Kategori arşivi: Yazılar

David Gordon Green’in Yalnız Adamlar Albümünden

Amerikan sinemasının kelimenin tam anlamıyla ‘bağımsız’ kalmayı başarabilmiş sayılı isimlerinden David Gordon Green’in geçtiğimiz yıl Venedik Film Festivali’nde görücüye çıkmış olan son filmi ‘Manglehorn’ bizde ‘Hayallerimdeki Kadın’ adıyla sönük yaz vizyonunu şenlendiriyor.

1975 doğumlu sinemacı henüz 25 yaşındayken çektiği ilk uzun metrajı ‘George Washington’ ile dikkatleri çekmiş ve her çalışması merakla beklenir olmuştur. Doğup büyüdüğü güneyin küçük kasabalarını, yaşamları katı gerçeklik ile düş dünyası arasında gidip gelen kırsal kesim insanlarının öykülerini sade bir dille, zaman zaman belgesele göz kırpan bir üslupla anlatır Gordon Green. Zincirlerinden boşalmış bir dünyada seçim yapma durumundaki bir grup yeniyetmenin sıcak yaz serüvenini ince dokunuşlarla verdiği ilk çalışması sinemada büyüme üzerine yapılmış en güzel filmlerdendir.

Filmler birbirini kovalarken yönetmenin erkek karakterleri de yaş almaya başlar. En iyi filmi olarak kabul edilen ‘Yolların Prensi / Prince Avalanche’ (2013) ile Berlin Film Festivali’nde en iyi yönetmen olarak ödüllendirilir. İzlandalı yönetmen Hafsteinn Gunnar Sigurdsson’un 2011 yapımı ‘A Annan Veg / Either Way’ filminden esinle bu yol hikâyesini kendi topraklarına Texas’ta küçük bir kasabaya taşımıştır bir kez daha. Almanya’da yeni bir yaşam hayalleri kuran otuzlu yaşlardaki içe dönük Alvin ile aklı bir karış havada yardımcısı 1987 yılı büyük orman yangınları ertesinde perişan olmuş ıssız karayolu üzerindeki trafik çizgilerini boyama işini sürdürürken kavrulmuş ağaçlık alanda varoluşlarıyla hesaplaşır, sönmüş ocakların hayalet sahipleriyle söyleşirler.

Bağımsız tavrından ödün vermeyen sinemacı bizde de sinemalara uğramış bir önceki çalışması ‘Joe’ ile bu kez bir roman uyarlamasına girişir. Mekan yine Texas’ın ücra bir yerleşim bölgesidir ancak Larry Brown’ın metni yönetmenin önceki öykülerine kıyasla hayli serttir. Ellisine merdiven dayamış yorgun ve yalnız Joe’nun öyküsü Gordon Green’in metaforlarla yüklü sineması için biçilmiş kaftandır. Kereste şirketlerinin taşeronu olarak ormanlık alanda yaşlı ağaçların zehir zerkedilmek suretiyle kurumaya bırakılması işini organize eder Joe. Ölmeye yatmış bezgin Joe dibe batmış aile ortamından kendini ve küçük kız kardeşini kurtarmaya çabalayan 15 yaşındaki Gary’ye bir baba şefkatiyle kol kanat gerdiğinde hayatı anlam kazanacaktır. Ana akım sinemanın star oyuncularından Nicolas Cage’in Joe kompozisyonunda uzunca bir sürenin ardından en parlak yorumlarından birini sunduğu bir çalışmadır bu aynı zamanda.

Küçük bütçeli bağımsız yapımlarında yıldız oyuncularla çalışmalarını sürdürüyor Amerikalı sinemacı. Al Pacino’nun en duyarlı yorumlarından biriyle can verdiği Angelo Manglehorn da bir küçük Texas kasabası eskisi. Kırk yıldır bölgenin çilingiri olarak çalışmakta, kilitli kalmış ev ya da araba kapılarını, kasaları açmak suretiyle kasaba halkına hizmet vermektedir. Buna karşılık kendi evinin kapıları ve kalbi başkalarına kapalıdır yaşlı adamın. Gençlik yıllarının unutamadığı aşkının hayalleriyle yaşar. Clara’ya yazdığı tümü geri dönmüş mektupları titizlikle arşivler.

‘Hayallerimin Kadını’ yönetmenin önceki filmleri gibi saf gerçeklikle fantezinin, gerçeküstünün içiçe geçtiği unutulmaz anlarla dolu. Gordon Green’in yalnız adamlar albümünün şimdilik sonuncusu posta kutusunun altındaki bal peteği, fotoğraflarla donatılmış eski bir kayık, anahtar yutmuş ev kedisinin yakın çekim operasyon süreci ya da uzaktan uzağa Godard’ın ‘Week End’ine selam sarkıtan parçalanmış karpuzların nedensiz bir biçimde dört bir yana saçıldığı zincirleme yol kazası gibi uyumsuz sahneleri ardarda sıralıyor. Yönetmenin değişmez çalışma arkadaşlarından Tim Orr’un görüntülerinden, Explosions in the Sky ve David Wingo’nun müzik çalışmasının desteğini alan ‘Manglehorn’un bir diğer sürprizi de sinemada çok sık izleyemediğimiz Holly Hunter’ın varlığı. Deneyimli oyuncunun yaşlı çilingirden ilgi ve şefkat bekleyen geçkin ve alımlı banka memuresi kompozisyonu keşke daha uzun yazılsaymış diye hayıflanmaktan kendimizi alamıyoruz.

(23 Ağustos 2015)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Pixels

Oyun, en büyük sosyalleşme aracı. Eskiden sokağa çıkılır, bir araya gelinir, birlikte oynanırdı; artık bilgisayar ekranı karşısında -kimi zaman elektronik kimi zaman arkadaşınızla ama- tek başına oynuyorsunuz. Buna da bağlı olarak “sosyalleşme” kavramını yeniden tanımlamak gerekiyor.

80’li yıllarda, elektronik oyunlar, “atari salonları”nda büyük bir heyecan içinde, kazanma hırsıyla girdi yaşamımıza. Tıpkı sokak oyunlarında olduğu gibi kazanma hırsıyla oyunu okumaya, yöntem geliştirmeye çalıştı çocuklar. Kimi fırsatları iyi değerlendirdi (limonata satan kardeşinin para çantasını kapıp oyuna yatıran siyaseten de kazanmayı bildi), kimi oyun kahramanına gönül verdi (film icabı da olsa kavuştu sonunda), kimi keyfini sürdürdü (hileyle kaybettiği şampiyonluğu bu kez gerçekten kazandı).

Hayat da bir oyundur

Çocuk filmi gibi gözükse de Pixels, özellikle 80 kuşağının (artık Y kuşağı deniyor) nereden nereye geldiğini anımsayacakları hoş bir komedi. Sadece onlar için değil, günümüzün siyasi konjonktürü açısından baktığımızda hepimizin dersler çıkarabileceği bir film.

Mimar Sinan, “bu minare eğri” diyen çocuk için halatlarla çektirerek minareye doğrultturmuş, çünkü o eğri söylentisinin ardını arkasını almak mümkün değilmiş… Bizim siyasilerimiz hayatın içine girmedikleri için ne gibi hatalar yapıyor pek bilemiyoruz ama bir karikatüre konu olduklarında ne denli sert tavır aldıklarını biliyoruz; kaldı ki “Okuma bilmeyen Başkan” saptaması… Amerikan filmlerinin standart bütün trükleri yer alıyor filmde; hem aşk var hem komedi hem de dram. Hepsi dozunda ve film bittiğinde keyif aldığınızı siz de fark ediyorsunuz.

Oyun kahramanları…
Chris Columbus’un yönetmenliğini üstlendiği filmde Adam Sandler, Kevin James, Michelle Monaghan, Peter Dinklage, Josh Gad ve Brian Cox bizi 1980’li yılların unutulmaz figürleri Sam Brenner, Will Cooper, Ludlow Lamansoff ve Eddie “Ateş Püskürten” Plant ile atari salonlarında dünyayı kurtarmaya götürüyor bir kez daha. Uzaya gönderilen tanıtım videosunu kendilerine savaş ilan edildiğini sanan uzaylıların saldırısını engelliyor, bağlı olarak Dünyayı kurtarıyorlar.

Bir dönemin en çok duyulan PAC-MAN, Donkey Kong, Galaga, Centipede ve Space Invaders oyunlarını anımsamak için de bir fırsat kuşkusuz.

Pixels, yönetmen Chris Columbus, oyuncular Adam Sandler, Kevin James, Michelle Monaghan, senarist Adam Sandler, Timothy Dowling, Tim Herlihy, dağıtım Warner Bros, gösterim tarihi 21 Ağustos.

(23 Ağustos 2015)

Korkut Akın

Hayallerimdeki Kadın (Manglehorn)

Hangimiz hayaller âleminde yüzmedik, hangimiz hayallerimizin gerçek olması için birçok şeyi feda etmeyi göze almadık. Bazılarımız başardı, bazılarımızsa vazgeçti. Bazılarımız gıpta ile izlendi, bazılarımız kaybettiği gibi kayboldu da…

Yaşamın tam da kendisinde, her an görebileceğimiz bir karakter ile çıkıyor karşımıza Al Pacino. İçinde fırtınalar kopan ama dışına hiç yansıtmayan (hiç mi yansıtmıyor) çilingir Manglehorn aradan geçen onca yıla rağmen düşlerinde canlı tuttuğu platonik sevgilisini, kendisine ilgi duyan kadına (Holly Hunter) tercih ediyor. Film de orada başlıyor zaten.

Yönetmen David Gordon Green, senaryoyu doğrudan Al Pacino için, onu düşünerek yazdığını söylüyor. Al Pacino da, yılların deneyimiyle, döktürüyor deyim yerindeyse.

Mektuplar ve çilingir…

Filmin metaforları çok güçlü. Adam çilingir ama bir kadının kalbini açamıyor. Yazdığı mektuplarsa sürekli geri dönüyor. Nasıl yalnız kalmasın, nasıl bunalıma sürüklenmesin… Müşterilerine karşı müşfik, yardımsever biri olan çilingir, kendi çocuğuna (platonik sevgilisinden olmadığı için mi) o yakınlığı, o sıcaklığı gösteremiyor.

Hayallerimdeki Kadın (Manglehorn) bir Amerikan filmi ama tam bir Avrupa havasında… Tam bir festivallik film tadında. Derinliği olan ve salondan çıktıktan sonra da etkisini sürdüren film, bilinçli ve duyarlı sinemaseverler tarafından büyük bir keyifle izlenecektir. Alışılageldiği gibi sıradan bir seyirlik olmadığı için ‘sıkıcı’ yorumları yapılsa da aslında hepimizin (ama hepimizin) içindeki bir başka dünyayı açığa çıkarabileceği için bile izlenmeli.

Herkesin kendince bir mesaj alacağı filmde Al Pacino gerçekten başarılı. Yalnızlık bunaltısını, yalnızlığın tedirginliğini, çözümsüzlüğünü ve o tutkudan kurtulamamanın haklı hüznünü elle tutulur düzeyde yansıtıyor.

Başrol oyuncusu ile hatırlanır, onu çıkardığınız zaman film de kaybolur. Tekrar çevrimlerde de rastlıyoruz, aynı tadı vermiyor. Bu filmde de Al Pacino’nun yerine kim gelirse gelsin aynı film olmaz.

Hayallerimdeki Kadın (Manglehorn), yönetmen D. Gordon Green, yuncular Al Pacino, Holly Hunter, Harmony Korine, Chris Messina, gösterim tarihi: 21 Ağustos

(18 Ağustos 2015)

Korkut Akın

Bir Zamanlar Yugoslavya’da: Emir Kusturica

Büyük Boşnak yönetmen Emir Kusturica’nın, Tito’nun ülkesi Yugoslavya parçalanmadan önce bu ülkenin dönemlerine baktığı “Dolly Bell’i Hatırlıyor musun?”, “Babam İş Gezisinde” ve “Çingeneler Zamanı” filmlerini hatırlatmak istedik. Koca bir tragedya sunan Kusturica’nın yapıtlarında Fellini ruhuna da dokunuyorsunuz.

“Dolly Bell’i Hatırlıyor musun?..”

Boşnak usta Emir Kusturica’nın 1981’de çektiği “Sjecaš li se Dolly Bell-Dolly Bell’i Hatırlıyor musun?” bir ilk film. Bu filmin senaryosunu yönetmenle beraber Abdulah Sidran yazmış. Filmin müziklerini Zoran Simjanovic bestelemiş. Görüntülerse ünlü kameraman Vilko Filac’tan. Bu film, Venedik Film Festivali’nde ilk filmlere verilen “Altın Aslan’ı da kazandı. Bu filmi seyrederken yoksulluğa da dokunuyorsunuz. Ayrıca Kusturica’nın filmlerinde Fellini ruhunu da hissediyorsunuz her zaman. Fellini filmlerindeki gibi bütünden parçalara gidiyorsunuz. Her şey yoğun ve bir sirkin içindeymiş gibi.

1960’lı yıllar. Yaz ayları… Film, dernekteki toplantıyla açılıyor. Kıdemli önder yoldaş Cica (Zika Ristic), Saraybosna’nın bu kenar mahallesinde gençleri kötü yollardan uzak tutabilmek için müzik topluluğu kurulmasını öneriyor. Yoldaşlar da bunu kabul ediyor. Ardından panayır yansıyor. Ön jenerik sürerken 16 yaşındaki Dino’yu (Slavko Štimac), direkteki megafondan çılgınca etrafa saçılan İtalyanların büyük şarkıcısı Adriano Celentano’nun söylediği “24 Mila Baci” (24 Bin Öpücük) şarkısını kendinden geçerek dinlerken buluyor kamera. Küçük kardeşi de çekilişle güvercin işi yapıyor. Dino’nun takıldığı çete de orada. Sigara içiyor. Abisi Kerim, onu sigara içerken gördüğünde tokat atıyor. Akşam olunca Dino ve çetesi şarabı ve sigarayı paylaşıyorlar. Yanlarına biraz büyük olan Marbles (Aleksandar Sasa Zurovic) geliyor birayı yudumlarken. “Marble”, İngilizcede “mermer” anlamına geliyor. Mermer gibi ifadesiz ve soğuk gibi anlamlara geliyor. Altında donu olmayan bir kızı anlatıyor. Onunla sevişecekken başarısız olmuş. Sonra sevdiği şarkıyı mırıldanıyor Marbles. “Esen meltemin altında / Mavi denizin kumsalında / O sarışının hayalini kurdum / Nasıl da mutluydum” diye sürüp gidiyor şarkı. Çok geçmeden, Pog geliyor motosikletiyle. Pezevenk “Yumurcak” Pog, hapisteymiş. Dino’yu çağırıyor. Ne konuştukları anlaşılmıyor. Dino’nun, evlerinin üstünde özel bir yeri var. Erkek tavşanı Pero ve güvercinleri var. Burası Dino’nun tüm dünyası, sığınağı. Evde akşam yemeği yerlerken, eve baba Maho (Slobodan Aligrudic) geliyor. Her zamanki gibi sarhoş geliyor elbette. Dino evde, babası Maho, annesi Sena (Mira Banjac), kendinden küçük erkek kardeşi Midho ve çok küçük kız kardeşiyle yaşıyor. Kerim, Dino’yu sigara içerken yakaladığını söylüyor babasına. Maho’nun sigara tabakası ve çakmağı var. Değerli. Zamanı gelince kime bırakacağını biliyor tabakayı. Yağmur yağıyor, dam akıyor. Maho, bilime inanıyor ve bilimsel makaleleri dinlemeyi de seviyor. Sosyalizme de bilimsel bakıyor. Maho, “Sosyalist komünizmde bilimsel yaratıcılığı öne çıkarmalıyız” diyor çocuklarına. Maho, Dino’yu çok seviyor, çünkü Dino bilimi seviyor. Dino, kendi sığınağında Marbles’le başlarını suya sokmadan önce Emile Coué’nin “Her geçen gün iyiye gidiyorum” sözünü söylüyorlar beraberce. Sonra da gözleri parlak olsun diye yüzlerini suya batırıyorlar. Dino, hipnoz üstüne çalışıyor. Marbles de ondan bir şeyler öğrenip kadınları hipnoz ederek onlarla sevişmek istiyor.

Lokalde. Dino, “Dörtgöz” (Boro Stjepanovic) dedikleri derneğin önderiyle satranç oynuyor. Sonra Dino ve çetesi partide eğleniyorlar. Pog da oraya geliyor. Sahnenin perdesi açılıyor ve Marbles sevdiği şarkısını söylemeye başlıyor. Sonra müzik-eğlence filmi izliyorlar. Fonda Beethoven’in “9. Senfonisi”ni çağrıştıran müzik de duyuluyor. Film izlenirken, “Dörtgöz” de müzik grubu için eleman seçiyor. Elbette Dino ve çetesi bu grup. Sonra filmde görünen ve striptiz yapan sarışın Dolly Bell hepsini büyülüyor. Ama Dino’yu daha çok. Akşam evde. Her zamanki gibi baba Maho eve geliyor. Salonun ortasındaki masada yemek yeniyor. Çakırkeyf Maho Sena’yla dans ediyor. Maho, “Komünizm 2000’li yıllara kadar gelmeli” diyor coşkuyla. Çünkü komünizm bir bilim Maho’ya göre. “Herkes komünizmi içinde var etmeli” diyor Maho. Maho, hipnoza karşı. Ona göre, bu ideolojikmiş. “Komünizm fabrikalarda doğdu” diyor neşeyle. Dino’ysa özel sığınağında hipnoz kitabı okumayı sürdürüyor. Sonra pezevenk Pog geliyor yanında bir kızla. Dino, kızı yukarı, kendi yerine çıkartıyor. Kız merdivenlerden tırmanırken, Dino da hayatında ilk defa eteğin altındakileri görüyor. Dino, gazlı lüks lambasını yakıyor. Kız rahat. Dino ne yapacağını bilmiyor. Kız kendine Dolly Bell diyor. Dolly Bell sarışın değil miydi? Dolly Bell (Ljiljana Blagojevic), üstünü çıkartıyor ve irice göğüsleri ortaya çıkıyor. Dino bunları da ilk defa yakından görüyor. Dolly Bell’e yiyecek bir şeyler almak için alt kattaki eve giden Dino’yu uyuyamamış Maho görüyor. Sonra onu takip ediyor, kızı fark ediyor. Gururlu olsa da merak içinde Maho. Sabah… Duvar aynasında tıraş olan Maho, Dino’ya dokundurmalı laflar gönderiyor kızın farkında olduğunun. Dino’ya, “Kadınlar tuz gibidir. Onsuz da olunur” diyor Maho. Tavan arasına çıkıyor. Dolly Bell uyanmış, Dino’nun tavşanı Pero’yla oynuyor kız. Kız soyunuyor, utangaç Dino ona bakamıyor.

Gündüz ailecek halalarını ziyarete gidiyorlar. Hala (Nada Pani) güzel yemekler hazırlamış avluda yiyorlar. Enişte (Pavle Vujisic), Türk sazı çalıyor, türkü söylüyor. Elbette sesi pek iyi değil eniştenin. Midho da en çok jayalini kurduğu bisiklete binmeye çabalıyor. Sonunda bisikletle masaya bindiriyor, yemek sefası bitiyor. Ebeveynler neşeyle dans yaparlarken, yağmur yağmaya başlıyor ardından. Herkes içeri girerken, yağmurda ıslanmak istiyor Maho. Belki de bu hayatının kırılması olacak Maho’nun hastalanarak. Kendi sığınağında Dino, hipnoz hakkında konuşuyor Dolly Bell’le. Kız anlamasa da dinliyor. Hipnozla dünya daha eşit olur muydu? Gece gitar çalıp şarkı söylüyor Dino. Sonra eve dönüyor. Masada babası oturmuş sanki onun gelmesini bekliyormuş gibi. Dino’ya sigara uzatıyor Maho. Sigarayı alıyor. Maho, dolaylı yollardan kadınlar üstüne konuşuyor Dino’yla. “Her canlının teninde özel bir yüzey var. Ona dokunduğunda beyninde salgı başlar, bedeni fiziksel olarak tıkayan. (…) Maddi dünyada hiç etkisi olmaz. Tamamen kimyasaldır. Ama kimya da fiziktir. Fizik de biyolojidir. Tamamen diyalektik” diyor Maho, sevişme üstüne nutkunda. Dino pek anlam veremiyor bu sözlere. Tavan arasında Dolly Bell yıkanırken, Dino da güvercinlerini besliyor. “24 Mila Baci” şarkısını da coşkuyla mırıldanıyor. Tüm dişiliğiyle tam karşısında Dolly Bell. “Öpüşmeyi biliyor musun” diyor Dolly Bell. Sürahiyle başlarına su döküyorlar. Ardından Dolly Bell, dudaktan öpüşme dersi veriyor Dino’ya. Gündüz, Maho’nun rötgen filmlerine bakıyor çocuklar evde. Olağanüstü toplantı yapıyor ve vasiyetini Midho’ya yazdırıyor. Tabakasını ve çakmağını Dino’ya bırakıyor Maho.Sonra yine Dolly Bell’le Dino. Kıza, doğal yollarla öleceğini söylüyor mum ışığı altında. Yatağa uzanıyorlar. Dolly Bell’in yumuşak tenini yakından hissediyor Dino. Ama bu mutluluk anı uzun sürmüyor. Pog ve Dino’nun çetesi oraya geliyor. Önce Pog, ardından diğerleri Dolly Bell’e tecavüz ediyorlar. Yağmur damlalarına Dino’nun gözyaşları karışırken. Sabah Pog, Dolly Belly motosikletiyle götürüyor. Dino için şiir bitiyor böylece. Dino kederler içinde. Kendi sığınağında tavşanı hareketsiz yatarken buluyor. Pero ölüyor muydu? Maho da hastaneye gidiyor. Dino babasını hastane kapısına bırakıyor şehirde. Maho, “Evlen” diyor oğluna. “Soğukkanlı ol. Kadınlar, soğukkanlı erkekleri sever” diye nasihatte bulunuyor Dino’ya.

“Dörtgöz”, Dino ve çetesiyle derneğin orkestrasını kuruyor. Sonra Dino yine hastaneye gidiyor. Kamera, geriye doğru kayıyor ve Dino banka oturuyor. Babasına yemek getirmiş. Ardından Maho geliyor. Ona sigara veriyor Dino. Ondan annesine destek olmasını istiyor Maho. Eve geldiğinde bayramlık elbiselerini giyen Dino, tavşanını pazarda satıyor. Beyaz ceketiyle şehre gidiyor, gece kulübünde Dolly Bell’in striptizini izliyor biraları içerken. Otel odasında Dolly Bell’le buluşan Dino, onun sarı peruğunu çıkartıyor ve hayatının en mutlu anını yaşıyor. İkisi de soyunuyor. Yatağa uzanıyorlar. Sevişiyorlar. Dino cenneti keşfediyor bu unutulmaz anda. Mutluluk uzun sürmüyor ve Pog geliyor. Dolly Bell’den kazandıklarını istiyor, Dolly Bell’i dövüyor. Buna dayanamayan Dino, tüm gücüyle Pog’la dövüşse de iyi bir dayak yiyor.

Evde. Babası hastaneden taburcu olmuş. Dino masada yemek yerken Pog’u nasıl dövdüğünü anlatıyor, mağlubiyet yüzündeki morluklara yansırken. Dino, Midho ve Kerim aynı yer yatağında uyuyorlar gece. Sabah… Evde hemşire de var. Dino, babasına çok sevdiği bilim ve teknoloji haberlerini okuyor gazeteden. Dünyanın her tarafından yüz milyon bilim insanından oluşan bilim ordusu bir araya gelmiş ve bir insan ömrü kadar sürede dünyayı kurtarmanın mümkün olduğunu belirtmişler. Gazetede, “Önce Kuzey Kutbu’ndan Güney Kutbu’na doğru dev bir siper inşa edilir. Ardından yerkürenin dönüş eksenine de etki yapılarak eksi dereceler tamamen ortadan kaldırılabilir. Ebedi gündüzlerin baharına kavuşulur” yazıyor. Maho, “İyi fikre benziyor” diye mırıldanıyor. Anne ve çocuklar da salonun kapısından onları izliyorlar. Dino okumayı sürdürüyor. Haber, “Hint Okyanusu’nun hareketli kütlesi gezegenimizin dengesini bozuyor. (…) Hint Okyanusu’nun kurutulmasıyla dünyadaki karasal alan 91 milyar 200 milyon kilometrekareye ulaşabilirdi. Bu alanın tarıma elverişli hale getirilmesiyle 146 milyar insan beslenebilirdi” diye sürüp gidiyor. Maho, “Şimdi kaç kişiyiz” diyor. Dino da “İki veya üç milyar” diye cevap veriyor. Maho da, “Beni sayma” diyor latife ederek. Eğer tüm okyanus suları başka bir yere akıtılabilseymiş, dünya 72 katrilyon daha hafif olurmuş. Dünya, güneşten 30 milyon km daha uzağa da taşınırmış. Üstelik bir yıl 365 gün değil, tam 425 gün olurmuş. Yaşanan tek mevsim de sadece yaz olurmuş. Maho, “Daha zekice Tanrım” diyor ve gözlerini dünyaya kapatıyor, insanların atalarının maymun olduğunu öğrenemeden. Maho’nun başı kıbleye gelecek şekilde yatırılıyor. Artık ev, bir yas evi. Enişte de elinde bisikletle geliyor eve. Midho’nun gözü de bisiklette. O sırada “Dörtgöz” geliyor cenaze evine. Dino’yu alıp götürüyor. Dernekte şarkı söylüyor Dino, kendi çetesiyle. Gençler de bu müthiş müzikle dans ediyorlar. Bu, Cica için hoşgeldin konseriymiş. Gündüz… Dino ve ailesi bu mahalleden taşınıyorlar. Uzakta şehrin apartmanları yansıyor. Kamyonun arkasında oturan Dino sigarasını tüttürürken, “Her geçen gün biraz daha iyiye gidiyorum” diyor sürekli tekrarlayarak. Son jenerik yazıları da uzaktaki şehir apartmanları üzerine düşüyor. Gerideyse, coşku ve keder kalıyor.

“Babam İş Gezisinde…”


Emir Kusturica’nın ikinci filmi 1985 yapımı “Otac na Sluzbenom Putu-Babam İş Gezisinde”, bir çocuğun gözüyle yansıyan, çocukluk dönemi üstüne muhteşem bir film. Bu filmin senaryosunu Abdulah Sidran yazmış. İnsanı etkileyen müzikleri de Zoran Simjanovic bestelemiş. Görüntülerse elbette kameraman Vilko Filac’tan. Bu film, 1985 yılında Cannes Film Festivali’nde “Altın Palmiye” ve “Fibresci” ödülleri kazanmıştı.

Saraybosna, 1950… Yaz… Hasat zamanı. Filmin hikâyesi, altı yaşındaki Malik’in (Moreno Bartolli) iç sesiyle yansıyor. Hikâye 1952 yılına kadar sürüyor. Küçük oğlan, “Adım Malik Malkoç” diyor. Kasım 1944’te doğmuş. Kendi doğduğunda annesi bir aylık fazladan maaş almış. En iyi arkadaşı da Yoza’ymış. Yoza’nın babası Franjo (Predrag Lakovic), çok içen ve gitarıyla Meksika şarkıları söyleyen biriymiş. Malik’in annesi, Franjo’ya içme dermiş hep. Malik’in babası Franjo’ya “Neden Meksika şarkıları söylüyorsun” demiş. Franjo da, “Yoldaş Meşa, böyle zamanlarda en güvenlisi bu” dermiş. Başkan yoldaş Tito’nun Yugoslavya ülkesi, etnik ve dini farklılıkları bir araya getirse de, bu bir yere kadar gitti, sonunda patladı. Tek parça denilen ülke parçalandı ve iç savaş sonucu milyonlarca insan öldü. Soykırımlar yaşandı 1990’ların başında. Birliğin ilk bağımsızlığını ilan eden parçası Slovenya’ydı. Almanya, kültürel olarak yakınlık hissettiği Slovenya’yı tanıyınca, diğer parçalar da bağımsızlıklarını ilan ettiler hemen. Yugoslavya’da her zaman büyük lokmayı yutan Sırbistan, Bosna Hersek’e saldırdı. Sırp ve Hırvat faşistler trajedilerin çoğalmasına neden oldular bu iç savaşta. Yugoslavya, yani “Güney Slavya” tutkalla birbirine yapıştırılmış yapay bir ülkeydi belki. Parçalandı. Kusturica’nın 1980’lerde çektiği ilk iki film bu Yugoslavya’yı fotoğrafladı işte. Tutkalla bir arada tutulan Tito’nun Yugoslavya ülkesini.

Trenin kompartımanında Malik’in babası Meşa (Predrag Manojlovic), can sıkıntısıyla gazetede bir karikatüre gözü ilişiyor. Karikatürde, Marks masada oturmuş, Stalin’in de fotoğrafı çerçevelenmiş duvara asılmış. Meşa, “İleri gidiyorlar artık” diyor. Karikatürü metresi Ankica’ya (Mira Furlan) gösteriyor. Ankica, Meşa’nın karısı Sena’yı (Mirjana Karanovic) boşayıp kendisiyle evlenmesini bekliyor. İki yıldır bıkmış Meşa’nın yalanlarından. Kompartımandan öfkeyle çıkıyor. Bir satıcı ona barışmak için ruj satıyor. Elbette Meşa iki ruj alıyor. Karısı da var çünkü. Meşa, Ankica’yı tuvalete sürüklüyor ve sevişiyorlar. Meşa eve dönüyor. Sokakta oynayan Malik’i alıp eve giriyorlar. Meşa, gözlüklü büyük oğlu Mirza’ya (Davor Dujmovic) küçük projeksiyonuna objektif de getirmiş. Evde karısı Sena’nın babası Muzaffer de (Pavle Vuisic) yaşıyor. Banyo yapmaktan da pek hoşlanmıyor yaşlı kurt. Mirza, evde yeni objektifiyle çizgi film gösterisi de yapıyor hemen. Projeksiyon makinesinin kolunu Malik çevirirken, Mirza da akordeonu çalıyor film müziği gibi. Gündüz… Beden kültürünü geliştirmek için gösteriler yapılıyor ulusal bayramda. Havada uçaklar uçarken, paraşüt gösterileri de propagandanın parçası. Ankica da uçak kullanıyor törenlerde. Sosyalist bu ülkenin ilk planör uçuran kadınıymış. Törende Meşa’nın kayını Zijo da var parti kontenjanından. Tören sonrası cipte Ankica, Meşa’nın gazetedeki karikatürü eleştirdiğini söylüyor. Bu ihbar acılar getiriyor çok geçmeden.

Meşa, Zijo’nun bürosuna gidiyor. Bu anlar soğuk ve insanı tedirginliğin içine düşürüyor. Yönetmen bu anlarda sıkça vantilatörleri gösteriyor. Bu anlardaki vantilatörler, hem bir kısırdöngüye hem de bir sıkıntıya düşüşe metafor yapıyorlar. Karar verilmiş. Ama Meşa durumu anlıyor. Ankica’nın Zijo’yla beraber olduğunu. Zijo ona rahatlama içkisi de ikram ediyor son olarak. Ama sürgüne gitmeden önce oğulları Mirza ve Malik’in sünnet yaptırıyor Meşa. Sünnete Zijo’yu da davetli. Komşuları da var yemekte. Komşularının kızları Nataşa (Jelena Covic), şimdi asker olan Sena’nın kardeşi Fahro’yla nişanlı. Nataşa, tuvalette Fahro’nun fotoğrafına bakıyor gizlice. Mirza ve Malik’in amcaları berber Hamdo (Tomislav Gelic) sünnet ediyor ikisini de. Sünnetten sonra Meşa vedalaşıp gidiyor. Malik, babasının iş gezisine çıktığını sanıyor. Sena için zorlu günler de başlıyor. Dikiş makinesiyle dikiş işleri yapıp evin geçimini çıkarmaya çabalıyor. Gece… Malik, ortadan kayboluyor. Malik’in uyurgezerliği yine nüksetmiş. Dede, Sena ve Mirza beraberce Malik’i aramaya çıkıyorlar. Malik, köprünün üst demirinde usulca yürürken görüyor Sena. Usulca ona yaklaşıyor ve Malik annesinin güvenli kollarına geliyor uyurgezer. Evde Mirza, yatakta uyuyan malik’in ayağına ip bağlıyor, ucuna da çan takıyor uykusunda başını alıp gitmesin diye.

Sena, kardeşi Zijo’nun evine gidiyor Meşa’nın sürgününü öğrenmek için. Şimdi okulda beden eğitimi öğretmenliği yapan Ankica, şimdi Zijo’yla beraber. Evleniyorlar. Uykudan uyanan Zijo, “Patronun emir kuluyum” diyor. Sena, Meşa için birkaç parça giysi getirmiş Zijo ulaştırsın diye. Zijo, yeğeni Malik için aldığı futbol topunu veriyor Sena’ya. Gündüz… Yağmur yağıyor. İnsanlar sokakta toplanmış megafondaki konuşmayı dinlerlerken, Mirza okuldan çıkıyor. Malik’i görüyor Yoza’ya futbol topunu satarken. Tepki gösteriyor. Ama Malik’in soylu bir davranışı var bu satışta. Anneleri, hiç dikiş makinesinin önünden kalkmıyor evin geçimi için. Hem dikiyor hem ağlıyor. Malik annesine destek olmak istiyor bu küçük parayla. Gece Sena’nın asker kardeşi Fahro dönüyor eve. Mutluluk geliyor onun gelişiyle. Nişanlısı Nataşa’yı da özlemiş. Fahro gündüz yeğenleri Mirza ve Malik’i sinemaya götürüyor. Mirza, makinistten film parçaları alıyor evde göstermek için. Ertesi gün Fahro müjdeyi getiriyor Sena’ya. Çünkü Meşa’dan mektup gelmiş.

Trende… Sena ve Malik, Meşa’yı ziyarete gidiyorlar Lipnica’ya. Bıyıklarını kesmiş Meşa tam anlamıyla çökmüş. Hasretini çektiği karısıyla bir an önce sevişmek de istiyor. Yatakta Sena’nın göğüslerine özlemle bakıyor. Malik, anne-babasının fısıltılı konuşmalarıyla uyanıyor, sonra da muziplik yapıveriyor. Onu uyutma çabaları yorgun babayı da uykunun derinliğine çekiyor. Malik, özlediği babasının sıcaklığına bırakıyor kendini. Sena, Saraybosna’ya döner dönmez doğrudan okula, Ankica’nın yanına gidiyor. Sena bir şeyleri anlamış. Öğrencilerin bakışları altında Ankica’yla kavgaya tutuşuyor Sena. Yanında Malik de varken. Sonra kilisede cenaze töreni düzenleniyor. Yoza’nın babası Franjo vefat etmiş.

1951 yılı… Malik mutsuz. Çünkü Hidroelektrik Santralı (HES) yapılacak Zvornik’e taşınacaklarmış. Babası oradaymış şimdi. Eşyalar toplanıyor, kamyonete yükleniyor. Dede Muzaffer evde kalıyor. Sena, Malik ve Mirza kamyonette şoför mahallinde yolculuk yaparlarken, altta da gitar eşliğinde etkileyici bir şarkı duyuluyor. Yollardan, ormanlardan, tünellerden geçip gidiyor kamyonet. Şarkı, “Baban çok zaman önce gömüldü / Nemli toprağa gömüldü / Kardeşin çok zaman önce gitti Sibirya’ya / Çok zaman önce çınlayan prangalarla / Baykal serserisi geri döndü / Annesine / Merhabalar anne / Babam ve kardeşim iyi mi” diye uzayıp gidiyor. Şarkıyı gitarıyla söyleyen Rus Dr. Ljahaov (Aco Djorcev) söylüyor. Meşa onun yanında. Kamyonet, Drina kıyısına geldiğinde bir asker (Aleksandar Sasa Zurovic) şoförden sigara istiyor, sonra da geçmelerine izin veriyor. Aile yeniden birbirine kavuşunca mutluluk meltemi esiyor. Kamyonet salla karşı kıyıya taşınıyor. Malik için buraya gelmek Maşa’yı da tanımak oluyor. Kendinden birkaç yaş büyük Maşa’yla ilk aşkını yaşıyor Malik. Dr. Ljahaov’un karısı ve kızı Maşa (Silvija Puaric), aileye sıcak davranıyorlar. Malik okula da başlıyor. Malik, Yugoslavya’nın futbolda İsveç’i 2-1 yendikleri gün âşık olduğunu anlamış. Maşa hasta. Kanının sürekli değiştirilmesi gerekiyor. Öte taraftan Maşa da, kendini gözlem altında tutan okul müdürü Ostoja Çekiç’le (Slobodan Aligrudic) satranç oynuyor bol bol. Hatta Çekiç’le eğlencelere de katılıyor Meşa. Karısına alışveriş yapacağını söylüyor ve yanına Malki’i de alarak şehre gidiyor. Yanında da Dr. Ljahaov ve Çekiç de var. Otelin restoranında sahnede müzik çalarken, hepsi eğleniyorlar. Çekiç üç kadın ayarlıyor. Kadınlar masaya geldiğinde Meşa içlerinden birine romantik bakışlar fırlatıyor, masanın altından ayağını kadının bacaklarına sürtmeye başlıyor. Malki masanın altında kibriti çakıp kadının eteklerini tutuşturuveriyor. Sonra herkes odalarına çekiliyor. Meşa kadınla odada sevişirken, arabada uyuyan Malik uyurgezerliği nüksedince ortadan kayboluyor. Telaşla onu arıyorlar. Ormanda kayaların üstünde uçuruma yakın Malik’i fark ediyor Meşa. Onun yanına gidiyor, Malik geriye, babasının sıcaklığına bırakıyor kendini. Sabah evde. Sena, Meşa’ya öfkeli davranıyor “Keşke seni bırakmasalarmış” diyor. Meşa, “Salak karı” deyip bir tokat atıyor ona. Sena, kocasının neler yaptığını biliyor hep. Malik annesine sarılınca kavga uzun sürmüyor. Hepsi beraber Mirza’nın akordeonunun tınılarıyla mutlu oluyorlar. Gece. Malik yine uyurgezer yataktan çıkıyor, sokakta yürüyor, doktorun evine gidiyor. Doktor ona kapıyı açıyor. Malik merdivenlerden çıkıyor ve doğruca Maşa’nın odasına gidiyor. Doktor da onların üstünü örtüyor. Sabah banyoda. Malik aynanın karşısında dişlerini fırçalarken, Maşa da küvette banyo yapıyor. Sonra Malik de küvete giriyor. Donunu çıkartıyor. Malik, arkadaşı Yoza’nın şeyiyle ağırlık kaldırdığını bile söylüyor. Ama kendisi yapamıyormuş daha. Amcasının kendisini sünnet ettiğini söylüyor Malik. Maşa, “Yahudiler de sünnet oluyor” diyor. Maşa, doktorlara sünnet olmanın daha iyi olduğunu söyleyince, önce kendi pipisine, sonra kızın önüne bakıyor, hiçbir şey göremiyor yukarıdan aşağıya küçük bir çizgi dışında Malik. Demek ki doktorlar sünnet ederse hepsini götürüyorlarmış. Üstelik Maşa’nın da babası bir doktordu. Bir mutlu gün geliyor. Çünkü Malik izci oluyor bugün. Hem de başkana meşaleyi o verecek. Babasının ezberlettiği sözleri de söyleyecek. Törende meşaleyi başkana verirken heyecanlanıyor ve bunalıma giriyor Malik. Teselli etmek de babasına düşüyor onu. Çekiç, Meşa’yı çağırıyor. Yüzünde hiç umut vermeyen bir ifade var. Yine vantilatör yansıyor sıkça. Çekiç, Meşa’ya içkisini veriyor ve çok geçmeden mutlu haberi veriyor. Meşa affedilmiş ve Saraybosna’ya dönebilirmiş. Ama öncesinde Çekiç, “Parti mi Tito’yu yönlendiriyor, Tito mu partiyi” diyor. Meşa da, “Ne fark eder ki” diye cevaplıyor. Zijo ve Çekiç’in bürolarında yansıyan vantilatörler kısırdöngüye metafor yapıyordu. İlkinde sıkıntı, ikincisindeyse mutluluk hissediliyordu. Zijo ona votka ikram etmişti sürgün öncesi. Çekiç de konyak ikram ediyor geriye dönüş öncesi. Aynı şeyler farklı sonuçlara götürüyor. Kusturica’nın bu ilk iki filminde sinema adına güçlü dersler var senaryo anlamında. Kusturica filmlerinde coşku öne çıkıyormuş gibi olsa da, keder ve trajedi sarıyor hep. Onun filmleri bir tragedyaydı. Gece sokakta. Malik, cankurtarana (ambulansa) doğru koşuyor. Maşa hastaneye götürülüyor. Maşa, Malik’i teskin ediyor. Malik de çanını ona veriyor. Kadınlar, hangi yaşta olurlarsa olsunlar daha mı olgunlardı? Malik bir daha Maşa’dan haber alamıyor.

1952 yılı… Fahro’yla Nataşa’nın düğünü yapılıyor. Bu düğünde geçmişin hesaplaşmaları da yaşanıyor. Dayısı Zijo, Malik’e futbol topu hediye ediyor. Düğünde Zijo’nun karısı Ankica da var. Meşa, içerlerken, Zijo’yu affetmediğini söylüyor. Onun ispiyonuyla iki yıl sürgün olmuş, kolay değildi. Ama Meşa, hamile karısının Zijo’yla barışmasını istiyor. Sena, kardeşini görmeye bile tahammül edemiyor onca acı çektirdikten sonra. Zijo, uykusuzluk çekiyormuş. Vicdan azabından mı, yoksa şeker hastası olduğundan mıydı? Zijo şarkı söylerken başı masaya düşüyor. Alnı kanıyor. Fahro onu içeri götürüyor. Dede Muzaffer, Mirza’ya valizini getirmesini söylüyor. Meşa, Ankica’yı eski eşyaların konduğu bodrum katına sürüklüyor. Ankica’nın üstündekileri parçalarmış gibi çıkartıyor. Sonra da ona tecavüz eder gibi sevişiyor. Ankica da karşı koymuyor. Malik, pencereden bu olayı izliyor. Bodrumda kalan Ankica, klozetin ipiyle intiharı deniyor, başaramıyor. Sadece ağlıyor. Dede Muzaffer, haftada bir banyoyu göze alarak huzurevine doğru yol alıyor. Çünkü bıkmış tüm gerilimlerden. Radyodan da maç yaıyını dinliyor insanlar bahçede. Yugoslavya, SSCB’yi 3-1 yenmiş. Malik uykusunda rüya görüyor. Bu gerçeküstücü anda Malik havaya kalkıyor, ağacın boyunu aşıyor. Sonra kameraya dönüp gülümsüyor ve görüntü donarak nostalji oluyor. Son jenerik yazıları akıyor hemen.

“Çingeneler Zamanı…”

Emir Kusturica’nın 1988 yapımı üçüncü filmi “Dom za Vešanje-Çingeneler Zamanı”, sinemasında dönüm noktası. Coşku daha bir öne çıkmaya başladı bu filmle. Ama keder ve trajedi devam etmeyi de sürdürdü. Dünya dağıtımını Columbia’nın yaptığı, Film Forum’un sunduğu yapıtın senaryosunu yönetmenle beraber Gordan Mihic yazmış. Kusturica’yla ünlü müzisyen Goran Bregovic’in yolu bu filmle kesişmişti. Bu filmin müzikleri gerçek anlamıyla unutulmaz. Bu müzikler, filme imza atan bestelerden. Sinema tarihinde böyle imza atan müzikler var. Görüntülerse elbette Vilko Filac’tan. Filmi dünyaya Columbia dağıtınca birçok yerde İngilizce adıyla biliniyor bu film. İngilizcesi “The Time of the Gypsies” olan film, “Çingeneler Zamanı” olarak ünlendi. Filmin “Dom za Vešanje” orijinal adı, “Asma Ev” anlamına geliyor. Bu adın anlamını yönetmen arada bir hatırlatıyor filmde. “Çingeneler Zamanı”, 1989’da Cannes Film Festivali’nde Kusturica, “En İyi Yönetmen” ödülünü kazandı. Bu film ülkemizde, Mayıs 1990’da vizyona çıkmıştı.

Film, Çingene mahallesinde düğünle açılıyor. Beyazlar içinde şişmanca gelin öfkelerini savuruyor el arabasında sarhoşluktan sızmış damada. Ön jenerik yazıları sürerken bir deli, kameraya bakarak akıllılara konuşuyor. Ona, zehir içmesi emrediyorlarmış. Birden “Ampuller” diyor deli. Uzakta bir topluluk tabut taşırken fark ediliyor. Düğün ve cenaze aynı anda yaşanıyor. Kusturica, ince bir zihin karışıklığı mı yaratıyordu farkına vardırmadan bu giriş bölümüyle? Deli, “Kanatlarımı kırpmak isterler be! Kanatsız bir ruh ne işe yarar” diyor. Ruhu kuş gibi özgürmüş onun. Mahallede yoksulluk her yandan yansıyor. Bir köşede zar oynayan genç Merdzan (Husnija Hasimovic) “Allah baba yardım et” diyerek günahlarına destek istiyor. Oyundan kalkıp meydandaki çeşmeye geliyor Allah’ın durumunu daha iyi anlaması için. Sonra yine kumara dönüyor Merdzan. Asma evde gözlüklü Perhan (Davor Dujmovic), yürümekte zorlanan kız kardeşi Danira’nın (Elvira Sali) başucunda. Kumarda yenilmiş Merdzan eve dönüyor. Merdan, Perhan ve Danira’nın dayısı. Annesi Khaditza’ya (Ljubica Adzovic) öfkeleniyor her şeyi torunu Perhan’a verdiği için. Perhan akordeon çalıyor Merdzan’ın öfkesi sürerken. Perhan’ın hindisi de içeride dolaşıyor özgürce. Bu hindisine “güneş kuşu” diyor Perhan.

Gündüz. Aile kireç satarak geçimini sağlıyor. Perhan kireç fırınının önündeyken yanına dünyalar güzeli aşkı Azra (Sinolicka Trpkova) geliyor kireç alma bahanesiyle. Perhan, Azra’ya kirecin nasıl yapıldığını anlatırken, kamera öne doğru kayıyor, kireç fırınını üstünden yukarı çıkıyor, Perhan ve Azra ayakta konuşurken gösteriyor. Kız onunla öpüşmek istiyor. Hiç kesme yapmayan kamera, bu defa geriye doğru kayıyor, kireç fırınından aşağı iniyor, Perhan ve Azra bu defa fırının önünde oturmuş konuşuyorlar. Bu anlar insana, Antonioni’nin 1975 yapımı “The Passenger-Yolcu” filmindeki otel odası sahnesini hatırlatıyor. Afrika’daki. Kamera bu stilize alıştırmaları yaparken, Perhan da Azra’ya “Orman Anne ile Taş Anne” masalını anlatıyordu. Geceleyin… Aziz George Günü… Dışarıda perdeye yansıyan Jim McBride’ın, 1983 yapımı Breathless-Nefes Nefese” filminden anlar düşüyor. Perhan’la Azra, Richard Gere ve Valérie Kaprisky’nin oynadığı bu filmi izliyorlar. Filmde en heyecan verici ansa, filmdeki iki kahramanın sinema perdesinin arkasında seviştiği an. Perhan ve Azra da ilkleri yaşıyorlar bu anda. Sonra Perhan’ın hindisi, içmekten sızmış kemane komşuları Zabit’i (Zabit Memedov) uyandırıyor güzel uykusundan. Gözünü açan Zabit, kendi kendine kayan konserve kutusunu görünce korkudan kaçıp gidiyor oradan. Perhan’ın, büyükannesi kadar güçlü olmasa da telekinetik yeteneği var. Perhan, aynı gece Azra’nın evine gidiyor ve Azra’yı annesi Ruza’dan (Sedrije Halim) istiyor. Ruza, doğru düzgün işi olmayan baldırı çıplağa kız verir miydi? Azra’nın babası da bu çenebaz kadından yorulmuş. Koca, Ruza’nın beline ip dolayıp duvara asıyor. Perhan da kendini kilisenin çanıyla asmak istiyor. Hep ayyaş Zabit, Perhan’ı kurtarıyor, büyükannesinin yanına götürüyor. Sonra Perhan, akordeonunu çalıyor. Büyükanne ve zabit neşeyle dans ediyorlar. Hep Almanya’da olmayı hayal eden Merdzan da orada. Merdan, Şarlo gibi giyinmiş ve küçük bir gösteri yapıyor onlara. Büyükanne de bu kadar yakına gelmişken komşu Zabit’le yatmak istiyor herkes neşeliyken. Uyuyamayan Perhan, büyükannesinden annesini anlatmasını istiyor. Anneleri, Danira’ya hamileyken hastalanmış. Danira doğduktan sonra ölmüş. Büyükanne, kızının çok güzel olduğunu söylüyor. Güzel kızı, Sloven bir askere âşık olmuş. Perhan’ın rüyasında:. Sevgili hindisi kucağındayken etrafa bakınıyor Perhan. Görüntü o an kırmızımsı. Fonda o unutulmaz “Ederlezi” şarkısı duyulmaya başlıyor ilk defa. Bu, “Hıdrellez” şarkısıydı. Perhan havada uçuyor. Çingeneler nehir kıyısında toplanıyor Hıristiyan azizinin bayramında. Perhan suyun içinde ve irice göğüsleri suyun üstünde görünen Azra’ya doğru yürüyor. Sonra ikisini kayığın içinde uzanmış görüyor Perhan. Kayık suda giderken, büyükanne de tedirgin bakışlarla onları izliyor. Azra, suyun içinde kadınlara doğru yürüyor rüyanın sonunda.

Gündüz… Hindiler çiftleşiyor. Perhan, bayramlık elbiselerini giyinmiş elinde paketle Azra’yı yine istemeye gidiyor annesinden. Azra olmadan Perhan yaşayabilir miydi? Perhan’ın ardından büyükannesi de peşinden geliyor. Ruza’nın önüne para atıyor ama, Ruza işsiz birine kız vermek istemiyor. O gün İtalya’dan çete reisi Ahmet (Bora Todorovic), kardeşleriyle gösterişli bir dönüş yapıyorlar. Arabalar, karavanlar, eğlenceler. Merdan, dayanamıyor onlarla kumar oynuyor ve kaybediyor. Kaybeden Merdzan, yeniden kaybetmek için annesinden para istese de başaramıyor. Dışarıda gök yarılmış gibi yağmur yağıyor gece. Çıldıran Merdzan, ipi eve bağlıyor, pikabın yardımıyla evi çerçeve olarak yukarı kaldırıyor. Filmin orijinal adı da bu asma evden geliyor işte. Ahmet, küçük oğlu Roberto’yu iyileştirmesi için yardım istiyor büyükanneden. Telekinetik güçleri olan büyükanne zorlanmadan Roberto’yu iyileştiriyor. Sabah Ahmet, bir enkaza dönmüş büyükannenin evine geliyor minnettarlık için. Ahmet, gördüğü her çocuğu iş olarak görüyor. Onları İtalya’ya götürüp dilendiriyor. Çetenin başı Ahmet, çocukları köle edip sömürerek büyük servet sahibi olmuş. Büyükannenin evine geldiğinde de kazanacağı paraları düşünüyor. Danira’nın hastalığını öğrenen Ahmet, onu Ljubljana’da hastaneye yatırıp iyileştireceğini söylüyor büyükanneye. Perhan, kız kardeşini yalnız göndermek istemiyor. Yol çıkarken, Zabit ve küçük orkestrası da onları uğurlama müziği çalıyorlar. Perhan, sevgilisi Azra’yla da vedalaşıyor. Büyükanne elmaşekerleri de hazırlamış. Ahmet, yola çıkmadan önce çocuk İrfan’ın babasına para veriyor ve İrfan’ı satın alıyor. İrfan da onlarla beraber yola çıkıyor. Hastaneye geldiklerinde Danira orada kalıyor. Ahmet’in planları var. Perhan’ı ikna edip onu Milano’ya sürüklüyor. Dilenecek yeni çocuklar da kırmızı Ford minibüsteler. Geldikleri yerde büyükçe topraktan bir top sahası var. Üstelik kaleler bile konduruşmuş. Top sahasının yakınında derme çatma binalar, karavanlar, otobüsten bozma yatakhane vs. var. Perhan şaşırıyor. Ama hemen işi kavrıyor. Başlarında da Ahmet’in kardeşi Saddam işleri kontrol ediyor. “Saraybosnalı” denilen cüce, Perhan’a işleri öğretiyor. Yankesicilik, araba soyma, dilenen çocukları gözetleme vb. Mekâna döndüğünde, diğer çocuklar gibi Perhan’ın da üzeri aranıyor. Az para çıkınca Saddam onu döverek işkence yapıyor. Perhan, gizliden gizliye para biriktirmek için de bu dayak fikir veriyor. Perhan, kazandığı paranın bir kısmını zulaya ayırıyor ve çetenin ruhu bile duymuyor sonra. Ahmet’in karısı da orada kalıyor. Roberto’nun annesi. Bunca kötülüklerin ve sertliklerin içerisinde şefkat duygusu azalmamış.

Gerçeküstücü bir an gibi, Perhan bir eve giriyor. İlk işi. Orada bir piyano görüyor. Piyanonun başına oturuyor, tuşlara basıyor. Sonra çıkıp gidiyor. Başka bir anda büyükannesine yazdığı mektupta iyi olduğunu yazarken, Perhan camekânda Orson Welles’in purolu siyah-beyaz fotoğrafını görüyor. Kendi de bir puro çıkartıyor, önce Orson Welles’in purosunu yakıyor. Geceleyin Perhan, yaktığı ateşin karşısında büyükannesine mektup yazıyor yine. Mektubunda, “Tanrı’nın hepimiz için planları olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum” diye yazıyor. Ahmet’in, İtalya’da avukatlar, hâkimler, polisler tanıdığını da yazıyor Perhan. Beyaz kazlar burada da sıkça yansıyor, tıpkı bir “leit motif” gibi. Kırmızı Ford minibüs geliyor birden. İçinden dayak yemiş İrfan çıkıyor. Ahmet ona, “Ne istiyorsun, tatil mi” diye soruyor. İrfan, sıcak suyu önce sıcak suyu savuruyor, Saddam ve Ahmet haşlanıyor. Sonra da İrfan kaçıyor. Gerçeküstücü gibi bir sahne yansıyor birden. İrfan, ipe bağlanmış sürükleniyor. Sonra Perhan, Ahmet’e yardım etmeye çalışıyor. Ahmet’in tansiyonu yükselmiş. Yağmur yağıyor. Otobüsten bozma yatakhanede bir hindi Perhan’ı uykusundan uyandırıyor.

Perhan rüya görüyor. Milano’daki meydanda katedral yansıyor. Perhan gözünü açıyor hindiyi görüyor. Zabit ona bir akordeon veriyor. Büyükannesi elinde kırmızı nesneyle top gibi oynuyor. Danira da top sahasının kalesinin önünde dans ediyor kendi kendine. Perhan eve dönmüş zengin olarak. Danira iyileşmiş. Evi yanarken görüyor. Bu rüya sürerken altta duyulan müzik de muhteşemdi. Perhan gece polis baskınıyla uyanıyor. Saklanan Perhan olayları izliyor. Polis herkesi tutuklayıp götürüyor. Bu baskını atlattıktan sonra Ahmet, karşısına aldığı Perhan’a, “Oğlum gibisin” diyor. Kardeşi Saddam’ın görevlerini ona veriyor. Artık Perhan, takım elbise giyiyor, fötr şapka takıyor ve artık puro içiyor. Tam bir mafya oluyor. Kazandığı paralar da ona çok tatlı geliyor. Hiç zahmete girmeden bir dolu parası oluyor. Öyle ki, rakip Çingene çetesinden de tehdit almaya başlıyor. Perhan, Ahmet’ten izin koparıp eve dönüyor gemiyle. Önce müstakbel kayınvalidesini evine gidiyor. Azra uyuyor ve hamile. Ruza’nın önüne desteyle para atıyor Perhan. Azra’nın hamileliğinde şüpheleniyor önce. Azra’nın karnındaki bebek kendinden olabilir miydi? İçindeki şüpheyle kedere düşüyor ve tavernada bol bol içiyor Perhan unutmak için. Ama, hem kederli hem de neşeli. Çingene ruhu böyle olmalı. Zabit de orada. Kar yağıyor. Büyükanne ve Azra da geliyor. Büyükannesi kırgın ona. Danira da gelmemiş daha. Azra’nın hamileliğinden şüpheye düşen Perhan, “Kendime yalan söylediğimden beri kimseye inanmıyorum” diyor büyükannesine. Kadınlar, kendilerinden uzaktayken hamile kaldıklarında erkekler hep şüpheye düşüyor. Beraber oldukları o gün akıllarından uçup gidiyor işte. Büyükannesi gittikten sonra dışarı çıkan sarhoş Perhan, yere yığılıyor. Gözünü açtığındaysa Azra’yla düğününde buluyor kendini. Düğün sürerken işleri de halletmeye çalışıyor. Kayınbabasına para bile veriyor yeni çocuklar bulunması için. Yeni çocuklar daha çok para demek. Gerdek gecesinde Azra’ya soğuk davranmayı sürdürüyor Perhan. Gelin Azra, üstünü çıkartıyor, o büyüleyici güzelliği sunuyor. Aynanın karşısında, tıpkı nehirdeki gibi karnına bir yazıyormuş gibi yapıyor. Simgesel bir anlamı olabilir bunun. Sabahleyin bir inşaata uğruyor Perhan. Ustadan başka inşaat olmadığını da öğreniyor. Ahmet ona hep yalan söylemiş.

Sonra yola çıkılıyor. Azra gelinliğini çıkarmamış. Arabanın içi de yeni dilenecek çocuklarla dolu. Milano’daki mekâna gidiyorlar. Perhan hâlâ soğuk. Azra, Aziz George Günü beraber olduklarını söylese de zihnindeki şüphe dağılmıyor Perhan’ın. Ahmet, “Nerede benim yeni karım” diyor Perhan’a. Her yede kadın mı kaynıyordu Ahmet için? Ortamı yumuşatmak veya kızıştırmak için, Roberto’nun da kendinden olduğundan şüphelendiğini söylüyor Ahmet. Azra dışarı çıkıyor. Rüzgârlar esiyor. Gecenin karanlığında Azra gözden kayboluyor. Perhan ve diğerleri, Azra’yı aramaya çıkıyorlar. Tren yolunun kenarında Perhan, biricik karısı Azra’yı uçarken görüyor. “Ederlezi” şarkısı da duyuluyor bu anlarda. Azra, kanlar içinde bir erkek bebek doğuruyor ve ardından ölüyor. Ahmet’in karısı şefkatle bebeği sarıyor. Perhan şimdi ne yapacaktı? İlk aklına gelen intihar oluyor. Kendini suya atıyor. Çünkü Tanrı onu cezalandırıyormuş. Ama suyun içine düşmüş yavru kedinin yaşama savaşını görünce yaşamaya karar veriyor Perhan. Sonra Ljubljana’daki hastaneye gidiyor Danira’yı bulmak için. Orada gerçeği öğreniyor. Ahmet, çok geçmeden Danira’yı hastaneden çıkarmış. Milano’da, Ahmet’in karısından Ahmet’in Roma’da olduğunu öğreniyor.

Roma’da Ahmet’i arıyor Perhan. Kız kardeşini de. Dört yıl geçiyor. Tesadüfen Danira’yı görüyor arabadan inerken. Yıllar sonra birbirlerini buluyorlar. Danira, Ahmet’in yerini söyledikten sonra, kendine benzeyen oğlu Perhani’nin de (Ajnur Redzepi) yaşadığını anlatıyor Perhan’a. Buluşuyorlar. Oğlunu ve Danira’yı trene bindiren Perhan, son hesaplaşması için Ahmet’in düğününe gidiyor. İrfan da hâlâ Ahmet’in çetesinden kurtulamamış. Perhan, İrfan’dan yardım alıyor. Düğünde fark edilen Perhan, Ahmet’in karşısına getirildiğinde hemen onun elini öpüyor. Onu bir masaya oturtuyorlar. Perhan, telekinetik gücünü kullanarak masadaki çatalı havalandırıyor, havada uçan çatal mızrak gibi Ahmet’in boğazına şişleniyor. Sırada Saddam’ı haklamaya geliyor. Onu da tuvalette buluyor. Saddam’ı yaralıyor. Saddam, tuvalet kulübesiyle ortalarda dolaşırken, gelinin tabanca ateşiyle yaralanan Perhan’ı İrfan tren yoluna götürüyor. Ama gelin peşlerini bırakmıyor. Köprüye çıkan Perhan trenin geçmesini beklerken, gelin tabancasıyla geleceğini yok eden Perhan’a ateş edip vuruyor. Perhan köprüden geçen trenin kum yüklü vagonuna düşüyor. Fonda da “Ederlezi” şarkısı duyuluyor.

Perhan’ın cenazesinde… Büyükanne de keder yüklü. Herkes içiyor. Perhan’ın elbise giydirilmiş cenazesinde gözlerine sikke altın konuyor. Oğlu Perhani, gizlice gelip altınları alıyor. Bunun farkına varan Merdzan, kutu içinde saklanıp kaçan Perhani’nin peşine düşüyor. Sonra Merdzan kilisenin penceresinden İsa’nın çarmıha gerildiği anı tasvir eden ikonasını görüyor. İkonayı doğrultuyor. İsa’yla konuşuyor. Derinlikte de bir kırat fark ediliyor. Simgesel anlar. Yağmur da yağıyor bu son anlarda. “Ederlezi” şarkısı da sürüyor. İkona yine düşüyor. Belki her şey Merdzan için eskisi gibi geçip gidecek Almanya düşleriyle. Ya büyükannenin? Danira ve Perhani de var elbette. Çingene coşkusu ve kederi her yeri kuşatıyor bu filmde. Düğün ve cenaze gibi hepsi aynı anda. Bu film üstüne yazmak yerine seyretmek gerek sadece. Filmin girişiyle final bölümüne zihinsel yoğunluk vermek gerek.

(18 Ağustos 2015)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Klostrofobik Evlilik Gerilimi

İtalyan yönetmen Saverio Costanzo’nun ülkesi dışında İngilizce çektiği ‘Aç Kalpler / Hungry Hearts’ türden türe atlayarak sansasyonel olma çabasında bir yapım. Marco Franzoso’nun ‘Il Bambino Indaco / Seçilmiş Bebek’ adlı romanından uyarlanan ancak mekân olarak New York’a kaydırılan hikâye pek de romantik olmayan bir güldürü tadında başlıyor. Amerikalı mühendis Jude ile İtalyan elçiliğinde çalışan Mina’nın Çin lokantası tuvaletinde kilitli kaldıkları tam yedi dakika süren giriş sekansı kesintisiz tek plan ve dayanılmaz eğlenceli. Bu parlak başlangıcın ardından birlikte yaşamaya başlayan çiftimiz hesapta olmayan bir hamilelik sonrasında evlilik kararı alır. Flashdance’in popüler şarkısı ‘What a feeling’ eşliğinde dansedilir. Jude’un bozuk İtalyancasıyla Mina’ya ithaf ettiği (Domenico Modugno’dan özgün yorumu final jeneriğinde yer alan) 60’lı yılların ünlü aşk şarkısı ‘Tu si ‘na cosa grande’ ile romantizm doruğa tırmanır.

Sorunlar hamilelik sürecinde başlar. Bu dönemde birbirlerini ne kadar az tanıdıklarını keşfeder genç evliler. Hayvansal gıda ile beslenmeye karşıdır Mina. Bu tercihi bebeğin anne karnında yeterince gelişememesine neden olur. Hamileliği sırasında ziyaret ettiği medyumun sözleri doğrultusunda bebeğinin doğaüstü yeteneklere sahip olduğuna inanmış olan genç kadının çağdaş tıbba olan güvensizliği doğum sonrasında şiddeti giderek artan bir paranoyaya dönüşür. Bu durum karşısında Jude yeni doğan bebeğin sağlığı ve hayatta kalması için karısıyla kıyasıya bir mücadeleye girişecektir.

Costanzo’nun komik ilk bölümden başlayarak ustaca oluşturduğu klostrofobik yapı eşler arasındaki anlaşmazlığa paralel olarak derinlik kazanıyor film boyunca. Çiftin arkadaş çevrelerinden uzaklaşarak yalnızlaşmaları ve yaşadıkları çatı katında neredeyse mahsur kalmalarını etkileyici bir dille veriyor İtalyan sinemacı. ‘Repulsion / Tiksinti’nin apartman dairesine sıkışmışlık hali ya da ‘Rosemary’nin Bebeği’nin seçilmişliğini hemen akla getiren bir Polanski dünyasını yeniden oluştururken 16 mm kamera kullanan Fabio Cianchetti’nin yoğun yakın planları, balık gözü objektifle bozulmuş görüntüler, Nicola Piovani imzalı tedirgin müzik çalışması ve de her ikisi de Venedik Film Festivali’nden ödüllü genç oyuncular Adam Driver ve Alba Rohrwacher’in üstün performanslarından büyük ülçüde destek alıyor.

Bütün bunlar hayli ümit verici bir biçimde başlayan filmin tatmin edici olmaktan uzak bir finalle noktalanmasını engelleyemiyor ne yazık ki. Burada sorun büyük ölçüde Costanzo’nun bizzat kaleme aldığı senaryodan kaynaklanıyor. Karakterlerin geçmişi hakkında izleyicisini aydınlatmayan hikâye finale doğru muhafazakâr bir yapıya bürünüyor. Erken yaşta anne kaybının izini taşıyan genç kadının kuşkularını sıradan bir gerilim motifi olarak kullanmayı yeğlerken onun geleneksele başkaldırışının nedenleri üzerinde durmuyor, işi vegan ve kadın düşmanlığına kadar vardırıyor.

(11 Ağustos 2015)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Soluk Soluğa Bir Berlin Gecesi

Bu hafta gösterime giren ‘Victoria’nın deli cesareti bir proje olduğunun altını çizerek söze başlayalım. Oyunculuktan gelme Sebastian Schipper imzalı film tek plandan ibaret. Hem de bu yılın Oscar kazananı ‘Birdman’ gibi bilgisayar veya kurgu hüneriyle tek plan izlenimi verilmemiş. Herhangi bir kurgucunun görev almadığı bu çalışma gerçek zamanlı iki saati aşkın süresiyle sinema dünyasına meydan okuyor.

Geçtiğimiz Berlin Film Festivali’ndeki ilk gösteriminin ardından En İyi Film, Yönetmen, Görüntü, Müzik, Kadın ve Erkek Oyuncu gibi 6 ana dalda Alman Film Ödülleri’ne layık görülen bu sıra dışı çalışma nefes nefese izlenen bir gençlik hikâyesi. Geçici olarak Berlin’e taşınmış İspanyol asıllı Victoria ile parlak ışıklar altında dans ettiği gece kulübünde tanışıyoruz. Kulüp çıkışında tanıştığı bir grup erkekle başlayan arkadaşlığını ekipten Sonne ile romantik flörtü izliyor. Gecenin koyu karanlığında Victoria’nın garson olarak çalıştığı ve birkaç saat içinde açmaya hazırlandığı küçük kafede yakınlaşıyor genç çift. Ancak bu duygulu anlar çok uzun sürmüyor. Erkekler hapisten yeni çıkmış arkadaşlarının başını dertten kurtarmak üzere zoraki bir soygun hadisesine karıştığında Victoria da gönüllü olarak peşlerinden sürükleniyor.

Alman yönetmen ‘Victoria’ya soyunurken muazzam bir ön organizasyona girişmiş. Bir Berlin gecesinde yol alan hikâye tam 22 ayrı mekân içeriyor. 12 sayfalık ana başlıklardan ibaret olan ön senaryo tamamen diyalogsuz olarak hazırlanmış. Tüm diyaloglar çekim sırasında doğaçlama ortaya çıkmış. Deneysel bir çalışma olmayan ve basbayağı geleneksel bir anlatı yapısına sahip olan film tam üç kez çekilmiş ve üçüncü çekim nihai olarak kabul görmüş. 1968 Hannover doğumlu Schipper sürecin çetin geçtiğini ancak son derece heyecan verici olduğunu ifade ediyor. Filmin başarısında genç oyuncularının sorumlu çabası ve bitmez tükenmez enerjilerinin büyük payı olduğunu ekliyor.

Uygun ekonomik şartlarıyla genç insanlara barınak olma özelliğini taşıyan Berlin fonunda izliyoruz Victoria ve arkadaşlarını. Özgür ruhlu kentte gençlik arzuları ve heyecanlarının peşinden gidişlerine, parlak bir piyanistlik geçmişini sonlandırmak zorunda kalmış genç kızın kendini ispat etmek için mücadele edeceği yeni bir alana kaymasına tanık oluyoruz. Geçen haftalarda izlediğimiz ‘Kabile / The Tribe’ filminde gözlemlediğimiz gibi bu şekilde bir gruba, bir çeteye dahil olmanın dayanılmaz çekiciliğini, gençliğe özgü aidiyet hissi tatminini yaşıyor genç kız. Ve böylece masumane flört ettiği Sonne’ye piyanoda çaldığı Mephisto Valsi’nin tınılarının haberlediği karanlık yönünü keşfediyor Victoria. Ondaki değişimi nüanslı yorumuyla aktaran genç oyuncu Laia Costa ve başta Sonne’yi yorumlayan Frederick Lau olmak üzere genç oyuncu ekibin çok iyi bir iş çıkardığını söylemeliyiz. Berlinale’den ödüllü sihirbaz görüntü yönetmeni Sturla Brandth Grovlen ve Nils Frahm’ın içinden piyano ve viyolonsel tınılarının geçtiği elektronik çalışması da her türlü övgüye değer nitelikte.

34. İstanbul Film Festivali’nin bir gece seansında ilk kez izlediğimde çok etkilendiğim son dönemin en iyi Alman yapımlarından ‘Victoria’ cesareti, enerjisi ve meydan okumasıyla hayranlık uyandırıyor.

(04 Ağustos 2015)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

The Last Five Years

Kendimi bir sinefil (özgür ansiklopedi Vikipedi’ye göre; sinemaya ve filmlere düşkün veya bağımlı insanları betimleyen terim) olarak nitelendirmeme rağmen müzikal izlemek gibi bir alışkanlığım yoktur. Tim Burton’ın en karanlık ve aynı zamanda en keyifli yapıtlarından Sweeney Todd: The Demon Barber of Fleet Street (2007), kült klasik Mary Poppins (1964) ve müzikalden ziyade animasyon kategorisinde anılan En İyi Animasyon Filmi Oscar ödüllü Frozen (2013) gibi filmleri izlemişliğim var; fakat Les Misérables (2012), The Phantom of the Opera (2004), The Sound of Music (1965) ve Mamma Mia! (2008) gibi ünlü müzikallerin belki de fragmanlarına bile göz atmamışımdır. Müzikal izleme alışkanlığım olmadığı için bu türü sevip sevmediğimi hiçbir zaman düşünmemiştim. Bu bakımdan Son 5 Yıl, sinema filmlerinden ziyade, daha çok tiyatro sahnesinde izlemeye alışık olduğumuz müzikal türünü daha yakından tanımama ve irdelememe imkan sağladı diyebilirim; fakat filmin beni gafil avladığını da inkâr etmeyeceğim. Çok yakın bir arkadaşımla 30 Temmuz Perşembe saat 21 sularında sinemaya gitmeye karar verince –hafta içi gece seansları olmadığından– gidebileceğimiz film sayısı ve çeşidinin kısıtlı olduğunu görüp sadece ve sadece afişinden anladığımız kadarıyla romantik komedi-dram tadında bir filmle karşılaşacağımız umudu ve beklentisiyle Son 5 Yıl’a bilet aldık. Ortalama her Türk sinema seyircisinin yaşayabileceği gibi, jenerik ve ardından gelen ilk sahneyle beynimizden vurulmuşa döndük.

Bu söylediklerim sizi yanıltmasın. Bazen, bu filmde de olağanüstü doğallıkta bir örneğini gördüğümüz gibi, özellikle inişli-çıkışlı, dalgalı bir aşk ilişkisi sade bir senaryo ve kurguyla anlatılamayabiliyor. Böyle durumda yaratılışı, insanın varoluş tarihiyle kesişen müzik ve içgüdüsel bir yönelim olan şarkı söyleme güdüsünden yararlanılması çok doğal karşılanmalı. Dolayısıyla filmin bir müzikal olarak kabullenilmesinden sonra diğer tüm türlerdeki sinema filmleri gibi akıcı bir şekilde ilerlediğini ve aslında gayet keyifli ve lezzetli olduğunu da görmezden gelemeyiz.

En güçlü örneklerinden birini, bir Christopher Nolan başyapıtı olan Memento’da (2000) gördüğümüz “zaman algısıyla oynama” yöntemiyle ilerleyen film, bununla birlikte seyircide olay akışı takibini zorlaştıracak herhangi bir etkide bulunmuyor. Asıl hikâyenin şarkıların ara satırlarında gizli olduğunu kavradığınız zaman siz de bu aşk öyküsünden kendi hayatınızla ilgili çok önemli keşiflerde ve saptamalarda bulunarak ayrılabilirsiniz sinema salonundan. Herkesin kendi yaşantısına göre farklı çıkarımlarda bulunabileceği bu hikayede en göze çarpan düşüncelerden biri de “Eğer bir arkadaş, bir sevgili, bir dost, bir tanıdık, herhangi bir insan sana artık zarar veriyorsa ve ne kadar çaba sarf ettiysen de durum değişmiyorsa; o arkadaştan, sevgiliden, dosttan, tanıdıktan ayrılmayı ve uzaklaşmayı bilecek kadar güçlü ve duyarlı olmalısın.” olabilir.

Yoğun altyapısıyla psikolojik çözümlemeler açısından da yeterli olan filmde; 2012 yılında Tony ödülü adayı olduğunu öğrendiğim ve sinema dünyasında pek tanınmayan Jeremy Jordan; Oscar ve Tony ödülleri adayı, son beş yılda yıldızı parlayan Anna Kendrick’ten daha başarılı duruyor. Bunda Jamie karakterinin hikaye süresince, her oyuncu adayı gibi benim de dikkatimi çeken, geniş bir duygulanım yelpazesi tecrübe etmesinin de payı olsa gerek. Bunun yanı sıra, tamamen amatör yorumlamamla, müzikalde en önemli olan şeyin şarkıların ezgilerinin akılda kalıcı ve etkileyici olması gerektiğini düşünmüşümdür; fakat Son 5 Yıl’da ezgilerden daha çok güftelere önem verildiğini ve dolayısıyla şarkıların bir süre sonra tekrarlayan ve bayağı bir şekilde yavan kaldığı su götürmez bir gerçek. Yine de oyunculuk açısından başarılı bir ekiple çalışan yönetmen, çarpıcı şarkı sözleriyle birlikte seyircide uyandırılması gereken duyguları uyandırmakta başarısız değil. Diğer tarafta teknik açıdan, anladığım kadarıyla, ses montajının başarılı olduğunu söyleyebilirim.

Filmle ilgili şahsi fikrimce en büyük problemlerden biri de sonuydu. Karakterlerin kendi çözümlemelerine göre aynı anda iki ağızdan farklı şarkılar icra etmesi orijinal bir fikir olabilir fakat tüyleri diken diken etmediği için yetersiz.

Puanı: 7/10

(31 Temmuz 2015)

Kemal Doğukan Sağbaş

Bedenlere Hapsolmuş Tedirgin Ruhlara Dair

Haftanın en ilgiye değer filmi olarak gösterimini sürdüren ‘Beden / Body’ (ya da özgün Lehçe dilindeki karşılığı ile ‘Cialo’) Polonyalı sinemacı Malgorzata Szumowska’nın ruh ve beden üzerine araştırmalarının şimdilik son halkası.

Kayıplarla başa çıkmanın yolları üzerine kafa yoran yönetmen bizde gösterilmeyen ‘Yaşamdan 33 Sahne / 33 Sceny z Zycia’da ölüm gerçeği ve yaşama arzusu arasında savaş veren sanatçının çok parçalı öyküsünden yola çıkar. ‘Yabancı / Ono’ hamile kaldıktan sonra bedenini keşfe çıkan gencecik anne adayının hikâyesidir.

Başta Andrzej Wajda olmak üzere Polonya sinemasının büyük ustalarını yetiştirmiş Lodz Sinema Okulu mezunu yönetmen Juliette Binoche ile Fransa’da çektiği ve bizde ‘Kadınlar’ adıyla gösterime giren ‘Elles’de öğrenci fahişeliğini mercek altına alır. Babaları yaşlarında adamlarla ilişkiye giren alt sınıfa mensup genç kızların bedenleri üzerinden özgürlük arayışlarını sergilerken orta yaşlardaki araştırmacı gazetecinin para, aile, cinsellik hakkındaki dört köşeli inançlarını sorgulamasına şahit oluruz.

1973 doğumlu kadın sinemacının sondan bir önceki çalışması ‘…Adına / W Imie’ erkek karakterler üzerine kurulmuştur. Polonya kırsalında bir rahibin genç bir delikanlıyla kurduğu yakınlık ve eşcinselliğinin sorgulanması çerçevesinde bedenlere hapsolmuş tedirgin ruhlar gündemde olmaya devam eder.

Geçtiğimiz Berlin Film Festivali’nden en iyi yönetmen ödülüyle dönen ‘Beden’ sanatçının gözde temalarının zengin bir çeşitlemesi. Öykünün üç ana karakteri kayıplarla başa çıkmanın farklı yollarında savaş vermekteler. Annenin kaybının ardından sağlıklı bir iletişim kuramayan baba ve kızıyla tanışırız önce. Kendini işine vermiş olan savcı baba her gün karşılaştığı (kimisi kan dondurucu) cinayet ve ölümler karşısında hissizleşmiştir. Öyle ki filmin o çok hınzır giriş sekansındaki intihar vak’ası teşhisinde kurbanın gerçekten ölüp ölmediği ile ilgilenmez bile. Tren istasyonunun tuvaletinde şahit olduğu dehşet manzarası iştahını kaçırmaz. Yanındaki çömezine ‘Çorban ne kadar baharatlıysa önündekini hazmetmen o kadar kolaydır’ diye nasihat vermesi boşuna değildir. Obez babanın yeme güdüsünün aksine evde ilgi bekleyen anoreksik kızı yediklerini kusarak ve giderek yemeyi reddederek çıkış yolu bulmaya çalışır. Genç kızın giderek kötüleşmesi ve bir kliniğe yatırılmasını takiben devreye girecek olan psikolojik danışman sorunlara alışılmadık yöntemlerle çare bulmaya çalışacaktır. Rasyonel babanın tersine sekiz yıl önce kaybettiği bebeğinin kaybına metafizik yollardan çare bulma peşindeki medyum Anna klinikte farklı yöntemler dener. Çağımızın yaygın tedavi yöntemlerinden aile dizimini uygular. Öteki alem ile kurduğu iletişimle kayıplarının ardından çaresiz kalmış birçok danışanını huzura kavuşturur.

Szumowska son çalışmasında inanç ile rasyonellik arasında gidip gelirken umutsuzluğun umuda, nefretin sevgiye evrilmesi için çıpınan ruhların çabasını irdeliyor. Bunu yaparken Tibet’teki ruhani lider 16. Karmapa’dan Brezilya’daki iki milyarı aşkın spiritüalist ve bunların takipçileri üzerine bilgiler veriyor. Ölüler ve yaşayanların dünyası arasındaki geçişkenlik üzerine konferanstan bölümler izletmeyi ihmal etmiyor. Filmine ad olarak uygun görmüş olduğu üzere tezini ‘beden’ üzerinden tartışıyor. Genç, yaşlı, obez, anoreksik, erotik, anneyi canlandıran Ewa Dalkowska’nın ‘Death in Bikini’ şarkısıyla çıplak dansettiği unutulmaz sahnede olduğu gibi yasak ve baskıdan azad olmuş bedenler sergiliyor film boyunca. Cinselliğe kapalı medyum Anna’nın spiritüel beden peşindeliğini vurguluyor. Beden’i Ruh’un hapishanesi olarak betimliyor ve bir tutsaklık motifini sürekli gündeme getiriyor. Anna kafes parmaklıkla korunmuş dairesinde yaşıyor. Savcı baba dijital şifreyi bilmediği için hastaneden dışarı çıkamıyor ya da başka bir sahnede, içerden kilitlenmiş daire kapısını çilingir vasıtasıyla açtırıyor vs.

İnanç ve Akıl ikilemi üzerine kafa yorarken ustası Kieslowski’den farklı olarak mistisizme ironi ile yaklaşıyor yönetmen. Ciddiyet ile mizahı, mistik drama ile kimi zaman groteski harmanlamayı tercih ediyor. Bu yaklaşım kimi seyirciye itici gelebilir belki ama yönetmenin tercihi bu yönde. Kısmen absürd, kısmen gerçeküstü olarak nitelediği Polonya’da halkın pek sevdiği hayalet hikâyelerine itibar ediyor. Gecenin ortasında ışıklar yanıp sönüyor, müzik seti çalışmaya, musluktan sular akmaya başlıyor. Merhume annenin odasının kapısı kendiliğinden açılıyor vs.

Son tahlilde Brezilyalı medyum Divaldo Franco’nun ‘sevgi tüm hastalıkları iyileştirir’ mottosunu benimseyen Szumowska’nın filmi düşünsel açıdan belki biraz hafif ama tartışma alanı açtığı için izlenmeye değer.

(26 Temmuz 2015)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Kutupta Macera

Suruç’ta katliam yaşandı.
Onlarca genç insan öldürüldü.
Bu bir savaş…
Ve savaşı sanat yenecek.

Kuşkusuz
“Zamanı mı” diyeceksiniz,
-ben diyorum.
Savaşı sanat yenecek, tekrar ediyorum.

Hepimiz için aynı şey geçerli. Hepimiz merak ederiz, burnumuzu sokarız muhakkak en olmadık şeylere. Başımıza gelenlerse acı tatlı sonuçlarıyla hepimize ders çıkarılacak deneyimler kazandırır. Risk almak deniyor şimdilerde, büyüdükçe daha usturuplu risk-ler alıyoruz, üstlendiğimiz sorumluluklar gereği daha bir temkinli oluyoruz. Ama çocukken öyle değil, çocukken o riskler keyifli birer macera, sonu keyifsiz bitse de…

Sosyal dayanışma

Günümüz çocukları, başlarını bilgisayardan kaldırmıyor, bağlı olarak da derdini sadece büyüklere değil yaşıtlarına bile anlatamıyor. Okula gitmemek, tam da bu nedenle söz konusu. Teneffüste kavga çıkmasının altında da bu neden yatıyor. İletişim neredeyse sıfır. Hepsinin beklentisi var ve o olmadığı zaman kapatıyor kendini.

Grethe Bøe-Waal, Leif Hamre’nin romanından beyazperdeye uyarladığı filmine, bu gerçekleri vurgulayarak başlıyor. Ama asıl vurgulanması gereken nokta daha sonra çıkıyor ortaya: Küresel ısınma ve Dünyanın geleceği! Film, çetin yaşam koşulları sunan Kuzey Kutbunda, üç kardeşin yaşadıklarını masalsı bir anlatım ve olağanüstü güzel görüntülerle seriyor önümüze. Kardeşler arasındaki çatışma, gerilim, söz dinlememe bir süre sonra sona eriyor; yerini gerçekleri dile getirmeye, uyumlu olmaya ve duyarlılığa bırakıyor.

Az şey değil çocukların yaşadığı… Evlerinden onca uzakta, yapayalnızlar ve birbirlerinden başka dayanışacakları kimse yok. Çocuk bu, tabii ki oynayacak, tabii ki şımaracak… En çok da kendisinin “büyük” olduğunu iddia eden oyun peşinde. İzleyici olarak hem oyun oynamasını istiyorsunuz hem de aman ha, bir şey gelmesin başlarına diye tedirginlik yaşıyorsunuz.

Dünyanın tepesi…

Filmin belli göndermeleri de var. Hiç göze sokmadan, hiç zorlamadan işliyor içinize. Spitsbergen Adası’nda, buzullar arasında yüz yıl önce oluşturulmuş bir kulübede geçen bunca zaman içerisinde bulunanların tuttuğu günlükler, değişimin de göstergesi oluyor bir bakıma. Tabii, duvarlardaki gazetelerde -soğuğu kesmekle doğrudan ilgisi olduğunu, eski gazete satıcılarının göğüslerine sardıklarından biliyoruz- önemli haberler yer alıyor. Amerikan Başkanlarının demeçleri, yaşanan gelişmeler, insanlıkla ve insanlığın geleceğiyle ilgili başlıklar dikkat çekici.

Spitsbergen Adası, sıradan bir ada değil, bilinçli seçilmiş… Hem zaten o adadaki görevlilerin yiyeceklerini sakladıkları mağaramsı depo, aynı adada ileride yaşanması olası kıtlık ve/veya savaş sonrası kullanılması için tohumların saklandığı o büyük depoları çağrıştırıyor.

Kuzey ışıkları…

Güneşin yazın hemen hiç batmadığı bir yer burası… Dolayısıyla çocuklar orada kaç gün geçirdiklerini karıştırmaya başlıyor belli bir süre sonra. Güneş ışıkları inanılmaz bir atmosfer yaratıyor, hem zaten kuzey ışıklarını da izliyoruz büyük bir keyifle. Filmi izlerken anne babayı da görmek istedim, ne durumdalar diye… Çocukları arayan ekipleri merak ettim. Ama görmemek (veya az görmek) hiç rahatsız etmedi.

Seyirlik bir görsel şölen olan Kutupta Macera ailecek izlenebilir ve hemen ardından üzerine konuşulabilir. Çocukların merak duygularını engellemek amaçlı değil de gerçekleştirmelerine imkân sağlayıcı bir tartışma muhakkak yararlı olacaktır.

Kutupta Macera, yönetmen Grethe Bøe-Waal, oyuncular Ida Leonora Valestrand Eike, Kaisa Gurine Antonsen, Leonard Valestrand Eike, 87 dakika, 2015.

(25 Temmuz 2015)

Korkut Akın

Zamanın Yavaşladığı Çölün Kasabasında

Fırtınanın Ortasında (Strangerland)
Yönetmen: Kim Farrant
Senaryo: Michael Kinirons-Fiona Seres
Müzik: Keefus Ciancia
Görüntü: P.J. Dillon
Oyuncular: Nicole Kidman (Catherine), Hugo Weaving (David), Joseph Fiennes (Matthew),
Sean Keenan (Steve), Maddison Brown (Lily), Nicholas Hamilton (Tom), Meyne Wyatt (Burtie),
Martin Dingle Wall (Neil), Benedict Hardie (Nick), Megan Alston (Sally), Taylor Ferguson (Cayli),
Lisa Flanagan (Coreen)
Yapım: Avustralya-İrlanda (2014)

Belgesel sinemacı Avustralyalı Kim Farrant, “Fırtınanın Ortasında” ilk uzun filmiyle çölün ortasına konmuş küçük kasabada bir ailenin tragedyasını dingin bir sinema diliyle yansıtıyor.

Çölün ortasındaki sakin Nathgari kasabasında bir ailenin tragedyasının üstünden gelişmiş bir ülkedeki yalnızlıkların melodramına dokunuluyor. Boşluklar, kaçışlar, arayışlar, trajediler var bu uzayıp giden çoraklaşmış topraklarda. 2014 yapımı sinemaskop “Strangerland-Fırtınanın Ortasında”, bu sert çölde kadın duyarlılığını da yansıtıyor. Avustralyalı yönetmen Kim Farrant, kısa filmler ve belgeseller çekti. Bu yapıt, onun ilk uzun filmi. Yönetmenin bu filminde müziklere de kulak vermeli. Zaman zaman otantik tınılar modernize edilerek kulaklara geliyor.

Parker ailesi. Başka bir kasabadan sırlarıyla bu küçük kasabaya göç etmişler. Evin babası Matthew, eczacı. Evin annesi Catherine hep evde. 15 yaşındaki güzel genç kızları Lilly ve küçük oğulları Tom’la dışarıdan bakınca mutlu bir aile gibi görünüyor. Kamera evin içine girdikten hemen sonra bu sakinliğin içinde fırtınaların estiği fark ediliyor. İletişim kopmuş. Kimin ne yaptığından haberi olmayan tuhaf bir yabancılaşmanın içine düşmüş gibi her şey. Tom, kovboy filmlerinden düşmüş gibi görünen bu küçük çöl kasabasında çok mutsuz. Geldikleri yere dönmek istiyor. Lily, güzelliğinin ve cinselliğinin farkında olmanın ötesinde. Sarışın, beyaz tenli ve büyü saçıyor etrafındaki erkeklere. Eczacı Matthew, bu kasabada yeni hayatları için bir şeyler yapmaya çalışıyor. O da mutsuz. Her şeye yeniden başlamak ve her şeyin en başına dönmek kolay değil. Catherine, bir toparlayıcı mıydı, yoksa her şeyi oluruna bırakmış bir kaderci miydi? Oluruna bırakınca kırılmış şeyler toplanabilir miydi? İşte bütün her şeyin altında bir şeyler kök salmış ve dallarıyla kuşatmış ailenin hayatını. Bilinmeyenler ve sırlar yavaş yavaş ortaya çıkarak yabancılaşmayı anlamlaştırıyor biraz olsun.

Tom, bazen uyurgezer gibi geceleri dışarıda dolaşıp duran bir çocukmuş. Çoğu zaman evin yakınlarından uzaklaşmasa da bazen uzaklara da gidiyormuş. Kamera onu, bu dolaşmalarının birinde buluyor. Kasap kancalarına asılmış etlerin arasında geçip evine gidiyor. Sabah. Kahvaltı masasında. Tom’un canı yine sıktın. Matthew, kasabanın az dışındaki evinin badanasını Aborjin genç Burtie’ye yaptırıyor. Sabah işe gelen Burtie, Lily’yi iç çamaşırlarıyla görünce büyünün içine düşüyor sanki. Matthew, kızının yarı çıplak olmasına öfkelense de Lily’yle başa çıkmak kolay mıydı? Lily, kendine aşırı özgüveni olan özgür ruhlu bir kızdı. Eczanede babasından dondurma için para alan Tom, parayı kaykaycı geçlerin yarı çıplak vücutlarını izleyen ablasına götürüyor. Lily, Steve’in kalçalarını ve dövmeli kollarını kışkırtıcı bakışlar atarken Steve, “kutu” denilen konteynere götürüyor sevişmek için Lily’yi. Bir de polis dedektifi David Rae vardı. Burtie’nin ablası Coreen’le ilişki yaşıyor. Coreen’in ilkokula giden bir oğlu da var. David, Coreen’le sevişirken, çocuk yatak odasının kapısını açıveriyor birden. “Domuz” deyiveriyor ona. Annesi beyazlara domuz dermiş hep.

Bir gece Matthew uykusundan uyandığında pencereden kızının ve oğlunun gittiğini görüyor. Hiçbir şey yapmıyor. Sadece seyrediyor. Neden peşlerinden gitmemişti? Sabah olduğunda Catherine çocukların evde olmadığını anlıyor. Her annede olan telaş başlıyor onda da. Matthew sakin. İşe gidiyor. Gitmeden kapıları ve pencereleri örtmesini söylüyor karısına. Kum fırtınası yaklaşıyormuş. Bir zaman sonra Matthew eve dönüyor. Sonra beraber arabayla çıkıyorlar. Kum fırtınası her yeri kuşatıyor mistik bir atmosferle. Polise başvuruyorlar. David onlardan bilgi alıyor. Hemen aramalar başlıyor. Yönetmen, belgeselcilikten gelme birikimleriyle Avustralya doğasını bu duyguyla yansıtabilmiş. Sıcaklık giderek yükseliyor. Sarı çorak çöl ölüme çağırır gibi uzanıp gidiyor sinemaskop fotoğraflarla. Catherine, evde kızının odasında sanki onu yeniden keşfediyormuş gibi keşifler yapıyor. Elbiselerine bakıyor. Sonra bulduğu defter kızının saklı dünyası dışarı çıkıyor. Lily, Burtie’yle sevişmelerinin fotoğraflarını çekip yapıştırmış. Catherine bu defteri David’e veriyor bir ipucu bulabilir umuduyla. David’in de iki kız varmış. Çocuklar anneleriyleymiş. David, hep yalnız. David çekinerek Catherin’e, Matthew’ün Lily’ye taciz yapmış olabileceğini fısıldıyor. Ta derinlerde, çocukluğunda olan şeyler. Kuşku kuşatıyor hemen.

David, defterdeki isimlere ulaşıyor hemen. Önce Steve’le, sonra da Bartie’yle konuşuyor, ama bir yere varamıyor. Catherine, kaykaycı geçlerin olduğu yere gidiyor, kızının yerini söylerler umuduyla. Lily’yi en son Steve’le “kutu”ya giderken görmüşler. Konteynere giden Catherine, bir mezbeleye benzeyen konteynerde yatağa bakıyor. Kızı bu yatakta mı sevişmişti? Eve döndüğünde karşı konulmaz bir sevişme arzusu duyuyor Catherine. Sandalyede oturan kocasıyla içindeki ateşi söndürmek istiyor. Sinemanın özel anlarındandı bu sevişme. Lily’yi merak eden Bartie eve gelince onunla da sevişmek istiyor sanki Catherine. Hatta David’le bile sevişmek istiyor.

Arama – kurtarma çabaları umutsuzca sürüp gidiyor. Matthew de taşındıkları kasabaya gidiyor. Lily’yle ilişkiye girmiş öğretmenin evine öfkeyle giden Matthew bir şey öğrenemiyor. Ailenin sırlarından biri miydi bu? Matthew, çölde dolaşırken yerde uzanmış oğlunu görüyor. Onu hastaneye götürüyor. Açlık ve susuzluktan ölmek üzereyken buluyor onu Matthew. Kendine gelen Tom konuşmuyor. Matthew onu eve götürüyor. Matthew, baba şefkatiyle kucaklıyor oğlunu. Tom, bir arabadan söz ediyor babasına. Lily o arabaya binmiş. Matthew, Catherine’e çocukların gittiklerini gördüğünü söylüyor. Neden müdahale etmemişti onlara Matthew? Filmde sorular etrafa savrulup dururken, final de seyircileri boşlukta bırakıp bitiyor. Zihinlerde, Catherine’e telefon eden gizemli kadının “Kızın o…” diyen sesi kalıyor. Lily, kadın satıcılarının elinde miydi şimdi? Bilinmiyor.

Filmin görselliği, öncelikle sarı çöllerde insanı etkiliyor, hatta büyülüyor. Ölümü çağırsa bile. Filmdeki kamera da çoğu anda sakindi filmde. Duyulan müziklere de kulak vermek gerek. Zaman zaman yerli müziklerin tınılarının da tadını veriyor. Filmde her şey dingin akıp gidiyor. Bazı anlarda zamanın yavaşladığını da hissediyorsunuz. Oyunculuklar da bu yavaşlıkta anlamlaşıyor. Lily’nin yaşama sevinci ve özgürlüğü de çağlayandan fışkırıyor gibiydi filmde. Trajediyi simgelese bile. Bizim film ithalatçı şirketlerin akrabalık ilişkilerinde sorunlar var hep. Amcayla dayıyı, halayla teyzeyi hep birbirlerine karıştırıyorlar. Bu filmde olduğu gibi işte.

(23 Temmuz 2015)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Sinemanın Entelektüel Yönetmeni: Milcho Manchevski

Makedon sinemasının dünyaya sunduğu önemli entelektüel yönetmenlerden Milcho Manchevski’nin “Yağmurdan Önce” ve “Gölgeler” filmiyle hatırlatmak istedik.

Eski Yugoslavya’nın bölgelerinden olan Makedonya’da 18 Ekim 1959’da doğan Milcho Manchevski, çok az film çeken yönetmenlerden. Az sayıda çektiği filmler, önemli festivallerden değerli ödüller kazandı ve tartışmalar yarattı. Bu entelektüel tartışmalar, insanda zihinsel sıçramalar yaptırabilirdi. Manchevski, fotoğraf sanatıyla uğraşıyor ve sergiler açıyor. Ayrıca video kliplerle de uğraşıyor. Filmleri üniversitelerde tartışılıyor. Bu çok önemli ve değerli bir şeydi. Üniversiteler, her yönetmeni masaya yatırıp tartışmaz. Kitaplar da yazıyor yönetmen. Günümüzde çok az olan entelektüel yönetmenlerden biri Manchevski.

“Yağmurdan Önce…”

Makedon yönetmen Milcho Manchevski’nin, kurgusuyla üniversitelerde hâlâ tartışılan çok büyük filmi, sinemanın başyapıtı 1994 yapımı “Pred Dozdot/Before the Rain-Yağmurdan Önce”, parçalanan Yugoslavya’da ateşin Makedonya’ya doğru yöneldiğini söyleyen bir filmdi. Ateş en son Makedonya’ya ulaşmıştı. PolyGram’ın dağıttığı, Aim-Noe-Vardar’ın ortak sunduğu filmin senaryosunu yönetmen yazmış. O unutulmaz müziklerse Anastasia’dan geliyor. O tınıların bazıları uzak gelmiyor insana. Bu müzikler arşivlik. Zamanların ortasında yapayalnız bırakıp zihinsel kaosa sürükleyen kurguyu Nicolas Gaster yapmış. Filmin başını, ortasını ve sonunu kaybedenleri, kısırdöngüyle başladığı yere bırakıveriyor yönetmen. Fotoğraf sanatının estetiğinden de destek bulan görüntüleri kameraman Manuel Teran yansıtmış. Filmin başrolündeki İngiliz kadın oyuncu Katrin Cartlidge, 2002’de 41 yaşındayken vefat etmişti. Bu film, Venedik Film Festivali’nden de beş ödül kazanmıştı. Filmdeki üç bölümün adı da, derinlikte anlamlaşıyor. Ayrıca bu film, ülkemizde Mayıs 1995’te vizyona girmişti.

Filmin girişinde Mesa Selimoviç’in, “Kuşlar çığlık atarak siyah gökyüzünde uçuyorlar. İnsanlar sessiz, beklemek kanıma acı veriyor” sözleri yansıyor önce. Ardından ön jenerik yazıları sürerken, dağ başında keşişlerin kaldığı manastıra gidiyor kamera. Fonda hüzünlü tınılar duyuluyorken.

“Kelimeler: 1…” Dağdaki manastırda Ortodoks keşişler yaşıyor. Gökyüzü bulut topluyor. Genç rahip Kiril (Gregoire Colin), manastırın domateslerini gururla toplarken, yaşlı peder yanına geliyor. Peder, “Yağmur yağacak. Şimşekler ısırıyor. Hadi gidelim” diyor genç rahibe. “Bu konuşma çok fazla tek taraflı Kiril” diyor peder. Kiril, konuşmama yemini etmiş. Kiril, heybesine domatesleri doldurup, yola çıkıyorlar beraber. Yolda kaplumbağayla oynayan çocukları gören peder, “Zaman asla ölmez. Çember asla yuvarlak
değildir” diyor. Kilisede ayin sürerken, çocuklar ateş çemberinin içine aldıkları ve ters çevirdikleri kaplumbağayla eğleniyorlar. Kilisedeki ikona resimler de yansıyor. Çocuklar ateşin içine kurşun atıyorlar. Daha da eğleniyorlar. Bu an bize, Sam Peckinpah’ın 1969 yapımı sinemaskop “The Wild Bunch-Vahşi Belde” western filmini hatırlattı. Bu filmde de çocuklar akreplerle oynuyorlardı ve akrepleri ateş çemberine alıyorlardı. Çocukların içinde acı çektirmekten haz alan bir şeyler mi vardı hep? Bu şiddet yoksa hiçbir şey miydi? Balkanlar’da parçalanan Yugoslavya’da tarif edilemez şiddetler ve soykırımlar yaşanıyordu. En sonda da Makedonya kalmıştı.

Gece… Keşişler manastıra dönüyorlar. Kiril odasına çıkıyor. Özenle siyah rahip elbiselerini çıkartıp asıyor. Yatağına uzandığında yatağında bir genç kız olduğunu fark ediyor. Mavi tişörtlü ve kısa saçlı Müslüman Arnavut kızı Zamira (Labina Mitevska), kaçmış ve korku içinde. Mavi, sinema psikolojisinde karmaşa anlamına geliyordu simgesel olarak. Kız Arnavutça konuşuyor. Konuşmama yemini etmiş Makedon Kiril, kızın konuşmalarını anlayamıyor. Kiril dışarı çıkıyor, pedere haber vermek için. Peder de odasından çıkıyor. Ama söyleyemiyor Kiril. Sonra bahçeden domates getiriyor Zamira’ya. Yatağa uzanıyor. Karnı aç Zamira domatesleri iştahla yiyor. Kiril de gururlanıyor. Gündüz… Köyden cenaze töreni yansıyor. Rahip (Mile Jovanovski) dua ederken, foto muhabiri Aleksandar Kirkov (Rade Serbedzija) tabut içinde fark ediliyor. Diğer tabutta da, Aleksandar’ın kuzeni Bojan (İlko Stefanovski) yatıyor. İki mezar yan yana kazılmış. Manchevski, bu anlarda kamerayı hareketli kullanmış. Hem kaydırarak hem de çevrinme (pan) yaparak. Kamera, sağa doğru uzun çevrinme yaparak siyahlar içindeki Anne’i (Katrin Cartlidge) gözyaşları içinde gösteriyor. Tabutların üstüne şarap dökülüyor. Eski Yugoslav halklarında bir gelenek bu.

Uzaktan Kiril görünüyor. Telaşla kiliseye giriyor. Ayine geç kalmış. Kilisenin içindeki simgesel ikona resimleri yansıyor peş peşe. Ayin sürerken, kilisenin kapısında Mitre (Ljupco Bresliski) elinde makineli tüfekle beliriveriyor. Zamira’yı arıyorlar. Manastırın altını üstüne getiriyorlar. Bunlar aile mafyası. Karanlık işler çeviriyorlar. İçlerinden bir tek Aleksandar farklı olmuş. İçlerinden biri pencereden çatıdaki kediye makineli tüfeğiyle ateş ediyor. Kedinin vahşice öldürülmesini seyredebilmek gerçekten çok güçtü. Manchevski, vahşeti somutlaştırarak, Balkanlar’daki dehşetin ne anlama geldiğini gösteriyor. Belki de psikopat düzeydeydi bu şiddetler. Çetenin manastırda Zamira’yı ararken, Manchevski kamerayı çarpıcı açılara yerleştirerek fotoğraf sanatına saygı sunuyor. Elbette sinemaya da saygı vardı. Plonje ve kaydırmalı çekimler etkileyiciydi.

İki peder, kızı buluyorlar. Hatta Kiril’in kıza tutkusunu da fark ediyorlar. Onları gizlice manastırdan yolluyorlar. Kiril, rahip elbiselerini çıkartmış, tişört giyinmiş. Dağlarda yürüyorlar gece boyunca. Yürüdükçe ikisinin birbirine karşı sevgisi daha da çoğalıyor bu şiddet dünyasında. Sabah oluyor. Kiril, Makedonca konuşuyor. Onunla, önce Üsküp’e, sonra da Londra’ya gitmeyi düşünüyormuş Kiril. Onun ne dediğini anlamıyor Zamira. Sarılıyorlar. O anda Zamira’nın büyükbabası Zekir (Abdurrahman Salja) ortaya çıkıyor. Zamira’nın iki erkek kardeşi de. Büyükbaba, Zamira’ya ilk defa tokat vuruyor. Zamira bir hata yapmış. Bu hata Arnavutlarla Makedonlar arasında tehlikeli kıvılcımı başlatabilir. Zamir’a, Kiril’in de kendini sevdiğini söylüyor. Ama Zamira’nın kardeşi Alija (Vladimir Jacev), makineli tüfekle ateş ederek Zamira’yı vuruyor. Zamira yere yığılıyor. Kiril, bulduğu hayatının aşkını trajediyle kaybediyor. Görüntü kararıyor.

“Yüzler: 2…” Londra. Anne, çırılçıplak duşun altında kederler içinde yansıyor. Duşta su, banyonun deliğinden akıyor. Hitchcock’un 1960 yapımı siyah-beyaz “Psycho-Sapık” filmindeki sahne akla geliveriyor. Anne, bir ajansta fotoğraf editörlüğü yapıyor. Ajansta, haber okuyan spikerin sesi duyuluyor. Gemide beş mülteci yakalanmış. Amerika’ya sığınmak istiyorlarmış. Bizdeki basın dili, bu soylu insanlara “kaçak göçmen” diyerek aşağılıyor hep. Birer haşerelermiş gibi. Anne, Bosna’dan savaş trajedilerinin siyah-beyaz fotoğraflarını inceliyor. Haber spikerinin, Oxford Caddesi’nde patlayan bombayı söyleyen sesi duyuluyor. Anne’in baktığı Bosna trajedisi fotoğrafları, tıpkı Yahudi toplama kamplarındaki fotoğraflar gibiydi. Anne, dışarı çıkarken foto muhabiri Aleksandar da geliyor. Birbirlerini görmüyorlar. Anne, dışarıda trafik ortasında annesiyle (Phyllida Law) buluşuyor. Annesi, onu Nick’le (Jav Villiers) barıştırmak istiyor. Kocası Nick’le ayrı yaşıyor Anne. Kilisenin yanından geçiyorlar. Anne bir ara duruyor ve içeride ilahi okuyan kırmızılar içindeki çocuklara bakıyor. Pencere camlarına çizilmiş dini motifli resim de görünüyor. O sırada Aleksandar çıkıveriyor ortaya. Sonra Anne ve Aleksandar taksiye biniyorlar. Aleksandar, işi bıraktığını ve Makedonya’ya döneceğini söylüyor. Aleksandar, Pulitzer ödülü kazanmış. Taksinin içinde sevişir gibi öpüşüyorlar. Sonra mezarlığa geliyorlar. Anne’in de kendisiyle gelmesini istiyor Aleksandar. Bu kadar kariyeri bırakıp gitmek kolay mıydı? Aleksandar, “Öldürdüm” diyor. Suçluluk duygusu ve vicdan azabı bütün zihnini kuşatmış. Anne, Aleksandar’ın neden söz ettiğini anlayamıyor. Ayrılırlarken Aleksandar, “Yazmayı unutma. Ve taraf tut” diyor Anne’e.

Anne, ajansta telefonla konuşurken, Kiril’in ve ölü Zamira’nın siyah-beyaz fotoğraflarına bakıyor. Bu an, kurgusal anlamda zihinlerde kaos yaratıyor. Bu an nereye konacaktı zihinsel anlamda? Ardından gelen sahnede, Anne’e gelen telefon daha da karıştırıyor zihinleri. Çünkü mekânlar aynı. Telefondaki ses, Aleksandar’ı arıyormuş Makedonya’dan. Hatta Anne’in duş sahnesi de zihinleri epey karıştırıyor. Yönetmen bir entelektüel ve zihinlerde sancılar yaşatıyor. Filmin ilk ve son sahnelerini zihinde o sancıları yaşayarak araştırmak, meraka düşmek iyidir. “Yüzler” bölümü, gerçek anlamda zihinler bulanıklaştırıyor. Çember asla yuvarlak değildi çünkü.

Gündüz. Duvara grafiti bir yazı yansıyor birden. Duvarda, “Zaman asla ölmez. Çember yuvarlak değildir” yazıyor. Aleksandar caddede taksi bekliyor. Aleksandar taksiye bindiğinde, Mirror gazetesinin binası görünüyor birden. Anne, kasvet hissi veren sokakta. Binalar arasında köprüler fark ediliyor. Anne başını yukarı kaldırıyor ve gri gökyüzünde uçağı görüyor. Gök gürüldüyor. Ay, bulutların arasına giriyor. Restoranda. Akvaryumdaki su kaplumbağası yansıyor görüntüye. Anne, masada oturmuş, Nick’i bekliyor. Nick geliyor. Başka bir masada ailesiyle yemek yiyen küçük bir kız Nick’e gülümsüyor. Barda da sakallı gangster tipli bir adam, tedirginlik veriyor. Garsonu tanıyormuş gibi davranıyor. Anne de boşanmak istiyor Nick’ten. Ama hamile. Çocuk da Nick’ten üstelik. Sakallı adamı restorandan atıyor garsonlar. Her şey normale girmiş gibi. Sakallı adam, çok geçmeden geliyor ve elindeki tabancayla hedef gözetmeksizin ateş ederek katliam yapıyor. Ölen ve yaralanan insanlar bu kaotik görüntüyle yansırken, Anne için de trajedi oluyor bu an. Nick yüzünden vurulmuş ve hareket etmiyor. Bu anda, telaşı ve korkuyu seyircilere de ulaştırabiliyor yönetmen.

“Fotoğraflar: 3…” Yukarıdan Makedonya toprakları yansıyor. Üsküp şehri de. Altta da yanık bir balat duyuluyor. Üsküp’te BM askeri araçları da fark ediliyor. Günlük yaşam kendi doğallığında akıp gidiyormuş gibi sanki. Bu anlar belgesel tadı veriyor insana. Sanki “asenkronizasyon” gibi. Aleksandar, külüstür bir otobüsle köyüne doğru yola çıkıyor. Aleksandar, 16 yıl sonra dönüyor köyüne. Sigarayı da bırakmış. Otobüsten iniyor, köyüne doğru yürüyor. İlk karşısına çıkan makineli tüfekli genç Stojan (İgor Madzirov) oluyor Aleksandar’ın. Küçük boğuşmadan sonra tüfeği ondan alıyor köye doğru yürüyor. Mitre, Stojan’ın amcasıydı. Köy insana yabancılık vermiyor. Taştan yapılmış ve harabe gibi görünen evler, yoksulluğu her taraftan hissettiriyor. Eşekler de çok köyde. Elinde makineli tüfekle evine giderken, Arnavut komşulara selâm veriyor, ama kimse ona cevap vermiyor. Evin dış kapısına geliyor. Kamera öne doğru kayıyor ve ardından Aleksandar, kameranın önüne geçiyor, evin kapısını açıyor, “Lanet olası cehennem” diyor. Ev enkaza dönüşmüş. Fonda da ilahiye benzer hüzünlü bir müzik duyuluyor. Aleksandar, yorgunlukla yatağa uzanıp dinleniyor. Sabah. Aleksandar uyanmış ve bisikletle tur atıyor ıslık çalarak. Çaldığı ıslık da, George Roy Hill’in 1969 yapımı sinemaskop “Butch Cassidy and the Sundance Kid- Sonsuz Ölüm” western filminin “Raindrops Keep Fallin’ on My Head” Oscarlı şarkısının tınıları. Birden küçük bir oğlanı makineli tüfekle görüyor. Zor da olsa tüfeği çocuktan alıyor. O sıra da kuzeni Bojan görünüyor. Başta Aleksandar’ı tanıyamıyor. Yaşlanmış, saçları beyazlamış, üstelik sakal da bırakmış. Mitre de geliyor ve Alaksandar’dan tüfeği alıyor. Ardından ailecek dışarıda yemek yiyorlar. Aleksandar da orada.

Gece… Aleksandar’ın evine Kate (Katerina Kocevska) geliyor. Kate öğretmenmiş. Aleksandar’la sevişmek istiyor. Ama Aleksandar yorgun, belki de suçluluğuna bir halka daha eklemek istemiyor. Kate gidiyor. Gündüz. Köyde, BM askeri aracı fark ediliyor derinlerde. Camiden ezan sesi de duyuluyor o sırada. Aleksandar, elinde paketlerle köyün Arnavut tarafına gidiyor. Makineli tüfekli gençlere, Hana’yı (Silvija Stojanovska) görmek istediğini söylüyor. Sonra da Zekir’in evinin önüne geliyor. Zekir, fazla sıcak olmasa da iyi karşılıyor onu. Hediyeleri veriyor. Öfkeli Alija bir Makedonun hediyesini istemiyor. Sonra Hana kahve tepsisiyle geliyor. Eski Yugoslavya’da bir gelenek bu kahve. Önce lokum yeniyor. Su içiliyor. Sonra da Türk kahvesinden bir yudum alınıyor. Hana, Aleksandar’ı gördüğü için çok mutlu oluyor. Başka bir andaysa Mitre, anne-babasının mezarının başında davul çaldırıyor, sonra da mezarlarına şarap döküyor. Başka bir anda postacı, bisikletiyle postaneye geliyor. Anne, Londra’dan bu postaneyi arıyor Aleksandar’la konuşabilmek için. İletişim kurulamıyor.

Köyde hem doktorluk hem de veterinerlik yapan Seso (Meto Javonovski), ağılda koyunlara doğum yaptırıyor. Bojan ve Aleksandar da orada. Muhteşem anlar. Kuzular gerçekten doğuyor. O kuzuların ayağa kalkma çabaları büyülüyor. Yeni hayat onlar. Ağılın dışında Seso, Aleksandar’a savaşın yanlışlığını söylüyor. Alaeksandar iyimser. Seso, “Bosna’da da her şey iyiydi başta. Sonra dünya oturup sirki izlemeye başladı” diyor. Aleksandar evde yatağında dizüstü bilgisayarından Anne’e mesaj gönderiyor Bosna’daki infaz fotoğraflarıyla. Her şeye yakın olmak için Bosna’da bir milisle arkadaş olmuş. Heyecan istemiş. Milis, ellerinde tuttukları bir esirin başına tek kurşun sıkarak infaz etmiş. Aleksandar da çarpıcı siyah-beyaz fotoğraflar çekmiş bu anı. Ona suçluluk duygusu veren bu olay. Aleksandar, Anne’e yazdığı mesajda, “Fotoğraf makinem bir insanı öldürdü” yazıyor.

Gündüz. Kadınlar ağlıyor. Bojan öldürülmüş. Onu, Zamira’nın vurduğu söyleniyor. Aleksandar, yatakta ölü yatan Bojan’a bakarken, elinde fotoğraf makinesi varmış gibi açı oluşturuyor refleksle. Mitre de, makineli tüfekli adamları toplayıp Zamira’nın peşine düşüyor. Mitre, Aleksandar’a da makineli tüfek uzatıyor 500 yıllık kanın intikamını Zamira’dan almak için. Düğün alayı yansıyor. Gelin de atın üstünde. Düğün ve cenaze. Sonra kök gürüldüyor ve yağmur yağıyor. Geceyarısı. Aleksandar yatakta uyurken, eve Hana geliyor. Gözünü açıyor, Hana yok. Uyumaya çalışıyor. Bu defa Hana geliyor. Böyle bir anı Kiril de yaşamıştı Zamira’yla beraber manastırda. Hana, ondan kızı Zamira’yı kurtarmasını istiyor. Kız, Aleksandar’ın kuzeni Zdreva’nın (Petar Mincevski) elindeymiş. Gündüz. Aleksandar, ağılda hapsedilmiş Zamira’yı buluyor. Kızı, Zdreva’nın elinden alıyor, uzaklaşıyorlar. Zdreva, ateş ediyor. Aleksandar vuruluyor. Aleksandar, kıza koşmasını söylüyor, sonra da yere yığılıyor. Zamira koşuyor. Yerde uzanmış Aleksandar, “Gökyüzüne bak. Yağmur yağacak” diye mırıldanıyor ve ölüyor. Zamira, manastıra ulaşıyor. Filmin girişindeki an yansıyor. Kiril domatesleri toplarken görünüyor. Karabulutlar toplanmaya başlıyor. Çember kurgu. Kısırdöngü. Çember asla yuvarlak değildi ama.

“Gölgeler…”

Milcho Manchevski’nin 2007 yapımı “Senki-Gölgeler”, hayaletler üstünden Balkanlar’ın acılarına bakıyor. Manchevski’nin “Gölgeler” filmi, estetik ve anlatım olarak “Yağmurdan Önce” filminden çok farklı. Savaş yok. Bağımsızlığını kazanmış Makedonya’da artık özgürlük bir oksijen gibi içe çekiliyor. Burjuvalar çoğalmış. İnsanlar, yarattıkları zamanlarda ve boş buldukları yerlerde ipinden boşalmışçasına sevişiyorlar. Bu film, Manchevski’nin en erotik filmi de olabilir. Herkesin “Şanslı” dediği Doktor Lazar Perkov (Borce Nacev), bir çocukları olmasına rağmen karısı Gordana’yla (Filareta Atanasova) çok mutsuz. Bu iki genç insan sürekli tartışıyorlar ve birbirlerinden uzaklaşmak için bahaneler yaratıyorlar. Gordana, kendine bir sevgili bile buluyor tatildeyken. İşte, bir hüzünlü gecede arabasıyla giderken ölümcül bir kaza geçiriyor Lazar. Ölmüyor. Kazadan bir yıl sonra Lazar’ın hayatına, başkalarının görmediği insanlar giriyor. Yani hayaletler. Önce yaşlı bir nineyle başlıyor her şey. Sonra da aşkı tattığı Menka (Vesna Stanojevska) etrafında dolanıyor. Kaldığı apartmanda sürekli karşılaştığı Gerasim’le (Salaetin Bilal) bir de bebek var. Bu insanlar, Lazar’dan kemiklerini mezara gömmesini istiyorlar. Çünkü her gün tekrar tekrar ölmek derin bir acı onlar için. Bu ölü insanların kemikleri de Lazar’ın annesi Vera’da (Sabina Arjula). Soykırımların yaşandığı eski Yugoslavya topraklarında ölülere saygı gösterin, diyor sanki yönetmen.

Manchevski, üçüncü filmi “Gölgeler”de, ilk filmi “Before the Rain-Yağmurdan Önce”den çok farklı bir kurgu dili kullanmış. “Gölgeler” filminin kurgu dilini klasik anlatımla buluşturmuş yönetmen. Her şey düz bir anlatımla yansıyor perdeye. İnsana unutulmaz anlar ve hikâyeler sunuyor ama. Bu filmi çift anlamlı okumak mümkündü. Bir toplumun bilinçaltından gelenlerle Lazar’ın zihninin derinliğinden dışarı çıkanlar anlamında. Lazar’ın bilinçaltından yansıyanlar olarak yorumlandığında her şey daha karmaşık ve bölük pörçük geliyor. Hayatına birdenbire giren hayalet Menka, Lazar’ın zihninin derinliğine oturmuş hep özlem duyulan bir güzel kadın mıydı? Ya bebek? Ya yaşlı kadın? Gerasim, geçmişteki soykırımı mı simgeliyor?

Manchevski, 2001’de çektiği “Prashina/Dust-Toz” filminden yedi yıl sonra suskunluğuna son vermişti “Gölgeler” filmini çekerek. Manchevski “Toz” filminde, ırkçılık ve Türk düşmanlığı yaptığı için 2001 Venedik Film Festivali’nde seyirciler tarafından da yuhalanmıştı. Başrolde Lazar karakterini canlandıran Borce Nacev, Hırvat yönetmen Rajko Grlic’in bizde de bilinen 2006 yapımı “Karaula-Sınır Karakolu” filminde görünmüştü ilkin. “Gölgeler”, Nacev’in oynadığı ikinci filmdi. Gerasim rolündeki Salaetin Bilal de, Özer Kızıltan’ın 2006 yapımı “Takva” filminde Şükrü karakterini canlandırmıştı. Bu filmin senaryosunu yönetmen yazmış. Etkileyici müziklerse Ryan Shore’dan geliyor. Etkileyici ve çarpıcı fotoğraflarıysa kameraman Fabio Cianchetti yansıtmış. Filmin bu İtalyan kameramanı Cianchetti, Roberto Benigni’nin 2005 yapımı “La Tigre e la Neve-Kar ve Kaplan” filmindeki fotoğraflarıyla hatırlanıyor.

Bu filmdeki bazı anlar ve mekânlar unutulmayacak belki. Gordana’nın yatakta çırılçıplak uzanmış dişi vücuduyla Lazar’ı baştan çıkarttığı an. Lazar ve Gordana, birbirleriyle sevişirlerken, zihinlerinde başkalarıyla sevişiyorlardı sanki. Gordana, ata binmiş süvari gibi zevkin bulutları ortasında uçarken, Lazar da Menka’ya ulaşmaya çabalıyordu. Menka, Fellini filmlerinden düşmüş iri memeleriyle bu sevişme anına ortak oluyordu. Lazar’ın içgüdüsünün sesini dinleyerek tren yolundan geldiği eski ev önemliydi. Bu evin geçmişle, hatıralarla, sevinçlerle, acılarla anlamı vardı. Bu evde Menka’yla yeni yüzyıla adanmış sevişmesini yaşıyordu Lazar. Bir hayaletle kolay ulaşılmaz hazdı bu Lazar için. Bu filmdeki tüm sevişme anları, özgürlük patlaması savuruyordu etrafa. Mahrum bırakılmış, ama serbest kalınca ipinden boşalmışçasına tadı çıkartılan. Sevişmek özgürlüktü. Filmin muhteşem görüntülerinin içinde dolaşırken, fonda duyulan müziklere de kulak vermek gerekiyor. Manchevski sinemanın yaratıcı, özgün ve entelektüel yönetmenlerinden. “Gölgeler”, önce 2008’deki 27. İstanbul Film Festivali’nde gösterilmişti. Sonra da, Ekim 2008’de vizyona çıkmıştı.

(18 Temmuz 2015)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Kapitalizme Ayak Uydurma Hikâyesi

Türkçe ad konulmadan vizyona giren ‘A Most Violent Year’ New York kentinde suç oranının doruğa çıktığı 1981 yılını işaret ediyor. 2100 civarı cinayet olayının kayıtlara geçtiği bu dönemde işini yürütmeye çalışan kararlı bir girişimcinin kapitalizme ayak uydurma hikâyesi anlatılan. Latin Amerika göçmeni Abel Morales’in büyük kentteki serüveni ısınma amaçlı yakıt ticaretiyle uğraşan şirketin kamyon sürücüsü olarak başlamış. Patron kızıyla evliliği ve kayınpederin ölümünün ardından idareyi ele alan genç adam, şiddet ve yolsuzluğun serbest piyasayı çember içine aldığı bir süreçte firmayı büyütme gayreti içindedir. Şehrin iki yakası arasında taşımacılığı kolaylaştıracak yakıt istasyonunu konuşlandıracağı kıyı araziyi satın almayı kafasına koyması bu yüzdendir. Yüklü kaporasını ödemiş olduğu arazinin sahipleri Yahudi tüccarlar borcunu ödemesi için kendisine bir ay süre verir. Bir yandan rakip firmaların körüklediği hırsızlık olayları, şirket elemanları ve kendi özel yaşamını hedef alan şiddet, öte yandan bölge savcı savcısının endüstriyi denetlemeye yönelik sıkı soruşturması ile cebelleşen genç girişimciyi zor günler beklemektedir.

Çağdaş Amerikan sinemasının öne çıkan yeni isimlerinden J. C. Chandor’un (açılımı Jeffrey McDonald Chandor) iş alemine ilgisi yeni değil. Baba mesleği finans dünyasına dalışı 2011 yapımı ilk uzun metrajı ‘Oyunun Sonu / Margin Call’ ile başlar. 2008 Eylül ayında uluslararası yatırım bankası Lehmann Brothers’ın batmasıyla açığa çıkan büyük ekonomik krize atıf yapan çalışmasında, dev finans şirketi yöneticilerinin ipotekli taşınmaz mal piyasalarındaki krizi tetikleyecek kararları aldıkları uzun gece boyunca kapitalist düzenin üzerinde yükseldiği kağıttan kulelerin çözülüş sürecini etkileyici bir dille anlatır yönetmen. Entrika yoktur, cinayet yoktur Chandor’un hikâyesinde. Gerilimi yaratan unsur yalın gerçeğin dolambaçsız resmedilmesidir. Genç sinemacının geçtiğimiz yıl bizde de gösterilen ikinci uzun metrajı ‘Sona Doğru / All Is Lost’da tehdit doğa kaynaklıdır bu kez. Bu neredeyse diyalogsuz tek oyunculu (muhteşem Robert Redford) yapım, okyanus ortasında mahsur kalmış denizcinin hayatta kalma mücadelesi üzerinedir.

Chandor son filmiyle iş dünyası gözlemlerine ve ayakta kalma mücadelesine kaldığı yerden devam ediyor. Karlar altındaki New York kışında geçen ‘A Most Violent Year’de seksenli yıllarda çekilmiş klasik suç filmlerini ve özellikle Sidney Lumet’in işlerini anımsamamak elde değil. Bunda ‘Selma / Özgürlük Yürüyüşü’nde de alkışladığımız görüntü yönetmeni Bradford Young’ın gri sarı tonların ağırlıklı olduğu renk paleti, kusursuz sanat yönetimi ve Kasia Walicka imzalı kostüm tasarımının da büyük payı var. Ne var ki Chandor ustası Lumet’nin gerilim ve aksiyona ağırlık veren işlerinden farklı bir kulvarı tercih ediyor. Filmin adında şiddet olmasına rağmen –ticari kaygıları bir kez daha bir kenara bırakarak- gerçekçi bir New York serbest piyasa çevresi çizmekte ısrarını sürdürüyor. Morales’in kamyonunu soyan hırsızı önce araba, sonra yayan izlediği, daha sonra metroya taşınan uzun ve heyecanlı bir takip sahnesi mevcut ancak genelinde uzun planlardan ve asgari kurgu müdahalesinden ödün vermiyor Chandor. Suç oranının tavan yaptığı bir dönemde, üstelik mafyanın her sektörde kollarının olduğu bir endüstri kentinde silahları konuşturmuyor. Baş aktörü Morales -soyadında somutlaştığı biçimde- iş ahlakına bağlı kalmakta kararlı. Rekabetçi piyasada oyunu etik kurallara bağlı oynamaktan yana. Karısı Anna’nın mafya kökenli babasının yöntemlerini ‘ne yani gangster mi olacağız’ diyerek reddedişi bu yüzden. Uzaktan uzağa Don Vito Carleone’nin başlarda olayların dışında kalmış küçük oğlu Michael’ı (Al Pacino) andıran genç girişimcinin bir Latin gangsteri olarak anılmak değil hedeflediği. Abel başkalarının hayatını mahvetmek istemez. Kamyon şöförü çalışanı Latin genci Julian’ı bir ağabey gibi korur önceleri. Ancak başkasının hatası yüzünden işini tehlikeye atma gibi bir niyeti de yoktur. Kişisel duygular ile profesyonel tercihlerin terazisinde bir avuç petrol insan hayatından daha ağır basacak, vicdanını Amerikan Rüyası’na kurban edecektir.

Kağıt üzerinde para, ihtiras ve güç üzerine bir suç draması izlenimi veren ‘A Most Violent Year’ sistem ve birey analizi üzerine mesafeli ve gerçekçi tavrıyla benzerlerinden kolaylıkla sıyrılan yılın en parlak Amerikan yapımlarından biri. Çağımızın en iyi aktörlerinden Oscar Isaac’in Abel’deki büyüleyici performansı ve daha geri planda kalmasına rağmen Jessica Chastain’in uzaktan uzağa Lady Macbeth’i hatırlatan Anna yorumu her türlü övgüyü hak ediyor.

(11 Temmuz 2015)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Amerika’ya Veda: Kubrick

Büyük usta Stanley Kubrick’in son siyah-beyaz “Lolita” ve “Garip Doktor” filmleriyle sinema sanatına zengin anlatımlar sundu. Dâhi ustanın felaketleri anlatan bu iki filmine saygı sunmak istedik.

“Lolita…”

Stanley Kubrick’in Rus yazar Vladimir Nabokov’un romanından uyarladığı 1962 yapımı siyah-beyaz “Lolita”, insanı kendi ikiyüzlülüğüyle baş başa bırakan, hem ahlaki hem de adli suç filmine dönüşen sarsıcı bir film. MGM’in sunduğu filmin senaryosunu da kendi romanından yazmış Nabokov. Filmin çarpıcı kurgusunu da Anthony Harvey yapmış. Filmin müziklerini de Nelson Riddle bestelemiş. Fotoğraf sanatına saygı sunuşu yapan görüntülerse Oswald Morris’e ait. Kubrick’in bu filmi, Amerika’da ahlakçılık oyunu oynayan muhafazakâr basın tarafından saldırıya uğradı. Usta, Amerika’yı terk etti, İngiltere’ye yerleşti ve ölene kadar orada kaldı. Bu film, Şubat 1965’te ülkemizde vizyona çıkmıştı.

Film, ön jenerikte Lolita’nın ayak parmaklarına bir elin oje sürmesiyle açılıyor. Ön jenerik yazıları zincirleme geçişleriyle yansıyor. Her şey birbirinin içine geçmiş gibi. Fonda da piyano tınıları duyuluyordu. Bunların anlamı filmin derinliğinde anlamlaşıyor. Ön jenerik sonrası, sisler içinde steyşın bir beyaz araba şehir dışındaki bir çiftliğe doğru yol alıyor. Profesör Humbert Humbert (James Mason), malikâneye giriyor. Orada televizyonda oyun yazan ve çok para kazanan Clare Quilty’yi (Peter Sellers) arıyor. Malikâneye giren Humbert’i kayarak takip eden kamera, akşamdan kalma Quilty’yi buluyor. Humbert ona Dolores Haze’i soruyor. Yani Lolita’yı. Lolita, Dolores’in kısaltması. Buradaki konuşmalarda Kubrick, 1960 yapımı renkli ve sinemaskop “Spartacus-Spartaküs” filmine de gönderme yapmış. Bir şeylerin ters gittiğini anlayan Quilty, piyano çalarak ortamı yumuşatmaya çabalasa da tabancayla üstüne doğru gelen Humbert’in kurşunlarından kaçamıyor. Yağlı boya kadın portresinin arkasında trajedisini yaşıyor. Aynı zamanda tablo da etkileniyor bu trajediden. Filmi, Humbert’in iç sesiyle takip ediyor seyirci, baştan sona kadar. Sadece sondaki ses başkaydı. Çünkü trajedi uzaklarda değil.

Film, buraya nasıl gelindiğini anlatmak için dört yıl öncesine dönüyor. Humbert, Amerika’ya Fransız edebiyatından İngilizceye çeviriler üstüne dersler vermek için gelmiş orta yaşlı ve de yeni boşanmış İngiliz bir profesör. Uçak New Hampshire’a iniyor. Ramsdale kasabasına yerleşiyor. Sakin bir yaz geçirmeye karar vermiş Humbert. Sonbaharda Ohio’daki Beardsley Üniversitesi’nde dersler verecekmiş. Dostlarının önerisiyle Ramsdale’e gelmiş kiralık ev için. Önce, kocası Harold ölmüş Charlotte Haze’in (Shelly Winters) evine yerleşiyor. Charlotte, dindar ama onca yıl erkeksiz kalmanın verdiği bunalımla Humbert’e dişiliğini hissettiriyor hemen. Beyaz steyşın da Charlotte’un. Bu araba filmin önemli
karakterlerinden biri oluyor derinliklerde. Evi dolaşırken, dışarıda güneşlenen 14 yaşındaki sarışın Lolita’nın (Sue Lyon) ışık saçan güzelliğiyle sallanan Humbert, onun çocuksu davranışlarından anlamlar çıkartarak hayaller kurmaya başlıyor. Ona tutkusunu gönderen kelimelerle günlük bile tutuyor. Ailenin içine iyice yerleşen Humbert, onlarla arabadan izlenen film bile izliyor. Perdede “Frankeştayn” filmi yansıyor. Terence Fisher’in yönettiği 1957 yapımı renkli Filmin adı “The Curse of Frankenstein…” Bu bir metafor muydu? Zaman geçiyor. Kenny’yle çıkan Lolita, baloda sevgilisiyle coşkulu dans yaparken, onun enerjisi Humbert’i büyülüyor dansı dikizlerken. Avukat komşuları John ve karısı Jean’le de tanışıyor Humbert. Kızları, Jean ve John’un Mona’nın partisine giderken, Charlotte bu fırsatı değerlendirmek istese de kolay olmuyor. Elbette büyük balo da elbette Quilty de var.

Oyunlar oynayan Loita odasına, taze ışığıyla geliveriyor. En sevdiği şairden, Edgar Allan Poe’dan dizler okuyor ona Humbert. Yüce Poe dediği şairin şiirinden, “Yalnız ekimde bir akşamdı / Yılların en unutulmazıydı / Donuk Auber Gölü’nde zaman durdu / Orta Weir topraklarına sis kondu” diyor. Humbert, “donuk” ve “kondu” arasında Poe’nun oyun yaptığını söylüyor Lolita’ya. “Donuk” kelimesini diğer mısrada tersten yazmış Poe. Küçük Lolita anlamasa da dinliyor onu bir şeyler atıştırırken. Öğrencisiymiş gibi Lolita’ya açıklamalar da yapıyor Humbert, başka mısraları da okurken ona: “Yatıştırdım Psişe’yi ve dudaklarımız kavuştu / Ve yendim çekingenliğini, sildim sıkıntılarını / Vardık o yolun sonuna / Ama çıktı bir mezar karşımıza / Sordum o tatlı kıza orada ne yazıyordu / Cevap verdi bana ‘Ulalum, ulalum… Lolita, “O tatlı kız” lafını beğenmiyor pek. “Lolita, cicim” der gibiymiş ona göre. Yazar-şair Poe, polisiye romanın da öncüsüydü.

Lolita, yaz kampı için gittikten sonra, Charlotte bir notla Humbert’e evlenme teklif ediyor. Evleniyorlar. Cinsel yönden rahatlaması gereken Humbert, Lolta’ya özlemini günlüğüne dökmeyi sürdürüyor. Yatak odasında, Charlotte, Lolita’yla telefonda konuştuktan sonra Lolita’yı yatılı okula vereceğini söyleyiveriyor Humbert’e. Elbette Humbert’in emellerinden daha haberi yok Charlotte’un. Yalnızlıktan çok korkan Charlotte, Humbert’e Tanrı’ya inanıp inanmadığını söylüyor. Humbert, “Tanrı bana inanıyor mu bilmiyorum” diyor. Komidinin çekmecesinden kocasının tabancasını çıkartıyor ve Humbert’e, “Annenin babası Türk bile olsa umurumda değil. Tanrı’ya inanmadığını öğrenirsem, sanırım intihar ederim” diyor Charlotte. Ama çok geçmeden Humbert’in günlüğün bulup karıştıran Charlotte, yağmurlu havada arabanın altında kalıp ölüyor. Humbert, tabancayla öldürmeyi hayal ettiği Charlotte’un böyle zahmetsizce ortadan çekilmesinden gayet mutlu oluyor. Lolita ona kalacağı için belki de. Steyşın araba gibi, tabanca da önemliydi filmde. Kubrick, Brechtyen estetikten yardım buluyor tabancayla. Brechtyen bakışta, bir silah görünüyorsa mutlaka bir yerde işlevi olması gerekiyor. Hemen küvete girip keyif yaparken komşuları Jean ve John da geliyor eve. Sonra da Charlotte’a çarpan Frederick de özür için geliyor. Humbert’in umurunda değil ki tüm bunlar.

Yaz kampına gidip Lolita’yı alan Humbert, kıza annesinin hasta olduğunu söyleyip onu otele götürüyor. Otelde eyalet polisinin toplantısı var. Elbette Quilty de orada. Yatak sorunu çözülürken Humbert’le iletişimi deniyor Quilty. Aklı da Lolita’da. Odaya gelen Humbert, yatakta bir melek gibi uyuyan Lolita’ya sarılıp uyumayı hayal ederken, melek uyanıveriyor. Öncesinde, pencerenin panjurunun demirparmaklıkları hatırlatan çizgili gölgesi odanın içine yansıyor. Bu gerçeküstü görüntünün anlamı daha sonra anlamlaşıyor zihinlerde. Oyun yine başlıyor ve yeniden yollara düşüyorlar. Humbert, Lolita’ya annesinin öldüğünü söyleyerek biraz olsun rahatlıyor. Zaman geçiyor. Kış çöküyor. Başka bir kasabada yeni hayatları sürüyor. Lolita’yı başka erkeklerden, okuldan, etkinliklerden kıskanan Humbert, kızın hayatını küçük bir cehenneme de çeviriveriyor. Okuldaki piyese katılmasına bile karşı çıkıyor yatak odasında Lolita’nın ayak parmaklarına oje sürerken. Kubrick bu sahnede seyirciyi de epeyce zorluyor zihinsel anlamda. Yatakta sere serpe uzanmış Lolita’nın pürüzsüz beyaz teni kışkırtıcı, akıl alıcı yansıyor estetik fotoğraflarla. Seyircileri de dilemmalarda, ikilemlerde bırakan Kubrick, ahlakçı ikiyüzlülükle baş başa bırakıveriyor herkesi. Kubrick, Humbert’le Lolita’nın seviştikleri hakkında açık bir şey göstermiyor. Ama zihinlerde hep bir kuşku oluşuyor.

Lolita’nın piyese katılmasına izin vermeyen Humbert’i Dr. Zempf ziyarete geliyor. Onun kim olduğunu çıkartıyorsunuz çok geçmeden. Piyeste sahne alan Lolita’yı korkunç bir kıskançlıkla kıskanan Humbert, yeniden yolculuğa çıkartıyor Lolita’yı. Kasabada dedikodular da duyulmaya başlıyor. Kasabalı, Lolita’yla Humbert’in aralarında bir şeyler olduğunu hissediyor. Baba-kız ilişkisinin ötesinde. Steyşın araba otobanda yol alırken, bir araba da peşlerine takılıyor. Arabanın lastiği patlıyor. Lolita hastalanıyor. Bu, Humbert için kırılma anı oluyor. Çok geçmeden Lolita ortadan kayboluyor. Yedi ay geçtikten sonra Lolita’dan yardım için mektup alıyor Humbert. Hemen yola çıkıyor Lolita’ya çabucak ulaşabilmek için. Düş kırıklığını da yaşıyor orada. Lolita evli ve üstelik de hamile. Lolita gelmiyor. Ona para bırakıp, bu sorunları açan Quilty’yle hesaplaşmaya doğru yol alıyor Humbert. Filmin girişindeki an yeniden yaşanıyor. Quilty’ye ve kadın portresine kurşun yağdıran Humbert’in âkibetini de “sonsöz” (epilog) açıklıyor sonda.

Bir suç ve yol filmine de dönüşen bu yapıtında Kubrick, ahlakçıları eleştiriyor, önyargının korkunç bir düşünce olduğunu hissettiriyor. Humbert’e saldırgan ve aşağılayıcı yaklaşmıyor yönetmen. Yeni boşanmış ve hiç çocuğu olmamış bu yalnız adamın kıyılarında dolaşarak toplumun ikiyüzlü ahlakının maskesini düşürüyor yönetmen. Charlotte’un evinde yoğunlukla parlak ışık düzenlemeleri kullanan Kubrick, Charlotte öldükten sonra gölgeleri daha bir öne çıkartan dramatik ışık düzenlemeleri yapmış kara filmlerdeki gibi. Kasvet duygusunu da çoğaltıyor bu şık düzenlemesi. Kubrick, kararmalarla zamanın geçişini de hızlandırmış bu filminde. Aralarda duyulan piyano tınılarındaki “Lolita” tema müziği de filmin ruhunda hüznü çoğaltıyor bir de. James Mason (1909-1984), Shelley Winters (1920-2006) ve Sue Lyon’ın (1946) performansları muhteşemdi.

“Lolita” filmi, 1997 yılında Adrian Lyne tarafından bir defa daha uyarlanmıştı. Kubrick’in filmi daha değerliydi tabii ki.

“Garip Doktor…”

Stanley Kubrick’in yazar Peter George’un “Red Alert” (Kırmızı Alarm) romanından uyarladığı 1964 yapımı siyah-beyaz “Dr. Strangelove or: How I Learned to Stop Worrying and Love the Bomb – Garip Doktor”, nükleer felaket üstüne politik hiciv ve ironi yüklü gerçekçi bir film. Ayrıca bu Soğuk Savaş parodisi de. Columbia’nın sunduğu filmin senaryosunu romanın yazarıyla beraber Kubrick ve Terry Southern ortak yazmışlar. Filmin uzun orijinal adının anlamı “Dr. Garipaşk veya Nasıl Kaygılanmayı Bırakıp Bombayı Sevmeyi Öğrendim” demek. Çarpıcı fotoğraflar kameraman Gilbert Taylor’a, müziklerse Laurie Johnson’a ait. Filmde Peter Sellers üç rolde gözüküyor.

Film, Kuzey Kutbu üstüne bir dış sesle açılıyor. Ses, “Batılı liderlerin arasında dolaşan rivayete göre Sovyetler Birliği ‘nihai’ bir silah geliştiriyor. Mahşer Günü silahıymış bu. / … / Zarkov Adası’nda, Arktik tepelerin hemen altında olduğunu belirlediler. / … /” Sonra kamera, ön jenerikte havada uçan Amerika’nın savaş uçaklarını takip ediyor. Filmin ön jenerik yazıları da özgün ve çarpıcı.

Burdelson Hava Üssü’nü yöneten Amerikalı General Jack D. Ripper (Sterling Hayden), bir ayağı takma olan İngiliz yaveri Yüzbaşı Lionel Mandrake’ye (Peter Sellers) tüm radyoları toplaması emrini veriyor. Radyolar telsiz olarak da kullanılabiliyor. Ripper, havadaki nükleer bomba yüklü bombardıman uçaklarına Sovyetler’i bombalamaları için emir gönderiyor. Bundan kimsenin haberi yok. Amerikan Başkanı Merkin Muffley’nin (Peter Sellers) bile. Üçüncü Dünya savaşı yakın mıydı? Nükleer bombalarla yüklü bombardıman uçakları teftiş uçuşlarını yaparken, uçaktaki askerler de can sıkıntısından patlıyor. Ama bu uzun sürmüyor ve General Ripper’dan mesaj ulaşıyor onlara. Mesaj, nükleer bombaları Rusların üstüne boşaltmalarını istiyor. Popüler lafla yol haritalarını da broşürle açıklıyor askerlere. Uçaktakiler şaşkın. “Kanat Uçuş Planı R” devreye girmiş, ama Başkan’ın haberi yok olanlardan. “Mahşer Günü” başlıyor. Üçüncü Dünya Savaşı uzakta değil.

Kendine “Bayan Dışişleri” diyen sekreteri ve metresi Bayan Scott’la (Tracy Reed) eğlenen General Buck Turgidson (George C. Scott), Başkan’ın emriyle gizli toplantıya çağrılıyor. Turgidson, gururla Ripper’a Başkan’a anlatırken, ortaya tuhaf düşünceli, hatta meczup biri ortaya çıkıyor. Ripper, kızıl komünistleri yeryüzünden Tanrı’nın emriyle silmek istiyormuş. Evli ve bir metresi olan Turgidson da bir anti-komünist. Alttan alta da Ripper’ı destekliyor. Üste de işler karışıyor. Başkan Muffley, üsse girilmesini istiyor. Ama bu o kadar kolay değil. Kırmızı alarmın olduğu üste giden askerlerin üsteki askerlerle savaşmaları gerekiyor. Başkan Muffley, Sovyetler Birliği’nin Washington Büyükelçisini Aleksi de Sadeski de (Peter Bull) gizli toplantıya çağırıyor. Büyükelçi, Başkan’ın sunduğu Jamaika purolarını içmeyi reddediyor. Çünkü, emperyalistlerle işbirliği yapan bir ülkenin purosu içilmez. Devrime de aykırı. Turgidson’ın gözü Büyükelçi’nin üstünde hep. Başkan, Sovyetler’in başkanı Dimitri Kissoff’a da sürekli bilgiler veriyor. Hatta uçakları vurmasını bile söylüyor.

“Peace is Our Profession”, yani “Barış Bizim İşimiz” yazan üssün paranoyak, anti-komünist “ahlakçı” ve dinci muhafazakâr komutan Ripper, her şeyi Tanrı adına yaparken, dışarıdan yağan kurşunlar altında kızıl komünist ateistleri yok etme fikrinin seviştiği sırada aklına gelmiş. Madreke’ye böyle diyor. Ripper, dünyanın ve insanların onda yedisinin su olduğunu diyor Madreke’ye. Ruslar, sulara “florit” (fluorit) karıştırıyor diyor. Bunu da seviştikten sonraki yorgunluğuna bağlamış. Ripper, gücü almak isteyen kadınlara da gücünü vermekten korkuyor bir de. Madreke de Japonlara esir düşmüş ve köprü yapmış Japonlara. Tıpkı Kwai Köprüsü gibi. Ölümden sonra hayata da inanan Ripper ölse de verdiği emir sürüyor. Nükleer başlıklı bir bombanın arkasında da “Dear John”, yani “Değerli Yahya” yazdığını da belirtelim.

Başkan’ın yaptığı toplantıya, tekerlekli sandalyedeki bilim insanı ve de tuhaf isimli Dr. Strangelove da katılıyor. Strangelove (Peter Sellers), “Silah Araştırma ve Geliştirme Dairesi”nin başkanı o. Bu bombaları da o geliştirmiş. Alman doktorun asıl adı Merkwürdiglibe… Yani Strangelove… Yani Garipaşk… Bombalar, düştükleri yerlerde 93 yıl etkisini sürdürüyormuş. Dışarıdaki askerler üsse giriyorlar. Madreke’yi esir alan Albay Guano (Keenan Wynn), Madreke’nin telkinlerine dirense de sonunda Madreke Başkan’a ulaşabiliyor. Telefonların kesik olduğu üste bir tek jetonlu telefon çalışıyor. Bozukluğu biten Madreke, Guano’dan kola makinesine ateş etmesini istiyor bozukluklar için. Özel mülkiyet ve hr teşebbüse gasp yapılabilir miydi? Madreke, Başkan’a ulaşıyor, ama her şey için çok geç. Dr. Strangelove, Başkan’a bombalar düştükten sonra olabilecekleri doğal bir şeymiş gibi anlatıyor. Sağlıklı Rus erkekleriyle sağlıklı Rus kadınları sevişip toparlar diyor. Gençler bilgisayar başında eğlenirler ve sevişirler. Canları da sıkılmaz. Aslında bu film fütüristik. Gerçekten gençler bilgisayarla eğleniyorlar, arta kalan zamanlarda da sevişiyorlar. Tıpkı bu filmin öngörüsü gibiydi şimdi her şey. Ruslar, Amerikan bombardıman uçaklarını düşürüyorlar, ama isabet alan bir uçak dışında. O uçak da Rusların üstüne nükleer bombaları bırakıyor. Soykırım uaşanıyor. Bir eli de sakat olan Nazi Dr. Strangelove, tekerlekli sandalyeden ayağa fırlıyor ve “Mein Führer (Lider Benim), yürüyorum” diye çığlık atıyor. Bombalarsa Rusya’yı karanlığa gömüyor. Kubrick’in bu filmi altın kadar değerli ve insana da her daim gerekli.

(06 Temmuz 2015)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Danimarkalı Yönetmenden Western’e Saygı

Günümüzde eski popülaritesini yitirmiş olsa da sinema tarihinin en köklü türlerinden biri olan Western, Amerika Birleşik Devletleri’nin sancılı kuruluş yıllarını öyküler. Öte yandan eski kıtadaki yoksulluk ve kargaşa ortamından daha özgür bir yaşam hayaliyle vaadler ülkesine akın etmiş Avrupalıların hikâyesidir anlatılan. Vahşi Batı’nın sınır bölgesinde hayatta kalma savaşı verenler o veya bu nedenle yollara düşmüş Avrupalı göçmenlerdir. Kristian Levring’in bu hafta ‘İntikam’ adıyla gösterime giren filminin (özgün adı ‘The Salvation’ ‘Kurtuluş’ anlamına geliyor) ana karakteri Jon da bunlardan biri. 1864 yılında Almanlara karşı verilen savaşta bozguna uğradıktan sonra şansını Yeni Dünya’nın verimli topraklarında denemek isteyen Danimarkalı eski asker erkek kardeşiyle birlikte Amerika’ya ayak basışından yedi yıl sonra karısı ve küçük oğlunu yanına aldırır. Lakin hasret dolu buluşma kısa sürer, aynı yolcu arabasını paylaştıkları iki haydudun saldırısıyla yeni kavuştuğu ailesini ebediyen yitirir. Adamları bulup intikamını alır ne var ki canını aldıklarından biri bölgenin gözü dönmüş belalısı Delarue’nün kardeşi çıktığından hesaplaşma sürecektir.

Lars Von Trier, Thomas Vinterberg, Soren Kragh-Jacobsen ile birlikte Dogme 95 manifestosunun dört imzacısından biri olan Levring, gerçekçilik ve Fransız Yeni Dalgası’ndan etkilenmiş akımın öne çıkan filmlerinden 2000 yapımı ‘The King Is Alive / Kral Yaşıyor’ ile bilinir en çok. Otobüsleri bozulunca Güney Afrika sahili boyunca uzanan Namib çölünde mahsur kalmış bir grup yolcunun yardım gelene kadar oyalanmak için Kral Lear’i sahneleme girişimlerini öyküleyen bu özgün çalışmanın ardından fazla film çekmedi Levring. Dördüncü uzun metrajı olan ‘İntikam’ sinemacının çocukluğundan beri tutkunu olduğu Western’e, hayranlıkla takip ettiği John Ford, Howard Hawks, Sergio Leone gibi ustaların işlerine bir saygı duruşu adeta.

Dogme 95 kurallarını çoktan rafa kaldırmış olan sinemacının bir kez daha Anders Thomas Jensen ile birlikte kaleme almış olduğu bu son çalışmasının ‘Kral Yaşıyor’ ile tek ortak noktası yaşanan serüvenin kızgın güneş altında cereyan etmesi herhalde. Danimarkalı yönetmen türü yenilemiyor belki ancak dersini iyi çalıştığı ve intikam temalı klasik ve spagetti westernlerin ana izleği doğrultusunda temiz bir iş çıkardığı inkâr edilemez. Bunda değişmez görüntü yönetmeni Jens Schlosser’in dijital teknoloji destekli gece çekimleri ve geniş perdede etkisi güçlenen kusursuz sinematografisinin büyük payı olduğunun altını çizmekte yarar var. Kasper Winding’in yaylılar ve vurmalı çalgılarla tedirgin atmosferi destekleyen etkileyici müzik çalışması ise uzaktan uzağa Ennio Morricone’nin işlerini anımsatıyor. Çekimlerin ekonomik avantajlar nedeniyle Güney Afrika’da gerçekleştiğini, 1930’lardan beri western ikonografisinin ayrılmaz parçası haline gelmiş Monument Valley mekânlarının bilgisayar müdahalesiyle stüdyoda kotarıldığını da not olarak ekleyelim.

Teknik başarısının yanında oyuncu seçimiyle de göz dolduran bir yapım bu. Thomas Vinterberg imzalı ‘Onur Savaşı / Jagten’deki pasif direnişçiden Arnaud des Pallières’in ‘Adalet İçin / Michael Kohlhaas’ının intikam savaşçısına uzanan TV’nin ünlü Hannibal’i Mads Mikkelsen karakteristik fiziği ve güçlü oyunculuğuyla Jon karakterinde göz doldururken, yerlilerin kaçırıp dilini kestikleri sessiz Madelaine’e öfkeli kırılgan bakışlarıyla hayat veren Eva Green bu erkekler filminin kadın oyuncusu olarak öne çıkıyor.

Başlangıçta Avrupalı göçmenlerin hayatta kalma mücadelesine odaklanacak gibi görünen ana hikâyenin ilerleyen bölümlerde (bizde ‘Kahraman Şerif’ adıyla gösterilmiş) ‘High Noon’ benzeri kötülere karşı tek başına bırakılmış yalnız kovboyun öyküsüne dönüştüğünü gözlemlediğimiz çalışmada diyalog minimal düzeyde. Karakterlerin psikolojik derinliği yetersiz belki ancak öykünün kapitalizmin doğuş yıllarına ilişkin kısa gözlemleri etkileyici. Çorak toprağın altında yatan petrol sularına karıştığı için ‘Black Creek’ adını almış küçük yerleşim bölgesi sakinlerinin onurunun peşindeki göçmeni yalnız bırakmaları sinmişlikten, başlarındaki ceberrut muktedirin estirdiği terör korkusundan. Kendi iptidai bankasını da kurmuş olan Delarue, kasaba başkanının bölge sakinlerinden ucuza kapattığı tapuları tetikçiliğini yaptığı şirket sahiplerine aktarmakta, bu şekilde Black Creek’in üzerine kurulmuş olduğu paha biçilmez arazinin birkaç ay içinde tümüyle büyük sermayenin eline geçmesi planlanmaktadır. Film özgün adının tersine kurtuluşu değil teslimiyeti ifade eden ve yükselen kapitalizmin ayak seslerini simgeleyen petrol kuyularının görüntüleriyle noktalanırken Paul Thomas Anderson başyapıtı ‘There Will Be Blood / Kan Dökülecek’e gönderme yapar gibidir.

(03 Temmuz 2015)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Dünyanın Bütün Acıları: Andrzej Wajda

Polonya sinemasının dünyaya sunduğu büyük ustalarından Andrzej Wajda’nın iki farklı dönemde geçen “Danton” ve “Katin” filmlerindeki insan trajedilerine dokunmak istedik. Bu iki filmde de politik hırsların korkunç yüzü yansıyor beyazperdeye.

Sinemanın büyük ustalarından Polonyalı Andrzej Wajda (Andrjey Vayda), 6 Mart 1926 yılında Suwalki’de doğdu. II. Dünya Savaşı’nda direnişçilerle beraber Nazilere karşı savaştı. Savaş sonrasında güzeller güzeli Krakow şehrinde resim dersleri aldı. 1950’de dünyaca ünlü Lodz Yüksek Sinema Okulu’na girdi. 1957’de çektiği siyah-beyaz “Kanal” filmi, II. Dünya Savaşı’nda bir avuç insanın kanalizasyonda Nazilerden kaçışını anlattı. Filmin sonu iç burkucuydu. 1958 yapımı “Popiól i Diament – Küller ve Elmaslar” filminde çok etkileyici bir anı yaşattı. Seyirciler, toplantıdaki konuşmayı dinlerken, kamera salondan çıkıp WC önünde müşteri bekleyen kadını gösteriyordu. Aslında pek bir özelliği yokmuş gibi görünüyor. Ama önyargılı olmamalı. Sinemada buna “asenkronizasyon” (eşleşme olmayan) deniyor. Bunu öncü Rus yönetmenler Ayzenştayn ve Pudovkin denemişlerdi ilk. Bununla sanatı gözetmek istiyorlardı. Sesli sinemaya karşı çıkan Charlie Chaplin de “asenkronizasyon”u denemişti. 1931 yapımı siyah-beyaz “City Lights – Şehir Işıkları” filminde ekonomik gelişmeyi yansıtan anıtın açılışını yapan sesi hızlandırarak konuşmayı anlaşılmaz duruma sokmuştu Chaplin. 1936 yapımı siyah-beyaz “Modern Times – Asri Zamanlar” filmindeyse yapay bir dil yaratmıştı. Fransızca, İngilizce, Almanca, İtalyanca, İbranice tuhaf biçimde iç içe geçerek anlaşılmaz bir hal alıyordu. Wajda usta, 1969 yapımı “Wszystko na Sprzedaz – Her Şey Satılık” filminde de gerçeklik algısıyla oynamayı denedi. Seyirci neyin olacağını tahmin edemiyordu. O an perdeye yansıyan bir an, belgesel gerçekliği miydi, yoksa her şey önceden tasarlanmış bir mizansen miydi?

Ustanın, 1977 yapımı “Czlowiek z Marmuru – Mermer Adam”, 1979 yapımı “Panny z Wilka – Wilko’lu Kızlar”, 1980 yapımı “Dyrygent – Orkestra Şefi”, 1981 yapımı “Czlowiek z Zelaza – Demir Adam”, 1983 yapımı “Eine Liebe in Deutschland – Almanya’da Bir Aşk”, 1985 yapımı “Kronika Wypadków Milosnych – Aşk Olayları Günlüğü” gibi önemli filmlerini de hatırlamalı.

“Danton…”

Andrzej Wajda’nın 1983 yapımı “Danton” filmi, Fransız Devrimi’nden sonra yaşanan Robespierre diktatörlüğünün terörünü anlatıyor. Gaumont – TF1’in ortak sunduğu filmin senaryosunu yönetmenle beraber Jean – Claude Carrière, Agnieszka Holland, Boleslaw Michalek ve Jacek Gasiorowski ortak yazmışlar. Bu filmin senaryosu ve diyalogları da çok güçlüydü. Dublajda Türkçenin de gücünü hissediyorsunuz. Film, Stanislawa Przybyszewska’nın “Sprawa Dantona / L’Affaire Danton” (Danton Meselesi) eserinden uyarlanmış. Filmin etkileyici müziklerini Jean Prodromidès bestelemiş. Çarpıcı görüntülerse kameraman Igor Luther’den. Mekânlara düşen ışıklar görüntülere etkileyici atmosferler sunmuş. Wajda, dönem filmlerinin kahverengimsi görüntülerinden çok, renkleri öne çıkaran görüntü çalışması yansıtmış. Oluk oluk akan kıpkırmızı kanlar daha da ürküntü yaratsın diye. Filmde zaman zaman Carravaggio, zaman zaman da Goya resim tablolarının içindeymiş gibi hissediyorsunuz.

Sabah olurken yolda bir atlı araba kameraya doğru geliyor. Ön jenerik yazıları yansırken fonda da gerilimli müzik duyuluyor. Sonra jandarma yolu kesiyor Paris’e gidecekleri denetlemek için. Arabada Danton da var. Georges Jacques Danton (Gérard Depardieu), devrimin önemli isimlerinden. Paris 1794, bahar… 1. Cumhuriyet kurulalı iki yıl olmuş. Devrimden beş yıl sonra. Fransız bayrağı Devrim’de doğdu. Mavi özgürlüğü (liberté), beyaz eşitliği (égalité), kırmızı kardeşliği (fraternité) simgeliyor. Şimdi bu üç kavramın içleri mi boşaltılmıştı? Fransa, Maxime Robespierre’in (Wojciech Pszoniak) despotizminin altında nefes alamıyor. Robespierre’in “Terör Dönemi”nde giyotin sürekli kelle kesmeyi sürdürüyor. Robespierre’in baskıcı yönetim anlayışına ters düşen Danton, Paris’i terk etmiş ve şimdi geri dönüyor bu faşizmi bitirebilmek için. Bu o kadar kolay mıydı? Robespierre’in evinde baş hizmetçi Bayan Duplay (Malgorzata Zajaczkowska) Eléonore Duplay’in kardeşi küçük çocuğa (Angel Sedgwick) küvette banyo yaptırırken ezberlettiği kelimelerin yaşanılanlar karşısında sadece bir slogan olduğu anlaşılıyor. Kadın sert. Çocuk ezberlediği kadar, “İyi bir devrimci dayanıklı olmalı. (…) Tüm insanlar özgür ve eşit doğar; özgür ve eşit ölür. Sosyal farklılıklar, sadece ortak çıkarlar temelinde yaratılabilir. Tüm siyasi kanunların hedefi ulusun iyiliği olmalıdır. Özgürlük her şeyi yapabilmektir. Başkalarına zarar vermediği sürece…” Sonra Bayan Duplay, beş haftadır hasta olduğundan yataktan çıkamayan Robespierre’e kahvaltı getiriyor. Robespierre’in yüzünde bıkkınlık ve yorgunluk fark ediliyor. Kamera sokağa çıkıyor ve halkın yoksulluğunu gösteriyor. Halk, yağmur altında ekmek kuyruğuna girmiş. Her şey devrim öncesinden beter sürüp gidiyor. Son kral olan 16. Louis’nin eşi Kraliçe Marie Antoinette’in, halkla alay eder gibi, “Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler” dediği rivayet edilir. Bu ekmek kıtlığı, yönetimin savaşa hazırlığı için miydi? Kuyruktakilerden bazıları tartışıyorlar. Bir genç halkı ayaklanmasını umuyor. Halk ayaklandığında kral bile duramamıştı. Tartışmalar sürerken, jandarmalar, yakaladıkları bir göçmenle oradan geçiyorlar varlıklarını da hissettirerek. Sonra kamera Danton’un Paris’e görkemli dönüşünü gösteriyor. Halkı büyük bir heyecan ve umut sarıyor Danton kendini gösterince.

Robespierre’in malikânesine Antoine Saint – Just (Boguslaw Linda) geliyor. Robespierre’e Halkın Kurtuluşu Komitesi’nin bildirisini okuyor. Komite’nin bildirisinde, “Halkın Kurtuluşu Komitesi, despotizmin geçerli bir yol olduğunu görmüştür. (…) Despotizme karşı korunacak son şeyse basın özgürlüğüdür. Moskova’da basın özgürlüğü olsaydı, yarın orada da Cumhuriyet kurulurdu…” yazıyor. Sonra berber, Robespierre’i tıraş etmek için geliyor. Robespierre’e, “Kardeşlik adına merhaba” diyor berber. Robespierre tıraş olurken, bildiriyi basan matbaada basılıyor. Makineler kırılıyor. Bildirilere el konuyor. Evde Robespierre hazırlanırken, Antoine, “Danton’u giyotine gönder” diyor. Matbaacı Camille Desmoulins’i (Patrice Chereau) hükümetin üstüne salanın Danton olduğunu söylüyor. Antoine, Robespierre’i Dantona’a karşı kışkırtıyor sürekli. “Her şey devrimin zaferi için” diyor Antoine. “Ama ne pahasına olursa olsun değil” diye karşılık veriyor buna Robespierre. Sonra ikisi de malikâneden ayrılıyorlar. Robespierre, pudralı beyaz peruğunu da takıyor. Sonunda Komite, yani Bakanlar Kurulu Robespierre’in başkanlığında toplanıyor haftalar sonra. Toplantıda Billaud – Varenne (Jerzy Trela), Danton’un giyotine hemen gönderilmesi için bastırıyor. Robespierre idama karşı çıkıyor toplantıda. Sonra, “Adalet ilahi bir erdemdir. İnsan eli ulaşamaz. Devrim Mahkemesi’yle olmaz” diyor masadaki öfkelilere. Robespierre, “Danton’u idam etmek, burjuvaziyi karşı devrime çekmek olur” diyor. Bir de Kongre var, yani Meclis. Robespierre, “Halkın devrime olan inancını yok ederiz. Terörle yönetmek zorunda kalırız” diyerek bakanlarını uyarıyor. Terörün umutsuzluktan başka bir şey olmadığını da hatırlatıyor Robespierre. Ama Billaud, ne olursa olsun Danton’u yok etmek istiyor. Ama, Robespierre uzlaşmadan yana. Ülkenin iyiliği için, “istisnai genel af” yapmayı düşünüyor Robespierre. Ayrıca Robespierre, Danton’un “Vieux Cordelier” adındaki gazetesini de kapatmış. Desmoulins de buna karşılık “Jeune Jacobin” adında başka bir gazete yayımlayacakmış. Jakoben (Jacobin), Devrim’de siyasi bir partiydi ve Devrim’de dökülen kandan daha fazlasını dökmüştü.

Kamera başka bir mekâna gidiyor. Binada. Dekolte rahibe resimleri kuruması için asılmış. Kamera, Robespierre despotizminden bir an önce kurtulmak için halk ayaklanmasını isteyen maviler içindeki General Westermann’ın (Jacques Villeret) kılıcını gösteriyor. Danton da bu mekâna geliyor. Westermann, Danton’a ayaklanma için, “Önce mahkûmları salalım” diyor. Danton, “Paris halkı benim yanımda” diyor ve ayaklanmaya karşı çıkıyor. Desmoulins de geliyor ve gazetenin kapatıldığını söylüyor Danton’a. Robespierre’in matbaa baskını provokasyonuna karşı ne yapılacaktı şimdi? Danton, “Sakin olmalıyız” diyor. Oraya gelen muhaliflerden Pierre Philippeaux’ya da (Serge Merlin), “İktidar istemiyorum. 35 yaşındayım, ama 60 yaşında gibiyim” diyor Danton. Eğer teröre bulaşmazlarsa onlara katılabileceğini söylüyor Pilippeaux. Halkın Kurtuluşu Komitesi’nin silahsızlandırılmasını da istiyor. Robespierre’in polisi ve gizli polisi var. Polis devleti kurmuş. Bu polislerle korku salıyormuş muhaliflere ve halka. Danton, Kongre’de gizli polis olan François Heron’a (Alain Macé) saldırı olmasını istiyor. Burdon (Andrzej Seweryn), hemen Kongre’ye gidiyor ve kürsüden Heron’u suçluyor. Burdon, Heron’u göstererek, “İşte bu polis, bireysel özgürlüğü tehlikeye atan asıl düşmandır” diyor milletvekillerine. Polis, kendini kanunun üstünde görürse ne olurdu? Heron için oylama yapılıyor. Danton’un Robespierre’e karşı bir zaferi miydi?. Bu yeni dönemin başlangıcı olabilir miydi?

Tarihin ilk diktatörü, Roma İmparatoru Jül Sezar’dı. İktidarı ele geçirdiğinde ilk yaptığı iş, emellerinin önünde olabilecek herkesi yok etmekti. Ama birini atlamıştı. O da Brütüs’tü. Modern diktatörlerin iki atası, Sezar ve Robespierre her daim ilham oldu onlara. Robespierre’in uygulamaları, önce Sezar gibi yakınındakileri yok etse de yöntemler geliştirerek ekibiyle propagandalar ve yalanlar üstüne iktidarını oturtmuştu. Devrim Mahkemeleri’nde iftira dolu iddianamelerle muhaliflerini savunmaya yer bırakmadan yargılatmıştı. Sonra da, Fransız Devrimi’nde ortaya çıkan giyotinle o muhaliflerin kellelerini kopartarak “Terör Dönemi” yaşatmıştı. İktidarında Fransa’yı kırmızıya boyamıştı. Robespierre, Bakanlar Kurulu’nun etkisinde de kalmış ve Devrim ideallerinden uzaklaştırmıştı iktidarını. Diktatör yönetimler, siz onlara hakaret ettiğiniz için değil, daha çok fikirlerine katılmadığınız için öfkeleniyorlarmış.

İşte bu Robespierre, Danton’la buluşmak istiyor. Danton, eski dostunu iyi ağırlayabilmek için mükellef bir sofra hazırlatıyor. Ama Robespierre’i yemek masasından başka şeyler ilgilendiriyor. Robespierre, Danton’dan Komite’ye katılmasını ilan etmesini istiyor. Danton da içkisini götürüyor bol bol bu buluşmada. Danton, terör hükümranlığını bitirmesini istiyor ondan. Robespiere, devrimin açıklarını kullanan zenginlere karşı yapıyormuş idamları. Danton, “Sen herkesi roman kahramanı gibi görüyorsun. Bizler etten ve kemikteniz” diyor. “Bizim seviyemize in” diye de ekliyor Danton. “İktidarı mı istiyorsun” diye soruyor Robespierre. Gerçek iktidarın sokaklar, halk olduğunu hatırlatıyor Danton. Sonra da elini boynuna götürüyor, “Onu kesecek sen olacaksın” diyor. Bir şey bulamayacağını anlayan Robespierre oradan gidiyor. Danton, Robespierre gittikten sonra Bourdon’a “Avucumda” diyerek önemli hatasını yapıyor. Peruğu başında dışarı çıkıyor Danton toplantı için. Westermann, ayaklanma için ısrar ediyor. Danton ayaklanmaya karşı çıkıyor ve toplantıya katılmıyor. Kadınlara takılıyor. Desmoulins, toplantısı sonunda karısı Lucile’le evde. Bir bebekleri var. Lucile endişe içinde. Robespierre, çok geçmeden Desmoulins’in evine gidiyor. Lucile, Robespierre’e, “Neden onu terk ettin” diyor. Robespierre de “Tam tersi” diye cevaplıyor. “Desmoulins’i uyarmak için gelmiş Robespierre buraya.”

İki buluşmada da umduğunu yine bulamayan Robespierre bakanların toplantısına katılıyor. Robespierrre, Danton’un tutuklanması için polis gönderdiğini söylüyor. Komitedekiler, halkı ve Kongre’yi hazırlamadan tutuklamaya karşı çıkıyorlar. Çünkü bu, Kongre’ye karşı politik intihar olurmuş. Danton, bankerleri de yanına çekebilirmiş. Her şeyin kanunlara uygun olması için Genel Güvenlik Konseyi’nin onayı gerekiyormuş. Desmoulins’in de tutuklanmasını istiyor Komite. Robespierre, “Desmoulins benim dostum” diyerek karşı koysa da kabul görmüyor. Genel Güvenlik Konseyi Başkanı ve gizli polisin başındaki Vardier (Czeslaw Wollejko), “Kanuna uygun değil” dese de Komite kararlı. Komite düzmece karar çıkartıyor. Bu kararla Danton, Desmoulins, Philippeaux ve Lacroix (Roland Blanche) tutuklanası için Komite’deki bakanlar imzalıyor. Tutuklananlar Lüksemburg Hapishanesi’nde toplanacaklarmış. Kararı Lindet (Marian Kociniak) imzalamıyor. Lindet, “Komite beni devrimleri korumak için seçti” diyor. Danton evine geliyor. Desmoulins de orada. Tartışıyorlar. Danton, “Onlara hakaret etmek önemsiz. Onları onaylamamak kızdırdı. Çünkü o elde çok kan var” diyor Desmoulins’e. Devrim Mahkemesi için 12 üye olması gerekiyor, ama ancak yedi üye ayarlayabiliyor Komite. Gizli polis de baskınlar düzenlemeye başlıyor. Yoksullar, evsizlikten topluca aynı yerde yaşıyorlar. Danton evinde bekliyor. Yoldaşı, Lindet’den haber getiriyor Danton’a kaçması için. Danton gitmek istemiyor. Filmin girişinde Danton’un arabasında olan genç kız Eléanor Duplay (Anne Alvaro), Danton’un evinde. Danton, kızın yanına geldiğinde kız ürküyor. Eléonore’un, Danton’la ilişkisi açık değil. Tarihte de öyle. Danton ona, kasadaki paraları almasını söylüyor. “Meşhur Cumhuriyetimiz el koymadan” diye uyarıyor. Sonra eve genç bir polis geliyor ve ürkek kelimelerle Danton’a tutuklandığını söylüyor.

Dostları da Kongre’de Danton’un tutuklandığı haberini alıyorlar. Bourdon korktuğu için kürsüde Legendre (Bernard Maître) konuşma yapıyor. Rebospierre ve bakanları da Kongre’de. Legendre, bu tutuklamanın kışkırtma mı, kıskanma mı, yoksa kişisel düşmanlık mı olduğunun Kongre’de tartışılmasını talep ediyor. Sonra kürsüye Robespierre çıkıyor. İddialarını haklı çıkarma çabası gösterirken, Bourdon da, Danton tarafından aldatıldığını söylüyor. Kellesini kurtarabilmek için. Bir yerde toplanıyor tutuklananlar. Desmoulins, Philippeaux’ya korkusunu anlatıyor. En son Danton getiriliyor. Danton’un özgüveni hâlâ sağlam. İçki bile istiyor tutuklayanlardan. Robespierre, Desmoulins’le görüşmek için geliyor ama, Desmoulins dostlarını terk etmek istemiyor yaşamaya tutkun olsa da. Devrim Mahkemesi kuruluyor. Yargıçlığı da Fouquier (Roger Planchon) yapıyor. Yargı, Robespierre’in denetiminde. Danton ve Fouquier arasındaki söz düellosu ibretlik. Mahkeme basına sansür uyguluyor ve mahkemeyi takip etmelerine izin vermiyor. Ayrıca savunma hakkı da vermiyor. Danton bir avukat ve politikacı. Ama halk mahkemede ve Danton’a sahip çıkıyorlar. Mahkeme Danton’u yolsuzluk ve rüşvetle suçluyor. İddianame bunun üstüne oturtulmuş. Mahkeme, Danton’un halka hitap etmesine de yasak getiriyor. Ama Danton onlara konuşuyor hep. Çünkü Devrim sırasında kendisinin kurduğu bu mahkemenin uyduruk olduğunu biliyor. Danton, iki Komite’nin de mahkemeye gelmesini istiyor. Reddediliyor.

Ressam David’in (Franciszek Starowieyvski) atölyesinde. Robespierre orada kendi tablosunu yaptırıyor. Atölyeye yargıç Fouquier de geliyor, mektupları almak için. Fouquier, Danton’un halkı büyülediğini söylüyor. Robespierre, “Ne olursa olsun yargılayın ve ölüme mahkûm edin” diyor emrederek. Danton mahkemede, “Devrim, Satürn gibidir; sürekli olarak evlatlarını yiyor. Neden hiç bilmediğimiz kadere itilmek zorundayız? Kurtarılmak yerine ölüyoruz. Bu kan seli nereden gelmektedir; nerede duracak” diyor. Fouquier, Danton’u hükümete darbe yapmakla suçluyor son olarak. Ardından Kongre’den de ölüm kararına onay gelince giyotin hazırlanıyor. Hücrede gömleklerin yakaları kesiliyor önce, sonra da enseden bir tutam saç. Elleri de arkadan bağlanıyor. Şimdilerde ters kelepçe deniyor buna. Kendi adıyla anılan bu ölüm makinesinin mucidi Guillotine, “Bıçak boyna düştüğünde hiçbir şey hissedilmediğini, hatta hoş bir serinlik dışında” demiş. Mahkûmlar dışarı çıktığında çana benzer ses duyuluyor. Kamera da içeride yana doğru kayarak pencereden mahkûmları keder yüklü yansıtıyor. Mahkûmları arabaya bindiriliyor, infaz yerine taşınıyor. Fonda da gerçek anlamda insanı ürküntüye, korkuya, soğukluğa düşüren bir müzik de duyulmaya başlıyor. Ressam David de bir yere oturmuş bu katliamı resmediyor geleceğe kalması için. İnfaz yerinde halk da toplanmış ve hiçbir tepki de vermeden infazları görsel şölen gibi izliyorlar. Sanki arenada dövüşen gladyatörleri izler gibi. Bıçak yukarıdan düştüğünde aşağıda kan oluktan çıkar gibi fışkırıyor. En son Danton infaz ediliyor. Cellât, Danton’un kesilen başını herkese gösteriyor haz duyar gibi. Antoine St. Just zaferi kutlamak için Robespierre’in evine geliyor. Robespierre, yatakta ve terler içinde. Acaba suçluluk duygusu mu yaşıyordu? Cehennem bu muydu? Hizmetçi Bayan Dublay, oğlan çocuğunu Robespierre’in yanına getiriyor. Çocuk banyoda ezberlediği Devrim’in slogan ilkelerini söyledikçe Robespierre biraz daha çöküyor. Elini çocuğun yüzüne uzatan Ropespierre’in eli yavaşça aşağıya düşüyor, ardından da son jenerik yazıları yansımaya başlıyor. Robespierre de 1794’te giyotinle idam edilmişti çok geçmeden. Wajda, politik anlamda en trajik dönemi anlattığı bu filminden modern zamanlara metafor gönderiyor sanki.

Robespierre’i canlandıran Polonyalı oyuncu Wojciech Pszoniak’a ayrı bir övgü gönderilmeli. Onun oyunculuğu gözlemlenmeli ve bu performansından da ilham alınmalı. Filmin diğer maestrosu Gérard Depardieu de mükemmel. Aslında bu filmdeki tüm karakterlere övgü sunmalı. Filme çok şey katmışlar. Bu film, 1986 yılında TRT 2’de “Ustalar ve Filmleri” kuşağında gösterilmişti.

“Katin…”

Andrzej Wajda’nın 2007 yapımı sinemaskop “Katyn – Katin”, II. Dünya Savaşı’nda Sovyet lideri Stalin’in Polonya ordusundaki subayları katledişini anlatıyor. Bu filmin senaryosunu yönetmenle beraber Przemyslaw Nowakowski ve Wladyslaw Pasikowski ortak yazmışlar. Film, Andrzeja Malurczyka’nın “Post Mortem” romanından uyarlanmış. Müzikleri Krzysztof Penderecki bestelemiş. Görüntüleriyse kameraman Pawel Edelman yansıtmış. Filmde Wajda, zaman zaman hafif el kamerası da kullanmış. Bu filmde Lehçe, Rusça ve Almanca duyuluyor. Filmin kurgusu bir yerden sonra zihin karıştırıyor zaman anlamında. Ama yine biraz zaman geçtikten sonra zihinsel olarak toparlanılıyor her şey.

Polonya, II. Dünya Savaşı’nda en büyük acıları yaşayan ülkelerden biriydi. Katin Ormanı Katliamı, ülkenin yaşadığı trajedilerin unutulmaz yaralarından. Wajda bu filmiyle, bu katliamda, Sovyet Kızıl Ordusu tarafından Katin’de katledilen Polonyalı subayların ve onların ailelerinin aziz hatıralarına saygı gönderiyor. Ön jenerik yazıları yansırken fonda da hüzünlü bir müzik duyuluyor. 1939 yılı… Ülke Almanlar ve Sovyetler tarafından kuşatılmış. Dumanlar üzerine açılıyor film. Kalabalıklar köprüden karşıya geçmeye çalışıyorlar. Yaşlı, kadın, çoluk çocuk yollara düşmüşler. Onlar arasında bisikletiyle Anna (Maja Ostaszewska) ve küçük kızı Weronika “Nika” da var. Yüzbaşı kocası Andrzej’i (Artur Zmijewski) aramak için Krakow’dan buralara kadar gelmiş. Arabadaki kadın Anna’yı tanıyor. Şafakta Sovyetler saldırmış. Kadın, Anna’ya “Güvendeler” diyor Polonyalı subaylar için. “Kendini ve çocuğunu niçin tehlikeye atıyorsun? Makul ol” diye Anna’yı teskin etmeye çabalıyor. Anna kadınla konuşurken kızı da ortadan kayboluveriyor. Yalnız ve korkmuş küçük bir köpeğe küçük kalbiyle sevgisini gösteriyor Nika az ileride. Sevgiye ve şefkate en içtenlikli an buydu filmde. Sonlara doğru da sıcak bir an yansıyordu Krakow’dan. Wajda, onca vahşetin ortasında insani olan anların yansıması için çaba göstermiş. Ama yine de bu filmin derinliğinde yansıyan insanın insana yaptığı tarif edilemez insanlık suçu vahşetlerine dayanabilmek gerçekten güç. Anna, kızıyla sahra hastanesine gidiyor. Savaşın korkunç tarafıyla bu anlarda karşılaşılıyor filmde. Yaralılar, ölüler her tarafta. Radyodan Polonya’nın başkanının konuşmasını dinliyorlar. Sonra birden Sovyetler Birliği Dışişleri Bakanı Molotov’un konuşması duyuluyor. İki büyük güç Polonya’yı istila etmiş, ama Polonyalı subaylar neredeydi? Andrzej, diğer subaylarla istasyonda. Andrzej, her şeyi defterine mektup gibi not ediyor. Andrzej’in iç sesi bir şeyler anlatıyor defterinden: “17 Eylül 1939, Bolşevikler girdi. Sovyet tanklarıyla kuşatıldık, silahlarımız teslim ediyoruz. Onlarla savaşımız olmamasına rağmen bizi POW için götürüyorlar. Subayları ayırdılar. (…) Ara sıra durumu size bildirmek için mektup yazmaya çalışacağım. Bana bir şey olursa ya da ölürsem belki bu defteri size gönderirler…” Anna, kocasını bu istasyonda buluyor. Sonra tren geliyor. Sovyet ordusu, Polonyalı subayları vagonlara dolduruyorlar ve esaret kampına doğru yola çıkıyorlar. Almanlarla Sovyetler ittifaka geçip Polonya ordusunu paylaşıyorlar. Almanlar erleri, Sovyetler subayları esir ediyor. İki Sovyet askeri garda, Polonya bayrağını parçalıyor. Biri kırmızı tarafı göndere çekiyor, diğeriyse beyaz tarafıyla botunu siliyor. Bu an simgesel.

6 Kasım 1939… Krakow’da Andrzej’in profesör babası Jan (Wladyslaw Kowalski) ve profesör annesi Maria (Maja Komorowska) evde vedalaşıyorlar. Jan, Alman SS subayı Dr. Müller’in (Joachim Paul Assböck) konferansına gidiyor. Bir daha yolları kesişmiyor bu iki yaşlı insanın. Konferansta Almanlar tarafından tutuklanan profesörler esir kampına götürülüyorlar çünkü. Krakow şehri Almanların elinde. Yine aynı zamanlar. Sovyet kontrolündeki Kozielsku’daki kampta esir Polonyalı subaylar yansıyor. Şehirde de Stalin posterleri asılı. Megafonlardan propaganda ve marşlar yayınlanıyor hep. Anna da, Krakow’a gitmek için Sovyet subaylarından izin istiyor. Ama reddediliyor. 24 Aralık 1939, Krakow… Siyah-beyaz belgesel görüntü yansıyor. Sovyet askeri köprüde nöbet tutarken, şehir görünüyor derinlikte. Ardından günlük yaşam geliyor perdeye. Krakow’da generalin (Jan Englert) karısı Roza (Danuta Stenka) yemek masasını hazırlıyor sanki kocası gelecekmiş gibi. Bu ritüel çok etkileyici. Roza, kocasını hayal ediyor hüzünle. Fonda da çığlığı çağrıştıran bir müzik duyuluyordu.

Sovyet esir kampı. Gece kar yağıyor. Uçak mühendisi Teğmen Pitor (Pawel Malaszynski), korku ve endişe içinde. Silah bile kullanmasını bilmiyor. Sivil hayatta rahip olduğu hissedilen bir subay Pitor’a teskin olması için haçlı bir tespih veriyor. Polonya Katolik. Sosyalist dönemde de din hiçbir zaman dinden uzaklaşmadı Polonyalılar. Roza’nın kocası general Polonyalı subaylara moral vermeye çabalıyor konuşmasıyla. General, “Aynı kaderi paylaşıyoruz. Burada çoğunluğumuz bilim insanları, öğretmenleri, avukatları görüyorum. Bir ressamı bile görüyorum. Dayanmalısınız” diyor. Sonra hep beraber ilahi bir şarkı söylüyorlar. Şarkı söylenirken, “dolly”ye takılı kamera da yukarı doğru yükselmeye başlıyor. Subaylar ,“Tanrım, dünyada doğar, titrer iktidarlar / Yoksun kalır cennete ihtişamından lordlar / Parlak âlemler solar / Alev duyguları saklar / Bitmez tükenmez bir mucize / (…) / Efendim İsa olsa bile ölümlüdür / Böylece dünya tek vücut oldu / Aramızda sonu olmadan yaşayarak” diyor ilahi şarkıda. Kamera, kar altında gecenin karanlığında kampın gözlem kulelerini yansıtıyor.

1940 yılı, gece… Anna, kızıyla beraber kız kardeşi Elzbieta’yla (Anna Radwan) beraber aynı dairede kalıyor. Bir Sovyet subayı geliyor daireye. Yüzbaşı Popov (Sergey Garmash), semaver ve ilaç getiriyor. Sonra Anna’yla konuşmak istiyor. Yan odada Anna’ya kendisiyle evlenmesini istiyor. Çünkü Sovyet ordusu, Polonyalı subayları katletmeden önce ailesini ortadan kaldırıyormuş öldürerek. Popov, bir zamanlar kendi ailesini kurtaramamış. Suçluluk duyuyor, vicdan azabı çekiyor. Anna evlenmek istemiyor. Kocasının yaşayacağına umudu var hep. Dışarıda askeri araç apartmanlardaki belli adreslere baskın düzenliyor. Sovyet askerleri Elzbieta’yı buluyorlar ve çocuğuyla beraber götürüyorlar. Popov, Anna ve kızını saklıyor.

Krakow 1940, ilkbahar… Alman ordusu megafonlardan şehir sakinlerine sürekli bilgiler veriyor, durum değişmedi diye. Anna, kayınvalidesi Maria’nın evine geliyor Nika’yla. 1940, kış… Sovyet kampındaysa Polonyalı subaylara Noel kutlaması için izin veriyorlar. Teğmen Jerzy (Andrzej Chyra), Andrzej’e el örgülü ve kendi ismi yazılı kazağı hediye ediyor. Başka bir andaysa, Maria’nın evine posta geliyor. Bir kutuyla bir zarfın anlamı derindi. Profesör kampta kalp rahatsızlığından öldü diye yazıyor mektupta. Sovyet kampındaysa Polonyalı subaylar bekliyorlar. Pravda okuyanlar da var. Tifüs hastalığı da yayılmaya başlamış. Acaba tifüsten dolayı Sovyetler Birliği’ne mi götüreceklerdi onları? Burada subayları ikiye ayırıyorlar. Jerzy’yle Andrzej’in yolları bir daha buluşmuyor. Yüzbaşı Andrzej ve general aynı bir yere götürülüyorlar. Teğmen Pitor da onlarla.

Krakow, 1943… Megafondan isimler okunuyor sürekli. Anna, gazete bayisinden bir gazete alıyor. Andrzej’in ismi gazetede görmediği için umutlanıyor. Kayınvalidesi Maria’nın yanına gidiyor sevinçle. Ama Maria’nın kelimeleri Anna’yı yaralıyor. Generalin karısı ROSE, evinde “Katin Listesi”ne bakıyor kederle. Kızı Ewa da (Agnieszka Kawiorska) yanında. Almanlar onu davet ediyor. Kuşkuyla oraya gidiyor Roza. Alman subay, Katin Ormanı’nda olanları anlatıyor. İfadeyi imzalamalarını istiyorlar. Roza imzalamıyor. Alman subay ona, “Auschwitz’den mektup göndermek istemezsiniz” diyor öfkelenerek. Roza’yı bir odaya götürüyorlar. Siyah-beyaz belgesel görüntülerle Katin katliamı yansıyor. “Smolensk Katin Ormanı” yazıyor belgeselin başında. Polonya POW’undan subaylar katledilmişler. Ses, “Alman uzmanlar, Polonya adli tıp uzmanı Doktor Pradowski’yle beraber, beynin arkasından kurşunlandıklarının, bunun tipik bir Bolşevik usulü olduğunu keşfettiler. Ölüm yarası, kurbanın kafatasının üst kısmındadır” diyor. Belgeselde ölüler toplu mezarlardan çıkartılıyor ve sıra sıra diziliyorlar. Görüntüler gerçek anlamda çok sarsıcı ve insan bakarken ürküyor. Kamera geriye doğru çekiliyor ve belgesel görüntülerin perdeden yansıdığını gösteriyor. Bu “asenkronizasyon” yaratıyordu. Ses, “Bütün Polonya subayları 1940 ilkbaharında katledildiler. Kurbanlar arasında birçok general var. Bu Bolşeviklerin ölüm saçan felaketinden bütün Avrupa halklarını aynı kaderin beklediğini doğruluyor. Kahraman davranışlarıyla Alman ordusu askerleri kıtamızı koruyor” diye devam ediyor. Cani Naziler, cani Stalin’in katliamını ortaya çıkartmışlar ve kamerayla da kaydetmişler. İroni gibi. İlk bakışta Nazi propagandası gibi algılanıyor. Bu filmdeki tüm siyah-beyaz görüntüler gerçek.

18 Ocak 1945, Krakow… Siyah-beyaz belgesel görüntü yansıyor. Sovyet askerleri şehirde dolaşıyorlar. Halk, Alman olan her şeyi parçalıyor ve yok ediyor. Göndere Polonya bayrağı çekiliyor. Alman bayrağını yırtıyorlar. Alman bayrağıyla botlar siliniyor. Sokaklardan ölü askerler de yansıyor. Roza’nın evine eski kadın hizmetçisi Stas (Stanislaw Celinska) geliyor. Savaş boyunca başka şehirdeymiş. Stras, Roza’ya bir kılıç veriyor. Kamera, başka bir mekâna gidiyor. Bir askeri cip geliyor. Anna, kızı kızıyla evde. Kapı çalıyor. Nika, babası geldi sanarak mutlulukla kapıyı açıyor. Gelen Jerzy. Listede öldüğü belirtilen Jerzy hayatta. Andrzej’in nerede olduğunu bilmiyor. Sonra Anna, Maria’ya Andrzej’in öldüğünü söylüyor. Gizli adli tıp araştırmaları yapan bir merkeze Jerzy, Sovyet binbaşı üniformasıyla gidiyor. Bu merkez, NKVD Kampı’nda yapılan Polonyalı subayların katliamlarının kanıtlarını topluyor. NKVD, “Sovyetler Birliği İçişleri Halk Komiserliği” anlamına geliyor. Jerzy, adli tıp profesörüyle (Krzysztof Globisz) görüşüyor. Katin listesinde Andrzej’in olup olmadığını öğrenmek istiyor. Jerzy, Andrzej’e kazağını vermişti. Jerzy, Anna’nın adresini yazarken profesöre, “Biri için ‘kanıt’ olan, diğeri için ‘kalıntı’ olabilir” diyor. Profesör, adresi Greta’ya (Krystyna Zachwatowicz) veriyor isteksizce.

Dışarıda halk toplanmış, Katin katliamının belgeselini izliyorlar. Sovyet askerleri ve Jerzy de orada. Aynı katliam, bu defa Sovyetler gözüyle aktarılıyor. “Olağandışı Eyalet Komitesi’nin kararına dayanarak” diye konuşan Rusça ses, “Polonya’da işlenen suç olaylarını öğrenmek için özel bir komisyon atandı. POW subayları Katin Ormanı’nda. (…) Kafatasının arkasında bir kurşun deliği, Gestapo katillerinin en sevdikleri öldürme şekli. (…) Polonya POW’unun 1940 sonbaharından daha önce öldürülmediğini tespit edebilirsiniz. Almanlar, kurşun yaralarının da desteklediği tam sinizmle yaptılar. (…) SSCB’deki Polonya 1. Kolordu temsilcileri cenaze törenine geldiler” devam ediyor. Kamera, bu defa belgeseli yansıtan perdeyi gösteriyor, ardından görüntü tüm perdeyi kaplıyor. Wajda, bu anda da “asenkronize” anlatım deniyor. Siyah-beyaz katliam görüntüleri gerçek anlamda sarsıcıydı. Aynı katliam üzerine bu defa Sovyet propagandası yansıyor. Ama katliam gerçekti. Roza, dayanamıyor, askeri kamyonda oturan Sovyet subayına, “Bu bir yalan” diyor. Jerzy, Roza’yı oradan uzaklaştırıyor, sakin bir yere gidiyorlar sisler içinde. Bankta oturuyorlar. Jerzy, onun generalin karısı olduğunu biliyor. Katin’de olduğunu anlatıyor Jerzy. Mezarlara da gitmiş. Jerzy, “Stalin’in, soruşturmaların tarafsızlığı hakkında ifade vermemiz için bize, 1. Kolordu subaylarına ihtiyacı vardı” diyor. Jerzy, katliamı Sovyet askerlerinin yapmadığına inanıyor gibi görünüyor. “Görgü tanıkları vardı” diyor. Roza hayal kırıklığına uğruyor Jerzy’nin anlattıklarından. Sessizce oradan uzaklaşıp gidiyor sisler içinde. Jerzy, gece karargâhta gazinonun barında içiyor vicdan azabı çekerek. Polonyalı subay ateğmen arkadaşı Kama (Jacek Braciak) onu teskin etmeye çabalasa da, katliamı Sovyetler’in yaptığını söylüyor. Jerzy dışarı çıkıyor. Tabancasını çıkartıyor ve başına sıkıyor.

Gündüz… Agnieszka (Magdalena Cielecka), rahibin yanına geliyor. Rahip ona Pitor’un haçlı tespihini veriyor. Rahip, tespihi görev kâğıtlarından tanımış. Agnieszka, kederle oradan ayrılıyor. Anna’nın çalıştığı fotoğraf stüdyosuna gidiyor. Büyüteçle siyah-beyaz fotoğrafta kardeşi Pitor’un somurtkan olduğunu fark ediyor. Anna’dan Pitor’un gülmesini istiyor. Anna pencereden dışarı baktığında tanıdığı birini görüyor. Dışarı çıkıyor. Gelen, kız kardeşi Elzbieta’nın oğlu Tadeusz “Tadzio.” Yıllar sonra mutlu oluyor Anna. Yeğeni, vesikalık fotoğraf çektirip liseye kaydolmak istiyor. Resme merak salmış. Anna, Tadzio’nun çantasında bir tabanca görüyor, ama ses çıkartmıyor. Tadzio, direnişe katılmış savaşta. Tadzio okula gidiyor kayıt olmak için. Müdüre İrena (Agnieszka Glinska), karamsar bir insan. İrena, Agnieszka ve Teğmen Pitor’un kız kardeşi. İrena, tartıştığı bu genci okula alacağını söylüyor. Sonra, “Asla özgür Polonya olamayacak” diyor yanındaki öğretmene İrena. Okuldan ayrılan Tadzio, dışarıda Sovyet propaganda afişlerini yırtarken, Sovyet askerleri görüyor onu. Okuldan çıkan Ewa, ona doğru yürüyor ve onu oradan kaçırıyor. Tadzio’yla Ewa, terk edilmiş bir binanın çatısına çıkıyorlar. Sisler içindeki Krakow’u seyrediyorlar. Bir süre sonra oradan ayrılıyorlar. Tadzio, güzelliğinden büyülendiği Ewa’yı öpüyor. Belki bu ikisi için de ilk öpücüktü. Ewa’yla buluşmak üzere ayrıldıktan sonra, Sovyet askerleri Tadzio’yu görüyorlar. Tadzio, çantasındaki tabancayı çıkartıyor, ama trajedi onu sokakta yakalıyor. Gelecek, hayaller ve aşk da bitiyor böylece.

Agnieszka tiyatroya gidiyor saçını satmak için. Orada oyuncu bir kadın (Alicja Dabrowska), başındaki örtüyü çıkartıyor. Saçları yok. Tiyatrodaki Almanlar, işgal sırasında peruklara da el koymuşlar. Kadın oyuncu, Auschwitz’de de kalmış. Kadın, “Kamptan sonra uzamayacak” diyor saçları için. Tiyatroda “Antigone” oyunu sahnelenecek. Agnieszka tiyatrodan ayrılırken oyunun afişi de yansıyor. Agnieszka parasını alıyor. Pitor’un mezar taşlarını kiliseye götürüyor. Rahibin yardımcısını buluyor. Alamayacaklarını söyleyince levhaları el arabasıyla taşıtıyor şehitliğe. Kız kardeşi müdüre İrena da yanında. Sonra İrena gidiyor. İşçiler mezar taşını mezara yerleştirirlerken bir araba geliyor, Agnieszka’yı Sovyet karakoluna götürüyorlar. Ona, Katin katliamını Almanların yaptığını onaylayan bir belge imzalatmak istiyorlar. İmzalamıyor Agnieszka. Kamera, şehitlikte Pitor’un mezar taşlarının kırıldığını gösteriyor sonra.

Ardından Kamera, Anna’nın evine gidiyor. Anna’nın evinde kapı çalıyor, Nika umutla kapıya koşuyor yine. Gelen yaşlı bir kadın, Jerzy’nin intiharını söylüyor ve ardından bir zarf uzatıyor. İçinden Andrzej’in günlük tuttuğu defter çıkıyor. Anna, Andrzej’in notlarını okumaya başlıyor. Andrzej’in kelimeleriyle o katliam günü yansıyor perdeye. 10 Nisan 1940… Katliamın günü. Polonyalı subaylar tren istasyonuna getiriliyorlar. Trene binen subaylar trajedilerine taşınıyorlar. Andrzej defterine notlar alıyor hep. Geldikleri yerde Sovyet Kızıl Ordusu, Polonyalı subayları siyah cezaevi araçlarıyla Katin Ormanı’na taşıyorlar. Ya sonrası? Bu filmi görmek ve dayanmak gerekecek.

Film biterken görüntü kararıyor. Bu karanlık boşlukta bir ilahi duyuluyor en son: “Tanrım sen cennetteki yaratıcımız / Senin cennette olduğu gibi dünyada da / Bize bugünü geçim kaynağımız olarak ver / Günahlarımız için bizi affet / Bize karşı günah işleyenleri affettiğin gibi…”

(28 Haziran 2015)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com