkaç profesyonel oyuncu dışında hemen tümüyle gerçek insanların rol aldığı filmde, özellikle o bitmemiş matemin dulları dikkat çekiyor: birer maskeye dönüşmüş, acının sahici birer görüntüsünü veren suratlarıyla…

Ve böylece film kadın – erkek kahramanlarıyla bir belgesele dönüşüyor. Ne büyük acılar çekmiş, zavallı Guatemala… Ama dünyada hangi ülke bu tür dramlar yaşamamış, benzeri acılardan uzak kalmış ki!…

Onca uzaklardan gelen bu filmin Belçika’nın Oscar adayı olması kadar, bizim yüreklerimizi de dağlaması bundan değil mi? Bizim annelerimiz de az mı çektiler? ‘Cumartesi Anneleri’ hangi ülkede var? Üstelik hâlâ itilip kakılarak?

Böylece bu ayrıksı (istisnai) film birkaç farklı kültürü biraraya getiriyor. Ve sayısız ülkenin yaşadığı dramlara değişik bir açıdan ışık tutuyor. Tüm o sıradan, ama belki benzer şeyler yaşadıkları için bunları yüzleri, bakışları ve jestleriyle ifade etmeyi başaran çoğu kadın kişileri kadar, iki baş roldeki profesyonel oyuncudan da yararlanıyor: Ernesto’yu oynayan Armando Espitia ve annesini oynayan Emma Dib.

Bu acılarla yüklü, politik soslu ve belgesel tadındaki film, tüm bu açılardan görülmeyi hak ediyor.

(05 Şubat 2020)

Atilla Dorsay

Arılara Şarkı Söyleyen Kadın

Makedonya’nın kıraç bir dağ köyünde yaşıyor Hatice Muratova. Gaz lambasının aydınlattığı derme çatma tek göz evlerinde yaşlı ve yatalak annesiyle birlikte. Atadan kalma arıcılıkla uğraşıyor. Dağ yamacına, duvar oyuklarına, ağaç gövdelerine konuşlanmış arı kolonileri ile haşır neşir. Doğa ile, arılar ile ortak dost yaşantısını sürdürüyor yıllardır. Kovanlara çıplak elle yaklaşıyor, bal peteklerini sevgiyle kucaklıyor, arılara türkü söylüyor. Elde edilen ürünü arı dostlarıyla kardeşçe paylaşıyor.

55 yaşında hiç evlenmemiş Hatice. Babası taliplerini geri çevirmiş, komşuları birer birer Türkiye’ye göç ettiğinde hasta annesini yalnız bırakamamış. Ancak bu yalnız ve sakin hayattan mutludur o. Üsküp’ün merkezine iner arada, bölgenin en güzel balını satmak için. Gözü toktur. Ürünün piyasası ne ise razı olur, pazar esnafına gönülden indirim yapar. Hatice’nin düzeni 8 çocuklu bir Türk ailesinin köydeki evlerine dönmesiyle değişir. Etrafındaki çocuk kalabalığından keyif almıyor da değildir. Büyükbaş hayvanlarıyla köye yerleşen aile arıcılık yaparak gelirlerini arttırmak ister. Lakin bu iş gönül ve sabır işidir. Aile reisinin kısa yoldan arıların tüm ürününü pazarlama hırsı, Hatice’nin ahenkli düzenini ve doğal ekolojik dengeyi tehdit etmeye başlayacaktır.

‘Bal Ülkesi / Honeyland’ geçtiğimiz yıl Sundance Bağımsız Filmler Festivali’nde prömiyerini yapmış, Dünya Sineması Büyük Jüri Ödülü’nü kazanmış ve ünü yıl boyunca yayılmış mucizevi filmlerden. Tamara Kotevska ve Ljubomir Stefanov filmin çifte yönetmenleri. İkisi de sinema okuluna gitmemişler. Stefanov bir çevreci, tasarımcı ve fotoğrafçı. Birleşmiş Milletler’in doğal hayatı koruma ve muhafaza etme projelerinde görev almış. İsviçreli bir kuruluştan arıcılık üzerine bir belgesel hazırlama teklifi geldiğinde Hatice ile karşılaşmışlar. Ve tam üç yıl süren heyecan verici süreç başlamış. İlk yıl çok zor koşullarda Hatice’nin arı yetiştirme metotları üzerine yoğunlaşan ekip, onun yaşantısını paylaştığında, ana karakterin dramatik öyküsünü filme dahil etmeye karar vermiş. Hatice’nin ve annesinin doğal oyunları çevrenin doğallığıyla bütünleşmiş. Yabancı bir sinema yazarının deyişiyle ‘mum ışığı ve gaz lambası altında bir 18. yüzyıl Hollanda resmi’ mükemmelliğine ulaşmış. Hatice’nin annesine olan düşkünlüğü ve şefkatini, bir sade arının kraliçe arı’ya olan bağlılığı olarak yorumlamış Makedonyalı sinemacılar. Onun küçük zevklerini, sahip olamadığı çocuğa özlemini ve kendisinin de bir parçası olduğu doğal hayata sevgi ve saygısını içtenlikle filme almışlar. Bir belgeselin ötesine geçen benzersiz bir sinema deneyimi ‘Bal Ülkesi’. Sinemalarımızdaki gösterimi halen devam ediyor.

(04 Şubat 2020)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Gavroche ‘Gaffar’, Colette ‘Kader’ Olmuş

‘Sefiller / Les Misérables’ Paris’in ihmal edilmiş göçmen banliyösü Montfermeil’den görüntülerle açılıyor. 2018 yılının 15 Temmuz’udur. Trenlere doluşan çocuklar, Fransa’nın Dünya Kupası’nı kazanmasının sevincini paylaşmak için şehir merkezine akın eder. Üç renkli Fransız bayrağını sarınmışdır çoğu. Ancak, eşitlik / özgürlük / kardeşlik ilkeleri onlar için ne kadar uygulanmaktadır. Yaşadıkları ülke bu göçmen yığınları bağrına basmış mıdır.

Afrika kökenli Fransız sinemacı Ladj Ly, Cannes Film Festivali’nden jüri ödüllü ilk uzun metrajında bunları sorguluyor. Arc de Triomphe önünde toplanmış yüzlerce genç insanın zafer kutlamalarını izlediğimiz açılış sekansını takiben, uzun ve sıcak bir yaz günü boyunca Paris varoşlarındaki Montfermeil’in yaşantısına tanıklık ediyoruz. Bu yolculukta, bölgenin ‘Suçla Mücadele Timi’nin üç kişilik ekibi bizlerle birliktedir. Taşradan yeni gelmiş, sessiz ve naif Stéphane Ruiz’in, ekibin deneyimli üyeleri ‘Beyaz Domuz’ lakaplı Chris ve Afrika kökenli Gwada ile birlikte ilk devriye günüdür.

Uyuşturucu ve seks ticaretinin belli çeteler tarafından yürütüldüğü yoksul bölgede, mahalli idareciler, polis ve çetelerin kirli işbirliği sürüp gitmektedir. Victor Hugo’nun ünlü romanı ‘Sefiller’i kaleme aldığı yerdir burası. Aradan geçen 180 yıla rağmen kent yoksulluğu ve insan sefaleti sürüp gitmektedir aynı topraklarda. Yoksul Fransızların yerini Afrikalı göçmenler ve yeni mülteciler yer almıştır. Chris’in deyişiyle Gavroche ‘Gaffar’, Colette ‘Kader’ olmuştur.

Olağan akışında süren gün, afacan İsa’nın sirkten aslan yavrusunu çalmasıyla gerginleşir. Sirk sahibi çingeneler yavru bulunmazsa mahalleyi yerle bir etme tehdidinde bulunur. Gerilimli tutuklama esnasında, devriye ekibinden Gwada’nın yakından ateşlenen plastik mermiyle küçük İsa’nın yüzünü hedef almasıyla olaylar kontrolden çıkacak ve final sonu açık bir direnişe doğru yol alacaktır.

Aynı mahallede yetişmiş olan Ladj Ly, el kamerasıyla çocukluğundan beri bölgenin tanıklığını yapmış. Filmin ana karakterlerinden ‘drone’ ustası küçük Buzz, bir bakıma onu temsil ediyor. Yönetmen bu müthiş birikimiyle, bölgenin detaylı bir fotoğrafını çekmiş. Afrikalı Müslüman, ve salgın hastalıkların müsebbibi olarak görülen yeni göçmen bireylerin yaşantısına ustaca sızmış. Bölgenin ihmal edilmişliğini bir tokat gibi yüzümüze çarparken, patlamaya hazır bomba gibi birikmiş öfkenin resmini çizmiş. Belgesel özellikleri çok güçlü, ancak bir belgesele artı olarak, gerilimin adım adım tırmandığı, beklenmedik ölçüde başarılı bir ilk filme imza atmış Mali kökenli sinemacı.

Filmin gücü, yaşananları bir sistem meselesi olarak sunmasından kaynaklanıyor. Rayından çıkmış Chris ve vurdumduymaz yardımcısı Gwada’nın yanında, insani değerlerini ve vicdanını yitirmemiş Stéphane’ın duyarlılığı olayların tırmanmasını engelleyemiyor. Bu yozlaşmış düzen değişmeden, hiçbir şey düzelmeyecek diyor Ladj Ly. 2005 yılında aynı bölgede yaşanan büyük isyanın tanığı olmuş kendisi. Olan biteni kamerasına kaydetmiş. Gerilimin doruğa tırmandığı ve çarpıcı final sekansında bir apartmanın merdivenlerinde yaşanan çatışmanın benzerine bizzat tanıklık etmiş. Öfkeli gençlerle kendini ve arkadaşlarını korumaya çalışan Stéphane’ı karşı karşıya getirirken, Hollywood usulü kahraman iyi polis kolaylığına kaçmıyor. Bu düzen değişmeden hiçbir şeyin düzelemeyeceğini ısrarla vurguluyor. ‘Sefiller’in evrenselliği yüreğimizi dağlıyor. Afrika kökenli Gwada’nın tepesi attığında, plastik mermi atan silahıyla küçük İsa’yı yakın mesafeden hedeflediği an Berkin Elvan geliyor aklıma. İçim bir kez daha yanıyor, kahroluyorum.

(03 Şubat 2020)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Göreceğiz, Duyacağız, Konuşacağız…: Peri: Ağzı Olmayan Kız

Üç maymun, hepimizin bildiği gibi “etliye sütlüye dokunmama” simgesidir. Ama biz, hayatın dayatmasıyla muhakkak görür, duyar ve konuşuruz. Bize, muhakkak kendi çıkarlarına ters geldiği için “sus, duyma, konuşma” diyenler olacaktır, onu da aşmanın yolunu bulacağız.

Can Evrenol, Cem Özduru’nun “Perihan” adlı çizgi hikâyesinden, Kutay Acun ile serbest uyarladığı filmde, nükleer bir santralin sadece insanları değil, doğayı ve tüm insani değerleri ne denli etkilediğini anlatıyor. Bugün, insanların karşı çıktığı ister hidro temelli olsun ister nükleer temelli, tüm doğal olmayan enerji merkezlerinin yakın bir gelecekte hepimizin yaşamını karartacağını izliyoruz.

Ellerinizden başka her şey…

Nâzım Hikmet, “Kuvâyi Milliye”de,
“Ve insanlar, ah, benim insanlarım,
yalanla besliyorlar sizi,
halbuki açsınız,
etle, ekmekle beslenmeye muhtaçsınız.
Ve beyaz sofrada bir kere bile yemek yemeden doyasıya,
göçüp gidersiniz bu her dalı yemiş dolu dünyadan.”

diyor, tam da filmdeki santral duyurusunu görmüş gibi.

Halkın refahı için denilerek açılan santralin, etkisiyle organları eksik çocuk doğumları artar, insanların yaşamı kararır… Ağzı Olmayan Kız, yani Peri koruculardan ormana kaçarak kurtulur. Orada kendisi gibi organları eksik çocuklarla buluşur.

Fantastik ama gerçekçi

Kıyamet filmi aslında “Peri”, kıyamet sonrası yaşananları anlatmaya çalışan, hepimizi şimdiden uyarmayı görev edinmiş bir film. Buna da bağlı olarak, “üç maymun” oynamanın bizlerin zararına olacağını gösteriyor.

Okulların ara tatilinde gösterime girmesini, sadece çocuk filmi olarak görme yanlışını doğurmamalı… Ailecek izlenmeli.

Ne amaçladığını bilen yönetmen, hedefinden sapacak hemen her şeyi (olabildiğince) ortadan kaldırmış. Bu başarısının bir göstergesi. İyi bir mekân bulunmuş ve gerçekten de iyi değerlendirilmiş. Küçük oyuncular, (yönetmenin bir başarısı daha bence) yorumlarında serbest bırakılmış ve çok da güçlü bir performansla tamamlıyorlar filmi.

Küresel iklim değişikliğiyle birlikte çevre kirliliğinin giderek arttığı dünyamızda, bu tür santrallere -tabii, aynı şekilde Kanal İstanbul’a da- karşı çıkmanın gerekliliğini anlatan Peri: Ağzı Olmayan Kız’ı hepimiz izlemeliyiz.

Peri: Ağzı Olmayan Kız
Yönetmen: Can Evrenol
Oyuncular: Elif Sevinç, Denizhan Akbaba, Özgür Civelek, Kaan Alpdayı, Sermet Yeşil, Mehmet Yılmaz Ak, Özay Fecht…
07 Şubat’tan itibaren gösterimde…

(01 Şubat 2020)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com