Kategori arşivi: Yazılar

Scognamillo’yu Hatırlarken

2007 sonlarında tanışmıştım Giovanni’yle. Modern Zamanlar’ın dördüncüsü sayısına hazırlandığımız günlerde. “Sinema ve Eleştiri” konulu dergi adına görüşleri çok şey ifade ediyordu; çünkü o dönemde sayısı hayli fazla olan sinema dergilerine burun kıvırıyor, sinema yazınının film tanıtımına indirgendiğine inanıyorduk. Söyleşi önerimizi memnuniyetle kabul etmiş, o ana dek çıkan sayılarımız hakkında görüşlerini ortaya koymuştu.

Scognamillo, o yıllarda sinema dergilerinin ve televizyondaki sinema programlarının artışı gözlemine katılmakla birlikte, önemli olanın sayılar değil nitelik olduğuna inanıyordu. “Bir sinema dergisinin görevi salt güncel olanı izlemek ve tanıtmak değildir, bir kültür hizmeti yapmaktır. Dikkat edilirse yayınlanan sinema dergilerinin çoğu birbirine benzemekte ve daha çok güncelliği izledikleri için benzer konulara yer vermekte, benzer yorumlara varmaktalar. Önemli olan, her zaman, gösterimde olan filmler ve bu filmlere katılan sanatçılardır, yakında gösterime girecek olan filmler. Bazen öyle durumlar oluyor ki daha gösterime çıkmamış, dolayısı ile izlenilmemiş filmler hakkında –basın dosyalarına güvenerek– methiyeler yazılıyor ama film izlenildiğinde görüşler değişiyor. Kısacası çoğu dergilerin çizgisi magazinseldir, tecimseldir, yüzeyseldir.”

Eleştiri, geçmişe bakıldığında (60 kuşağı), eski gücünü ve
çarpıcılığını yitirmiş gibiydi ona göre. “Ait olduğum kuşağın amacı vurucu eleştiri idi, temelde siyasal eleştiri idi ve bilgilendirici, açıklayıcı eleştiri, uzlaşmalara ve adam kayırmalara yer vermeksizin. Hedef sanatçılara mesaj göndermek ve
ya pohpohlamak değildi; hedef sinema salonunun gişesine parasını yatıran izleyiciyi yönlendirmek ve pek tabii, sinema bilgisine, kültürüne katkıda bulunmaktı. Genelde sinema yazarlığı ve özelde eleştiri, Atilla Dorsay’ın tanımlaması ile, bir ‘misyon’ idi ve böyle yürütülüyordu, sinema kültürünün pek yaygın olmadığı bir dönemde böyle olması gerekiyordu.”

Kendisini bir eleştirmenden çok bir sinema tarihçisi olarak adlandırıyordu. Sinema yazarlığına 1949’da İtalyan ve Avrupa basınında başladığında eleştiri değil araştırma, inceleme yazdığını hatırlatıyordu bizlere. 1961’de Türk basınına eleştirmen olarak girmişti; çünkü o dönemde sinema yazarı eleştirmen olmakla eşit görülüyordu. “Türkiye’deki sinema yazarlığının ve eleştirinin sürecine baktığımızda bunun, temelde, bir kuşak sorunu olduğunu görürüz. Siyasal etki ve çizgi 12 Eylül ile değil de bir yirmi yıl öncesi 27 Mayıs 1960 ile başlıyor ve genel süreçte, genel sinemasal bilinçlenmede (kuram dahil olmak üzere) ilkin Nijat Özön – Halit Refiğ ikilisinin Sinema Dergisi, sonradan ise Türk Sinematek Derneği’nin Yeni Sinema Dergisi tartışılmaz bir önem ve değer taşıyorlar.”

Peki, günümüz eleştirisinde yeni bir dil yakalamak, söylenmemişi söylemek olanaklı mıydı? Yoksa eleştiri; tanıtım ve reklam bombardımanı altında tarihsel işlevini yitirmiş miydi?

“Eleştiride yeni bir dil yakalamak, söylenmemişi söylemek en azından deneysel olarak her zaman mümkün görülüyorsa da acaba söylenmeyen bir şeyler kaldı mı? Sinemanın ne estetik temellerini ne de onu şekillendiren kuramsal temellerini kanımca değiştirmek mümkün değildir. Benim kuşağım kuram olarak Eisenstein’i, Pudovkin’i ve sonradan Andre Bazin’i okurdu. Bugün ağırlık iletişim kuramlarına ve göstergebilime kaymıştır ve işin gerçeği bunun doğru olup olmadığını düşünüyorum hep; çünkü inanıyorum ki sinema, sinema yolu ile açıklanır, başka disiplinlerle değil. Gerçi ben filmlerin okunmadığı, izlenildiği bir dönemin ürünüyüm!… Görünürde bugün karşımızda ‘yeni’ bir sinema var; ama teknoloji ile estetiği, anlatım özellikleri ile kamera ve kurgu cambazlıklarını karıştırmayalım ki yanlış yollara girmeyelim.”

Temmuz 1967’de Yeni Sinema’nın Eleştirmenler Soruşturması’nda yer alan “Eleştirmenin Türk sinemasına katkısı” sorusuna “50’lerin 2. yarısında bazı iyi niyetli çabalar olsa da sonradan iş çığırından çıktı, ‘kutsal canavarlar’ yaratıldı ve etki ortadan kayboldu, yarın ne olacağını bilemem ama kötümserim.” diye yanıt vermişti. Aradan 40 küsur yıl geçtiğine göre bir kez de biz soruyorduk şimdi: Değişen koşulları da göz önünde bulundurarak eleştirinin Türk Sineması’nın gelişimine katkısı olmuş muydu?

“Evet, eskiden, bir dönemde oldu, ama bugün olduğunu sanmıyorum; çünkü yeni kuşak Türk sinema sanatçılarının en azından bir kısmı eleştiriye pek açık görünmüyorlar veya eleştiriyi önemsemiyorlar, alıngan oluyorlar, kendilerini anlaşılmamış hissediyorlar.”

Gerektiğinde halkla bütünleşmeyi de başarabilen ve bize özgü bir dil yakalayabilen yaratıcı sinemacılarımız yok mu olmuş, köprünün üstünden çok mu sular akmıştı?

“O yaratıcı kuşak dünya sinema tarihinde bir kez geldi, yaklaşık olarak bir yarım yüzyıl sürdü, gerçek sinemayı oluşturdu ve yerini kimilerinin yaratıcı sandıkları sağlam teknikerlere bıraktı bugün olduğu gibi. Türk Sineması’na gelince: Dünya sinema tarihinde hiçbir zaman nerede ise tümden çöken bir ülke sineması görülmedi Yeşilçam döneminde olduğu gibi. Yeni Yılmaz Güney’ler, yeni Akad’lar, yeni Erksan’lar, yeni Ömer Kavur’lar çıkmaz artık, onlar bir dönemin temsilcileri ve göstergeleri idi. Onların yerine geçecek olanlar var mı? Ben itiraf edeyim, henüz göremiyorum; çünkü Yeşilçam sonrası Türk Sineması halen bir arayış ve oluşum içinde, izleyicinin yeniden tecimsel sinemaya dönülmesi, daha çok filmin çevrilmesi, çokça genç yönetmenin ilk filmlerini çekmesi şimdilik ‘olay’ teşkil ediyorlar, ‘sonuç’ değiller.”

Derginin Kış 2008 sayısında yayınlanan ve o dönemde bizleri çok memnun eden bu söyleşinin tozlu sayfalarda hapsolmasına izin veremezdim. Sonradan pek çok kez kesişti yolumuz. 2012’de, bu kez, yerli-yersiz pek çok kesimin hedefi haline getirilen “Sinematek”le ilgili o unutulmaz sayıda. Şöyle demişti özetle, “Sinematek; daha önce gösterilmeyen, kimisi yasaklı olduğu için gösterilmesi de mümkün olmayan filmleri bizlerle tanıştırması ve Yeni Sinema gibi çok önemli bir dergi aracılığıyla sinema yazınına büyük katkıları bulunması nedeniyle çok önemlidir, sinemamıza hizmetleri büyük olmuştur. O dönemde yaşanan tartışmaların ortasında; ne Halit Refiğ’den ne Sinematek çevresinden kopmayan, Sami Şekeroğlu’nun dergisine de Yeni Sinema’ya da yazan bir yazar olarak en önemli kıstasım sinema kültürünün yayılması idi. Konu bu çerçevede ele alındığı zaman, Sinematek’in aynı zamanda bir okul olma işlevini üstlendiği görülecektir.”

Uzun telefon görüşmeleri yaptık, kimi zaman can dostu, duayenimiz Rekin Teksoy’la her sabah aynı saatinde yaptığı uzun görüşmelerine tanık oldum ve son olarak, üstadın vefatının ardından, onun için çok zor olan bir Rekin Teksoy yazısını kaleme alması için onu ikna ettim (“Son zamanlarda her gün telefonda görüşüyorduk. Depresif bir insan olduğum için sürekli krize girerim. Depresyon krizlerine girdiğimde kitap ve gazete okumam, film seyretmem, resim çizmem. Bayağı sıkı bir inzivaya çekilirim. Gazete okumadığım için tüm haberleri Rekin’den alırdım.”).

Ardından yazılacak, konuşulacak çok şey daha var kuşkusuz ama Tarık Akan yazısının mürekkebi kurumadan, bir başka dostun ardından el sallamak o kadar zor geliyor ki. Galiba onsuz gizemin tadı olmayacak; hatta sinemanın da…

(08 Ekim 2016)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü
m_zamanlar@hotmail.com

Yok Artık! -2-

“Işık artı zaman eşittir sinema” tanımı, sinemanın hayatın içinde olduğunun, hayatın içinden hikâyeler anlattığının kanıtıdır da bir anlamda. Bazen, özellikle Yeşilçam filmlerinde çıkar karşımıza ve “tesadüfün iğne deliği” diyebileceğimiz rastlantılar belirleyici olur. Hayatta asla karşılaşmayacağımızı düşündüğümüz şeylerle karşılaşabilir ve şaşkınlığa düşebiliriz.

Öykü olmalı…

“Yok Artık”ı izlemedim ama bir taksi şoförünün anlattığı öykülerden oluştuğunu biliyorum. Bu kez, bir başka dedikoducu (buradaki dedikodu, kötü ve olumsuz anlamda değil, konuşulan ve konuşmayı seven anlamında) alanda, berberdeyiz. Her gün onlarca birbirini tanımayan insanla bir araya gelen berber, doğal olarak müşterisini rahatlatmayı da amaçlayarak olur olmaz konularda görüş bildirir. Hepimiz denk gelmişizdir… Ya karşı çıkar tartışırız ya da destekleyip olumlu görüş bildiririz. Bir anlamda terapidir yaşanan. Bir anlamda rahatlamaktır yaşamın bütün gerginliği karşısında… Zaten hafifliyorsunuzdur tıraş olurken, saçınız kesilirken. Bir film, illa da bir öykü anlatmak zorunda mıdır? Sadece bir konu/olay/husus üzerinde yorum yapmadan, mesaj vermeden, tavsiyelerde bulunmadan, tahrik etmeden duramaz mı? Bence durur, durması da gerekir. “Yok Artık! -2-“ bunu başarıyor.

Senaryonun gücü…

Serkan Altuniğne, incelikle bir manevra ile sarkan komedi filmlerinde çıkış yolunu bulmuş. Kısa skeçlerle hem izleyiciyi bezdirmiyor hem de çok oyuncuyla ve değişik mekânlarla filmi renklendirmeye fırsat tanıyor. Yönetmen Caner Özyurtlu da bu malzemeyi yoğurmayı başarmış.

Komedi filmlerinin en büyük sıkıntısı, giderek güldürmekten uzaklaşan tekrarlar, biteviye sürdürülen lâf cambazlıklarına dayalı mizah bana göre. Argonun katkısını da unutmamalı… Tabii ki küfür, hayatın içinde yer alıyor, kadın erkek kimsenin dilinden düşmüyor. Tabii ki cinsiyetçi küfürlere karşı çıkmak gerekiyor. Filmlerde çok sık ve yerli yersiz edilen küfürler hoş olmadığı gibi anlamlarını da yitiriyor. “Yok Artık! -2-“ bu sorunu skeçlerle aşmış. Berber Adnan’ın tik haline gelen aynı oyunu bozsa da bu güzelliği keyifle izlenen, güldüren bir film.

(06 Ekim 2016)

Korkut Akın

Deepwater Horizon -Büyük Felaket-

“Kâr, daha çok kâr için daha büyük sömürü”; yirminci yüzyılla birlikte hayatımıza giren belirleyici bir söz. Gözünü para hırsı bürüyen yöneticiler başka hiçbir şey görmüyor, uyarıları da dinlemiyor.

Dünyanın bu güne kadar gördüğü en büyük çevre felaketi 2010 yılında yaşandı. Okyanusun ortasındaki petrol çıkarma platformu “Deepwater Horizon”, petrol şirketi yöneticilerinin 45 günlük gecikmeyi göze alamaması dolayısıyla gerekli kontroller yapılmadığı için hem işçilerin mezarı oldu hem de okyanusa tonlarca ham petrol döküldü.

Yaşanması istenmeyen felaket

Yakın planlarla müthiş sahnelerin izleyiciyi etkilememesi mümkün değil. Konu da belli, günlerce haber oldu gerek televizyonlarda gerekse gazetelerde. Ömer Madra’nın Açık Radyo’daki programları çok etkileyiciydi, hatırlıyorum. Peter Berg, sadece etkileyici bir filme değil, çok önemli bir soruna da parmak basmış. Yaşanmış bir öykünün, sinemanın alışılageldiği gibi sadece felaket/aksiyon yönüne bir de içine girmiş. Çalışanlarla yöneticilerin (burada, petrol şirketi BP’nin) düşünce ve görüşlerinin çatışmasını ele almış.

Çalışanların birbirleriyle çatışsalar da iş hayat kurtarmaya gelince ne kadar yardımlaşmaya açık olduğunu izliyoruz. Vurgulanmasa da alttan alta işlenen bu duygu içine işliyor insanın.

Karşılaştırma…

Dünya kamuoyunu günlerce meşgul eden, ortaya çıkan felaketin boyutları çok büyük olan ve etkileri hâlâ devam eden bu olayla, ister istemez geçtiğimiz yıllarda Söke’de yaşanan maden kazasını karşılaştırıyorsunuz filmi izlerken de, çıktıktan sonra da. Her ikisi de şirketlerin ve/veya yöneticilerin dur durak bilmez hırsları… Her ikisinin de de sonuçları büyük felaket… Birinin sonucu filmle bizlere ulaşıyor, diğerinin ise nasıl cereyan ettiğini bile bilmiyoruz. Muhtemeldir ki, çalışanlar suçlanır.

Çevreye duyarlı iseniz, bu dünyanın bize atalarımızdan değil çocuklarımızdan miras kaldığına inanıyorsanız, muhakkak izleyin.

Deepwater Horizon -Büyük Felaket- Yönetmen Peter Berg, Oyuncular Mark Wahlberg, Kurt Russell, John Malkovich, Gina Rodriguez, Dylan O’Brien, Kate Hudson… 30 Eylül’den itibaren gösterimde…

(01 Ekim 2016)

Korkut Akın

Vahşi Batı Yeniden

Foqua’nın son filmi, yapıma kaynaklık eden John Sturges imzalı ilk “Muhteşem Yedili”yle kıyaslanması bakımından önemli görünüyor. Son film, aynı zamanda “ölü bir tür” olarak nitelendirilebilecek western’in yeniden itibar kazanması yolunda bir adım olarak da nitelendirilebilir.

Orijinal film, bilindiği gibi Akira Kurosawa’nın “Shichinin no samurai” (“Yedi Samuray”, 1954) modeline sarılmakta ve Japon sosyal hiyerarşisinde apayrı bir yeri olan samurayların adalet anlayışını mercek altına alan bu klasiğin Vahşi Batı’ya uyarlanması anlamına gelmekteydi. Filmin bir başka önemli yanı, western’in sonbaharı olarak da adlandırılabilecek bir dönemde gündeme gelmesiydi.

60’lı yılların başlangıcında, popüler sinemada bir zamanların en sevilen türü gerçek anlamda can çekişmekteydi. Dünyada yaşanan toplumsal değişimler, western’in atmosferine sığmayacak/hapsolmayacak gibi görünüyordu. Başta John Ford olmak üzere türün ustaları, yeni dönemin koşullarına uygun bir yaklaşımı benimsediler ve işe, türdeki “kahramanlık” imgelemini değiştirmekle başladılar. Ford, “Kahramanın Sonu”nda, özenerek yaratığı şanlı maziyi elinin tersiyle iterek silahşörün kanunla sınavına, değişen Batı formunda yaklaştı; Peckinpah’ın anti kahramanları, ahlaki değerden yoksun görünüyorlardı. Penn, mitolojiyle hesaplaşmayı ilke edinirken, furyaya katılan Altman’ın “esas oğlanı” Warren Beaty, kasabadaki terk edilmiş kiliseyi geneleve dönüştürmekle meşguldü. Dönemin karşı kültür hareketlerini merkezine alan ilerici sinemacılar için western üretmek, gelenekle çatışmanın diğer adıydı adeta.

Bu koşulların kapısını aralayan filmlerden sayılabilecek ilk “Muhteşem Yedili”nin ana karakterleri, Mexico fonunda otoriteyle kapışan birer maceraperestti. Chris Larabee (Yul Brynner) serinkanlı, kararlı bir stratejistti; köyü koruma teklifini kabul etmesinin nedeni de, köyün “dileyin bizden ne dilersiniz” önerisiyle ona başvurmuş olmasıydı. Vin Tanner (Steve McQueen) öldürmeye fazlasıyla meyilli biriydi. Chico (savaş sonrası Almanya’dan masum, melek yüzlü sarışın temsilci Horst Buchholz) silahşörlere hayran toy bir delikanlı, Harry Luck (Brad Dexter) tek motifi para olan ve köyde gizli bir definenin gömülü olduğunu düşünen genç adam, Bernardo O’Reilly (Charles Bronson) Meksikalıları en iyi anlayan kişi olarak yarım kan Kızılderili, Lee (Robert Vaughn) intikamcı, şık bir silahşör, Britt ise (James Coburn) aşırı meydana okumalara hiç gelemeyen bir maceracı. Birer “devrimci” olarak yedi kahraman, liderleri Calvera (Eli Wallach) olan haydutlara karşı korumaya karar vererek büyük bir hesaplaşmaya gideceklerdi.

Sturges’in filmi, serinkanlı, profesyonel, insani ilişkilerin neredeyse dışında hareket eden bir silahşörün prototipini doğurmaktaydı. Sosyal çevresiyle, ortamla herhangi bir bağı kalmamış görünen, dahası desteklediği, yanlarında ya da karşılarında yer aldığı, uğruna hayatlarını tehlikeye attıkları insanları ne tanıyan, ne de tanımak gibi bir derdi olan kimselerdi bunlar. Hayatlarını riske atmalarının arkasında öyle ideal bir motif aramak anlamsızdı. Bu yaklaşım, girişte sözünü ettiğimiz anti kahraman modelini desteklemek adına da önemliydi.

*****

Klasik sinemanın şimdikine oranla daha durağan ilerleyen olay örgüsü, son film ile kıyasladığımızda Sturges’in “Muhteşem Yedili”sinin lehine işlemiş gibi görünmekte; çünkü yeni film, hemen hiçbir silahşoru yeterince tanıma fırsatı sunmadan aksiyona başlamak niyetinde. Tiplemelerin içinde “maceracı” sayılabilecekler olsa da, ekibin niçin bir araya geldiğini anlamamız adına yeterli motivasyon da yok. Elbette burada bir parantez açmak gerekebilir: Bir örneğini “Diriliş”te de gördüğümüz “kötü adam”ın resmedilişi incelendiğinde, yeni-eski farkını görmemiz kolaylaşıyor. Kiliseyi basarak kasabalıya kan kusturan adam, “Tanrı’nın evinde” dinsel saygısızlığın doruğuna çıkıyor; hatta mekânı yakmakta sakınca görmüyor. Bu kolaycılık seyirciyi ne denli ikna eder, bilinmez; ama “sığ” bir dile sahip olduğu öngörülebilir. Benzer bir durum, Denzel Washington’un eylemcileri toplarken, intikam güdüsüyle hareket ettiğini anladığımız anlar için de geçerli. Bir başka deyişle, 60’ların umursamazlık maskesi altında, anlamlı bir uğraş için bir araya gelen, bir nevi örgütlülük bildirgesi taşıyan anti kahramanları gitmiş ve yerine, neden orada olduğuna dair derin anlamlar bulamadığımız tiplemeler gelmiş. Manzaranın “farklı olanların kaynaşması” gibi bir görüntü içermesinin ise, tarihsel arka plandan bütünüyle yoksun, inandırıcı olmayan ve şablon üzerinden ilerleyen yapısına girmiyorum bile!

Son dönemde, beyazperdede nostalji rüzgarları estiren ve çoğunlukla büyük bütçeli kimi westernlerle karşılaşıyoruz. Bunların arasında “3:10 to Yuma” gibi yeniden çevrimler ya da Brad Pitt’li “Jesse James”vari psikolojik yönü ağır basan filmler de var; ancak Kevin Costner’ın “Uzak Ülke”sini ayrı tutarsak, türün yeniden dikkat çekmesini sağlamaktan uzak görünüyorlar (Galiba Eastwood, “Unforgiven”la türün tabutuna son çiviyi esaslı çakmış!). Bu durum Foqua için de geçerli. Washington’la önceki filmlerde iyi bir ikili oluştumuş gibi görünseler de, türün yalnızca görkemli patlamalar, esaslı çatışma sahneleri ve sonu kanlı çatışmalardan ibaret olmadığını anlamamız dışında, çok da önemli bir işlev üstlen(e)miyor yeni “Muhteşem Yedili” ve bilmediği sularda boğulmaktan kurtulamıyor.

Tarihin bu diliminde westernlere ihtiyaç olup olmadığı sorusu ise daha bir süre havada asılı kalacağa benziyor.

(28 Eylül 2016)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü
m_zamanlar@hotmail.com

23. Uluslararası Adana Film Festivali: Başarılı Bir Organizasyonun Ardından

Bereketli topraklar üzerinde 19 – 25 Eylül 2016 tarihleri arasında düzenlenen film festivalini yakından izleyen bir yazar olarak genel değerlendirme notlarımı paylaşmak istedim.

1 – Festival Programı
Festival Programı içerdiği çeşitlilik ve filmlerin genel düzeyi itibarıyla birinci sınıftı. Bu konuda, Sinema Programları Direktörü Kadir Beycioğlu’nun şahsında emeği geçen herkesi içten kutlarım.

Yarışma filmlerinin yarıya yakını En İyi Film ödülünü alabilecek düzeyde güçlüydü. Bu da bir festival için önemli başarı göstergesidir. Ön seçim ekibini kutluyorum. ‘Albüm’ / Mehmet Can Mertoğlu, ‘Koca Dünya’ / Reha Erdem, ‘Ağustos Böcekleri ve Karıncalar’ / Erhan Tuncer, ‘Babamın Kanatları’ / Kıvanç Sezer, ‘Rüya’ / Derviş Zaim, ‘Tarla’ / Cemil Ağacıkoğlu sinemamızın günümüzde ulaştığı başarı düzeyini gözler önüne seren kalburüstü bir toplam oluşturmaktaydı. Yarışma dışı gösterimler çok önemli filmlerden oluşmaktaydı. Türkiye prömiyerini yapan ve son Cannes şenliğinin ödül ve övgüler kazanmış tam 12 yapımı dışında ilk kez Venedik, Sundance, Rotterdam gibi festivallerde gösterilmiş seçkin filmler izledik. Büyük ustamız Ömer Lütfi Akad’ın ünlü ‘Gelin / Düğün / Diyet’ üçlemesinin yanı sıra yakınlarda kaybettiğimiz Abbas Kiarostami adına düzenlenen toplu gösteri bu önemli sinemacıların filmlerini yeniden beyazperdede izleme şansı yaratması açısından değerliydi.

2 – Festival Gösterim Mekânları
Yarışma filmlerinin tek bir salona toplanması yerinde bir seçimdi. Cinemaximum Sinemaları’nın 6. salonu geniş ve ferahtı. Aynı sinemaların 7. ve 8. salonları da gösterim için uygun koşulları içeriyordu. Gösterimlere halkın ilgisi çok büyüktü. Yarışma filmleri Arıplex ve Avşar Optimum salonlarında ikinci kez gösterime sunuldu. Ulusal Yarışma filmleri kadar Dünya Sineması’ndan gösterimler de büyük ilgi gördü. Festivalin ‘Açılış Töreni’ bu yıl Hilton Oteli Balo Salonu’na alınmıştı. 24 Eylül akşamı düzenlenen ‘Kapanış ve Ödül Töreni’ ise Çukurova Üniversitesi Kongre Merkezi’nde gerçekleştirildi.

3 – Gösterim Sonrası Söyleşiler
Yarışma filmlerinin yoğunluğu nedeniyle gösterimler sonrasında basın toplantıları düzenlenmedi ancak gösterimlerden hemen sonra film ekiplerinin iştirak ettiği soru-cevap uygulaması son derece verimli ve düzeyliydi.

4 – Dokümantasyon
Festival kataloğu titizlikle hazırlanmıştı ve yarınlara kalacak önemli bir belge olarak festivalin yüz aklarından biriydi.

5 – Diğer Yarışmalar
Akdeniz Ülkeleri Kısa Film Yarışması ve Öğrenci Filmleri’nin yarıştığı bölümler geleceğin sinemacılarını teşvik etmek açısından festivalin olumlu çabaları olarak devam etti. Adana Konulu Uzun Metraj Senaryo Yarışması bu yıl ilk kez gerçekleştirildi.

7 – Bitirirken
23. Uluslararası Adana Film Festivali başarılı organizasyonu, birinci sınıf programı ve saygın yarışma jürisiyle sinemamız tarihindeki yerini almıştır. Festivalin gerçekleşmesinde büyük katkıları olan Festival Yürütme Kurulu Başkanı ve Adana Büyükşehir Belediye Başkanı Hüseyin Sözlü ve Festival Direktörü Candan Yaygın’ın şahıslarında emeği geçen herkesi kutluyor ve festivalin başarılarının devamını diliyorum.

(28 Eylül 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

23. Adana Film Festivali’nin Ardından…

Bu Kalp Seni Unutur mu?

Bu yıl Adana, Tarık Akan demekti. Kimsenin beklemediği bu ani ölüm, başta sinemaseverler olmak üzere sanatçı dostlarını da derinden etkilemişti. Kolay mı hem anneannemin hem annemin hem de benim yani üç neslin sevgilisi olmak… İlerleyen yıllarda kariyerinde bir yol ayrımına giderek, toplumsal filmlerde bambaşka bir figür olarak karşımıza çıkan bu büyük aktör birçok yönüyle bu ülke insanını kendisine aşık etti. Onu kalbimizin, Yeşilçam’ın ve Türk Sineması’nın baş köşesine koyduk.

Festival boyunca her filmden önce Tarık Akan’a saygı duruşu niteliğindeki küçük filmi izledik. Hızla hazırlanmasının getirdiği hatalar ve eksikler olsa da, önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü aktörün ölümü ile birlikte pek çok kötü niyetli insanın arkasından çok çirkin ithamlarına şahit olduk. Onlar hiç Hababam Sınıfı izlememiş, hiç kahkaha atmamış, hiç gözyaşı dökmemiş gibi taş kalplilerdi. Dolayısıyla bu küçük film, aldığı alkışlardan da gördüğümüz üzere onun halkın gözündeki yerini bir kez daha sağlamlaştırmış oldu.

Belediye Başkanı’ndan Sanata Özgürlük Çağrısı

Ödül töreninde, Adana Büyükşehir Belediye Başkanı Hüseyin Sözlü’nün hiçbir siyasi konuşmaya girmeden tamamen sanatın ve sanatçının yanında duran samimi konuşmasını çok yerindeydi. Her ne pahasına olursa olsun festivallerin devam etmesi, sanata ve sanatçıya baskı ve sansür uygulanmaması gerektiğinin altını çizen Sözlü’nün konuşması hangi siyasi görüşten olursa olsun herkesin takdirini ve alkışını aldı.

Festivalin Yıldızı 3 Film…

Ödüllere gelecek olursak, festivalin “Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması” bölümüne damgasını vuran ve herkesin hem fikir olduğu üç film vardı; “Koca Dünya”, “Babamın Kanatları” ve “Albüm”… Kendime adıma sonuçların çok hakkaniyetli olduğunu düşünüyor ve başta jüri başkanı Tayfun Pirselimoğlu olmak üzere tüm jüri üyelerini objektifliklerinden dolayı tebrik ediyorum.

En İyi Kadın Oyuncu Ödülünde Sürpriz

Beni şaşırtan tek ödül, En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nün –film başka hiçbir ödül almamasına rağmen- “Rüya” filmiyle Gizem Erdem’e verilmesi oldu. Ödülün “Albüm” filmindeki nefis performansıyla Şebnem Bozoklu’ya verilmesi gerekirdi ve rakibi de yoktu diye düşünüyorum. Ayrıca Albüm’ün –çoğu kişiyi şaşırtsa da bence çok yerinde ve cesur bir karar- En İyi Senaryo (sinemamızda uzun zamandır görmediğimiz kadar incelikli ve zekice yazılmış bir senaryo) ve En İyi Yönetmen (filmi izleyince ilk filmini çeken bir yönetmen olduğuna inanmakta güçlük çekiyorsunuz) olduğuna inanıyorum. En İyi Sanat Yönetimi de dahil olmak üzere “Albüm”, 3 önemli ödül ile törenden ayrıldı.

Israrla Konuşmaya Zorlanan Yönetmen

Ayrıca törende zorla konuşmaya zorlanan Mehmet Can Mertoğlu’na biraz haksızlık edildiğini düşünüyorum. Sonuçta henüz çok genç bir yönetmen ve yalnızca teşekkür etmekle yetinmek istemiş olabilir. Bunu yapan pek çok tecrübeli yönetmen var. Bu ısrar karşısında verdiği tepki ile seyirci tarafından yanlış anlaşıldığı yönünde fikrim. Bu yıl bizi Cannes’da büyük bir başarıyla temsil eden tek uzun metrajlı filmimiz Albüm, 07 – 16 Ekim tarihlerinde gerçekleşecek Filmekimi programında da yer alıyor. 04 Kasım’da da vizyona girecek. Bu çok incelikli, gözlemi, mizahı ve performansları çok yüksek filme gördüğünüz yerde sarılmanızı tavsiye ediyorum.

Yılmaz Güney Ödülüne Yakışan Film

Ulusal yarışmanın üçüncü ve son gözde filmi, festivalin en çok ödül alan filmi olma başarısını da gösteren -toplamda 7 ödül sahibi oldu- Babamın Kanatları’ydı. Filmin kazandığı tüm ödülleri hak ettiğini düşünüyorum. Henüz vizyon tarihi belli olmayan bu güçlü film de umarım hak ettiği seyirciye ulaşır.

Yüksel Aksu “İzleyici Ödülü”nü Kaptırmadı

Festivalde İzleyici Ödülü’nü kazanan İftarlık Gazoz filminin yönetmeni Yüksel Aksu ve En İyi Film Ödülü’nü kazanan Reha Erdem birbirlerine yaptığı tatlı gönderme çok hoştu bana kalırsa. İki yönetmen de kendi kulvarlarında çok iyi işlere imza atıyorlar ve her ikisi de günün birinde birbirlerinin ödüllerini kazanmayı arzu ediyorlar. Bence nefis bir motivasyon… Yüksel Aksu seyircinin nabzını çok iyi yakalayabilen bir yönetmen. Filmlerinde ne ağır aksak sözde “sanat” filmi etkisi ne de ucuz gişe filmi kalitesizliği var. Kendi sinema dili ve estetiğini oturtmuş önemli bir yönetmen. Adana seyircisinden gelen bu ödülün çok anlamlı olduğunu düşünüyorum.

Pirince Giderken Evdeki Bulgurdan Olmak

Kendi adıma büyük bir şanssızlık yaşadığım için festivalden En İyi Film başta olmak üzere toplamda 3 ödül kazanan (Film-Yön En İyi Yönetmen & Umut Veren En İyi Oyuncu) Koca Dünya filmini izleyemedim. Çünkü o sırada geçtiğimiz hafta Londra’da galasını yapan ve şu sıralarda biyografisini okuduğum Beatles belgeselini izlemeyi tercih etmiştim. Film teknik bir aksaklıktan dolayı gösterilemedi, öncesinde herhangi bir bilgi de verilmediği için iki filmi birden izleyememiş oldum. Hafta boyunca yaşadığım tek ve bana en pahalıya mal olan sorun bu oldu. Sağlık olsun, artık The Beatles: Eight Days A Week – The Touring Years adlı belgeseli Filmekimi’nde, Koca Dünya’yı da başka bir festivalde ya da vizyonda görürüm. Her iki filmi de bir an önce izlemek için yanıp tutuşuyorum.

Çok Dar Elbise

Ulusal yarışmadaki filmler bu yıl beklentinin altında kaldı. Festivale damgasını vuran üç filmden başka bir filmden konuşamıyoruz bile. Ancak bunlardan bir tanesi yalnızca kötü değil kötü niyetli olunca bir anda dikkatleri üzerine çekti. Ulusal yarışmanın en büyük hayal kırıklığı, Hiner Saleem imzalı Dar Elbise adlı filmden söz ediyorum. Gösterim sonrası seyircinin de tepkisini alan film her şeyden önce bir sinema filmi olmanın birçok unsurundan uzak. Bir filmin toplumsal bir meseleyi ele alıyor olması o filmi koşulsuz şartsız alkışlamamız gerektiğini göstermez. Kaş yaparken göz çıkarmak deyiminin adeta vücut bulmuş hali olan film, sözüm ona kadınların toplumda yaşadığı baskıyı anlatıyor. Yönetmen Tahran’da yaşanan gerçek bir olaydan esinlenmiş, filmi Ortadoğu’da çekemediği için gelip İstanbul’un göbeğinde çekmiş. Kadın cinayetleri meselesi ülkemizin en büyük sorularından bir tanesi kaldı ki bu dünyadaki en medeni ülkelerinin de sorunu. Bunu kimse inkar etmiyor, edemez. Ancak siz açık açık bir ülkeyi, şehri, insanları adeta hedef göstererek böyle sevimsiz bir dille itham ederseniz tepki geldiğinde de ben sosyolog değilim deyip işin içinden çıkamazsınız. Bu filmin ülkemize ve insanlarımıza büyük bir hakaret olduğunu düşünüyorum. Ancak izlenmesine ya da yarışmasına kesinlikle karşı değilim. Zaten aklı başında her izleyici filmi izleyince ne yapılmaya çalışıldığını çok net bir şekilde görecek. Filmde rol alan oyuncular için de büyük talihsizlik. Filmin yapımcısı da olan Tuba Büyüküstün’ün nasıl böyle bir filmin parçası olduğunu aklım almıyor.

Rüzgar Gibi Geçti

Adana’nın gerçek bir sinema buluşmasına ev sahipliğini yaptığını söyleyebilirim. Film yapımcıları, yönetmenler, oyuncular, gazeteciler, sinema yazarları ve diğer tüm meslek profesyonellerinin buluşup konuştuğu harika bir ortam vardı. Filmden filme, sohbetten sohbete koşarken zamanın nasıl geçtiğini anlamadık bile. Bu buluşma, ülke genelinde yaşanan ağır gündeme bir nefes, güçlü bir moral oldu. Festivalde gösterilen
filmlerin ücretsiz olması sebebiyle de gala gösterimlerine inanılmaz yoğun bir katılım olduğunun altını çizmek gerekir. Tabii bunda film ekiplerinin de katılmasının büyük etkisi var. Yabancı filmlerin gösterimlerinde ne yazık ki bu yoğunluk yoktu. Ancak çok iyi bir seçki vardı. Bu filmlerin büyük bir çoğunluğunun Filmekimi programında yer aldığını da tekrar etmekte fayda var. Tarık Akan ve Mahmut Hekimoğlu kayıplarıyla sarsıldığımız haftanın akabinde gerçekleşen 23. Uluslararası Adana Film Festivali hafta boyunca ustalarına saygıda kusur etmezken bu hüzünlü havaya rağmen enerjisi ve renkleri bol bir haftaya imza attı. Emeği geçen herkese teşekkürler.

(28 Eylül 2016)

Gizem Ertürk

Ali Erden Yazıyor: Şehirlilerin Bitmek Bilmez Meseleleri

Bridget Jones 43 yaşına basıyor. Geçmişte sevgilileri olsa da şimdi yatağında yapayalnızdı. Yumurtaları da kuruyup gidecek bir erkeğin spermleriyle buluşmazsa. Londra’da haber kanalında çalışan Bridget, eski sevgililerinden birinin kilisede anmasına katılıyor. Ölüp ölmediği de bilinmiyor. Kiliseye geride bıraktığı kadınlar da gelmiş. Hepsinin hatıraları da ortaktı kayıp çapkın sevgiliyle. Hem de kelimesi kelimesine. Bridget’ın avukat eski … Devamı… »

Timsah Gözyaşlarından Sonra

Mahallenin “çıtır” ağabeyi ve sonradan yönetmeni, şöhretin doruğunda gezer ve çalım atma kralı olarak “başka” mahalleye transferinin tadını çıkarırken şöyle buyuruyordu:

“12 Eylül’den sonra aydın bunalımını konu alan filmler çeken yönetmenlerin halka büyük bir özür borcu var!”

İlginçtir; sonradan, benzer bir yönelimin 21. yüzyıldaki “önemli” temsilcisi, bol ödüllü bir yönetmenimizin oyuncusu olmaktan övünç duyacaktı.

Bu günlerde, söz ne zaman Tarık Akan’dan açılsa, aklıma, -diğer pek çok konuyla birlikte- bu sözler geliyor; çünkü usta oyuncu, sözü edilen bu yapımların bir kısmında rol almıştı. Ve adeta genel kabul gören bu sözlerle ele alınan dönem filmleri hiç de “lanetli” değildi. Orta sınıf aydının içine düştüğü bireysel ve büyük ölçüde toplumsal çıkmazın filmlerde konu edilebileceği bir dönem varsa eğer, bu hiç kuşkusuz 12 Eylül sonrasına tekabül edecekti. Çözülmenin tam da orta yerinde, “Ses”ten “Su da Yanar”a ve kanımca en çok da “İkili Oyunlar”a kimi filmleri üretmek, yaratıcıları adına adeta kaçınılmazdı. Üstelik sinemamızın o büyük dağılışından, geniş kesimlerle ilişkisinin son bulmasından o filmler ve yönetmenler sorumlu tutulamazdı; ama bu, elbette bambaşka bir yazının konusu.

Ülke tarihinin en çok ödül kazanan oyuncusunun filmografisine kabaca bakıldığında görülecektir: Sinemanın çağına tanıklık etme özelliğine uygun yapımlarda oynamak baz alınacaksa, Tarık Akan, alanında rakipsizdir. Örneğine Bette Davis ve Marlon Brando’da rastlayabileceğimiz, -kuşkusuz bize özgü- stüdyo sisteminin çarklarında dönmeyi ilk o reddetmiştir. Milyonların sevgilisi, gamsız aşık rollerinde vakit öldürebilecekken, Yılmaz Güney’lerin öncülük ettiği politik akıma gönüllü olarak katılmıştır; üstelik bunu el yordamıyla gerçekleştirmiş ve eskiyle bağını, Yeşilçam’da ikinci bir örneğine asla rastlayamayacağımız ölçüde, “şiddetle” koparmıştır. Benzer şeyler, genel eğilimlerin dışında kalmayı seçtiği 80’lerde de görülebilir.

Yaşamı incelendiğinde bir büyük kusuru daha olduğu görülecektir Akan’ın. Verilenle yetinmeyen (!), daha çok “demokrasi” talep eden (!), gidişata “muhalefet şerhi” düşerek onay veren (!) “yurdum aydınlarından” olmayı reddetmiştir. Bugün Silivri fotoğrafına övgüler düzenlerin, en iyimser tahminle “görüşleri sanatının önüne geçiyor”, “vaktini film yapmaya harcasa çok daha iyi olmaz mı?”, “bu kadar fanatik olmaya ne gerek var” fısıltıları arasında itibarsızlaştırmaya çalıştıkları oyuncunun Atatürk vurgusu da dönemin rüzgârına ters bir meydan okuma içermektedir.

Tarih, cenazesinde gözyaşlarına boğulan, maziyi coşkuyla anımsarken, o günleri belleğinden kazıyan ve çok üzerine gidilse “kandırıldığını” beyan edecek olan o “dostları” da, Tarık Akan’ı da yazacaktır.

68’in renkli rüyasından karanlık bir geleceğe uyanan “İkili Oyunlar”ın kahramanlarının seslendirdiği “Sarı Kız”la ilk gençliğinden sıyrılan bu satırların yazarı, anısı ve mücadelesi önünde saygıyla eğilmeyi, ona ve tarihe bir borç bilir: “Selam olsun karanlığı şimşek şimşek yakanlara!”

(21 Eylül 2016)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü
m_zamanlar@hotmail.com

Adana’da Duygu Yüklü Açılış

Adana Film Festivali’nin eski ve bilinen adıyla ‘Altın Koza’nın kalplerimizdeki yeri başka. İsim değiştirme mevzusu açıkçası çok doğru bulduğum bir şey değil. Antalya ile başlayan, “Cannes Film Festivali’ne Altın Palmiye diyor muyuz” diyerek 40 yıllık geleneği bir çırpıda çöpe atmak çok doğru gelmiyor. Ama en nihayetinde önemli olan festivallerin devam etmesi.

Geçen yıl ülkemizdeki terör olayları gerekçe gösterilerek törenleri iptal edilen ama gösterimlerin yapıldığı ve ödüllerin sessiz sedasız verildiği Adana Film Festivali’ni özlemiştik. Çünkü Adana, festival kelimesinin içini tam anlamıyla dolduran bir festival. Bunda zengin film seçkisinin payı büyük. Gereksiz gösterişten uzak, karakterli, duruşu olan bir festival. Hep kıyaslanan ve aralarında tatlı bir rekabet olan Antalya ise ailenin popüler çocuğu, onu öyle seviyoruz, Adana’yı da böyle.

Festivalin açılış töreninde Onur Ödülü alan sanatçılardan Ayla Algan’ın öğrencilerine dileğiymiş umarım Adana’dan ödül alırsınız diye. Tam bir film platosu olan ve Türk Sineması’na nice oyuncular, yönetmenler kazandırmış Adana’nın yeri gerçekten çok özel. Bu yüzden genç bir oyuncunun buradan ödül alması elbette çok kıymetli. 2 sene önceki Mehmet Aslan’ın sunum rezaletinden sonra gecenin sunuculuğunu üstlenen Çiğdem Tunç’un samimiyeti ilaç gibi geldi. Yer yer abartıya kaçsa da gayet güzel idare etti geceyi.

Artık festival açılışları şenlikten çok hüzünlü geçiyor. Her geçen yıl artan yaprak dökümü kalplerimizi çok acıtıyor, eksiliyoruz. Bu sene de Türk Sineması’nın en yakışıklısı, en karakterlisi, 3 neslin aşık olduğu Tarık Akan ve yine Yeşilçam’ın bir diğer kıymetli ismi Mahmut Hekimoglu’nun kaybı yüreklerimize ateş düşürdü. Çiğdem Tunç’un dediği gibi, ‘hayat devam ediyor, bu lafı hiç sevmesem de öyle’…

Ayşegül Aldinc’in leziz konseriyle iyice duygusallaşan gece, Murat Soydan’in ödül almaya çıkmasıyla tam bir duygu seline dönüştü. Hafta boyunca yerli ve yabancı güçlü filmlerle dolu harika bir seçki Adanalıları ve tüm sinemaseverleri bekliyor.

Gösterimlerin ücretsiz olması da tüm yaşanan kötü günlerden sonra sanattan iyice uzaklaşan halkımıza yeniden sinema salonlarının büyüsünü hatırlatmak için doğru bir tercih. Ayla Algan’ın dediği gibi, ‘sanat bizi birlestirir, ruhumuzu iyilestirir. Sakın ha eğlence zannetmeyin.’

(21 Eylül 2016)

Gizem Ertürk

Koyu Gri Bir Dünyada Pembe Umutlar

Son bir yıl içinde ulusal ve uluslararası festivallerde övgüyle karşılanan ve saygın ödüller kazanan iki filmimiz peşpeşe vizyonda. Gösterimi devam eden ‘Kalandar Soğuğu’ yönetmen Mustafa Kara’nın ikinci uzun metrajı. Geçtiğimiz yıl Tokyo Film Festivali’nden en iyi film ve en iyi yönetmen ödülleriyle dönen film, Karadeniz’in ücra bir mezrasında yaşayan bir adamın hayaller ve gerçekler arasında gidip gelen dünyası üzerine kurulu. Beslediği birkaç hayvanla ailesinin günlük ihtiyaçlarını zar zor karşılayan Mehmet, komşu köylülerin yaptığı gibi yazları 3-4 ay çalışmak yerine büyük bir tutkuyla dağlarda maden rezervi aramaktadır. ‘Değerli bir şeyler bulursam hepimizin hayatı kurtulur’ der evin sorumluluğunu üstlenmesi ve madende çalışması için başının etini yiyen karısına. Parasızlıktan tamir ettiremediği köydeki evine geri dönmeye de yüzü yoktur. Köyden dışlanmış, kalabalık ailesiyle birlikte köyün hemen dışında yaylanın dibinde bir baraka evde yaşamını sürdürmeye çabalar Mehmet. Zamanla umutsuz bir çabaya dönüşen maden arama fikrinden, Kalandar gecesi doğan boğasıyla Artvin’de yapılacak güreşlere katılma macerasına sürüklenecektir daha sonra.

Maden rezervi arayışına yönelik 6 dakikalık çok etkileyici bir giriş sekansıyla açılan film, Mehmet ve ailesinin yaşam mücadelesini sabırlı bir anlatımla aktarıyor. Çekimleri belli aralıklarla dört mevsim boyunca tam 38 haftada tamamlanmış olan yapıma kış sahneleri egemen. Trabzon’da yılın ilk ayı için kullanılan ve yabancı dildeki ‘calendar’ (takvim) sözcüğünden gelmiş ‘Kalandar’ sözcüğünün ve ayın en soğuk gününü belirten ifadenin filme ad olarak seçilmesi bu yüzden.

Filmin atmosferinde önemli bir yere sahip etkileyici doğa manzaralarını kullanırken romantik bir görsel dünya inşa etmekten özellikle kaçındığını söylüyor genç sinemacı. Röportajlarında Karadenizliliği ön plana çıkarmak gibi bir gayreti olmadığını özellikle vurgulayan Kara, filmin hiçbir sahnesinde etnisiteye, bölge kültürüne vurgu yapmayan evrensel bir yapı kurmayı başarıyor. Mehmet’in tutkusunu bir köylü ya da bir Karadenizli tutkusu değil, sıradan bir insanın ezeli ebedi arayış tutkusu olarak vermeyi beceriyor. Ağır ve sabırlı temposuna rağmen, son derece başarılı bir kurgu çalışması bu en ince detaylarına kadar düşünülmüş hikâyenin gerilimini kaybetmesine izin vermiyor. Kara’nın başarısında oyuncu seçimindeki isabet de önemli rol oynamış. Mehmet’i canlandıran Haydar Şişman bir sanat adamı. Ressam, resim öğretmeni ve filmde karısını canlandıran Nuray Yeşilaraz gibi amatör olarak tiyatroyla uğraşıyor. Oyuncularından mükemmel bir sonuç almış yönetmen. Nitekim bu ikili geçtiğimiz yıl Antalya’da en iyi oyuncu ödüllerini aldılar. Şişman, İstanbul Film Festivali jürisince ikinci kez ödüllendirildi.

Kara’nın filmi ilk ağızda ünlü Yılmaz Güney klasiği ‘Umut’u akla getiriyor. Mehmet ile ağa ırgatlığından kente göçmüş arabacı Cabbar daha iyi bir yaşam hayalleri kuruyor. Ancak Kara’nın romantik unsurları özenle bertaraf ettiği mesafeli yaklaşımı ve Cabbar’ın sonu deliliğe varacak mistik savrulmasına karşılık Mehmet’in sebatkâr mücadelesi iki anlatı arasındaki temel farkı oluşturuyor.

Yine bir dağ köyünü mekân almış, bu haftasonu gösterime girecek ilgiye değer bir başka yerli yapım olan ‘Rauf’, Soner Caner ve Barış Kaya’nın ortaklaşa yönettiği bir ilk film. Hikâyesini, adını aldığı 9 yaşındaki çocuğun gözünden anlatan filmde, Doğu Anadolu’nun ücra Kürt köyünde (çekimler Kars’ta yapılmış) görünmeyen bitmez bir savaşın gölgesi altında yaşayan Rauf, ustasının kendinden yaşça büyük kızı Zana’ya tutulur ve onun istediği pembe çiçekli yazmanın peşine düşer. Lakin pembenin nasıl bir renk olduğunu bilmemektedir. Pembe, Rauf için hayalindeki aşkın rengine, içinde yaşadığı koyu gri dünyada umut etme cesareti ve hiç görmediği barışın rengine dönüşür. Amatör ve profesyonel oyuncu yönetiminde gayet başarılı çiçeği burnunda yönetmenler. Görüntü yönetmeni Vedat Özdemir’in kadrajları ise enfes. Güneydoğu’da sürmekte olan savaşın gölgesinde büyüyen çocukların pembe umutlarını yalın bir dille aktaran naif bir şiir ‘Rauf’.

(20 Eylül 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Adana Film Festivali 23 Yaşında

Ülkemizin en köklü festivallerinden Uluslararası Adana Film Festivali 23.yaşını kutluyor. 19 – 25 Eylül tarihleri arasında düzenlenecek olan festivalin Altın Koza ödüllü Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’na bu yıl 12 film seçilmiş. Bunlardan Mehmet Can Mertoğlu’nun ilk uzun metrajı ‘Albüm’ genç yönetmenlerin birinci ya da ikinci filmleriyle yer aldığı Cannes ‘Eleştirmenler Haftası’ seçkisi dahilinde dünya prömiyerini yapmış ve geçtiğimiz günlerde Saraybosna Film Festivali’nin büyük ödülünü kazanmış bulunuyor. Usta sinemacımız Reha Erdem’in Venedik Film Festivali ‘Orizzonti’ seçkisinin çiçeği burnunda Jüri Özel Ödüllü yepyeni çalışması ‘Koca Dünya’, sinemamızın bir diğer ustası Derviş Zaim’in son çalışması ‘Rüya’ ile genç sinemacı Kıvanç Sezer’in dünya prömiyerini Karlovy Vary Film Festivali’nde yapan ilk filmi ‘Babamın Kanatları’ heyecanla beklenen yapımlar arasında yer alıyor.

Erhan Tuncer imzasını taşıyan ‘Ağustos Böcekleri ve Karıncalar’, Çağdaş Çağrı’nın yönettiği ‘Geçmiş’ ve Güven Beklen imzalı ‘Mehmet Salih’ yarışmanın diğer ilk filmleri olarak dikkat çekiyor. Handan Öztürk’ün ikinci uzun metrajı ‘Bana Git De’, ‘Votka Limon’un yönetmeni Irak asıllı Hiner Saleem’in ülkemizde bizim oyuncularımızla çektiği son filmi ‘Dar Elbise’nin yanısıra İstanbul Film Festivali’nde gösterilen Cemil Ağacıklıoğlu’nun yönettiği ‘Tarla’ ile vizyonda izleme fırsatı bulduğumuz Çağan Irmak ve Yüksel Aksu filmleri ‘Nadide Hayat’ ve ‘İftarlık Gazoz’ 12 filmlik parlak seçkiyi tamamlıyor.

Ulusal Uzun Metrajları bu yıl 5 kişilik bir jüri değerlendiriyor. Başkanlığını usta yazar yönetmen Tayfun Pirselimoğlu’nun yaptığı jürinin diğer üyeleri geçtiğimiz yıl Adana’nın en iyi filmi seçilen ‘Abluka’nın yaratıcısı yönetmen Emin Alper, yine geçen sene ‘Kar Korsanları’ndaki çalışması ile ödüllendirilen görüntü yönetmeni Türksoy Gölebeyi ve Nuri Bilge Ceylan filmlerinin değerli oyuncuları Hatice Aslan ile Muhammet Uzuner’den oluşmakta. Bu ana yarışma dışında Akdeniz Ülkeleri Kısa Film Yarışması, Ulusal Öğrenci Filmleri Yarışması ve ‘Adana’ Konulu Senaryo yarışması festival kapsamında gerçekleştiriliyor. Özel bir bölümde ise Temmuz ayında yitirdiğimiz İranlı usta sinemacı Abbas Kiarostami’nin ‘Yakın Plan’ (1990) ‘Zeytinlikler İçinden’ (1994), ‘Kirazın Tadı’ (1997), ‘Rüzgâr Bizi Sürükleyecek’ (1999) gibi kariyerinin ünlü başyapıtları izleyiciyle buluşacak.

Festivalin sinemaseverleri heyecanlandıran ‘Dünya Sineması’ bölümü bu yıl yine göz kamaştırıyor. Bölüm kapsamında pek çok usta yönetmenin dünyadaki saygın festivallerden ödül almış yapıtlarının Türkiye prömiyerleri Adana’da yapılacak. Bölümün belkemiğini geçtiğimiz Cannes Film Festivali’nden 12 filmlik bir seçki oluşturuyor. Ken Loach’a ikinci Altın Palmiye’sini kazandıran ve kariyerinin en iyi filmlerinden biri olarak kabul edilen ‘Ben, Daniel Blake / I, Daniel Blake’, yönetmenliğini Maren Ade’nin yaptığı yılın bütün filmleri arasından yapılan seçmede FIPRESCI Büyük Ödülü’nü kazanan çağdaş hayat eleştirisi ‘Toni Erdmann’, Romanya Yeni Dalgası’nın öncü yönetmenlerinden Cristi Puiu’nun bu yıl Altın Palmiye için yarışan filmi ‘Sieranevada’, yine Romanya sinemasından genç yetenek Bogdan Mirica’nın ilk uzun metrajı olan ve Cannes Film Festivali Belirli Bir Bakış bölümünde FIPRESCI Ödülü kazanan ‘Köpekler / Caini’, Brezilyalı yönetmen Kleber Mendonça Filho imzalı kentsel dönüşüm filmi ‘Aquarius’, Dardenne Kardeşler’in Altın Palmiye için yarışan son çalışması Meçhul Kız / La Fille Inconnue’, Pedro Almodovar’ın ana kız ilişkisi üzerine incelikli son filmi ‘Julieta’, Cannes Film Festivali Yönetmenlerin On Beş Günü Bölümü’ne seçilen ve alanının en iyilerinden biri olarak kabul edilen, ayrıca Annecy Uluslararası Animasyon Filmleri Festivali’nde En İyi Film ödülünü kazanan ‘Kabakçığın Hayatı / Ma Vie de Courgette’, Cannes’ın Belirli Bir Bakış bölümünü açan Mısırlı sinemacı Mohamed Diab imzalı ‘Çatışma / Esthebak’, aynı bölümde izlenen Rus yönetmen Kirill Serebrennikov’un enerji yüklü filmi ‘Öğrenci / (M)uchenik’ Boo Junfeng’in yönettiği Malezya sinemasından ‘Çırak / Apprentice’, Viggo Mortensen’in altı çocuğuyla ormanın ortasında alternatif bir hayat kurmasını konu alan bu seçkinin en iyi yönetmen ödüllü Matt Ross imzalı yapımı ‘Kaptan Fantastik / Captain Fantastic’ ve Belirli bir Bakış ödülüne layık görülen ve yönetmen Juho Kuosmanen’in ilk filmi olan ‘Olli Maki’nin En Mutlu Günü / Hymyilevä Mies’ ile gözalıcı Cannes listesi tamamlanıyor.

Fransız yönetmen François Ozon’un zengin filmografisinde ikinci kez bir dönem filmine imza attığı, ilk gösterimini Venedik Film Festivali’nde yapan ve genç oyuncusu Paula Beer’e saygın Marcello Mastroianni ödülünü kazandıran son çalışması ‘Frantz’, ‘Köprüdekiler’ ve ‘Hayatboyu’ adlı yapıtlarıyla ülkemiz festivallerinde ödüller kazanmış Aslı Özge’nin ilk Alman yapımı filmi olan ve Berlinale Panorama Special bölümünde dünya prömiyerini yapan ‘Ansızın / Auf Einmal’, Ana Katz’ın Sundance Bağımsız Filmler Festivali’nde senaryo ödülü kazanan ve Arjantin’de hem akademi hem eleştirmen ödüllerine birçok dalda aday gösterilen filmi ‘Parktaki Arkadaşım / Mi Amiga del Parque’, İtalyan sinemasının yaşayan büyük ustalarından Marco Bellocchio imzalı ‘Tatlı Rüyalar / Fai Bei Sogni’, Danimarkalı sinemacı Martin Zandvliet’in bol ödüllü İkinci Dünya Savaşı öyküsü ‘Mayın Ülkesi / Under Sandet’, Suudi Arabistan’dan bir romantik komedi olan ve Berlinale Forum’da Ekümenik Jüri Ödülü kazanan Mahmoud Sabbagh imzalı ‘Barakah Barakah ile Tanışınca / Barakah Yoqabil Barakah’, İran asıllı Babak Jalali’nin Rotterdam’da Kaplan Ödülü, Seattle’da Büyük Jüri Ödülü kazanan ‘Metallica’yı Beklerken / Radio Dreams’ ve video sanatçısı Omer Fast’ın Tom McCarthy’nin kült romanından uyarladığı ‘Geriye Kalan / Remainder’ isimli son çalışması bu bölümde izleyici karşısına çıkacaklar arasında yer alıyor.

20 Eylül akşamı gerçekleştirilecek olan açılış töreninde takdim edilecek geleneksel Onur Ödülleri’ni bu yılki sahipleri Ertem Göreç’in yönettiği sinemamızın işçi sınıfına adanmış klasiklerinden ‘Karanlıkta Uyananlar’ (1964) ve Atıf Yılmaz’ın en güzel filmlerinden ‘Ah Güzel İstanbul’daki (1966) yorumlarıyla sinema tarihimize geçmiş usta oyuncu Ayla Algan, yetmişli yılların popüler filmlerinin aranan isimlerinden Murat Soydan ile çarpıcı öyküleriyle Erden Kıral’ın ‘Ayna’ (1984), Şerif Gören’in ‘Derman’ (1983), ‘Kurbağalar’ (1985) gibi filmlerine ilham vermiş değerli yazarımız Osman Şahin. Merakla beklediğimiz ve genel değerlendirme notlarına bir sonraki yazıda yer vereceğimiz 23. Adana Film Festivali’ne şimdiden başarılar diliyoruz.

(19 Eylül 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Şehirlilerin Bitmek Bilmez Meseleleri

Bridget Jones’un Bebeği (Bridget Jones’s Baby)
Yönetmen: Sharon Maguire
Eser: Helen Fielding
Senaryo: Helen Fielding-Dan Mazer-Emma Thompson
Müzik: Craig Armstrong
Görüntü: Andrew Dunn
Oyuncular: Renée Zellweger (Bridget), Colin Firth (Mark), Patrick Dempsey (Jack), Emma Thompson (Doktor), Gemma Jones (Anne), Jim Broadbent (Baba), Sally Phillips (Shazzer), Julian Rhind-Tutt (Fergus), Shirley Henderson (Jude), Ben Willbond (Giles), Paul Bentall (Bakan), Agni Scott (Camilla), Beattie Edmondson (Laura), Laura Checkley (Susan), Sarah Solemani (Miranda)
Yapım: Universal-Miramax-StudioCanal-Working Title (2016)

Yıllardır hayatının adamını arayan şehirli kadın Bridget Jones, bu son macerasında hamile kalmayı başarıyor. Ama bu bebeğin babası kimdi? Eğlenceli ve esprili bir film.

Bridget Jones 43 yaşına basıyor. Geçmişte sevgilileri olsa da şimdi yatağında yapayalnızdı. Yumurtaları da kuruyup gidecek bir erkeğin spermleriyle buluşmazsa. Londra’da haber kanalında çalışan Bridget, eski sevgililerinden birinin kilisede anmasına katılıyor. Ölüp ölmediği de bilinmiyor. Kiliseye geride bıraktığı kadınlar da gelmiş. Hepsinin hatıraları da ortaktı kayıp çapkın sevgiliyle. Hem de kelimesi kelimesine. Bridget’ın avukat eski sevgilisi Mark da bu anmaya katılıyor. Ama o, Camilla’yla evli. Ama Bridget ona yine âşık olabilir.

Doğum gününde yalnızlık…

Bridget, soğuk yatağında doğum gününü yalnız geçirirken, televizyonda haber spikeri arkadaşı Miranda’yla müzik festivaline katılıyor. Bu anlar komikti. Orada, ilişkileri ölçen Amerikalı Jack’le tesadüfen tanışıyor ve onunla yatıyor. Londra’ya döndüğünde hiç beklemediği bir anda Mark’la da yatıyor. Bir zaman sonra da hamile olduğunu öğreniyor. İçinde büyümekte olan bebeğin babası kimdi? Bu sorunun cevabı doğuma kadar kimse tarafından bilinemiyor. Seyirci de bilmiyor. Bu polisiye filmlerdeki gibi merak duygusunu çoğaltıyor. Hem de sonuna kadar.

Güldüren espriler…

Sharon Maguire’ın yönettiği 2016 yapımı “Bridget Jones’s Baby-Bridget Jones’un Bebeği”, gerçekten eğlendirici. Üstelik esprileri de insana kahkahalar attırıyor. Arabada çocuklar varken kuklalar üstüne yapılan “kızsal” espriler kırıp geçiriyor. Kadınlar bambaşka. Filmde başka hoş anlar da keşfedebilirsiniz. Bridget’in doğum sancıları çektiği Mark’ın İtalyan restoranının “Moto Guzzi”siyle hastaneye yetişmek için bulduğu çözüm müthişti. Ama trafik olmasaydı. Mark, hamile Bridget’i kucağında taşımak zorunda kalıyor. Ama Jack de motosikletiyle yetişiyor onlara. Doğum anları da baba adayları için de öğreticiydi. Elbette anne adayları için de. 2001’den beri bir seriye dönüşen “Bridget Jones”un bu son macerası da eğlenceli…

(15 Eylül 2016)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

İsa Çarmıha Giderken

Ben-Hur
Yönetmen: Timur Bekmambetov
Roman: Lev Wallace
Senaryo: Keith R. Clarke-John Ridley
Müzik: Marco Beltrami
Görüntü: Oliver Wood
Oyuncular: Jack Huston (Judah Ben-Hur), Morgan Freeman (Ilderim), Toby Kebbell (Messala Severus), Rodrigo Santoro (İsa), Nazanin Boniadi (Esther), Ayelet Zurer (Naomi Ben-Hur), Pilou Asbæk (Pontius Pilate), Sofia Black-D’elia (Tirzah Ben-Hur), Marwan Kenzari (Druses), Moises Arias (Dismas), James Cosmo (Quintus), Haluk Bilginer (Simonides), David Walmsley (Marcus Decimus), Yasen Atour (Jacob), Francesco Scianna (Kadeem), Gabriel Lo Giudice (Elijah), Denise Tantucci (Avigail), Jarreth J. Merz (Flores), Iaon Gunn (Gestas), Jay Natelle (Gesius), Maurice Lee (Simon Cyrene), Stefano Scherini (Peter), Alessandro Giuggioli (Yahuda)
Yapım: MGM / Paramount (2016)

Klasik ilk filmin gölgesinden kurtulmaya çabalayan Kazak yönetmen Timur Bekmambetov’un “Ben-Hur” filmi, pop kültürüne yakışan hızlı anlatımlı bir aksiyon. Hem de IMAX perdede üç boyutlu olarak.

İS 33… Tanrı’nın oğlu olduğunu söyleyen, insanlara nefretten, kinden uzak durmalarını, sevgiye sığınmalarını anlatan Nasıralı İsa, Yahudi hahamları telaşlandırmış ve iktidarlarını sarsmıştı. Yahudi cemaati kışkırtan hahamlar, Roma’nın Kudüs valisini de ikna edip İsa’yı çarmıha gönderiyorlar tiyatroya dönüşmüş mahkemeyle. Film sekiz yıl geriye gidiyor. İS 25… Yahuda (Judah) Ben-Hur, ailesinin çocukken evlatlık aldığı Romalı Messala Severus’la kardeşten daha yakınlar. Ama Messala, gururlu ve de uzakları merak eden bir genç. Kendini Ben-Hur ailesinin içinde sığıntı gibi görüyor. Yahuda’nın kız kardeşi Tirzah’a âşık olsa da.

Klasiğin dışında…

Kazak yönetmen Timur Bekmambetov, William Wyler ustanın 1959 yapımı renkli ve sinemaskop “Ben-Hur” filmi gibi yazar Lewis Wallace’ın “Ben-Hur: A Tale of the Christ” romanından yola çıksa da zaman kısalığından yoğunlaştırılmış bir film ortaya koymuş. Filmin girişinde İsa’nın doğumuna hiç yer vermeyen Bekmambetov, bazı anlarda klasik yapımdan uzaklaşarak aksiyonu öne çıkartarak günümüz seyircisine uygun bir yapıt ortaya koymuş. Wyler ustanın üç buçuk saati aşan “technicolor” tadı veren filmi 11 dalda Oscar kazanmıştı. Wyler’ın filmini biri sinemada olmak üzere üç defa gördük. Film ülkemizde 1963 yılında vizyona çıkmıştı. 1977 yazında çocukken bu film birdenbire karşıma çıkıvermişti yazlık sinemanın kocaman perdesinde. Bu uzun film, 1960’lardaki ekonomik durumdan olmalı tamamen renkli değildi. Renkli bölümün ardından siyah-beyaz bölüm geliyordu. Bu film boyunca dönüşümlü olarak devam ediyordu. Film sinemaskop olarak gösterilmişti ama. Yahuda Ben-Hur, beş yıllık kürek cezasından kurtulduğu anlardaki denizin maviliği büyülemişti. Bu filmi beyazperdede gördükten sonra o muhteşem maviyi aradık, ama sinemada bir daha bulamadık. Bekmambetov, Yahuda’nın kürek mahkûmluğundan kurtulma anını tamamen değiştirmiş, belirtelim.

Kin ayakta tutunca…

Romalılar Kudüs’ü işgal edince ilk işleri araba yarışları için arena inşa etmek oluyor. Bunu yaparlarken, Yahudilerin kutsal mezarlarındaki mermerleri kullanmaya başlayınca halkın Romalılara karşı öfkesi çoğalıyor. Ama ne yapabilirlerdi ki? Sadece direnişçi Zilotlar, Romalı baskısına karşı koyabiliyorlar. Romalılar onları, günümüzün bakışıyla “terörist” olarak görüyorlar. Onlara yardım eden herkes yataklık etmekten suçlanıyor. Ardından kürek mahkûmiyeti veya çarmıha germeyle cezalandırıyorlar.

Zengin ailenin oğlu genç Yahuda ve evlatlık Messala, atlarını yarıştırırken, Yahuda attan düşüyor ve ağır yaralanıyor. Messala, onu taşıyarak eve getiriyor ve sonra da zihnindeki uzaklara gitme düşüncesini gerçekleştiriyor. Roma ordusuna katılan Messala, hızla yükselip Kudüs’e geliyor bir dolu istilanın ardından. Yahuda, tüm kalbiyle âşık olduğu Esther’le evleniyor. Sonra da marangoz İsa’yla ve sevgi kelimeleriyle karşılaşıyorlar. İsa göründüğünde insanın içinde bir sıcaklık huzur bırakarak çıkıp gidiyor bu anda. Üç yıl sonra Messala Kudüs’e gelince Ben-Hur ailesinin kaderi de değişiyor. Direnişçi Zilotlardan bir genç yaralanınca Tirzah ona yardım etmek için malikâneye almış. Yudah, yaralı genç Zilot’un yarasını pansuman yapıyor. İşte bu Zilot, çok geçmeden yeni gelen Romalı vali Pontius Pilatus Kudüs’e girdiğinde trajedi de başlıyor. Ben-Hur ailesi dağılıyor. Yahuda’ysa kürek mahkûmu oluyor beş yıl. İyon denizinde Yunanlı korsanlar Romalıların gemi filolarına baskın yapınca gemiler batıyor. Yahuda, denizi aşıp kurtulmayı başarıyor ve yolu araba yarışlarına katılan Ilderim’le kesişiyor. Ilderim’in beyaz atları var. Biri de hasta. Yahuda atı iyileştirince içindeki intikam ateşini söndürme imkânını da buluyor. Kudüs’te Messala’yla kapışabilecekti. Sonunda iyilikler kazanıyor. Cüzamlılar da iyileşiyor İsa çarmıha giderken. İsa, Yahudilerin bakışları altında çarmıha götürülürken boğaz düğümleniyordu. Çarmıhtaki İsa’nın kanı aktığında yağmur da yağmaya başlıyor. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak mıydı?

Klasik olan farklıydı…

Gerçekten yönetmen Bekmambetov’un 2016 yapımı IMAX ve üç boyutlu “Ben-Hur” filmini izlerken, kesinlikle Wyler’ın klasik filmini düşünmemek gerekecek. Arenadaki at yarışlarındaki heyecan bile aradaki farkı ortaya koyuyor. Wyler’ın koreografisi hâlâ etkileyici. 1961 doğumlu Bekmambetov, Rus sineması içinde çok çarpıcı aksiyon-gerilim filmleri çekti. Akıl almaz ve nefes kesici bu filmlerden ikisi 2002’deki “Nochnoy Dozor-Gece Nöbeti” ve 2006’daki sinemaskop “Dnevnoy Dozor-Gündüz Nöbeti” filmleri aksiyon tarihine geçti. Hollywood bile bu kadarını hayal edemezdi, dedirtiyor bu iki aksiyon. Günümüz nesilleri Bekmambetov’un “Ben-Hur” pop kültürüne yakın filminden hoşlanabilirler. Filmin müziklerine de kulak verilmeli.

(14 Eylül 2016)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

New York’un Küçük Adamları

Ira Sachs’ın adı konmamış New York Üçlemesi’nin son halkası ‘Küçük Adamlar / Little Men’. Amerikan sinemasının has bağımsızlarından Sachs ’14. If İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali’nde gösterilen 2012 yapımı ‘Işıklar Açık Kalsın / Keep The Lights On’ ile dikkatimizi çekmişti ilk kez. Otobiyografik özellikler taşıyan bu filminde otuzlu yaşlardaki New York’lu eşcinsel çiftin dokuz yıla yayılmış fırtınalı ilişkisini anlatır sinemacı. Belgesel filmler çeken Alman asıllı Erik ile uyuşturucu bağımlısı avukat Paul’ün New York sokaklarında sonlanan buruk aşk hikâyesinde, uyuşturucu bağımlılığının darmadağın ettiği tutkulu ilişkiyi aktarırken çoklukla iç mekânları tercih eder.

Programa alındığı halde bir talihsizlik sonucu bizdeki vizyonu iptal edilen bir sonraki çalışması ‘Aşk Başkadır / Love is Strange’ 2014 yılının en dikkate değer yapımlarındandır. Bu defa sokakları, parkları, ufacık daireleriyle East Village çevresi filmin baş aktörlerindendir. Kiliseye bağlı bir okulda müzik öğretmenliği yapan George, 39 yıllık partneri Ben ile evlendiğinde işinden olur. Geçim derdine düşen yaşlı çift başlarını sokacak mütevazı bir yer buluncaya kadar akrabaları ve yakın dostlarının küçük dairelerine sığınırlar. Evlerinde misafir kaldığı süre içinde hoyrat davrandığı aile büyüğü amcanın yaşama vedasının ardından gözyaşı döken 16 yaşındaki Joey’nin pişmanlığıyla sonlanır ‘Aşk Başkadır’.

Akşamüstü güneşinin aydınlattığı Manhattan sokaklarında kay kay’ını süren genç delikanlının görüntüleri yönetmenin bir sonraki çalışmasını haberlemektedir. ‘Küçük Adamlar’ın başkarakterleri Jake ile Tony (tam adıyla Antonio) Joey’den yaşça daha küçüktürler. Dedenin ölümüyle Manhattan’dan Brooklyn’deki daha büyük eve taşındıklarında huzursuzdur içe dönük Jake. Evin hemen altındaki dükkânın kiracısı terzi kadının oğlu yaşıtı Tony ile yakın arkadaşlığı onun mahalle havası taşıyan bu farklı çevreye tutunmasına vesile olur.

Resme yatkın Jake ile oyuncu olmak için yanıp tutuşan Tony’nin ortak hayali ünlü La Guardia Lisesi’nin görsel sanatlar ve performans sanatları bölümlerine kabul edilebilmektir. Ancak evlerinin arasındaki uzaklık yalnızca 12 dakika 23 saniye olan çocukların dünyaları çok farklıdır. Manhattan’dan gelmiş psikoterapist anne ve oyunculuk kariyerinde daha iyi bir yere gelmek için çabalamaktan yorulmuş baba, evden payını isteyen kız kardeşin de zorlamasıyla terzi dükkânının yıllar yılı aynı kalmış düşük kirasını rayiç değerine yükseltmek ister. Bunun doğurduğu çatışma iki çocuğun derin dostluklarını zedeleyecek, ekonomik gerçekler ve sınıf sorunsalına çarpan arkadaşlık tuzla buz olacaktır.

New York’taki kentsel dönüşüm ya da İngilizce söylenişiyle ‘gentrification’ süreci üzerine bir alarm çığlığıdır sinemacının son filmleri. ‘Aşk Başkadır’ın yaşlı çifti 2010’lu yıllarda ayyuka çıkan emlak krizi ve artan emlak vergileri ve daha başka metropol vergileri nedeniyle bütçelerine uygun bir küçük daire bulmakta zorlanır. Varlıklı ve eğitimli zümrenin yerleştiği mütevazı mahallelerde emlak ve kira fiyatlarının fırlaması gerçeği ‘Küçük Adamlar’ın temel çatışmasının nedenidir. Büyükbabanın evin ve mahallenin bir parçası olarak gördüğü göçmen terzi kadının işlettiği dükkânın yeni yaşam düzeninde yeri yoktur. Ekonomik gerçekler mahalleleri dönüştürmekte, kentin çehresi hızla değişmektedir.

Ozu’ya hayranlığı ile bilinen Sachs ‘Aşk Başkadır’da Japon ustanın ünlü klasiği ‘Tokyo Hikâyesi’ni örnek alır. Bu dokunaklı yaşlılık sonatını İdil Biret’in mükemmel Naxos kayıtlarından derlenmiş hüzünlü Chopin ezgileriyle süslemiştir. Ozu’nun başrolü çocuklara verdiği ünlü sessiz klasiği ‘Doğdum, Ama.. / I Was Born, But..’ ile ‘Günaydın / Ohayo’ filmlerine bir atıf gibi duran ‘Küçük Adamlar’ ise Tindersticks’in kurucularından Dickon Hinchliffe’in çağdaş ve kimi zaman meditatif müziğinden besleniyor. Sachs’ın oyuncuları yine mükemmel. İlk sinema deneyimlerinde Michael Barbieri (Tony) ile Theo Taplitz (Jake) çok iyiler.

Hayranı olduğu Al Pacino’nun havası sezilen Barbieri’nin gerçek hayatta devam ettiği performans atölyesinde çekilmiş oyunculuk egzersizinin yer aldığı bölüm gerçekten etkileyici. Babada Greg Kinnear, annede Jennifer Ehle ve terzi kadında ‘Gloria’nın muazzam oyuncusu Şilili Paulina Garcia harika bir ensemble oluşturmuş. Ira Sachs’in son üç filminde birlikte çalıştığı senaryo yazarı Mauricio Zacharias ile birlikte kaleme almış olduğu ‘Küçük Adamlar’ yönetmenin New Yokluların gündelik yaşamlarına ilişkin zengin gözlemler içeren eserinin son küçük mücevheri. Kaçırmamaya çalışın.

(09 Eylül 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Sully

Daha yeni havalanmış yolcu uçağına kuş sürüsü çarpınca iki motoru da durur. Pilot müthiş bir soğukkanlılık ve kararlılık göstererek uçağını suya indirir. Kimse böylesi bir durum için eğitim almamıştır, belirleyici olan uçuş ekibi, daha açık söylersek kaptan pilottur.

Gerçek bir olay, gerçek insanlar, gerçek bir kahramanlık… 2009’da yaşanan bu “kaza”yı basın aracılığıyla böyle kabul ettik. Ancak birileri farklı açıdan bakıyordu işleri gereği: Uçak piste inebilirdi, yeterli zaman ve yakıt vardı. Tartışma ve çatışma burada başlıyor. Uçak firmasının savunucuları, uçağın bedelini, bir şekilde zedelenen marka değerini öne çıkarırken kahraman pilot (ve uçuş ekibi) insan yaşamının değerini vurguluyor.

Kim nasıl bilirse…

Konu belli, sonuç belli ve film sadece o ana odaklanmış başarılı bir şekilde. Sonucunu bildiğiniz halde müthiş bir merak, inanılmaz bir gerilim ve heyecanla, gözünüzü bile kırpmadan koltuğunuza ‘çakılı’ izliyorsunuz Clint Eastwood’un filmini.

Bir piramit gibi yükselen bir yapı diye düşünürsek filmi, asıl temelinin senaryo olduğunu; Sully filminde de senaryonun gerçekten -hakkını verelim muhakkak- çok başarılı olduğunu baştan kabul etmeliyiz. Senaryoyu gerçek Sully’nin (Kaptan Pilot Chesley Sullenberger) anılarını topladığı kitaptan uyarlayan Todd Komarnick, kuşkusuz yapımcısından önce yönetmeni Clint Eastwood’un beklentilerini dikkate almış.

Kuş sürüsünün çarpması ile uçağın suya inişi arasındaki süre çok kısa: 208 saniye. Sudaki kurtarma çalışmaları da öyle: 24 dakika. Sonuç: 150 yolcusu ve 5 personeliyle tarihe geçen bir kurtulma mucizesi.

Pilotun belirleyiciliği

Savunmasını, daha önce böyle bir eğitim almamışlıkları üzerine kuran Kaptan Pilot, Ulusal Taşımacılık Güvenlik Kurulu’nda, firma temsilcilerinin iddialarını çürütmeyi başarır. Haklı olarak “kahraman”lığı onaylanır.

Filmin bir diğer boyutu, “olay”ın dışındaki insanların tepkileri… Kaptan Sully’nin bir başka kentteki eşi ve hiç görmediğimiz, seslerini bile duymadığımız iki kızı filmin bir diğer odak noktası. Kızları görmesek bile, annenin onları sakınmasından da anlayabiliriz, çok büyük bir travma yaşıyorlar. Annenin yüzünde, gözyaşlarında, telefonu tutarken titreyen ellerinde görüyoruz hepsini.

Kokpitte evindeymişçesine rahat ve kaygısız olan pilotlar (binlerce saat uçuş deneyiminin de katkısını unutmamalıyız) kaza anında ve sonrasında da sükûnetlerini koruyabiliyorlar. Ancak artık uyku haramdır gözlerine. Sahi, siz olsanız uyuyabilir misiniz?

İyi ekip uyumlu çalışma…

Belli ki daha senaryonun yazılması, oyuncuların belirlenmesi (cast seçimi) ve hazırlık aşamalarında iyi bir ekip oluşturulmuş. Ne istendiği apaçık, neyle karşılaşılacağı biliniyor. Gerek yönetmen gerekse oyuncular uyumlu çalışmışlar ve başarılı bir film çıkarmışlar. Tom Hanks’in kararlılığı, tedirginliği, belirsizliği sadece gözleriyle vermesi bile yeter. Aaron Eckhart da öyle…

Bu başarıyı gerçekten izlemek istiyorsanız, “CD’si çıkar, internetten indiririm” diye beklemeyin. Görüntü kalitesinin filme etkisinin önemini de göz önüne alarak, özel kameralarla çekilmiş bu filmi muhakkak sinema salonunda izleyin… Etkisinden uzun süre kurtulamayacaksınız. Sully, yeni bir pencere açacak yaşamınıza.

Sully, Yönetmen Clint Eastwood; Oyuncular Tom Hanks, Aaron Eckhart, Laura Linney, Anna Gunn… 09 Eylül’den itibaren sinemalarda.

(06 Eylül 2016)

Korkut Akın