Daha iyi bir gelecek iddiası uğruna bugün ve bugünde yaşayanların sadece kendileri değil, ardıllarının da hayalleri adeta bir şizofreni çılgınlığıyla toprağa doğranmışsa geleceğe ne kalır ki? Toprak bağrına bir tane dahi insanı ve umudunu bağrına alamayacak raddede doluysa, barış olduğunda birbirleriyle barışmayı başaran insanlar ya da toplumlar, o toprakla nasıl barışır? Özcan Alper’in demini almış vizöründen beyazperdeye akan son filmi “Gelecek Uzun Sürer”, işte bu umutsuzluk girdabında, karanlığa sorular sorarak, her şeye rağmen hâlâ yaşıyoruz gibi zıttan bir cevapla karşılık kendi sorusuna yanıt arıyor.
“Sonbahar” filmiyle alternatif sinema adına umut veren bir çıkış yaparak ‘ötekilerin’ umutlarına mercek tutan Yönetmen Özcan Alper, ikinci uzun metraj filmi “Gelecek Uzun Sürer” ile de ‘yeryüzünün lânetlileri’ için dipten yükselen seslere kulak kabartmaya davet ediyor seyirciyi. Birbiri içine geçmiş, neden ve sonuçları diyalekt bir biçimde birbiriyle harmanlanmış yığınla toplumsal meseleyi objektiften geçiren Alper, hem tahakküm sahiplerine, hem de ezilenlere önemli mesajlar veriyor.
Seslerin Peşinden
İstanbul’dan yola çıkan üniversite öğrencisi bir ağıt derleyicisinin Diyarbakır’a yaptığı yolculukta, seslerin peşine düştükten sonra heybesine dolanlarla hem kendi kökleriyle yabancısı olduğu topraklarda buluşması ve hem de geleceğini yine aynı topraklarda yitirmiş olduğuyla yüzleşmesi gibi metanet sınırlarını aşan bir tabloda ‘sabır’a davet ediyor Alper. Film kahramanlarından Sumru, bu yolculuğundaki duraklardan biri olan Diyarbakır’daki Ermeni Kilisesi’nde hem geçmişinin izlerine rastlar, bir Hemşinli olarak, hem büyük kıyımın izleri arasında dolaştırır seyirciyi bir süre.
Filmin sonunda misafir olduğu Hakkari’nin bir köyünde gezintiye çıkan Sumru, köy mezarlığında, dağa giden sevgilisinin mezar taşıyla karşılaşır. Böylece geleceğinin nerelere kadar ve hangi travmalarla uzayıp gideceğini bir tokat gibi seyirciye çarparken, 92 Newroz’u sırasında Cizre’de yaşananların görüntülerinin de filmde, eski bir kayıt olarak elden geçirilmesi, dağa gidenlerin gerekçelerini seriyor masaya.
Senaryosu da yine Alper’e ait olan filmde 30 yıllık savaş sırasında yaşanan ağır insanlık hallerini yansıtırken sırtını sadece hakikate yaslıyor. Henüz yarası taze olan, mağdurları ve failleri hayatta olan bir konuyu işlerken üçüncü göz olmayı elden bırakmayan film, yaşananların sinema boyutunda sağlam bir belge olarak gelecek kuşaklara aktarılmasıyla kalmıyor, Kürt coğrafyasında yaşananların hesaplaşma günü geldiğinde ise başvurulacak önemli bir tanık niteliğinde.
Filmin başrol karakterinin her şeyi kayıt altına alması aşamasında ise çok önemli göndermeler ve toplumsal değer taşıyan bir işlevsellik söz konusu ediliyor. Yazılı tarihi ve kültürü bulunmaması itibariyle bütün bu aktarımın özellikle de dengbêjler yoluyla yani ses ile bu günlere taşınmış olması filmde hakkıyla yer buluyor. Bir toplumun total bileşenleriyle var olabilmesinin temeli olarak misyon alan denbêjlik gibi bir gerçekle yolları kesişen ağıt derleyicisi, bir yerden sonra bu aktarım görevine de ortak oluyor. Kent merkezinin her alanından kayıtlar almasıyla dönemin bütün Diyarbakır sosyal atmosferini de beyazperdeye taşıyan filmdeki karakter kurgusu, estetik yaklaşım ve müzik seçimi de yönetmenin ustalık demlerine işaret ediyor.
Açılış sahnesindeki at metaforundan başlayarak her sahne ve plânında, yönetmeninin başarısının dünya çapında ses getireceğine dönük emarelerle ören film, devletin uygulamalarıyla adeta bir cehenneme çevrilen coğrafyanın, -insandan tutalım, dağa, taşa, ağaca ve suya kadar- her türlü öğesinin ıstırabının dünyaya duyurmaya koyuluyor.
Yakınlarını kaybeden insanlarla yapılan röportajların olduğu gibi aktarılmış olması ve peşinde olduğu şeyin izini hiçbir kaygı gütmeden sürmesiyle belgesel tadını da barındıran yapıt, konunun tamamının gerçeklere dayanıyor olmasıyla da aynı zamanda önemli bir sözlü tarih çalışması niteliği taşıyor.
Althusser’e Selâm
Diyalog ve konu itibariyle tam bir şiirsel kanava üzerinden ilerleyen filmde Alper’in başarısının en önemli dayanaklarından biri ise, felsefeden, politikaya, tarihten sosyolojiye ve edebiyata kadar donatılmış olması olarak hissediliyor. Cesare Pavese’nin, “Savaş bir gün biterse kendimize şu soruyu sormalıyız: Peki ya ölüleri ne yapacağız? Neden öldüler?” sözüyle başlayan filmin ismi de oldukça dikkat çekici bir filozofa ait. Zira Fransız Yapısalcı – Marksist Louis Althusser, yaşamının tamamını yakıp kesip doğrayarak geleceğini de belirsiz bir çıkmaza soktuğunu konu edindiği kitabının ismini “Gelecek Uzun Sürer” koymuştu. Althuser’e, geçmişi hükmedenlerce yok edildiği gibi, geleceği de elinden alınıp belirsiz bir süreye yayılan Kürt coğrafyasından bu vesileyle bir selâm var demenin yeri olsa gerek…
18. Altın Koza Film Festivali’nde, Yılmaz Güney Ödülü, SİYAD En İyi Film Ödülü, En İyi Erkek Oyuncu Ödülü, En İyi Görüntü Yönetmeni Ödülü ve En İyi Müzik Ödülü alan eser Kürtlere de dostane bir ince eleştiriyle geleceği hatırlatıyor. ‘Mehmet Uzun Kütüphanesi Hafıza Merkezi’nde çekilen sahnelerdeki durum, şu soruyu sorduruyor, “Zalimin zulmünden her şey yitirilip, toprak kanla beslenirken, belki yakın gelecekte kurulacak olan Hakikatleri Araştırma Komisyonları söz konusuyken ve de en önemlisi bu komisyonlar için geçmişi aydınlatma garantisi olacak kanıtların bir kısmı toprağın erişilebilecek mesafede altındayken, bir kısmı yaşıyorken ve bu kadar imkân varken neler yapılıyor?”…
Her şeye rağmen; “Sonbahar” filmindeki final sahnesindeki kasvet, ölüm, seçeneklerin tükenmişliği sis ve mevsimsel faktörlerle seyirciyi kışa, korkuya ve belirsizliğe sokan Alper, “Gelecek Uzun Sürer” filmiyle bu kez, final sahnesinde her ne kadar kadın başrol eski hayat arkadaşının mezar taşına tülbendini dolayıp izleyiciyi gözyaşına boğsa da, yanı başında başka bir dayanak kişinin olması, bir sonraki mevsimin bahar olacağı gerçeği ve havada kar yağışına rağmen net atmosferle, aydınlığa ve umuda davet ediyor.
Filmin Konusu:
İstanbul’da bir üniversitede müzik araştırmaları yapan Sumru, ağıt derlemeleri ile ilgili yaptığı tez çalışması için birkaç aylığına ülkenin güneydoğusuna yolculuğa çıkar. Üç ay boyunca kaldığı Diyarbakır’da peşinde olduğu ağıtların hikâyelerini ararken bölgede devam eden adı konulmamış bir savaşa tanıklık eder.
Künye:
Yazan / Yöneten Özcan Alper
Görüntü Yönetmeni: Feza Çaldıran
Sanat Yönetmeni: Tolunay Türköz.
Oyuncular: Gaye Gürsel, Durukan Ordu, Sarkis Seropyan, Osman Karakoç, Güllü Özalp Ulusoy, Erdal Kırık.
(11 Kasım 2011)
Rawin Sterk