Sherlock Holmes: Gölge Oyunları

Guy Ritchie’nin yönettiği ve Robert Downey Jr., Jude Law, Jared Harris ile Noomi Rapace’in oynadığı Sherlock Holmes: Gölge Oyunları (Sherlock Holmes: A Game Of Shadows), 16 Aralık 2011’de Warner Bros. dağıtımıyla Warner Bros. tarafından vizyona çıkarıldı.
Şimdiye kadar Sherlock Holmes hep ortamdaki en akıllı adamdı. Şimdiyse yeni bir dahi suçlu, Profesör Mariarty ortalıkta geziniyor. Bu seferki araştırmaları Sherlock Holmes ve Dr. John Watson’ı Londra’nın dışına, Fransa, Almanya ve son olarak da İsviçre’ye götürecek ve macera giderek daha tehlikeli bir hal alacaktır.

  • Basın Bülteni: Kısa / Uzun
  • Fotoğraflar
  • Web Sitesi
  • Fragman
  • IMDb
  • Diğer haberlere haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Sherlock Holmes: Gölge Oyunları yazısına devam et
  • Sevgiliden Hatırlanacak Bir Anı

    Beni Unutma
    Yönetmen: Özer Kızıltan
    Senaryo: Burak Göral
    Müzik: Anjelika Akbar
    Görüntü: Soykut Turan
    Oyuncular: Mert Fırat (Sinan), Açelya Devrim Yılhan (Olcay), Melis Babadağ (Sevda), Tüba Ünsal (Ebru), Kenan Ece (Hakan), Aliye Uzunatağan (Türkan), Ünal Silver (Baba)
    Yapım: AFS Film (2011)

    “Takva” filmiyle tarikatların iç dünyasına dalan yönetmen Özer Kızıltan, “Beni Unutma” filmiyle de aşkın dehlizlerine dalar gibi. Aşk belki de insanın hayatındaki en büyük macera, fedakârlık, acı, mutluluk ve birçok şey. Film bunları hissettiriyor.

    Sinemanın önemli aşk filmlerinden, 1996’da kaybettiğimiz büyük usta Krzysztof Kieslowski’nin “Dekaloglar”ının önemli parçalarından da olan 1988 yapımı “Krotki Film o Milosci – Aşk Üzerine Küçük Bir Film”, aşkın modern zamanlardaki durumuna kamera çevirmişti. Filmde saflık, masumiyet, zihinsel istek ve tutkunun yanında, romantizmi sallayan hayatın hakiki yüzü de yansıyordu. Yönetmen Özer Kızıltan da, modern zamanlardaki, belki de sadece şehirlerde yaşanabilecek bir aşkı anlatıyor. Bu dünyada, durumları iyi burjuvaların dünyasındaki varolduğu sanılan aşkın peşine düşmüş kamerasıyla Kızıltan. 2011 yapımı “Beni Unutma” filmini seyrederken “deja vu” da yaşadık biraz. Kızıltan’ın filmi, 2004 yapımı “Nae Meorisokui Jiwoogae – Hatırlanacak Bir Anı” adındaki Güney ore filminden ilham ötesi ilham almış. Çocukluğundan bu yana Amerika’da yaşayan Güney Koreli yönetmen John H. Lee’nin filminde de genç kadın Alzheimer hastalığına yakalanıyordu. Kızıltan’la Lee’nin filminde birçok ortak nokta var. Lee’nin filminde Su-jin, Alzheimer’da az görülür ve de tedavisi olmayan hastalığa düşüyordu. Kızıltan’ın filmindeki Olcay da “pick” hastalığına yakalanıyor. Tepkileri de benzer. Su-jin’in kocası Choel-su’yla Olcay’ın kocası Sinan da bu olay karşısında benzer tahammülü gösteriyorlar. Ayrıntılarda küçük değişiklikler olabilir. Aslololan fikirdir. Lee’nin filminin “Hatırla Sevgili” diye de anıldığını belirtelim. Aslında böyle trajik aşk filmlerini, Arthur Hiller’ın 1970 yapımı “Love Story – Aşk Hikâyesi” başlatmıştı. Japon yönetmen Isao Yukisada’nın 2004 yapımı “Sekai no Chûshin de, ai o Sakebu – Dünyanın Orta Yerinde Aşk İçin Ağlıyorum” filmi de unutulmamalı. Bu türden aşk filmlerinin ortak noktası şuydu: Kadın ölümcül hastalığa yakalanmalı. Sonunda ölüm de gelmeli. Belki de ölüm kadına yakışıyordur. Erkekse ayakta durmaya çabalıyor gidenin ardından. Seyirciye de gözyaşları düşüyor elbette. Kızıltan’ın, bu zorlu macera yüklü aşkı anlamaya çabalayan sinemaskop çekilmiş “Beni Unutma” filmi başarılı bir yapım. Özgün olmasa da. Finale kadar da melodramı dozunda kullanan bu film, duygunun yoğunlaşmasından olmalı ister istemez kendini melodrama bırakıyor ve ıslanmadık mendil bırakmıyor. Kızıltan iyi yönetmenlerden olduğu için hikâyede hiçbir boşluk bırakmıyor. Üstelik bunları yaparken de sinemanın estetik tarafını da unutmuyor. Filmdeki diyalogların da genelde iyi olduğunu belirtmeliyiz. Diyaloglar iyi işlenince oyuncu performansları da yükseliyor. Kızıltan’ın filminin senaryosunu, sinema eleştirmenliğinden gelen Burak Göral yazmış.

    Trajediye yol alırken…

    İç mimar Olcay, işten çıkıp “scooter”ıyla eve geldiğinde hazzın çığlıklarını duyuyor. Sese doğru yöneldiğinde, sevgilisi Hakan’la çıplak bir kadını en mutlu halleriyle yakalıyor. Bu durum karşısında bir kadın ne yapabilir? Küçük motosikletine atlayıp baba evine gitmekten başka. Öte tarafta, bir şirkette çalışan Sinan, Ebru’yla evlilik hazırlığında. Eve eşyalar seçilirken, boğulduğunu hisseden Sinan kararını veriyor ve Ebru’yu terk ediyor. Olcay’la Sinan’ın yolları bir barda kesişiyor çok geçmeden. Kadınlara yaklaşmakta mahir olan Sinan, Olcay’a yaklaşarak bir aşkın temellerini atıveriyor. Sinan’ın babası, Olcay’ın da annesi yok. Sinan’ın annesi Türkan, eski İstanbul hanımefendilerinden. Sınıfa önem veriyor. Olcay’ı da hemen kabûllenemiyor. Olcay’ın babasıysa şair ruhlu bir insan. Kızını şiirlerle büyütmüş. İşte bu kültürlerden gelmiş Sinan ve Olcay’ın büyük aşkı sınıfsal farklılıkları aşıyor ve mutlu bir beraberliğe dönüşüyor. Evleniyorlar. Bir oğulları oluyor. İşte hikâyenin bir yerinden sonra, her şey değişmeye başlıyor. Kişiliği başkalaşan Olcay, sinirli ve dalgın tepkiler vermeye başlıyor. Ardından da unutkanlık başlıyor. Alzheimer’ın içinde olan “pick” hastalığına yakalanan genç Olcay’ın beyni hızla yaşlanıyor. Elbette trajedi de gecikmiyor.

    Kızıltan’ın estetiğinin çarpıcı olduğunu belirtmeliyiz. Sinan’la Olcay’ın barda ilk karşılaştıkları andaki çekimler övgüyü hak ediyor. Sinema perdesinde yaşanmalı bu an. Yönetmenin dış mekân çekimleri de sinemamız için bir değer. Yönetmen, iç ve dış mekânları neredeyse eşit kullanmış. Yönetmenin görsel dünyası epey zengin. Yönetmenin, “Takva” filmindeki oyuncu yönetimi “Beni Unutma” filminde de fark ediliyor. Yönetmen, karakterlerinin dönüşümünü yakalatabiliyor seyircilerine. Bunda, oyuncularını yer yer serbest bırakmasının payı olabilir. Sinan’ı canlandıran Mert Fırat, 2009 yapımı “Başka Dilde Aşk” filminde sağır-dilsiz aşıkla hatırlanıyor. Yeşilçam, Mert Fırat’ın kaderini çizmiş. O, filmlerdeki hayatının kadınını hep barlarda bulacak gibi. İlk filminde oynayan Açelya Devrim Yılhan, Olcay’ın tüm iniş ve çıkışlarını yüksek bir performansla perdeye yansıtabilmiş. Biraz gölgede kalsa da Helen Slater’ı çağrıştıran yüzüyle Melis Babadağ, Olcay’ın arkadaşı Sevda karakteriyle perdeden ışığını gönderiyor seyircilere. Filmin müziklerini de Kazak besteci ve piyanist Anjelika Akbar yazmış. Filmin müzikleri gerçekten her şeyden daha iyi geliyor, belirtelim. Piyano tınıları filmin ruhuyla buluşabilmiş. Görülmeye değer bir film.

    (Bu yazı 11 Kasım 2011 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayınlanmıştır.)

    (11 Kasım 2011)

    Ali Erden

    [email protected]

    Kazanma Sanatı

    Bennett Miller’ın yönettiği ve Brad Pitt, Jonah Hill, Philip Seymour Hoffman ile Robin Wright’ın oynadığı Kazanma Sanatı (Moneyball), 09 Aralık 2011’de Warner Bros. dağıtımıyla Warner Bros. tarafından vizyona çıkarıldı.
    Bir zamanlar beyzbol yıldızı olma yolunda ilerleyen Billy Beane, sahadaki beklentileri karşılamakta başarısız olunca, azılı rekabete dayalı kişiliğiyle yöneticiliğe yönelmeye karar verir. Ancak Billy’nin yöneticiliğini yaptığı ve sezona hazırlanan Oakland takımı, yıldız oyuncularını büyük takımlara kaptırmıştır. Billy’nin tek seçeneği, takımını yeniden kurmaktır.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Web Sitesi
  • Fragman
  • IMDb
  • Ali Erden Yazıyor
  • Hediye Operasyonu

    Sarah Smith’in yönettiği ve Arda Aydın, Ali Ekber Diribaş, Mazlum Kiper ile Orhan Kemal Aydın’ın seslendirdiği animasyon film Hediye Operasyonu (Arthur Christmas), 02 Aralık 2011’de Warner Bros. dağıtımıyla Warner Bros. tarafından vizyona çıkarıldı.
    Film, her çocuğun kafasından geçen, “Noel Baba onca hediyeyi bir gecede nasıl dağıtıyor?” sorusuna cevap veriyor: “Noel Baba’nın, Kuzey Kutbu’nun altındaki operasyon merkezi sayesinde.” Dünya çocuklarından birine hediye gönderilmesi unutulunca, Noel Baba ailesinin en küçük üyesi Arthur, Noel sabahından önce son hediyeyi vermek için göreve çıkıyor.

  • Basın Bülteni: Kısa / Uzun
  • Fotoğraflar
  • Web Sitesi
  • Fragman
  • IMDb
  • Diğer bağlantılara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Hediye Operasyonu yazısına devam et
  • Ankara’da Gökkuşağı Filmleri

    Türkiye’nin ilk kuir festivali olan ve 17 – 24 Kasım 2011 tarihleri arasında Ankara’da Büyülüfener Sineması’nda yapılacak Pembe Hayat KuirFest yaklaşıyor. Amerika’dan Kanada’ya, İsveç’ten Hollanda’ya, 15 ülkeden 50’ye yakın LGBT temalı film, Ankara’da ilk kez sinemaseverlerin karşısına çıkacak. Pembe Hayat Lezbiyen, Gey, Biseksüel ve Trans (LGBT) Dayanışma Derneği’nin düzenlediği Festival, LGBT bireylere yönelik ayrımcılığa ve şiddete dikkat çekerken Türkiye’de kuir teorinin ve sanatın konuşulmasına, tartışılmasına olanak yaratacak.

  • Basın Bülteni
  • Web Sitesi
  • Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Ankara’da Gökkuşağı Filmleri yazısına devam et
  • Türkiye’nin Ağıtlarına Yolculuk

    Gelecek Uzun Sürer
    Yönetmen-Senaryo: Özcan Alper
    Müzik: Mustafa Biber
    Görüntü: Feza Çaldıran
    Oyuncular: Gaye Gürsel (Sumru), Durukan Ordu (Ahmet), Sarkis Seropyan (Antranik), Osman Karakoç (Harun)
    Yapım: Nar Film (2011)

    Özcan Alper, “Sonbahar” filminden sonra “Gelecek Uzun Sürer”le acıların kader olduğu ülkenin ağıtlarının peşinde, hâlâ süren iç çatışmaların şimdiki acılarına da dokunuyor.

    Film bir trende açılıyor. Sumru ve Kürt sevgilisi Harun ayrılmak üzereler. Harun, dağlara gidiyor. Geride kalan Hemşinli Sumru, üniversite için Türkiye’nin ağıtlarını derlemek için Diyarbakır’a gidiyor. Diyarbakır’ın kalabalık sokaklarında sesleri kaydeden Sumru, sanatsal değeri olan filmlerin korsan DVD’sini satan Ahmet’le tanışıyor. Ahmet, Godard’ın 1960 yapımı siyah-beyaz ve sinemaskop çekilmiş filmi “A Bout de Souffle – Serseri Aşıklar” filmindeki Sartre tarzı “varoluşçu” karakteri Michel tutkunu biri. Ahmet, Sumru’yu önce “Hafıza Odası”na götürüyor. Orada, sesler, görüntüler ve fotoğraflar var. Sumru, fotoğrafların önünde konuşan kayıp yakınlarını videoya da kaydediyor. Ardından Sumru, viraneye dönüşmüş Ermeni kilisesinin bekçisi Antranik’le de iletişim kuruyor. Antranik ona, tehcir zamanlarındaki Ermeni ağıtlarını dinletiyor. Kürt ve Ermeni ağıtlarının olduğu Anadolu coğrafyasında Türk ağıtları yok. Türkler acı çekmez, sadece acı çektirir herhalde. Filmde ağırlıklı olarak Türkçe konuşulmasa hikâyenin ülkemizde geçtiğini anlamazsınız bile. Türkçe, hepimizi birbirimize bağlıyor belki de. Filmde, Türkçenin yanında Kürtçe, Ermenice ve Hemşince de duyuluyor. Sumru yola çıkarken, önemli yazarlarımızdan Yaşar Kemal’in “Ağıtlar” kitabından ilham almış. Hüznün daima hissedildiği filmde final bölümünde karların düştüğü Hakkari’de terk edilmiş bir köyde kederler çöküveriyor Sumru’nun üzerine.

    Çarpıcı görsellikler…

    “Gelecek Uzun Sürer” filmi, 18. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nde tam beş ödül kazandı. Durukan Ordu, “En İyi Erkek Oyuncu” dalında ödülünü alırken, Sumru’yu oynayan Gaye Gürsel hak ettiği “Altın Koza”yı alamadı. Film, “En İyi Görüntü” dalında Feza Çaldıran’a, “En İyi Müzik” dalında da Mustafa Biber’e ödül getirdi. Büyük ödülü alamayan “Gelecek Uzun Sürer”, başka ödülleri aldı. “SİYAD En İyi Film” ve “Yılmaz Güney Ödülü”nü kazandı. Özcan Alper, Rus sinemasının şiirsel anlatımından etkilenen bir yönetmen. Tarkovski ruhu var bu estetikte. Sadece Alper değil, Rus sinemasının çağdaş yönetmenleri de bu şiirsel anlatımın Rus sinemasında yaşamasına katkıda bulunuyor. Aleksandr Sokurov, Nikita Mikhalkov, Andrey Zvyagintsev gibi yönetmenlerin filmlerinde de şiirsel tat veren uzun plân çekimler var. “Gelecek Uzun Sürer” filminin görselliğinin çarpıcı olduğunu belirtmeliyiz. Diyarbakır, filmin ruhuna çok şey katmış. Şehrin taş dar sokakları, bir açıkhava müze gibi tarihi yapıları, özellikle surları, yaşam kültürü filminden yansıyan zenginlik. Sumru’nun kaldığı mekân da çok çarpıcı. Elbette virane Ermeni kilisesi de. Antranik’in Sumru’ya Ermeni ağıtını dinletirken yağan yağmurlar görsel olarak fotoğrafa çok şey katıyor. Sinemamımızda az görülür bir estetik bu. Final bölümündeki Hakkari bölümleri de etkileyici. Hem görsel hem de anlatım açısından. Fonda duyulan müzikler de insanı etkiliyor. Ama, bir sahne var ki, gerçekten her övgüyü alıyor. “Hafıza Odası”ndaki kameranın kendi çevresinde döndüğü sahne çok özeldi. Bu filmin kameramanı Feza Çaldıran’la konuştuğumuzda, bu sahnenin hiç “kesme” yapmadan gerçek zamanlı çekildiğini söylemişti. Bu filmin sinemaskop görüntüleri hak ettiği ödülü de aldı. Sinemaseverler, sinema tadı veren bu politik filme değer verecekler belki. Filmde, Antranik’i oynayan Sarkis Seropyan, Agos Gazetesi’nin imtiyaz sahibi. Ona, bilge insan diyorlar. Seropyan’ın yazdığı kitaplar da var. Ermeni mitolojilerini merak edenler için, Aras’tan çıkmış “Mitolojik Ermeni Tarihi” keşfedilmeli. Yine Aras’tan “Güvercinim Harput’ta Kaldı”nın yanında Belge’den çıkan “Arat’ta Kutsal Yasal Ülkesi” kitapları da var.

    (Bu yazı 11 Kasım 2011 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayınlanmıştır.)

    (11 Kasım 2011)

    Ali Erden

    [email protected]

    Pera Müzesi Film Etkinlikleri’nde Jacques Demy

    Pera Müzesi Film Etkinlikleri, Kasım ayında da devam ediyor. Pera Film, 12 – 20 Kasım tarihleri arasında Fransız sinemasının önemli isimlerden biri olan ve müzikal türüne taze bir soluk getirmesiyle tanınan sinemacı Jacques Demy’yi saygıyla selâmlıyor. Pera Müzesi Oditoryumu’nda gösterime sunulacak programda Demy’nin beş uzun metraj filminin yanı sıra Agnes Varda’nın yönettiği önemli belgesel – kurmaca filmi Jacquout de Nantes da yer alıyor. Agnes Varda’nın belgeseli, Demy’nin çocukluğu ve hayat boyu devam eden tiyatro ve sinema sevgisinin içten bir anlatımından oluşuyor.

  • Basın Bülteni
  • Web Sitesi
  • Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Pera Müzesi Film Etkinlikleri’nde Jacques Demy yazısına devam et
  • Gelecek, Kana Boğulup Toprak Bununla Doymuşsa, Uzun Sürer

    Daha iyi bir gelecek iddiası uğruna bugün ve bugünde yaşayanların sadece kendileri değil, ardıllarının da hayalleri adeta bir şizofreni çılgınlığıyla toprağa doğranmışsa geleceğe ne kalır ki? Toprak bağrına bir tane dahi insanı ve umudunu bağrına alamayacak raddede doluysa, barış olduğunda birbirleriyle barışmayı başaran insanlar ya da toplumlar, o toprakla nasıl barışır? Özcan Alper’in demini almış vizöründen beyazperdeye akan son filmi “Gelecek Uzun Sürer”, işte bu umutsuzluk girdabında, karanlığa sorular sorarak, her şeye rağmen hâlâ yaşıyoruz gibi zıttan bir cevapla karşılık kendi sorusuna yanıt arıyor.

    “Sonbahar” filmiyle alternatif sinema adına umut veren bir çıkış yaparak ‘ötekilerin’ umutlarına mercek tutan Yönetmen Özcan Alper, ikinci uzun metraj filmi “Gelecek Uzun Sürer” ile de ‘yeryüzünün lânetlileri’ için dipten yükselen seslere kulak kabartmaya davet ediyor seyirciyi. Birbiri içine geçmiş, neden ve sonuçları diyalekt bir biçimde birbiriyle harmanlanmış yığınla toplumsal meseleyi objektiften geçiren Alper, hem tahakküm sahiplerine, hem de ezilenlere önemli mesajlar veriyor.

    Seslerin Peşinden

    İstanbul’dan yola çıkan üniversite öğrencisi bir ağıt derleyicisinin Diyarbakır’a yaptığı yolculukta, seslerin peşine düştükten sonra heybesine dolanlarla hem kendi kökleriyle yabancısı olduğu topraklarda buluşması ve hem de geleceğini yine aynı topraklarda yitirmiş olduğuyla yüzleşmesi gibi metanet sınırlarını aşan bir tabloda ‘sabır’a davet ediyor Alper. Film kahramanlarından Sumru, bu yolculuğundaki duraklardan biri olan Diyarbakır’daki Ermeni Kilisesi’nde hem geçmişinin izlerine rastlar, bir Hemşinli olarak, hem büyük kıyımın izleri arasında dolaştırır seyirciyi bir süre.

    Filmin sonunda misafir olduğu Hakkari’nin bir köyünde gezintiye çıkan Sumru, köy mezarlığında, dağa giden sevgilisinin mezar taşıyla karşılaşır. Böylece geleceğinin nerelere kadar ve hangi travmalarla uzayıp gideceğini bir tokat gibi seyirciye çarparken, 92 Newroz’u sırasında Cizre’de yaşananların görüntülerinin de filmde, eski bir kayıt olarak elden geçirilmesi, dağa gidenlerin gerekçelerini seriyor masaya.

    Senaryosu da yine Alper’e ait olan filmde 30 yıllık savaş sırasında yaşanan ağır insanlık hallerini yansıtırken sırtını sadece hakikate yaslıyor. Henüz yarası taze olan, mağdurları ve failleri hayatta olan bir konuyu işlerken üçüncü göz olmayı elden bırakmayan film, yaşananların sinema boyutunda sağlam bir belge olarak gelecek kuşaklara aktarılmasıyla kalmıyor, Kürt coğrafyasında yaşananların hesaplaşma günü geldiğinde ise başvurulacak önemli bir tanık niteliğinde.

    Filmin başrol karakterinin her şeyi kayıt altına alması aşamasında ise çok önemli göndermeler ve toplumsal değer taşıyan bir işlevsellik söz konusu ediliyor. Yazılı tarihi ve kültürü bulunmaması itibariyle bütün bu aktarımın özellikle de dengbêjler yoluyla yani ses ile bu günlere taşınmış olması filmde hakkıyla yer buluyor. Bir toplumun total bileşenleriyle var olabilmesinin temeli olarak misyon alan denbêjlik gibi bir gerçekle yolları kesişen ağıt derleyicisi, bir yerden sonra bu aktarım görevine de ortak oluyor. Kent merkezinin her alanından kayıtlar almasıyla dönemin bütün Diyarbakır sosyal atmosferini de beyazperdeye taşıyan filmdeki karakter kurgusu, estetik yaklaşım ve müzik seçimi de yönetmenin ustalık demlerine işaret ediyor.

    Açılış sahnesindeki at metaforundan başlayarak her sahne ve plânında, yönetmeninin başarısının dünya çapında ses getireceğine dönük emarelerle ören film, devletin uygulamalarıyla adeta bir cehenneme çevrilen coğrafyanın, -insandan tutalım, dağa, taşa, ağaca ve suya kadar- her türlü öğesinin ıstırabının dünyaya duyurmaya koyuluyor.

    Yakınlarını kaybeden insanlarla yapılan röportajların olduğu gibi aktarılmış olması ve peşinde olduğu şeyin izini hiçbir kaygı gütmeden sürmesiyle belgesel tadını da barındıran yapıt, konunun tamamının gerçeklere dayanıyor olmasıyla da aynı zamanda önemli bir sözlü tarih çalışması niteliği taşıyor.

    Althusser’e Selâm

    Diyalog ve konu itibariyle tam bir şiirsel kanava üzerinden ilerleyen filmde Alper’in başarısının en önemli dayanaklarından biri ise, felsefeden, politikaya, tarihten sosyolojiye ve edebiyata kadar donatılmış olması olarak hissediliyor. Cesare Pavese’nin, “Savaş bir gün biterse kendimize şu soruyu sormalıyız: Peki ya ölüleri ne yapacağız? Neden öldüler?” sözüyle başlayan filmin ismi de oldukça dikkat çekici bir filozofa ait. Zira Fransız Yapısalcı – Marksist Louis Althusser, yaşamının tamamını yakıp kesip doğrayarak geleceğini de belirsiz bir çıkmaza soktuğunu konu edindiği kitabının ismini “Gelecek Uzun Sürer” koymuştu. Althuser’e, geçmişi hükmedenlerce yok edildiği gibi, geleceği de elinden alınıp belirsiz bir süreye yayılan Kürt coğrafyasından bu vesileyle bir selâm var demenin yeri olsa gerek…

    18. Altın Koza Film Festivali’nde, Yılmaz Güney Ödülü, SİYAD En İyi Film Ödülü, En İyi Erkek Oyuncu Ödülü, En İyi Görüntü Yönetmeni Ödülü ve En İyi Müzik Ödülü alan eser Kürtlere de dostane bir ince eleştiriyle geleceği hatırlatıyor. ‘Mehmet Uzun Kütüphanesi Hafıza Merkezi’nde çekilen sahnelerdeki durum, şu soruyu sorduruyor, “Zalimin zulmünden her şey yitirilip, toprak kanla beslenirken, belki yakın gelecekte kurulacak olan Hakikatleri Araştırma Komisyonları söz konusuyken ve de en önemlisi bu komisyonlar için geçmişi aydınlatma garantisi olacak kanıtların bir kısmı toprağın erişilebilecek mesafede altındayken, bir kısmı yaşıyorken ve bu kadar imkân varken neler yapılıyor?”…

    Her şeye rağmen; “Sonbahar” filmindeki final sahnesindeki kasvet, ölüm, seçeneklerin tükenmişliği sis ve mevsimsel faktörlerle seyirciyi kışa, korkuya ve belirsizliğe sokan Alper, “Gelecek Uzun Sürer” filmiyle bu kez, final sahnesinde her ne kadar kadın başrol eski hayat arkadaşının mezar taşına tülbendini dolayıp izleyiciyi gözyaşına boğsa da, yanı başında başka bir dayanak kişinin olması, bir sonraki mevsimin bahar olacağı gerçeği ve havada kar yağışına rağmen net atmosferle, aydınlığa ve umuda davet ediyor.

    Filmin Konusu:

    İstanbul’da bir üniversitede müzik araştırmaları yapan Sumru, ağıt derlemeleri ile ilgili yaptığı tez çalışması için birkaç aylığına ülkenin güneydoğusuna yolculuğa çıkar. Üç ay boyunca kaldığı Diyarbakır’da peşinde olduğu ağıtların hikâyelerini ararken bölgede devam eden adı konulmamış bir savaşa tanıklık eder.

    Künye:

    Yazan / Yöneten Özcan Alper
    Görüntü Yönetmeni: Feza Çaldıran
    Sanat Yönetmeni: Tolunay Türköz.
    Oyuncular: Gaye Gürsel, Durukan Ordu, Sarkis Seropyan, Osman Karakoç, Güllü Özalp Ulusoy, Erdal Kırık.

    (11 Kasım 2011)

    Rawin Sterk

    Tuna Yılmaz, tersninja.com’un Sorularını Yanıtladı

    İstanbul Modern Sinema’da 09 Kasım Çarşamba günü No More Brick In The Wall: Berlin Duvarı’nın 50. Yılında Demir Perde Ülkelerinden Kısa Film Seçkisi gösterilecek. Saat 16:00’da başlayacak program, bir zamanlar Berlin duvarının, bugünse görünmeyen ama her an duyumsanan hayalet perdelerin ardında ortak bir hisse sahip olan genç sanatçıların işlerini bir araya getirmeyi amaçlıyor. Glukhota, Aprilis Suskhi, V Masshtabe, Voice Wanted, Norit Krupi, Underlife, Senelis adlı filmlerin gösterileceği seçkinin altında imzası olan yazar ve festival yönetmeni Tuna Yılmaz tersninja.com’un sorularını yanıtladı.

  • Röportaja ulaşmak için tıklayınız.
  • Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Tuna Yılmaz, tersninja.com’un Sorularını Yanıtladı yazısına devam et
  • Beni Unutma’nın Galası Yapıldı

    Özer Kızıltan’ın yönettiği ve başrollerinde Mert Fırat, Açelya Devrim Yılhan, Tuba Ünsal, Kenan Ece, Melis Babadağ, Aliye Uzunatağan, Ünal Silver ve Gül Erda’nın oynadığı Beni Unutma’nın galası 03 Kasım 2011 Perşembe akşamı Nişantaşı City’s AVM City Life Sinemaları’nda yapıldı. Filmin konusu şöyle: Olcay iş hayatında oldukça başarılı, genç, bekâr ve güzel bir kadındır. Ciddi bir ilişki yaşadığını düşündüğü sevgilisi Hakan’ın kendisini aldattığını acı bir şekilde öğrendiğinin ertesi günü Sinan’la tanışır. Olcay’ın ilişkisinin bittiği gün Sinan da verdiği ani bir kararla nişanlısı Ebru ile evlenmekten vazgeçer.

    Beni Unutma’nın Galası Yapıldı yazısına devam et

    Görünmeyen

    Ali Özgentürk’ün yönettiği ve Udo Kier, Gürgen Öz, Muhammet Uzuner ile Hakan Eratik’in oynadığı Görünmeyen, 11 Kasım 2011’de UIP Filmcilik dağıtımıyla Asya Film tarafından vizyona çıkarıldı.
    Recep ve nişanlısı Ebru, yola çıktıklarında tek bildikleri, ufak bir aile ziyaretine gittikleridir. İkisi de farklı kültürlerden gelmektedirler. Ebru, İstanbullu bir ailenin kızı, Recep ise Anadolu’da dağ köyünde yaşayan bir ailenin oğludur. Sevgilerinin “görünmeyen” farklılıkları gün yüzüne çıkaracağı bu yolculuk ikisini de tedirgin ederken, tarih ve kader onlara bir sürpriz hazırlamıştır.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Fragman
  • IMDb
  • Diğer basın bültenlerine haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Görünmeyen yazısına devam et