Kategori arşivi: Yazılar

O Hep Kızılderili Ruhu Taşıdı: Marlon Brando

Nebraskalı Marlon Brando, sinemada ve hayatında daima ırkçılığa, soykırıma, ayrımcılığa uğrayanların yanında oldu. Birçok nesil onun filmleriyle sinemayı hep sevecek. Bu muhteşem oyuncu her zaman özlenecek.

Sinemanın gelmiş geçmiş en karizmatik ve en büyük oyuncularından Marlon Brando, 1 Temmuz 2004’te sonsuzluğa gitmişti. Kızılderili ruhu taşıyan bu muhteşem insanı sinema özlüyor. Televizyonlarda filmlerinin sıkça yayımlanmaması bir eksiklik. Brando, 3 Nisan 1924 yılında Nebraska eyaletinin Omaha şehrinde doğdu. Omaha, Nebraska’da yaşayan bir kızılderili kabilesinin adı. Elia Kazan’ın Ekim 1956’da ülkemizde gösterime giren 1954 yapımı “On the Waterfront – Rıhtımlar Üstünde” ve Ekim 1973’te ülkemizde gösterim şansı bulan Francis Ford Coppola’nın 1972 yapımı “The Godfather – Baba” filmleriyle iki defa Oscar kazandı. “Baba” filminde kazandığı Oscar’ı almadı ve bir kızılderili genç kadını törene yolladı. Çünkü Amerika’yla Hollywood’un kızılderililere ayrımcı ve yok edici tavırlarını protesto etmişti Brando. Töreni, “007 James Bond” Roger Moore ve muhteşem Lee Remick sunuyordu.

1940’ların sonlarında yönetmen Elia Kazan ve Lee Strasberg tarafından kurulan “Actors Studio”nun ilk öğrencilerinden biri olan Brando, 1950 yılında Fred Zinnemann’ın “The Men – Erkekler” siyah-beyaz filmiyle sinemaya giriş yaptı. Piyade bir teğmen Ken, İkinci Dünya Savaşı’nda Avrupa’ya gelir ve yaralanır. Felç olan Ken, umutsuz bir hastaya dönüşür ama diğer insanlar da var. Hastane atmosferi çok çarpıcı yansıyordu filmde. Karakterler de muhteşemdi tabii ki. Ken’in yaralandığı sahne gerçekten özeldi ve Brando’nun yüzündeki o şaşkınlık etkileyiciydi. Ama, o sinema oyuncusu olmak istemiyordu. Elia Kazan’ın Tennessee Williams’tan aktardığı 1951 yapımı siyah-beyaz “A Streetcar Desire – İhtiras Tramvayı”nda önce tiyatro sahnesinde, sonra sinema perdesinde oynadı Brando. Filmde Blanche DuBois’yı Vivien Leigh, Stanley Kowalski’yi Marlon Brando, Stella Kowalski’yi Kim Hunter, Harold “Mitch” Mitchell’ı Karl Malden oynadı bu başyapıtta. Caddeden, “Desire” adındaki bir tramvay geçip gider hep. Blanche, hayatın sonbahar mevsiminde. Megaloman, alkolik ve hâlâ çekici bir güneyli kadın. Stanley, kaba, ilkel, gençliğin bahar mevsiminde ve hayli çekici. Hamile Stella, Blanche’ın kız kardeşi. Blanche, New Orleans’a gelir ve kız kardeşinin evine yerleşir. Stanley, Blanche’ın kibarlığından hoşlanmasa da alttan alta ilgi de duyuyor ona. Alex North’un dramatik etkiyi çoğaltan müzikleri muhteşemdi. Filmdeki, iç ve dış mekân kullanımları, psikolojik derinlik veren ışık düzenlemeleri de mükemmeldi.

Hemen ardından 1952 yılında Meksikalı devrimci Emiliano Zapata’yı canlandırdı. Anthony Quinn’le iki kardeşi oynadığı siyah-beyaz “Viva Zapata” filminde Elia Kazan, iki kardeş arasındaki çatışmayı savaşla metafor kurarak anlattı. Anthony Quinn, Eufemio Zapata’yı oynarken, Emiliano’nun eşi Josefa’yı da Jean Peters canlandırdı. Kazan’ın 1953’te ülkemizde gösterime çıkan bu filminde bir şey keşfetmiştik. Kazan, çarpışma sahnelerinden önce genel çekimlerle seyirciyi bir an için sükûnetin içinde bırakıyordu. Bu kısa dinginliğin ardından tedirginlik hissediliyor ve şiddet görüntüleri yansıyordu sonra. Bu filmde, yakın çekimlerin hemen ardından şiddet sahnelerini fark etmedik. Brando, meslek yaşamının ilk yıllarında Kazan’ın filmleriyle istemese de sağlam bir yer edindi sinemada. 1954 yılında sinema tarihinin önemli filmlerinden biri “On the Waterfront – Rıhtımlar Üstünde”yle ilk Oscar ödülünü aldı. Bu film, gerçekçi mekânları ve atmosferiyle bugün bile ilham veriyor. Mafyayla iç içe geçmiş ve sarılaşmış sendikaları eleştiren bu film, bir bakıma yönetmen Kazan’ın özeleştirisi gibidir. Çünkü ona “gammazcı” diyorlardı hep. Filmin senaryosunu Budd Schubert (1914 – 2009) yazmıştı. Filmin hikâyesi New Jersey’de geçiyordu. 1954’te Henry Koster’in Annemarie Selinko’nun kitabından sinemaya aktardığı renkli ve sinemaskop “Desirée – Desirée: Napolyon’un Sevgilisi”nde, Napolyon’u canlandıran Brando’nun ilk renkli göründüğü filmdi ayrıca. Bu film ülkemizde Aralık 1956’da gösterime girdi. 1955’te, Brando, Joseph L. Mankiewicz’in yönettiği, Frank Sinatra ve Jean Simons’la başrolü paylaştığı “Guys and Dolls – Gönül Yolu”nda şarkı bile söyledi. Renkli ve sinemaskop bu film ülkemizde Ocak 1959’da gösterime çıktı.

Yükseliş sürüyor…

En iyi arkadaşı ve sinemadaki rakibi James Dean daha beyazperdede görünmeden Brando, sinemanın büyükleri arasına girmişti. 1953 yılında Joseph L. Mankiewicz’in Shakespeare’in oyunundan uyarladığı siyah-beyaz “Julius Caesar – Jül Sezar” filminde de boy gösterdi Antonius performansıyla. Mayıs 1958’de ülkemizde vizyona çıkmıştı bu film. Tiyatrodan ve “Actors Studio”dan kazandığı deneyimler, sinemada her rolü bir eldiven gibi üzerine geçirmesini sağlıyordu. Sesini, vücudunu ve kendine dair her şeyi perdedeki “o an”a veren Brando, yine de bir sonraki filminde hep mükemmelliyeti arıyordu. Bu araştırmaları kendinden yıllar sonra beyazperdede ölümsüz karakterler yaratacak olan Al Pacino ve Robert de Niro gibi aktörlere de ilham verdi. O özeldi ve sınır tanımıyordu.

1950’lerin ilk yarısı tam bir verimlilikle geçti, ama 1950’lerin ikinci yarısında bu verimlilik biraz düştü. Ama, bugünden bakınca yine de elle tutulur filmler bunlar. Aralık 1958’de ülkemizde gösterime giren Daniel Mann’in 1956 yapımı “The Teahouse of the August Moon – Çayhane”si, 1957’de Joshua Logan’ın “Sayonara – Elveda”sı gibi. “Elveda”, yine Aralık 1958’de ülkemizde gösterime girdi. Bu iki renkli filmin de sinemaskop görüntüleri çarpıcıydı. Bu filmlerden önce 1953’te Laslo Benedek’in siyah-beyaz “The Wild One – Kanlı Hücum”da, gençliğin idolü oldu kanun kaçağı Johnny karakteriyle. Motosikletli asi gençliği anlatan bu filmdeki kıyafetleriyle gençliği çarptı Brando. Derimontlu, kot pantolonlu ve tişörtlüydü üstelik. Bu film, 1956’da ülkemizde gösterime girdi.

1960’lara gelindiğinde Brando’nun sanatında gerileme başladı. Performans açısından olmasa da filmlerin değeri açısından bir gerileme bu. Aralık 1963’te ülkemizde gösterime çıkan, Stanley Kubrick’in yönetmesi beklenirken kendisinin yönettiği, muhteşem “technicolor” görüntülerin perdeyi kuşattığı 1961 yapımı “One Eyed Jacks – Aşk ve İntikam” westerni, ülkemizde Ocak 1968’de gösterime giren Charlie Chaplin’in 1967 yapımı renkli “A Countess from Hong Kong – Hong Konglu Kontes”i, Aralık 1968’de ülkemizde gösterim bulan Arthur Penn’in ırkçılık karşıtı 1966 yapımı renkli ve sinemaskop “The Chase – Kaçaklar”ı sinemasal değer olarak en öne çıkan filmlerdi bu dönemde.

1962’de, sinemanın önemli yönetmenlerinden Lewis Milestone’un “Mutiny on the Bounty – Gemide İsyan” filminde 1. Teğmen Fletcher Christian karakterinde göründü. Bu film, Charles Norhoff ve James Norman Hall’un romanlarından uyarlanmış. “Gemide İsyan” filminde MGM’in buluşu “Ultra Panavision 70” kullanıldı. Bu kamera, 1959 yapımı “Ben Hur”da kullanılan “MGM Camera 65″ten çok az farklıydı. İkisinin de formatı 2:76’ydı. “Cinerama”nın küçüğü bu gösterimde yine de perde kocamandı. Gözleriniz, bir uçtan bir uca perdede dolaşıyor aksiyonları seyrederken. Biliyorsunuz, ilk sinemaskop filmler gerçek 70 mm basılıyordu ve format 2:66’ydı. 1960’larda 70 mm görüntüler sıkıştırılıp 35 mm’ye basılmaya başlandı. Bu formata 2:35 deniliyor. Bu formattaki gösterimde projeksiyon makinesinin objektifinin önüne başka bir objektif takılarak görüntü açılıyor ve sonra görüntü tüm perdeyi kaplıyor. Şimdi olan bu. “Gemide İsyan” filmi, 1787’deki gemi isyanını anlatılıyordu. Büyük yönetmen Milestone, 30 Eylül’de Moldova’nın başkenti Kişinev’de doğdu, 25 Eylül 1980’de Los Angeles’ta öldü. Milestone, 1930 yapımı ölümsüz filmi siyah-beyaz “All Quiet on the Western Front – Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” savaş karşıtı savaş filmiyle ölümsüzleşti. 1966 yapımı “The Appaloosa – Batıda Vuruşanlar”, Sidney J. Furie’nin yönettiği “technicolor” çekilmiş sinemaskop bir “spagetti western”di. 1967’de ülkemizde gösterime çıkan filmde Matt karakterini canlandıran Brando, bir buffalo avcısıydı ve atını çalan Meksikalı bir haydutun peşine düşüyordu. “Appaloosa”, Amerikan kızılderililerin bindiği bir ata verdikleri ad. 1933 Toronto doğumlu yönetmen Furie’nin Aralık 1983’te ülkemizde gösterime giren “parapsikolojik” gerilimi “The Entity – Karabasan”, çok çarpıcıydı ve bazı sahnelerde seyirciyi koltuktan fırlatıyordu. Filmin kameramanı da muhteşem Stephen H. Burum’du. Bu kameraman, Francis Ford Coppola ve Brian de Palma’nın vazgeçemediği bir ustaydı bir vakitler.

Ülkemizde, 1991 yılında Telos ve Cem yayınevlerinden “Altın Gözde Yansımalar” adıyla yayımlanan Carson McCullers’ın romanı, 1993’te Can Yayınları’ndan yine aynı adla çıkmıştı. İşte bu roman, 1967 yılında önemli yönetmenlerden John Huston tarafından sinemaya “technicolor” ve sinemaskop olarak aktarıldı. Nisan 1969 yılında ülkemizde gösterime çıkan “Reflections in a Golden Eye – Parıltılı Gözler”, Marlon Brando’yla Elizabeth Taylor’ı bir araya getirmişti. Hikâye, 1948 yılında geçiyordu. Binbaşı Weldon, iktidarsız ve gizli eşcinseldi. Karısı Leonora’ysa taze dişiliğiyle her daim cinselliği çağrıştırıyordu. Leonora, bir “nemfoman”, yani cinsel doyuma varamayan bir kadındı ve kocasını bir yarbayla aldatıyordu. Filmde birkaç karakter daha öne çıkıyordu ve hepsinin de cinsellik yönünden başka sıkıntıları vardı. 1960’lardan gelen cesur film diyebiliriz bu yapıta. 1968 yapımı “Candy – Şeker Gibi”, ülkemizde ancak 1977’de vizyona çıkabilmişti. Fransız yönetmen Christian Marquand’ın yönettiği filmde kimler yoktu ki: Brando, Richard Burton, üstat müzisyen Charles Aznavour, James Coburn, üstat yönetmen John Huston, Walter Matthau, Beatles’ın davulcusu Ringo Starr ve filmin “şeker”i İsveçli Ewa Aulin. “Şeker Gibi”, “psychedelic” film diye anılıyor. Buna “ruhun tezahürü” deniliyor. Filmde kurbağanın ağzına puro yerleştiriyordu. Gerçekten çok vahşi bir sahneydi bu.

Brando’nun yolu, 1969 yılında sinemanın önemli yönetmenlerinden Gillo Pontecorvo’yla (1919 – 2006) buluştu. Ocak 1974’te ülkemizde gösterime çıkan “Queimada – İsyan – Kanlı Ada”, Karayipler’deki Haiti’nin tarihine kamera çeviriyordu. Filmde, Haiti’nin adı hayali Portekiz “Queimada” adası olarak geçiyordu. Ama, Amerikalı haydut William Walker (1824 – 1860) gerçekti. Walker, 19. yüzyılda Güney Amerika ülkelerinde darbe yaparak yönetimleri ele geçirmeye çalışmış. Nikaragua’da cumhurbaşkanlığı yapmış, 1860 yılında Honduras hükümeti tarafından idam edilmiş. Filmdeki Walker, İngiliz ajan provakatör olmuş. Değerlendirmelerde bu filmin, Haiti Devrimi’ne ve Vietnam Savaşı’na gönderme yaptığı söyleniyor. Filmin müzikleri büyük Ennio Morricone tarafından yapılmış ve bazı anlarda acı bir çığlık gibi bu müzik. Ön jenerik de unutulmaz. Senaryoya Franco Solanas’ın da katkısı olmuş.

Brando, ülkemizde Kasım 1972’de gösterime girmiş 1971 yapımı Michael Winner’ın “The Nightcomers – Karanlıkla Gelen Adam” korku-gerilim filminde önce uşak, sonra bahçıvan Peter Quint’ti. Orijinal anlamı “Gecegezenler” olan film, romanlarını genelde İngiltere’de yazmış Amerikalı yazar Henry James’in (1843 – 1916) “The Turn of the Screw” kısa romanındaki karakterlerden ilham almış. Bu roman ülkemizde “Yürek Burgusu – Ormandaki Canavar – Daisy Miller” adıyla 1988’de Adam Yayınları’ndan çıkmıştı. Bu roman ilk defa 1961 yılında Jack Clayton tarafından “The Innocents – Masumlar” adıyla sinemaya uyarlanmıştı. Siyah-beyaz ve sinemaskop bu korku filminin başrollerinde muhteşem Deborah Kerr (1921 – 2007) vardı. Winner’in filmi, James’in karakterlerini kullanıyordu sadece. Romanın öncesinde gelişen olayları anlatan film, romanın başlarında da bitiyordu. Buna “prequel”, yani “ön bölüm” deniliyor. Victoria devri İngilteresi’nde geçiyordu hikâye. Biliyorsunuz bu devir, 1837 – 1901 yılları arasında yaşanan yıllardı Britanya’da.

Unutulmaz Corleone…

1972 yılında Francis Ford Coppola’nın “The Godfather – Baba” filminde çizdiği mafya babası Don Vito Corleone kompozisyonuyla beyazperdeye ağırlığını yeniden koydu Brando. Coppola’nın bu “gang opera”sı Hollywood tarihinde Mervyn LeRoy’un 1931 yapımı gangster filmi “Little Caesars – Küçük Sezar” ve Howard Hawks’un 1932 yapımı kara film sularında da dolanan “Scarface – Yaralı Yüz” gangster filmi kadar etkileyiciydi. “Baba” filminde Brando, muhteşem bir performans koydu ortaya. Konuşma tonu, vücut hareketleri ve karizmasıyla çok özel bir roldü bu sinema tarihinde. Elbette Nino Rota’nın tema müziği de unutulmazdı. Bu müzik bu filmin ruhuna çok şey kattı. Brando, ülkemizde Ekim 1973’te gösterime giren 1972 yapımı Bernardo Bertolucci’nin “Ultimo Tango a Parigi / The Last Tango in Paris – Paris’te Son Tango” filmiyle yine herkesi şaşırttı. Film, erotikti ve yıllarca İtalya’da yasaklanmıştı. Brando, 1976’da Jack Nicholson’la bir araya geldi. Arthur Penn’in yönettiği “The Missouri Breaks – Bozgun” westerni, 1970’lerden gelen önemli bir filmdi. Bu filmde Randy Quaid, Frederic Forrest, Harry Dean Stanton gibi önemli oyuncular da vardı.

Brando, 1978 yılında on dakika göründüğü Richard Donner’ın “Superman the Movie – Süpermen” filminde Jor-El karakterindeydi. Bu film, sinema perdesinde gördüğümüz “technicolor” tonları en parlak filmdi. Belki de negatif ve pozitifler “Süpermen” için özel üretilmiştir. Bu film ülkemizde Kasım 1979’da gösterime çıkmıştı. 1979’da yine Coppola’yla yolları buluştu Brando’nun. “Apocalypse Now – Kıyamet” filmi, Vietnam savaşına başka bir açıdan bakıyordu. Bu filmde çılgın albay Walter E. Kurtz’u oynadı Brando. “Kıyamet”, sanki bir yol filmi gibiydi. Tekne, uçsuz bucaksız nehirde sürekli yol alırken, savaşın tüm trajedileri de sinemaskop görüntüyle yansıyordu. Seyirci daima savaşı hissediyordu. Film, Joseph Conrad’ın “Heart of Darkness” romanından uyarlandı. Roman, 2000 yılında İletişim’den, 2006’da Seyhan Yayıncılık’tan “Karanlığın Yüreği” adıyla çıkmıştı. “Kıyamet”, ülkemizde Şubat 1980’de gösterim şansı bulmuştu.

Uzun yıllar ara verdiği sinemaya 1989 yılında bir kadın yönetmen Euzhan Palcy’nin “A Dry White Season – Kuru Beyaz Bir Mevsim” filmiyle döndü. Para almadığı bu film Güney Afrika’daki korkunç ırkçılığı perdeye yansıtıyordu. 1996 yılında “yaşlı kurt” John Frankenheimer’ın (1930 – 2002) H. G. Wells’den uyarladığı “The Island of Dr. Moreau – Dr. Moreau’nun Adası”nda çılgın doktor Moreau’ya hayat verdi. Son olarak kendi hayatını oynayacağı bir filmde oynamak istedi ama olmadı. Sinemanın önemli ikonlarından biri olan Brando, kızılderililerin, ırkçılığa, ayrımcılığa uğrayanların, gençliğin ilhamıydı. Toprağı bol olsun.

Filmlerinden:

1950: The Men – Erkekler
1951: A Streetcar Named Desire – İhtiras Tramvayı
1952: Viva Zapata
1953: Julius Caesar – Jül Sezar
1953: The Wild One – Kanlı Hücum
1954: On the Waterfront – Rıhtımlar Üstünde
1954: Desirée – Desirée: Napolyon’un Sevgilisi
1955: Guys and Dolls – Gönül Yolu
1956: The Teahouse of the August Moon – Çayhane
1957: Sayonara – Elveda
1961: One Eyed Jacks – Aşk ve İntikam
1962: Mutiny on the Bounty – Denizde İsyan
1966: The Chase – Kaçaklar
1966: The Appaloosa – Batıda Vuruşanlar
1967: A Countess from Hong Kong – Hong Konglu Kontes
1967: Reflections in a Golden Eye – Parıltılı Gözler
1968: Candy – Şeker Gibi
1969: Queimada – İsyan – Kanlı Ada
1971: The Nightcomers – Karanlıkla Gelen Adam
1972: The Godfather – Baba
1972: The Last Tango in Paris – Paris’te Son Tango
1976: The Missouri Breaks – Bozgun
1978: Superman the Movie – Süpermen
1979: Apocalypse Now – Kıyamet
1980: The Formula – Formül
1989: A Dry White Season – Kuru Beyaz Bir Mevsim
1990: The Freshman – Akıl Hocası
1992: Christopher Columbus: The Discovery – Kristof Kolomb: Keşif
1994: Don Juan de Marco
1996: The Island of Dr. Moreau – Dr. Moreau’nun Adası
2001: The Score – Komplo

(28 Haziran 2011)

Ali Erden

[email protected]

Aaron Dışarıdaki Hayatı Keşfediyor

Çömez (Cherry)
Yönetmen-Senaryo: Jeffrey Fine
Müzik: Bobby Johnston
Görüntü: Marvin V. Rush
Oyuncular: Kyle Gallner (Aaron), Laura Allen (Linda), Brittany Robertson (Beth), Esai Morales (Wes), D.C. Pierson (Vahşi Bill), Zosia Mamet (Darcy), Matt Wallsh (Profesör Van Aucken), Kirk Anderson (Phil)
Yapım: Cherry Movie (2010)

Adını pek duymadığımız Amerikalı yönetmen Jeffrey Fine, “Çömez” filmiyle çok genç bir insanın gözüyle dış dünyayı anlamasını ve keşfetmesini yer yer mizahi bir dille anlatmış.

Ivy League denilen mühendislik programından Michigan Üniversitesi’ne 17 yaşında giren Aaron’ın, okulla hayat arasında geçip giden günleri ona çok şey öğretiyor hayatının baharında. “Ivy League”in anlamı “Sarmaşık Ligi” demek. Amerika’da vakıf üniversitelerinin kurduğu bir lig bu. Mezhepsel yönleri de var. Günümüzde mezhepler ikinci plâna düşmüş. Dahi ve elit öğrencileri liselerde keşfedip bünyelerine katıyorlar. Western Michigan Üniversitesi bir devlet kurumu olmasına rağmen bu lig gibi öğrenci de alabiliyormuş demek ki. Babası Phil’in kâğıda çizdiği resimdeki kadınların klitoristinin mantıki izahı olmayan yerleşimi gibi izah edilemeyen hayatın karmaşıklığının tam ortasına düşüyor Aaron. Annesinin mutlak güven ortamı yarattığı evde, ataları gibi kaderi de çiziliyor ve o da mühendistlik okumaya yollanıyor. Annesinin kuralcılığı ve plânlamacılığının çok uzağında kadınların da olduğunu keşfediyor. Resim çizmeyi mühendislik eğitiminden daha çok seven Aaron, seçmeli ders olarak seçtiği resim dersinde 34 yaşındaki Linda’yla arkadaş oluyor. Linda’nın 14 yaşında Beth adında bir kızı da var. Aaroon, Linda’yı tanıdıkça, annesinin yarattığı güvenli sığınağın dışarısındaki hayatı da keşfediyor. Üniversitenin yurdunda kızlar ve erkekler aynı yerde kalıyorlar. Elbette bol bol ilişkiler de yaşanıyor. Aaron’ın oda arkadaşı “Vahşi” Bill’in çapkınlığı yüzünden bolca kapının önünde kalıyor. Kendisi de okulda Darcy’yle karşılaşıyor. Aaron’la Darcy arasında büyük bir aşkın doğacağını düşünüyorsunuz, ama Darcy kendine “doğanın doğal kadını” diyor. “Doğanın doğal kadını” demek, Aaron için, arkasına bakmadan gitmek demek. Linda’ya daha sık gitmeye başlıyor Aaron. Geçmişi gizemli Linda, polis Wes’le beraber. Wes onunla evlenmek istese de Linda, geçmişindeki hataları yapmak istemiyor. Üniversite öğrenimini yarım bırakmış Linda, Beth daha küçükken çok içki içtiğinden hayatı savrulmuş. Kalamazoo’da kendine ve Beth’e yeni hayat hazırlamak için gelmiş Linda. Filmi seyrederken keşfetmeniz olaylar gelişiyor ve Linda’yla kızı yeni yollara düşürüyor. Belki yolları yine buluşacak. Ama hayat, bazı şeyleri zaman içinde değiştiriyor ve kendi plânlarını uygulayabiliyor. Buna kader diyorlar.

Kalamazoo’yu bir gösterseydi…

Filmin hikâyesi, Michigan eyaletinin güneybatısındaki en büyük şehri olan Kalamazoo’da geçiyor. Yönetmenin muhteşem Kalamazoo Nehri’ni göstermediği için hayıflanıyorsunuz. Bu nehirde oltayla irice balık bile avlanabiliyor. Kalamazoo’nun biraları da çok leziz deniliyor. Bu şehirde Mayıs aylarında “Kalamazoo Uluslararası Animasyon Festivali” (KAFI) bile düzenleniyor. Virginialı yönetmen Jeffrey Fine, 1990’lardan beri sinema ve televizyon ortamında bulunmasına rağmen genelde pek bilinmiyor buralarda. Yönetmen, 1996’da AIDS üzerine bir dram olan “No Easy Way – Kolay Yol Yok” filmini çekmişti. 2010 yapımı “Cherry – Çömez”, yönetmenin adını öğretecek gibi. Gerçekten yönetmen, çok genç Aaron’ın gözleriyle dış dünyayı anlamasını ve keşfetmesini yer yer mizahi olarak hoş bir dille perdeye yansıtabiliyor. Linda ve Beth, hayat kadar gerçek. Aaron’ın yoluna çıkan en iyi şeyler belki de. Filmin son jeneriği de iyiydi. 1986’da Pensilvanya’da doğan Kyle Gallner, Türkiye’de gösterilmiş televizyon dizileri “Smallville”de Bart Allen ve “CSI: NY”de Reed Garrett karakterlerini canlandırdı. Genç oyuncu Samuel Bayer’ın 2010 yapımı “A Nightmare on Elm Street – Elm Sokağında Kabus” filminde Quentine karakteriyle başrollerin birindeydi. Darcy’yi canlandıran Zosia Mamet, ünlü tiyatrocu ve sinemacı David Mamet’in kızı.

(Bu yazı 24 Haziran 2011 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayınlanmıştır.)

(24 Haziran 2011)

Ali Erden

[email protected]

Romalılar Britanya’yı İşgâl Ettiklerinde

Kartal (The Eagle)
Yönetmen: Kevin Macdonald
Roman: Rosemary Sutcliff
Senaryo: Jeremy Brock
Müzik: Atli Örvarsson
Görüntü: Anthony Dod Mantle
Oyuncular: Channing Tatum (Marcus), Jamie Bell (Esca), Donald Sutherland (Aquila Amca)
Yapım: Film4-Focus-Toledo (2011)

İskoçyalı belgeselci Kevin Macdonald, Jeremy Brock’la yeni şibirliğinde, Romalıların Britanya’yı işgâl devirlerini anlatıyorlar. Film, İngiliz yazar Rosemary Sutcliff’in 1950’lerdeki tarihi çocuk serisinden uyarlandı.

Belgeselcilikten gelen 1967 Glasgow doğumlu yönetmen Kevin Macdonald, 2011 yapımı “The Eagle – Kartal” filminde, Roma İmparatorluğu’nun Britanya’daki hükümranlığını genç bir Romalı komutan Marcus Aquila’nın macerasıyla anlatıyor. Bu filmi nasıl okumalı? ABD ve Birleşik Krallık, koalisyonla Irak’ta ve Afganistan’daki işgâllerle insanlığa trajediler yaşatıyorlar. Daha geriye gidildiğinde, beyazlar Amerika’ya geldi ve kızılderilileri soykırıma uğrattı. Bizler, toprakları işgâl edilmiş insanlardan yanayız. Bu filmde de Britanyalılardan yanayız. İngiliz yazar Rosemary Sutcliff’in (1920 – 1992) 1950’lerde tarihsel – macera çocuk serisinden çıkmış “The Eagle of the Ninth” (Dokuzuncu Kartal) resimli romanından uyarlanan Macdonald’ın bu filminde alt metin olarak bunları mı görmeliyiz? Yoksa bu film bir ironi miydi? Macdonald, 2006 yapımı ilk filmi “The Last King of Scotland – İskoçya’nın Son Kralı”yla hatırlanıyor. Yönetmenin ikinci filmi 2009 yapımı “State of Play – Devlet Oyunları” da ülkemizde gösterime girmişti. MacDonald, yönetmen-senarist Jeremy Brock’la “İskoçya’nın Son Kralı”ndan sonra bir daha işbirliği yapıyor “Kartal”la. Brock, John Madden’ın 1997 yapımı “Mrs. Brown – Sadık Arkadaş” ve Gillian Armstrong’un 2001 yapımı “Charlotte Gray” filmlerine yazdığı senaryolarla biliniyor.

Babanın onuru ve kartal…

Bu tarihsel epik filmde, Romalı genç Marcus Flavius Aquila, yeni görevi için Britanya’ya garnizona komuta etmek için geliyor. 2. yüzyıl, yani M. S. 140. Keltler, Roma garnizonuna baskın düzenlerler. Yaralanan Marcus, gözlerini amcası Aquıla’nın yanında açıyor. Tedavi gören Marcus, küçük arenada köle Esca’yı ölümden kurtarıyor ve sonra Esca’yla beraber, babasının ve Dokuzuncu Lejyon’un onuruyla kartal heykelini kuzeydeki kabileden kurtarmak için İskoçya’ya, yani Highlander’e gidiyorlar. Bu zorlu yolculukta, Brigantes kabilesiyle karşılaşıyorlar. Mohawk kızılderilileri gibi yüzlerini boyamış genç savaşçıları olan kabile, Marcus’un babasının askerleriyle de savaşmış yakın geçmişte. Kartal heykeli de onların elinde. “Seal People”, yani mühür insanlar denilen genç savaşçılar, heykeli alan Marcus ve Esca’nın peşine düşüyorlar. Atları olan Marcus ve Esca, yayan yürüyen savaşçılara yakalanıyorlar. Marcus’un, babasının dağılmış askerleri bir araya geliyor ve Briganteslerle kanlı kılıçlı bir çarpışma başlıyor. Filme bakarsanız, iyiler Romalılar, kötülerse kabileler. Onlar vahşiler ve bizim bildiğimiz medeniyetten de yoksunlar. İnsana hiç de yabancı gelmiyor bu bakışlar. İnsan kızılderili soykırımlarını, işgâle uğramış Irak ve Afganistan’ı düşünüyor hemen. Batı hep yok edecek gibi. Esca, bir Pict. Bu Pictlerin dili, Galler’de konuşulan ilk dil. Pictlerin kökleri, “Britanya Demir Çağı”na kadar gidiyor. Marcus ve Esca’nın savaştıkları kabile Brigantesler, Britanya’nın kuzeyinde İskoçya’dan ve İrlanda’ya kadar yayıldılar. Onlar da Kelt kavminden. Keltler (Celtic), Romalılar tarafından dağıtılsalar da, kökleri hâlâ sürüyor. Orta Avrupa’dan başlayarak Britanya’ya kadar. Biliyorsunuz, Cermen ırkından olan Anglosaksonlar, M. S. 5. yüzyıldan itibaren Britanya’yı istilâ etmeye başladılar ve günümüzün İngilizleri oldular. İngilizler ortada yokken Britanya’da İrlandalılar, Galliler ve İskoçlar vardı. Hepsi de kabileydi işte.

1980 Alabama doğumlu Channing Tatum’un, Dito Montiel’in 2006 yapımı “A Guide to Recognizing Your Saints – Hayatındaki Azizleri Keşfetme Kılavuzu” filmiyle buralarda da adı duyulmuştu. 1986 doğumlu İngiliz oyuncu Jamie Bell, Stephen Daldry’nin 2000 yapımı “Billy Elliot”la sinemaya başladı, hem de başrolle. Danimarka sinemasında “Dogma” akımının önemli yönetmenlerinden Thomas Vinterberg’in 2005 yapımı “Dear Wendy – Sevgili Wendy”yle yeni bir çıkış yakalamıştı. 1935 doğumlu Kanadalı oyuncu Donald Sutherland, Hollywood’un yaşayan büyük oyuncularından. Onun göründüğü, Robert Altman’ın 1970 yapımı “M. A. S. H. – Cephede Eğlence”, Alan J. Pakula’nın 1971 yapımı “Klute – Fahişe”, Bernardo Bertolucci’nin 1976 yapımı “Novecento – 1900”, yine 1976 yapımı Federico Fellini’nin “Il Casanova di Federico Fellini – Kazanova” filmleri unutulmaz. Filmde, İzlandalı besteci Atli Örvarsson’un etnik tınılarına da kulak verin. Filmin İngiliz kameramanı Anthony Dod Mantle ünlü bir sanatçı. Lars von Trier ustanın vazgeçemediği bir usta o. Trier’in 2009 yapımı “Antichrist – Deccal” filmindeki sinemaskop görüntüleri insanı büyülüyordu. “Kartal” filmindeki sinemaskop çerçeveleri de büyülüyor. Marcus’un tedavi gördüğü amcasının yaşadığı köydeki çekimler çok estetikti. Bu sahnelerde ışık yumuşak kullanılmış ve sıcak fotoğraflar yansımış perdeye. Elbette, Brigantes kabilesinin yansıdığı tüm sahneler de öyle. Işık düzenlemeleri bir ressamın tualinden ödünç alınmış gibi. Renk kontrastları da çok keskin bu kabile sahnelerinde. Marcus’un çocukluğundan anlarda kameraman Mantle, objektifle oynayarak görüntüyü biçimbozumuna uğratıyor. Çerçevenin bazı bölümleri bulanıklaşıyor.

(24 Haziran 2011)

Ali Erden

[email protected]

Kadınların Büyük Mücadelesi

Kadının Fendi (Made in Dagenham)
Yönetmen: Nigel Cole
Senaryo: William Ivory
Müzik: David Arnold
Görüntü: John de Borman
Oyuncular: Sally Hawkins (Rita), Geraldine James (Connie), Bob Hoskins (Albert), Miranda Richardson (Bakan Castle), Daniel Mays (Eddie), Rosamund Pike (Lisa), Rupert Graves (Peter)
Yapım: BBC Films-HanWay-UK Film Council (2010)

İngiltere’de 1968’de otomobil fabrikasındaki kadın işçilerin grevini anlatan “Kadının Fendi”, etkileyici ve insanı kadınlardan tarafa çeken bir film.

Yıl 1968. Dünyada 68 kuşağının rüzgârı eserken, Dagenham’daki Ford otomotiv fabrikasında kadınlar, “eşit işe eşit ücret” grevine gidiyorlar. Bu tarihe, “Ford dikiş makinecileri grevi” olarak geçti. Kadınlar, fabrikada koltuk döşemeleri dikiyorlar. İşçi sendikasının temsilcisi Albert Passingham, kadın işçileri yavaş yavaş greve hazırlıyor. Kadınlardan yana olan Albert, annesinin köle gibi çalışıp erkeklerin yarı ücret almasına hayatı boyunca öfkelenmiş bir insan. Bu yüzden daima kadınların hakkı olanı kazanmasını istiyor. Eddie’yle evli, Sharon ve Graham adında çocukları olan Rita O’Grady, toplantıda birden kendini grevin başında buluyor. Patronlarla ilk görüşmede Connie tutuk kalınca, etkili bir konuşma yapan Rita, grevin liderliğine geliveriyor. Rita, kadınların veya tüm insanların doğuştan hakkı olanları da hatırlatıyor filmde. Kadınlar köle değil ve kadınların elde ettikleri erkeklerin bir lütfu da değil. Başlarda eşini destekleyen Eddie, Rita’nın yoğun koşuşturmasından çocuklara bakmakta zorlanıyor ve sinirleri harap oluyor. Eddie’nin ıstıraplarını seyrederken, aslında kadınların doğuştan kahraman olduğunu fark ediyorsunuz. Biz erkeklerin hayatlarını ne kadar da kolaylaştırıyorlarmış. Her şey eşitlenince kadınların da hayatları kolaylaşıyor işte.

Sınıfını bilmek mi?..

Filmde, gelişmiş bir kapitalist toplumdaki, özellikle İngiltere’deki sınıfsal farklılık, cinsiyetçi ayrımcılık ve ikiyüzlülük hemen fark ediliyor. Rita ve ailesi toplu konutlarda yaşıyorlar. Rita, okulda oğlu Graham’i cetvelle döven öğretmene haddini vermeye gittiğinde sınıfsal bir aşağılanmayla karşılaşıyor. Aşağıdakiler, yukarıdakiler yani. Hikâyeye burada, kocası Peter Hopkins otomobil fabrikasında üst düzey yönetici olan Lisa da giriyor. En iyi üniversitelerin birinde tarih okuyan entelektüel Lisa, kocasının kendisini aşağılamasından dolayı belki, “aşağı sınıf”ın hareketine destek veriyor. Sonunda, İşçi Partisi’nin iktidarında 1968 – 1970 arasında İstihdam ve Verimlilik Devlet Bakanı olan Barbara Castle, kadın işçilerin sorunlarını çözüyor. Kadın işçiler önce 1970’te Britanya’da, sonra da diğer sanayileşmiş ülkelerde “Eşit Ücret Yasası”yla haklarını kazanıyorlar.

Kadınlar haklıdır…

Sol ruhlu The Guardian, bu film için “iyi hissettiren film” demiş. Gerçekten filmi seyrederken hoş esprilerle yüklü tatlı bir film diyorsunuz, filmin kadınların hakları için mücadele ettiklerini unuttuğunuzda. Hatta film unutturuyor. Otomobil fabrikasında greve giden kadınların lideri olan Rita, aslında hayali bir karakter. Grevi sürükleyen birkaç kadını Rita’da toplamış yönetmen. Filmin geçtiği mekânlar gibi. Filmin hikâyesi, Londra’nın doğusunda ve başkentin yaklaşık 19 km uzağındaki Dagenham banliyösünde geçiyor. Elbette Ford fabrikası, tarihinde karanlık bir sayfayı anlatan böyle bir filme mekânlarını vermeyeceği için, Dagenham şehri ve Ford fabrikası, Galler’deki Merthyr Tydfil şehrine bağlı Pentrebach’ta çekilmiş. Pentrebach’taki 2009’da kapanmış Hoover fabrikası, Ford fabrikasına dönüştürülmüş. Filmde duyulan, 1960’ların sonuna kadar kaydedilmiş müziklerden ve şarkılardan oluşturulmuş. Şarkıların hepsi elbette Amerikan ve İngiliz malı. Filmde, besteci David Arnold’ın özgün tınıları da duyuluyor. 1959 doğumlu İngiliz yönetmen Nigel Cole, 2003 yapımı “Calender Girls – Takvim Kızları” ve 2005 yapımı “A Lot Like Love – Aşk Gibi Bir Şey” filmleri buralara kadar gelmişti. 2010 yapımı “Made in Dagenham – Kadının Fendi”, Britanya’da “Made in Dagenham” adıyla anılıyor. Nedendir bilinmez bu filmin ne kadar çok adı var böyle. “We Want Sex – Seks İstiyoruz”, “We Want Sexual Equality – Cinsel Eşitlik İstiyoruz”, Britanya’da “Made in Dagenham – Dagenham Malı” gibi. Aslolan, ülkesinde hangi adla oynadığı. Filmin sinemaskop görüntüleri gerçekten çarpıcı. Öncelikle otomobil fabrikasındaki anlarda. Filmin kameramanı John de Borman, son dönemlerde öne çıkmış filmlerin gözü oldu. Filmde dönemin ruhu iyi yansıtılmış. 1960’lar, dekorlarla, kostümlerle ve arabalarla o dönemdeymiş hissini veriyor. Yönetmen filminin aralarında belgesel görüntüler de kullanıyor. Son jenerikte grevci kadınların da gerçek belgesel görüntülerini gösteriyor. 1976’da Londra’da doğan Sally Hawkins, perdede karakterlerine ruh katan oyunculardan. Tiyatrodan gelme Hawkins, sinemada da kendini fark ettirmeyi başardı. Mike Leigh’in “Vera Drake – Hemşire”de Susan (2004) ve “Happy-Go-Lucky – Daima Mutlu”da Poppy (2008), Woody Allen’ın “Cassandra’s Dream – Cassandra’nın Rüyası”nda Kate (2007) gibi oynadığı karakterlerle hatırlayabilirsiniz. Evet, kadınlardan yana olmak insana kendini iyi hissettiriyor. Bu film gibi. “Kadının Fendi” filmi, 30. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde de gösterilmişti.

(24 Haziran 2011)

Ali Erden

[email protected]

Özgürlüğe Doğru Uzun Yürüyüş

Özgürlük Yolu (The Way Back)
Yönetmen: Peter Weir
Eser: Slawomir Rawicz
Senaryo: Keith R. Clarke-Peter Weir
Müzik: Burkhard von Dallwitz
Görüntü: Russell Boyd
Oyuncular: Jim Sturgess (Janusz), Ed Harris (Smith), Colin Farrel (Valka), Dragos Bucur (Zoran), Saoirse Ronan (Irana), Gustaf Skarsgard (Voss), Mark Strong (Khabarov), Alexandru Potocean (Tomasz), Sebastian Urzendowsky (Kazik)
Yapım: Exclusive Films-National Geographic (2010)

Avustralyalı Peter Weir’in, Polonyalı Slawomir Rawicz’in kitabından uyarladığı “Özgürlük Yolu”, Gulag’tan kaçan birkaç mahkumun zorlu ve trajik yolculuğunu anlatıyor.

Bu film, gerçek bir trajediden sinemaya uyarlandı. Eski subay Polonyalı yazar Slawomir Rawicz’in (1915 – 2004), Sovyetler’in Gulag diye adlandırdıkları çalışma kampından birkaç savaş esirinin firarını anlatan “The Long Walk: The True Story of a Trek to Freedom – Uzun Yürüyüş: Özgürlüğe Göçün Gerçek Hikâyesi” romanından uyarlanan 2010 yapımı “The Way Back – Özgürlük Yolu”, bu trajediyi tüm ayrıntılarıyla ve derinlikli anlatıyor. Stalin’i hâlâ sevenler için bu roman ve film büyük bir hayal kırıklığı olabilir. Ne yapalım, gerçekler ve trajediler romantik değil. Gulag’tan kaçış, 1942 kışında başlıyor. Kaçan mahkûmlar, altı bin kilometre yol yürüyorlar. Geriye kalansa dört kişi. Sovyetler’e inanmış gizemli mühendis Bay Smith, finale doğru Himayalalar’da gizemli bir kayboluşla hikâyeden ayrılıyor ve üç kişi Hindistan’a, özgürlüklerine ulaşıyor. Film, 2. Dünya Savaşı’nın başlarında Polonya’da açılıyor. Muhalif Janusz, eşinin ihbarıyla tutuklanıyor. Elbette Janusz’un eşine işkence yapılmış. Janusz, yirmi yıl yatmak üzere Sibirya’daki Gulag’a sürgün ediliyor. Orada, Khabarov adlı bir sanatçıyla dostluğu gelişiyor. Khabarov, Janusz’a kaçmak için ilham ve plân veriyor. Filmin derinliğinde oğlunu kaybettiği öğrenilen Bay Smith, kendisine işkence bir gün daha yaşamak için çaba gösteren bir insan. Hem suçluluk hem de vicdan azabı çekiyor. Sovyet Devrimi’ne inanıp Rusya’ya metro yapmak için oğluyla giden Bay Smith, oğlu Kızıl Ordu tarafından işkenceyle öldürülmüş. Kendi yarattığı cehenneminde yanıyor Bay Smith. Firari mahkûmlar içinde Letonyalı Voss, ressam Tomasz, gece körlüğü olan Kazik, Yugoslav muhasebeci Zoran ve Janusz’la beraber tehlikeli bir Rus mahkûm Valka, Khabarov’un plânıyla gecenin derinliğinde firar ediyorlar. Baykal Gölü’nden geçip Moğalistan’a özgürlüğe ulaşmayı umudediyorlar. Yollarına, Irena adında bir Polonyalı bir kız çıkıyor. Ailesi katledilip katledilmediği gizemli kalan Irena, Kollektif Çiftlik’ten firar etmiş ve Gulag mahkûmlarını takip etmiş günlerce. Mahkûmlar önce kızı istemese de, Irena sanki umudu simgeliyor. Bu zorlu yürüyüşte Kazik, Tomasz ve Irena yolda ölüyorlar. Valka da, Moğolistan sınırında onlardan ayrılıyor. Daha sonra Bay Smith de yol arkadaşlarını terk ediyor, ama geriye kalan üç kişi Janusz, Zoran ve Voss, Hindistan’a ulaşıp özgür oluyorlar.

Çarpıcı görsellik…

Avustralya’nın Sidney şehrinde 1944 yılında doğan Peter Weir, Joan Lindsay’in aynı adlı romanından uyarladığı “Picnic at Hanging Rock – Hanging Rock’ta Piknik” filmiyle dünyada adını duyurdu. Bizim içinse, 1982’de ülkemizde gösterime giren 1981 yapımı “Gallipoli – Gelibolu” filmiyle fark edildi. Çanakkale’de Anzak askerlerinin 1915’teki trajedisini anlattı 1. Dünya Savaşı atmosferinde. 1989 yapımı “Dead Poets Society – Ölü Ozanlar Derneği”, onun ikinci doğuşu oldu. Weir’in “Özgürlük Yolu” filminin anlatımı ve sinemaskop görüntüleri çok çarpıcı. Filmin bazı anlarında, yönetmenin “Gelibolu” filminin de kameramanı olan Avustralyalı Russell Boyd’un, “Gelibolu” filmindeki gibi genel çekimler oluşturması insana heyecan veriyor. Sabit açıda duran kamera, genel açıdan insanları çerçevenin bir tarafından diğer tarafa yürüyüşünü takip etmesi estetik anlamda yönetmenle kameramanın tarzını ortaya koyuyor. Bizlere de az da olsa nostalji yaşatıyor bu çekimler. Yönetmen, yolculuk derinleştikçe, iyi yazılmış senaryonun da yardımıyla karakterlerin ruhsal derinliklerini ve sarsıntılarını görsel açıdan da yansıtabiliyor. Ama, kelimeler güçlü. Moğolistan’da bir tapınağın harabeye dönüştüğünü gören Voss, kendi kilisesini hatırlıyor ve günah çıkartıyor işlediği cinayeti anlatarak. Azılı bir suçlu olan Valka, sanki hayatın gerçekleri gibi duruyor hikâyede. Belki de hikâyenin romantiği Janosz. Halüsinasyonlar gören Janosz, kendine sıcaklık ve dayanma gücü veren evinin bahçesini hayal ediyor. Filmdeki en son sahne gözleri hafifçe yaşartacak sanki. Son sahneden hemen önce, siyah-beyaz belgesel görüntülerle, savaş sonrası Sovyetler’in kuşatmasında kalıp “demirperde ülkeleri” olan Doğu Avrupa ülkelerinden özgürlük eylemleri yükselirken Kızıl Ordu tanklarla o ülkelere girip eylemleri bastırıyor. Sonunda, 1989’da Berlin’deki duvar yıkılıyor ve özgürlük geliyor.

Filmden yansıyan vahşi doğa da hikâyeye anlam katmış. Karlar, soğuklar, çöl sıcakları ve insanın dayanma gücü. İnsanı gerçekten etkiliyor yönetmen Weir. Filmdeki müzikler de gerçekten iyi ve bazı anlarda bu tınıların ruhunuzda dolaştığını sanıyorsunuz. Alman besteci Burkhard von Dallwitz’in, yol arkadaşlarının Moğolistan’a geçtiklerinde fonda etnik tınılar duyuluyor. Bu insana coşku ve hüznü aynı anda yaşatıyor. Himalayalar’da daha yoğun senfonik müzikler duyuluyor perdede. Colin Farrell ve Ed Harris, filmin lokomotif oyuncuları. Sinemaseverler, Janusz’u canlandıran 1978 doğumlu İngiliz oyuncu Jim Sturgess’i, Julie Taymor’ın 2007 yapımı “Across the Universe” filmindeki Jude karakteriyle hatırlayabilirler. Bu oyuncu Lehçe de konuşuyor filmde. İrlandalı, ama 1994 New York doğumlu Saoirse Ronan, Joe Wright’ın 2007 yapımı “Atonement – Kefaret” filminde küçük Briony karakteriyle hatırlayabilirsiniz. Wright – Ronan ikilisi son olarak 2011 yapımı “Hanna” aksiyon-gerilim filmiyle bir araya geldi. Ronan en çok Peter Jackson’ın 2009 yapımı “The Lovely Bones – Cennetimden Bakarken” filminde seyircileri etkisi altına almıştı Susie karakteriyle. Bu İngilizce, Rusça ve Lehçe konuşan filmin bir bölümü, Hindistan’ın Batı Bengal eyaletinin yüksek kesimlerinde, Himalayalar’da yer alan Darjeeling’de çekilmiş. Filmdeki diğer mekânsa, Fas’ın Sahra Çölü’nün içinde bir vaha olan Erfoud. Fas’ta Berberilerin Quarzazate, Arapların Warzazat dedikleri ve Fas’ın film stüdyolarının bulunduğu Quarzazate kasabasına “sessizce yakar” diyorlar. Elbette burası, herkesin dillendirdiği gibi “çöl kapısı…” Yönetmen, Quarzazate kasabasından bu filmi için çok faydalanmış. Ayrıca, Rusya’da geçen bazı sahneler Sofya’ya 25 km uzaklıktaki Vakarel köyünde çekilmiş. Bu film, 30. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde de seyirciyle buluşmuştu.

(Bu yazı 24 Haziran 2011 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayınlanmıştır.)

(24 Haziran 2011)

Ali Erden

[email protected]

Yazmayacaktım… ama

Evet, artık yazmayacaktım, ama finale koydukları bir ayrıntı, beni yazmaya itti. Orhan Kemal’in romanından yapılan (uyarlanan demiyorum!) Hanımın Çiftliği dizisi hakkında adeta yazmayı zorunlu hissettim kendimi.

Bilenler zaten biliyor, bilmeyenler için…: Orhan Kemal’in iki ciltten oluşan romanı Vukuat Var ve Hanımın Çiftliği, 50’li yıllarda Türkiye’deki siyasal değişim yıllarında Çukurova’da, Adana’da geçer. Güllü, aile içinde horlanan, fabrikada çalışan, askere gitmek üzere olan Kemal ile ailesine rağmen evlilik hayalleri kuran genç bir kızdır. Babası Çemşir ve ağabeyi Hamza, Kemal yüzünden Güllü’yü döverler. Bu arada bir kavgada Hamza, Kemal’i öldürür (Güllü “Vukuat Var” diye bağırır). Güllü’ye, kendisi gören çiftlik sahibi Muzaffer’in yeğeni Ramazan aşık olur evlenmek ister. Güllü’yü çiftliğe göndermeyi düşünen babası ve (“emmi” dedikleri) berber Reşit, böylece çiftliğe adım atmayı düşünürler. Çapkın bir adam olan Muzaffer Bey, Ramazan için getirilen Güllü’yü görür ve kendisi için seçer. Dövdüğü Ramazan’ı da çiftlikten kovar. Çiftlikte çalışanlardan Habib’in ise eskiden beri Muzaffer’e hırsı vardır. Ramazan yerine Muzaffer ile evlenen Güllü, Çiftliğin Hanımı olma yolundadır. Muzaffer ile evliliklerinden bir oğlu olur, çiftlikteki rakipleri Demokrat Parti’ye girip Muzaffer Beye cephe alma durumundadır ama Muzaffer de Demokrat Parti’ye girer. Muzaffer Bey bir gün öldürülür. Adı artık Serap olan Güllü, çiftliğin işlerini gören avukat ile evlenir. Çiftlikteki işlerden hoşnut olmayan Habib yangın çıkarır. Çiftlik yanarken çocuğunu alıp kaçmak isteyen Güllü ile karşılaşınca emzikteki çocuğuna acıyan Habib, Güllü’yü bırakıp kaçar ve izini kaybettirir. Yangını çıkartan bulunamaz. (Burada biten Orhan Kemal’in romanıdır ama dizi bitmez tükenmez kanallara girecektir.) Evet, roman biter, dizi sürdürülür.

Muzaffer’in bir kız kardeşi vardır: Halide (romanda yok). Kemal, Güllü’nün ağabeyi Hamza tarafından öldürülür, dizide ancak finalde ölecektir. Hamza’ya Muzaffer’i öldürten avukatı romanda yoktur. Muzaffer’in ölümünden sonra Güllü’nün evlendiği Orhan, karısı, karısının ağabeyi, romanda yoktur, daha başka şeylerde yoktur. Bunların hiçbirine bir diyeceğimiz yok. Bir kaç yerde yazmıştım ve artık yazmamaya karar vermiştim, taaa ki finalde her şey olup bittikten sonra, tüm olanları anlatmaya başlayan Güllü’yü Adana’da bir çay bahçesinde, akan incecik bir suyun yanında oturduğu masada, elindeki küçük bir deftere anlatılanları yazan (ve arkadan gösterilen) Orhan Kermal de öykünün içine katılmasa idi. Ve aradan 11 yıl geçtikten sonra, Güllü’nün oğlunun yaş gününü kutlama törenine Orhan Kemal’in kitap haline getirilmiş kitabını (Hanımın Çiftliği) bu “olanları anlatan” Güllü için imzaladığı “sahne” olmasa idi.

Kahramanının ağzından anlatılan romanlar vardır. Birinci (veya ender de olsa ikinci) tekil şahıs ağzından anlatılan, fakat her halde Vukuat Var / Hanımın Çiftliği öyle bir roman değildir. Bundan bu şekilde anlatılan bir senaryo ve buna bağlı olarak film çıkarılamaz değildir ama eğer böyle yapılacaksa baştan beri öyle gelmesi gerekirdi (diyorum ben.) Çok oldum ama Yaprak Dökümü ve Aşk-ı Memnu ve Fatmagül’ün Suçu Ne? için de genelde aynı, romanlar (ve senaryo) detayında farklı nedenlerle itirazımı koyuyorum. Hepsinin açıklaması farklı ve bu site bir sinema sitesi olduğu için, şikayetlerim de televizyon uydurmaları (yoksa uyarlamaları mı?) olduğu için detaya girmiyorum. (Aşk-ı Memnu’nun sinema uyarlaması olmaması sonucu değiştirmiyor.)

(21 Haziran 2011)

Orhan Ünser

Hayatta Bazı Şeyler Mümkün müdür?

Mutlu Azınlık (Happy Few)
Yönetmen: Antony Cordier
Senaryo: Julie Peyre-Antony Cordier
Müzik: Frédéric Verrières
Görüntü: Nicolas Gaurin
Oyuncular: Marina Foïs (Rachel), Élodie Bouchez (Teri), Roschdy Zem (Franck), Nicolas Duvachelle (Vincent)
Yapım: Fransa (2010)

“Soğuk Duş” filminde erotizmde arayışlar yapan Fransız yönetmen Antony Cordier, “Mutlu Azınlık” filminde de eş değiştirme fantazisini deşiyor.

César ödüllü ilk filmi 2005 yapımı gençlik erotizmini yansıtan “Douches Froides – Soğuk Duş”la hatırlanan 1973 doğumlu Fransız yönetmen Antony Cordier, 2010 yapımı “Happy Few – Mutlu Azınlık”ta da ipinden boşalmış bir erotizmle perdeyi kuşatıyor. Filmi seyrederken zihinsel olarak insan bir hayli zorlanıyor. Teorik olarak veya fantazi olarak kabûl edilebilecek bir şey pratikte, yani gerçek hayatın içinde o kadar mümkün olabilir mi? İnsan eşini bir başkasıyla değişebilir mi? Böyle yaparak monotonluktan ve sıkıcılıktan çıkabilir mi? Fransız sineması, “aşk üçgeni”nden sonra eş değiştirme durumları üzerinde de yoğunlaşmaya başladı. Jean-Marie ve Arnau Larieu kardeşlerin 2006 yapımı “Peindre ou Faire L’Amour – Mutluluğun Resmi” filminde de eş değiştirme üzerinde duruluyordu. Yönetmen Cordier’nin “Mutlu Azınlık” filmi, 2010’da 67. Venedik Film Festivali’nde “Altın Aslan”a da aday olmuştu. Uzun adı “Happy Few: Aimez qui vous voulez”, yani “Az Mutlu: Sevgi İster miydiniz” olan bu filmde, pek mutlu olmayan iki çift, beklenmedik biçimde, tasarlamadan çekimle eşlerini değiştiriyorlar. Belki de eşleriyle denemedikleri fantazileri yaşıyorlar.

Aileler ve eşler…

Mücevherat işi yapan Rachel, internet sitesinin grafiğini tasarlayan Vincent ve eşini teşekkür için eve yemeğe davet ettiğinde, bildiğiniz klâsik dostluğun gelişeceğini düşünüyorsunuz. Rachel’in eşi Franck, Uzakdoğu kültürleri üzerine kitaplar yazan bir yazar. Vincent’ın eşi Teri’yse, 1988 Seul Yaz Olimpiyatları’na katılmış eski bir cimnastikçi. Uzakdoğulular gibi bir dokunma uzmanı Franck, Teri’ye masaj yaparken bu işin nereye kadar gideceğini bilemez tabii ki. Çekimler başlıyor, eşler değişiliyor ve ipinden boşalmış, neredeyse pornografi duvarlarını yıkmaya çabalayan erotizmin ateşi perdeyi yakmaya başlıyor. Filmi seyredeken, sinemada erotizmin kralı 1933 Milano doğumlu İtalyan yönetmen Tinto Brass’ı düşünmeden edemiyorsunuz. Öncelikle Teri’nin “fırıncı” fantazisinde. Köy evinde un dansıyla bu hayal gerçekleşiyor. Yönetmen Cordier, filminde Rachel – Vincent ikilisinin sevişmelerini daha yoğun göstermiş. Ama, Teri’yi canlandıran Élodie Bouchez’nin güzelliğinin tüm ayrıntılarını seyircilerinden saklamamış. Filmde etkileyici kırsal manzaralar, Paris’e 77 km uzaklıktaki İle-de-France bölgesindeki Seine-et-Marne bölümündeki Vimpelles’de geçiyor. Paris de bu bölgenin bir parçası. Ama, filmde Paris’in kuzeydoğusunda yer alan Seine-et-Marne banliyösü ve Paris’in 9. bölgesindeki banliyösü Montreuil’den de çok an yansıyor perdeye.

(Bu yazı 17 Haziran 2011 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayınlanmıştır.)

(17 Haziran 2011)

Ali Erden

[email protected]

Aziz Nesin Finali 3

Böyle Gelmiş Böyle Gitmez’in 8 cilt olacağını okumuş, ilk cildini de almıştım, yıllar sonra ikinci cildini aldım. Ciltlerin (8 tane) tamamlanmasını beklerken, Nesin’in ölümünden sonra okumaya başladım. Bu arada üçüncü cildin de olduğunu öğrendim ve onu da edindim. Fakat dördüncü bir cilt yok, olmayacakta… Nesin’in, bu kitaplarının dışındaki diğer kitaplarında da bir kısım anıları yer almaktadır. Onlarda da var mı bilmiyorum ama Böyle Gelmiş Böyle Gitmez’i oluşturan üç kitapta yeri geldikçe sinema konusuna değiniliyor. Bu değinmeler doğrudan sinema kastı taşımasa da, sinema veya sinemacılarla ilgili. Daha önceki kitaplardaki sinema değinmelerinden kalkarak, Aziz Nesin Sineması dediğim yazılar yazmıştım. Sinema ile ilgili yazılar giderek azalıyor ama üçüncü ciltte de var, devam etse idi diğerlerinde de olacak mıydı bilemiyorum ama Aziz Nesin’in sinema ile ilgisi aşağıda da değineceğim gibi değişik boyutlarla daha sonraları da devam etmiştir.

Nesin, Okul’un (askeri okul) salonunda eğlenceler düzenlendiğini, arada da film oynatıldığını söylüyor. Orada görüp de unutamadığı filmlerden biri Der Blauer Engel (Mavi Melek) (Josef von Sternberg – 1930)’dir ve başrollerini Marlene Dietrich ve Emile Jannings oynamaktadır. Nesin beyazperdede görüp ilk aşık olduğu kadın olarak Dietrich’i (bu film nedeni ile) gösterir ve uzun zaman etkisinde kaldığı belirtir. Son aşkı ise Katharine Hepburn’dur. Nesin, Mavi Melek filminin ülkemizde çok tutulduğunu, bu nedenle de Muhsin Ertuğrul tarafından yerli benzerinin yapıldığına değiniyor. Ertuğrul, Jannings’ten etkilenmiş bir sanatçıdır, bizde Mavi Melek uyarlaması sanılan Şehvet Kurbanı (1940) filmi Mavi Melek ile benzer özellikler taşısa da, uyarlaması değildir. Şehvet Kurbanı, Victor Fleming’in The Way of All Flesh filminin uyarlamasıdır. (Sonradan değişik yönetmenlerce yeni uyarlamaları yapılmıştır. [İhtiras Kurbanları / Muharrem Gürses / Atıf Kaptan – Hümaşah Hiçan (1953) / Bir Serseri / Memduh Ün / Talat Artemel – Neriman Köksal (1957) / Şehvet Kurbanı / Nejat Saydam / Yıldırım Önal – Sevda Ferdağ (1972)]. Şehvet Kurbanı’nın da yönetmenliğin yanında başrol oynayan Ertuğrul, açıkca Jannings etkileri taşımasının yanında partneri Cahide Sonku’yu da iyice Marlene Dietrich’leştirmiştir. Sternberg’in Mavi Melek’i ve Fleming’in The Way of all Flesh’ı ile benzerlikler taşısa da, Şehvet Kurbanı, Mavi Melek uyarlaması değildir.

Nesin, sinemadan söz etmeden, o yıllarda Şehir Tiyatroları’nda oynanan operetlerden söz eder ve en kalıcı olanının Lüküs Hayat olduğunu söyler. Evet o yıllarda sahneye konulan bu operet dört yıl oynanarak hayli ilgi çeker. (Şimdilerde oynayan versiyonuda otuzuncu yılını yakalamak üzere.) Bu arada Nesin’den ayrılarak Lüküs Hayat’ın sinema versiyonuna değinirsek ilk kez 1950 yılında Lütfi Akad tarafından çekildiğini belirtmek gerek. Bu uygulama için verilmesi gerekli en önemli bilgi, Şehir Tiyatroları’nda babası Hazım Körmükçü’nün oynadığı rolü filmde (oğul) Settar Körmükçü’nün oynadığıdır. Ama filmin -üstünden hayli zaman da geçmiştir- oyun kadar ilgi görmediğidir. Lüküs Hayat, 1976’da tekrar sinemaya uyarlanacaktır. Yücel Uçanoğlu’nun yönettiği bu versiyonda Halit Akçatepe, İlhan Daner, Hadi Çaman, Emel Aydan, Tevhit Bilge, Yüksel Gözen, Birtane Güngör, Tuncay Özinal, Oya Başar, Necla Soylu oynar, fakat bu çevirim daha da sessiz kalır.

Aziz Nesin’in Yokuş Yukarı’daki (Böyle Gelmiş Böyle Gitmez 3) sinema değinmeleri bu kadar. Ama Nesin ile ilgili olarak sinema nedeni ile yazacağım başka şeyler de var. Aslında komedi’ye kendince ağırlık veren sinemamızda Nesin gibi bir mizah ustasının yeterince kullanılmamasını anlamak mümkün değil ama yine de hiç kullanılmamıştır da demiyoruz. Nesin’in oyunu Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz tiyatrolarda oynandıktan sonra (halen oynanmakta) Engin Orbey tarafından sinemaya da uyarlandı (1974), fakat hiç ses getirmedi. (Başrolü Halit Akçatepe ve Münir Özkul oynuyordu). Kemal Sunal’ın oynadığı, 1980 Kartal Tibet yönetimli Zübük ve Gol Kralı ise -gerek oyuncusundan, gerek konularından (birincisi siyaset, ikincisi ise futbol) dolayı- daha fazla ilgi gördüler. Bana göre Nesin’in birçok oyunu ve öyküsü halen sinema yapılmayı beklerken, tiyatroda da çok az oynanan Düdükçülerle Fırçacıların Savaşı oyunu hem içerik hem de biçim olarak sinemacıların dikkatini neden çekmez, anlayamam.

Müjdat Gezen, yazarlık ve tiyatroculuğunun yanında sinemacı(ve televizyoncu)dır da. Sinemada oyuncudur bilinen yanı ile ve bilinmeyen yönetmenliği de vardır. Gülümseyen Dünya filminin vizyona çıktığını görmedim ama Kobay vizyona çıktı. Homodi’nin ise isminden başka bir şey duymadım, (sanırım bu sonuncu) filmi Aziz Nesin’e seyrettirmiş. Çok gülen Nesin, “Gördüğüm ‘en kötü’ film idi” demiş. (Bunları bir televizyon programında Sayın Gezen anlatmıştı ama hangi programdı?) Olay tam Aziz Nesin fıkralarına benziyor, bu filmden herhangi bir yerde söz etti mi -şimdilik – bilemiyorum.

(17 Haziran 2011)

Orhan Ünser

Liverpool’da Savaş Suçlarına Ceza

Tehlikeli Yol (Route Irish)
Yönetmen: Ken Loach
Senaryo: Paul Laverty
Görüntü: Chris Menges
Oyuncular: Mark Womack (Fergus), Andrea Lowe (Rachel), John Bishop (Frankie), Trevor Williams (Nelson), Talib Rasool (Harim), Stephen Lord (Steve), Craig Lundberg (Craig), Geoff Bell (Walker)
Yapım: İngiltere-Fransa-İtalya-Belçika-İspanya (2010)

Sinemanın yaşayan büyük yönetmenlerinden İngiliz Ken Loach, bazı filmleriyle İngiliz emperyalizmine savaş açıyor. “Tehlikeli Yol”, İngiltere’nin Irak’taki günahlarına sert eleştiri getiriyor.

Fergus, en yakın arkadaşı Frankie’nin cenazesi için Liverpool’a gelirken, feribotta Frankie’yle ergenlik dönemlerini hatırlıyor. Ön jenerik boyunca süren bu anlar, eskimiş fotoğraflar gibi soluk yansıyor perdeye. Kilisede Rachel onu öfkeyle karşılıyor. Frankie’nin ölmesinde Fergus’ı suçlu görüyor. Rachel, Frankie’nin sevgilisi. Frankie nasıl ölmüştür? Fergus, tabutun içinde cesedi paramparça Frankie’ye bakarken, bir dedektif gibi bu ölümün peşine düşüyor. Fergus, Irak Savaşı’nda paralı bir asker. En sevdiği arkadaşı Frankie’yi de parası bol bu savaşa çekiyor. Fergus, bir zamanlar kendisinin de olduğu paralı askerlerin şirketinden önce bir cep telefonunu ele geçiriyor. Arapça yazılar olan cep telefonunu şair-şarkıcı Harim’e götürüyor. Cep telefonunda, bir katliamın görüntüleri var. Acımasız paralı asker Nelson, bir taksi içinde bir Iraklı aileyi katlediyor. Frankie bu katliamı önleyemiyor. Frankie, koalisyon kuvvetlerinin Bağdat Havaalanı Yolu’na doğru giden yola “Route Irish” diyorlar. Yani, “İrlanda Yolu…” Frankie, bu yolda aracında bomboyla öldürülüyor. Fergus, Rachel’le yakınlaşıyor ve ikisi de yeni bir aşkın kıyısında dolaşıyorlar. Ama Fergus, derin araştırmaya girerek Frankie’nin ölümünü tasarlanmış bir cinayet olduğunu çözüyor, sonra da Nelson ve şirketin adamı Walker’la hesaplaşıyor. Filmin final bölümü, biraz olsun insana adalet duygusundan olmalı umutsuzluğa düşürüyor. Herkes kendi cezasını verirse bu dünya nereye gider? Loach usta, belki de bu infazları savunmuyor. Öldürmelerin işleri olan insanların ruhlarının derinliklerini göstermek istiyor.

Liverpool şehrinden mersiye…

İşçi sınıfının yönetmeni büyük usta Ken Loach, 2010 yapımı “Route Irish – Tehlikeli Yol” filminde, Irak Savaşı’nda İngiltere’nin günahlarını anlatıyor. Filmin hikâyesi Liverpool’da geçiyor. Hani şu “kırmızılar” diye anılan büyülü futbol takımı Liverpool FC’nin, Beatles’ın, Pink Floyd’un ve dok işçilerinin heyecen verici şehri Liverpool’da. Yönetmen yoğunlukla iç mekânlarda kamerasıyla dolaşsa da zaman zaman muhteşem Liverpool manzaraları da perdeye yansıyor. Liverpool’a “büyülü şehir” deniliyor. Mersey halicinde kurulmuş bu muhteşem şehir, Atlantik Okyanusu’ndaki “gulf stream”, yani sıcak su akıntısı yüzünden esen rüzgârlar nedeniyle yazları ılıman bir iklime sahip. Kışlarıysa pek sıfırın altına düşmeyen soğuklukta. Aslında bu film, Fergus’ın Frankie’ye mersiyesi gibi. Dostunun yokluğu onu büyük bir boşluğun içinde bırakıyor. İntikamı alsa bile içindeki suçluluk duygusunu yok edemiyor ve sondaki trajedisine atlıyor Fergus. Filmde, Fergus’ın Nelson’a işkence yaptığı sahne gerçekten insanı ürpertiyor. Loach, bu filminde, geçmişteki filmlerindeki gibi yer yer öfkeli bir kamera kullanmış. Sinemanın önemli kameramanlarından İngiliz Chris Menges, Loach’un ruhuyla buluşabilmiş. Menges’le Loach’un yolu, 1969 yapımı “Kes – Kerkenez” filmiyle kesişmişti ilk. 1979’da hikâyesi 18. yüzyılda geçen “Black Jack – Kara Jack”, 1980’de “The Gamekeeper – Avlak Bekçisi”, 1981’de Thatcher dönemine ve Kuzey İrlanda sorununa siyah-beyaz baktığı “Looks and Smiles – Bakışlar ve Gülüşler”, 1986’da “Fatherland – Atayurdu” beraber oldukları diğer filmler. 1957’de Hindistan’da doğan senarist Paul Laverty’yle iyi filmler yaptı Loach. 1996’da “Carla’s Song – Carla’nın Şarkısı”, 1998’de “My Name’s Joe – Benim Adım Joe”, 2000’de “Bread and Roses – Ekmek ve Güller”, 2006’da “The Wind That Shakes the Barley – Özgürlük Rüzgarı“, 2007’de “It’s a Free World – İşte Özgür Dünya” hemen akla gelenler. Loach’un “Tehlikeli Yol” filmi görülmeli. Loach, zaman zaman filminde belgesel tadında görüntüntüler yansıtıyor. Bununla beraber Irak Savaşı’ndan belgesel görüntüleri de sunuyor filminde. İnsanı sarsıyor. Harim’i canlandıran Talib Rasool’un söylediği Mezopotamya kokusu salan türküsü de insanı hüzünlendiriyor.

(17 Haziran 2011)

Ali Erden

[email protected]

Berlin’de Geceler Dişi Vampirlerin

Geceler Bizim (We are the Night)
Yönetmen: Dennis Gansel
Roman: Wolfgang Hohlbein
Senaryo: Jan Berger-Dennis Gansel
Müzik: Heiko Maile
Görüntü: Torsten Breuer
Oyuncular: Karoline Herfurt (Lena), Nina Hoss (Louise), Jennifer Ulrich (Charlotte), Anna Fischer (Nora), Max Riemelt (Tom)
Yapım: Constantin Film-Rat Pack (2010)

Yönetmen Dennis Gansel’in Wolfgang Hohlbein’ın romanından sinemaya uyarladığı “Geceler Bizim”, Alman sinemasının korku geleneği kıyılarında dolaşan, ama fazla korkutamayan bir film.

Alman yönetmen Dennis Gansel’in 2010 yapımı “We are the Night – Geceler Bizim”, dişi vampirlerle Berlin’in gecelerinde korku salıyor. Vampirlerin lideri Louise, gözlerinden etkilendiği kızları ısırıkla vampir yapıyor. Yüzyıllardır hayatta olan Louise, sessiz sinemanın yıldızı Charlotte’u, Fritz Lang ustanın Lüksemburglu yazar Norbert Jacques’ın kurgusal romanından uyarladığı 1922 yapımı “dışavurumcu” filmi “Dr. Mabuse: Der Spieler – Dr. Mabuse: Kumarbaz”ın galasında ısırmış. Tuhaf Nora da ekibe katılmış sonra. Lena, Louise’in ilgisini çekmeden önce hikâyeye dahil oluyor. Lena, yoksulluklar içinde hayatta kalma savaşı veriyor gri Berlin’de. Alkolik annesiyle bir döküntü bir evde yaşıyor Lena. Soğuk Berlin’de aylak aylak etrafa bakarken, ATM’den para çeken birini gözüne kestiriyor. Adama yaklaşan yankesici Lena, adamın cüzdanını götürürken polisin de operasyonunu mahvediyor. Cüzdanını götürdüğü adam Rus mafyasından bir muhabbet tellalı. Polis Tom, Lena’nın peşine düşüyor ve kovalamaca sonunda bir aşk başlıyor alttan alta. Lena’yı oynayan 1984’te, duvarların henüz yıkılmadığı Doğu Berlin’de doğan Karoline Herfurt, Juliette Binoche’un gençlik hallerini yansıtıyor sanki. Yeni keşfimiz Karoline Herfurt’u yönetmen Dennis Gansel 2001 yılında keşfetmiş ve “Mädchen, Mädchen – Kızlar Kızlar” filminde oynatmıştı. Herfurt’un canlandırdığı karakterin adı da yine Lena’ydı. Bu güzel oyuncu Almanya’daki yönetmenlerimizden Buket Alakuş’un 2005 yapımı “Eine Andere Liga – Başka Bir Lig” filminde Hayat karakterinde oynadı. Onunla tanışmamız ancak Tom Tykwer’in 2006 yapımı “Perfume: The Story of a Murderer – Koku: Bir Katilin Hikâyesi” filminde kıpkızıl saçlı “erikçi kız”la oldu. Güzel Herfurt, Stephen Daldry’nin 2008 yapımı “The Reader – Okuyucu” filmindeki Marthe karakterinden de hatırlayabilirsiniz.

Geceler onların…

Filmin hikâyesi basit ve kıskançlık üzerine gelişiyor. Louise, Lena’yı boynundan ısırarak kendi yanlarına almalarından sonra, hikâye derinleşiyor. Erkek vampirler, Louise’in dediğine göre açgözlülüklerinden ve şamatalarından dolayı nesilleri tükenmiş. Dişi vampirler, ölümlü dünyalılarla sevişebiliyorlar. Bu yüzden fazla kayıpları yok. Bu vampirler yaşamasını da biliyorlar ve hayatın zevkini çıkarıyorlar beyazperdede. Louise, güzel Lena’ya sırılsıklam aşık oluyor. Lena da polis Tom’a aşık, yeni hayatına ve kan içmeye alışırken. Louise, bu aşkın farkında ve kıskançlık yaşıyor. Finalde ihtiras yeniliyor ve gerçek aşk kazanıyor güzel Berlin’de. Yönetmen, yoğun olarak gece çekimleri yapsa da Berlin’in güzelliği filme çok şey katıyor. Filmin, disko tadı veren kaotik müziklerini bir tarafa koyunca fonda yer yer iyi müzikler de duyuluyor. Filmdeki önemli handikaplardan biri, filmin İngilizce konuşması. Bu durum oyuncuların performansını bir hayli düşürmüş. Film, Alman korku-gerilim romanları yazarı Wolfgang Hohlbein’ın “Wir sind die Nacht” (Biz Gece Varız) romanından uyarlanmış ama romanın filmden iyi olduğu söyleniyor. Yönetmen Gansel, 1973’te Hannover’de doğdu. Yönetmenin 2008 yapımı “Die Welle – Tehlikeli Oyun” filmi, mayıs 2008’de ülkemizde vizyona çıkmıştı. Yönetmenin, 2004 yapımı “Napola: Elite für den Führer – Napola: Çöküşten Önce” filmi de biliniyor. Bu iki filminin de iyi olduğunu belirtmeliyiz ve arşivlerde de bulunmalı.

(11 Haziran 2011)

Ali Erden

[email protected]

Mary’nin Mevsimleri Geçip Giderken

Ömrümüzden Bir Sene (Another Year)
Yönetmen-Senaryo: Mike Leigh
Müzik: Gary Yershon
Görüntü: Dick Pope
Oyuncular: Jim Broadbent (Tom), Lesley Manville (Mary), Ruth Sheen (Gerri), Oliver Maltman (Joe), Peter Wight (Ken), David Bradley (Ronnie), Karina Fernandez (Katie), Imalda Staunton (Janet)
Yapım: Thin Man-Film4 (2010)

İngiliz yönetmen Mike Leigh’in “Ömrümüzden Bir Sene” filminde, insana dair birçok şeye hüzünlü ve mizah yüklü bir dokunuşla beyazperdeye yansıtıyor.

Ken Loach, nasıl genelde işçi sınıfını anlatıyorsa, Mike Leigh de yoğunlukla orta sınıfı kendine sorun yapan bir yönetmen. Bu iki İngiliz ustanın filmlerini gördüğünüzde gerçek Britanya’yla karşılaşıyorsunuz. Biraz da hayal kırıklığına yaşıyorsunuz elbette. 1943 doğumlu ve Yahudi kökenli yönetmen Leigh, 1970’lerden başlayarak tarumar olmuş İngiliz halkını zaman zaman belgeselci duyarlığıyla perdeye yansıtsa da, bireylerin toplumdaki yerlerini, kaybedişlerini, yoksullaşmalarını, yoksunlaşmalarını Yahudi mizahını da yanına alarak anlattı. Biliyorsunuz, Yahudi mizahı somut gerçeklikten beslenir. Yani buna hayata dair birçok şey giriyor: Hayat kavgası, yoksulluk, beslenme, aile vb. Bu mizah anlayışı, kinayeli, çekingen ve tasvirci. Leigh ve diğer bazı Yahudi yönetmenlerde buna benzer mizahi yaklaşımlar görebilmeniz muhtemel. Leigh filmlerinde, Thatcher döneminde hayatları enkaza dönüşmüş insanların hikâyelerini bulursunuz yoğunlukla. Vahşi kapitalizmin bir mengene gibi sıktığı insanların trajedileri vardır bu sinemada. Onun filmlerinde, bu ekonomik zorluklar içinde, insanın yabancılaşmasını ve iletişimsizliğini de bulursunuz. Bireyin tuhaf kasveti yansıyor bu ustanın filmlerinde.

Sadece bir sene mi?..

Filmin hikâyesi Londra’da geçiyor ve yönetmen birkaç insanı dört mevsim boyunca kamerasıyla izliyor. Tom ve Gerri, otuz yaşında Joe adında oğulları olan, daima birbirlerini seven mutlu bir çift. Tom ve Gerri’nin Londra’nın dışında yaşamaları çevreci olmalarından. Evlerinde ve bahçelerinde her türden çiçek yetiştiriyorlar tüm komşuları gibi. Hatta evlerinin az uzağında organik sebze bile yetiştiriyorlar. Tom, bir jeolog. İnşaat yapılmak istenen yerlerin inşaata uygun olup olmadığını analiz ediyor. Geri, bir muayenehanede danışman olarak çalışıyor. Geri’nin ve Tom’un yirmi yıldır arkadaşı olan Mary de, Gerri’nin çalıştığı muayenehanede çalışıyor. Mary, sanki Leigh’in bir önceki filmi 2008 yapımı “Happy-Go-Lucky – Daima Mutlu” filmindeki Pauline’in orta yaş hali gibi. Yirmi yıllık dostları Tom ve Gerri’nin derin ve sıcak aşklarını kendi hayatında arıyor belki de Mary. Dostlarının oğlu Joe’ya bile üstü kapalı ilânı aşk yapıyor. Üstelik Joe, sevgilisi Katie’yi ailesiyle tanıştırmak için eve getirince büyük bir yıkım yaşıyor ve hayal kırıklığı yüzüne yansıyor Mary’nin. Bu durum onu, bu kederlerle yüklü dünyadaki tek dostlarından koparıyor sanki. Artık ona sıcak bakmayan, soğuk davranan Tom ve Gerri, Mary’yi daha da yalnızlığa itiyorlar. Tom’un abisi Ronnie’nin karısı da ölüyor. Cenaze için Derby şehrine giden aile, dönüşte Ronnie’yi de Londra’ya getiriyorlar. Filmin orijinal anlamı “Bir Başka Yıl” demek. Buna Türkçede, “başka bahara kaldı” diyoruz mecazi anlamda. Yatağının bir tarafı her zaman soğuk olan Mary için de hızla geçip giden yılların herhangi baharında, belki de bu dünyadan çekip gitmiş romantik aşkı bulmasını diliyorsunuz. Tom gibi yemek yapmayı seven, sıcak ve sevgi dolu bir eşi de. Leigh filminde her şeyi sakinlikle anlatmış. Kameraman Dick Pope’un sinemaskop çerçeveleri bu sakinliğe destek olmuş. Fonda duyulan Gary Yershon’ın dingin tınıları da filme katkıda bulunmuş. 2010 yapımı “Another Year – Ömrümüzden Bir Sene”, Cannes’da “Ekümenik Ödülü”nü de kazandı. Bu film, 30. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde de gösterilmişti.

Önemli bir yönetmen…

Ustanın ilk filmi 1972 yapımı “Bleake Moments – Kasvetli Anlar” filmi mutlaka belleğe alınmalı. 1920’lerin sonunda Güney Londra’nın banliyölerinde geçen filmde, iletişimsizlik ve umutsuzluk vardı. Leigh’in filmlerine, yakından veya uzaktan, sinemanın en büyük ustalarından 12 Aralık 1903’te doğmuş ve yine 12 Aralık 1963’te ölmüş Japon Yasujirô Ozu’nun ruhu da yansıyor. 1990 yapımı “Life is Sweet – Hayat Tatlıdır”, 1993’te Cannes Film Festivali’nde “En İyi Yönetmen” ödülü kazandığı “Naked – Çıplak”, 1996’da yine Cannes’da “Altın Palmiye” kazandığı, yoksulluğu ve yoksunluğu derinden anlattığı “Secrets & Lies – Sırlar ve Yalanlar”, 1950’lerin başından, savaş sonrasından yansıyan, yoksullukla trajik bir hikâyeyi anlattığı 2004 yapımı “Vera Drake – Hemşire” filmleri de unutulmamalı Leigh’in.

(10 Haziran 2011)

Ali Erden

[email protected]

Sinemanın Macera Kahramanı: Sylvester Stallone

Sinemada, “Rocky”yle kendi hayatını özdeşleştiren Sylvester Stallone, macera ve aksiyon sinemasında önemli bir yerde. Göründüğü bazı filmler sinema tarihine kaldı. Filmlerde başrol oynadı, filmler yönetti, senaryolar yazdı. Onun filmleriyle yolculuğa çıkmak istedik.

Sylvester Stallone, 1946 yılında New York’ta doğdu. “Rocky” filmine kadar da sinemanın bütün çilesini çekti. Ona “Italian Stallion”, yani “İtalyan Aygırı” diyorlardı. Asıl adı Michael Sylvester Gardenzio Stallone’du. Arada iyi filmlerde de göründü. Alan J. Pakula’ının başrollerinde Jane Fonda ve Donald Sutherland’ı oynattığı sinemaskop çekilmiş 1971 yapımı “Klute – Fahişe” filminde diskotek patronuydu Stallone. Hatta Woody Allen’ın 1971 yapımı “Bananas – Zorla Kahraman” filminde metrodaki bir hayduttu. Dick Richards’ın Raymond Chandler’dan uyarladığı 1975 yapımı “Farewell, My Lovely – Elveda Sevgilim” kara filminde de Jonnie karakterini canlandırdı. Bu filmde Robert Mitchum ve Charlotte Rampling başroldeydi. Sonunda hayaller gerçek oldu, ama o kadar kolay olmadı. Ünlü boksör Rocky Graziano’dan ilham almış “Rocky” senaryosuyla Hollywood stüdyolarını dolaşan Stallone’un arayışlarına United Artists cevap verdi. Filmi yönetip başrolde de oynamak isteyen Stallone, ilk “Rocky”yi yönetmeyi John G. Avildsen’a bırakmak zorunda kaldı 1976’da. Bu film, 1977’de Akademi’yi büyüledi ve tam on dalda Oscar’a aday oldu. Film, yönetmen (John G. Avildsen), senaryo (Sylvester Stallone), kurgu (Richard Halsey ve Scott Conrad), erkek oyuncu (Sylvester Stallone), kadın oyuncu (Talia Shire), yardımcı erkek oyuncu (Burgess Meredith ve Burt Young), özgün şarkı (Bill Conti – Gonna Fly Now) ve ses dallarından film, yönetmen ve kurgu dallarında Oscarları aldı. Aslında bu film, hem Rocky Balboa’nın hem de Sylvester Stallone’un kaderini değiştirdi. Filmin senaryosu okullarda okutulacak kadar mükemmeldi. Yönetmen de senaryonun ruhuyla buluşan anlatımıyla unutulmaz modern bir klâsiğin doğuşuna neden oldu. Bugün, “Rocky”yle beraber “Rocky 2”, “Rocky V” ve “Rocky Balboa” sinemanın özel filmlerinden.

İlk hikâyede Rocky Balboa, doğru düzgün iş bulamıyor. Micky’nin (Burgess Meredith) yerinde boks antrenmanlarını sürdürüyor. Adı duyulmamış bir boksörle maç yapmak isteyen ağır sıklet Apollo Creed (Carl Weathers), kendine rakip olarak Rocky’yi seçiyor. Rocky de o sıralar hayatının kadını Adrian’ı (Talia Shire) büyülemeye çalışıyor. Kayınbiraderi olacak Paullie de (Burt Young), içine kapanık kız kardeşinin Rocky’yle olmasını istiyor. Filmde, kış atmosferindeki mekânların yansıyışı çok etkileyiciydi. Bir de Bill Conti’nin tema müziği “Gonna Fly Now” gerçekten unutulmazdı. Bu müzik eşliğinde Rocky ağır antrenmanlarını yapardı hep. Stallone’un ilham aldığı boksör Rocky Graziano’nun hayatının bir bölümünü, yönetmen Robert Wise, 1956’da siyah-beyaz çekti “Somebody Up There Likes Me – Yukarıda Biri” adıyla. Paul Newman (Rocky) ve Pier Angeli (Norma) başroldeydi. “Yukarıda Biri” fiminde unutulmaz bir diyalog vardı. Rocky Graziano, Norma’ya, “Biliyor musun, hep şanslı oldum. Yukarıda biri beni seviyor” diyor. Norma da, “Daha aşağıdaki birileri seni seviyor” der. Aslında bu filmde, trafik kazasında ölmeseydi James Dean oynayacaktı Rocky Graziano’yu. Pier Angeli’yle James Dean fırtınalı bir aşk yaşıyorlardı o zamanlar. “Rocky” filminde de Rocky Balboa’yla Adrian arasında da unutulmaz bir diyalog vardı. Adrian, “Neden dövüşmek istiyorsun?” diyor. Rocky de, “Çünkü benden şarkıcı, dansçı olmaz” diye cevaplıyor. Rocky Balboa’nın hayatı, Pensilvanya eyaletinin Philadelphia şehrinin kuzeyinde geçiyor. Rocky ve Stallone, “Amerikan rüyası”nı gerçekleştirdiler beraberce. İkisi de, çok süründüler, açlık tehlikesi geçirdiler ve çalışarak başardılar. Kibirliler, onu “Rambo” serisinde oynadığı için sertçe eleştiriyorlar. Oysa o, aşağıda olmanın ne demek olduğunu biliyor.

İkincisinde yönetmen…

İlkinin başarısı üzerine, United Artists “Rocky”nin ikinci filmini Stallone’un yönetmesini kabûl etti. Ama, öncesinde bir film yönetmesi gerekecekti 1978’de Stallone’un. Bunu başaran Stallone, senaryoyu yazdı, filmi yönetti ve yine başrolde oynadı “Rocky II”de. 1979 yapımı “Rocky II”de de, ilk filmde oynayan karakterler göründü. Film, ilk filmin finaliyle açılıyor ve Rocky, “Adrian, Adrian” diye bağırır etrafa, yüzü gözü patlamış halde. Maçı, Apollo’ya sayıyla kaybetse de, iyi para kazanan Rocky, Adrian’la evlenip bir yuva kuruyor. Ama, Apollo’ya gelen mektuplar, onu çıldırtıyor ve Rocky’yle bir maç daha yapmak istiyor. Sonunda, maç kararlaştırılıyor Adrian’ın karşı koymasına rağmen. Bu ikinci filmde, hocası Mickey’nin antrenmanlarıyla bu yüzyılın maçına hazırlanıyor Rocky. Antrenmanda tavuk kovaladığı sahne de şimdi bir klâsik. Rocky, “Kendimi kızarmış aptal tavuk gibi hissediyorum” diyor bu sahnede espriyle karışık. 1982 yapımı “Rocky III” ve Soğuk Savaş saçmalığı 1985 yapımı “Rocky IV”, bu serinin nedense sevemediğimiz filmlerinden. “Rocky IV”, 1980’lerde başkan olan Ronald Reagan’ın estirdiği “Amerikalılık ruhu” rüzgârının etkisinde yapılmış bir filmdi. “Rocky III”teki en iyi şeylerden biri, Survivor rock grubunun “Eye of the Tiger” (Kaplanın Gözü) şarkısıydı. 1990 yılnda, “Rocky V”le ilk filmin yönetmeni John G. Avildsen’le yolları kesişti yine. Bu kesişme, “Rocky” serisine unutulmuş sıcaklığı da getirdi. Rocky, bu filmde boks yapmıyor ama yeteneğinin farkında olmayan bir serseriye antrenman vermek istiyor. 2006’da gelen serinin altıncı filmi “Rocky Balboa”, ilk iki filmdeki yoğun duygusallığı yarattı perdede. Adrian ölmüş. Ondan yadigâr kalmış “yuppy” bir oğul ve hâlâ bir şey olamamış bir kayınbirader. Boksu bırakan efsane Rocky, şimdi insanlara İtalyan yemeklerini sunuyor. Ama, yine sonunda bir defa daha bir maç onu bekliyordu.

“Rocky Balboa”, 1970’lerin “Rocky”lerine bir saygı sunuşu, bir hüzünlü özlem filmiydi. “Rocky Balboa” filminin büyük bir bölümünde Stallone’un hüznünü hissediyorsunuz. Şehirler, insanlar, kültürler ve hayat tarzları değişiyor. Dinlenen müzikler, insan ilişkileri ve aşklar da değişiyor. Geçmişi, 1970’leri unutamayan Rocky, hayatını geçirdiği şehirde eskiden gittiği mekânlarda geçmişin sıcaklığını ve izlerini arıyor. Hayatının büyük aşkı, karısı Adrian da yoktur artık. Öleli birkaç yıl olan Adrian’ın mezarını sürekli ziyaret eden Rocky, karısının adını verdiği bir restoran işletiyor. Müşterilerine de boks anılarını anlatıyor kendi mekânında. Kayınbiraderi Paulie, şimdide yaşayan, geçmişi anmayan bir insan. Rocky’ye de şimdiki anları fark ettirmek istiyor sanki. Mezbahanede çalışan Paulie, hayatta hiçbir şeye bağlanmamış biri. Rocky’nin iletişim kurmak için çabaladığı oğlu Robert, babasına sürekli yaşlılığını hissettiriyor. “Yuppy” tipli Robert (Milo Ventimiglia), babasının ününün gölgesinde ezilen biri. Her şeyi kendi çabası ve gücüyle başarabileceğine inanıyor. Babasının oğlu olarak bir yerlere gelmek istemiyor. Bir de Marie var. İlk “Rocky” filmini seyredenler o küçük kızı anımsayacaklar. O kız şimdi büyümüş. Rocky, Marie çocukken ona hep nasihat vermiş. Rocky, geçmişin küçük kızı Marie’yle (Geraldine Hughes) dostluğunu derinleştiriyor. “Rocky Balboa”yı seyrederken, filmdeki diyaloglar etkileyici ve keşfettiriciydi. İnsanlarla nasıl iletişim kurulacağını, insanlara nasıl ulaşılacağını fısıldıyordu film. Gelişen ve değişen dünyada insanlar birbirinden uzaklaşırken, ilişkiler de yapaylaşıyor. Filmi seyrederken, insanın sıcaklığına dokunuyorsunuz. Philadelphialı Rocky, geçmişin o güzel günlerini ararken, siyahi bir genç boksör Mason Dixon (Antonio Tarver), yeni Dünya Ağır Sıklet Boks Şampiyonu olur. İnsanlar hemen yeni şampiyonu bağırlarına basmıyorlar. Çünkü, boks tutkunlarına göre geçmişte daha büyük maçlar ve boksörler vardı. Rocky hâlâ unutulmamış ve insanların yüreklerinde. Dixon’ın menecerleri, bilgisayar oyunlarında Rocky – Dixon maçları ilgi görünce Rocky’nin kapısını çalıyorlar. Belki de en önemli neden, Dixon’ın halkın gözünde de “gerçek şampiyon” yapmak. Rocky, Pensilvanya’da boks kuruluna başvuruyor. Elbette Dixon’la maç yapmak için değil. Özlediği boksu bölgesel şampiyonalarda bir daha yaşamak için. Sonuçta, bilgisayar oyunundaki maç gerçeğe dönüşüyor ve Rocky’yle Dixon, ringte eski zamanların tadını yaşatan bir maç yapıyorlar. Rocky, bir sayıyla yenilse de, Dixon’a büyüklüğünü gösteriyor. Hem maçla hem de sporcu ahlâkıyla. “İtalyan Aygırı” Rocky, maçta “Rocky II”deki siyah-sarı şortunu giyiniyor. Bu filmin son bölümlerindeki Rocky – Dixon maçı, sinematografik açıdan etkileyici ve çarpıcıydı. Filmin genelinde klâsik bir anlatımı olan “Rocky Balboa”, maç bölümlerinde biçim dili olarak üst noktaya ulaşıyordu. Siyah-beyaz görüntülerin içindeki renkler çarpıcıydı. Elbette müzikler. Bill Conti’nin besteleri yine unutulmazdı. Neredeyse bütün “Rocky” serisinde, Rocky antreman yaparken fonda duyulan o muhteşem müzik bu filmde de duyuluyordu. Aslında, “Rocky” serisinin filmlerini bilenlere bu filmdeki bazı müzikler hiç de yabancı gelmeyecek. Serinin altıncı filmi olan “Rocky Balboa”, ilk iki “Rocky” gibi sinema tarihindeki müstesna yerini aldı. Rocky, vazgeçemediği kostümlerini bu son filmde de giyinmişti. Siyah şapkası ve paltosuyla, o saf ve “Amerikan rüyası”na içten inanan bir Rocky, yeniden dönmüştü beyazperdeye. İyi bir senarist de olan Stallone, Rocky karakteriyle özdeşleşti. İkisi de kaybedenlerin arasında kaybolup gidecekken kendi yollarını açtılar. Stallone, hayatından esinlendiği ünlü İtalyan asıllı Amerikalı boksör Rocky Graziano’ya hep saygı sunuşu gönderdi “Rocky” serisiyle. “Rocky” filmlerinde genelde Philadelphia Sanat Müzesi de önemli bir yer tuttu hep. Antrenmanlarını bu müzenin merdivenlerinden koşarak bitirirdi Rocky.

Yönetmenliğini kanıtladı…

Stallone, yarattığı “Rocky”yi kendisinin yönetmesine çok inanmıştı. 1978 yılında Stallone, “Paradise Alley – Fedai” filmini yazdı, yönetti ve başrolünde oynadı. “Fedai”, onun ilk yönettiği filmdi ve “Rocky”yi yönetmesi için United Artists’i ikna edecekti. Filmin hikâyesi, 1940’larda New York’ta İtalyan kökenlilerin yoğunlukta yaşadığı kasvetli Hell’s Kitchen (Cehennem Mutfağı) diye anılan mahallesinde geçiyordu. Bu film, güreşçi Carboni kardeşlerin maceralarını anlatıyordu. Yine 1978’de Norman Jewison’ın yönettiği “F. I. S. T – Kamyoncu”nun senaryosunu Joe Eszterhas’la beraber yazdı Stallone. Başrolde de oynadı. Filmde sol ruh vardı. “Kamyoncu” filminde Bing Crosby’nin söylediği “Santa Claus is Coming to Town” şarkısı da duyuluyordu. “F. I. S. T”in anlamı “Eyaletlerarası Kamyoncular Federasyonu” (Federation of Interstate Truckers) demek. “Yumruk” anlamına da geliyor. Filmde, mafyaya bulaşmış sarı sendikalara karşı mücadele anlatılıyordu. Laszlo Kovacs’ın kasvetli görüntüleri de unutulmazdı. Bu filmi İzmir’de, 1987 erken genel seçiminin yapıldğı günün akşamı Konak Çınar Sineması’nda görmüştük. Bütün gün evde sıkılan İzmirliler, sanki bu filme koşmuştu. Çınar Sineması’nın 1980’lerde tatlı bir geleneği vardı. Salon tamamiyle dolduğunda bir şenlik başlıyordu. Perdenin hemen önünde küçük yaldızlı küreye ışık yansıtılıyordu. Noktalı ışıklar, çalan disko parçasıyla beraber salonu kuşatıyordu. Seyirciler de, elbette dans yapıyordu. Film başlamadan önce çok dans ettik bu sinemada. İzmir’de sinema bir şenlikti 1980’lerde.

“Rambo” dolu bir macera…

1931 Toronto doğumlu yönetmen Ted Kotcheff’in David Morell’in 1972’de yayımlanmış “First Blood” romanından çektiği 1982 yapımı “First Blood – İlk Kan”, sinemada çok ses getirdi. Vietnam gazisini anlatan yazar Morell, İngiliz yazar Geoffrey Household’un “Rogue Male – Haydut Kadın” romanından ilham almış Johnny Rambo karakterinin hikâyesini kurarken. Rambo, Vietnam’dan arkadaşını ziyarete geldiği Madison – Kentucky’de şerif Teasle’la (Brian Dennehy) başı derde giriyordu. Şerif, ona bir serseriymiş gibi davranıp kasabadan atmak istiyordu. Rambo bir Vietnam gazisi ve bu serseri şeriften saygı görmek istiyordu sadece. Sonra olanlar oluyor ve ilk kanı askerler döküyordu. Maceralı ve patlamalı bu filmde aslında sosyolojik taraflar da var. Bu filme, sağın “Vietnam sendromu” denilebilir. Rambo’nun komutanı Albay Trutman’da Richard Crenna (1926 – 2003) vardı. Kameraman Andrew Laszlo’nun sinemaskop çerçeveleri gerçekten çarpıcıydı ve seyirciye macera hissini yaşatıyordu. 1985 yılında “Rambo: First Blood Part II – Rambo: İlk Kan 2” geldi. Filmi, 1976 yapımı “The Cassandra Crossing – Kassandra Geçidi” filmiyle bilinen George Pan Cosmatos yönetti. Jack Cardiff’in sinemaskop görüntüleri, bazı anlarda neredeyse insanı çarpıp gidiyordu. Rambo’nun, nehirde yol alan teknedeki yakın çekimleri tek kelimeyle klâsikti. Sarıyla yeşilin kontrastı da estetik anlamda etkiliyordu. İzmir’de, Kemeraltı Sema Sineması’nın gümüşperdesinde bu görüntülere doyum olmuyordu. Rambo’nun görevi bu defa, Amerikalı savaş esirlerini Vietkongların elinden kurtarmaktı. 1988 yılında serinin üçüncü filmi “Rambo III” geldi. Filmi, kameramanlıktan gelme İngiliz Peter MacDonald yönetti. “Rambo III”, MacDonald’ın ilk yönetmenlik deneyimiydi. Rambo bu bölümde, Afgan mücahitlerle beraber Sovyetler’in Kızıl Ordusu’na karşı savaşıyordu. Bir şey daha. Rambo kadar ünlü bir bıçağı da vardı. Her işe yarayan bu bıçak, Rambo’nun adıyla müsemmaydı.

1980’lere damga vurdu…

Stallone’un yolu büyük yönetmen John Huston’la buluştu, ABD’de “Victory” adıyla vizyona çıkan 1981 yapımı “Escape to Victory – Zafere Kaçış” filmiyle. Filmde, dünyaca ünlü futbolcular da vardı. Pele, Osvaldo Ardiles, Bobby Moore, Paul van Himst, Kazimierz Deyna, Hallvar Thoresen, Mike Summerbee gibi eski futbolcularla beraber Sylvester Stallone, Michael Caine, Max von Sydow da filmde yer aldılar. Bu film, Zoltan Fabri ustanın 1963 yapımı siyah-beyaz “Ket Felidö bir Pokolban – Cehennemde İki Devre”nin yeniden çevrimiydi. Huston’ın sinemaskop ve renkli çekilmiş filminde de, esir kampındaki Yahudilerle Nazilerin futbol maçı yansıtıyordu. Elbette bir kaçış plânı da vardı. Stallone, 1983’te yönettiği “Staying Alive – Yaşıyorum” filminde başrolü John Travolta’ya verdi. Bu müzikli ve danslı dram fimin hikâyesi, New York ve Los Angeles’ta geçiyordu. Eleştirmenler, “kesme”lerin sıkça yapıldığı için dans sahnelerinin tadına varılamadığını yazmışlardı. Filmin ön jeneriğini beğenmişlerdi ama. Filmin şarkılarına da ünlü Bee Gees grubu damga vurmuştu.

Stallone, orijinal adı “Yapay Elmas” olan, Bob Clark’ın yönettiği 1984 yapımı “Rhinestone – Zirvede” komedi filminde country şarkıcısı Dolly Parton’la başrolü paylaştı. Stallone filmin senaryosunu, sonradan yönetmenliğe geçen Phil Alden Robinson’la ortak yazdı. 1950 New York doğumlu Robinson’ı 1989 yapımı “Field of Dreams – Düşler Tarlası” ve 1992 yapımı “Sneakers – Şifreciler” filmlerinden hatırlayabilirsiniz. “Zirvede”nin yönetmeni Bob Clark’ın (1939 – 2007), 1985 yapımı “Turk 182” filmi de buralara geldi. “Zirvede”, bir şarkıcıyla bir şehir kovboyunun komik ilşkilerini anlatıyordu. Stallone’un imaj değiştirdiği 1986 yapımı aksiyon filmi “Cobra – Kobra”, dört yıllık gecikmeyle 1990’da gösterim şansı bulmuştu ülkemizde. Film, Paula Gosling’in “Fair Game” (Adil Oyun) romanından uyarlanmıştı. Senaryoyu da Stallone yazmıştı. Bu film ayrıca George Pan Cosmatos’la ikinci buluşmasıydı Stallone’un. Los Angeles’ta “Kobra” kod adındaki polis teğmeni Marion Cobretti, kirli sakalı, deri ceketi, güneş gözlükleri ve kurallarıyla yazılı talimatlara uymayan maço biriydi. Zamanında eleştirmenler beğenmese de seyirci filme ilgisini göstermişti.

Düşük bütçeli filmler çeken 1967’de kurulmuş Cannon Film, 1979’dan başlayarak altı yıl sahibi olan İsrailli sinemacı Manehem Golan’ın Stallone’u yönettiği 1987 yapımı “Over the Top – Kartal”, TIR şoförü bilek güreşçisi Lincoln Hawk’ın hikâyesini anlatıyordu. Filmde, Stalloneun yanı sıra duygusuz kayınpeder Jason’da Robert Loggia, Hawk’ın hasta karısı Christina’da Susan Blakely de vardı. Filmin müziklerini de bir usta Giorgio Moreder yazmıştı. Film, Hawk’la oğlu Mike’ın maceralı yolculuğunu anlatıyor. Hawk, oğluna “Başkalarının fikrine saygı gösterirsen karşılığını görürürsün” gibi Amerikan sözlerini söylerken, bilek güreşi maçını hileyle kazanarak iyi örnek oluyordu.

Filmlerinden:

1976: Rocky
1978: Paradise Alley – Fedai
1978: F. I. S. T. – Kamyoncu
1979: Rocky II
1981: Nighthawks – Gece Şahini
1981: Escape to Victory – Zafere Kaçış
1982: Rocky III – Rocky 3: Veda
1982: First Blood – İlk Kan
1983: Staying Alive – Yaşıyorum
1984: Rhinestone – Zirvede
1985: Rambo: First Blood Part II – Rambo: İlk Kan 2
1985: Rocky IV – Rocky 4
1986: Cobra – Kobra
1987: Over the Top – Kartal
1989: Lock Up – Hür Kan
1989: Tango & Cash – Tango ve Cash
1990: Rocky V – Rocky 5
1991: Oscar – Kızıma Dokunama
1992: Stop! Or My Mom Will Shoot – Dur! Yoksa Annem Ateş Edecek
1993: Cliffhanger – Dağcı
1993: Demolition Man – Cezalandırıcı
1994: The Spacialist – Uzman
1996: Daylight – Gün Işığı
1997: Cop Land – Güçlüler Bölgesi
2000: Get Carter – Yüzleşme
2002: Avenging Angelo – Angelo’nun Öcü
2006: Rocky Balboa
2008: Rambo – John Rambo
2010: The Expendables – Cehennem Melekleri

(06 Haziran 2011)

Ali Erden

[email protected]

Tarihi Bir Olayın Sinemada Anlatımı: Gölgeler ve Suretler

Yeşilçam dönemi ve sonraki dönemde filmlerde anlatılan olaylar -çoğunlukla- çekildiği günlerdeki olayı / olayları anlatır. Anlatılan olayların, geçmişte olmuş olması, sırf bu özellik bir filmi tarihi film yapmaz. Evet bu tarz filmler görünüşte tarihidir, o zaman “tarih” nedir? Bir filmin olaylarının geçmişte geçmesi, kahramanlarının olay günündeki giysileri giymesi, o günkü gerçek veya yapay mekânlarda çekilmesi de, filmi tarihi olarak nitelemez. Peki tarihi film nasıl olmalıdır? Bir olayın geçmişte -uzun veya kısa süreli- geçmesi, içeriği belirlenmeden tarihi bir nitelik kazanmaz. Tarihte geçen filmler daha çok “kostüme film” olarak anılır. Bir takım filmlerimiz, geçmişte (tarihte) geçmiş bir takım serüvenleri, aşkları veya komik-likleri anlatırken, Yeşilçam döneminin aşk, macera, komedi genel yapılanmasına uygun olarak genel sınıflandırma ile uyuşum gösterir. “Tarihi macera” olarak nitelendirdiğimiz filmler yakın veya uzak tarihin siyasal çatışmaları, savaşları anlatan filmler gibi algılanmış ama bunlar dışında da filmler çekilmiştir. Bu açıdan bakınca Haremde Dört Kadın (Refiğ) hiç bir savaş içermese de, bir konak içinde geçse de (dahili mekânlar) tarihi bir filmdir. Ama Malkoçoğlu-lar olsun, Kara Murat-lar olsun, Karaoğlan-lar olsun, Tarkan-lar tarihi serüvenden öteye gidemezler.

Derviş Zaim, Cenneti Beklerken’de tarihi filme yeni bir boyut getiren yönetmenler kervanına katılırken, “minyatür sanatını” sinemada ele alma denemesine de girişiyordu. Bu kez son filmi Gölgeler ve Suretler’de kökeni olan Kıbrıs’a giderken tarihsel filme daha yakın bir dönemden olgun bir örnek veriyor. Nokta’da “hat sanatına” değinen Zaim, son filminde gölge oyunu Karagöz’ü leit-motif olarak kullanıyor. Aslında bu motifin olayın anlatıldığı günlerin olayları ile doğrudan bir ilgisi olmasa da (yoksa var mı?) asıl anlatmak istediği, kurulu bir düzenin nasıl zorlandığı ve kontrolden nasıl çıktığı.

Kıbrıs’ın, Akdeniz’in ortasındaki stratejik konumundan kaynaklanan durumu nedeni ile Osmanlı İmparatorluğu tarafından alınması nasıl gerekli ise, alınmış bulunan buraya Türk unsurunun yerleştirilmesi de o kadar normal bir toplumsal / siyasi bir olaydır. Burada yerli (rum) halkın bulunması (?) durumu değiştirmez, zaten -o zaman- bunun önemi de yoktur. İmparatorluğun geçirdiği olaylar sonucu, -filmde bir kaç kere varlıklarından söz edilen- taa uzaktaki İngilizler de devreye girecektir. Akdeniz, İngilizler içinde önemlidir, ister istemez Kıbrıs da. Sonra, dünyanın tarihsel kamplaşması içinde paylaşılmak istenilen İmparatorluk’tan ulusal bir devlet çıkaran Türkler, Kıbrıs’ı siyaseten kaybetmiş olsalar da kimi unsurları ile adada varlıklarını korumuşlardır. Devam eden sükûn içindeki durum, bir takım majör devletlerin siyasetleri gereği kurcalanarak adanın birlikte yaşayan sakinlerini birbirine hasım duruma getirmiştir.

Hatırladığım kadarı ile ben ilk kez Kıbrıs adını -ve oradan gelmiş birini- ilkokul sıralarında duydum, (50’li yılların ilk yarıları). Gazetelere yansıyan ve giderek artan gerginlikler, Türkiye’de ve Yunanistan’da hareketlenmelere neden olmaya başlamıştı, bunlar olurken adada neler yaşandığını, ancak orada olanlar bilir. Ada, o zamanlar İngiliz kontrolünde olduğu için Türk olsun, Rum olsun ada halkı çoğunlukla İngiliz pasaportu taşıyordu. Fakat bu çoğunluk Rumların kışkırtılmış hareketlerine mani olmadı. Bir defa din farklılaşması vardı -önemli bir faktör. Bu farklılaşma her iki ülkede de yankı buldu, her il’de “Kıbrıs mitingleri” yapılmaya başladı. Kastamonu’da yapılan mitingde konuşan lise müdürü, Antalya-lı olduğunu ve özlemini, geceleri sahile inip Kıbrıs’ın ışıklarını görünce, “yüzerek gitmek arzusu duyduğunu” söyleyerek ifade etmişti. Işıkların görünmesi mümkün mü idi, hiç deneyimim olmadı.

Zaman geçiyordu, cinayetler işlenmeye başladı. Uluslararası toplantılar yapıldı, Londra / Zürih anlaşmaları imzalandı. Türkiye ve Yunanistan garantör oldu, tabi İngilizler başta idi. Kemal Film, İzmir Ateşler İçinde diye bir film çekti (Yön.: O. Nuri Ergün / 1959) fakat tam anlaşmalar zamanına geldiği için film gösterime çıkarılmadı, yandığı söylendi. Yapımevi, Vatan Ateşler İçinde diye bir afiş hazırlattı, fakat kullanılmadı, zamanın ilerlemesi ile film -ilk adı ile- gösterime çıkarıldı.

Kıbrıs’ta olaylar gelişiyor, kan akmaya devam ediyordu. Garantörlük hakkını kullanmak isteyen İnönü hükümeti jetleri Kıbrıs’a gönderince, giderek İngiltere’nin yerini alan A.B.D.den tepki gördü ve zamanın Başkanı Johnson İnönü’ye bir mektup yazdı. Bu arada jetlerin Kıbrıs’ı bombalaması sırasında Cengiz Topel’in uçağı düşürüldü ve Topel şehit edildi. 1966’da Göklerdeki Sevgili’yi çeken Remzi Jöntürk bu olayı kullandı ve Kıbrıs’taki mezalimi durdurmak için adaya gitmiş olan kahramanlarımızdan (Cüneyt Arkın), bombalama ile Rum harekâtının durduğunu fakat Cengiz Topel’in şehit edildiğini öğrenince çok üzülür (ve arkadaşı olduğunu söyler.) Kıbrıs’taki Rum harekâtını durdurmak için giden bir başka grup ise On Korkusuz Adam’ı (Tunç Başaran – 1964) oluşturur. Bu film de Kıbrıs’a yapılan bombalama harekâtı ile biterken, film, John Sturges’in The Magnificent Seven adı ile Akira Kurosawa’nın Sichinin No Samurai’sının Japon feodalitesinden, Amerika / Meksika sınırına taşınan uyarlamasının Kıbrıs’a nakledilmiş hali idi. Her iki filmdeki yedi kişilik grup ise on’a çıkarılmıştı. Kıbrıs’a ait pek çok film yapıldı. Akad ise son filmi Esir Hayat’ta, Ecevit harekâtı sonrasi Kıbrıs’ın kuzeyinde kurulan devlette geçen bir aşk hikâyesini anlatıyor ama devletin kurulmasına neden olan çatışmalar hâlâ bitmiş değil…

Zaim, Gölgeler ve Suretler’de geçtiğimiz yüzyılın ikinci yarısında zaman zaman ısınan Kıbrıs çatışmalarının, köylere yöneltilen bir harekâtın görüntüleri ile başlıyor. Köy boşaltılmaya zorlanıyor, buradan kente gitmeye zorlanan köy halkından bir baba-kız gruptan ayrılarak başka bir köye ulaşıyorlar, buradan kente gitmeye çalışırlarken baba-kız birbirlerini kaybediyorlar. Kız, yola çıktıkları köye döner ve babasını araştırmak derdine düşerken, diğer köylerde gelişen olayları yaşamamak isteyen köyün Türk kesiminin ileri gelenlerinden Veli, hem babasını arayan kızı yatıştırmaya çalışırken, hemde kışkırtılmak ve yıldırılmak istenen köyün Türk kesimini, komşusu bir Rum kadının yardımı ile kontrol altında tutmaya çalışır. Yıllardır birlikte yaşamış, kaynaşmış köy halkının günlük yaşayışları devam ederken, jandarmalarla devamlı hissettirilmek istenilen bir takım farklılıların, giderek ısıtılmaya çalışılan varlığı, sonra birden kontroldan çıkacak, silâhlar yöneltildikleri hedefler üzerinde patlayacaktır. Kontrollü yaşam yandaşlarının, olası çatışmaları yatıştırma gayretlerine rağmen, her şeyi bahane ederek çatışmayı kışkırtanlar da -her iki yanda da- bulunmaktadır. Daha çok uluslararası siyasetin çıkarına olan çatışma ister istemez başlayacaktır. Bu arada yöresel çatışmanın başlaması ile kaçarak kente ulaşan grup içindeki kız, ilk kaçışlarından sonra kaybettiği babasına ulaşacaktır. Başlangıçta, Karagözcü olan babasının Karagöz oynatmasını ilgisiz seyrederken ve “zaten ben Karagöz’ü sevmiyorum” diyen kız, babasından ayrı düşüp bir süre sonra çıkan çatışmaları bire bir yaşayacak ve sevdiği kimi kişileri kaybedecektir. Hayatın getirdiği bu değişikler ile olgunlaşan kız, kavuştuğu babasının oynattığı Karagöz’ü bir süre seyrettikten sonra, giderek babasının elinden aldığı Karagöz’ü oynatmaya başlar. Karagöz, sadece, suretlerle yapılan bir gölge oyunu-mudur, acaba!

(04 Haziran 2011)

Orhan Ünser

Cannes

Türk filmlerinin yurtdışına çıkması, Binnaz’a (Ahmet Fehim / 1919) kadar dayanır ama sonrası, uzun yıllar yurtiçi gösterimlerde kalır. Seden ilk filmi Kanlarıyla Ödediler (1955) ile yurtdışı festivallere katılmak ister, film “aşırı şiddet” içerdiği için elemeleri geçemez. Nihat Aybars, A.B.D.de Hollywood Rüyası (1949 – 1956) adlı bir film çeker. Uzun yıllar sonra, yurtdışına kaçak çıkarılan Susuz Yaz (Erksan), Berlin’de Altın Ayı aldıktan sonra daha önceki kısa süreli gösteriminden sonra tekrar seyirci ile buluşturulur, -bu sefer bir Altın Ayı’sı vardır. Daha önce kazanılmış bir (gümüş) Ayı vardır (Hitit Güneşi / Eyüpoğlu – İpşiroğlu) ama o kısa metraj bir filmdir.

Zamanla yurtdışı, uluslararası festivallere katılımlar olur. Bu festivallerde elemelerin geçildiği de olur, geçilemediği de… Kırık Çanaklar (Ün), Berlin Festivali’ne katılır. Festival bünyesinde hazırlanan “Almanca” tanıtımlar Anadolu’da filmin gösterimi sırasında tanıtım tablalarında yerlerini alırlar. Ülkemizde seyirciye pek ulaşamayan Denize İnen Sokak (A. Tokatlı), Locarno, Karlovy-Vary, Venedik festivallerine katılır, mansiyon düzeyinde ödüller alır ama orada da çoğunlukla seyirciye ulaşamaz. (“Seyirciye ulaşamayan film” dediğim bu film, yurtdışı festivallere katılmış, Fransızca altyazılı bir kopyasının İstanbul’da bir yazlık sinemada oynadığını duyduğum Denize İnen Sokak, adı hâlâ çok bilinen ama kendisi ortada olmayan bir filmdir.)

Eskiden, adını duyduğumuz sınırlı sayıda uluslararası festivallere katılıp ödül almış filmler zaman zaman sinemalarımıza düşerdi. Jacques Tati’nın Mon Uncle (Dayım -bizde Amcam diye oynadı-) ile Kurosawa’nın Sichinin No Samurai (Yedi Samuray -bizde Kanlı Pirinç diye oynadı-) bu şekilde sinema seyircisine ulaşmıştı. Uluslararası festival galipleri bu filmler yanında, -niye abartıldığını bir türlü anlayamadığım- bir takım Oscar’lı (kaç tane alındığı önemli değil) filmler çok fazla ilgi gördü her zaman. Yeşilçam’ın eskilerinin bir zamanlar -bazılarının hâlâ- Oscar hayalleri kurması sanırım bundan, olasılığı varmış gibi. Bu arada hayli heyecan uyandıran Reise Der Hoffnung / Umuda Yolculuk -Xavier Köller (1990)- filminin Oscar kazanması çok şaşırtıcı idi. Senaryo Feride Çiçekoğlu, oyuncular Nur Sürer, Necmettin Çobanoğlu, Emin Sivas, Yaman Okay idi ama film İsviçre / İtalya ortak yapımı idi.

Uluslararası festivaller tarihi yazmıyorum, aradan zaman geçti, çeşitli filmlerimiz -bizim içinde giderek sayıları artan- uluslararası yarışmalara katıldı, ödüller aldı, alamadı. İstanbul’da gittikçe itibar kazanan bir uluslararası festival düzenlemeyi becerebildik ve becermeye devam ediyoruz. Bu arada Susuz Yaz serüveni tekrar yaşandı. Ülke içinde gösterimi yasaklı, yurt dışına götürülen Yol (Gören) 1982’de Cannes’da büyük ödül (Altın Palmiye) aldı. Costa Gavras’ın Missing (Kayıp) filmi ile paylaştı ödülü. Senaryoyu yazan (kurgusunu da yapan) Yılmaz Güney adı ile anılan film, sinemamızın yurt dışında başlamış olan başarılarına yeni ilâveler yapılmasına ve (daha fazla) tanınmasına / aranmasına neden oldu.

Fotoğraf, kısa film derken (hemde unutuldu denen bir dönemde siyah – beyaz) Kasaba (1997) ile uzun metraja geçen Nuri Bilge Ceylan önceki filmi Koza ile de uluslararası festivallere alıştırma yapmaya başlamıştı. Ve 2009 yılına gelindiğinde Ceylan, Cannes’da Üç Maymun filmi ile “En İyi Yönetmen” ödülünü aldı. Heyecan verici bir şeydi, öncelikle Ceylan için, saniyen “sinemamız” için. Yurtiçi ve yurtdışı festivalleri çoğunlukla dışarıdan izlediğim için -çünkü aslolan ödül değil, filmdir- Ceylan’ın en iyi yönetmenliği önemli idi ama -işin aslını bu konu ile daha fazla ilgilenen yazarlarımız bilir- bu festivalde (Cannes) her filme “tek ödül” veriliyormuş. Bu nedenle yapılan jüri değerlendirmesinde ödül sayısı kadar filme ödül verileceği sonucu çıkıyor. Tabiki yarışmaya katılan film sayısı ödül sayısından çok. Bu filmler içinden verilecek ödül sayısı kadar film seçilerek jürice değerlendiriliyor ve her birine bir ödül düşüyor. 2009’da Üç Maymun’a (Ceylan’a) “En İyi Yönetmen” ödülü uygun görülmüş -yanılıyor olabilirim ama- bu benim için, hiçbir filme birden fazla ödül verilmemesi ön kuralının bir sonucu, dediğim gibi yanılıyor olabilirim.

2011’de ise yine Cannes’a çıkartma yapan Ceylan bu kez -daha ülkemizde gösterime girmemiş olan- Bir Zamanlar Anadolu’da filmi ile “Jüri Büyük Ödülü”nü aldı (kazandı). (Eric Dardenme – Luc Dardenme kardeşlerin “Le Gamin au Vélo” filmi ile birkikte). Burada aklıma yine bir soru geliyor, bu konuların yabancısı olduğum için dilerim bilenler beni aydınlatır. Uluslararası Cannes Film Festivali’nin büyük ödülü Altın Palmiye’dir. Bu festivalde ikincilik, üçüncülük ödülü yok ama Jüri ödülleri var. Biri Büyük, diğeri sadece Ödül (Jüri Büyük Ödülü -yarısı Nuri Bilge Ceylan’a-, birde Jüri Ödülü). Böylece aynı jüri, üç filme ödül vermiş oluyor. Ama bu baştan böyle olduğu için, hiç birimizin buna itiraz etme hakkı olmaması gerekir, zaten öyle bir itirazımız da yok. Şimdi bir an önce Bir Zamanlar Anadolu’da filminin gösterime girmesini beklemekten başka yapabilecek bir şeyimiz yok. “Gösterime girmesi” diyorum, çünkü ben filmi sinemada görmekten yanayım.

(04 Haziran 2011)

Orhan Ünser

Filmlerimizin “İsim”lerinde Yer Alan “Erkek” Tasvir ve İsimleri Üzerine Bir Ön Çalışma 2

Hüseyin Baradan: Hüseyin Baradan Çekilin Aradan (Gülyüz) (“Hüseyin Baradan Çekilin Aradan”: Önce bu bir ‘Yeşilçam tekerlemesi’ olarak söylenir oldu, sonradan Baradan’ın başrol oynadığı filmin adı, yalnız bu şekli ile afişlerde yer alırken, Hüseyin Baradan adı oyuncu olarak yazılmadı. Filmin adı ile iç içe girmiş olarak afişlerde yer aldı. Filmin adı bu ise, başrol oyuncusunun adı afişlerde yok demektir. Eğer afişte yazan oyuncu adı ise, o zaman filmin adı sadece “Çekilin Aradan” olmak lâzım gelir.)
Hüsnü: Amigo Hüsnü (Keskiner), Ayıkla Beni Hüsnü (Keskiner), Bitirim Hüsnü (Keskiner), Serbest Kürsü Hüsnü (Yörüklü), Yedi Belâ Hüsnü (Baytan)
İbiş: İbiş Gangstere Karşı (Seden), İbiş-o (Yüce), Memiş ile İbiş Anaforcular Kralı (Karamanbey), Memiş ile İbiş Gangsterlere Karşı (Akovalıgil)
İbo (İbrahim): Cilalı İbo Casuslar Arasında (Ergün), Cilalı İbo Rüyalar Aleminde (Seden), Cilalı İbo’nun Çilesi (Akad), Cilalı İbo ve Tophane Gülü (Ergün), Cilalı İbo Kadın Avcısı (Dinler), Cilalı İbo Kızlar Pansiyonunda (Ergün), Cilalı İbo ve Kırk Haramiler (Dinler), Cilalı İbo Zoraki Baba (Dinler), Cilalı İbo Perili Köşkte (Ergün), Cilalı İbo Avrupa’da (Seden), Cilalı İbo Teksas Fatihi (Seden), Cilalı İbo Yetimler Meleği (Dinler), Güllüşah ile İbo (A. Yılmaz)
İbrahim Ethem: İbrahim Ethem (İlahi Davet) (Uçak)
İmam: İmamın Gazabı (Yalınkılıç)
İmparator: İmparator (Gülyüz / Gülgen), İmparator Attila’nın Demir Yumruğu (Gürses)
“İnce Memet”: İnce Memet Vuruldu (Y. Duru)
İncili Çavuş: İncili Çavuş (Evin / Hançer)
İngiliz Kemal: “Atatürk’ün Casusu” İngiliz Kemal Lavrens’e Karşı (Akad), İngiliz Kemal (Eğilmez), İngiliz Kemal’in Oğlu (Seden)
İsa: İsa Musa Meryem (Turgut)
İskilipli Atıf Hoca: İskilipli Atıf Hoca (Kelebekler Sonsuza Uçar) (Uçakan)
İslâmoğlu: İslâmoğlu (Kan)
İsmet: İsmet Bu Ne Kısmet (Erakalın)
Kabadayı: Kabadayı (Uçanoğlu / Vargı), Kabadayı Böyle Sever (Uçanoğlu), Kabadayılar Kralı (Saydam / Gülgen / Gülgen), Kabadayının Sonu (N. Okçugil), Asi Kabadayı (İnanç / İnanç), Aslan Yürekli Kabadayı (Ün), Dört Kabadayı (Şahiner), Çifte Tabancalı Kabadayı (Aslan), İstanbul Kabadayısı Kara Murat (Kan), Korkusuz Kabadayı (Tarık Dursun), Sahte Kabadayı (Baytan), Sayılı Kabadayılar (Kazankaya / Jöntürk), Sevdalı Kabadayı (Gülyüz), Sevimli Kabadayı (Arıkan), Üç Kabadayı (Eldek / Gülgen)
Kadı: Aynaroz Kadısı (Ertuğrul)
Kadı Han: Kadı Han (Y. Atadeniz)
Kadri: Filinta Kadri (İnanoğlu)
Kahraman: Aptal Kahraman (Efekan), Ege Kahramanları (Akıncı), Kahraman Delikanlı (Gülyüz), Kahraman Denizciler (Arduman), Kahraman Mehmet (Ögelman), Kahraman Üçler (Evin), Kahramanlar “Bayrak” (Jöntürk), Kahramanlar Köyü (Kan), Kahraman Hamamcı (Akakar), Kahraman Delikanlı (Gülyüz), Kahraman Denizciler (Arduman), Kahraman Korsan (T. Tibet), Kahraman Mehmet (Ögelman), Kahraman Üçler (Evin), Kahramanlar (Jöntürk), Malazgirt Kahramanı Alpaslan (Gürses), Onüç Kahraman (Kâmil), Kahraman Korsan (T. Tibet), Sabu Kahraman Korsan (T. Tibet), Son Kahramanlar (Arkın), Tarkan Kolsuz Kahramana Karşı (Aslan), Zoraki Kahraman (Evin)
Kamber: Arzu ile Kamber (Akad / Bozkuş)
Kâmil: Kâmil Abi (Yalınkılıç), Seyyar Kâmil (Akbaş)
Kaptan Swing: Korkusuz Kaptan Swing (Başaran)
Karabiber: Papatya ve Karabiber (Efekan)
Karacaoğlan: Karacaoğlan (Dilligil / Akıncı), Karacaoğlan’ın Kara Sevdası (A. Yılmaz)
Karagöz: Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü (Akay), Canlı Karagöz (Mihriban Sultan) (Gürses)
Karaoğlan: Karaoğlan: Altay’dan Gelen Yiğit (Yalaz), Karaoğlan: Baybora’nın Oğlu (Yalaz), Karaoğlan: Yeşil Ejder (Yalaz), Karaoğlan: Şeyhin Kızı (Yalaz), Karaoğlan Geliyor (Aslan), Akbulut Malkoçoğlu ve Karaoğlan’a Karşı (Aslan)
Kart Horoz: Kart Horoz (Eğilmez)
Kartal:Kartallar (İnanç), Akdeniz Kartalı (İnanç), Çöl Kartalı (Cantürk “Şeyh Ahmet” / Refiğ), Dağlar Kartalı (Tuna), Hudutların Kartalı (Ergün), İntikam Kartalları (Jöntürk), Kafkas Kartalı (Y. Atadeniz), Kara Kartal (Kan / Hançer), Kartal Bey (Gülgen), Kartal Efe (Arıkan), Kartallar (Hançer), Yaralı Kartal (Kakınç)
Kâtip: Yavru ile Kâtip (Tuna), Kâti(b)im “Üsküdar’a Giderken” (Özonuk), Kâtip “Üsküdar’a Giderken” (Erakalın)
Kâzım: Bilardo Kâzım (Baytan), Kâzıma Bak Kâzıma (Tanju Gürsu), Kâzıma Ne Lâzım (Temel Gürsu), Dağılın Kâzımlar Geliyor (Tanju Gürsu), Hop Dedik Kâzım (Temel Gürsu), Jilet Kâzım (Y. Atadeniz), Ringo Kâzım (Kanunsuz Kahrasman) (Davutoğlu), Yırt Kâzım (Evin)
Keloğlan: Ben Bir Garip Keloğlanım (S. Duru)
Kemal: Afilli Kemal (Gözen), Avanta Kemal (C. Okçugil), Avanta Kemal Torpido Yılmaz’a Karşı (U. Duru), Bahriyeli Kemal (İnanç), Bitirim Kemal (Kaya), Bomba Kemal (Kurthan), Fırtına Kemal (Tokatlı / C. Okçugil), Koreli Kemal (Aslan), Öğretmen Kemal (Jöntürk), Tantana Kemal (Figenli), Yüzbaşı Kemal (Y. Atadeniz)
Kenan: Yusuf ile Kenan (Kavur)
Kerem: Kerem ile Aslı (Körner / Elmas)
Kerim: Benim Adım Kerim (Güney)
Killing: Killing Canilere Karşı (İnanç), Killing Frankeştayna Karşı (Akıncı), Killing İstanbul’da (Y. Atadeniz), Killing Kolsuz Kahramana Karşı (Saylav), Killing Ölüler Konuşmaz (Figenli), Killing Ölüm Saçıyor (Kaya), Mandrake Killinge Karşı (Pekmezoğlu)
Kinova: Kinova (İnanç)
Koca: Acele Koca Aranıyor (Arslan), Bize Koca Gerek (Uçak / Servidal), Kiralık Koca (İnanoğlu), Satın Alınan Koca (Sağıroğlu), Koca Aranıyor (Erakalın), Kocam Erkek mi (Aslan), Kocamın Karısı (Göreç), Kocamın Nişanlısı (Demirağ), Yedi Kocalı (Erakalın), Yedi Kocalı Hürmüz (Y. Atadeniz / A. Yılmaz / Akay), Kocamdan Ayrıramazsın (Zavallı Yavrucak) (Tomaç)
Koca Yusuf: Koca Yusuf (Karamanbey)
Kolombo: Alo Kolombo (Çığlık) (Akıncı), Kolombo Şakir (T. Oğuz)
Korsan: Akdeniz Korsanları (Ögelman), Kahraman Korsan (T. Tibet), Korsan (Alpaslan), Malkoçoğlu Kara Korsan (S. Duru), Sabu Kahraman Korsan (T. Tibet)
Kovboy: Atını Seven Kovboy (Gülyüz), Avare Yavru Filinta Kovboy (S. Duru), Kovboy Ali (Y. Atadeniz)
Kozanoğlu: Kozanoğlu (A. Yılmaz)
Köroğlu: Köroğlu (Arduman – Ener / A. Yılmaz), Köroğlu ve Türkân Sultan (Kenç), Dağlar Kralı: Köroğlu (Dinler) /
Kral: Asrın Kralı (İnanç), Batakhaneler Kralı (Figenli), Belanın Kralı (Y. Atadeniz), Bir Kral (Gürsoy), Çapkınlar Kralı (Davutoğlu / Engin “Donjuan 72”), Çirkin Kral (Y. Atadeniz), Çirkin Kral Affetmez (Y. Atadeniz), Çöpçüler Kralı (Ökten), Bekçiler Kralı (Seden), Dağlar Kralı (Dinler “Köroğlu” / Figenli), Dalavereciler Kralı (Akıncı), Krallar Kralı (Olgaç), Gol Kralı Cafer (Saner), Gol Kralı (K. Tibet), Hacıağalar Kralı (Y. Yılmaz), Kral Affetmez (Arkın), Kral Arkadaşım (Seden), Kral Benim (İnanç), Kral Kim (İnanç), Krallar Eğleniyor (Aslan), Krallar Kralı (Olgaç / Evin), Krallar Ölmez (Göreç), Kralların Kaderi (Y. Atadeniz), Kralların Öfkesi (Uçanoğlu), Krallığın Bedeli (Gürsoy), Taçsız Kral (A. Yılmaz), Külhanbeyler Kralı ve Yahudi (Şebekesi-?) (Alpaslan), Maceralar Kralı (Saner), Malkoçoğlu Krallara Karşı (S. Duru), Memiş ile İbiş Anaforcular Kralı (Karamanbey), Petrol Kralları (Alasya), Turist Ömer Dümenciler Kralı (Saner), Üç Kral Serseri (Başaran)
Kubilay: Kubilay (Gürses / F. A. Akıncı)
Kurdoğlu: Kurdoğlu (Çakmaklı / Tunç “Biz Bu Yola Başkoyduk”)
Kurt:Kurtlar (Güney), Beyaz Kurt (Y. Duru), Malkoçoğlu Kurt Bey (S. Duru)
Lavrens (Lavrence): “Atatürk’ün Casusu” İngiliz Kemal Lavrens’e Karşı (Akad)
Mahmut: Dalgacı Mahmut (C. Okçugil / Gültekin), Ye Beni Mahmut (Uçanoğlu)
Mailoğlu: Mailoğlu (Ezici)
Malkoçoğlu: Malkoçoğlu (S. Duru), Malkoçoğlu Akıncılar Geliyor (S. Duru), Malkoçoğlu Kara Korsan (S. Duru), Malkoçoğlu Krallara Karşı (S. Duru), Malkoçoğlu Kurt Bey (S. Duru), Malkoçoğlu Ölüm Fedaileri (S. Duru), Malkoçoğlu ve Cem Sultan (Jöntürk), Akbulut Malkoçoğlu ve Karaoğlan’a Karşı (Aslan)
Marko Paşa: Marko Paşa (Saner)
Mecnun: Leyla ile Mecnun (Sağıroğlu / Refiğ), Leyla ile Mecnun Gibi (Saydam), Mecnun (Eşici), Mecnun (Akbaşlı)
Mehmet: Atmaca Mehmet (Uçanoğlu), Kahraman Mehmet (Ögelman), Fakirin Mehmet (Ceylan), Kara Meme(d) (Başaran / İnanç), Kurşun Meme(d) (Gülgen), Mülteci Mehmet (Arıkan)
Memet: Yolsuz Memet (Tengiz)
Memiş: Memiş (T. Oğuz), Memiş Gangsterlere Karşı (Akıncı), Memiş ile İbiş Anaforcular Kralı (Karamanbey), Memiş ile İbiş Gangsterlere Karşı (Akovalıgil), Memiş İş Başında (Baytan), Memiş İş Peşinde (Akıncı)
Memo: Hoş Memo (İnanç)
Mete Han: Mete Han Amazonlara Karşı (Aslan)
Mevlana: Mevlana (A. Yılmaz)
Mıstık: Mıstık (Erakalın)
Minyeli Abdullah: Minyeli Abdullah (Çakmaklı), Minyeli Abdullah 2 (Çakmaklı)
Muhsin: Muhsin Bey (Turgul)
Murat: Beleşçi Murat (N. Okçugil), Deli Murat (Göreç), Kara Murat İstanbul Kabadayısı (Kan), Kara Murat (Baytan), Kara Murat Denizler Hakimi (Baytan), Kara Murat Kara Şövalyeye Karşı (Baytan), Kara Murat Ölüm Emri (Baytan), Kara Murat Şeyh Gaffar’a Karşı (Baytan), Murat ile Nazlı (Ün), Mura(d)’ın Türküsü (A. Yılmaz), Rüzgâr Murat (Temel Gürsu)
Murtaza: Bekçi Murtaza (Başaran)
Musa: İsa Musa Meryem (Turgut), Kapıcı Musa (Özel)
Mustafa: Avare Mustafa (Ün), Can Mustafa (Gürses), 99 Mustafa (Ayanoğlu), Galatalı Mustafa (Gülyüz), Kurt Mustafa (Palay), Mustafam (Başaran), Mustafa Hakkında Her Şey (Irmak)
Naci: Fırıldak Naci (Akbaslı)
Nail: Binlik Nail (Gülyüz)
Namık Kemal: Vatan ve Namık Kemal (Ayanoğlu – Artemel – Sonku / Sağıroğlu)
Nasip: Hasip ile Nasip (A. Yılmaz)
Nasrettin Hoca: Nasrettin Hoca (Artemel / Yalınkılıç / Gülgen), Nasrettin Hoca Düğünde (Ertuğrul – Tayfur), Nasrettin Hoca ve Timurlenk (Kenç)
Necdet: Zavallı Necdet (Bengü “Bu Kadın Benimdir” / Pesen)
Necmi: Fişek Necmi (Hançer)
Nemrut: Nemrut (Gürses)
Nihat: Aslan Marka Nihat (Dinler)
Niyazi: Televizyon Niyazi (Figenli), Ula Ula Niyazi (Ezici), Yırtık Niyazi (Gültekin)
Nori: Nori Gantar Ailesi (Göreç)
Nuri: Horoz Nuri (Saner), Gülüm Nuri (Aslan), Hamsi Nuri (Gültekin), Pire Nuri (Güney!), Tokmak Nuri (Y. Atadeniz)
Oğul: Babam ve Oğlum (Irmak), Babanın Oğlu (Gülgen / Arkın), Babasına Bak Oğlunu Al (İnanoğlu), Battal Gazi’nin Oğlu (Baytan), Karaoğlan: Baybora’nın Oğlu (Yalaz), Bir Ana Bir Oğul (Uçanoğlu), Bir Bey’in Oğlu (N. Özer), Dağların Oğlu (Y. Atadeniz / C. Okçugil “Zarkan”), Dünyayı Kurtaran Adamın Oğlu (K. Tibet), Eşkiya Oğlu (Alpaslan), Meryem ve Oğulları (Seden), Oğlum (Pars / Gülyüz), Oğlum İçin (Dilligil), Oğlum Oğlum (Dinler), Oğlum Osman (Çakmaklı), Oğlum ve Ben (Figenli), Oğul (Gülgen), Ömercik Babasının Oğlu (Gülyüz), Sevgili Oğlum (Arkın), Şeytanın Oğlu (Aslan), Şeytanın Oğulları (Arkın), Toprağın Oğlu (Pekmezoğlu)
Orkun: Kara Orkun (Uçanoğlu)
Oski (Hüseyin Zan’ın lâkabı): Bombala Oski Bombala (İnanç)
Osman: Adı Osman (Samsa), Beni Osman Öldürdü (Seden), Allah Cezanı Versin Osman Bey (A. Yılmaz), Oğlum Osman (Çakmaklı), Düş Yakamdan Osman (Akbaş), Bu Osman Başka Osman (Erakalın), Osman Çavuş (Ateş), Osman Efe (Evin), Balıkçı Osman (N. Okçugil), Beleş Osman (İnci), Hamza Dalar Osman Çalar (Gülyüz), Hızlı Osman (Kazankaya), Kara Osman (Uçanoğlu), Piyade Osman (Güney!), Poyraz Osman (Gültekin), Tophaneli Osman (Erakalın)
Ökkeş: Adı Ökkeş (Eşici)
Ömer: Bağrıyanık Ömer (Uçanoğlu), Merdoğlu Ömer Bey (Kurçenli), Turist Ömer (Saner), Turist Ömer Almanya’da (Saner), Turist Ömer Arabistan’da (Saner), Turist Ömer Boğa Güreşçisi (Saner), Turist Ömer Dümenciler Kralı (Saner), Turist Ömer Yamyamlar Arasında (Saner), Turist Ömer Uzay Yolunda (Saner), Yanık Ömer (Gürses / Akıncı) /Yetim Ömer (Ün)
Ömer Hayyam: Ömer Hayyam (Başaran)
Ömer-cik: Ayşecik’le Ömercik (Aksoy), Ömercik Babasının Oğlu (Gülyüz)
Ömer-çip: Ömerçip (Alasya)
Paşa: Kıvırcık Paşa (Kenç)
Paşo: Paşo (Meriç)
Pehlivan: Pehlivan (Ökten)
Piç (!?!): Piç (Kahbe Dünya) (Ün)
Pir Sultan Abdal: Pir Sultan Abdal (Jöntürk)
Prens: Altın Prens Devler Ülkesinde (Gürses), Sabu Hırsızlar Prensi (T. Tibet), Sahte Prens (Ateş)
Ramazan: Tatar Ramazan (Gülgen), Tatar Ramazan Sürgünde (Gülgen), Vur Be Ramazan (Düz)
Ramiz: Rambo Ramiz (Uçanoğlu)
Recai: Cingöz Recai (Erksan “Beyaz Cehennem” / Önal)
Recep: Helal Sana Recep Abi (Servidal), Kasımpaşalı Recep (Akıncı), Kuduz Recep (Aslan Arkadaşım) (Sağıroğlu), Ve Recep Ve Zehra Ve Ayşe (Kurçenli)
Reis: Reis Bey (Uçakan), Reisin Kızı (Gülyüz)
Remzi: Kan Dökmez Remzi ????? (İnanç)
Reşat: Aslan Yürekli Reşat (Aslan)
Reşo: Reşo (İnanç)
Ret Kid: Red Kit (Gülyüz)
Rıfat: Rıfat Diye Biri (Göreç)
Rıfkı: Tarzan Rıfkı (Baytan)
Rıza: Rıza (Pirselimoğlu), Asfalt Rıza (Utku), Ateş Rıza (Özonuk), Vatandaş Rıza (Arkın),
Rifat: Rifat Diye Biri (Göreç) Dadaş Rıfat (Kaya), Dadaş Rıfat Geliyor (Kaya)
Robert: Robert’s Movie (Gerede)
Sabu:: Sabu Hırsızlar Prensi (T. Tibet), Sabu Kahraman Korsan (T. Tibet)
Sadık: Bulgar Sadık (Akad)
Sadullah Ağa: III. Selim’in Gözdesi Mihriban ile Sadullah Ağa (Ar)
Saffet: Saffet Beni Affet (Gülyuz)
Salako: Salako (A. Yılmaz)
Salih: nam-ı diğer Parmaksız Salih (Kenç / Demirağ)
Selahattin Eyyubi: Selahattin Eyyubi (S. Duru)
Selim: Tilki Selim (Hançer)
Sepetçioğlu: Sepetçioğlu (Sedat)
Serseri: Bir Serseri (Ün), Kalbimdeki Serseri (Saydam), Kiralık Serseri (Aslan), Üç Kral Serseri (Başaran)
Seydo: Elif ile Seydo (Jöntürk)
Seyyid: Seyyid (Tokatlı)
Seyyit Han: Seyyit Han (Güney)
Sezer-cik: Sezercik (Önal), Sezercik Aslan Parçası (Ün), Sezercik Küçük Mücahit (Göreç),
Sinan-oğlu: Sinanoğlu – Sinanoğlunun Dönüşü (Yalınkılıç)
Sinderella: Sinderella Kül Kedisi (Sarayların Meleği) (Gülyüz)
Sultanoğlu: Sultanoğlu (Temel Gürsu)
Süleyman: Barbut Süleyman (Ayanoğlu)
Süleyman Çelebi: Mevlid (Süleyman Çelebi) (Muhtar)
Şaban: Atla Gel Şaban (Baytan), Gerzek Şaban (Baytan), İnek Şaban (Seden), Umudumuz Şaban (K. Tibet), En Büyük Şaban (K. Tibet), Gurbetçi Şaban (K. Tibet), Katma Değer Şaban (K. Tibet), Ortadirek Şaban (K. Tibet), Sosyete Şaban (K. Tibet), Şaban Pabucu Yarım (K. Tibet), Şaban oğlu Şaban (K. Tibet), Şendul Şaban (K. Tibet), Şabaniye (K. Tibet), Şaban Çingeneler Arasında (Evin), Şaban İstanbul’da (Evin), Şaban: Karamanın Koyunu (Evin), Yedi Yürekli Şaban (Figenli), Şaban-cık (Temel Gürsu)
Şahin: Şahin (Arkın)
Şakir: Kolombo Şakir (T. Oğuz), Sakar Şakir (Baytan), Sosyete Şakir (Saydam)
Şarlo: kimon Şarlo İstanbul’da (Gürses)
Şehzade Murat: Şehzade Murat ve Gülnaz Sultan (Akıncı)
Şehzade Simbad: Şehzade Simbad Kaf Dağlarında (Gürses)
Şekspir: Komiser Şekspir (Çetin)
Şemsettin: Ayıpettin Şemsettin (Gülyüz)
Şenol (Birol): Şenol Birol Gol (Saydam)
Şeref: Şerefsiz Şeref (Gülyüz)
Şevket: Çamur Şevket (Figenli), Hamamcı Şevket (Gültekin), Şehvet Kurbanı Şevket (Gültekin)
Şeyh Ahmet: Şeyh Ahmet (Göreç), Şeyh Ahmet’in Gözdesi (Karamanbey), Şeyh Ahmet’in Torunu (Ergün)
Şeyh Şamil: Şeyh Şamil (Baytan)
Şirvan: Şirvan (Kan / Kan), Şirvan ile Nazlı (Figenli)
Şoför: Şoför (Aksoy / Gürsoy), Şoför Ahmet (Evin), Şoför Mehmet (Gültekin), Şoför Deyip Geçmeyin (Erakalın), Şoför Parçası (Aslan / Erişen), Şoförler Kralı (Saydam), Şoförün Aşkı (Erakalın), Şoförün Karısı (Doğan), Şoförün Kısmeti (Erakalın), Şoförün Kızı (Erakalın), Dolmuş Şoförü (Heper), Bir Şoförün Gizli Defteri (A. Yılmaz / Jöntürk), Taksi Şoförü (Gören), Küçük Hanımın Şoförü (Saydam / Başaran), Bir Şoförün Hayatı (Gürses), Şoför Nebahat (Erksan / S. Duru), Şoför Nebahat ve Kızı (S. Duru), Şoför Nebahat Bizde Kabahat (S. Duru)
Şah: Dolandırıcılar Şahı (A. Yılmaz)
Şahin: Dağlar Şahini (Gürses / Göreç), Kafkas Şahini (Karamanbey)
Şampiyon: Şampiyon (Y. Atadeniz), Aptal Şampiyon (Saner)
Tahir: Tahir ile Zühre (Akad / Bozkuş)
Tahsin: Yüzbaşı Tahsin (Arıburnu)
Targan (Tarkan) ?????: Bozkırlar Şahini Targan (Aslan)
Tarkan: Tarkan (Başaran), Tarkan Altın Madolyon (Aslan), Tarkan Gümüş Eğer (Aslan), Tarkan Kolsuz Kahramana Karşı (Aslan), Tarkan Camoka’ya Karşı (Uçak), Tarkan Canavarlı Kule (Yörüklü)
Tarzan: Tarzan İstanbul’da (O. Atadeniz), Korkusuz Adam Tarzan (Tulgar), Dümbüllü Tarzan (Gürses), Tarzan Rıfkı (Baytan), Tarzanlaşan Adam (Kafadar – Baytan), Manisa Tarzanı (O. Oğuz)
Tatlı: Acı Severim Tatlı Döverim (Uçak)
Tayfun: Binbaşı Tayfun (Ziyal)
Tayfur: Adanalı Tayfur (Davutoğlu), Adanalı Tayfur Kardeşler (Davutoğlu), Fatoş’un Fendi Tayfur’u Yendi (Eğilmez)
Timurlenk: Nasrettin Hoca ve Timurlenk (Kenç), Yıldırım Bayazıt ve Timurlenk (Egeli)
Tolga: Tolga (Aslan)
Tom Miks: Maskeli Süvari Tom Miks’e Karşı (Arıkan)
Topal Osman: Topal Osman (U. Ozon)
Tosun: Tosun ile Yosun’un Maceraları (Ergün)
Tosun Paşa: Tosun Paşa (Ertuğrul / K. Tibet)
Tuuba: Vizontele Tuuba (Erdoğan)
Turhanoğlu: Turhanoğlu “Çal Hasan” (Y. Atadeniz)
Tuzsuz Deli Bekir: Tuzsuz Deli Bekir (Y. Atadeniz)
Üç Kâğıtçı: Üç Kâğıtçı (Baytan), Üç Kâğıtçılar (Baytan)
Veli: Ali ile Veli (O. Atadeniz “Cemile Sultan” / Evin)
Veysel: Zeynel ile Veysel (Figenli)
Veysel Karani: Veysel Karani (Peyda)
Yani: Katırcı Yani Efenin Definesi (Yalınkılıç)
Yarasa Adam: Bedmen “Yarasa Adam” (Eşici)
Yaşar: Tornavida Yaşar (Eşici), Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz (Orbey)
Yavru: Yavru ile Kâtip (Tuna)
Yavuz Sultan Selim: Yavuz Sultan Selim Ağlıyor (Ayanoğlu), Yavuz Sultan Selim ve Yeniçeri Hasan (Egeli)
Yıldırım Bayazıt: Yıldırım Bayazıt ve Timurlenk (Egeli)
Yılmaz: Avanta Kemal Torpido Yılmaz’a Karşı (U. Duru), Torpido Yılmaz (C. Okçugil)
Yiğit: Karaoğlan: Altay’dan Gelen Yiğit (Yalaz), Anası Yiğit Doğurmuş (Kurthan), Seveceksen Yiğit Sev (Cantürk)
Yosun: Tosun ile Yosun’un Maceraları (Ergün)
Yunus Emre: Yunus Emre: Gönüller Fatihi Yunus (Birsel), Yunus Emre Destanı (İnanç)
Yusuf: Deli Yusuf (A. Yılmaz), Kuyucaklı Yusuf (Tuna), Yusuf ile Kenan (Kavur), Yusuf ile Züleyha (İnanoğlu)
Zagor: Zagor (Aslan), Zagor: Kara Belâ – Zagor: Kara Korsanın Hazineleri (Hançer)
Zaloğlu Rüstem: Zaloğlu Rüstem (Gürses / Baytan)
Zapata: Zapata (Gülgen)
Zarkan: Zarkan Dağların Oğlu (C. Okçugil)
Zeybek: Kamalı Zeybek (Akıncı), Kamalı Zeybe(ğ)in İntikamı (Akıncı), Kamalı Zeybek Çakırcalı’ya Karşı (Akıncı), Sarı Zeybek (Egeli)
Zeysel: Zeysel ile Veysel (Figenli)
Zorba: Zorba (Hançer), Zorba’nın Aşkı (Uçanoğlu)
Zorro: Zorro Kamçılı Süvari – Zorro’nun İntikamı (Y. Atadeniz), Zorro Dişi Fantomaya Karşı – Zorro‘nun Kara Kamçısı (Kete – A. Ziyal)
Zübük-zade: Zübük (K. Tibet)
Zühtü: Zühtü (Akıncı)

(04 Haziran 2011)

Orhan Ünser