Kategori arşivi: Yazılar

Yaşamınız Gözlerinizin Önünden Geçsin

Aklından geçeni yüzüne yansıtmayanlar vardır, bilirsiniz… “Poker surat” dedikleri bu insanların ne sevindiği belli olur ne de üzüldüğü… En ufak bir kıpırtıyı, mimiği bile kaçırmamak için, dahası ondan yola çıkıp da düşüncesini yakalamayı istersiniz ama o fırsatı hiç tanımaz. Sadece size değil, kimseye vermez o fırsatı. Böylesi “donuk” insan sevilebilir mi? Kasap çengeli örneği kocaman bir soru işareti. Onu tanımlayana dek günler, aylar geçer…

İşte öyle biridir Jake, hayatını pokerden kazanan bir kumarbaz. Öylesine donuktur ki, sevgilisinin beklentisinden bile haberi yoktur. Öylesine kendisiyle ilgilidir ki, kızının taleplerini bile umursamaz. Öylesine şişik egoludur ki, çocukluk arkadaşlarını bile gözünü kırpmadan tehlikeye atar…

Senaryosunu da yazan, yönetip başrolünü üstlenen Russell Crowe, kumarbazlıktan çok insanları tahlil ediyor. Jake, çocukluk arkadaşlarını bir akşam evine davet eder ve hayatları boyu bir daha asla karşılaşamayacakları bir öneri sunar. Poker oynayacaklar ve kazananın parası inanılmaz çok olacak. Tek kural vardır: Ne istemeyebilirler -ki zaten o parayı duyanın bir el bile olsa oynamaktan kaçınması pek mümkün değildir- ne de oyunu yarım bırakabilirler.

Tam sosyolojik bir hesaplaşma olacaktır bu oyun. Hem değil mi ki, bizde de “kişiyi yolculukta tanırsın” denir… Çocukluktan bu yana bir arada olan, birbirleriyle dayanışma gösteren arkadaşlar, yıllar içinde farklı işlere girmiş farklı bir yol tutturmuş bile olsalar para her zaman her kapıyı açan bir anahtar olduğu için bu kez hem elde edecekleri kazancın hem de gelecekte yaşayacakları rahatlığın düşü ile mest durumdayken…

Tam o sırada…

İşte tam o sırada, “Olmaz ki, böyle de yatılmaz ki” diyor ya Orhan Veli, bilinen en güzel Fahriye Abla şiirinde, en tam da öyle… Olmaz ki, böyle de denk gelmez ki…

Ne olduğunu filmi izleyince görüp şaşıracak, belki kızacak, belki de sevineceksiniz.

Sanatın yaşam içerisinde belirleyici bir gücünün olduğunu, her türlü kötülüğü yeneceğini bir kez daha göreceksiniz. Tamam, kabûl, kumar parasıyla, haksızca elde edilmiş sanat eserleri ama koruyanının ve kollayanının olması; değer vermesiyle doğru orantılı geleceğe kalmasını sağlaması önemli.

Sahi, filmin bitiminde kumarbazın portresini yapan genç ressamın tuvaline yansıttığı duyguları ile sizin salondan çıkarkenki duygularınız arasında epey bir fark olacaktır, muhakkak.

Tehlikeli Oyun (Poker Face), duygu, gerilim, Yönetmen ve Senaryo: Russell Crowe, Oyuncular: Russell Crowe, Liam Hemsworth, RZA, Elsa Pataky, Aden Young, Steve Bastoni, Daniel MacPherson, Brooke Satchwell, Molly Grace, Paul Tasson and Jack Thompson… 25 Kasım 2022 tarihinden başlayarak gösterimde…

(24 Kasım 2022)

Korkut Akın

[email protected]

Erkek Egemen Bakışın Korkunç Ağırlığı: Kutsal Örümcek

Başınızı iki elinizin arasına alın, gözlerinizi kapayın ve bir an düşünün. Toplumsal yapı insanları ne denli etkiliyor? Bir başka şekilde soralım: Mahalle baskısı yaşamı nasıl ve ne kadar cehenneme çeviriyor?

İran’da, başörtüsü zorunluluğuna karşı çıkan kadınlar, Mahsa Amini’nin ahlak polisi tarafından öldürülmesinden sonra yüzlerini bile saklama ihtiyacı hissetmeden en merkezi yerlerde bile saçlarını açıyor. Bu, yeni bir İran’ın ufuktan doğduğunun göstergesidir.

Birkaç gün sonra, 27 Kasım’da birçok kentin ana meydanlarında olduğu gibi İstanbul’da Kadıköy’de yapılması planlanan “Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü” eylemlerinin İran’daki kadınların mücadelesinden farkı yok. Bütün ülkelerin kadınları, aynı gün “Kadın Yaşam Özgürlük” sloganını haykıracak ağız dolusu, cinayetlere ve haksızlıklara karşı öfkeyle…

Ali Abbasi’nin, Cannes’da En İyi Kadın Oyuncu ödülünü kazandıran filmi Kutsal Örümcek (Holy Spider), kenti seks işçilerinden temizlemeye kararlı bir adamın yaşattığı vahşeti, buna bağlı olarak da devletin kolluk güçlerinin, adaletle doğrudan ilgili olmasına karşın hiç de adil olmayan mahkemelerinin ve alabildiğine tutucu halkın savunması eşliğinde izliyoruz.

Said, Irak savaşından sonra kendisini boşlukta bulmuş, çocukları ve eşiyle iyi ilişkiler içinde görünse de içten içe “kahramanlık” peşinde olan inşaat işçisidir. Rahimi, polisin ve adliyenin yapmadıklarını ortaya çıkarmak ve öldürülen kadınların izini sürerek katili bulmak isteyen bir gazetecidir.

Rahimi, kendisini taciz eden gazete yönetmenini ifşa ettiği için işten atılmıştır. Olayları takip etmek amacıyla gittiği kentte yalnız bir kadın diye otele bile alınmak istenmez. Ancak askıntı olmak için gelen polis elini kolunu sallayarak girer, kimse de bir şey sormaz.

Said, eşini ve çocuklarını annesinin evine bıraktığı geceler motoruyla sokaklarda çalışan kadınların peşine düşer. Bir gecelik ilişki için evine aldığı kadınları boğarak öldürür.

Filmin önemli aşaması, Rahimi’nin bütün engellemelere karşın Said’i yakalatmak için çabalamasıdır. En sonunda, kendisini seks işçisi gibi gösterir ve Said’in motoruna biner. Akıllı ve cesurdur, bir şekilde kurtulur; tabii Said’i yakalatır, tutuklatır.

Asıl önemlisi bundan sonrasıdır. Neredeyse her şey yeniden başlamaktadır. Said yaptıklarını savunur, “deli raporu” alıp da kurtarmak isteyen önemli insanlara ve hatta adalet bakanlığının yetkililerine rağmen. Gazeteler (orada da yandaş basın var muhakkak ki) Said’in haklı olduğunu yazar. İnsanlar aralarında Said’i ve haklılığını konuşur. Hatta sokaklarda gösteriler yapılır Said’in iyi bir şey yaptığını iddia eden… Verilen idam hükmü üzerine yetkililer mahkeme kararının uygulanmayıp kurtarılacağına dair Said’i ikna ederler.

Filmin sonunda, Said’in oğlunun, babasından yana olduğunu söyleyerek küçük kardeşini de halıya sarıp öldürme uygulamasını göstermesi, sorunun ne denli büyük ve kalıcı olduğunun da işaretidir. Bizim ülkemizde de insanlar, söylentilere, hurafelere, cinlere, üfürükçülere inanıyor hâlâ. Hem eğitim zayıf, hem de insanlar körü körüne inanıyor söylentilere. İşin içine din katılınca ne eğri kalıyor ne haklı… Sonra da psikolojik sorunlarını yenmek için hastaneye gitmek yerine insan öldürmeye soyunuyorlar. Filmde anlatılan seri cinayetler bizim ülkemizdeki kadın cinayetleri, doktorlara saldırı ile birebir aynı.

Kutsal Örümcek (Holy Spider), duygusal, belgesel, gerilem, Yönetmen ve Senaryo: Ali Abbasi, Oyuncular: Mehdi Bajestani, Zar Amir Ebrahimi, Arash Ashtiani, Alice Rahimi, Sara Fazilet, Nima Akparbour… 25 Kasım 2022 tarihinden başlayarak gösterimde…

(22 Kasım 2022)

Korkut Akın

[email protected]

Silgiden Korksaydık Hata Yapmazdık

Mirza ve Mirhat ikiz kardeştir. Yoksul bir Diyarbakırlı ailenin okula da giden, birbirlerinden ayrılmayan çocuklarıdırlar. Biri idealist diğeri realisttir kendi deyimleriyle. Biri daha duygusal diğeri daha ataktır. Biri telekinetik enerjiyle bekçinin evinin camlarını kırarak ona ders (!) verebileceğini sanır. Diğeri, o gözlerini kapatmışken attığı taşla kırar… Sonuçta ikisi de mutludur. Bu iki kardeşin Diyarbakır sıcağında tek bir arzuları vardır: Havuza girmek. Güvenlikli, duvarlarla çevrili, özel bekçileri olan sitenin havuzunu gözlerine kestirseler de bekçi engelini aşmaları mümkün değildir…

Yoksul aile dedik ya, uyumlu, kendilerince kendilerini yetiştirmiş ama yetmediğini fark ettiğimiz aile de mutludur aslında. Kavga, kaç-göç yoktur. Birlikte oyunlar oynayarak, çocukların iyi yetişmeleri için sorular sorup yanıtlarını öğrenerek yaşayıp giderler.

İkizlerin bu kadar keyifli olması öğretmenin gözünden kaçmamıştır; hemen her derse gülümseyerek başlamak için bir espri yapmalarını ister. Okulda da her şey yolunda gitmektedir.

Güvenlikli, girilmesi yasak sitede yaşayan bir kızla çocukluk flörtü bile yaşayamasalar da, Surların duvarları arasında dolaşsalar da, aşağı mahallenin çocuklarından çekinseler de tek amaçları havuza girmektir.

Aydın Orak, kendisinin yazdığı sıcak, izleyiciyi sarıp sarmalayan, merak ettiren bir senaryo yazmış ve bunu başarmış. Yalın bir dili var filmin, atraksiyonlara girmeden, izleyiciyi yormadan çocukların o içten, o muhteşem oyunlarını izlettiriyor.

Doğan Güzel’in “Qırıx” karakterini anımsatan filmde, Aydın Orak, bir mesaj peşine düşmek yerine gündelik yaşamın yansımalarına odaklanmış. Belli ki iyi gözlemlemiş insanları ve mekânı. Belli ki izleyicinin yorumunu istemiş. Yönetmenin tiyatroculuğundan kaynaklı olsa gerek oyunlar biraz abartılı ve kamera karşısında…

Derdini anlatan bir film, öncelikle filmin süresi 93 dakika. Uzatmanın, sündürmenin gereği yok ve temposu da hiç düşmüyor… Belki bazı karakterler biraz daha ayrıntılı işlenebilirdi, çocukların, surların dibinde buldukları tabancanın filmin içinde bir “işe yarayacağı” (!) beklenebilirdi, o da izleyicinin muhteşem belleğine kalsın. Kültür Bakanlığı desteği de alan film aslında tam bir “öteki” filmi. Kürtler hep öteki olarak görüldüler ya… Bu açıdan da önemli bir film.

Sabırsızlık Zamanı artı bir yıldızı hak ediyor, kim ne derse desin.

Sabırsızlık Zamanı, duygu, Yönetmen ve Senaryo Aydın Orak, Oyuncular: Mirza ve Mirhat Zarg, Pelin Batu, Rıza Sönmez, İştar Gökseven, Ali Seçkiner Alıcı, Feride Çetin… 18 Kasım 2022 tarihinden başlayarak gösterimde…

(15 Kasım 2022)

Korkut Akın

[email protected]

Bardağın Dolu Tarafı… Tamirhane

Araba çalarken sahibinin kalp krizi sonucu ölmesi sonrasında olaylar beklenmedik bir şekilde gelişir. Keyifli, izlenirliği yüksek, temposu düşmeyen, güçlü kadrosuyla da yüksek gişe yapacak bir film Tamirhane.

Bir gazetede, filmin yönetmenliğini üstlenen Erkan Kolçak Köstendil’in, bir takımda kalecilik yaptığı haberi vardı. Orada, Köstendil, “Bir çocuk benden görüp bir kulübün altyapısına başlarsa bu bana yeter de artar.” diyor. Onun bu sözünü rehber alıp da seyircinin bu denli güçlü bir kadrolu ve tempolu filmi keyifle izleyeceğini öngörmek çok da zor değil.

Tabii ki, daha çok film çekilsin, daha çok insan sinemaya gitsin, daha çok izlensin filmler… Sanat her sorunun çözümünde hepimize yol gösterir, kurgu da, mizah da olsa.

Ancak…

Bir “ancak” var ama. İşte orası belirleyici. Aynı haberde Köstendil, içine sindiğini ifade ediyordu. Gerçekten içine sindiği doğru mu acaba?

Öncelikle herkes film çekebilir. Herkes resim de yapar, oynar da, heykel de yontar, şarkı da söyler… Beceremediğinin farkına kendisi var(a)mazsa, yaptığı işin yeterli olmadığını hedef kitlesi gösterir.

Bülent Şakrak’ın yazdığı ve önemli bir karakteri canlandırdığı Tamirhane’de senaryo rejiye göre çok daha ileride. Yönetmen biraz daha özenli olsa veya dersine çalışmış olsa senaryoyu taşıyabilirdi. Taşırdı da, çünkü kadro gerçekten çok iyi. Yönetmen oyunculara mizansen ver(e)mediği için olsa gerek, istenilen düzey yakalanamamış. Bu haliyle olmamış mı? Olmuş. Çok da izlenir. Dijital platformlarda da öne çıkar (televizyonlarda “bip”ler ve RTÜK sansürü nedeniyle izlemenin keyfi hiç kalmaz). Ancak popülerliği, bir süre sonra biter ve unutulur.

Eril dil, cinsiyetçi küfür

Bülent Şakrak, belki de gündelik dilde, hemen herkesin diline pelesenk olmuş cinsiyetçi küfürleri vara yoğa savuran karakterler yaratmış. Konuşmalardan onları çıkardığınızda ne konuştuklarını anlamak pek mümkün değil. Kadınların temel haklarının (referandum bile gündeme geldi de, temel haklarda referandum mu olurmuş, diyerek vazgeçildi, iyi de oldu) konuşulduğu, kadın mücadelesinin verildiği bu günlerde, bunca eril dil, çok da yakışık almadı düşünsel olarak. Ama hak vermemek de elde değil senariste, “para tatlı”.

Peki, unutulsun mu? Yazan da, yöneten de, oynayanlar da unutulmasını isterler mi? Hayır, tabii ki, istemezler. O zaman neden biraz daha çalışmazlar, neden titizlenmezler? Çünkü her şeyi biliyorlar değil mi? Onlarca filmde çalışmış ya da oynamışlardır muhakkak, deyim yerindeyse gözleri kapalı en iyisini yaparlar. Doğrudur, yaparlar, inanıyorum. Ama yine de inanmak yeterli gelmiyor.

Biz bu öyküyü biliyoruz…

Biraz dostluk, sorgusuz sualsiz bağlılık, platonik aşk, aralara biraz vurdu kırdı, birinin biraz daha zeki, diğerinin biraz daha ne derlerse yapması ve bol konuşma… Resmin estetik yanı olmasa da olur, çekim ölçeklerine kim bakar, seyirci zaten bunalmış ekonomik sorunların batağında… Ver gazı, biraz gülsün (futbol seyircisinin uluorta bağırıp küfretmesi gibi) boşalsın yeter… Bu ilişkinin arasına serpiştirilen birkaç (bilinen ve daha önce izlediğimiz) sürpriz, senaryonun o çok bilinirliğini silmiyor.

Erkan Kolçak Köstendil, yönetmen olmanın gerçekten meşakkatli ve zor bir süreçten geçilmesi olduğunu anlamıştır sanırım. Yeni filminde (umarım yeniden geçer kamera arkasına) hazırlık ve rejiye daha bir çalışarak “motor” diyecektir.

Tamirhane, mizah, Yönetmen: Erkan Kolçak Köstendil, Oyuncular: Nejat İşler, Rıza Kocaoğlu, Merve Dizdar, Erkan Can, Engin Hepileri, Bülent Şakrak… 11 Kasım 2022 tarihinden başlayarak gösterimde…

(09 Kasım 2022)

Korkut Akın

[email protected]

Denizin Sesini Duymak

Ablası Charlotte ölüm döşeğindeki Emily’ye ‘Uğultulu Tepeler’i nasıl yazdığını sorar. Yanıtı gayet basittir: ‘Kafamdakileri aldım kağıda döktüm’. Brontë kardeşlerin ortanca olanının 1848’de ölümünden bir yıl sonra tamamladığı ‘Wuthering Heights’ sadece İngiliz edebiyatının kilometre taşlarından biri olmakla kalmayıp, dünya yazınının en güzel romanlarından biridir. Viktorya döneminin püriten ahlâk düzeni içinde sıkışmış, yaşadığı ıssız Yorkshire bozkırlarından dışarı çıkmamış içe dönük Emily, kimilerine göre dünyanın gelmiş geçmiş en büyük aşk romanını nasıl yazabilmiştir. Aşkın yanı sıra kin, nefret ya da öç alma gibi duygular ve patladı patlayacak cinsellikle dolu şiirsel metnin ilham kaynağı nelerdir. İngiliz asıllı deneyimli oyuncu Frances O’Connor ilk yönetmenlik denemesinde bu sorulara yanıt aramak, rüzgârlı bayırın gizemini, otuzuna dahi varmamış genç kadının şifrelerini çözmek ister gibidir.

Emily farklıdır. Sanatçı ruhlu erkek kardeşi Branwell gibi özgürlüğün fikirde olduğuna inanmıştır. Dini dogmaların, güven vermez politikacıların bitmek bilmeyen hengamelerinin ardında yaşanası bir hayatın düşünü kurarlar birlikte. Hayatta insanı mutlu kılacak tek hakikat sevmek ve sevilmek değil midir. Genç kız kendini garip bir balığa benzetir. Yaşadığı küçük göletin durgun sularında mahsur kalmak ister. Rahip babasının yardımcısı William Weightman ondan yağmurun ve tepelerin uğultuları arasından denizin, okyanusların sesini hissetmesini ister. Ve Emily yakışıklı adama deli gibi tutulur. Brontë kardeşlerin kurdele dükkânındaki kız çocuğuna benzettikleri Weightman, önceleri paniklemesine karşın Emily’nin çekincesiz duygularına karşı koyamaz. Ancak çok geçmeden bu dar çevredeki itibarı ve saygınlığı için endişelenmeye, ölümcül bir günah işlediklerini, Emily’nin şiirlerinde ve cinsel arzularında günahkâr bir yan olduğunu düşünmeye başlar.

Serbest yorumu ile ‘Uğultulu Tepeler’in hangi dürtüler altında kaleme alındığının izini süren İngiliz sinemacı, Emily’nin annesinin ruhuna büründüğü başlardaki ‘maske oyunu’ ya da istasyon şefliğine uğurladığı erkek kardeşine lavanta kokulu çamaşırların ardından vedası gibi çok başarılı iki sahne ile rüştünü ispatlıyor. Nanu Segal’in karakterlerin bastırılamayan tutkularına eşlik eden hareketli kamerası, gaz lambası ve mum ışığında çektiği loş iç mekânlar ve yağmurun durmak bilmediği koyu gri dış mekân görüntüleri kusursuz. Abel Korzeniowski’nin fırtınalı duyguların tınladığı müzik çalışması O’Connor’ın başarısında bir diğer önemli etken. Oyunculara gelirsek, son dönemin yetenekli kadın oyuncusu Emma Mackey tutkulu ve zihni hür Emily’de ışıl ışıl parlarken, Dunkirk’den hatırladığımız Fionn Whitehead erkek kardeşte, ‘Görünmez Adam / The Invisible Man’in psikopat Adrian’ı olarak izlediğimiz Oliver Jackson-Cohen papaz yardımcısında başarılı yorumlarıyla dikkat çekiyor.

Klasik BBC biyografilerinden farklı yaratıcı yapısı ile yılın güzel sürprizlerinden biri ‘Emily’. Bu farklı deneyimi tüm sinema ve edebiyat tutkunlarına öneriyorum.

(04 Kasım 2022)

Ferhan Baran

[email protected]

Alternatif Aile Arayışları

Japon usta Hirokazu Kore-eda’nın bizde ‘Bebek Servisi’ adıyla gösterime giren Cannes Film Festivali’nden ödüllü son filminin özgün adı ‘Beurokeo’ (ya da İngilizce lânse edilmiş haliyle ‘Broker’) dilimizde ‘komisyoncu’ anlamına geliyor. Sözü edilen komisyonculuk işinde satışa sunulan meta ise yeni doğmuş bebekler. Bardaktan boşanırcasına yağan bir yağmur altında dik merdivenleri tırmanan So-young’un tedirgin adımları ile açılıyor film. Genç kadın tepesinde ışıklandırılmış bir haç bulunan ‘Busan Aile Kilise’sine yönelip, koynunda gizlediği bebeğini kilisenin dış duvarına yerleştirilmiş ‘beşik kutusu’na bırakarak ortadan kaybolduğunda biraz ötedeki arabada iki kadın polis olan biteni izlemektedir. Ancak So-young’ı gözetleyenler, kıdemli olanın ağzından ‘terk edeceksen doğurmayacaktın’ sözleri dökülen polisler değildir yalnızca. Kilisede yarı zamanlı olarak çalışan Soo-jin ile yoksul semtte bir kuru temizleme dükkanı işleten görmüş geçirmiş ortağı Sang-hyeon yeni terkedilmiş bebeği yasal yollarla evlât edinemeyen bir aileye pazarlamak için hiç beklemeden harekete geçer. Bebeğinin akıbeti için endişeye düşen genç annenin suç mahalline geri dönmesi ile de, kadın polislerin gizli takibi altında üç kafadarın paralı ve güvenli bir aile arayışı başlar.

90’lı yıllarda İstanbul Film Festivali programında yer almış ‘Maborosi’ ile başlayan uzun metraj kariyerini ilgiyle takip ettiğim auteur sinemacının Altın Palmiye kazandığı 2017 yapımı ‘Arakçılar / Manbiki Kazoku – Shoplifters’dan 5 yıl sonra Cannes’da ana seçkiye dahil olan yeni filmi, Kore-eda’nın son dönemindeki sevilen tarzını yansıtan dokunaklı aile dramlarına bir yenisini ekliyor. İlk kez ülkesi dışına çıkıp ‘Saklı Gerçekler / La Verité’ de Fransız sinemasının divalarından Catherine Deneuve ile Juliette Binoche’u bir anne – kız hesaplaşmasında buluşturan yönetmen, bu kez Cannes’dan en iyi erkek oyuncu ödüllü başrol oyuncusu –‘Parazit’in görkemli baba karakteri- Song Kang-ho’nun öyküsünden yola çıkmış ve bir kez daha gurbette, bu kez Güney Kore’de ülkenin ünlü oyuncuları ile çalışmış.

Özgün hikâyesi Kore-eda’ya ait olan bir önceki ‘Arakçılar’ ekonomik krizle sarsılan günümüz Japonya’sında aynı kandan olmayan yoksul insanların birbirlerine kenetlenerek bir aile kurması üzerineydi. Çağın getirdikleriyle geleneksel aile yapısının büyük ölçüde değişime uğradığını dile getiren sinemacı, sevgi ve özveriyle örülmüş aile bağlarının geçmişte kaldığını ifade ediyordu bir söyleşisinde. Kendi kurguladığı hikâyesinde, devletin sosyal politikalarını eleştirme niyetinde olmadığını, hali hazır durumda aile bireylerinin nasıl kenetlenebileceği üzerinde bir tartışma açmak istediğini ekliyordu.

‘Bebek Servisi’nin özgün hikâyesi yine bu minvalde, toplumun gerisinde kalmışların, terk edilmişlerin, görünmeyenlerin fark edilmesi için yeni bir çaba aslında. Bebek hırsızlarından genç olanı terkedilmiş bir yetimhane çocuğu. Keza istenmeyen bebeğini hayata getirmek için direnen genç anne, çocukluğu, genç kızlığı istismar altında geçmiş yetim çocuklardan bir diğeri. Sang-hyeon karakteri ise bir işte dikiş tutturamamış, borçları nedeni ile mafya ile başı dertte, karısının kızlarını yanına alarak terk ettiği kayıp bir ruh. Yaşanan kaçıp kovalama sürecinde bu üç kafadar, aralarına gizlice katılan 11 – 12 yaşlarındaki bir başka yetim çocuk ile birlikte alternatif bir aile özlemlerini gidermeye çalışıyor, tabii şartlar ne kadar elverirse.

Fakir ve sınırlarda yaşayan insanları seçerken, derdinin yoksulluğun dramını eşelemek olmadığını yineliyor sinemacı. Naif sineması ile önceliğinin aile kavramını tartışmaya açmak olduğunu vurguluyor. Japonya, Kore ya da başka bir diyar fark etmiyor, kan bağından ziyade ‘aile’nin ‘emek’ üzerine inşa edildiği tezi üzerine kafa yoruyor. ‘Arakçılar’ üzerine yazımı bitirirken ‘aile kavramı üzerine yeniden kafa yormak ve klişe kaçacak belki ama sıcacık bir film izlemek istiyorsanız kaçırmayın’ demiştim. ‘Bebek Servisi’nin yoksul semtlerde top koşturan, bir tutam aile sıcaklığı için birbirlerine sarılan yetim çocukları izlerken eski Yeşilçam’ın ve de özellikle Sadri Alışık filmlerinin hüznün neşeye karışan buruk tadını aldığımı söyleyebilirim. Evet, kurguyu da kimselere bırakmayan Kore-eda çektiklerine kıyamayarak filmini kısaltamamış, özellikle ikinci yarıda duygusal doz aşımından tekrara düşmüş ve bu yüzden ‘Arakçılar’ denli kusursuz olamamış belki ama yönetmenin sinemasını sevenler ‘Bebek Servisi’nde aradığını bulacaktır.

(30 Ekim 2022)

Ferhan Baran

[email protected]

Sosyal Hiyerarşi Üzerine Çeşitlemeler

Ödül avcısı yönetmen Ruben Östlund bu yıl yine turnayı gözünden vurdu ve Cannes’da prömiyerini yapan ‘Hüzün Üçgeni / Triangle of Sadness’ ile güçlü rakipleri arasından sıyrılarak sinema dünyasının en prestijli ödülü olan Altın Palmiye’yi ikinci kez kapmayı başardı. İsveçli sinemacının bizde ‘Turist’ adıyla gösterime giren 2014 yapımı ‘Force Majeure’den başlayarak gerek seyirci, gerekse eleştirmenler cephesinde hayli ilgi gördüğü bir gerçek. Gözlemci kamerası ve etkileyici mizansenleri ile insan davranışlarını absürd bir mizah anlayışıyla yoğurmuş olması filmlerine giderek artan ilginin nedeni olsa gerek. Aniden beliren bir tehlikenin aile dinamiğini alt üst etmesi üzerinden ilerleyen ‘Turist’te, çekirdek aileyi bir böcekbilimci edası ile mercek altına yatırmış, çatışmaya incelikli mizahını katarak erkeklik meselesi üzerine bir tartışma açmıştır. İyi kotarılmış bu muzip seyirlik, yönetmenin esin kaynağı olduğunu düşündüğüm bir Bergman ya da Antonioni derinliği beklenmemek kaydı ile rahatlıkla izlenebilir nitelikteydi.

Östlund’un Cannes’daki büyük çıkışı ise Pedro Almodovar başkanlığındaki jüriden ilk Altın Palmiye’sini kazandığı ‘Kare / The Square’ ile olur. Sosyolog annesinden aldığı mirasla davranışsal deneylerin izini sürmeye devam eden Östlund daha önce bir enstalasyon çalışması olarak sergilediği ‘Kare’ projesini beyazperdeye taşırken, çekirdek ailenin sınırlarını aşarak çok katmanlı bir toplumsal araştırmaya yönelir. Ana karakteri saygıdeğer küratör aracılığı ile birbirlerinden pek farkı olmadığını ifade ettiği çağdaş sanat müzelerini hedef alır bu defa. Bu kurumların çok para eden sanat eserleri toplamakla yetinen, dışardaki dünya ile ilgilenmeyen, yakıcı göçmen meselesini sömüren fırsatçı yaklaşımları ile hesaplaşmaya girişir. ‘Kare’nin simgeleştirdiği sevgi, güven ve dayanışmanın yerini daha çok kazanç hırsının yer almasından dem vurarak kapitalizm eleştirisini gündeme getirirken, küratör Christian’ın ağzından ‘varlığın eşit dağıtım sorununu biz çözemeyiz, dünyadaki kapitalizm böyle’ sözleri dökülür. Onun Amerikalı gazeteci ile tek gecelik seks ilişkisini yine beklenmedik bir tartışmayla noktalarken, çağdaş kadın – erkek ilişkisindeki karşılıklı güvensizliğin hınzır komedisini filmine yerleştirmeyi ihmal etmez. Ancak filmin asıl sürprizi, konuklarının büyük çoğunluğu sanat çevresinin gerçek aktörlerinden oluşan smokinli gala yemeği sekansıdır. ‘Maymunlar Cehennemi’ serisinde oyuncu antrenörü olarak da görev almış performans sanatçısı Terry Notary’nin davetli konukları terörize ettiği, maymun gibi hareket eden sanatçının bir kadın davetliye fiziksel tacizi karşısında diğerlerinin uzunca bir süre sessiz kalmaları üzerinden psikolojideki ünlü ‘seyirci etkisi’ni (bystander effect) gündeme getiren sinemacı, bunu ‘hepimiz birer sürü hayvanıyız, herhangi bir tehdit karşısında tüm bireyciliğimizle kendimizi dışarda tutmaya yöneliyoruz’ sözleriyle ifade eder. Östlund filminin festivalin ana yarışmada gösterilmesini en başından arzu etmiş ve Cannes galalarının (zorunlu) smokin giyen izleyicisinin kendileriyle aynı kostümü taşıyan sanat camiasından seçkin konukların başına gelenlerden nasıl etkileneceklerini hınzırca değerlendirmek istediğini açıkça ifade etmiştir.

İsveçli yönetmen pandemi döneminde çektiği ve 5 yıl aranın ardından Cannes’a getirdiği ‘Hüzün Üçgeni’nde oklarını bir kez daha kapitalist düzene yönlendiriyor. Bu defa eşinin mensubu olduğu moda dünyasından başlıyor işe. Yakışıklı erkek manken adaylarının seçmeleri ile açılıyor film. Filme adını veren üçgen terminolojisini ilk sahnelerde dile getiriyor. Üzgün yahut kederli bir ruh halindeyken iki kaşın arasında kırışan bölgenin modacı ağzı ile tanımlandığını öğrenmiş oluyoruz böylece. Gençlik ve güzellikleri ile gezegende müstesna bir yer kapma telâşındaki manken çiftin lüks bir restoranda uzun boylu tartışma sekansı, bizzat kendi deneyimlerinden ilhamla çağdaş cinsiyet rolleri ve erkeklik sorunsalı üzerine uzunca bir skeçten oluşuyor. Filmin ikinci bölümünde, manken çiftin sosyal medyanın gözde ‘influencer’ takımından dişi üyesi Yaya’nın kazandığı bir ikramiye ile ultra lüks bir gemi seyahatine çıkıyoruz. Kendisini ‘bok kralı’ olarak tanıtan gübre imparatoru Rus oligark ve görmemiş karısı ile silah taciri İngiliz yaşlı karı – koca’nın da aralarında yer aldığı zenginler sürüsünün şatafatlı gezisi önce büyük bir fırtına ile sarsılıyor, daha sonra bir korsan baskını ile alabora oluyor. İhtişam ve şatafatın yerini kusmuk ve dışkının aldığı bu kasırgadan kurtulabilen sayılı yolcunun ıssız bir adadaki serüveni filmin son bölümünü oluşturuyor. Yolculuğun bu son noktasında hiyerarşi ve sınıfsal rollerin yeniden yazıldığı bir hayatta kalma mücadelesi yaşanacaktır.

Östlund’un kâğıt üzerinde hayli ilginç duran hikâyesi, İspanyol asıllı büyük sinemacı Luis Bunuel’in 1972 yapımı ‘Burjuvazi’nin Gizli Çekiciliği / Le Discret Charme de la Bourgeoisie’den Fellini evrenine (bkz. ‘Ve Gemi Gidiyor / E La Nave Va’), Marco Ferreri’nin 1973 yapımı ‘Büyük Tıkınma / La Grande Bouffe’undan, dalgaların esir aldığı gemideki bitmek bilmeyen istifra sekansı ile Monty Python’ın Cannes’dan ödüllü 1983 yapımı ‘Hayatın Anlamı / The Meaning of Life’ın antolojilere geçmiş ünlü restoran sahnesine göz kırpıyor. Sağcı Rus oligark ile Woody Harrelson’ın canlandırdığı Amerikalı sosyalist kaptan arasındaki aşık atışmasına benzer söz düellosu tüm bu kargaşanın tuzu biberi oluyor. Esinlendiği büyük filmlerden sahneleri skeçler halinde sıralayan Östlund ıssız ada bölümünde maalesef çuvallıyor ve bu noktada anlatının mizah dozu ‘Recep İvedik’ serisine teğet geçiyor. Gelin görün ki Vincent Lindon başkanlığındaki Cannes jürisi, Park Chan-wook imzalı ‘Ayrılık Kararı / Decision to Leave’ gibi bir başyapıt dururken ya da çok daha yakıcı benzer bir kapitalizm eleştirisi sunan yarışma filmlerinden Albert Serra imzalı ‘Pacifiction’u görmezden gelerek İsveçli sinemacının abartılı fantezisine prim vermeyi tercih etmiş. Serra’nın Fransız sömürgesi Tahiti adasında geçen, düşsel bir üslûpla siyaset batağında emperyalizmin kokuşmuşluğunu sergileyen filminin gezegenin gidişatı üzerine ürkütücü tasvirinde başrolü nükleer yarış heveslisi Fransa’ya vermiş olması Lindon’u rahatsız etmiştir belki de. Kişisel olarak, Östlund’un gösterişli ve sansasyonel sinemasının yarınlara kalmayacağını düşünenlerdenim.

(28 Ekim 2022)

Ferhan Baran

[email protected]

Beden Bir Mucizedir

‘İyi Şanslar Leo Grande / Good Luck To You, Leo Grande’, kocasını iki yıl önce kaybetmiş emekli öğretmen Nancy Strokes ile çekici seks işçisi Leo Grande’nin mütevazı bir otel odasında ilk buluşmasının şaşkınlığı ile açılıyor. Öyle ya, ununu elemiş eleğini asmış, iki yetişkin çocuk sahibi eğitmenin böylesi bir ortamda ne işi vardır. O da uzun uzun düşünmüş, önceleri tereddütle geri adımlar atmış ama nihayetinde aynı adamla 30 küsur yıl yaşadığı anlamsız cinsel hayatında kaçırdıklarını ahir ömründe deneyimleme arzusunun önüne geçememiştir. Partneri Leo’nun beklediğinden çok daha cezbedici bir atletik yapıya sahip olması, yaşını başını almış kadının ürkek telâşını başlangıçta pek gideremese de, İrlanda asıllı genç adam yalnızca fiziksel görünüşü ile değil, zeki, çapkın ve şefkatli yaklaşımıyla kısa zamanda Nancy’nin aklını başından alacaktır.

İki kadının ortak çalışmasıyla, Katy Brand’in özgün senaryosundan Sophie Hyde’ın yönettiği bu minik bütçeli bağımsız yapım, tüm iddiasız tavrı ve küçük hacmi içinde göz ardı edilmiş çok önemli bir meseleye parmak basıyor. Yıllarca din bilgisi öğretmenliği yapmış, hep söylenenlere uymuş, kuralların dışına hiç çıkmamış, liseli kızların etek boyu ile uğraşırken alabildiğine görmezden geldiği cinselliğini hiç yaşamamış Nancy’nin yakışıklı seks işçisi ile aynı otel odasında gerçekleşen dört ayrı buluşması üzerinden bedenin zevklerine uzanan kapıları ardına kadar açıyor, cinselliğe dair tartışmaları ateşlerken değerli olanın vücudun görünüşünden ziyade iki bedenin arzulu ahengi olduğu gerçeğinin altını çiziyor.

İlk buluşmalarında gerçek kimlikleri başta olmak üzere her ikisi de bir şeyler gizliyor, ancak ilerleyen süreçte karşılıklı olarak birbirlerinden bir şeyler öğrenmeye başlıyor. Şefkat, sevecenlik ve bedenin arzuları ekseninde aralarında sahici bir içtenlik doğuyor. Nancy’nin yaşadığı macera onu tümden değiştirecek, yılların doğal olarak yıprattığı bedenini aynada seyretmekten utanç duymayacaktır artık.

Alçakgönüllü bir oda oyunu tadında ilerleyen hikâye, Emma Thompson denen büyük oyuncunun varlığı ile büyüyor. Ancak beklenmedik sürpriz, sinemadaki ilk önemli rolünde Daryl McCormack’den geliyor. Atletik fiziği ile göz dolduran genç aktör, tatlı peri masalının ateşleyici gücü olarak deneyimli partnerinin karşısında ezilmeden parlak bir oyun veriyor. Bu etkileyici filmi ve hakkında yazdıklarımı, yıllardır savunduğu görüşlerini dile getirdiği için çok seveceğini tahmin ettiğim sevgili Billur Kalkavan’ın anısına ithaf etmek istiyorum.

(27 Ekim 2022)

Ferhan Baran

[email protected]

21. Filmekimi’nden Cannes İzlenimlerim

İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV)’nin kentimize armağanı olan Filmekimi etkinliği bu yıl 07 – 17 Ekim tarihleri arasında bir kez daha sinemaseverlere yeni sezon coşkusunu yaşattı. Bu yıl 21. kez düzenlenen sinema günleri her sene olduğu gibi ağırlıklı olarak Cannes Film Festivali’nin ana programından seçilmiş seçkin yapımlardan oluşmakta idi. Cannes şenliğini yerinde izlememiş olanlar için tam anlamıyla bir şölen niteliğindeki seçki Kadıköy Kadıköy’den Sinematek / Sinema Evi’ne, Nişantaşı City’s Cinewam’den Beyoğlu Atlas’a ülkemizin gösterim koşulları açısından en mükemmel sinema salonlarında yoğun bir ilgiyle izlendi.

21. Filmekimi’ni çok iyi bir film ile açtım. Mayıs ayında Cannes’da dünya prömiyerini yapan, İzlandalı yönetmen Hlynur Pálmason’un imzasını taşıyan ‘TANRININ UNUTTUĞU YER / Vanskabte Land – Volada Land’ın Danca ve İzlanda dilindeki özgün isimleri ‘Berbat ya da Lanetli Topraklar’ anlamına geliyormuş. Film 19. yüzyıl sonlarında Danimarkalı bir rahibin ülkenin idaresi altındaki ıssız İzlanda topraklarına kilise inşa etmek için misyoner olarak gidişi üzerinden, doğa, din, insanlık, ahlak meselelerini tartışıyor. Yönetmen genç rahibin fotoğraf makinesi ile yöre ve insanlarını kayda almasından ilhamla yaklaşık 2,5 saatlik filmini kare ekran olarak çekmiş. Seyirciden emek bekleyen bu çabanın her bir anı fotoğraf güzelliğindeydi. Film satın alınmış, umarım sinemalarda gösterilir ve de üzerine daha uzun konuşur tartışırız.

Filmekimi’nde kişisel Cannes serüvenim çok sevdiğim yönetmen Cristian Mungiu’nun bu yıl festivalin ana seçkisinde yer almış olan ‘R.M.N.’ isimli son filmi ile sürdü. Romanya özelinde Batı Avrupa’yı sarmış olan akıl almaz boyutlara ulaşmış ayrımcılık sorununu yüksek perdeden dile getiren usta sinemacı hayatını düzene sokamamış Matthias’ı ülkenin bir simgesi olarak kullanıyordu. Vizyona girdiğinde hakkında daha detaylı konuşmayı ümit ettiğim film fantastik finaliyle vurucuydu.

Filmekimi’nde günümü gün eden film ise Cannes Film Festivali’nden en iyi yönetmen ödülüyle dönen Park Chan-wook imzalı ‘AYRILMA KARARI / Heyojil Kyolshim’ oldu. Koreli usta sinemacı ilk döneminin kara filmlerine dönüş yaptığı yapımda bir polis ile cinayet zanlısı arasında gelişen tutkulu aşkın hikâyesini şaşırtıcı bir üslûpla, yaratıcı yönetmenlik tercihleriyle anlatıyor ve unutulmaz finaliyle sinemaseverleri büyülüyor. Vizyona girdiğinde son jenerikte yer alan, film ile organik bağlantılı o güzelim aşk şarkısı (‘Sis’) ve alt yazı ile sunulan sözlerinin tadına varmadan sinema salonunu terk etmeyin diyorum.

Yine Cannes 2022 ana yarışma bölümünde yer almış olan ve Katalan yönetmen Albert Serra imzasını taşıyan ‘PACIFICTION’ izleyicisini hipnotik bir tropik yolculuğa çıkarıyordu. Fransız sömürgesi Tahiti adasında geçen kurgu hikaye düşsel bir üslûpla siyaset batağında emperyalizmin kokuşmuşluğunu sergilerken, nükleer yarış heveslisi Fransa özelinde gezegenin gidişatı üzerine üzerine ürkütücü bir tasvire girişiyor. Final sekansı Dante’nin cehennemini anımsatan bu ilgiye değer filmin gösterime gireceğini sanmıyorum. Filmekimi’nde kaçırdıysanız muhtemelen MUBI’de karşınıza çıkacaktır

Cannes 2022’den en iyi senaryo ödülü ile dönmüş olan ‘CENNETTEN GELEN ÇOCUK / Walad Min Al Jalla’ Mısırlı yönetmen Tarık Saleh imzasını taşıyordu. Sünni İslam dünyasının en güçlü dini merkezlerinden El-Ezher Üniversitesi’ne burslu kabûl edilen fakir balıkçı çocuğu Adem’in siyasi ve dini odakların acımasız güç mücadelesinde masumiyetini kaybedişi üzerinden ilerleyen bu sürükleyici politik gerilim tadındaki film satın alınmış, önümüzdeki aylarda ticari gösterime girmesi muhtemel.

İzlediğim bir diğer film olan ‘LEYLA VE KARDEŞLERİ / Baradaran-e Leila’ İranlı yönetmen Said Rustayi’nin bu yıl Altın Palmiye için yarışan son filmiydi. İran sinemasının tanınmış oyuncularının yer aldığı yapım, borç batağında bunalmış bir ailenin hikâyesi üzerinden ataerkil toplum yapısını ve ülkenin içinde bulunduğu çıkışsız ekonomik darboğazı eleştiriyor. 40 yaşındaki Leyla işsiz güçsüz erkek kardeşleri ve katır gibi inatçı babasını ikna edecek bir çözüm arayışındayken, Rustayi kolaylıkla melodrama kaçabilecek hikayeyi mizahı eksik etmeden anlatmayı yeğlemiş, Trajikomik final bölümüyle izleyeni derinden etkilemeyi başaran bu ilgiye değer film vizyona girmeyecek muhtemelen ama MUBI’den izleyebileceksiniz.

‘MAVİ KAFTAN’ ya da Fransızca özgün adının çevirisi ile ‘Kaftanın Mavisi / Le Bleu du Caftan’ bu yıl festivalin (Emin Alper’in ‘Kurak Günler’inin de yer aldığı) ‘Un Certain Regard’ seçkisinde Uluslararası Eleştirmenler Birliği FIPRESCI ödülünü kazandı. Daha sonra Fas’ın Oscar adayı seçilen film ülkenin önde gelen yönetmenlerinden Maryam Touzani’nin imzasını taşıyor. Üç ana karakter etrafında dönen hikâyesini yakın planlar üzerinden kuran sinemacı, bastırılmış arzuları bakışlar ve sessiz anlarla ifade etmede gayet yetkin. Film ikinci yarısında biraz tekrara düşse de geleneksel nakış ustası (mâlim) Halim’de usta oyuncu Saleh Bakri’nin mükemmel yorumu ve son derece çarpıcı finali ile gönülleri fethediyor.

Filmekimi yolculuğumda Cannes’dan bir diğer film olan ‘SEKİZ DAĞ / Le Otto Montagne’ İtalyan yazar Paolo Cognetti’nin dilimize de çevrilen romanından uyarlanmış olup ‘Brokeback Mountain’ yazarı Amerikalı romancı Annie Proulx’dan alıntıyla ‘dağlara bir kez olsun özlem duymuş bizim gibi insanlar için çok yoğun ve insanın içini sızlatan bir hikâye’ anlatıyordu. Festivalden Jüri Ödülü ile dönen filmin yönetmenleri 2012 yapımı ‘Kırık Çember / The Broken Circle Breakdown’ ile hayranlığımızı kazanmış Belçikalı sinemacı Felix van Groeningen ile oyuncu eşi Charlotte Vandermeersch. Film bir ömürlük dostluğun, şehirli Pietro ile dağ çocuğu Bruno’nun yıllar içinde her karşılaşmalarında paylaştıkları aşkları, kayıpları, aileleri, yazgıları üzerinden sakin bir ırmak gibi ilerliyor. Özellikle doğa tutkunlarının derinden etkileneceği bu zarif filmin sinemalarda gösterime girmesini diliyorum.

Filmekimi’ni Cannes 2022′nin en güzel filmlerinden biri ile kapattım. 2018 yapımı ‘Girl’ ile parlak bir çıkış yapan Lukas Dhont, festivalden Büyük Jüri Ödülü ile dönen ikinci uzun metrajı ‘YAKIN / Close’da yine bir büyüme öyküsünden yola çıkmış. 13 yaşındaki Léo ile Rémi’nin can arkadaşlığı, okuldaki çocukların zorbalığı ve erkeklik dayatmalarına karşı koyamıyor. Gerisi bir trajedi. Jeanne-Pierre ve Luc Dardenne esini taşıyan yapım (özellikle bkz. ‘Oğul / Le Fils’), ‘Yaşamın Kıyısında / Manchester by the Sea’den beri izlediğim en kederli film belki de. Belçikalı yönetmen duygu sömürüsünden özellikle kaçınmış, tıkır tıkır işleyen senaryosu, ağırlıklı olarak yakın plan yönettiği genç oyuncuları ve anne Sophie’de Dardenne kardeşlerin unutulmaz Rosetta’sı Emilie Dequenne’in yeteneklerinden sonuna dek yararlanmış.

Cannes 2022 Altın Palmiye seçkisinin birkaç tanesi hariç tüm filmleri 21. Filmekimi programından Başka Sinema dağıtımı ile çok yakında gösterime gireceği ilan edilen Hirokazu Kore-eda (‘Bebek Servisi / Broker’), Ali Abbasi (‘Kutsal Örümcek / Holy Spider’), Claire Denis (‘Öğle Güneşinde Yıldızlar / Stars at Noon’) ve Kirill Serebrennikov (‘Çaykovski’nin Karısı / Zhena Chaikovskogo’) filmlerini vizyona saklamayı yeğledim. Bu yıl büyük ödül Altın Palmiye’yi kazanan Ruben Östlund filmi ‘Hüzün Üçgeni / Triangle of Sadness’ ise bizde festivallere uğramadan 28 Ekim tarihinde sinemalara geliyor. İyi film özleyen tüm sinemaseverlere buradan selam olsun.

(19 Ekim 2022)

Ferhan Baran

[email protected]

Sanatlarıyla İz Bıraktılar

Arkanıza yaslanıp da gözlerinizi kapattığınızda, aklınızdan geçenlerin (toplumsal umutlar, kişisel hüzünler, mutlu sevinçler vb.) hemen hepsi sizi siz yapandır aslında. Belleğinize işleyen, en olmadık zamanda, en olmadık şekilde aklınıza gelen o tatlar duyarlılığın da simgesidir bir bakıma.

Kimi öncelikli sevinçlerini anımsar, kimi şarkılarla, kimiyse filmlerle canlanır gözlerinizde. Çınlar kulaklarınız. Doğrudur, insanın bu duyguları olmasaydı ne farkı kalırdı diğerinden. Sonra koşar anlatmaya, aktarmaya başlarsınız, çünkü yalnız bırakmaz o duygular sizi. Aktardıkça büyür, genişler, o birlikteliğin coşkusunu hissedersiniz. Yol açılmıştır artık, birlikte yürürsünüz, çoğalarak.

Sinema en büyük gücümüz…

Belli bir yaşın üzerindekiler için beyazperdenin büyüsü asla unutulmaz; ne televizyon silebilir o etkiyi ne de ekonomik zorlukların baskısı; varsa yoksa sinemadır. Çocukluğun (ve tabii gençliğin de) temiz, duru, içten ve sımsıcak duygularının unutulması mümkün değildir. Geçin yılları, yolları; su içmeyi unutursunuz da sinemanın içinize işleyen o hevesini asla unutmazsınız. Sağlığınızı yitirseniz de aklınızın bir köşesinden hep capcanlı bakar filmler, oyuncular…

Mesut Kara, o duyguyu çocukluğunda damarlarında hisseden, bir daha asla bırakmayan, alabildiğine yalın ve bir o kadar da ayrıntılı anlatanlardan biri. Film çekemezse dergi çıkarır, dergi çıkaramazsa söyleşi yapar, o da olmazsa kitap yazar. Ne umudu üzer ne başkasının üzmesine izin verir. Mesut’u tanıyan mesuttur hep.

Sinemaya bağlılığı bir vefadır onun; yaşamının belirleyicisidir çünkü. Filmlerle, yönetmenlerle, oyuncularla, büyülü beyazperdeye yansıyan hayatlarla nefes alır çünkü. Anlattıkları belki bilinendir, ama onun dilinden dinlemek, okumak daha bir farklıdır ve hep elinizin altında olmasını istersiniz.

Bu vefalı insana vefa gösteren Klaros Yayınları, Mesut Kara’nın kitaplarını yayımlıyor bir süredir birbiri arkasına. Bu, “bütün eserleri”nin 9.su; daha da artacağından başka. Biliyoruz ki, Mesut Kara okuruyla buluşuyor Evrensel Gazetesi’nde her hafta bir sinema yazısıyla… Biliyoruz ki, daha çok proje oluşturuyor güç bulsa da gerçekleştirse diye…

İz bırakanlar…

Beyazperde üzerine yansıyan hayalet görüntü artık yaşamın içine giriyor teknolojinin maharetiyle. Sanal bir dünya oluşturuyor izleyeninin de bir parçası olduğu ve kendisini saran duvarları yıkıyor birer birer. O zaman işte, geçmişini bilmeyenler geleceği kuramazlar.

Sinemanın geçmişini, bir masalcasına yumuşak ve anlaşılır bir dille belleklerimize nakşeden Mesut Kara, “Sanatlarıyla İz Bırakıp Geçtiler Hayatımızdan” diye adlandırdığı oyuncuları, yönetmenleri anlatıyor biz okurlara, gelecek kuşaklara.

Kimler yok ki… Muhsin Ertuğrul’dan Alp Zeki Heper’e, Ö. Lütfü Akad’dan Halit Refiğ’e, Yavuz Özkan’dan Zeki Ökten’e yönetmenler. “Karpuz kabuğundan gemiler yapan” sinemacıların en güzellerini buluşturuyor bizimle. Hepsini saymak sayfayı adlarla doldurmak işin kolayı, ama Tarık Akan’ı, Fatma Girik’i, Necdet Tosun’u ve oğullarını, Kemal Sunal’ı, Ayşen Gruda’yı, Aytaç Arman’ı anmadan geçmek de olmaz yani. küçük İskender de yer alıyor, Kartal Tibet de, Neyzen Tevfik de, Agah Özgüç de, İlhan İrem de var yaşamımıza bir yerinden muhakkak dokunan.

Mesut Kara, belgeselci de olduğu için yalınlığından ödün vermeden, süslemeden anlatıyor bu sevdiklerimizi… Onları kendi belleklerimizdeki halleriyle, okuduklarımızı da üzerine katarak bir kez daha anıyoruz. Ben inanıyorum, sizin de bir anınız vardır muhakkak bu iz bırakanlarla… Kiminin sesi, kiminin görüntüsü, kiminin çalgısından dökülen nağme, kiminin bir dizesi sizi taşıyacaktır anılar denizinin üzerinden kendi ülkenize…

Sanatlarıyla İz Bıraktılar Geçtiler Yaşamımızdan
Mesut Kara

Sinema (anılar, belgeler, bilgiler)
Klaros Yayınları, Ağustos 2022, 132 s.

(18 Ekim 2022)

Korkut Akın

[email protected]

Güzel Bir Sabah

2022 Filmekimi kapsamında Kadıköy Sineması’nda izleme fırsatı bulduğum Un Beau Matin / One Fine Morning / Güzel Bir Sabah, Fransız yönetmen Mia Hansen-Løve’ın altıncı uzun metrajı imiş, benim ise izlediğim ikinci filmi.

Sinema kariyerine oyuncu ve ‘Cahiers du Cinéma’ dergisinde film eleştirmeni olarak başlayan Hansen-Løve’a ait 2021 yapımı Bergman Island / Bergman Adası filmini izlediğimde kendine has tarzından etkilenmiş ve yönetmenin diğer filmleriyle ilgili minik bir araştırma yaptıysam da başka izleme fırsatı bulamamıştım. Oyunculuğunu çok beğendiğim Lea Seydoux’un yönetmenin bahsetmekte olduğumuz son filminde oynadığını öğrenince bu iki kadının birlikte nasıl bir iş çıkardığını oldukça merak ederek aldım biletimi.

Öncelikle şunu söylemeliyim ki sadece iki filmini izlemiş olsam da yönetmenin sade ve küçük hikâyeleri devleştirebilme yeteneği olduğunu hissediyorum, en azından izlediğim iki filmi de bunu geçiriyor seyirciye bana sorarsanız. Devleştirme derken iki filmde de büyük olaylar, şoke edici gelişmeler, katarsisler gerçekleşmiyor ancak hikâyenin etkisi devleşiyor sanki, anlatılan hikâyenin kendisinin kâğıt üzerindeki naifliğiyle kıyaslandığında.

Güzel Bir Sabah adlı filmin hikâyesi Fransa, Paris’te geçiyor. Önce Seydoux’un canlandırdığı Sandra karakteriyle tanışıyoruz. Kendisi başarılı bir mütercim tercüman ve Paris’te 9 yaşlarındaki kızıyla yalnız yaşıyor. Kısacık saçlı, aşırı derecede sade giyinen, makyaj yapmayan, sessiz, uyumlu bir kadın Sandra. Çalışmadığı zamanlarda hasta babasının evine giderek onunla yakından ilgileniyor. Babası Georg herkesin hayranlık ve saygı duyduğu bir felsefe öğretmeniyken zor bir hastalığa yakalanmış. Sandra’nın anne babası zamanında ayrılmışlar ve babası başka bir kadınla evlenmiş. Hastalığı dolayısıyla zihni bulanık olan babanın ağzından düşürmediği tek isim ise yeni eşi. Hastalık durumundan dolayı bir bakımevine yerleşmesi gerektiği kararını ise ailece karar vermek zorunda kalıyorlar, Sandra’nın annesi, annesinin yeni eşi, Sandra’nın kız kardeşi ve eşi, Sandra. O bakımevi senin bu bakımevi benim dolaşıyorlar ve bazı sorunlar yaşandığında hemen yeni bir bakımevine alınıyor yaşlı adam. Babasına düşkün ve hassas Sandra için zor günler…

Sandra çalışmadığı ve babasıyla ilgilenmediği zamanlar ise kızıyla veya tek başına parka gidiyor, yürüyüş yapıyor. Bu yürüyüşlerin birinde kaybettiği eşinin arkadaşlarından Clement ile karşılaşıyor. Bu karşılaşma sonrası Clement ile sık görüşmeye başlıyorlar ve hızlı bir şekilde aralarında bir çekim oluyor ancak Clement’in başka bir şehirde eşi ve çocukları var. Clement ve Sandra’nın yaşadığı aşk ise tutkulu ve gerçek. Clement Sandra’ya karşı hep dürüst oluyor ve ara ara “Bu ilişki bu şekilde devam edemez” diyerek eşinin, çocuklarının yanına dönüyor ama daha sonra yine kendini Sandra’ya çekilmiş olarak buluyor.

Sandra hayatının tüm aşamalarında pasif bir tutum sergilemek durumunda kalmış görünüyor. Babası için elinden gelen mücadeleyi verse de onun elinde olmayan durumlar var ve bu onu üzüyor.

Clement’e ise vazgeçilmez derecede aşık ancak onun da gelip gitmelerine karşı hiçbir tavır sergileyemiyor, sadece ergenliğe yeni girmiş genç kızlar gibi sevgilisi gelince seviniyor, gidince üzülüyor ve ondan gelecek bir cep telefonu mesajına hasret günler geçiriyor.

Sandra babasının gün geçtikçe hafızasını daha çok yitirmesine, kendisini neredeyse hiç hatırlamamasına, tek sayıkladığı kişinin ikinci eşi olmasına aslında çok içerliyor, kalbi çok kırılıyor. Ancak babasını ziyaret etmeye, onun isteklerini karşılamaya devam ediyor. Kendi hayatını yaşamak adına sınırlarını da koymaya çalışıyor ve bir ölçüde başarabiliyor diyebiliriz.

Aşık olduğu adamın da her şeyi bırakarak ona gelmesini, sadece onun olmasını istiyor elbette ama ailesini bırakamamasını da bir yerde anlıyor ve canı çok yansa da sevdiği adamın bir gün tamamen ona geleceği günü beklemeyi, bu umutla yaşamayı tercih ediyor.

Bu hikâyeyle yönetmen bir açıdan bize sevginin bedellerini betimlemeye çalışıyor sanki. Bizi ne kadar incitse de hayatımızda sevgi olmadan devam edemediğimizi açık ediyor.

Babasının hayatta en çok değer verdiği şey olan kütüphanesi ve yüzlerce kitabını ne yapacaklarını şaşırıyorlar ailece evi boşaltırlarken ve çoğunu ona hayran öğrencilerine vermeye karar veriyorlar. Öğrencileriyle sohbet ederken Sandra bir yerde, babası hâlâ yaşamaktayken bile, onun ruhunu ancak bu kitapların arasında hissedebildiğini, bakımevinde yatmakta olan bedenin sadece bir araç olduğunu, babasını babası yapan şeyin bu kitap seçkisi ve bu bilgiler ışığında yarattığı dünya olduğunu söylüyor. Gerçekten de sevdiğimiz kişilerin sevdiği, kıymet verdiği şeyler onları yaşatmaya devam eden önemli detaylar haline geliyor. Bu noktada film başrole babayı da alıyor, hastalığından dolayı tanıyamadığımız bu adamın sağlığındaki yaşamında kendine ve çevresine kattıklarını müzikler, kitaplar sayesinde biraz da olsa koklamış oluyoruz sanki. Bir gün Sandra babasının günlüğünü buluyor ve günlüğüne hastalığının başlarında yazmış olduklarını okuyor, babası hafızasını yitirmekten korktuğu için kendi hayat hikâyesini bir anı kitabı olarak yazmak istediğini not almış ve kitabın adı da: Güzel Bir Sabah olacakmış. Ne yazık ki bu otobiyografik kitap hiçbir zaman yazılamayacak ama fark ediyoruz ki Georg, ailesine, öğrencilerine kattıklarıyla yaşayacak… Yakın bir akrabamın bakımevinde olduğu, hayatta en sevdiğim insan olan anneannemi de yeni kaybettiğimiz bir dönemde bu filmi izlemiş olmamın beni kişisel olarak ayrıca etkilediğini söylemem gerek.

Filmin en büyük artısı ise bu denli duygusal yönü ağır basan, gerçekçi, hayatın içinden konulara rağmen, filmin ambiyansının hafifliği, hafif mizahi bir dille o ağır yükü üzerimizden alışının başarısı. Mekânlar, giysiler, diyaloglar renkli, lezzetli. Gözleriniz yaşlı çıkmıyorsunuz salondan ama filmin etkisi üzerinizde bir süre kalıyor. Seydoux, sevgilisi rolünde Melvil Poupaud ve babası rolünde Pascal Greggory bu gerçekçi hikâyeye oyunculuklarıyla çok şey katıyorlar. Güzel Bir Sabah, güzel bir sabah pencereden baktığınızda göreceğiniz bir kuşun size mutluluk vermesi ve rüzgârın sizi üşüterek tedirgin etmesi kadar gerçek ve doğal bir film.

(18 Ekim 2022)

Melis Zararsız

Bu Gülümseme Dostça Değil

Çocukluk travmalarının üstesinden gelmek hiç kolay değil. 10 yaşındayken annesinin intiharına tanıklık etmiş olan Dr. Rose Cotter’ın Acil Psikiyatri Birimi’nde zaman mefhumu olmaksızın gece gündüz çalışmak suretiyle yaralı ruhlara şifa dağıtmayı geçmiş acılarıyla başa çıkabilmenin bir yolu olarak seçmiş belli ki. Lâkin çaresiz Laura ile karşılaşması onu geçmişinin karanlığına doğru dönülmez bir yola sokacaktır. Genç kadın kendinden başka hiç kimsenin göremediği, ona bir şeyler fısıldayan varlıktan söz eder. Tanıdığı veya tanımadığı insan yüzlerinin maskını alan, hayatını ve zihnini suratında hiç de dostane olmayan musallat bir gülümseme ile kontrol altına alan doğaüstü bir güçtür bahsettiği. Doktorun halüsinasyon tanısına şiddetle karşı çıkan genç kadın yüzünde beliren şeytani gülümseme ile korkunç bir biçimde hayatına son verirken Rose için hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.

Haftanın özellikle korku türünün hayranları için güzel bir sürprizi olan ‘Gülümse / Smile’ işte böylesine dehşetengiz bir girizgâh ile açılıyor. Olayın etkisi altında kalan Rose, daha sonra gündelik hayatında açıklayamadığı olaylar sonucu bir kâbusun içine düşüyor. Hayatta kalmak ve hayatını ele geçirmeye çalışan dehşetin etkisinden kurtulmak için sıkıntılı geçmişi ile yüzleşmek zorundadır artık.

Özgün adının dilimize ‘Gülümseme’ olarak çevrilmesini daha doğru bulduğum yapım çok başarılı bir ilk film. Kısa filmleriyle adından söz ettirmiş olan yönetmen Parker Finn, bu ilk uzun metrajının esinini 2020 yapımı ödüllü kısası ‘Laura Hasn’t Slept / Laura Henüz Uyumadı’dan almış. Hollywood standartlarına göre hayli düşük olan 17 milyon dolarlık yapım maliyeti ile başlangıçta dijital platformlar için düşünülmüş, özgünlüğü fark edildiğinde sinema gösterimleri gündeme gelmiş. İlk hafta sonunda maliyetinin üzerinde bir gelirle ABD hasılat listesinin zirvesine yerleşmesi de bu kararın haklılığını doğrulamış.

Finn piyasayı sarmış korku denemelerinin birkaç gömlek üzerinde kalan filminde farklı şeyler denemiş. Telefon zili ya da alarm çalışı gibi tanıdık sesler ile korku anları yaratmada becerikli. Açılar ile oynarken kamerayı doksan derece çevirerek yavaşça döndürüyor, bazen baş aşağı döndürüyor. Havadan çekimler ya da karakterin yüzüne ani yakın çekimlerle etki yaratmasını biliyor. Sahne geçişlerinde yaratıcı. Psikolojik travma ile doğaüstü varlık temalarını ustaca kaynaştırırken sıradan korku filmlerinin klişe tuzaklarından özenle kaçınmış. İlk kez izlediğim Sosie Bacon, Dr. Rose’da etkileyici bir oyun veriyor. Ses tasarımı ile Cristobal Tapia de Veer imzalı müzik çalışmasının filmin ürkütücü cehennem tasvirine katkısı büyük. Velhasıl korku türünde yeni bir soluk arayışı içinde olanlar kaçırmasın.

(06 Ekim 2022)

Ferhan Baran

[email protected]

Birlikte Yaşamak, Sevmek ve Gülmek…

Birinci Dünya Savaşı sonrasında, birbirinden ayrılmayan biri doktor, biri avukat ve hemşire, bu kez bir otopsi nedeniyle buluşur. Doktor, özellikle uzuv kayıpları için estetik cerrahlık yaparken bir yandan da üzerinde çalıştığı ağrı kesici (uyuşturucu mu demeli) ile kendi yaralarını iyileştirmeye çalışır. Avukat ise ırkçılığa karşı mücadele veren bir siyahidir ve asla bu duruşundan ödün vermez. Hemşire, avukatın sevgilisi ve yaralıların bedenlerinden topladığı şarapnelleri heykele dönüştüren bir sanatçıdır aynı zamanda.

Bu üç arkadaş, “bunların hepsi gerçekten oldu” diye başlayan filmin ana taşıyıcıları. Bir yanıyla iki dünya savaşının arasında yaşananlara, bir yanıyla da insan ilişkilerine bakan bir film Amsterdam. Filmin adının Amsterdam olmasına bakmayın, ağırlıklı olarak New York’ta geçiyor ve kentin eski adının New Amsterdam olduğunu hatırlatalım.

Filmde sadece o zamanların anlatımı değil, günümüz dünyasının eleştirisi de yer alıyor. Her ne kadar yönetmen, mizaha yönelerek gücünü azaltsa da (bizdeki “beşli çete” benzeri) bir yapılanmanın belirleyiciliğini vurguluyor.

Görüntünün önüne geçen yorum…

Russell, orijinal senaryosunu sanki bir roman uyarlaması gibi yorumlamış; bu filmin izlenirliğini arttırdığı gibi seyircinin sahiplenmesine de yol açıyor.

Dr. Burt Bernedsen (Christian Bale) gerek savaş sonrası aldığı yaraların (bir gözü sürekli çıkan cam) etkisiyle hep yamuk, ama “dik bir duruş” sergileyen bir karakter. Aslına bakarsanız, sevmek isteyen, eşinin zengin ve ırkçı ailesinden kurtulmak, kendince sevgi açlığını gidermek isteyen biri. Sevmek kolay değil ki sevilmek kolay olsun. Filmin girişinde bu konu ele alınıyor ve izleyici film boyunca bu sorunun yanıtını kendisininkiyle karşılaştırıyor.

Birçok ünlünün yer aldığı film, istenen düzeye ulaşamasa da (General olarak “bir bilen” konumundaki Robert De Niro özellikle) izleyicinin yaşananlara karşı duyarlılığını arttırıyor. Birçok yorumda, son dönemde Trump karşıtı konumuyla anımsanan De Niro, sanki günümüze gönderme yapıyor. Tabii ki karar sizin.

Amsterdam, insan ilişkileri, tarihi gerçeklik, Yönetmen: David O. Russell, Oyuncular: Christian Bale, Margot Robbie, John David Washington, Anya Taylor-Joy, Robert De Niro… 07 Ekim 2022 tarihinden başlayarak gösterimde…

(04 Ekim 2022)

Korkut Akın

[email protected]

Amerikan Rüyası’nın Arka Bahçesi

Oyuncu Olivia Wilde’ın ilk yönetmenlik denemesi ‘Dert Etme Sevgilim / Don’t Worry Darling’ 50’li yıllarda genç çiftlerin biraz da dağıtmak için toplandığı küçük bir parti sahnesi ile açılıyor. Çölün ortasında inşa edilmiş pilot kasabada yaşayan bu şanslı azınlığın konforlu ortamında herkes neşeli, herkes keyifli gözükmektedir. Bahçeli lüks evlerinden son model arabalarına binmiş mühendis eşlerini ağırlarken birbirlerini süzmeyi ihmal etmeyen ev kadınlarından kendilerine sunulmuş ideal hayat için sadakat beklenmektedir yalnızca. Evlerini temiz tutacak, kocalarına yemek hazırlayacak, çocuk yetiştirecek ve düzen içinde bale çalışmalarını sürdüreceklerdir.

Genç aileler Zafer (Victory) projesi için bir araya getirilmiştir. Projenin sahibi Frank genç yeteneklerin dizginlenmemiş potansiyelini, içlerindeki hayal edilmez mücevheri ortaya çıkarmayı hedeflediğini ifade eder toplu konuşmasında. ‘Dünyayı değiştireceğiz’ derken kadehler serbest bırakılmış potansiyelin kutlanması için kalkar. Bu özel aile için en önemli kural gizliliktir. Teknik mühendis kocalar lüks arabalarıyla tozu dumana kattıkları çölün ortasında ne işle uğraşmaktadır? Merkezden gelen gürültüler ve sarsıntılar neden kaynaklanmaktadır? Alışverişe giden kadınlar sitenin troleybüsünün rotasının dışında kalan bölge hakkında bir şey sormayacak, bir nevi hapsoldukları ortamın dışına gözlerini kapatacaklardır. Gerçekte neler olmaktadır? Yakışıklı Jack’in güzel karısı Alice, her anlamıyla yolunda giden hayatının akışını kurcaladığında, şahit olduğu olayları sorgulamaya kalktığında başı derde girer, işler fena halde karışır.

Kısa özetten anlaşılacağı üzere özgün isminin yarattığı beklentiden oldukça faklı bir kulvarda gelişen bir deneme bu. İlk uzun metrajını çeken tanınmış oyuncu dinamik kamera tercihi ve yaratıcı kadrajlarıyla distopik gerilim türünde ilgiye değer bir çalışmaya imza atmış. Film, soğuk savaşın tehditkâr ortamında yeşermiş Amerikan usulü banliyö yaşamının ve genç kuşakların koşullandırıldığı Amerikan Rüyası kavramının hınzır bir eleştirisi olarak da okunabilir. Film bir de tabi 50’li yılların erkek egemen ikliminde, her türlü şatafatın gerisinde ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmüş olan kadının başkaldırışıyla çağdaş sinemanın ‘Me Too’ hareketine katkısını sürdürüyor. 2016 yapımı ‘Lady Macbeth’ ile tanıyıp sevdiğimiz, ‘Küçük Kadınlar / Little Women’daki Amy March yorumuyla iki yıl önce Oscar adayı olan İngiliz oyuncu Florence Pugh, Alice yorumu ile göz doldururken kendisine Christopher Nolan imzalı ‘Dunkirk’ ile ilk sinema deneyimini yaşayan, daha sonra solo albümleri ve One Direction grubunun üyesi olarak yıldızı parlamış sansasyonel pozları ile ünlü İngiliz pop şarkıcısı Harry Styles eşlik ediyor. Yeni sürüm Uzay Yolu/ Star Trek’in Kaptan Kirk’ü Chris Pine muktedir Frank rolünde parlarken, -hadi biraz magazine kaçalım- Styles’ın gerçek hayattaki partneri yönetmen Wilde ev kadınlarından Bunny karakterini kendisine ayırmış.

(04 Ekim 2022)

Ferhan Baran

[email protected]