Kategori arşivi: Yazılar

Çılgın Üçlü Bu Defa Bangkok’ta

Felekten Bir Gece Daha (The Hangover Part II)
Yönetmen: Todd Phillips
Senaryo: Craig Mazin – Scott Armstrong – Todd Phillips
Müzik: Christophe Beck
Görüntü: Lawrence Sher
Oyuncular: Bradley Cooper (Phil), Ed Helms (Stu), Zach Galifianakis (Alan), Justin Bartha (Doug), Ken Jeong (Chow), Paul Giamatti (Kingsley), Mike Tyson (Kendisi), Jamie Chung (Lauren), Sasha Barrese (Tracy), Mason Lee (Teddy)
Yapım: Warner Bros-Legendary (2011)

Todd Phillips’in yönettiği “Felekten Bir Gece” serisinin ikincisinde de espiriler yine havada uçuşuyor ve seyirciyi müthiş eğlence bekliyor.

Yine aynı yönetmen, yine aynı ekip, yine çılgınlık. 2009 yapımı “The Hangover – Felekten Bir Gece”de hızını alamayan Phil (Bradley Cooper), Ed (Ed Helms) ve Alan (Zach Galifianakis), bu defa Bangkok’u birbirine katıyorlar. İlk filmde, Doug’ın (Justin Bartha) Tracy’yle (Sasha Barrese) evlenmeden önce Nevada’da bekârlığa veda partisine yoğunlaşan hikâye, bu defa diş hekimi Stu’nun Taylandlı Lauren’le (Jamie Chung) evlenmeden önceki bekârlığa veda partisini anlatıyor. Yine Alan yapacağını yapıyor ve kahramanlarımız çılgın bir eğlenceyle ortalığı birbirine katıyorlar. Seyirciler ve kahramanlarımız olanları bilmiyor. Çünkü Phil, Stu ve Alan gözlerini üçkağıtçı Chow’un (Ken Jeong) dairesinde açıyor ve buraya nasıl geldiklerini de bilmiyorlar. Üstelik Stu’nun 16 yaşında tıp öğrencisi kayınbiraderi Teddy’yi de (Mason Lee) kaybediyorlar Bangkok’ta. Bir an polisiye bir gerilim filmine dönüşen bu çılgın espirilerin uçuştuğu filmde, sonunda mutluluk kazanıyor. Filmdeki bellek yitimi ve gerçeğin yavaş yavaş ortaya çıkışı, seyirciye gerçekten gerilimli ama keyifli anlar yaşatıyor. Filmin sürprizi de, ağır sıklet boks şampiyonu Mike Tyson. Üstelik şarkı da söylüyor. Filmde, Kingsley karakteriyle kısa bir şov yapan Paul Giamatti muhteşem. Yönetmen belgeselcilikten gelme olduğu için Bangkok’un çılgın kalabalığı ve kaosu gerçekçi yansıyor perdeye. Tayland manzaralarının sinemaskop görüntüleri de etkileyici.

Yönetmenden daima komedi…

1970 yılında Brooklyn’de doğan yönetmen Todd Phillps, New York Üniversitesi’nde sinema eğitimi aldı. Punk rockçı GG Allin üzerine 1994 yapımı “Hated: GG Allin and the Murder Junkies – Nefret: GG Allin ve Cinayet Müptelası” belgeseliyle sinemaya giriş yaptı. Rockçı GG Allen, 1993’te aşırı dozdan ölmüştü. Onun şarkılarıyla kadın düşmanlığı, çocuk cinsel istismarcılığı ve ırkçılık yaptığı söyleniyor. Yönetmenin 1998 yapımı “Frat House – Kardeşlik Evi” denilen Pensilvanya’daki bir tarikat üzerine de belgesel çekti. Yönetmen Phillps’in belgeselleri olmasa bile komedi filmleri buralara kadar geldi hep. “Rod Trip – Geyik Muhabbeti” (2000), “Starsky & Hutch – Afili Aynasızlar” (2004), “School for Scoundrels – Acemi Öğrenci Avcı Öğretmen” (2006), “The Hangover – Felekten Bir Gece” (2009) ve “Due Date – Git Başımdan” (2010), otuz iki kısım tekmili birden bütün filmleri perdelerimizde arz-ı endam etti yönetmenin.

(03 Haziran 2011)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Suçluluk ve Vicdanın Cehenneminde

Devlerin Günahı (There Be Dragons)
Yönetmen-Senaryo: Roland Joffé
Müzik: Stephen Warbeck
Kurgu: Richard Nord
Görüntü: Gabriel Beristain
Oyuncular: Charlie Cox (Josemaria), West Bentley (Manolo), Olga Kurylenko (Ildiko), Dougrey Scott (Robert), Rodrigo Santoro (Oriol) Geraldine Chaplin (Abileyza)
Yapım: Samuel Goldwyn-Mount Santa Fe-Antena 3 (2011)

İngiliz yönetmen Roland Joffé’nin “Devlerin Günahı”, iç savaşı öne çıkartarak, Manolo ve Josemaria’nın hayatlarının peşine takılıyor kamerasıyla.

Londra’da 1945 yılında doğan İngiliz yönetmen Roland Joffé, 1985’te üç Oscar kazanan 1984 yapımı “The Killing Fields – Ölüm Tarlaları” filmiyle hatırlanıyor. Bu insanı sarsan filmde yönetmen, Kamboçya’da Kızıl Kmerler’in vahşetini beyazperdeye yansıttı. Bu film kadar etkileyici 1986 yapımı “The Mission – Görev”de, Cizvit rahiplerinin, 1750’lerde Güney Amerika’daki Guarani kızılderililerini Katolik yapmak için çabalarını anlatırken, yerlilerin kıyımını da yansıtıyordu. Joffé, 1995’te yine din uğruna şiddeti anlattığı “The Scarlet Letter – Kırmızı Leke” filminde, 1667’de Massachussets’e yerleşmiş Prüten kolonilerin radikal dini bakışını yansıttı. Filmde, kocasını bekleyen bir genç kadın, rahiple kısa bir ilişkiye girer. Kadın hamile ve bebeğin kimden olduğunu bilmiyor. Kasaba halkı kadını dışlar ve kırmızı “A” damgasını ona yapıştırırlar. Joffé, hem Katolikliğin ve Protestanlığın radikalizmlerine hem de komünizmi kendilerine göre yorumlayıp katliamlar yapan politik sapıklara da sert eleştiriler getirdi filmlerinde. 2011 yapımı “There Be Dragons – Devlerin Günahı” filminde, Katolikliğin dinin katılığına, burjuvaların faşizme evrilmelerine ve vicdan azapları üzerinde duruyor. Filmde sadeca İspanya’nın iç savaşı yok. Filmde iç savaş öncesi ve günümüz de yansıyor. “Görev” filmi kadar sarsıcı olmasa da, “Devlerin Günahı” yine de insanı vicdan tarafıyla sallıyor.

Geçmişe vicdani yolculuk…

Film, Aziz Josemaria’nın 1975’te Vatikan’daki ölümüyle başlıyor. İspanyol gazeteci Robert, iç savaştan önce kurulmuş “Opus Dei” ve kurucusu Aziz Josemaria’yı araştırıyor. Rahip Josemaria, Robert’in babası yaşlı Manolo’nun en en iyi arkadaşı. Manolo, teybe Josemaria ve başka hatıraları kaydederek, geçmişteki suçluluk duygusu ve vicdan azabından arınmak istiyor sanki. Film, günümüzden, geçmişten, iç savaştan anları iç içe geçirerek yansıtıyor. Manolo, 1910’lu yılların başlarını hatırlıyor. Josemaria’nın babasının çikolata dükkânı var ve iflâs ediyor. Manolo’nun babası, “yoksulluk bulaşıcıdır” diyerek, Manolo’yu en yakın arkadaşı Josemaria’dan uzaklaştırıyor. Babası öldükten sonra Josemaria rahip oluyor. 1928’de gizli örgütlenmesini “Opus Dei” örgütünü kuran Josemaria, İspanya İç Savaşı yıllarında, komünist cumhuriyetçilerin saldırılarından korunmak için sürekli kaçıyor. Filmde, birkaç hikâye de öne çıkıyor. Manolo, babasının zenginliğiyle bir burjuva ve siyasi olarak da sağa yakın biri. İç savaşta, casus olarak Cumhuriyetçilerin arasına sızıyor ve trajediler yaşatıyor.

Cumhuriyetçilere katılan Macar kızı Ildiko, komutan Oriol’a ilgi gösterirken, Manolo’ya karşı en başından beri öfkeli davranıyor. Manolo’nun suçluluk ve vicdan azabının derininde kıskançlık mı yatıyor? Belki de en büyük cehennem bu. Savaşta dramlar, ihanetler ve trajediler sürerken, Manolo, kaçan rahip Josemaria’nın peşine düşüyor. Fransa sınırında, etkileyici Pyrenees Dağları’nda, Josemaria’yı öldürmek için fırsat yakalasa da yaşamasına izin veriyor Manolo. Elbette hastanedeki final bölümün de Robert için bir yüzleşme anıydı. Suçluluk ve vicdan azabı çeken baba bildiği Manolo, gözlerini hayata kapatırken, yeni gerçekler Robert’in hayatına ne katacaktır? Yoksa yeni suçluluk duyguları mı? Belki de her şey daha iyi olacaktır.

Gizli tarikatı kurdu…

Rahip Josemaria Escriva de Balaguery Albas (1902 – 1975) tarafından 1928’de kurulan “Opus Dei”, yani “Tanrı’nın İşi”, sıradan hayatı takdis eden, anti komünist ve laik Katolik gizli bir örgüt. Vatikan, İspanya’da kurulan bu gizli örgüte tam destek vermiş. Bu örgüt, Katolik inanca sahip iş sahibi zengin, iyi eğitim görmüş elit tabakaları bir araya getiriyor. Bu örgüt, Protestanlar gibi dünyevi işlerle ilgileniyorlar. Bugün dünyanın pek çok yerinde okulları var bu örgütün. Ahtapot gibi birçok kolu olan bu örgüte “Actobus Dei-Tanrı’nın Ahtapotu” diyenler de var. Avrupa’da kimi toplumbilimcilere göre de, terörizmle mücadele eder gibi mücadele edilmesi gereken aşırı sağcı bir örgüt bu. Vatikan, ölümünden sonra Josemaria’yı azizliğe yükseltti. Ron Howard’ın Don Brown’ın aynı adlı romanından sinemaya uyarladığı 2006 yapımı “The Da Vinci Code – Da Vinci Şifresi” filminde bu “Opus Dei” gizli örgüt yansıyordu perdeye. Yönetmen Joffé, Josemaria ve kurduğu gizli tarikat hakkında derinlikli yansıma vermiyor, hatta ona karşı biraz daha sıcak yaklaşmış gibi sanki. Daha insani ve vicdani olarak. Yönetmen, filmin estetiğini de değişik dönemlerde farklı kullanmamış. Filmin renk tonları, bütün dönemlerde aynı yansırken, kamera çerçeveleri ve hareketleri de dönemlere göre fark etmiyordu. Işıklar sadece filmin giriş sahnesinde, yaşlı Josemaria’nın öldüğü anda biraz daha yumuşak yansıyordu perdeye. Mekânlara düşen ışıklar genelde sert ve renk tonlarındaki kontrastlar öne çıkmış. Meksikalı kameraman Gabriel Beristain, öncelikle savaş anlarında “dolly”ye takılı kamerayla çarpışma anlarının tüm ayrıntılarını yansıtmak için çabalamış. Ama, bu dolaşıp duran kamera insanı yoruyor da. İngiliz besteci Stephen Warbeck’in fonda duyulan müzikleri bazı anlarda ilahi bir senfoni gibi. Filmin orijinal adı “Burada Ejderha Ol” anlamına geliyor. Bu, suçluluğu ve nefreti ifade ediyor genellikle.

(31 Mayıs 2011)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Küresel Isınmanın Mahşeri

Amerikalı yazar Cormac McCarthy’nin kıyamet sonrası dünyayı betimleyen romanından John Hillcott tarafından uyarlanan “Yol”, 66. Venedik Film Festivali’nde “Altın Aslan” için de yarışmıştı. Film, buz çağının dünyayı kuşatmasını ve hayatın yavaş yavaş yok oluşunu sarsıcı bir dille anlatıyor. Vizyona çıkamayan bu film şimdi DVD’de.

Amerikalı yazar Cormac McCarthy’nin aynı adlı Pulitzer ödüllü mahşer romanından uyarlanan “The Road – Yol” filmi, inandırıcı bir mahşer atmosferi sunuyor beyazperdede. 1961 yılında doğan Avustralyalı yönetmen John Hillcoat, gri bulutlarınn kuşattığı dünyada canlıların giderek yok olacağını söylüyor filminde. Bu filmde hiçbir mekânda hayvan yok. Bir tek final bölümüne yakın bir böcek görünüyor. Ağaçlar tek tek ölüyor. Az kalan insanların aradığı tek şey, karnını doyurabilmek ve sıcak bir yere sığınabilmek. Güneşin olmadığı dünyada yağmurlar da yağıyor. Ama soğuk gerçeklikten daha gerçek bir şey. Bu mahşer hikâyesinde gangsterler de görünüyor. Elbette silâhları da var. Yiyeceğin az olduğu dünyada insanları avlıyorlar ve kendi mahzenlerine kapatıyorlar. Sonra da onları yiyorlar. Bir yamyam (cannibal) gibi. Bu hikâyede bir babayla oğul sürekli yollardalar. Denize ulaşmaya çabalıyorlar. Baba, zaman zaman geride bıraktıklarını da hatırlıyor bu kaos dünyasında. Dünyanın ısındığı yıllarda hamile karısıyla korku içinde yaşayan adam, karısının çocuğu doğurduktan sonra ikisini de terk ediyor. Kadın, hep bir korku içinde. Yönetmen geriye dönüşlerde mekânlara daha sarımsı ışıklar düşürmüş ve her şey daha sıcak görünüyor. Şimdiki zamanda geçen mahşer mekânlarıysa grimsi bir mavilikte ve insana kasvet duygusu veriyor. İnsanlar gibi mekânlar da enkaza dönmüş bu mahşerde.

Her daim erdemli…

Bu filmde / romanda ahlâki açıdan da bakmak gerekiyor. Baba, oğluna daima iyi, erdemli ve adil olmasını söylüyor hep. Tüm bu kötü durumlar karşısında bile. Bir de tabancaları var. Tabancadaki iki kurşun, oğluyla kendisinin yamyam gangsterlere esir düşdüklerinde kurtuluşları onların. Yollarının üzerlerinde yamyam gangsterlerle de karşılaşıyor baba-oğul. Gangsterlerin ellerinden kurtulan baba-oğul, gangsterlerin üs olarak kullandığı evin mahzeninde yenmek için esir alınmış insanları da görüyorlar. Sonra yine yollara düşüyorlar. Belki de her şeyin berbat olduğu bu dünyada sıcak bir sığınak buluyor baba-oğul bir yerde. Beslenip, yıkanıp ve iyi uyuduktan sonra denize doğru yine yollara düşüyorlar. Yollarına bir yaşlı adam çıkıyor. Filmin final bölümünde her şeyin kötüleştiği bu mahşer dünyasında az da olsa iyiliklerin bile olduğunu fark ettiriyor yönetmen. Tek başına kalan çocuk, karşısına çıkan aileyle yeni kaderine doğru yola çıkıyor. Buz çağına doğru giden bir kasvetli dünyayı betimleyen yönetmen, bu filminde dingin bir kamera kullanmış. Tıpkı karakterleri gibi. Hatta mekânları gibi. Filmin müzikleri de etkileyici. John Hillcoat’un bu filmi 2009 yılında 66. Venedik Film Festivali’nde “Altın Aslan” için de yarışmıştı.

Yol (The Road)
Yönetmen: John Hillcoat
Eser: Cormac McCarthy
Senaryo: Joe Penhall
Müzik: Nick Cave-Warren Ellis
Görüntü: Javier Aguirresarobe
Oyuncular: Viggo Mortensen (Adam), Charlize Theron (Kadın), Kodi Smit-McPhee (Çocuk), Robert Duval (Yaşlı Adam)
Yapım: 2929 Productions-Dimension (2009)

(30 Mayıs 2011)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Gönül Çalan Aşk Dedektifi

Gönül Avcısı (L’Arnacoeur)
Yönetmen: Pascal Chaumeil
Senaryo: Laurent Zeitoun-Jeremy Doner-Yoann Gomb
Müzik: Klaus Badelt
Görüntü: Thierry Arbogast
Oyuncular: Romain Duris (Alex), Vanessa Paradis (Juliette), Julie Ferrier (Melanie), François Damien (Marc), Helena Noguerra (Sophie), Andrew Lincoln (Jonathan), Jean-Marie Paris (Goran), Jacques Frantz (Van Der Becq), Amandine Dewasmes (Florence)
Yapım: Fransa (2010)

Yıllarca Luc Besson’un yardımcı yönetmenliğini yapmış Pascal Chaumeil, ilk filmi “Gönül Avcısı”yla sinemaseverlerin de gönlünü avlıyor.

Alex, kız kardeşi Melanie, kız kardeşinin eşi Marc, tam bir ekip. Özel dedektifler gibi parayla tutulan ekibin işi, yanlış evlilik yapmak üzere olan genç kadınları onlar farkında olmadan kurtarmak. Film, Fas’ın Marakeş şehrinde açılıyor. Florence, nişanlısıyla Fas gezisine çıkmış bir genç kadın. Gezmek istiyor, ama çapkın nişanlısı havuz başından pek ayrılmak istemiyor. Florence, kumullara doğru arabasıyla giden kendisine Pierre diyen Alex, Florence’ı etkiliyor. Çok geçmeden bunun bir ekip çalışması olduğu fark ediliyor. İş bittikten sonra Paris’e dönen ekip, kızının mutsuz bir evlilik yapmasını istemeyen zengin Van Der Becq, bu ekibi kiralıyor. Alex’in görevi, Van Der Becq’in kızı Juliette’i kendine aşık etmek. Ekip hemen işe koyuluyor ama, bu yeni iş öncekilere pek benzemiyor. Çünkü Juliette, yakında evleneceği Jonathan’a sırılsıklam aşık. Alex, kız kardeşi ve eniştesiyle işe koyuluyor. Juliette, düğün hazırlığı için Monaco’ya gidiyor. Elbette ekip de. Alex, Juliette’in korumalığını üstlenirken, Alex’in kız kardeşi ve eniştesi de bu işin tüm ağır işçiliğini üstleniyor. Bu romantik komedide kazanan elbette gerçek aşk oluyor.

Doya doya Monaco…

Televizyonda dizi filmler çeken Fransız yönetmen Pascal Chaumeil, sinemada yönetmen Luc Besson’un yardımcı yönetmenliğini yaptı ve 2010 yapımı “L’Arnacoeur – Gönül Avcısı”yla ilk filmini yapmış oluyor. Yönetmenin hikâye anlatışı sıcak ve seyirciyi hemen kavrıyor. Filmdeki mizah duygusu da iyi. Yönetmen, öncelikle dış mekânlarda etkileyici anlar yaratmış. Marakeş ve Monaco’nun sinemaskop görüntüleri çok çarpıcı. Bunda, Fransız sinemasının usta kameramanı Thierry Arbogast’ın çabası fark ediliyor. 1957 doğumlu Arbogast’ı, daha çok yönetmen Luc Besson’un filmlerinden hatırlayabilirsiniz. Bu işbirliğinden muhteşem filmler çıktı ortaya. 1990 yapımı “Nikita”, 1994 yapımı “Leon – Sevginin Gücü”, 1997 yapımı “The Fifth Element – Beşinci Element”, 1999 yapımı “Joan of Arc – Jan Dark” hemen akla geliyor. Filmdeki şarkıların yanı sıra fonda duyulan müzikler de büyüleyici. 1967 Frankfurt doğumlu Alman besteci Klaus Badelt, müzikleriyle sinemada söz sahibi oluyor. Badelt, yoğun olarak gerilim filmlerine müzikler yazıyor. “Gönül Avcısı”, bir komedi filmi olmasına rağmen fonda duyulan tınıları fark ediliyor. Paris’te 1974’te doğan Romain Duris, Fransız sinemasının heyecan veren yönetmenlerinden Cedric Klpisch’in vazgeçemediği oyuncularından biri. Şarkıcı ve oyuncu Vanessa Paradis, 1972’de Paris’in güneydoğusundaki Saint-Maur-des-Fosses banliyösünde doğdu. Daha çocuk yaşta, 1987’de söylediği “Joe Le Taxi” şarkısıyla epey ses getirdi Paradis. Sinemada da görünmeye devam etti hep.

(Bu yazı 27 Mayıs 2011 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayınlanmıştır.)

(27 Mayıs 2011)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Bu Troll Avı Başka Bir Av

Troll Avı (Trolljegeren)
Yönetmen-Senaryo: Andre Ovredal
Kurgu: Per-Erik Eriksen
Görüntü: Hallvard Braein
Oyuncular: Otto Jespersen (Hans), Glenn Erland Tosterud (Thomas), Thomas Alf Larsen (Kalle), Johanna Merck (Johanna), Urmila Berg-Domaas (Melike)
Yapım: Norveç Filmkameratene (2010)

Üç sinema okulu öğrencisinin çektiği belgesel olduğunu iddia eden “Troll Avı” filmi, kurmaca belgeselin de gerçekten iyi bir örneği.

Film, Filmkameratene Film şirketinin açıklamasıyla başlıyor. Ham görüntülerini seyredeceğiniz bu belgeselin gerçek olduğunu inandık diyen film şirketi, bu görüntülerin kendilerine ulaştırıldığını da iddia ediyor. Sinema okulu öğrencileri Thomas, Johanna ve Kalle, kaçak ayı avcısı sandıkları Hans’ın peşine takılıyorlar kameralarıyla. Thomas anlatıcılık yaparken, Kalle kameramanlığı, Johanna’ysa sesçiliği üstlenmiş bu belgeselde. Bu takip etmeler sonucu, Hans’ın özel bir avcı olduğunu anlıyor ekip. Hans, Norveç mitolejilerinde de yer alan dev trollerin avcılığını yapıyor. Bu işte pek sosyal güvencesi olmayan Hans, sesini duyurabilmek için öğrencilere yaptığı işi kamerayla kaydetmelerine izin veriyor. Troller birer dev. Bin yıldan fazla yaşıyorlar. Yaşlı trollerin üç başı oluyor. Tüylü trollerin yaşadıkları yerlere göre de biçimleri farklı. Ormanda yaşayanlar, kayalık mekânları mesken tutanlar vs. Işık ve Hans, onların en büyük düşmanları. Trollerin ortak özellikleri, ormanları yerle bir etmeleri ve koyunları yemeleri. Bir de çok öfkeliler. Hükümet, her yerde olabileceği gibi trolleri halktan gizliyormuş. Hem de 1970’lerden beri. Yıkılan ağaçlar ve viraneye dönmüş mekânları kasırgaların üzerine atıyor hükümet. Bir de iklim değişikliğini söyleyenler var. Tüm bu doğa felâketlerinin küresel ısınmadan dolayı olduğunu belirtiyorlar. Kameramanlık yapan Kalle, mağarada yaşayan trollerin öfkesiyle bu dünyadan göçüyor filmin bir yerinde. Çünkü troller, Hıristiyan inancından olanları hemen yok ediyorlarmış. Ama, başka dinden olanlara kolayca öfkelenmiyorlarmış. Kalle’den sonra, Afrika’da aslanları bile çekmiş Müslüman Melike katılıyor ekibe. Sonlarıysa elbette meçhûl ekibimizin.

Kurmaca belgesel böyle olur…

Sinema tarihinde kurgusal belgeseller var elbette. Buna, “mockumentary” deniliyor, yani “sahte belgesel…” Bunun ünlü örneği, ülkemizde de gösterime girmiş 1999 yapımı “The Blair Witch Project – Blair Cadısı” filmi. Yönetmenliğini Daniel Myrick ve Eduardo Sanchez’in beraber yaptığı “Blair Cadısı”, belgeselle kurmaca arasında gidip gelen gizemli bir “korku” filmiydi. Yine başrolde sinema okuyan öğrenciler vardı. Ülkemizde bilinmeyen 1992 Belçika yapımı siyah – beyaz “C’est Arrive Pres de Chez Vous – Sizin Yakınınızda Oldu” kurmaca belgeselini Remy Belvaux, Andre Bonzel ve Benoît Poelvoorde ortak yönetmişlerdi. Yine işin içinde sinema okuyan öğrenciler vardı ve bir kiralık katilin belgeselini çekiyorlardı. Norveçli yönetmen Andre Ovredal’ın senaryosunu da yazdığı 2010 yapımı “Trolljegeren – Troll Avı” kurgusal belgeselinde de sinema okulu öğrencileri var. Ovredal’ın filmi bir noktadan sonra “Blaire Cadısı”na dönüşüyor. Hatta aynı estetikle buluşuyor. Per-Erik Eriksen’in kurgusu ve kameraman Hallvard Braein’in görüntüleri de çarpıcı. Filmde, Batı Norveç’in muhteşem doğası da görülmeye değer.

(27 Mayıs 2011)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Paris’te Nefes Kesen Kovalamaca

Zor Hedef (A Bout Portant)
Yönetmen: Fred Cavaye
Senaryo: Fred Cavaye-Guillaume Lemans
Müzik: Klaus Badelt
Kurgu: Benjamin Weill
Görüntü: Alain Duplantier
Oyuncular: Gilles Lellouche (Samuel), Roschdy Zem (Sartet), Gerard Lanvin (Werner), Elana Anaya (Nadia), Mireille Perrier (Fabre), Claire Perot (Yüzbaşı Susini), Adel Bencherif (Luc), Gregoire Benoit (Jaffart)
Yapım: Gaumont-LGM-TF 1 (2010)

Kirlenmiş polislere sert eleştiri getiren “Zor Hedef” filminde yönetmen Fred Cavaye, ilk filmi “Aşk Uğruna”daki gibi kadınını kurtarmaya çalışan bir erkeğin maceralarla dolu anlarını gerilimli bir hikâyeyle anlatıyor.

Orijinal adı “Yakın Mesafede” anlamına gelen 2010 yapımı “A Bout Portant – Zor Hedef”, 1967’de Fransa’nın kuzeybatısındaki Bröton bölgesinde bulunan ve sloganı “güvenli yaşa” olan Rennes şehrinde doğan Fred Cavaye’nin ikinci uzun filmi. Aslında filmin Fransızca adı, filmin anlattıklarıyla buluşuyor. Yönetmen, bu filminde polislerin içişlerine bakıyor ve kirlenmiş polislere sert eleştiri getiriyor. Yönetmenin ilk filmi, 2008 yapımı “Pour Elle – Aşk Uğruna”ydı. Yönetmenin bu iki filminindeki ortak noktasaysa, erkeğin, zor durumdaki kadınını kurtarmak için her şeyi denemesi. “Aşk Uğruna”, Paul Haggis’in yönetmenliğinde “The Next Three Days – Kaçış Planı” adıyla Hollywood’a da uyarlanmıştı.

Karışık işler…

Hastanede hastabakıcı olarak çalışan Samuel Pierret, İspanyol Nadia’yla evli. Nadia, hamile ve bir buçuk ay sonra kız bebeklerini doğuracak. Samuel, hemşirelik sınavına hazırlanıyor. Bu sade hayat yaşayan iki insanın dünyasına, gangsterler ve polisler giriyor ve her şey birdenbire nefes kesici bir gerilime dönüşüveriyor. Soygun yapan namlı hırsız Hugo Sartet, gecenin içinde birilerinden kaçarken motosikletin ona çarpmasıyla gözlerini Samuel’in çalıştığı hastanede açıyor. Ardından olaylar peş peşe geliyor ve Samuel’le eşini bir kaosun içine sürüklüyor. Sartet’nin soygundaki arkadaşları, Samuel’in evine ani baskın yapıp Nadia’yı kaçırıyorlar. İstedikleriyse, Samuel’in Sartet’yi üç saat içinde hastaneden çıkarması. Cinayet masasının şefi Fabre, Sartet vakasını alıyor ve seyirciler için de gizemli ve nefes kesen macera ve aksiyon da başlamış oluyor. Bu basit bir soygun vakası değil, ucu sivil polis şefi Patrick Werner’e kadar uzanıyor. Filmdeki aksiyon ve gerilim sahnelerinin gerçekten çarpıcı olduğunu belirtmeli. Samuel’le Sartet’nin Paris’in caddelerinde kaçış sahneleri hemen fark ediliyor. Öncelikle Samuel’in, Paris metrosunun tünellerinde polisten kaçışı tam anlamıyla heyecan veren aksiyon anlarıydı. Samuel’in, Sartet’nin götürdüğü Seine Nehri’nin sağ yakasında bulunan 10. bölgedeki Strasbourg Bulvarı üzerindeki dairede yaşanan anlar insanı gerçekten nefes kesici gerilime sürüklüyor: Sartet, banyoda kanlarını temizlerken, Samuel’in şef Fabre’ı cepten arayışı, adrese Werner ve sivillerinin gelmesi ve sonra da kaçıp kovalamacanın başlaması. Bu dünyada belki de Hollywood’la sinema anlamında başabaş gidecek şimdilik Fransız sineması görünüyor gibi.

Hitchcock ve Melville ruhları…

Sol ruhlu Le Monde Gazetesi’nin sinema eleştirmeni Jacques Mandelbaum, bu film için “çifte çile” demiş ve filme olumlu yaklaşmış. Gazete bu filmde, sadistçe Hitchcockyen bir geriliminin yanında, bulanık bir Jean-Pierre Melvilleyen ahlâkçılığını görmüş. Ilımlı sağcı haftalık Fransız haber dergisi Le Point bu film için, “yakın mesafeden kısa mesafe” diyerek filmi yerden yere vurmuş. 1967 Frankfurt doğumlu Alman besteci Klaus Badelt’in fonda duyulan gerilimli müzikleri de nefes kesiyor. Bu müzik, kafanızın içinde dolaşarak duvarlara çarpıyormuş gibi insanı hayli irkiltiyor. Öncelikle metrodaki kaçıp kovalamaca sahnelerinde. Kameraman Alain Duplantier’nin sinemaskop çerçeveleri, seyirciyi atmosferin içine alıyor. 1972’de, Aşağı Normandiya’nın önemli şehirlerinden Caen’de doğan Gilles Lellouche, buralara uğramayan 2004’te yönettiği ve olumlu eleştiriler aldığı mizahi tarafları da olan “Narco” filminde başrolü Guillaume Canet’ye vermişti. Narkoplepsi hastalığını anlatan film, gerçekçi taraflarıyla öne çıktığı belirtilmiş. Narkoplepsi, gece uykusu yeterince alınsa dahi gündüz uykusuzluk çekme anlamına geliyor. Lellouche, 2007’de Marc Gibaja’nın “Ma Vie n’est pas une Comédie Romantique – Senden Başka” filminde güzel Marie Gillain’le iyi bir ikili oluşturmuştu. 1965’te Paris’in kuzeybatısındaki Gennevilliers banliyösünde doğmuş heyecan verici oyunculardan Fas kökenli Roschdy Zem, bu filmde oyunculuk gösterisi yapmış. Sanki bir adım geriye çekiliyor ve oyunculuğunun tadını çıkartıyor bu etkileyici oyuncu. Zem, 2006’da başrolü muhteşem Cecile de France’la paylaştığı “Mauvaise Foi – Kötü Niyet” filmini de yönetmişti.

(27 Mayıs 2011)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Halil Ergün ve Ahmet Mümtaz Taylan… Her İkinize de Türkiye ve İslâm Âlemi Adına Teşekkür Ediyorum!

Önceki haftanın ortalarında, ülkemizin kültür ve sanat arenasında uzun yıllardır eşi ve benzeri görülmemiş nitelikte, “şık” bir olay gerçekleşti.

Söz konusu gelişmeden haberdar olur olmaz, ayrıntılarını birazdan anlatacağım bu onurlu çıkışı gerçekleştiren her iki sinema sanatçımızı da -fazlasıyla hak ettikleri- bir sevgi yazısı üzerinden taçlandırma arzusuyla kıpır kıpır atmaya başladı yüreğim… Heyhat, aynı günlerde bünyemde baş gösteren yüksek tansiyon atağı ve hastanelik oluşum nedeniyle, geçen haftaki sinema sayfamı zorunlu olarak iptâl ettim. Dolayısıyla, Halil Ergün ve Ahmet Mümtaz Taylan’a -aslında bir hafta önce gerçekleştireceğim- “saygı duruşu”nun yayını da bu hafta sonuna kaldı.

Konu özetle şudur:

Çağdaş İtalyan sinemasının Türk ve İslâm karşıtlığı noktasında bilinci en kirli, en nefret dolu ve en utanmaz yönetmenlerinden biri olan Renzo Martinelli, geçtiğimiz aylarda “11 Eylül 1683” (September Eleven 1683) adını taşıyan bir film yapmaya karar vermiş. Özellikle Türk tarihi ve İslâm dinine ilişkin tarihsel konulara pek meraklı olan bu faşist sinemacı, henüz oyuncu seçimleri süren yeni projesinde 15’inci yüzyılda yaşamış ünlü bir İtalyan rahip, Venedikli Capuchin keşişi Marco d’Aviano’nun (1631 – 1699) hayatının çevresinde dönen bir hikâye anlatmaya soyunmuş. Hikâyenin içinde, Osmanlı Devleti’nin 1683′de gerçekleştirdiği İkinci Viyana Kuşatması da çok önemli bir yer tutacakmış.

Martinelli, bu amaçla, filmdeki Türk karakterler gerçekten Türk olsun ve fiziksel benzeşlikler / diyaloglar perdede sırıtmasın diye, kuşatma döneminin iki önemli simâsı, Osmanlı Sultanı 4’üncü Mehmet ile Kırım Hanı Murat Giray karakterleri için ülkemiz sinemasının iki değerli sanatçısına yazılı birer teklif göndermiş. Sultan 4’üncü Mehmet’i canlandırması isteğiyle sinemamızın usta oyuncusu Halil Ergün’e, Kırım Hanı için de özelikle son yıllarda rol aldığı sinema filmleri ve televizyon dizileriyle müthiş bir çıkış yakalayan Ahmet Mümtaz Taylan’a…

Kültürüne, dinine ve tarihine karşı akıl almaz bir yabancılaşma içindeki Türk sanatçılarının dış dünyadan gelen böylesi iş teklifleri karşısındaki tepkileri, genel olarak en başından itibaren bellidir. Çoğu aktör ve aktristimiz, kendisine uluslararası sanat piyasasında hafiften bir boy gösterme fırsatı sağlayacak olan bu tür projelere, önüne ardına alıcı gözüyle bakmaksızın balıklama atlar. Yeter ki adı jeneriklerde bir kaç yabancı sinemacıyla birlikte geçsin diye… Bu tür çok uluslu filmlerde de Türkiye, Türkler ve İslâm, batılı sanatçıların bilinçaltlarına kolay kolay silinmemecesine kazınmış olan yoğun önyargılar eşliğinde ele alındığından dolayı, batı sinemasının tarihi, Türk oyuncularının birbirinden rezil hikâyelere meze yapıldıkları bir sürü talihsiz örnekle doludur. Pek az istisnâ haricinde, içinde bizden unsurlara yer veren yabancı filmlere mutlaka kötü karakterli birer figür olarak dahil edilen Türkler, bu kategorideki düzinelerce yakın tarihli yapımda, yine bizzat bizim “Belki bir fırsat doğar da dış piyasaya açılırım” diye düşünen naif sanatçılarımız marifetiyle canlandırılmıştır.

İşte, 1948 – Cesano Maderno doğumlu Renzo Martinelli de Avrupalı ve Amerikalı sinemacıların büyük bir bölümünde çeşitli düzeylerde hissedilen bu Türkiye – Türklük alerjisine en fazla sahip yönetmenlerden biri; hattâ söz konusu alerjiyi bünyesinde düpedüz nefrete dönüştürmüş şaibeli bir isim… Âdetâ Mussolini dönemi İtalya’sından miras bir ideolojik kalıntıyı andıran bu Hıristiyan fanatiği herifi ve onun saldırgan sinemasını, bundan yaklaşık üç yıl önce, başka bir Kur’an-ı Kerim düşmanı çalışması nedeniyle konuk etmiştim sütunlarıma…

26 Ekim 2008 Pazar günü bu sayfada yayımlanan “Sinema tarihindeki en ‘İslâm düşmanı film’e destek olmuşuz!” başlıklı yazımda, mâlûm yönetmenin 2006 yılında, İtalyan ve Amerikalı oyuncularla ciddi bir bütçe eşliğinde gerçekleştirdiği “Mücevher Tüccarı” (The Stone Merchant / Il Mercante di Pietre) adlı yapımdan söz etmiş, bazı bölümleri Türkiye’de çekilen bu faşist filme Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı’nın fütursuzca “çekim izni” vermesini eleştirmiştim. Adam, 2006 yılı ilkbaharında, aralarında Hollywood’un iki büyük yıldızı Harvey Keitel ve F. Murray Abraham gibi sanatçıların da bulunduğu iddialı bir kadroyla ülkemize gelmiş, Kapadokya bölgesinde Türkler’e ve daha da önemlisi İslâm dinine ağzına geleni söyleyen bir film çekmiş; üstüne üstlük de Türkiye’de kaldığı süre boyunca bölgenin mülkî âmirleri tarafından balla börekle beslenip, kendisine şatafatlı kutlamalarda Nevşehir – Uçhisar’ın “altın anahtar”ı sunularak yolcu edilmişti. Hiç kuşkusuz, bunu yapan idareciler özünde kötü niyetli falan değillerdi; onlara bölgede “Türkiye’yi tanıtan (!) bir filmin çekileceği” söylenmiş, onlar da kendilerince hayırlı bir şeyler yapmak için çırpınmışlardı. Üstelik, Keitel ve Abraham gibi iki saygın oyuncunun ekipte bulunuşu da çalışmaları dışarıdan izleyenlere belli bir güven vermekteydi. Ancak, Martinelli’nin çektiği senaryoyu bir bütün olarak, özellikle de ideolojik yapısı itibarıyla doğru düzgün değerlendirme kapasitesinden yoksun kimi bakanlık bürokratlarının olaya, “Aaa ne güzel, yabancı sinemacılar Türkiye’de tarihî ve turistik değerlerimizi sergileyen bir film çekecekler” mantığıyla yaklaşıp, bölgedeki yerel yetkilileri de temelsiz bir iyi niyet çerçevesinde seferber etmeleri yüzünden yaşanmıştı bu kepazelik…

Türkiye’de yapılan çekimlerden yaklaşık 7 – 8 ay sonra söz konusu film dünya çapında vizyona çıktı, biz de bu hasta ruhlu İtalyan sinemacının ülkemizde nasıl bir hikâye çektiğini hep birlikte izledik. Doğu uluslarına karşı baştan aşağı nefretle bezenmiş, Özellikle de ABD’de yaşanan 11 Eylül 2001 terör saldırılarının kökünü götürüp ta Osmanlı’nın Viyana Kuşatması’na bağlamak gibi akıllara zarar bir saçmalığa imza atan, bu sefil ideolojik önermesiyle de gösterime girdiği bütün ülkelerde -ne mutlu ki- eleştirmenlerin çok sert yorumlarıyla karşılanan bir yapımdı “Mücevher Tüccarı”… Öyle ki filmin yalnızca son 10 dakikasını izleyerek bile, adamın ne kadar azgın bir faşist olduğunu, Türkler’den ve Müslümanlar’dan ne denli nefret ettiğini kendi gözlerinizle görebilirsiniz. Ben de o günlerde -nefret dolu içeriği nedeniyle ülkemiz sinemalarında gösterime bile sokulamayan- bu ucube filmin korsan pazarından bulabildiğim bir DVD kopyasını, “Buyrun, çekimine izin verdiğiniz filmi izleyin” diyerek Bakanlık’taki bazı üst düzey yetkililere göndermiştim.

Dileyenler, 26 Ekim 2008 tarihinde sayfamızda yayımlanan ayrıntılı değerlendirmeyi aşağıdaki linkten okuyabilirler:

http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?i=13493&y=AliMuratGuven

Velhasıl, özellikle Osmanlılar’dan ölesiye nefret eden, bu yöndeki görüşleri ve duygularını filmlerine yansıtmaktan da zerrece çekinmeyen Martinelli, beş yıl önce Türkiye topraklarında sinsice deneyip başarıya ulaştığı bir girişimi, o haddinden fazla gelişkin İtalyan zekâsıyla şimdi bir kez daha tekrarlamaya kalkışmış. O da nedir? Türkler’e ve İslâm’a karşı önyargılarla bezenmiş bir filmde Müslüman – Türk aktörlerini oynatarak filminin inanılırlığını artırmak; eleştirmeye kalkan olursa da “Kardeşim, ben Türk karakterleri yine Türk oyunculara verdim. Adamlar senaryomu okuyup incelediler, anlattıklarımın doğruluğunu onayladılar, sonrasında da gelip gönül rahatlığıyla filmimde rol aldılar. Türkler bile kendilerinin ne kadar vahşi ve barbar bir tarihleri olduğunu kabûlleniyorlarsa, size ne oluyor?” diyebilme fırsatını elinde tutmak…

Fakat, büyük bir keyifle öğrendim ki ne sinema, tiyatro ve televizyon dünyamızın “koca çınar”ı Halil Ergün, ne de ilk kez Ömer Vargı’nın “İnşaat” filminde yakından tanıyıp o tarihten bu yana beyazperdedeki performanslarını hayranlıkla izlediğim Ahmet Mümtaz Taylan bu zokayı yutmamışlar. Her ikisi de önce senaryonun birer örneğini istetmiş, gelen metinleri dikkatlice okumuş ve ardından “Biz, Türk sanatçısı olarak, tarihimize, kültürümüze ve inancımıza bu denli önyargıyla yaklaşan bir filmde rol almayız” diyerek kendilerine yapılan cazip teklifleri reddetmişler. Özellikle de Ahmet Mümtaz Taylan, kendi çapında bir çakal olan Martinelli’ye öylesine zehir zemberek bir cevap göndermiş ki ondan bir bölümü buraya aktarmamak büyük bir hata olur. Şöyle demiş sevgili Taylan cevabî mektubunda:

“İkinci Viyana Kuşatması’nın 11 Eylül 2001’de ABD’de olup bitenlerle hiç bir ilgisi ve ilişkisi yoktur. Trajik bir terör saldırısına işaret eden bu tarihi insanların kafalarına iki semavî dinin düşmanlığının tescil edildiği bir dönüm noktası gibi kazımak şeklindeki o çirkin niyetinizden dolayı kendinizden utanmalısınız.

Çok önem verdiğiniz o projenizi alıp, dilediğiniz bir yere sokabilirsiniz! Böylesine kötü niyetli bir hikâyeyi her şeye rağmen beyazperdeye aktarmayı başarırsanız da eminim ki yeryüzünün dört bir köşesinde yaşayan, her inançtan sorumluluk sahibi ve duyarlı insanlar, sizi yaptığınız bu film için lânetleyeceklerdir.”

O kadar çok özlemişim ki bir Türk sinema sanatçısından böyle onurlu bir çıkışı duymayı, görmeyi… Muhtemelen, gerek Ergün, gerekse Taylan, faşist Martinelli’nin filminde canlandıracakları Müslüman – Türk karakterler için Türkiye’de çektikleri hiç bir dizi ya da filmde almadıkları ölçüde yüksek bir ücretle taltif edileceklerdi. Fakat, her iki sanatçı da işin bu cephesine prim vermeyerek, olayı bir “meslekî namus meselesi” olarak görmüş ve tereddütsüz reddetmiş.

Dikkatinizi çekiyorum; bu iki oyuncumuz da ulusal sinema – televizyon piyasasında görüşleri itibarıyla politik yelpazenin “sol” tarafında duran kişiler… Fakat, bizleri bugünlere taşıyan tarihsel mirasa ve “İslâm” gibi birleştirici değerlere sahip çıkmak söz konusu olduğunda, genel geçer politik yargılarını bir kenara bırakıp en azından “kültürel milliyetçi” olabilecek kadar da onurlu bir duruş sergilemeyi başarabiliyorlar.

İki sanatçının sergilediği bu ayrıcalıklı tavır, ülke olarak son yıllarda içinde umutsuzca yüzüp durduğumuz “karşılıklı politik nefret” konjonktüründe, benim gibi sanat dünyasında barış ve dostluğun peşinde bir yazar için çok değerli… O yüzden de yaşanan sürece ilişkin bu bilgilerin irili ufaklı bütün medya organlarına taşınıp kitlelerle paylaşılmasına hayatî bir önem atfetmekteyim. Çünkü, daha önce de vurguladığım gibi, “ideolojik kamplaşma”nın, günlük politikaya ilişkin sığ partizan yaklaşımların, sanat çevrelerinden Meclis’e, ordudan iş dünyasına kadar hayatlarımızı topyekün esir ettiği bir dönemde, “Biz kendi içimizde birbirimizi kıyasıya eleştirebiliriz, hattâ gerekli olursa birbirimizin ensesine uyarıcı şaplaklar da atarız. Fakat, son kertede hepimiz bu toprakların çocuklarıyız; ülkemize, tarihimize ve bizleri büyük bir ulus yapan kadim kültürümüze sahip çıkmalıyız” tarzı bütüncül bir yaklaşım, Türkiye’nin özellikle kültür – sanat câmiâsında hemen hemen unutulmaya yüz tutmuş durumdaydı. Ergün de Taylan da Mussolini artığı görüşlerini çağdaş İtalyan sinemasına aynen taşımaya çabalayan Martinelli’nin bu pis tezgâhına âlet olmayarak, içinde yaşadıkları toplumu ayrısız gayrısız kuşatıp kucaklayan demokratça bir yaklaşımı, ekmek yedikleri topraklara iyiden iyiye yabancılaşmış durumdaki bazı meslektaşlarına yeniden hatırlatmış oldular.

Sevgili Halil Ergün, sevgili Ahmet Mümtaz Taylan… Türk sinema, tiyatro ve televizyon dünyasının iki değerli sanatçısı, sanatçılarımız…

Müslüman bir yurttaş, yanı sıra da bir sinemasever ve sinema yazarı olarak her ikinize de gönülden teşekkür ediyorum. Hiç kuşkusuz ki kendinize yakışanı yaptınız. Ve bu olay da benim belleğimde, bundan sonraki meslek hayatımda sizlere yönelik yargılarımı belirleyen çok değerli bir anekdot olarak kalacaktır.

Yüce Allah’tan da her ikinizin o kötü niyetli projede rol almayı reddetmeniz nedeniyle -şeklen- yitirdiğiniz yüksek maddî geliri ve prestiji, meslek hayatlarınızda sizlere başka başka vesileler bahşederek, önünüze bundan çok daha bereketli ve görkemli kapılar açarak misliyle iade etmesini diliyorum.

(Bu yazı, Yeni Şafak Gazetesi’nin 22 Mayıs 2011 Pazar günkü sinema sayfasında aynen yayımlanmıştır.)

(27 Mayıs 2011)

Ali Murat Güven
Yenişafak Gazetesi Sinema Yazarı

alimuratg@yahoo.com

Dersim Festivali Kapital Festivale Karşı

Sineması olmayan bir kentte, tamamen gönüllülerin biraraya gelmesiyle organize edilen Dersim İnsan Hakları Film Festivali, sadece isim bazında değil, birçok yönüyle ilk olma özelliğini ortaya koydu. Festivalin organize ruhu ve program akışı ise dev bütçelerle organize edilen kapital festival algısını Dersim’de işlevsiz hale getiriyor.

Dersimli bir grup sinema emekçisinin fikri ve emeğiyle ilk adımları atılan, daha sonra belediye ve valiliğin de desteğiyle dev bütçeli festivalleri kıskandıran bir organizasyona dönüşen Dersim İnsan Hakları Film Festivali, minik kırmızı halısı, olağanüstü misafir ağırlaması, kısmi arızalı sinema aleti ve kolektif profesyonelliğiyle devam ediyor.

Dersim’de, BDP’li belediye, Valilik ve SODES’i biraraya getirmeyi başaran festival emekçileri, tam anlamıyla ortaklaşma, emek, gönül ağı ve gönül bağıyla bir organizasyon gerçekleştiriyor. Gerek film seçkisi, gerek festival başlıkları ve gerekse köklü bir festivalde aranacak tüm özellikleriyle kente kısa bir süreliğine helikopter sesi yerine sinema çarkının sesini dinletmeyi hedefleyen festival, önemli mesajlarıyla da dikkat çekiyor.

Havaalanı bulunmadığı için konuklarını Erzincan yada Elazığ’a kadar hava yoluyla getirtebilen, oradan da belediye araçlarıyla Dersim’e taşıyan festival komitesi, mobilize ettiği öğrenciler, partilerin genç çalışanları, kentin emekçileriyle de dünya devrim sinemasına sağlam bir platform hazırlıyor şimdiden.

İlk Aktarım Kemal Abi’den

Festival katılımcıları, film ekipleri ve yönetmenlerin bir başka kentten taşınması dolayısıyla aslında ironik bir şekilde Dersim’in mağdur ve mağrur coğrafyasında da bir yolculuk yaşatılıyor. Gerek Pülümür gerekse de Pertek tarafından gelen yolcular, coğrafyanın harikulâdeleğinin yanısıra, festivalin en büyük emekçilerinden, taşıma koordinatörü, festivalin Kemal abisinden de tarihi ve siyasi koordinatları alma şansı yaşıyor konuklar. Ardından kentin yeni otelinde konukları bir kırmızı minik halı karşılıyor kapıda. Ardından ise kentin ileri gelenleri, siyasileri, yaşlıları, kadınları ve divaneleri…

Çoğunluk, Press, Saklı Hayatlar, Meş, Kayıp Özgürlük gibi filmlerin hem kadrolarını hem yönetmenlerini de kente getiren festival, çok sayıda belgesel ve çocuk filmleriyle de sinemanın diğer alanlarını seyirciye açıyor. Aynı zamanda sinema söyleşileri, sinema atölyeleri ve seçim yoğunluğuyla birlikte Dersim’de tatlı bir telâş yaşanıyor.

Festivalde temaya uygun olarak seçilen filmlerle birlikte, hazırlanan broşürlerde ise Ermenice, Zazaca, Kürtçe ve Türkçe’ye yer verilmesi dikkat çekiyor. Türkiye’deki dev bütçeli Altın Koza, Altın Portakal, İKSV ve türevleri olan festivallerle kıyaslanamayacak kadar küçük bir bütçe ve farklarıyla süren festivalin tüm çalışanları gönüllülerden oluşuyor.

Üniversite öğrencilerinin festivalin her uğraşısına koşuşturması, Dersimli sanatçılardan, Belgin Cengiz, Metin Kahraman, Kazım Öz gibi isimlerin ise konuklarla sıkı şekilde ilgileniyor olması, belediye başkanı Edibe Şahin’in misafirperverliği, Bağımsız Milletvekili Adayı Ferhat Tunç’un festival ilgisi, genç yaşlı Dersimli herkesin ev sahipliği hoşgörüsü derken, katılımcı ve konukların neredeyse tamamının ağzından, ‘burada mı kalsak acaba’ cümlesini duymakla noktalanıyor durum.

Organizasyonun ruhuna uygun şekilde yarışma bölümlerinin olmaması alışılmış festival algısını yerle bir ederken, gösterimlerin ise son derece elverişsiz koşullarda, kısmi arızalı makinelerle yapılmasına rağmen, gerek yönetmenlerin, gerekse izleyicilerin, ortadaki çaba ve emek karşısındaki hoşgörü tavrı ise görülmeye değer bir durum yaratıyor.

Her gün bir film, iki film iki belgeselin gösterildiği festivalin en önemli özelliklerinden biri ise, isteyen herkese, üstelik ücretsiz şekilde açık olması.

İlk olmasından kaynaklı her yanından insancıl bir amatörlüğün ve insan sıcaklığının tadılabildiği ama kimsenin asla buruk ayrılmayacağı kent ve ilk film festivali, bildik festival şatafatından uzak, topraktan ve insandan kurgusuyla, üstelik Cannes’le aynı tarihlere denk gelmesiyle hem ironik, hem de kıskandıracak yığınla özelliğiyle önemli bir işlev üstlenmeye başlamış durumda.

(24 Mayıs 2011)

Rawin Sterk

Filmlerimizin “İsim”lerinde Yer Alan “Kadın” Tasvir ve İsimleri Üzerine Bir Ön Çalışma

Film isimlerinde yer alan kadın ve erkek tasvir ve isimleri ile ilgili bu derlememizde, film isimlerinin yanında (parantez içinde) o filmi çeken yönetmenin adını verdik, aynı ismin birden fazla kullanılması halinde / ayrımı ile diğer yönetmenlerde belirtildi, iki yönetmen adı arasında – işareti varsa o filmde şu veya bu şekilde birlikte çalışmış oldukları anlaşılmalıdır. Film isminde yer alan tasvir ve isimleri koyu harflerle yazarken aldıkları ekleri normal harflerle kelime ile ilişkilendirdik. Tasvirler kadın ve erkek (adam) gibi genel kavramlardan başlayarak, film isimlerinde rastlanan tasvir ve isimlerin taranması ile listeye alınmıştır, fakat bu listede alfabetik bir sıralama yoktur, bu inceleyici için zorluk doğurabilecek bir kusurdur. İsimlerde geçen birden fazla tavsir ve isime ayrı ayrı listede yer vermeye çalışılmıştır.

Kadın Tasvirleri / İsimleri

Öncelikle neden (?) tasvir… Osmanlıca – Türkçe Sözlük’te tasvir, “suret’ten, resmini yapma, resmini yapar gibi anlatma, resim” olarak açıklanıyor. Sinema da bir yerde hareketli resimler, fotoğraflar… bunlara da film diyoruz. Her filmin de bir ismi oluyor; bu isimlerde “kadın”a atıfta bulunan çeşitli kelimeler bulunmakta, bunlar birçok kez kullanıldığı gibi zaman olur bir kez kullanılır, bunun yanında film isimlerinde kullanılan “kadın isimleri” de var. Araştırmalar çoğunlukla kadın düzeyinde yapılıyor ama unutmamak gerekir ki bir de erkek tasvirleri, erkek isimleri var. Bizde çoğunluğa uyarak “kadından” başladık ama araştırmayı “erkekler” üzerine de yönlendireceğiz. Dediğim gibi önce kadın tasvirleri…

Kadın: “kadın” tasviri, filmlerin isimlerinde birinci kelime olarak yer aldığı gibi ikinci (v.d.) kelime olarak da yer alabilir. Kadın Asla Unutmaz (Tengiz / Aksoy), Kadın Avcıları (Demirağ), Kadın Berberi (İnanoğlu), Kadın Bir Defa Sever (Elmas), Kadın Değil Baş Belâsı (diğer adı ile -yine bir kadın tasviri ile- Hapishane Gelini) (Erakalın), Kadın Dul Kalınca (Efekan), Kadın Düşmanı (Engin), Kadın Hamlet (İntikam Meleği) (Erksan), Kadın İntikamı (Engin), Kadın İsterse (Saydam / Eşici), Kadın Okşanmak İster (Kazankaya), Kadın Paylaşılmaz (Engin), Kadın Severse (A. Yılmaz / Erakalın), Kadın ve Tabanca (Gülyüz), Kadın Yapar (Ökten), Kadınca (Gürsu), Kadınım (Ün), Kadının Adı Yok (A. Yılmaz), Kadının Dünyası (Temizer), Kadının Fendi (Aslan Bacanak) (Erçin), Kadınlar (Engin), Kadınlar Dövülmez (Alpaslan), Kadınlar Hamamı (Erakalın), Kadınlar Hayır Derse (Dinler), Kadınlar Hep Aynıdır (Saydam), Kadınlar Koğuşu (Erakalın), Kadınlara Dayanamam (Kete)…
Devam edersek: Acıların Kadını (Erakalın), Affetmeyen Kadın (Seden), Ağa Düşen Kadın (N. Özer / Uçanoğlu), Ağlayan Kadın (Seden – Evin), Ah Bu Kadınlar (İnci / Erakalın), Aile Kadını (Tibet), Asılacak Kadın (Eşici / Kafadar / Sabuncu), Aşk Kadını (Temizer), Ateş Gibi Kadın (Gülyüz), Ateşli Kadınlar Çetesi (C. Okçugil), Bar Kadını (diğer adı ile -tabii kadın tasviri- Üvey Ana) (Nuyan), Beklenen Kadın (Yurter), Ben Bir Sokak Kadınıyım (Eğilmez), Beni Kadınlara Sor (Özonuk / Temizer), Beyza’nın Kadınları (Altıoklar), Bir Gün O da Kadın Olacak (Servidal), Bir Kadın (Efekan), Bir Kadın Bir Hayat (Tuna), Bir Kadın Düşmanı (Karakaş), Bir Kadın Kayboldu (Önal), Bir Kadın Tuzağı (Muhtar / Oraloğlu / Gök), Bir Kadın Uğruna (Akpolat), Bir Kadın Yüzü (İlhan), Bir Kadın Yüzünden (Gülgen), Bir Kadının Anatomisi (Özkan), Bu Kadın Benimdir (Zavallı Necdet) (Bengü), Canavar Kadın (Günal), Cilalı İbo Kadın Avcısı (Dinler), Çamurdaki Kadın (Yurter), Çıldıran Kadın (Gelenbevi), Damgalı Kadın (Aksoy), Denizden Gelen Kadın (Uçanoğlu / Gültekin), Dul Bir Kadın (A. Yılmaz), Dünyanın En Güzel Kadını (Saydam), Ekmekçi Kadın (Davutoğlu / Dinler), Elmacı Kadın (Tuna), Esrarlı Kadın (Akıncı), Felaket Kadını (Cantürk), Gazi Kadın (Seden), Gece Yaşayan Kadın (Yurter), Gecelerin Kadını (Erakalın / Seden), Günah Kadını (Gürses / Gürses), Günahını Ödeyen Kadın (Figenli), Günahkâr Kadın (Erakalın / Erakalın), Günahsız Kadın (Beddua) (İnanç), Güzel Kadınlar Çetesi (Özonuk), Haremde Dört Kadın (Refiğ), Hayat Kadını (Elmas), Hayat Kadınları (Erakalın), Hayatımı Mahveden Kadın (Kenç / Hançer), Hayatımın Kadını (Erakalın / Yücel), Herhangi Bir Kadın (Gören), Hırçın Kadın (Erakalın), İki Kadın Özkan), İki Kocalı Kadın (Erakalın), İki Vatanlı Kadın (Yalınkılıç), İntikam Kadını (Yurter), İşte Kadın (S. Utku / Gök), Kafesteki Kadın (Düz), Kamçılı Kadın (İnanç), Kamelyalı Kadın (Sırmalı), Kaplan Kadın Dehşet Adasında (Arıkan), Karanfilli Kadın (Pesen), Kıskanç Kadın (Ergün), Kiralık Kadın (Erakalın), Kukuriku: Kadın Krallığı (Ok), Nankör Kadın (Kirli Dudaklar) (Özakbaş), Lekeli Kadın (Erakalın / Erakalın) (ikinci çevrim -bir başka kadın tasviri adı ile- Kızım) (Erakalın), Macera Kadını (Alyanak), Mağrur Kadın (Bolan / Pesen ) Meçhul Kadın (Akad / Sağıroğlu / Polam), O Kadın (Davutoğlu / Refiğ / Bozkurt ), O Kadınlar (Göreç), O Kadınlardan Biri (Akarar / Erakalın ), On Kadın (Gören), On Kadına Bir Erkek (Atadeniz), On Korkusuz Kadın (Başaran), Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi (Erksan – Evin), Ölmüş Bir Kadının Mektupları (Erakalın), Ölümsüz Kadın (Dinler), Öyle Bir Kadın ki (Yurter / Turgut), Para Kadın ve Silah (Atadeniz), Paylaşılmayan Kadın (Figenli), Pembe Kadın (A. Yılmaz), Sahildeki Kadın (Arakon), Sapık Kadın (Elmas), Satılık Kadın (Gülyüz), Seven Kadın Unutmaz (Seden), Siyahlı Kadın (S. Duru), Sokak Kadını (İnanç), Sokaktan Gelen Kadın (Alyanak / Aksoy), Suçumuz Kadın Olmak (Uçanoğlu), Süper Adam Kadınlar Arasında (Yörüklü), Süper Kadın Dehşet Saçıyor (Kete), Şahane Kadın (Pesen), Şehirde İki Kadın (Akarsu), Tapılacak Kadın (Saydam / Gürsu), Tehlikeli Kadın (Polam), Tehlikeli Kadınlar (Yurter), Toplumun Kadını (Zorlu), Uçuruma Giden Kadın (Balkır), Uçurumdaki Kadın (Arakon / Erakalın), Unutamadığım Kadın (Erakalın), Unutulan Kadın (A. Yılmaz), Vur Hançeri Kadınım (Önal), Yakılacak Kadın (Seden), Yalnız Kadın (S. Utku), Yaratılan Kadın (Gülyüz), Yılan Kadın (Ergün), Yılın Kadını (Erakalın), Yılın Kadını Değil (Erksan / “İki Günahsız Kız” (Pesen) filminin öykülerinden biri)… Hepsi “kadın” kelimesi ama “isim” içinde farklı kostümler giyebiliyorlar.
Abla: Ablam (Erakalın), Bitirimsin Hanım Abla (Hançer), Fahriye Abla (Turgul)
Ana: Ana (Akad), Ana Bizi Eversene (Gürses), Ana Gibi Yar Olmaz (Evin / Erakalın), Ana Hakkı Ödenmez (Seden), Ana Hasreti (Ün / Evin), Dertli Ana, Ana Kalbi (Gülyüz), Ana Kucağı (Akad / Uçanoğlu), Ana Kurban Can Kurban (Tuna), Ana Mezarı (Utku), Ana Ocağı (Seden), Ana Yüreği (Karamanbey / Yalınkılıç), Anadan Ayrı (Uçanoğlu), Analar Ölmez (Göreç / Elmas), Anaların Günahı (Saner), Anası Gibi (Arslan), Anası Yiğit Doğurmuş (Kurthan), Anasına Bak Kızını Al (Yurter), Anasının Kızı (Uçanoğlu), Anasının Kuzusu (Erakalın), Ağlarsa Anam Ağlar (Akbaşlı), Asker Anası (Tengiz), Ben Anayım (Ezici), Bir Ana Bir Kız (Seden), Bir Ana Bir Oğul (Uçanoğlu), Dertli Ana (Ana Hasreti) (Evin), Fedakâr Ana (Havaeri), Gülsüm Ana (Ün), Söyleyin Anama Ağlamasın (Peyda / Figenli / İnanç), Toprak Ana (Ün), Üvey Ana (Nuyan / Erakalın)
Anne: Anne: Çok Gördü Felek (Akıncı), Anne ya da Leyla (Uçakan), Anneler ve Kızları (Akad), Annem (Gürsu), Annemi Arıyorum (Kenç), Annemin Gözyaşları (Akıncı), Ayşecik Canım Annem (Gülyüz), Bana Annemi Anlat (Seden), Beni Anneme Götür (Kan), Bir Annenin Gözyaşları (Gültekin), Bütün Anneler Melektir (Aksoy), Gülşah Küçük Anne (Elmas), Kırk Küçük Anne (Ün), Kiralık Anne (Hoşsöyler), Korkuyorum Anne (İnsan Nedir ki) (Erdem), Öp Annenin Elini (Ün)
Büyükanne: Teşekkür Ederim Büyükanne (Seden)
Kaynana: Kaynanam Kudurdu (Gültekin), Kaynanalar (Ökten)
Dişi: Dişi Akrep (Kete), Dişi Canavar (Burçkin), Dişi Düşman (Saydam), Dişi Eşkiya (Elmas), Dişi Hedef (Davutoğlu – Dinler – Evin), Dişi Kartal (Uçanoğlu), Dişi Killing (Gülyüz), Dişi Köpek (Figenli), Dişi Kurt (Akad), Dişi Melek (Uçanoğlu), Dişi Örümcek (S. Duru), Dişi Tarzan (Arıkan), Dişi Yılan (Elmas), Asyalı Dişi Cengaver (Arıkan), Erkek ve Dişi (Refiğ), Zorro Dişi Fantomaya Karşı (Kete)
Bakire: Çılgın Bakire (Havaeri), Çılgın Bakireler (Doğan / Yurter )
Bayan: Bayan Bacak Tabanca Bıçak (Arıkan), Sayın Bayan (Dinler), Sevgili Bayan (Tokatlı)
Bacak: Bayan Bacak Tabanca Bıçak (Arıkan), On Güzel Bacak (Gülyüz)
Dilber: Dilber Dudağı (Yurter), Dilberler Yuvası (Alyanak), Ateşli Dilber (Erakalın), Çılgın Dilber (Düz), Kaldırım Dilberi (S. Utku), Kara Dilber (Yalınkılıç), Kenarın Dilberi (Seden), Romalı Dilber (Uçanoğlu)
Bebek: Bebek (Elmas), Bebek Gibi Maşallah (Dinler), Aşk Bebe(ğ) i (Akakar), Bir Kırık Bebek (Akman), El Bebek Gül Bebek (İnanç), Katran Bebek (Kosova), Nenni Bebek (T. Tibet)
Avrat: Alman Avrat’ın Bacısı (Avaz), At Avrat Silah (Kazankaya), Almanya Avrat 40 Bin Mark (Avaz), Bana Beş Avrat Yetmez (İnanç), Gramafon Avrat (Kurçenli)
Bacı: Bacım (Olgaç), Ağa Bacı (Evin), Alman Avrat’ın Bacısı (Avaz), Fatma Bacı (Refiğ), Salak Bacılar (Gülyüz)
Baldız: Baldız (Gürsu)
Yenge: Yengem (Kardeş Uğruna) (Ayanoğlu), Çılgın Yenge (Gültekin / Güçlü), Yengen (Erakalın)
Kuma: Kuma (A.Yılmaz)
Bal: Arım, Balım, Peteğim (Arslan),
Kedi: Vahşi Kedi (Tema), Çizmeli Kedi (Uskan), Yağmur Altındaki Kedi (Uçanoğlu)
Çiçek: Baharda Solan Çiçek (Utku), Bir Çiçek Üç Böcek (Doğan / Uçanoğlu), Gülüm, Dalım, Çiçe(ğ) im (Seden), Kaldırım Çiçe(ğ) i (Gelenbevi / Ergün), Küskün Çiçek (Arkın), Nilüfer: Orman Çiçe(ğ) i (Saner), Vahşi Çiçek (Akad), Zehirli Çiçek (Dinler / Pekmezoğlu / Dinler / Polam), Bozkırda Bir Çiçek (Karcı)
Gelin: Gelin (Akad), Gelin Ayşem (Doğan / Gültekin), Gelin Kız (Elmas), Gelin Oy (Yalınkılıç), Gelinin Muradı (A. Yılmaz / Kan), Gelinin Ödü Patladı (Gültekin), Gelinlik Kızlar (A. Yılmaz), Ağlayan Gelin (Elmas), Allı Gelin (Gürses), Alman Gelin (Akıncı), Ayşem Kınalı Gelin (Tomaç), Beş Fındıkçı Gelin (Saner), Bir Gecelik Gelin (A. Yılmaz), Bir Gelin Gitti (Durukan), Cüppeli Gelin (Gültekin), Dertli Gelin (Şirvan) (Gürses ), Dört Gelin Dört Damat (Pekmezoğlu), Duvaksız Gelin (Körner / Kaner), Eğreti Gelin (A. Yılmaz), Fındıkçı Gelin (Erçin), Gelinliksiz Gelin (Temizer), İnatçı Gelin (Gültekin), Kozalı Gelin Başaran), Köprüden Geçti Gelin (Figenli), Köye Giden Gelin (Erakalın), Mahalleye Gelen Gelin (Seden), Mısır’dan Gelen Gelin (Seden), Rus Gelin (Alasya), Satılık Gelin (Evin), Sevdalı Gelin (Gültekin / Gültekin), Sultan Gelin (Refiğ), Şaşkın Gelin (Gültekin), Talihsiz Gelin (N. Özer), Toprağın Gelini (Eşici / Güney “Seyit Han”), Üç Çapkın Gelin (Doğan), Üç Gelin Altı Damat (Gültekin), Üç Kardeşe Bir Gelin (Dinler), Vahşi Gelin (Saydam / Seden), Yaslı Gelin (Elmas), Gelin Çiçeği (Saydam), Gelin Kayası (Y. Yılmaz)
Güzel: Güzeller Kumsalı (İnci), Güzeller Resmigeçiti (Dinler), Balıkçı Güzeli (Bin İkinci Gece) (Gelenbevi), Basmacı Güzeli (Sedat), Beyoğlu Güzeli (Bengü – Laskos / Eğilmez), Çamaşırcı Güzeli (Saner), Çingene Güzeli (Pekmezoğlu), Pamukçu Güzeli Halime (Gürses), Kahveci Güzeli (Ertuğrul / Arslan), Kıyma Bana Güzelim (Dinler), Köyün Beş Güzeli (Özonuk), Köyün Güzeli (Tomaç / Servidal), Pamukçu Güzeli (Gürses), Vahşi ve Güzel (Gök), Yavaş Gel Güzelim (Ün), Yayla Güzeli (Gürses), Yayla Güzeli Gül Ayşe (Gürses)
Hanım: Hanım (Refiğ), Bitirimsin Hanım Abla (Hançer), Cazibe Hanımın Gündüz Düşleri (Tözüm), Dilâ Hanım (Aksoy), Hostes Hanım (Uludağ), Küçük Hanım Avrupa’da (Saydam), Küçük Hanım’ın Kısmeti (Saydam), Küçük Hanımın Şoförü (Saydam / Başaran)
Hanımefendi: Küçük Hanımefendi (Saydam / Eğilmez)
Kız: Kız Kolunda Damga Var (Refiğ), Kızı da Anası Gibi (Figenli), Kızım (Erakalın / Gürsu), Kızım Ayşe (Çakmaklı), Kızım Duymasın (Evin), Kızım Sana Emanet (Pelit), Kızım ve Ben (Aksoy / Refiğ), Kızımın Başına Gelenler (Pesen), Kızımın Kanı (Refiğ), Kızımla Beraber Ağladık (Alyanak), Kızın Adı Fatma (Olgaç), Kızın Var mı Derdin Var (Refiğ), Kızını Dövmeyen Dizini Döver (Gürsu), Kızlar Büyüdü (Alyanak), Kızlar Sınıfı (Efekan), Kızlar Sınıfı Tatilde (Güçlü), Kızlar Sınıfı Yarışıyor (Elmas), Adalı Kız (Pekmezoğlu), Alev Gibi Kız (Kazankaya), Almanya’da Bir Türk Kızı (Pekmezoğlu), Anadolu Kızı (Cantürk), Anasına Bak Kızını Al (Yurter), Anasının Kızı (Uçanoğlu), Anneler ve Kızları (Akad), Avare Kız (Erakalın), Aysel: Bataklı Damın Kızı (Ertuğrul – Davutoğlu), Babanın Kızları (Gülyüz), Bal Kız (Şenlik Var) (Saydam), Balıkçı Kız (Gürsu), Balıkçının Kızı Gülnaz (Gürses), Balıkçının Kızları (Yurter), Bar Kızı (Otyam / İnanoğlu), Bataktaki Kız (Özonuk), Berduş Kız (Gültekin), Beş Şeker Kız (Seden), Bir Ana Bir Kız (Seden), Bir Genç Kızın Romanı (Önal), Bir Hizmetçi Kızın Hatıra Defteri (Saydam), Bir Kız Böyle Düştü (Karamanbey), Bir Kız Kaçınca (Durukan), Bizim Kız (İnanoğlu), Bomba Gibi Kız (Aksoy), Cam(n)baz Kızın Aşkı (İnanoğlu), İki Günahsız Kız (Erksan “Yılın Kadını Değil” + Pesen “İki Günahsız Kız“), Cevriye’nin Kızları (Gürsu), Cici Kız (Saydam / Düz), Cici Kızlar (Gülyüz), Cilalı İbo Kızlar Pansiyonunda (Ergün), Cilveli Kız (İnanoğlu), Çalsın Sazlar Oynasın Kızlar (Oyna, Kızım Oyna) (Akad), Çapkın Kız (Ün), Çapkın Kızlar (Gürsu), Çiçekçi Kız (Saydam), Çoban Kızı (Ün), Çölde Bir İstanbul Kızı (Kenç), Çömlekçinin Kızı (Kan), Dağları Bekleyen Kız (A. Yılmaz / S. Duru), Dağların Kızı Ruhsar (Tomaç), Deli Kız (N. Okçugil), Deniz Kızı (Gelenbevi / Çetinkaya), Denizden Gelen Kız (Gören), Düşen Kızlar (Gürses), El Kızı (Saydam), Evde Kalmış Kızlar (U. Duru), Fakir Bir Kız Sevdim (Gültekin), Fakir Kızı Leyla (Aksoy), Fakir Kızın Kısmeti (Karamanbey / Evin), Fakir Kızın Romanı (Gülyüz), Gazeteci Kız (Gülgen), Gelin Kız (Elmas), Gelinlik Kızlar (A. Yılmaz), Genç Kızlar (Pesen), Genç Kızlar Pansiyonu (Engin), Genç Kızların Sevgilisi (Gülyüz), Güllü Kız (Alpaslan), Günah Kızları (İnci), Halıcı Kız (Ertuğrul), Halime’nin Kızları (İnanç), Hancının Kızı (Ergün), Hırçın Kız (Jöntürk), Hırsız Kız (İnanoğlu), İçli Kız Funda (Karamanbey), İki Genç Kız (Ataman), İki Günahsız Kız (Pesen) (Erksan’ın “Yılın Kadını Değil” ile birlikte), İslamın Kahraman Kızı (Arıkan), İstanbul’un Kızları (Refiğ), İşportacı Kız (İnanoğlu), Kahpenin Kızı (Kıpçak), Kapıcının Kızı (Akıncı / Erakalın), Kara Çadırın Kızı (Elmas), Karaoğlan Şeyhin Kızı (Yalaz), Karateci Kız (Aksoy), Kaatilin Kızı (Davutoğlu), Kayıp Kızlar (Elmas), Keloğlan ve Can Kız (Erksan), Kenarın Kızları (Servidal), Kirvenin Kızı (Yalınkılıç), Kolejli Kızın Aşkı (İnanoğlu), Köyde Bir Kız Sevdim (İnanoğlu), Kupa Kızı (Sabuncu), Kurt Kız Aybike (Aslan), Liseli Kızlar (Elmas), Meyhanecinin Kızı (Akad), Milyonerin Kızı (İnanoğlu), Mini Etekli Kızlar (Akıncı), NewYork’lu Kız (Seden), Oniki Çılgın Kız (Eşici), Oyuncu Kız (Özgürel), Öksüz Kız (Aksoy), Ömre Bedel Kız (Eğilmez), Paşa Kızı (İnanoğlu), Patronun Kızları (Temizer), Piyangocu Kız (Gültekin), Reisin Kızı (Gülyüz), Sarı Kız (Kız Evliya) (Akıncı), Satılık Kızlar (Doğan), Sokak Kızı (Seden / Erakalın), Sokaklardan Bir Kız (Saydam), Söyleyin Genç Kızlara (Kazankaya), Sözde Kızlar (Ertuğrul / Saydam / Elmas), Sürtüğün Kızı (Eğilmez), Şarkıcı Kız (N. Duru), Şeker Gibi Kızlar (Arslan), Şekerpare Kız (A. Yılmaz), Şeytan Kız (Palay), Şoför Nebahat ve Kızı (S. Duru), Şoförün Kızı (Erakalın), Şu Kızların Elinden (Hekimoğlu), Taşra Kızı (Elmas), Taşralı Kız (Alyanak / Erakalın), Tavşan Kızlar (Pekmezoğlu), Tele Kızlar (Seden), Tütüncü Kızı Emine (Gürses / Gürses), Uçan Kız (Evin), Üç Balıkçı Kız (Akovalıgil), Üç Kızın Hikayesi (Elmas), Üç Sevdalı Kız (Gültekin), Üzümcü Kızın Kaderi (Kan), Vahşi Bir Kız Sevdim (Akad / Saydam), Vahşi Kız (Gürses), Vuruldum Bir Kıza (Ün), Yaban Kız (Alyanak), Yayla Kızı (Göreç), Yayla Kızı Yıldız (Evin), Yosmanın Kızı (Hançer), Yüzbaşının Kızı (Gülyüz), Zavallı Kız (Akbaşlı), Mommo: Kız Kardeşim (Taşdiken)
Karı: Karılar Koğuşu (Refiğ), Karım Beni Aldatırsa (Ertuğrul / Gülyüz), Karımın Sevgilisi (Havaeri), Alamancının Karısı (Elmas), Aman Karım Duymasın (Dinler), Kocamın Karısı (Göreç), Naylon Karı (Ü. Utku), O Benim Karımdı (Ezici), Şoförün Karısı (Doğan)
Nişanlı: Kocamın Nişanlısı (Demirağ)

Aşağıdaki bölüm yeni eklenmiştir:

Abbase Sultan: Abbase Sultan (Demirağ)
Adile: Adile Teyze (Akakar)
Afife Jale: Afife Jale (Kaygun)
Afrodit: Afrodit (Jöntürk – Gülyüz)
Ahlâksız: Ahlâksız (Eşici)
Ahu Gözlüm: Ahu Gözlüm (Gürsu)
Al Dudaklı: Al Dudaklım (N. Özer)
Aliye: Aliye (Akarsu)
Anjelik: Anjelik Osmanlı Saraylarında (Erakalın), Anjelik ve Deli İbrahim (Doğan)
Arzu: Arzu (Gürsu), Arzu ile Kamber (Akad / Bozkuş)
Asiye: Asiye Nasıl Kurtulur (Saydam / A. Yılmaz )
Aslı: Kerem ile Aslı (Körner / Elmas)
Assolist: Assolist (Erakalın)
Aybike: Kurt Kız Aybike (Aslan)
Ayça: Hemşire Ayça (Uğurlu / U. Duru )
Aysel: Aysel: Bataklı Damın Kızı (Ertuğrul / Davutoğlu )
Ayşe: Ayşe’nin Çilesi (Ün), Ayşe’nin Duası (Bengü), Ayşem (Saydam / Tatlıses), Ayşem Kınalı Gelin (Tomaç), Gelin Ayşem (Doğan / Gültekin), Gül Ayşe (Gürses / Palay), Kızım Ayşe (Çakmaklı), Öksüz Ayşe (Evin), Ve Recep Ve Zehra Ve Ayşe (Kurçenli), Yayla Güzeli Gül Ayşe (Gürses)
Ayşecik: Ayşecik (Ün), Ayşecik Ateş Parçası (Saner), Ayşecik Bahar Çiçeği (Gülyüz), Ayşecik Boş Beşik (Saner), Ayşecik Canım Annem (Gülyüz), Ayşecik Canımın İçi (Saner), Ayşecik Cimcime Hanım (Saner), Ayşecik Çıtı Pıtı Kız (Saner), Ayşecik Fakir Prenses (Göreç), Ayşecik Sana Tapıyorum (Gülyüz), Ayşecik Şeytan Çekici (A. Yılmaz), Ayşecik ve Yedi Cüceler Rüyalar Ülkesinde (Başaran), Ayşecik Yavru Melek (Seden), Ayşecik Yuvanın Bekçileri (Gülyüz), Ayşecikle Ömercik (Aksoy)
Ayşegül: Ayşegül (Pesen)
Azize: Azize (Kan), Lâleli’de Bir Azize (Sabancı)
Bakire: Bakireler Çiftliği (Uçanoğlu), Azgın Bakireler (Servidal), Üç Yaman Bakire (Pekmezoğlu)
Bal Badem: Bal Badem (İnanç)
Bal Peteği: Bal Peteği (Temizer)
Bedia: Bedia (Kan)
Belma: Trafik Belma (Gültekin)
Beyza: Beyza’nın Kadınları (Altıoklar)
Binnaz: Binnaz (A. Fehim / Yener ),
Bir İçim Su: Bir İçim Su (Aksoy / Uçanoğlu)
Bir Tane: Bir Tanem (Gültekin / Ün )
Bomba: Bomba Gibi Kız (Aksoy), Esmer Bomba (Yurter), Kara Bomba (Akıncı)
Büşra: Büşra (Çağlar)
Cadı: Tatlı Cadı (Kayhan), Tatlı Cadının Maceraları (Göreç), Minik Cadı (Saydam)
Canım: Gitme Canımın Canı (Yılmaz)
Caniko: Canikom (Aksoy)
Cano: Cano (T. Oğuz)
Cazibe: Cazibe Hanımın Gündüz Düşleri (Tözüm)
Cemile: Cemile (A. Yılmaz), Cemile’nın Kaderi (Figenli), Cemo ile Cemile (İnanç), Güldağlı Cemile (Ener)
Cemo: Cemo (A. Yılmaz)
Cevriye: Cevriyem (Ün), Cevriye’nin Kızları (Gürsu), Fosforlu Cevriye (Arakon), Fosforlu Cevriyem (Saydam)
Cıbıl: Cıbıl (Peyda)
Çam Sakızı: Çam Sakızı (Saner / Pesen)
Çırılçıplak: Çırılçıplak (Akıncı “Emmanuella” / Pekmezoğlu)
Çıtkırıldım: Çıtkırıldım (Ergün),
Çiğdem: Çiğdem (Baytan)
Çingene: Çingenem (Zorlu), Ateşli Çingene (Erksan), Çingene (Akıncı / Par), Çingene Aşkı Paprika (Dinler), Çingene Güzeli (Pekmezoğlu)
Dansöz: Dansöz (Ay), Köye Gelen Dansöz (Alpaslan)
Dilâ (Hanım): Dilâ Hanım (Aksoy)
Dilan: Dilan (Kıral)
Dudak: Ilık Dudaklar (İnanç), Islak Dudaklar (N. Özer), Kirli Dudaklar (Nankör Kadın) (Özakbaş), Nemli Dudaklar (Ü. Utku), Zehirli Dudaklar (Karamanbey), Çıldırtan Dudaklar (Alyanak / Yurter)
Dul: Dul Bir Kadın (A. Yılmaz) / Dullar Tercih Edilir (Kazankaya), Genç ve Dul (Düz), Kadın Dul Kalınca (Efekan)
Eksik Etek: Eksik Etek (Gülyüz)
Eli Maşalı: Eli Maşalı (Saydam)
Elif: Elif ile Seydo (Jöntürk)
Elma Şekeri: Elma Şekeri (Gürsu)
Elvan: Elvan (Y. Duru), Elvanım (Gözen)
Emine: Emine (Aksoy), Benli Emine (Dilligil), Bombacı Emine (Akıncı), Ceylan Emine (Gürses / Gürses), Çakır Eminem (Akıncı), Oy Emine (Ergün), Tütüncü Kızı Emine (Gürses / Gürses), Yatık Emine (Kavur)
Emmanuella: Emmanuella (Çırılçıplak) (Akıncı)
Enrica: Sinyora Enrica ile İtalyan Olmak (İlhan)
Esmer: Esmerim (Kan), Esmerim Kıyma Bana (Utku), Esmerin Adı Sarışının Tadı (Yurter), Esmerin Tadı Sarışının Adı (Evin / Elmas)
Eylül: Eylül (Zorlu), Eylül (Seni Kalbime Gömdüm) (Tuna)
Ezo Gelin: Ezo Gelin (Elmas / Elmas / Tuna)
Fadile: Fadile (Pekmezoğlu)
Fahişe: Küçük Fahişe (Gürsoy)
Fahriye: Fahriye Abla (Turgul)
Fatma: Fatma Bacı (Refiğ), Erkek Fatma (Palay / Erakalın), Erkek Fatma Evleniyor (Palay), Galatalı Fatma (Evin / Erakalın), Kızın Adı Fatma (Olgaç), Kimse Fatma Gibi Öpemez (Davutoğlu), Güllü Fatma (Zeyneb’in Aşkı) (Ün)
Fatmagül: Fatmagül’ün Suçu Ne? (S. Duru)
Fıstık: Fıstık Gibi Maşallah (Saner), Fıstık Gibi (Saner), Fıstıklar (Ergün), Bizim Fıstıklar (Erakalın), Sıra Sende Fıstık (Saylav)
Fato: Fato: Ya İstiklâl Ya Ölüm (Demirağ / Tuna)
Fatoş: Fatoş Sokakların Meleği (N. Okçugil), Fatoş’un Bebekleri (Alyanak), Fatoş’un Fendi Tayfur’u Yendi (Eğilmez)
Fazilet: Fazilet (Tözüm)
Feride: Feride (Erksan)
Fidan: Fidan (Tokatlı)
Firuze: Neredesin Firuze (Akay)
Funda: Funda (Hançer / Dinler), İçli Kız Funda (Karamanbey)
Gece Kuşu: Gece Kuşu (Saner), Gece Kuşu Zehra (Alyanak)
Gökçe Çiçek: Gökçe Çiçek (Akad)
Gözde: Harun Reşit’in Gözdesi (A. Yılmaz), Üçüncü Selim’in Gözdesi Mihriban ile Sadullah Ağa (Ar)
Gül: Gülüm, Dalım, Çiçeğim (Seden), Cam(n)bazhane Gülü (İnanoğlu), Cilalı İbo ve Tophane Gülü (Ergün), Çadır Gülü (Çakuş), Dikenli Gül (Alyanak), Hoşçakal Gülüm (Ererez), Meyhane Gülü (Pesen), Solan Gül (Gülyüz), Gül ile Adam (Pirhasan “öykülü filmin -Yer Çekimli Aşklar- bir bölümü”)
Gülbeyaz: Gülbeyaz (Kütükoğlu)
Gülizar: Gülizar (Saner)
Güllü: Güllü (A. Yılmaz), Güllü Geliyor Güllü (A. Yılmaz), Güllü Kız (Alpaslan)
Güllüşah: Güllüşah ile İbo (A. Yılmaz)
Gülnaz: Balıkçının Kızı Gülnaz (Gürses), Öksüz Gülnaz (Gürses)
Gülnaz Sultan: Gülnaz Sultan (Gürses / Seden), Şehzade Murat ve Gülnaz Sultan (Akıncı)
Gülpembe: Gülpembe (Alpaslan),
Gülsüm: Gülsüm Ana (Ün)
Gülşah: Gülşah (Aksoy), Gülşah Küçük Anne (Elmas)
Gülüşan: Gülüşan (Olgaç)
Halime: Halime’den Mektup Var (Doğan), Halime’nın Kızları (İnanç), Halime’yi Samanlıkta Vurdular (Gültekin), Pamukçu Güzeli Halime (Gürses)
Handan: Handan (Servidal)
Hazreti Ayşe: Hazreti Ayşe (Akıncı / Y. Yılmaz “İslamiyetin Doğuşu”)
Hatice: Can Hatice (Gültekin)
Havva: Adem ile Havva (Gören)
Hayroş: Hayroş (Erakalın)
Hizmetçi: Bir Hizmetçi Kızın Hatıra Defteri (Saydam), Hizmetçi Dediğin Böyle Olur (Saydam)
Hostes: Hostes (Gürsu), Hostes Hanım (Uludağ)
Hülya: Hülya (Pesen), Hülyam (Seden)
Hürmüz: Yedi Kocalı Hürmüz (Atadeniz / A. Yılmaz / Akay)
İffet: İffet (Utku / Tibet)
İpekçe: İpekçe (Olgaç)
Kahpe: Kahpe (Arakon / Erakalın / Düz), Kahpe Tuzağı (Davutoğlu), Kahpenin Aşkı (Arslan), Kahpenin Kızı (Kıpçak), Ben Kahpe Değilim (Hün), Sazlı Damın Kahpesi (Gürses / Gültekin), Vurun Kahpeye (Akad / Aksoy / Refiğ )
Kaşık Düşmanı: Kaşık Düşmanı (Olgaç)
Katerina: Katerina 72 (Uçanoğlu)
Katır Tırnağı: Katır Tırnağı (Evin)
Kâtibe: Cici Kâtibem (Alyanak)
Kezban: Kezban (Akbaşlı / Alyanak / Aksoy), Kezban Paris’te (Aksoy), Kezban Roma’da (Aksoy), Yanık Kezban (Gürses / Gürses)
Kısrak: Kısrak (Erakalın), Kara Kısrak (Uçanoğlu)
Kibariye: Kibariye (Kimbilir) (Gürsu)
Kiraz: Kiraz Çiçek Açıyor (Seriner)
Köçek: Köçek (Saydam)
Köle: Köle (A. Yılmaz)
Kraliçe: Çöplükler Kraliçesi (Saydam), Taçsız Kraliçe (Elmas), Kraliçe Fabrikada (Güven)
Kül Kedisi: Kül Kedisi (Saydam / S.Duru)
Leman: Tilki Leman (Saydam)
Leylâ: Leylâ (Evin / Uçanoğlu), Leylâ ile Mecnun (Sağıroğlu / Refiğ), Leylâ ile Mecnun Gibi (Saydam), Leylâ Neclâ Mücellâ (Gülyüz), Leylâ’nın Kaderi (Evin), Anne ya da Leylâ (Uçakan), Fakir Kızı Leylâ (Aksoy), Naylon Leylâ (Palay), Sende mi Leylâ (Seden)
Lokum Sultan: Lokum Sultan (Fosforoğlu)
Mabude: Aşk Mabudesi (Saydam)
Melâhat: Kokla Beni Melâhat (Gürsu), Şıngırdak Melâhat (Gülyüz)
Melek: Melek mi Şeytan mı (Dinler), Melek Yüzlüm (Gök), Meleklerin İntikamı (Seden), Ağlayan Melek (Önal), Aşk ve Cinayet Mele(ğ)i (Ergün), Dişi Melek (Uçanoğlu), Fosforlu Melek (İnanç), Gece, Melek ve Bizim Çocuklar (A. Yılmaz), İntikam Mele(ğ)i (Evin / Erksan “Kadın Hamlet”), Kaldırım Mele(ğ)i (Evin), Karanlıklar Mele(ğ)i (Dinler), Kelepçeli Melek (Dinler), Kirli Yüzlü Melek (Uçanoğlu), Kürklü Melek (Aydın), Lekeli Melek (Bozkuş / Jöntürk), Mavi Melek (Ererez), O Bir Melekti (Elmas), Sarayların Mele(ğ)i (Sindirella Kül Kedisi) (Gülyüz), Sen Bir Meleksin (Saydam), Tatlı Mele(ğ)im (Dinler), Tatlı Melek: Ateş Parçası (Atadeniz), Yeryüzünde Bir Melek (Aksoy), Mele(ğ)in Düşüşü (Kaplanoğlu), Melekler ve Kumarbazlar (Akpınar), Beyaz Melek (Kırmızıgül)
Melike: Hazreti Süleyman ve Saba Melikesi (Gürses)
Meryem: Meryem (Çallıoğlu / Tınaz / Yalınkılıç), Meryem ve Oğulları (Seden), İsa Musa Meryem (Turgut), Talihsiz Meryem (Düz)
Metres: Metres (Elmas)
Meyro: Meryo (Y. Duru)
Mihriban: Üçüncü Selim’in Gözdesi Mihriban ile Sadullah Ağa (Ar)
Mine: Mine (A. Yılmaz)
Minik Serçe: Minik Serçe (A. Yılmaz)
Muâllâ: Muâllâ (Pesen / Erakalın ) Ah Muâllâ Oh Ne Alâ (Yurter)
Mücellâ: Leylâ Neclâ Mücellâ (Gülyüz)
Mühür Gözlüm: Mühür Gözlüm (Erakalın)
Müjgân: Ah Müjgân Ah (Dinler)
Mürebbiye: Mürebbiye (Ahmet Fehim)
Naciye: Naciyem (Gültekin)
Nazife: Zilli Nazife (Ün)
Nazlı: Nazlı (Ozon), Nazlı ile Emir (Elmas), Murat ile Nazlı (Ün), Şirvan ile Nazlı (Figenli)
Nazmiye: Nazmiye’nin Koltukları (Pakel)
Nebahat: Şoför Nebahat (Erksan / S. Duru), Şoför Nebahat Bizde Kabahat (S. Duru), Şoför Nebahat ve Kızı (S. Duru)
Neclâ: Konforlu Neclâ (Gülyüz), Leylâ Neclâ Mücellâ (Gülyüz), Zavallı Neclâ (Nuyan)
Necmiye: Sarı Necmiye (İt Adası) (Atadeniz)
Neriman: Otobüs Neriman (Yalınkılıç)
Nigâr: Kanlı Nigâr (Erakalın / Ün), Tatlı Nigâr (Aksoy)
Nilgün: Nilgün (Egeli / Eğilmez)
Nilüfer: Nilüfer: Orman Çiçeği (Saner)
Ninno: Ninno (Doğan / Evin )
Papatya: Papatya (Yener), Papatya ile Karabiber (Efekan)
Paprika: Paprika: Gaddarın Aşkı (Erakalın)
Patroniçe: Patroniçe (Gülgen), Patroniçe 2 (Gülgen)
Peçe: Kara Peçe (Ün)
Piliç: Beyoğlu Piliçleri (İnanoğlu / Servidal)
Prenses: Prenses (Çetin), Ayşecik Fakir Prenses (Göreç), Hırsız Prenses (Pesen), Şövalye, Pamuk Prenses ve Hain (Oğuz) (“Yerçekimli Aşklar” filminin bir öyküsü)
Püsküllü Bela: Püsküllü Belâ (İnanç / İnanç)
Rabia: Rabia (Seden), Rabia İlk Kadın Evliya (S. Duru)
Ramize: Ramize (Gözen)
Raziye: Raziye (Kurçenli)
Reyhan: Reyhan (Erksan)
Roz(e?): Benim ve Roz’un Sonbaharı (Öztürk)
Safiye Sultan: Safiye Sultan (Di Martino – Rutkay)
Salkım Hanım: Salkım Hanımın Taneleri (Giritlioğlu)
Sarışın: Sarışın Tehlike (Gülyüz), Sarışınım (Gürsu), Esmerin Adı Sarışının Tadı (Yurter), Esmerin Tadı Sarışının Adı (Evin / Elmas)
Sebahat: Arabacı Sebahat (Akıncı)
Sekreter: Sekreter (Gürsu)
Selvi Boylum: Selvi Boylum Al Yazmalım (A. Yılmaz)
Sevgili: Ağlama Sevgilim (Gültekin / Gözen), Çukulata Sevgilim (N. Özer), Elveda Sevgilim (Seden), Hatırla Sevgilim (Alyanak), Herkesin Sevgilisi (Saydam), İkibin Yılın Sevgilisi (Göreç), Karımın Sevgilisi (Havaeri), Küçük Sevgilim (Elmas), Mahallenin Sevgilisi (Ün), Sahte Sevgili (Bolan), Tatlı Sevgilim (Dinler), Tatlı Sevgilim Kaymaklı Lokum (Düz), Üç Sevgili (Arkın), Üç Sevgilim (Eşici), Vahşi Sevgili (Ziyal)
Siyabend: Siyabend ile Heco (Gök)
Sultan: Sultan (Tibet), Sultan Gelin (Refiğ)
Süreyya: Süreyya (Erksan / Y. Duru)
Sürtük: Sürtük (Körner / Eğilmez / Eğilmez), Sürtü(ğ)ün Kızı (Eğilmez)
Sütü Bozuk: Sütü Bozuk (Atasoy)
Şabaniye: Şabaniye (Tibet)
Şadiye: Şıngırdak Şadiye (Ergün)
Şalvar Davası: Şalvar Davası (Tibet),
Şeftali: Şeftali (Akıncı / Gürsu), Şeftalisi Ala Benziyor (Kaya)
Şehrazat: Şehrazat (Refiğ)
Şıllık: Şıllık (Gülyüz / Erakalın )
Şıngırdak: Şıngırdak Melâhat (Gülyüz), Şıngırdak Şadiye (Ergün)
Şirin: Ferhat ile Şirin (Akıncı), Ferhat ile Şirin (Bir Aşk Masalı) (İbrahimof)
Taş Bebek: Taş Bebek (Saner)
Tatlı: Tatlı Belâ (A. Yılmaz), Tatlı Cadı (Kayhan), Tatlı Cadının Maceraları (Göreç), Tatlı Meleğim (Dinler), Tatlı Melek: Ateş Parçası (Atadeniz), Tatlı Nigâr (Aksoy), Tatlı Sevgilim (Dinler), Tatlı Sevgilim Kaymaklı Lokum (Düz), Tatlım (Gülyüz), Çılgın Ama Tatlı (Uçanoğlu), Üç Tatlı Belâ (Arkın)
Tatlı Dillim: Tatlı Dillim (Eğilmez)
Tavuk: Beş Tavuk Bir Horoz (Pekmezoğlu), Komşunun Tavu(ğ)u (Davutoğlu / Eşici)
Teyze: Teyzem (Refiğ), Adile Teyze (Akakar)
Türkân Sultan: Köroğlu ve Türkân Sultan (Kenç)
Vasfiye: Adı Vasfiye (A. Yılmaz)
Yaban Gülü: Yaban Gülü (Utku / Utku )
Yar: Adalardan Bir Yar Gelir Bizlere (Palay), Ağlama Yârim (S. Utku), Almanyalı Yârim (Aksoy), Bahtı Kara Yârim (Bozkuş), Kara Sevdalı Yârim (Uçak), Vesikalı Yârim (Akad), Yalancı Yârim (Eğilmez)
Yasemin: Yaseminin Tatlı Aşkı (A. Yılmaz), Yasemin (Tokatlı)
Yıldız: Yayla Kızı Yıldız (Evin)
Yosma: Yosma (Erakalın / Erakalın / Elmas), Yosmalar Tuzağı (C. Okçugil), Yosmanın Kızı (Hançer), Ajan 14 Yosmalar Arasında (Yılmazbaş), Gecekondu Yosması (Otyam), İki Yosmaya Bir Kurşun (Evin), Kırbaçlı Yosma (Evin), Köye Dönen Yosma (Erakalın), Liman Yosması (Özonuk), Sıra Sende Yosma (Figenli / İnanç / C. Okçugil), Dört Ateşli Yosma (Eşici)
Yumuşak Ten: Yumuşak Ten (Aksoy),
Zahide: Zahidem (Alpaslan / Gözen)
Zehra: Zehra (Çakmaklı), Gece Kuşu Zehra (Alyanak), Rüzgâr Zehra (Hançer), Turist Zehra (Arıkan), Ve Recep Ve Zehra Ve Ayşe (Kurçenli)
Zennube: Zennube (İnanoğlu)
Zeynep: Kır Çiçeği Zeynep (Saydam), Öğretmen Zeynep (Efekan), Yedi Köyün Zeyne(b)i (Gürses / Kan), Zeyne(b)in Aşkı (Güllü Fatma) (Ün), Zeyne(b)in İntikamı (Ün), Zeynep(ler) Ölmesin (Uçakan), Zeynep’in Sekiz Günü (Şan)
Zeyno: Zeyno (Evin / A. Yılmaz / Akıncı)
Zühre: Tahir ile Zühre (Akad / Bozkuş)
Züleyha: Yusuf ile Züleyha (İnanoğlu), Züleyha (Bozkuş)
Zümrüt: Zümrüt (Akad)

Yukarıdaki dökümün eksiksiz olduğunu ve bazı tasvirlerin -niyetlendiğimiz gibi- kadınların “kadınlığını” öne çıkardıklarını iddia etmiyoruz. Eksikleri bir yana bıraksak bile yazmış olduğumuz bir kısım tasvirler, daha farklı anlamlar içerebilir. Örneğin uzun bir liste oluşturan “kız” tasvirlerinde geçen bazıları, kadının “kız”, dişiliğini değil, çocukluğunu içermektedir. Bu diğer maddeler içinde geçerlilik taşımaktadır. Bunun nedeni bir kısım filmlerin öncelikle görülmemiş olması ve haklarında yeterli bilgi bulunmamasından doğmaktadır. Ama genelde yinede konu hakkında toparlanmış bir liste olduğunu ummaktayım. Başlangıçta dediğim gibi, “kadın tasvirlerini” ele almaya çalışan bu girişimi “erkek tasvirleri” ile de tamamlamak istiyoruz. Biraz zaman alsa da erkek ayağını eksik bırakmamak niyetindeyiz.

Listeye girenler, sırf film isimlerinde yer alış halleri iledir, filmlerin içerikleri ile ilgili herhangi bir çalışma yapılmamıştır. Olması gereken bu durum derlemenin boyutlarını araştırma boyutlarına taşıyacağı için, özellikle böyle derinlemesine bir çalışma yapılmamıştır.

Belirtilmesi gerekir ki, yukarıda da değindiğimiz gibi liste eksiksiz değildir, bazı tasvir ise özellikle alınmamıştır. Bebek gibi isimler genç kadın / kız yerine kullanılmış, bu haller alınmaya çalışılmış ama Bebek (Yüce) filminde gerçek bir “bebek” (kundaktaki bir bebek) “annesi tarafından camii kapısına bırakılan bir bebek” için, Bebek Yüzlü (Pakel) filminde, filmin erkek kahramanı Tarık Akan için, yine Kolla Kendini Bebek (Gülyüz) filminde ise filmin kötü adamlarından Hasan Ceylan için kullanılmıştır. Bunun gibi “özellikle” alınmayan “tasvir”ler olmuştur. Son dönem filmlerinden Kukuriku: Kadın Krallığı’(Ok)nda ise, “kadın”-lık erkeklere tasvir olan “krallık” ile birlikte kullanılarak, kadın-lığa değişik bir tasvir getirilmiştir. (Başkaca örnekler: “Erkek Fatma”lar – “Güzel Şoför / Şoför Nebahat” (şoför-lük genel olarak erkek “mesleği” olarak algılanır.)

(22 Mayıs 2011)

Orhan Ünser

Korsan Cephesinde Yeni Dönem

Karayip Korsanları: Gizemli Denizlerde – Pirates of the Caribbean: On Stranger Tides
Yön: Rob Marshall
Oyn: Johnny Depp, Penelope Cruz, Geoffrey Rush

4 yıllık bekleyiş sona erdi. Korsanlar geri döndü. Peki yeni filmde bizi neler bekliyor? Hâlâ izlememiş olanlar için birkaç bilgi vermekte fayda var. Filmin yapımcılığını serinin diğer üç filminde olduğu gibi yine Jerry Bruckheimer üstleniyor. Yakışıklı, komik ve zeki korsan tabi ki Johnny Depp… Filmin sürprizi ise Penelope Cruz… İlk filmden bu yana severek izlediğimiz Kaptan Hector Barbossa rolünde ise yine Geoffrey Rush var. Buraya kadar her şey güzel. Fakat kişisel fikrim, yönetmenlik koltuğunu Gore Verbinski’den alıp Rob Marshall’a vermenin büyük bir hata olduğu yönünde… Chicago ve Nine gibi müzikallerinden hatırlayacağınız Rob Marshall, filmografisinden de anlaşılacağı gibi görselliği ön plânda tutan bir yönetmen. Hal böyle olunca da zaten ilk filmden sonra yavaş yavaş kaybolmaya başlayan o nefis karanlık ve heyecan dolu atmosfer iyiden iyi yok olmuş. Evet, yine çok güzel görüntüler, müthiş açılar, muazzam bir dekor ve kostüm yaratıcılığı var. Özellikle de denizkızı saldırısının gerçekleştiği sahne gerçekten küçük dilimizi yutturacak ustalıkla çekilmiş. 3D ve IMAX teknolojisi de filmi oldukça cazip kılıyor. Ama bu kez filmin ruhu yok. Sanki diğer üç filmden bağımsız, bambaşka bir filmle karşı karşıyayız. Bir de dördüncü filmin Johnny Depp’den sonraki yıldızı Penelope Cruz da role pek uymamış bence. Kendisini çok sevmeme ve performanslarını hayranlıkla izlemem rağmen bu filmde bana hayal kırıklığı yaşattı. Dördüncü filmdeki Johnny Depp – Penelope Cruz ikilisindense ilk filmdeki Johnny Depp, Orlando Bloom ve Keira Knightley üçlüsünü hâlâ tercih ederim. Bir de keşke süre bu kadar uzun olmasaymış da tadı yine damağımızda kalsaymış. Bitsin artık diye bizi kıvrandırmasaymış. Nihayetinde Karayip Korsanları: Gizemli Denizlerde’yi izlememek olmaz. 4. değil 14. filmi çekilse yine koşa koşa gidip izlerim. Ama böyle dev prodüksiyonlu bir işte hayal kırıklığı yaşamanın dozu da yüksek oluyor.

(23 Mayıs 2011)

Gizem Ertürk

Yakın Plan Yeni Türkiye Sineması: Sinemamızın 80 Sonrası Serüvenine Dair …

“İyi Sarsan” Bir Çalışma

Zahit Atam’ın, hazırlıkları uzunca bir süreye yayılan “Yakın Plan Yeni Türkiye Sineması” (*) adlı kitabı, geçtiğimiz günlerde okurla buluştu. Sinemamızdaki insan kavrayışının ve ahlâki ideallerin tersyüz edilmesinin nedenlerini, anlatı yapılarının çözümlenmesini, yönetmenlerin sosyo-politik açıdan tarihle hesaplaşmasını ve kişisel biyografilerini içeren eser, ‘ülkemizde yeni sinema üzerine yazılmış en kapsamlı çalışma’ olma iddiasına sahip.

Kitabın somut olarak yazılışının 16 ay sürdüğünü belirten Atam; kurucu yönetmenler Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Derviş Zaim(ağaoğlu) ve Yeşim Ustaoğlu’nu kapsayan çalışmasının önsözünde, Yeni Sinema’nın dört yönetmeniyle olan kişisel ilişkilerine açıklık getiriyor: “Hepsiyle ya ilk filmlerini yaptıktan sonra, ya da daha öncesinden tanışmış birisiyim. Onlarla o zamandan bu yana belirli şeyleri konuştum ve paylaştım.” Böylelikle, 750 sayfayı aşan eser, kimi zaman bireysel yaşanmışlıklar sonucu ortaya çıkan gözlemlere, kimi zaman da Atam’a özgü -ve yazara, özellikle “Yeni İnsan Yeni Sinema Dergisi”ndeki yazılarından aşina olan sadık okuyucularına hiç de şaşırtıcı gelmeyecek- sarsıcı yorum ve değerlendirmelere kapı aralıyor. (Kitaba “Sinema Tarihçisi Olmak” başlıklı bir sunuşla katkı koyan Sırrı Süreyya Önder, bu durumu “Film analizlerini okurken Zahit’in düşünceleriyle hiç dar polemiğe düşmeyeceksiniz. Belki gerçekliğin farklı yorumları arasında kalabilirsiniz; ama siz farklı düşündüğünüzde, sizin öyle düşünmenizin nedenini de size anlatacaktır” şeklinde açıklıyor ve ekliyor: “Ana caddelerimizin dar, siyasetimizin boğucu, kültürümüzün kurumuş olduğu bir ortamda kitabı tek kelimeyle özetlemem istenirse, ‘iyi sarsıyor’ diyebilirim.”)

Kitabın yayınlanmasının hemen ardından gerçekleştirdiğimiz söyleşide, çalışmasının bir anlamda Yeni Sinema’nın Türkiye’de kuramsal bir çerçevede ilk incelenme çabası olduğuna değinen Zahit Atam, eserin daha önce yazılan hiçbir çalışmanın tekrarı olmadığına ve daha da önemlisi çok geniş bir literatürden beslenerek yazıldığına vurgu yapıyor: “Amacım kuramsal çerçeveyi oturtmak, Türkiye’de bundan sonra Yeni Sinema hakkında yapılacak çalışmalara sağlam bir zemin inşa etmekti. Sosyolojik, estetik, siyasal ve psikanalitik açıdan 1980 darbesi ve sonrasını hem yaratıcı yönetmenlerin bünyesinde, hem de toplumun yaşadığı travmanın sosyo-kültürel boyutlarıyla incelemeyi amaçlıyordum. Bu anlamda kitabın bütününe diyalektik bir sorgulamanın damgasını vurduğunu söyleyebilirim.”

İsmet Özel’e Gönderme

Bütün bunların ışığında, Atam’ın farklı yaklaşımı “Yakın Plan Yeni Türkiye Sineması”nın ilk satırlarından itibaren okuru kucaklıyor, en çok da 17 sayfaya yayılan otobiyografiyle doruğa çıkıyor. “Gerçekçi olmayan ozan ölür; ama yalnızca gerçekçi olan ozan da ölür. Yalnızca akla aykırı yazan, kendisince, bir de sevgilisince anlaşılır; ancak bu da oldukça umut kırıcıdır. Yalnızca akılcı olanı ise eşekler bile anlar; ama bu da epey hüzün vericidir!” şeklinde başlayan otobiyografiye dair sorularımızı, “Sıradan bir biyografi yerine nesir şiir formatında, bir yandan özgeçmişimi; ama öte yandan kitabın konusu olan darbe sonrası dönemin analizini yapmayı amaçladım.” diye yanıtlıyor Atam. “Nesir şiirin bir başka amacı daha vardı. Yıllar öncesinde İsmet Özel’in sola saldıran bir söylem kullanırken, ‘sol, aklıyla – fikriyle benim şiirime meydan okusaydı’, diye bir ifadesi vardı, ben onun asla yazamayacağı bir nesir şiir yazarak, onun aklına ve fikrine meydan okudum. Eminim ki eğer okursa, kendi meydan okuma tavrından ricat yollarına girecektir.”

Sinema Eleştirisi Tarihine Katkı

Merkezinde Yeni Türkiye Sineması ve kurucu dört yönetmen olmakla birlikte, Zahit Atam’ın incelemesi “Türkiye Sinema Tarihi Nasıl Dönemlendirilebilir?” sorusuna yanıt arayarak yola çıkıyor. Nijat Özön’den Rekin Teksoy ve Giovanni Scognamillo’ya uzanan çizgide, sinema tarihçilerinin çalışmaları ekseninde yapılan değerlendirmeler, yeni bir dönemlendirme çabasını da beraberinde getiriyor. Atam’ın bu çabası, ilerleyen sayfalarda “Türkiye Sinemasının Devraldığı Miras”, “Yeni Dünya Düzeni ve Küreselleşme” ve “Yeşilçam Döneminin Bitişi” süreçlerini de kapsayan analizlerle devam ediyor. Kitabın bir bütün olarak bakıldığında Yeni Sinema eleştirisinin yanı sıra, sosyal ve siyasal tarihimizin özellikle 80 sonrasına yönelik değerlendirmelerden oluştuğunu söylemek mümkün. Zahit Atam, çalışmasının oldukça geniş bir alana yayılan kapsamını, “Önsöz ve giriş bölümü tam olarak teorik çerçeveyi kurmak için yazıldı. Türkiye’nin içinde bulunduğu durum ile dünya tarihindeki değişimlerin nasıl paralellikler gösterdiğini açıklamak önemliydi. Daha en başında Türkiye’de yapılan askeri darbe, bir tür NATO bünyesinde planlanmış ve Türkiye dünyanın köklü olarak sağa evrildiği bir aşamada darbeyle yüz yüze gelmiştir. Öte yandan darbe, Türkiye’nin siyasal haritasını değiştirmiştir, çünkü 78 kuşağı iktidarı istiyordu, egemen ideolojinin bütün önermelerini ters yüz eden bir yaklaşımı toplum genelinde meşru hale getirmişti. Darbe, baskıyla ve inanılmaz bir ahlâksız söylemle Türkiye’nin rotasını değiştirirken, aslında ülkede egemen ideolojinin en belirgin karakteristik temasını oluşturdu. Toplum riya üzerinden bütün ilişkilerini yeni bir eksene kaydırdı. Bu sürecin hem birey-sanatçıların düzleminde, hem de çok değişik gibi görünen filmlerin içinde tematik bir süreklilik taşıdığını göstermek sosyolojik açıdan çok önemliydi. Psikanaliz ise özellikle her bir yaratıcı yönetmen nezdinde, topluma dayatılan çatışmanın nasıl yansıdığını anlamak için öne çıkıyordu. Nihayetinde, aslında toplumumuz ve bireylerimiz kendi gerçekliklerini yaşamadılar. Kendilerine sunulan bir düzlemde sınırlı-sorumlu bir hayat sürdüler. Bütün özgürlük ve bireysellik söylemlerine rağmen, hayat toplumsal olarak kurulur. İnsanlar toplumun bütünüyle yenilgiye uğradığı, bütün değerlerini sorguladığı ve inançsız bir ortamda, yeni sinemanın kötümser söylemi çok daha net anlayabilir.” şeklinde ifade ediyor.

Minimalist Anlatı, Kitlesellik ve “Amerika’nın Çöplüğü”

Dört yönetmen ekseninde bir dönem panaroması çizen ve ele aldığı sanatçıları hemen hemen tüm filmlerini masaya yatırarak irdelemeye gayret gösteren Atam, çarpıcı başlıklar halinde, sözgelimi “Üç Maymun”u Yılmaz Güney ve devrimci sanat ile, Demirkubuz’u Nietzche paradoksuyla, “Tabutta Rövaşata”yı statükoyla çatışma noktasında ve Yeşim Ustaoğlu’nu 78 kuşağıyla ilişkilendirerek anlamlandırmaya çalışıyor. Bu noktada akla bir soru takılması da kaçınılmaz oluyor: Yeşilçam’ın çöküşü ve 12 Eylül neticesinde geniş kitlelerle bağlarını yitiren yedinci sanat, ulusal / uluslararası festivallerde övgüye boğulan Yeni Türkiye Sineması ile özlemi duyulan bir çizgiye ulaşabildi mi? Başka bir deyişle (çoğunlukla) politik yaklaşım sergilemekten uzakta duruyor gibi görünen ve “minimalist” bir anlatı modeline yaslanmaya çalışan yeni dönem sinemacıları adına kitlelerle bağ kurmak (şimdilik) olanak dışı mı? Atam, bu sorunun yanıtının Amerikan sinemasından bağımsız düşünülemeyeceğini savunuyor: “Türkiye’de sinemacılar, halkın beğenisinin, anlama düzeyinin, estetik tercihlerinin büyük oranda darbenin kanalize ettiği haliyle, Amerika’nın çöplüğünden beslendiğini biliyordu. Öyle ki bugün ülkemizde iki üç kuşak üst üste Amerikalıların imgeleriyle beslendi, onların dilini öğrendi, onların kavramlarıyla konuşuyor. Brezilyalı bir yönetmenin deyimiyle, ‘kendi ulusal sinemasını yapan yönetmen, Amerika’nın egemenliği nedeniyle, kendi ülkesinde bir yabancı olarak algılanıyor. Amerikanlaştırılmış film yapmadan bir üçüncü dünya ülkesi filmini halka benimsetmek giderek bir imkânsız çabaya dönüşüyor.’ Tam da bu nedenle İslami korku filmlerinden güncel siyasal değerlendirmelere, hatta siyasette propaganda araçlarına kadar, ülkemiz Amerika’nın çöplüğü haline gelmiştir. Yeni Sinema tam da bu veri tabanını reddederek işe başladığı için, bir anlamda “kendi yurdunda sürgün” olarak yaşamayı göze almıştır. Bu minimalist olduğu anlamına gelmez; hatta apolitik olduğu düşüncesi tamamen yanlıştır, kendi söylem dağarcığını bir başka alana taşımıştır, toplumun histerik çıkışlarına seslenmeyi ise birincil görevi olarak görmez.” Yazara göre yeni dönem sinemacıları Avatar’la heyecanlanmıyorlar, onun sosyalist propaganda olduğu ya da Matrix’te felsefe yapıldığı yalanlarına da karınları tok! “Kaldı ki Türkiye köklü bir apolitikleşme yaşadığı için, zaten politik filmler daha köklü olarak yalıtılmış durumdalar.”

Kitaba Sığmayanlar

Çalışmanın son dönemlere damgasını vuran iki yönetmene, Reha Erdem ve Semih Kaplanoğlu’na yer verilmemesinin nedenini soruyoruz Atam’a. Yazar, bunun nedenlerini bir kaç başlıkta ele alabileceğini belirtiyor: “Birincisi, ikisi de kuruluş sürecinde yer almadılar, daha sonra aktif üretime geçtiler, bu nedenle yeni bir kitapta ele alınacaklar. İkincisi, Reha Erdem aslında yeni sinemanın bir parçası değildir. Nuri Bilge Ceylan ilk söyleşilerinde, ‘sinemaya geçerken, reklâm estetiğinden büyük oranda kopmam gerektiğini biliyordum’ diyor, hakikaten de kopmuştur, üstelik reklâm için en yetenekli isim olmasına rağmen. Ama Erdem’in hikâyelerinin kuruluş sürecinden çekimlerine kadar “fake” bir imajinasyon vardır, reklâm kokar. Kaplanoğlu sineması da önemli farklılıklar içerir; örneğin ele aldığım yönetmenler metin üretir, Kaplanoğlu ise meta-metin üretir. Ama kitaba alınmamalarının nedeni ilk söylediğimdir, daha sonra ele alacağım. Ben bu iki isimden çok, kitaba Yeni Sinema Hareketi’ni sığdıramadığıma hayıflanıyorum, çünkü onları da çok önemli buluyorum. Üstelik bu hareket incelendiğinde çok önemli bir fark daha ortaya çıkıyor: Yeni Sinema’nın kurucu yönetmenlerinin filmleri reaksiyonerdir, Yeni Sinema Hareketi’nin yönetmenleri, yani ikinci kuşağın sineması ise aksiyonerdir, yeniden bir dirim enerjisini sinemamıza getirir.” Zahit Atam’a göre sinemamız giderek daha politik bir söylemi içten içe üretiyor, özellikle 1990 sonrasında ortaya çıkan yönetmenlerin sinemaları giderek ülkemizde yeni bir politik-duygusal zemini, yeniden angajmanı öngören ve iktidara karşı direnmenin güzelliğini anlatan bir söylemi inşa etme sürecinde. Atam: “Bütün bunlar, Erdem ve Kaplanoğlu sineması yanında önemsiz özellikler değildir.” diyor ve bu süreci kuramsallaştırmak ve analizini yapmak için, yeni yönetmenlerin bir kaç filmini daha beklememiz gerektiğine vurgu yapıyor.

Yeni Eleştiriyi Kurmak

Son olarak, kitabın teşekkür bölümünde vurgu yapılan bir dizi ifade dikkatimizden kaçmıyor. Bu kısımda Atam, bundan sonraki süreçte kendisine düşen görevin “yeni eleştiriyi kurmak” olduğunun altını çiziyor. Bu iddialı vurguyu açmasını istiyoruz. Öncelikle varolan eleştiri ortamını özetliyor yazar: “Türkiye’de eleştiri tarihsel süreç içinde çok ciddi bir evrim geçirmiştir. 1960-80 arasında eleştiri aksiyonerdir, yani kendi istediklerini sunmuş, üretilen filmleri bunlardan yola çıkarak eleştirmiş, kendi geleneğini yaratmıştır. Bir perspektife sahiptir. Oysa darbeden sonra eleştiri bir fikir eseri olmaktan çıkmış, büyük oranda malûmat bildiren bir yapıya bürünmüş, tanıtımın bir parçasına indirgenmiş, hatta anonimleşmiştir. Türkiye’de eleştiride iki köklü eksiklik vardır. Birincisi, fikir değeri taşıyan gövdesi aşınmıştır, ikincisi ise eleştirinin kuramsal ya da felsefik dayanakları zayıfladığı için -tam da bu anlamda anonimleşmiştir-, perspektifsiz kalmıştır.” Atam, çıkış yolunu ise şöyle özetliyor: “Eleştiri tarihsel bir felsefi disipline dayanmalı, kendisi felsefik bir çatıya sahip olmalı, yazarın imzası belirli bir dünya görüşüne ve estetik varoluşa karşılık gelmelidir. Bu anlamda telif eseri olmalı ve kişilik kazanmalıdır. Eleştiriyi yeni bir yörüngeye oturtmak, kimlik kazandırmak ve yeniden saygınlığını elde etmek önemli görevlerimizden birisidir. Ki eleştirinin zayıflamasının en acı sonuçlarından birisi, seyirci ve sanatçılar nezdinde inandırıcılık taşımamasıdır. Bir tür yazdıkları önemsenmeyen birisini dönüşmüştür eleştirmen, önemli yönetmenlerin değil, ticari isimlerin karşı çıkışları karşısında bile eleştiri kendini güçsüz hissetmektedir. Eleştiri bir tür toplumsal fikir hayatımız içindeki rehberimiz olarak yeniden tanımlanmalı ve bizzat ürünleriyle bu fonksiyonu üstlenmelidir.”

Yılmaz Güney’e Doğru

Bu kapsamda, önümüzdeki döneme ilişkin projelerine açıklık getiren yazar, kitapta belirlediği genel çerçevenin dışında kalan yönetmenleri başka ciltlere taşımaya karar verdiğini; ama öncelikle Yılmaz Güney üzerine bütün literatürü inceleyen ancak hiç kimseyi tekrar etmeyen bir eser yazma konusunda sabırsızlandığını ifade ediyor.

“Yakın Plan Türkiye Sineması”nın, içeriği ve sarsıcı / düşündüren anlatımı ile son dönemde sinemamız üzerine yapılan en kapsamlı incelemelerden biri olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

(*) “Yakın Plan Yeni Türkiye Sineması”, Cadde Yayınları, 2011, 770 Sayfa

(Bu yazı, ilk olarak Birgün Gazetesi Kitap Eki’nde 21 Mayıs 2011 tarihinde yayımlanmıştır.)

(22 Mayıs 2011)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü

Herkesin Korsanı Kendine …

Karayip Korsanları’nın dördüncüsü de nihayet gösterimde. Üç boyutlu izlemek de mümkün, babadan kalma iki boyutlu haliyle de… Doğrusu, bir-iki bölüm hariç, üç boyutluluk filme pek bir şey de katmamış, ya da gözlüğün verdiği rahatsızlığı dengelemiyor diyelim. Ancak, denizkızları bölümünün (sır vermemek için ayrıntıları makasladım) 3D’yle güçlenmiş olması mümkün. Gene de, bizim İstinye Park’ta izlediğimiz IMAX kopya tatmin ediciydi.

Filmin kendisine gelince, ilk bölümden beri severim. Johnny Depp’in Kaptan Jack Sparrow’u, gördüğüm en komik ve sağlam tiplemelerden biri. Keith Richards çağrışımı da cabası. Kaldı ki, daha önce başka bir Korsan filminde de karşımıza çıkan emsalsiz Richards burada da Sparrow’un babası Kaptan Teague olmuş. Yaşam Pınarı peşindeki oğlu bilgi isteyince, kırış kırış yüzünü kastederek (çok fazla makyaj da gerekmemiş olabilir) kendisinde yaşam pınarından içmiş bir adam hali bulunup bulunmadığını soruyor. Eye-liner tanıtımı gibi dolaşan kaptanımız ise, terbiyeli bir çocuk olduğunu kanıtlayarak, “Işıklandırmaya bağlı,” cevabını veriyor. Öte yandan, Rolling Stones üyelerinin sağ-salim, dimdik ayakta olmaları bile yeterince hayret verici.

“Pirates of the Caribbean: On Stranger Tides / Karayip Korsanları: Gizemli Denizlerde,” ilk üç filmi yöneten Gore Verbinski’nin değil de, taze kan Rob Marshall’ın imzasını taşıyor. Yapımcıların, ikinci ve üçüncü taksitlerinde, özgün film kadar başarılı olamayan ‘ürün’lerine enerji katma isteklerini doğal karşılıyoruz. Ancak, gişeden yana bir sıkıntıları yoktu, hani. Ayrıca Marshall’ın da bu tür bir filme uygun olup olmadığı tartışılıyordu. Endişeye mahal yokmuş, “Gizemli Denizlerde”nin doğru düzgün aksiyon sahneleri, eskisiyle yenisiyle filme damgalarını vuran karakterleri var. Johnny Depp’in varlığı ise, başından beri serinin temeltaşı olmuştu.

Eskilerden, Kaptan Sparrow’un dostu Joshamee Gibbs (Kevin R. McNally) ve can düşmanı Barbossa (Geoffrey Rush), ona eşlik ediyor. Keira Knightley ile Orlando Bloom artık yok, yaslarını tutmaya da vaktimiz olmuyor. Çünkü perdede iki yeni âşık izliyoruz: bir direğe bağlanmış halde tanıştığımız misyoner Philip (Sam Claflin) ile denizkızı Syrena (Astrid Bergès-Frisbey). Aşkları ikincil bir olay gibi görünse de, hem romantik kalpleri okşayacak, hem de ana hikâyenin gelişiminde önemli bir rol oynuyor.

Kaptan ile Sevilla’daki bir manastırda, ‘romantik’ bir macera yaşadığı anlaşılan korsan Angelica (Penelope Cruz) ve kötülerin kötüsü Blackbeard / Karasakal (“Deadwood”un yıldızı, muhteşem Ian McShane) onları aratmıyor. Hedef ise, Yaşam Pınarı. Rakip gruplar: nedamet getirmiş görünen Barbossa rehberliğinde İngilizler (Kral George’da, bir ‘kameo’da, Richard Griffiths’i izliyoruz), Kral Ferdinand (Sebastian Armesto) liderliğinde İspanyollar, Karasakal ile Angelica, gönülsüz olarak onlara katılsa da Kaptan Sparrow, yelkenlerini püfürdeterek ölümsüzlüğün ardına düşüyor.

Aslında bu pınar için bir kurban, bir muzaffer şahıs gerekli. Bir de gizli ayin. Ponce de Leon’un gemisinden iki kadeh, yaşam pınarı suyu ve bir denizkızından alınma gözyaşı, bu ayinin olmazsa olmazlarını meydana getiriyor. İki kadehe yaşam pınarından alınan su konacak, birine de denizkızının hayli zahmetle elde edilen gözyaşı. Bir kişi diğerinin ömrünü alıp kendininkini uzatırken, diğeri oracıkta can verecek. Herkesin buna ilişkin farklı plânları var.

Bu fanteziden başından beri hazetmeyenler, gene beğenmemiş. İlk filmin dışında Karayip Korsanı tanımayanlar da öyle. Aslında farklı yönlerde gelişen hikâyeler elbette daha hoş olurdu, diyalogların bazen oyuncuları zorladığı da bir gerçek. Öte yandan, kimse de sanat filmi yaptığını iddia etmiyor. Gizemli Denizlerde, serinin diğer filmleri gibi tarihi bir komedi / aksiyon. Oyuncuların performansları da buna uygun. Ben şahsen, çocukluğundan beri sinema salonlarından çıkmamış has bir seyirci safiyetiyle izledim, çok da hoşuma gitti. Besbelli Rob Marshall’ın da iftihar ettiği “denizkızları bölümü”nün gayet etkileyici olduğunu düşünüyorum.

Bu denizkızları, malûm, gemicilerin hem korkulu rüyasıdır, hem de onların çağrısına dayanamazlar. Gizemli Denizler’in, korkutucu bir körfezinde yaşayan denizkızları ise, Ulis’inkilerden de tehlikeli. Ne var ki filme zenginlik katıyorlar, iyi uygulanmış parlak bir buluş olarak varlıklarından hoşnuduz. Meslek hayatına müzikallerde koreograf olarak başlayan Marshall’ın Karasakal’ın asilere iplerle yakalayıp ayakların sallandırdığı sahne ile tekneyi çevreleyen denizkızları bölümünde bu tecrübeden yararlandığı da söylenebilir. Sonuçta yönetmenin, eleştirmenlerin yarıdan çoğunu memnun edemese de, Karayip Korsanları izleyicisine istediklerini sunduğu bir gerçek. İlk hafta açılışı da hiç fena değil. Zaten beşinci filmin senaryosu bitmiş bile. Johnny Depp de, seyirciler beğendiği sürece Kaptan Jack Sparrow’u oynayacağını söyledi.

Dame Judi Dench, kısacık rolünde, Johnny Depp’in cazibesine kapılıp bir anda mücevherinden olan asil kadın sıfatıyla “Hepsi bu mu?” diyordu. Ne diyelim, hem bu, hem değil…

(21 Mayıs 2011)

Sevin Okyay

http://sevinokyay.wordpress.com/

Çiçekli Bahçe: Amador

Amador’un yönetmen, senarist ve yapımcısı Fernando Leon De Aranoa. Olay örgüsünün merkezinde de Marcela karakteri var. Çağımıza ait evrenselleşmiş çelişkilerin ve yaşam koşullarının bize dayatmış olduğu davranış proptotipleri Marcela’yı filmin merkezine yerleştiriyor. Kadın gözüyle bakmanın önemini de belli açılardan vurgulamayı başarıyor. Ama kör gözüm parmağına olmaktan ziyade Marcela’yı kendi içimizde içselleştirebilmemize yönelerek. Kadın olarak hamilelik ve özgürlük kavramlarıyla bütünleşiyor anlatım örgüsü. Filmin başında Marcela her şeyi bırakıp gitmeye yeltenir ama hamile olduğunu öğrenmesi, alacağı tüm kararları engellemesine neden olur. Geçmişi ve geleceği arasına sıkışır ve zoraki bir karar verir. Maddiyata dönük yaşama biçiminin insanoğluna dayattığı davranış kalıplarını da irdeliyor film. Para kazanma tutkusundan öte parayı yaşamak için kazanma çabasına dönüşüyor. Fazlasına ihtiyacımız olmadığını ama ihtiyacımız olana bile ulaşmanın kolay olmadığını vurguluyor. Anne olmak ve özgürleşebilme sorunsalına tekrar dönecek olursak bunun da bireysel olarak atacağımız kararlarla paralel ilerlediğini görüyoruz. Sonuç olarak da hamilelikten ziyade en önemli noktanın kararlarımızın arkasından ne kadar cesur bir şekilde gidebildiğimiz şeklinde nihai bir sonuca ulaşıyoruz.

Filmin açılış sekansından kapanışına kadar oldukça dingin bir anlatımla karşı karşıyayız. Görüntü yönetmenliği, kurgu ve özellikle de oyunculuk su gibi akıyor. Ve çiçeklerden bahsetmeden olmaz. Filmin çoğu sahnesine çiçekler hakim. Ama doğal kokularından ziyade yapay olarak tatlandırılmaya çalışılmış çiçekler. Marcela ise çiçeklerin ortasında yapayalnız ve herkesin onu anlamasından çok uzak bir basitlikte yaşıyor. Doğmamış çocuğunun ultrasondaki halini görünce doktora kendisine benzeyip benzemediğini soruyor. Çiçekler nasıl narinse ve çok çabuk solup giderse Marcela da işte böyle. Onun kaderini çiçekler anlatıyor diyebiliriz. Amador aynı zamanda parçaları birleştirme ya da bütünü tamamen bozma üzerinden de okunabilecek bir film. Marcela’nın Amador’la konuşmaları esnasında Amador’a neden sürekli puzzle yaptığını sorar. Ona göre yapılmışı vardır ve onu yapmak için zaman harcamak boşunadır. Oysa Amador hayatın da bir puzzle dan ibaret olduğunu; doğumdan ölüme kadar geçen zamanda sürekli parçaları birleştirmekle uğraştığımızı söyler.

Filmin başrolünde “Acı Süt” ve “Madeinusa” de de oynayan Perulu aktris Magaly Solier var. Amador biraz kıyıda kalmış bir film de diyebiliriz. 30. İstanbul Film Festivali’nin “Dünya Festivallerinden” kuşağında gösterildi. Gerçi ilgi tam yerindeydi. Bu yıl festivalin festivale en yakışan yerinde durmayı başardı.

Yönetmen: Fernando Leon De Aranoa
Senaryo: Fernando Leon De Aranoa
Oyuncular: Magaly Solier, Celso Bugallo, Pietro Sibille
Yapım: 2010, Renkli, İspanya

(20 Mayıs 2011)

Görkem Akgün

http://gorkeminsinemadefteri.blogspot.com/

Küçük Günahlar

Düşünüyorum da, günahın “küçüğü”, “büyüğü” vardır doğal olarak, günah daha çok “dinsel”, biraz da “ahlâki / etik” bir kavram, hukuktaki karşılığı olarak “suç”u alırsak, küçüklerine kabahat, bunun dışında kalanlara ve de büyüklerine ilk tanımlamadaki tabirle suç deniliyor. Şöyle bir düşünelim hangimizin -hele de başkaları indinde- küçük günahlarımız yoktur.

Görmemiş birine bir film nasıl anlatılır, görmüş olması halinde bile onun gördüğü film ile bizim gördüğümüz film farklı olabilirken. Onun için Küçük Günahlar’ı anlatmanın hiç bir alemi yok. Ama… filmlerimizde Kürt motifi çok eskiden beri kullanılmaktadır. Çoğunluk filmin yan karakterinden biri (aslında bunlar karakterden çok tiptirler) özellikle konuşması (biraz da giyimi ile) Kürtleşmeye çalışır, komedi filmlerinde zaman zaman Feridun Karakaya’ya bu tip giydirilmeye çalışılmıştır. İlerleyen yıllarda Kürtlük ağalık sorunu, kaçakçılık olayları ile filmlerde yer aldı ama çoğu kez adı belirtilmeden. Sayılabilinecek çok örnek var.

Tipik bir örneği, Ümit Elçi’nin Mem-u Zîn’i (1991). Ehmede Xani / Ahmed-i Hani’nin halk söylencelerine dayanan yapıtından yapılan film, gösterime çıkarılmasından sonra ilk kez, Kürtçe dublaj yapılarak güneydoğu Anadolu’da gösterime çıkarıldı (benim hatırladığım böyle, yanılıyor olabilirim), sonra farklı örneklerle kürt imajı gerçek boyutları ile veya geliştirilmiş, idealize edilmiş bölümleri ile filmlere girmeye veya konularını oluşturmaya başladı. Yavuz Turgul, Gönül Yarası filminin başında kahramanı / öğretmeni -görevinin son gününde- köylülerle vedalaşırken Kürtçe konuşturttu ve -sanırım yine ilk kez- konuşmaların Türkçesi alt yazı ile yazıldı…

Sonraki yıllarda, daha siyasal platformda “açılım” sözleri yokken, sinemamız da “Kürtleşme” hareketleri başlamıştı. Yılmaz Güney, senaryosunu yazdığı, birçok yerde yönetmen (veya ortak yönetmen) olarak adının yazıldığı, Şerif Gören’e yönettirdiği, Cannes -ortak- galibi Yol filminin kurgusunu yapıyor ve filmin bir bölümünde -cezaevinden yola çıkan- kahramanlarından birinin bölgesine ulaştığında -ulaşılan yer- (yazı ile) Kürdistan olarak tanımlanıyordu. Bu bölüm yıllar sonra ülkemizde gösterilen filmden çıkarılmıştı gerçi ama ödül alan filmde bu ibare yazılı idi.

Mem-u Zîn ile başlayan çalışmalar devam etti ve 2010’lara gelindiğinde artık adı doğrudan Kürtçe konulan filmler vizyona girmeye başlamıştı. Bir yıl önce yurt içi ve dışında birçok ödül toplayan Selen Yüce’nin Çoğunluk filminde, kahramanımızın ilişki kurduğu Kürt kızı ailesi tarafından tepki ile karşılanır. Kız kendi ailesi tarafından da aranmakta ve şehirlerine götürülmek istenmektedir. Kahramanımız ailesinin baskısı ile kızı terk eder, ortada, yalnız başına bırakır. Kız ailesinin yanına götürülecek ve töresel (acımasız) vicdana bırakılacaktır.

Rıza Kıraç’ın Küçük Günahlar‘ındaki Kürt kızı çok farklı konumdadır. Önce hem avukat sevgilisi ile hem iş yerindeki patronu ile arasındaki -masa sahibi- kadın işvereni ile ilişki içinde olan Melik gibi başına buyruk, nerede akşam orada sabah yaşayan biri, sadece sokakta gördüğü, sabahları penceresi önünden geçen kıza neden (?)tutulur veya -yıllar öncesinin, kızların hiçbir şeyden haberi olmadığı liseli aşıklar gibi- peşine düşüp izler? Ve kızı evinin kapısına kadar izler (fakat kapıyı doğru belirleyemez). Sonradan, kızın şiirlerinden aşık olduğu İsmet’e aşık olduğunu öğrenecektir.

Sinemamızın en ilginç aşklarından biridir Şilan / İsmet aşkı. Melik hiçbir zaman bu aşkın üçüncü köşesi olamayacak ve bu ilişki bir aşk üçgeni olmayacaktır. Oysa Yeşilçam düzeni -biri çoğunlukla olanaksız da olsa- aşk üçgenlerine bayılır. Şivan tek başına Kürt akrabalarının yanına gidecek, herkesin öldü bildiği akrabasını bulacak ve onun önerisi ile yöresine dönmeyi benimseyecek ve bunu ağabeyinden bile saklayacaktır, tabii İsmet’ten de. Melik’e söyleyecek herhangi bir sözü yoktur zaten -hele bu konuda. Bu arada polisçe gözaltına alınır. Melik ve çalıştığı gazeteci, Melik’in avukat sevgilisi tarafından kurtarılır, daha sonra ise teşhis edilmeyen kişiler tarafından kaçırılarak dövülüp, gece yarısı kırsala terk edilir.

Melik, Şivan’a ulaşamazsa da İsmet ile ilişkisini ilerletir ve gelinen bir noktada İsmet (Macit Koper), kendisi ile ilgili bir takım bilinmeyenleri, ağabeyi ile ilişkilerini Melik’e anlatacaktır. (Bu sahne Zeki Demirkubuz’un Masumiyet’inde Haluk Bilginer’in sonradan Kader filmini oluşturacak monoloğunu hatırlattı bana / Koper’i bu sekans ile yeniden keşfetmek, az keyifli değil.) Tüm bunlardan sonra Küçük Günahlar, Yeşilçam’dan farklılaşma kulvarındaki yerini alır. (Koper’e ait not: O’nun oyunculuğunun payı ama diğer oyuncuları -Esra Ruşan, Berke Üzrek, Tülay Günal ve diğerleri de üzerlerine düşeni yapıyorlar.) Veda sahnesinde, İsmet, Şilan’a -ilk (ve son) kez- O’nu sevdiğini “Kürtçe” söylüyor. Bu sahne ile Küçük Günahlar, “aşk filmi” de oluyor.

Evet, sinemamız Yeşilçam dönemini tamamlamıştır, o günlerin anlayışı ile filmler (özellikle diziler) hâlâ yapılmaktadır ama adına yaygınlaşmamış kalıbı ile Yeni Türk Sineması denilen, sınırları çok esnek (böyle olması çok daha iyi) yeni bir oluşum giderek gelişmektedir.

Küçük Günahlar’ı bu farklı ortama çeken özelliği, barındırdığı Kürt sorunu değildir, anlattığı olay Yeşilçam’ın nerede ise kalıplaşmış biçimine uymaz öncelikle. Yeşilçam filmleri kabaca aşk, macera, komedi filmi kategorilerine ayrılır ve filmlerin ağırlıklı bir bölümünde aşk olmazsa olmaz… Bir eleştirmenimiz Körebe (Ömer Kavur) filmini eleştirirken, biraz da hayretle “filmde aşk yok” diye yazıyordu. Küçük Günahlar’da “aşk” demeyeceğim ama demem lâzım: Melik ile Şilan arasında aşk yok, oluru da yok! Aşk, Şilan ile İsmet arasında ama yukarıda da yazdım, sinemamızın en ilginç aşkı. Ve Şilan şiirleri nedeniyle aşık olduğu ve aynı şiir kitabını onlarca kere kitapçılardan çaldığı (ve götürüp kendisine verdiği) adamı terk ederek, şehrine / bölgesine, -çoğunluğunu tanımadığı adamların yanına- gitmek için, aşkını terk edecektir. Finalde İsmet ile Melik -orası bir çıkmaza bakan bir arka balkon veya bahçe mi?- yanyana, hiçbir zaman birbirlerine söyleyemeyecekleri şeyleri düşünerek otururlar… (Sinemamızda anlatılmamış bir hikâye anlatılmıştır)… Final jeneriği başlar. (Bu çok iyi, Yeşilçam döneminde uzun, uzun yıllar, filmlerin final jeneriği yoktu. Olay biter ve SON yazardı, bir iki filmde “son” yerine, “bitti” yazısı, Lütfi Akad’ın Gökçeçiçek filminin sonunda ise “Türk Malı” yazısı vardır. Benim gördüğüm bir ilk de Yılmaz Güney’in Umut filmindeydi, finalde “son” yazısı yoktur, film son karelerinde, sağ alt köşede UMUT yazısı çıkar, görüntü kaybolur, siyah film geçerken kadrajda -aynı yerde- “umut” yazısı devam eder… Sonradan Umut filminin sonuna işletmeciler / sinemacılar (?!) “son” yazısını eklediler.

(21 Mayıs 2011)

Orhan Ünser

Sarsıcı Aşkta Büyük Trajedi

İhanet (Partir)
Yönetmen-Senaryo: Catherine Corsini
Müzik: Georges Delerue-Antoine Duhamel
Görüntü: Agnes Godard
Oyuncular: Kristin Scott Thomas (Suzanne), Sergi Lopez (Ivan), Yvan Attal (Samuel), Bernard Blancan (Remi), Daisy Broom (Marion), Alexander Vidal (David)
Yapım: Pyramide-Camera One-VMP (2009)

Fransız yönetmen Catherine Corsini’nin “İhanet” filmi, tutkulu bir aşka düşen Suzanne’ın trajik hikâyesini anlatıyor. Bu filme 19. yüzyılın reailst romanının ruhu da bulaşmış.

İngiliz Suzanne, cerrah Samuel’le evlendikten sonra fizyoterapistliği bırakmış. Samuel’den David ve Marion adındaki çocukları olmuş. On beş yıl sonra işine dönmek istetiğinde, o sıradan burjuva hayatı bambaşka taraflarda yol alıyor ve işçi sınıfında Katalan Ivan’a aşık oluyor. On beş yıl önce, Samuel’le evlendiği zaman fizyoterapistliği bırakan Suzanne, işine dönmek için evin kullanılmayan odasını bakımdan geçirdip işini buraya taşımak istiyor. Ustabaşı Remi, onarım işini Katalan Ivan’a veriyor. Ivan’la Suzanne arasında belli belirsiz bir ilişki oluşuyor. Ama önce kaza olması gerekiyor. Kazadan sonra Katolanya’ya, küçük kızını görmeye gitmek zorunda olan Ivan’a yol arkadaşı olan Suzanne’ın, başlarda Ivan’a cinsel istekle başlayan ilişkisi birdenbire tutkulu bir aşka dönüşüyor. Hatta evi, kocasını ve çocuklarını terk etmeye kadar götüren bir tutkuya sürüklüyor. Yönetmen Catherine Corsini, klâsik tarzda hikâye anlatmak istediğini belirtmiş bir konuşmasında. Hatta Lev Tolstoy’un realist romanı “Anna Karenina”sıyla Gustave Flaubert’in romantizmin idealizmine bir tepki olarak yazdığı realist romanı “Madam Bovary”sinin yakınlarında dolaşan bir film yapmak istemiş Corsini. Film, bu iki büyük romanın ruhunun içerisinde dolaşıyor. Orijinal anlamı “Gitmek” veya “Başlamak” olan “Partir – İhanet”, Türkçe adını aşan derinlikte anlamı olan bir film. Sanki, erkeğin bakış açısına yakın bu “İhanet” adı. Kadınlar tarafından baktığınızdaysa, fizyoterapist Suzanne’ın hikâyedeki bu aşkı hak ettiğini hissediyorsunuz. Corsini, Paris’e 74 km uzaklıktaki Eure-et-Loir bölümündeki açıkhava müzesine benzeyen Dreux komününde 1956’da doğdu. Buralarda filmlerini pek göremediğimiz yönetmenlerden o.

Doğayla bütünleşen aşk…

Bu filmin hikâyesi, Fransa’nın güneyinde Akdeniz’in sahil şehri Nimes’de geçiyor. Akdeniz güneşi altındaki bu şehirde, evliliği ve ailesi için hayatında her şeyi gerilere atmış Suzanne’ın geç kalmış aşkı yansıyor. Suzanne, işçi sınıfından göçmen Ivan’da belki de doğallığı ve içtenliği buluyor. Sahte burjuva değerlerinin yapaylığında boğulmuş Suzanne, Katalonya’nın doğası gibi doğal Ivan’a neredeyse ipinden boşalmışçasına tutuluyor. Bu aşkın öteki tarafında Samuel var. Belki de karısını “cahil” bir göçmen işçiye kaptırmanın aşağılık kompleksini yaşıyor. Samuel, Suzanne’la Ivan”ın aşkına karşı nüfuzunu kullanıyor ve onlara yaşama hakkı vermiyor. Basit bir suçtan hapiste kalmış Ivan’ın bu durumunu kullanıyor Samuel. Sonunda kazanan hiç kimse oluyor bu trajik aşkta. Sonu açık uçlu olsa da neler olabileceğini tahmn edebiliyorsunuz finalde. Corsini, bu filminde yoğunlukla François Truffaut’nun filmlerinde kullandığı müzikleri kullanmış. Bestecilerse Georges Delerue ve Antoine Duhamel. Filmde, Duhamel’in Truffaut’nun 1969 yapımı “La Sirene du Mississipi – Evlenmekten Korkmuyorum”da yazdığı “L’amour Retrouve” teması da kulaklara geliyor. Delerue’nün Trufaut’nun 1981 yapımı “La Femme d’a Côte – Penceredeki Kadın”la 1983 yapımı “Vivement Dimanche – Neşeli Pazar” için yazdığı birçok tema da duyuluyor. Filmde, Frederic Chopin’den “Andante spianato Op. 22″yi de dinliyorsunuz. Piyanoda da İdil Biret var. Bu müzikler gerçekten etkileyici.

(Bu yazı 20 Mayıs 2011 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayınlanmıştır.)

(20 Mayıs 2011)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com