Kategori arşivi: Yazılar

Hayat Kuşun Kanadında

Bu hafta gösterime giren ‘Gençlik / Youth’ Paolo Sorrentino’nun yaşlılık senfonilerinin şimdilik sonuncusu. Henüz 45 yaşında olan İtalyan yönetmen rüya gibi akıp geçmiş yılların muhasebesini yapmayı sürdürüyor. Büyük ilgiyle karşılanmış bir önceki çalışması ‘Muhteşem Güzellik / La Grande Bellezza’ 65.yaşını kutlayan tanınmış gazeteci yazar Jep Gambardella’nın iç yolculuğu üzerinedir. Gözde eleştirmenin Roma entelijansiyasını ağırladığı Coliseum’a bakan görkemli terası sosyo-ekonomik sorunlar ve politik çürüme ile sarsılmış İtalya’nın kalbinden bir dünyanın çöküşüne tanıklık eder. Yaşlanmakta olan Gambardella köklerine, ilk gençliğine, muhteşem güzellikle karşılaştığı ana dönmekten kendini alamaz.

Benzer temalar etrafında gezinen ve seksenlerine merdiven dayamış iki sanatçıyı odak noktasına alan ‘Gençlik / Youth’ Anglosakson karakterleriyle bu kez daha evrensel. İsviçre Alplerinin eteklerindeki 19. yüzyıldan kalma görkemli binada faaliyet gösteren ultra lüks kaplıcanın iki ünlü konuğundan biridir tanınmış orkestra şefi ve besteci Fred Ballinger (muhteşem Michael Caine). Eşinin ölümünün ardından yirmi yıldır geldiği tesiste bu kez yetişkin kızıyla birlikte kalmaktadır. Londra, New York ve Venedik senfoni orkestralarındaki görkemli kariyerinin ardından kendini emekliye ayırmış olan müzik adamı İngiliz kraliçesinin eşi onuruna organize ettiği konserde prens Philip’in hayranı olduğu ünlü bestesi ‘Simple Songs / Küçük Şarkılar’ı yönetmeyi sonradan öğreneceğimiz kişisel nedenlerden dolayı reddeder. Ballinger’in aynı otelde kalan ve genç bir yazar ekibiyle ‘Life’s Last Day / Yaşamın Son Günü’ adını uygun gördüğü yeni filminin senaryo çalışmalarını hummalı bir şekilde sürdüren sinemacı dostu Amerikalı yönetmen Mick Boyle (harika Harvey Keitel) ise pes etmeye niyetli değildir henüz.

Misafirlerin ısıtılmış havuzlar, masaj odaları, saunalar ve çamur banyolarında şifa ve huzur aramayı sürdürdüğü yüksek dağlar ve göz alabildiğine yeşil doğa ile çevrili bir yerdir burası. Geceleri barok animasyonlarla renklenen spa otelin çoğunluk yaşlı nüfusu yolu bir şekilde bu tuhaf tesise düşmüş genç bedenleri hayranlıkla izler. Romanyalı model Madalina Diana Ghenea’nın (afişlerde yer alan güzel) Miss Universe olarak gözüktüğü zengin kadronun sürprizleri saymakla bitmez. Ateşli müzik videosuyla pop yıldızı Pamela Faith bunlardan bir diğeridir. Bir çok saygın Avrupalı ve Amerikalı yönetmenin filmlerinde oynamış olmasına rağmen anaakım sinemanın Robot Q’su olarak bilinen Kaliforniyalı oyuncuya Paul Dano hayat verir. Senaryosu yazılan filmin başrolü için düşünülen bir dönemin iki Oscarlı taçsız kraliçesi Brenda Morel yorumunda Jane Fonda ile kısa süreli hasret gideririz. Tenis topuyla futbol oynamaya kalkan Maradona’dan esinlenmiş obez eski futbolcu, göğe yükselmek için medistasyona yatmış Tibet rahibi ya da Bun︣uel karakterlerini anımsatan sessiz yaşlı çift bu gizemli karakterler galerisinin diğer renkli konuklarıdır.

Sorrentino filmin kalbine yerleşmiş kederi mizahla dengelemeyi bilir. Koridor trafiğini engelleyen tekerlekli sandalye karmaşası, Almanya’da çekeceği filme hazırlanan ünlü oyuncunun bir sabah kahvaltıda aniden Hitler kostümü ve makyajı ile belirivermesi ortamı neşelendirir ancak aslolan melankolidir, kaybolan anıların hüznüdür. ‘Benim yaşımda forma girmek zaman kaybından başka birşey değildir’ der ünlü müzik adamı. Yaş aldıkça geçmişlerinin onlardan hızla uzaklaştığını, ebeveynlerinin çehresini bile hatırlamadıklarını dehşetle farkeder iki eski dost. Müzik ve kibirden ibaret hayatında sevdiklerini ihmal etmiş olmanın kederi içinde olan Ballinger anılarını kaleme alması konusunda ısrarlı olan Fransızlardan kendisini unutmalarını ister. Sinema dünyasının zirvesine oturmasını sağlayan eski filmlerini saçma olarak niteleyen Boyle ise yakın dostundan farklı olarak kendisini hayata bağlayan vasiyet filmini çekme heyecanı içindedir.

Sorrentino’nun bir öncekine kıyasla daha meditatif seyreden son çalışmasında yönetmenin olmazsa olmazı grotesk yüzler ve karnavalesk sahneler yoğun melankoli haliyle bir denge oluşturur. Değişmez görüntü yönetmeni Luca Bigazzi’nin rengarenk paleti Fellini sinemasına saygı duruşuna geçer bir kez daha. Suların yükseldiği San Marco meydanındaki düş sahnesi, Ballinger’in kırlık alanda inek çanları ve kuş seslerini yönettiği o unutulmaz sekans ya da kadın filmlerinin unutulmaz yönetmeni Boyle’un yine İsviçre kırlığında boy boy dizilmiş aktrisleriyle biraraya geldiği Fellini 8 1/2 esintili bölümden etkileniriz. David Lang’ın poptan klasiğe uzanan müzik çalışması sarıp sarmalar bu güzel filmi. Çağımızın önemli yorumcularından keman virtüozu Victoria Mullova ile soprano Sumi Jo’nun konuk olduğu final sürprizinin ardından karışık duygularla ayrılırız sinema salonundan.

(20 Ocak 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Rahiplerin Geçmişteki Günahlarıyla

Kulüp (El Club)
Yönetmen: Pablo Larraín
Senaryo: Guillermo Calderón-Pablo Larraín-Daniel Villalobos
Müzik: Carlos Cabezas
Görüntü: Sergio Armstrong
Oyuncular: Roberto Farías (Sandokan), Antonia Zegers (Hermana Mónica), Alfredo Castro (Rahip Vidal), Alejandro Goic (Rahip Ortega), Alejandro Sieveking (Rahip Ramirez), Jaime Vadell (Rahip Silva), Marcelo Alonso (Rahip Garcia), Jose Soza (Rahip Lazcano)
Yapım: Fabula (2015)

Şilili yönetmen Pablo Larraín’in Katolik inanışına sert eleştiri getirdiği “Kulüp” filmi, bu mezhebin çözümlenememiş Ortaçağ uygulamalarına bir bakış fırlatıyor.

Şili’nin okyanus kıyısındaki balıkçı kasabasında geçiyor her şey. Dört emekli rahiple onlara hemşirelik yapan rahibenin yaşadığı uzaktaki evde her şey her günkü gibi akıp gidiyor. Rahipler Vidal, Ortega, Raminez ve Silva. Rahibe-hemşire de Hermana Monica evde. Sokakta bulunmuş bir tazı onların sıkıcı hayatlarına heyecan katıyor bu küçük kasabada. Tazı, kasabanın diğer tazılarıyla yarıştırılıyor. Hatta rahiplerin düşüncelerinde tazıyı Santiago’daki büyük yarışa katmak da var. Ama hiçbir şey düşünüldüğü gibi gelişmiyor. Rahip Lazcano gelince geçmişe gömülmüş sırlar da yavaş yavaş ortalığa saçılmaya başlıyor evde. Herkesin birbirine alıştığı, alışkanlıklar oluşturduğu bu evde bir yabancının olması pek mutlu etmiyor rahipleri. Çünkü onlar bu evi kendilerine ait emeklilik ödülü görüyorlar. Lazcano, sorunlu gibi gözüküyor. Kendine dair bir şeyleri anlatırken, evin dışında Lazcano’nun peşinden gelmiş bir genç olan Sandokan’ın sesi duyuluyor. Sandokan’ın kelimeleri, Vatikan’ın duvarlarını deliyor sanki. Rahiplerin günahlarını anlatıyor dışarıdan Sandokan yüksek sesle dünyaya.

Katoliklik inanışına göre, rahipler ve rahibeler evlenemiyor. Karşı cinsle olmaları yasaklanmış. Bu Ortaçağ inanışı, rahipleri sapkınlığa sürüklemiş hep. Rahipler, sübyanlara, yani küçük çocuklara cinsel tacizde bulunarak onların hayatlarını sonsuza kadar mahvediyorlar. Sandokan’ın kelimelerini duymak insanı gerçek anlamda utandırıyor. Ama gerçeklerden kaçılamıyor. Çünkü hepsi oradaydı. Bir de doğanın içgüdülerine yasak konulabilir miydi? Cinsellik ve uyku en temel içgüdülerdi. İkisine de ulaşılamayınca psikoloji altüst olurdu. Katolikler, İsa’nın bakir olduğuna inanıyorlar. Bir de Meryem, bakire olarak İsa’ya hamile kalmıştı. Rahipler böylece dünyevi zevklerden uzak kalıyorlarmış. Aslında kalamıyorlarmış.

Dedektif gibi…

Rahipler, saklı duran tabancayı masanın üstüne bırakıyorlar, Lazcano’nun Sandokan’ı susturması için. Tabancayla dışarı çıkan Lazcano suçluluk duygusuyla veya vicdan azabının ateşiyle intihar ediyor. Rahipler şimdi ne yapacaktı? Polis soruşturmasında yalan söyleyen rahiplerin evine psikolog-rahip Garcia geliyor. Garcia, rahipleri tek tek sorguya alıyor. Hem Lazcano’nun ölümünü hem de onların geçmişini ortaya çıkartıyor bu küçük soruşturmada. Sanki bir dedektif gibiydi Garcia. O, buraya sadece bunlar için değil, bu evi kapatmaya da gelmiş. Biri hariç, hepsinin geçmişinde cinsel taciz günahları var rahiplerin. Tazıyla en çok ilgilenen rahibin eşcinsel eğilimini de fark ediyor Garcia. Bütün bunlar olurken, kulağında haç küpesi olan Sandokan da hikâyeye dâhil oluyor sonra. Balıkçıların yanında iş bulan Sandokan, güzel bir kadınla aşkın içine bile düşüyor. Ama o rahipler gibi bakir kalmak istiyor. Sandokan’ın Garcia’ya anlattıklarını duyarken insanı gerçekten zorluyor o kelimeler. İki rahip ve Hermana, yarışmacı tazıları öldürüyorlar kasabada. Böylece Sandokan’dan kurtulacaklarını düşündüklerinden. Planları yolunda gidiyor ve köpek sahipleri Sandokan’ı öldüresiye dövüyorlar. Ama ya sonra? Merak duygusu önemliydi. Her şey beklenmedik yöne doğru yol almaya başlıyor çünkü.

1976’da Santiago’da doğan Şilili yönetmen Pablo Larraín, 2012 yapımı “No” filmiyle biliniyor ülkemizde. 2015 yapımı sinemaskop “El Club-Kulüp” filminin kelimeleri her şeyden daha güçlü. Yer yer insan bu kelimelerin altında eziliyor. Filmdeki köpek katliamlarına da bakabilmek zorlu bir maceraydı. Yönetmen şiddeti doğrudan göstermese de izlenimdeki şiddet de kelimeler kadar güçlü filmde. Yönetmen Larraín, dingin bir sinema diliyle yansıtmış her şeyi. Adeta kameranın varlığını hissetmiyor insan. Fonda sürekli org ve çello tınıları duyuluyor bir de. Org, kiliselerde çalınıyor çünkü. Bu iyi yönetmeni keşfetme zamanı şimdi.

(15 Ocak 2016)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Creed: Efsanenin Doğuşu

Genç bir adam, yılların boksörü Rocky Bilbao’dan, kendisini çalıştırmasını ister. Rocky’i tanıyoruz, altı filmlik bir seri idi ve yıllara yayılan gösterimleriyle sadece belli bir yaşı değil, birkaç kuşağı etkileyen boksör… Sylvester Stallone’u tanıtan ve bizlere sevdiren ünlü seri filmin kahramanı. Peki, genç kim? Rocky’nin dişli rakibi Apollo’nun oğlu Adonis.

Ciddi bir emek harcanarak yapılan -ki yönetmenin daha ikinci filmidir, herkes aynı tedirginliği duymaktadır- film, gerek ritmi, gerek müziği, gerekse mükemmel oyunculuklarla bilet parasını helal ettiriyor. Yönetmen Ryan Coogler kendi yazdığı hikâyesini Aaron Covington’la birlikte senaryolaştırmış ve başarıyla çekmiş.

İnsan sinemadan ne bekler?

Sinema, öncelikle bir eğlence aracıdır. Kuşkusuz eğitici yanı da olmalıdır, mesaj vermesi de gerekir. Bir de akıllarda soru işareti oluşturuyorsa, yani salondan çıktıktan sonra etkisi uzun sürüyorsa o zaman başarılı demektir. Didaktik, kör parmağım kör gözüne filmler, belki zorunlu tutulursa izlenir ama hem daha izlerken başka duygular yaşadığınız için verebileceği mesajı da alamazsınız hem de üzerinde konuşulacak pek bir şey olmadığı için zamanınızın boşa gittiğine üzülürsünüz. Oysa görüntüleri iyi, estet duygusu gelişmiş, ritmi kıvamında, iyi oyun çıkarmış oyuncularla öyküsünü iyi anlatan bir film size dünyalara verebilir.

Boks mu, film mi?

Ben ki boksu spordan saymamak ne kelime, yapılmasının yasaklanmasını isteyebilecek denli karşısında ve kan görmeyi sevmeyen biriyim, Creed filmi koltuğa çiviledi beni deyim yerindeyse. Yakın planlar, dengeli ışık, mükemmel oyunculuk ve müthiş müzik. Daha da önemli anlatılan hikâye hepimize ders verecek nitelikte.

Müzik, başka hiçbir şeyle ilgilenmenize izin vermeyecek denli hızlı ve güçlü. Genç boksörün sevgilisi ile ilişkisi sıradan bir insanın yaşadığından pek farklı değil. Sahiden de çatışmalar belli bir birlikteliği doğurabiliyor.

Creed’in Rocky’nin konuşmaları (Babasının eşi Mary Anne ile olanlar da) dolu dolu… Doğrudan kendileriyle ilgili gibi gözükse de seyirciye de bir şeyler iletiyor. Kendinizi, yaşamınızı, ilişkilerinizi ister istemez getiriyorsunuz gözlerinizin önüne.

Konuşuyorsan dinlemiyorsun demektir

Rocky, çalıştırdığı genç Creed’e, söylüyor ara başlık olan cümleyi. Bu cümleyle kendinizi göreceksiniz. Çünkü gerçekten de çoğu konuşma birbirimizi dinlemediğimiz için kavgayla bitiyor; bu devletler arasında meydana gelirse savaş çıkıyor.

Başarmanın yolu büyük oranda çok çalışmaktan geçiyorsa da azim ve kararlılığı, daha doğrusu hedef belirlemeyi unutmamak gerekir.

Açık söylemek gerekirse, ben filmi çok beğendim. İzlenmesi gerektiğini söylememin hiçbir sakıncası yok. Dahası, çocuklarınızın (ortaokul son sınıftaki ve daha büyük) hayat yollarını çizebilmeleri için muhakkak izlemeleri yararlı olacaktır. Sahi, siz anlatırsanız nasihat olur da film söylerse kabul edilir.

(08 Ocak 2016)

Korkut Akın

Bu Öyküde Prenslere Yer Yok

Masalsı atmosferiyle Noel etkinlikleri sırasında gösterime girer David O. Russell’ın filmleri. Orta alt sınıflardan gelen ana karakterleri toplumda bir yer edinme uğraşı içindedir. Kendilerini yeniden yaratma mücadelesi içinde dayanışmayı oldukça arızalı ama sıcak aile ortamında bulurlar. Bu hafta sıcağı sıcağına bizim sinemalarımıza da uğrayan son çalışması ‘Joy’ yine damardan bir Amerikan ailesi getiriyor karşımıza. Bu kez gerçek bir yaşam öyküsünden yola çıkmış Russell. İlham kaynağı buluşlarıyla sıfırdan zirveye yükselmiş iş kadını Joy Mangano’dan başkası değil. Birebir bir biyografi filmi değil bu, ancak kadın karakterin inişli çıkışlı yaşam hikâyesi ana hatlarıyla öykünün belkemiğini oluşturuyor.

İtalyan Amerikan bir aileden geliyor Joy. Long Island, New York’un küçük bir kasabasında oto tamirciliğiyle iştigal ediyor baba. Küçük yaştan el becerisiyle yaratıcı kişiliğini belli eden Joy ailenin parçalanması ile sarsılıyor. Bir partide tanıştığı İspanyol asıllı yakışıklı gençle evlenip çoluk çocuğa karışıyor genç yaşında. 25’ine geldiğinde evin tüm sorumluluğunu üstlenmiş buluyor kendini. Depresyondaki anne sabahtan akşama pembe dizi izlemektedir. Sevgilisinin evlerine bıraktığı sorumsuz babası bodrum katında yaşamaktadır, Joy’un iki yıl önce boşandığı müzisyen kocası ile birlikte.

Hem çocuklarını yetiştirmekte hem de ipotekli ve eskimekte olan evin giderlerini karşılamakta zorlanan genç kadın hapis hayatı yaşadığını itiraf eder kendi kendine. Kendi arzularını gömmüş, sevdiği insanlar için hayatından vazgeçmiştir. Bir çıkış yolu bulmalıdır. Yaratıcı çocukluk yıllarının esiniyle ilk buluşunu hayata geçirir. Günümüzde hemen her evde kullanılan plastik sopalı suyunu kendi sıkan, parçaları ayrılarak çamaşır makinesinde yıkanabilen iplikli yer paspası ‘miracle mop’ bizzat kendisinin tasarlayarak çizmiş olduğu ilk icadıdır. Sıra ürünün televizyonun alışveriş kanalından tanıtılmasına gelmiştir. Rekabetçi iş dünyası figürlerinin, patent hırsızlarının türlü dalaveralar çevirdiği kurtlar sofrasında enseyi karartmadan hedefe kitlenmesi gerekecektir genç kadının.

‘Joy’ filme adını veren baskın karakterin varlığıyla öne çıkan bir yapım. Arızalı aile fertleri yine devrede ancak bu kez öyküde prenslere yer yok. Genç kadın ufak yardımlar alsa da işini kendi yönetiyor. Yönetmen Russell’ın Joy Montana karakterini canlandıran Jennifer Lawrence ile ard arda üçüncü çalışması bu. Screwball tarzı güldürüyü yenileyen 2012 yapımı ‘Umut Işığım / Silver Linings Playbook’ta henüz yirmilerinin çok başındayken yaşındayken eline gelmiş Lawrence. Kırılgan ve bir o kadar deli Tiffany karakteriyle Oscar ödülünü kazandıktan sonra bizde ‘Düzenbaz’ adıyla gösterilen ‘American Hustle’da bir kez daha çalışır yönetmen oyuncu ikilisi. Genç aktrise bir kez daha Oscar adaylığı getiren belalı Rosalyn kompozisyonunda yine müthiştir Lawrence. Çağdaş Amerikan sinemasının Meryl Streep ışığı taşıyan bu yetenekli oyuncusu Joy yorumuyla harikalar yaratıyor yine. Oyuncusunun filmden filme büyümesine keyifle tanık olduğunu ifade eden Russell bu projenin Jennifer Lawrence ile çok yakından ilişkili olduğunu saklamıyor. Bir biyografi filmi çekmek istemediğini, kendini keşfetmek ve kendini yaratmakla ilgili bir deneyimi beyazperdeye aktarmak istediğinin altını çiziyor.

Hikâye Joy’un olgunluğa ve güce erişmesindeki farklı dönüm noktalarını ele alıyor. Karakterin yıllara yayılmış dönemlerini canlandıran genç aktrise her Russell filminde olduğu gibi deneyimli müthiş oyuncular eşlik ediyor. Dalgacı babada döktüren Robert De Niro, İtalyan asıllı zengin dulda Isabella Rossellini, depresif annede Virginia Madsen, yeni Tom Jones olma hayalini çoktan yitirmiş eski eşte Edgar Ramirez, şefkat pınarı büyükannede Diane Ladd, işbilir alışveriş kanalı yöneticisi olarak bu kez daha küçük bir rolde Bradley Cooper, bu iyi yazılmış ve oynanmış Russell filmini keyifle izlettiriyor.

Müzik bir kez daha baş köşede Russell’ın filminde. Joy’un televizyon stüdyosunda şaşkına döndüğü o çok iyi kotarılmış sekansa eşlik eden Rodrigo’nun gitar konçertosu ezgileri, filmin önemli dönemeçlerinde devreye giren klasik Nat King Cole ve Frank Sinatra şarkıları ya da the Rolling Stones, Cream, Neil Young’ın yorumladığı 60’lar ve 70’lerin rock parçaları kulakları okşuyor. Yönetmenin önceki çalışmaları ile kıyaslandığında belki daha minör, ancak ‘kendini iyi hisset’ işlevini layıkıyla yerine getiren hoş bir yılbaşı hediyesi ‘Joy’. Bir Amerikan Rüyası efsanesinin altını kazırken kapitalizmin pazarlama stratejisi dahilinde bizde pembe dizi olarak bilinen ‘soap opera’ figürlerinin kitlelerin tüketim arzusunu kamçılamadaki işlevi üzerine belge niteliğinde öte yandan.

(08 Ocak 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

2015 Yılının En İyi 10 Filmi

2015 sinema açısından hayli verimli bir seneydi. Siz sevgili okurlar için hazırlamış olduğum geleneksel en iyi filmler listemde yer alan çalışmalar geçtiğimiz yıl içinde ticari gösterime çıkmış ve festivallerde izlenmiş yapımlardan oluşmaktadır. Listede yer alan filmlere ilişkin yazılarımın yayınlanma tarih ve başlıkları parantez içinde belirtilmiştir. Yazıların tamamına arşivimizden ulaşabilirsiniz.

1- EVVELDEN / FROM WHAT IS BEFORE

Bu yıl da listenin en başında yer alıyor çağımızın önemli sinemacılarından Lav Diaz. Usta yönetmenin İstanbul Film Festivali programında yer alan 5.5 saat uzunluğundaki son başyapıtı, mükemmel siyah-beyaz estetiğiyle
bu kez Filipinler’in yakın geçmişine götürüyor izleyicisini. Diktatör Marcos yönetiminin ülkenin ruhunu kemirdiği döneme, sıkıyönetimin ilan edildiği 1972’nin hemen öncesine, kaybolmuş çocukluğuna, kendi deyimiyle ‘lanetli yıllara’ uzanıyor. (02.04.2015 / ‘Evvelden’ ya da Bir Ulusun Çöküşünün Kronolojisi)

2- SEDEF DÜĞME / EL BOTON DE NACAR

Şilili usta sinemacı Patricio Guzman’ın Berlinale’den en iyi senaryo ödüllü son çalışması geçmiş ve hafıza üzerine şiirsel bir başyapıt. Ülkesinin topraklarında yerli halkın uğradığı soykırımı Pinochet yönetiminin zulüm dolu yıllarına bağlayan benzersiz bir belgesel. (15.04.2015 / ‘Vahşet Anılarının Şahidi Bir Sedef Düğme’)

3- SESSİZLİĞİN BAKIŞI / THE LOOK OF SILENCE

İnsanlık tarihi bir katliam tarihi. Amerikalı sinemacı Joshua Oppenheimer ‘Öldürme Eylemi / The Act of Killing’ takibeden çalışması, tam elli yıl önce askeri darbeyle sarsılan Endonezya’da yaşanmış tarihin en büyük soykırımlarından birinin ardından bugüne bakıyor ve hayatta kalanların gözünden kanlı geçmişle hesaplaşmayı deniyor. (11.09.2015 / ‘Cellatla Yüzleşme’)

4- GİZLİ KUSUR / INHERENT VICE

Amerikan sinemasının auteur sinemacılarından Paul Thomas Anderson’ın çağdaş edebiyatın gizemli ustalarından Thomas Pynchon ile buluşması. Yetmişli yılların kültürel paranoya zamanlarının sinemasal karşılığını bulmuş baştan çıkarıcı bir eser. Biraz emek isteyen, değeri zamanla çok daha iyi anlaşılacak ihtişamlı bir bulmaca başyapıt. (10.05.2015 / ‘Tehlikeli Zamanlar’)

5- KÜÇÜK KIZ KARDEŞİM / UMIMACHI DIARY

Çağdaş Japon sinemasının önemli isimlerinden Hirokazu Kore-eda büyük usta Yasujiro Ozu’nun en önemli takipçisi. Dört mevsim boyunca dört kız kardeşin hikâyesini yorumlarken klasik Japon tarzını benimsemiş. Ozu’nun izindeki bu sakin ve minimalist başeser Filmekimi programında yer almıştı.

6- JAUJA

Ezeli ve ebedi arayışın sinemacısı Lisandro Alonso bu defa Arjantinli tanınmış şair ve romancı Fabian Casas’ın dramatik çatışma ve diyalog içeren metninden yola çıkıyor. 19. yüzyıl sonlarının saldırgan kapitalizminin izinde el değmemiş toprakların soykırım yoluyla gerçek sahiplerinden koparılması ve Batılı göçmenlerin yerleşimine açıldığı dönemin tipik Western atmosferini kendine özgü sinemasının hizmetine veren sinemacı seçilmiş çerçeve oranı ve uzun planlarıyla daha en başından farklı bir evrende olduğumuzun net işaretlerini veriyor. (14.11.2015 / ‘Hayal Kavuşmalar’)

7- TAKSİ TAHRAN / TAXI TEHERAN

Gözaltındaki İranlı sinemacı Cafer Panahi bizzat şöförlüğünü yaptığı taksiyle işlek Tahran caddelerine çıkıyor, katmanları arasında gezindiği İran toplumunun mikro analizine girişiyor. Tüm engellemelere rağmen zekice kotarılmış, çağımız İran toplumu üzerine neredeyse gerçek zamanlı bir belge olmasının yanı sıra sanatçı özgürlüğüne ve sinemaya güçlü bir saygı duruşunda bulunan mucizevi bir başyapıt. (25.06.2015 / ‘Cafer Panahi’nin Sinemaya Aşk Mektubu’)

8- VICTORIA

Oyunculuktan gelme Sebastian Schipper imzalı bu tek plandan ibaret film tam anlamıyla deli cesareti bir proje. Herhangi bir kurgucunun görev almadığı çalışma gerçek zamanlı iki saati aşkın süresiyle sinema dünyasına meydan okurken uygun ekonomik şartlarıyla genç insanlara barınak olma özelliğini taşıyan Berlin fonunda genç insanların bir gecelik serüvenini soluk soluğa anlatıyor. (04.08.2015 / ‘Soluk Soluğa Bir Berlin Gecesi’)

9. 45 YIL / 45 YEARS

Uzun beraberliklerini sürdüren yaşlı bir çiftin hikâyesi izlendikten sonra kolay kolay peşinizi bırakmayan o özel filmlerden. Çok iyi yazılmış, yönetilmiş. Genç İngiliz sinemacı Andrew Haigh minimalist çalışmasında görsel dünyasını titizlikle kurmuş. Berlinale’den ödüllü Charlotte Rampling ve Tom Courtenay’in performansları birinci sınıf. Acımasız ve zalim olan ise hızla akıp giden zaman. (04.10.2015 / ‘Acımasız Olan Zaman’)

10. NEFESİM KESİLENE KADAR

Dardenne kardeşlerin sinemasından aldığı esinle büyük kente sığınmış küçük kızların çetin yaşam mücadelesini öyküleyen Emine Emel Balcı’nın hayranlık uyandıran ilk filmi. Belçikalı usta sinemacıların gri dünyasını yerel tadlarla bizden bir öyküde yeniden inşa eden genç sinemacının Serap’ı Rosetta’ya ikiz kardeşi kadar yakın. Güven duymaya yönelik her çabaları hayal kırıklığı yarattıkça savunmaya geçen, kötücülleşen küçük kızlar bunlar. Esme Madra’nın performansı müthiş. (29.10.2015 / ‘Rosetta, Serap ve Diğerleri’)

(01 Ocak 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

The Hateful Eight

Sinema, karanlıklar arasından sızan ışıkla önünüze dünyaları seren bir sanat. Sadece sızan ışığa odaklanıyorsunuz, -ilginizi çekmesi olası her şey karanlığa gömüldüğü için- başka seçeneğiniz de yok zaten. Bazı filmleri seviyorsunuz, bazılarını -çocukluğunuzda olduğu gibi kendinizi o başrol kahramanının yerine koyarak- anlatıyorsunuz. Bazılarını anlatmak için eliniz kolunuz, yetmeyen sözcükler, “nasıl anlatsam ki” mazeretleri giriyor devreye… En sonunda, “Git filmi gör kardeşim, müthiş!” deyip sıyrılıyorsunuz.

Fısıltı gazetesi…

Bir zamanlar fısıltı gazetesi diye adlandırılan, kulaktan kulağa yayılan bilgi/haberler vardı. Kuşkusuz birçok özelliğini yitirir, birçok ayrıntısı kaybolur, hatta hiç olmayan bir mesaj bile çıkabilirdi ortaya. Yine de en doğru, en yansız, en objektif değilse de sizi (konuyu/olayı/haberi) duyururdu. Artık internet var ve aynı eksiklikleri, bilgi kirlilikleriyle birlikte hemen her şeyi duyuruyor. Quentin Tarantino’nun, sekiz yıl aranın ardından sekizinci filmi The Hateful Eight (Nefret Sekiz) bütün bu ‘sekiz’leri bünyesinde barındırdığı gibi internete sızdığı için de -belki- “nefret”li.

Eski, güzel miydi?

Tarantino, tipik bir kovboy filmi olan bu filmini 70 mm. çekmiş. Çok eskiden birkaç kez değerlendirilmiş, ama hem pratik olmadığı hem de gelişen teknolojiye yenildiği için unutulmuştu. Sadece gösteri amaçlı (Hollanda’da, Omnibus’ta salondan çıkarken projeksiyon makinesini, nasıl çalıştığını da görebiliyor; buna da bağlı olarak renklerin canlılığına, netliğine, büyük perdeye yansımasına rağmen görüntünün bozulmamasına bir kez daha hayran kalıyorsunuz) kısa filmler için kullanılıyor. Yine de Tarantino gibi bir ustanın filmi için sahnenin tümünü tek seferde -oyuncunun hakkınca oynaması için- çekebilecek magazinler yapılmış, belki uzun yıllar kimse dönüp yüzüne bile bakmayacak.

Neden 70 mm?

Görüntü daha net, seyirci filmin tüm ayrıntılarını görebiliyor, özellikle dar mekânlarda etkisi müthiş. Tarantino da bunu bildiği için gerek posta arabasında gerekse sığındıkları iç daraltan o çerçi dükkânında seyircinin gerçekten etkilenmesini, gerçekten içinin daralmasını istediği için kullanmış 70 mm’yi.

The Hateful Eight

Filmin sadece sekizinci olması değil, birbirinden ölesiye/öldüresiye nefret eden sekiz kahramanı var. İstisnasız hepsi gözünü kırpmadan silahını ateşleyebilir. İstisnasız hepsi de bunu bildiği için alabildiğine temkinli, alabildiğine politik, hamleyi karşısındakinden bekliyor. Üç saatlik filmin uzunca bir bölümü işte bu gerilimi aktarıyor bize. İzlerken siz de, “Aha şimdi” diye bekliyorsunuz. Söylenen her sözcükle, geçen her dakika daha bir geriyor sizi.

Savaş bitmiş ama bu ‘sekiz’ kişi etkisini atamamış hâlâ üzerlerinden. Hâlâ namlularının ucunda olduğuna inanıyorlar geleceklerinin ve daha da önemlisi adaletin. Bulabiliyorlar mı? Zaten film de bunu anlatıyor; bulunabilir mi? İzlemek gerek…

Burada bir ara vereyim, çünkü Abraham Lincoln’ün, bu nefret dolu cellatlardan birine yolladığı mektup var… Gerçekten değerli olduğu için kimseye göstermek bile istemiyor sahibi. Diğerleri için o kadar değeri olduğunu sanmıyorum, çünkü “Tükürürüm böyle…” mektubun içine diyen de var. Zaten umudu kesmiş.

Kadın gerçeği…

The Hateful Eight, kovboy filmi olduğu için erkek egemen, vahşetinin yanı sıra. Onca erkeğin içinde sadece bir kadın var, hem asılmaya götürülüyor zincirlendiği adam tarafından hem de sürekli eziyet görüyor, kan içinde yüzü gözü.

Dostluklar, ihanetler, beklentiler üzerinden süren filmin sonuna doğru artık hepimizin bildiği o ünlü Tarantino vahşeti yansıyor perdeye. Bir taraftan nasıl oldu da birden bunca kan döküldü diye düşünüyorsunuz, bir taraftan da hak ettiklerini düşünüyorsunuz. Sahi, siz de olsanız aynı tepkiyi verirsiniz, onca gerilimden sonra.

Başta değindiğimiz o noktaya geri döneyim: “Git kardeşim, gör filmi.”

Edebiyatla sinema iç içe…

Selçuk Altun, “Sol Omzuna Güneşi Asmadan Gelme” novellasında, kahramanına Tarantinovari -yazarın kendisi de en az kahramanı kadar Tarantino hayranıdır- cinayetler işletir. İlginçtir, Tarantino filmlerindeki gibi olmaz hiçbiri.

İyi yıllar.

(30 Aralık 2015)

Korkut Akın

Vahşi Batının Ruhu: John Ford

Sinemanın büyük ustalarından sol ruhlu Amerikalı John Ford’u, “Cehennemden Dönüş” ve “Kahramanın Sonu” western filmleriyle hatırlatmak istedik. Bu iki filmde de Ford, kadim oyuncusu John Wayne’le çalışmış. İki filmin de Türkçe dublajları iyiydi.

Hollywood’da daha çok western filmleri çeken büyük usta John Ford, filmlerinde batının, vahşi batının ruhunu yansıttı, efsaneleri ve önyargılarıyla. Ford, 1 Şubat 1895’te Maine’de doğdu. 31 Ağustos 1973 yılında Kaliforniya’da vefat etti. İrlandalı bir Amerikalıydı. Asıl adı da Sean Aloysius O’Fearna’ydı. 1917 yılında, sesiz sinema döneminde ilk filmini çekti. Ford, 1935’te siyah-beyaz “The Informer-Muhbir” filmiyle yönetmen olarak ilk Oscar ödülünü de almıştı. 1940’ta, John Steinbeck’in romanından uyarladığı siyah-beyaz “Grapes of Wrath-Gazap Üzümleri” sol ruhlu filmini de çekti. 1964 yapımı westerni renkli ve sinemaskop “Cheyenne Autumn-Baharda Hücum” filminde Kızılderililer tarafındaydı doğrudan.

İkinci Dünya Savaşı yıllarında savaş belgeselleri de çekmişti. Savaş sonrasında,1946’da “My Darling Clementine-Kanun Harici” westerniyle vahşi batıya döndü. Süvari üçlemesinde seyircilerin zihinleri karışabilirdi. Çünkü milliyetçiliğin sınırlarında dolaşan bu filmlerde ikilemler yaşansa da Ford, Amerika’ya ve rüyalarına inanan yönetmendi. Bu süvari üçlemesinin içine girildiğinde insanı ve sol ruhu bulabiliyor insan. Başrolünde John Wayne’in olduğu bu üçlemenin ilk filmi 1948 yapımı siyah-beyaz “Fort Apache-Kan Kalesi” filmiydi. Bu yapıtta ırkçılık derinlerde hissediliyordu. Üçlemenin ikinci filmiyse 1949 yapımı “She Wore a Yellow Ribbon-Sarı Kurdelalı Kız”dı. Üçüncüsüyse, yine John Wayne’in oynadığı 1950 yapımı siyah-beyaz “Rio Grande-Kahramanlar Diyarı” filmiydi. 1956 yapımı “The Searchers-Çöl Aslanı” westerni de unutulmaz.

John Wayne, Iowa’da 1907’de doğdu, 11 Haziran 1979’da Los Angeles’ta vefat etti. Muhafazakârdı ve Amerikan rüyasına inandı hep. Gerçek adı da Marion Robert Morrison’dı. Ona sinemadaki John Wayne adını, ünlü yönetmen Raoul Walsh vermiş. Sinemaya sessiz dönemde girdi. John Ford’la vahşi batıya, Amerika’ya adanmış filmler yaptılar çoğunlukla. 1948 yapımı renkli “3 Godfathers-Çöl Yavrusu”, 1952 yapımı renkli “The Quiet Man-Kadın Satılmaz”, 1959 yapımı renkli “The Horse Soldiers-Kahraman Süvariler” filmleri de akla geliyor.

“Cehennemden Dönüş…”

Büyük John Ford’un 1939 yapımı siyah-beyaz “Stagecoach-Cehennemden Dönüş”, toplumsal önyargılara da eleştirel bir bakış getiren bir kovboy filmi. Hatta bir yol filmi. United Artists’in sunduğu filmin senaryosunu Dudley Nichols yazmış. Film, Ernest Haycox’ın “The Stage to Lordsburg” adlı kısa hikâyesinden uyarlanmış. Filmin müziklerini Richard Hageman bestelemiş. Filmde Richard Hageman, Franke Harling, Louise Grueberg, John Leipold, Leo Shuken’in folk müzikleri de duyuluyor sıkça. Bu film, “En İyi Müzik” dalında Oscar kazanmıştı. Diğer Oscar’ı da “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu” dalında Thomas Mitchell kazanmıştı. İlham verici siyah-beyaz fotoğrafları da Bert Glennon yansıtmış. Öncelikle Lordsburg kasabasındaki gece anlarındaki fotoğrafları unutulmazdı. Filmde zincirlemeli geçişlerle beraber kararma-açılma tekniği de kullanılmış. Zaman zaman çevrinmeli (panlı) çekimler de öne çıkıyor.
Yıl 1880… Filmin hikâyesi, Arizona’da Apaçi topraklarında geçiyor. Ford, bu filminde muhafazakâr ahlakın ikiyüzlülüğüne eleştiri getiriyor. Kasabanın tutucuları, “Kanun ve Düzen Derneği” adında tuhaf bir dernek kurmuşlar ve kendi değerlerine ve kültürlerine uymayanları toplum dışına atıyorlar. Bu önyargı, sadece toplumun dışına itmekle bitmiyor. Elbette Kızılderililere de uzanıyor bu. Onlar, yani Kızılderililer “vahşi” ve hemen yok edilmeli. Kızılderililerin topraklarını işgal etmiş beyazların şimdiki en büyük sorunuysa Gerenimo. Filmin ön jeneriğinde süvarilerin ve Kızılderililerin geçişleri yansıyor. Müzik de gerilimi yükseltiyor bu anlarda. İki süvari karargâha gelirken borazan da ötmeye başlıyor. Haberciler, Kızılderililerin Gerenimo liderliğinde toplandığını söylüyorlar. Gerenimo, Amerikalıların yenemediği büyük bir şeflerden biri. Gerenimo, adıyla heyecan gönderiyor her tarafa. Posta arabası da Lordsburg’e doğru yola çıkmaya hazırlanıyor. Yolcu taşıyan posta arabasını Buck (Andy Devine) sürüyor. Buck, bu işe Meksikalı karısıyla evlenebilmek için girmiş. Ama kuru fasulye yemekten de bıkmış. Sadece yolcu taşımıyorlar. Bankadan yüklüce parayı da Lordsburg’e götürüyor posta arabası. Posta arabasında Şerif Curley Wilcox da (George Bancroft) yer alıyor. Hapisten Henry “Ringo Kid” (John Wayne) kaçmış. Yolcular arasına “Kanun ve Düzen Derneği”nin üyelerinin kasabadan sürdüğü Doktor Boone da (Thomas Mitchell) katılıyor. Dernek, bunun yanında sarışın fahişe Dallas’ı da (Claire Trevor) kovuyor kasabanın namusu için. Dallas, doktora sığınıyor. Süvari subayı kocasına ulaşmak isteyen siyah saçlı Mallory de (Louise Platt) yolcular arasında. Ona göre ahlaka uymayan Dallas’la aynı arabada yolculuk yapmak, kendi gibi soylu birine yakışır mıydı? Hemen tepkisini gösteriyor. Ama Dallas’ın koruyucusu Doktor Boone var orada. Mallory, bir ara eski asker, şimdi bir kumarbaz Hatfield’la (John Carradine) göz göze geliyor yolculuk öncesi. Hatfield, bir melekle göz göze geldiğini sanıyor bir an ve “Ormandaki bir melek gibi” diyor Mallory için. Sonra da hep Mallory’nin yakınında oluyor karşılıksız aşk olsa da. Arabanın yolcuları arasına Doktor Boone’un peder dediği, aslında viski satıcısı Samuel Peacock da (Donald Meek) katılıyor. Elbette bankacı Henry Gatewood da (Berton Churchill) yolculara katılıyor. Bankadan taşınan 50 bin dolar onun. Dolarları zimmetine mi geçirmişti Gatewood? Posta arabası Lordsburg’e doğru bu yolcularıyla yola koyuluyor Arizona çölünde. Süvariler de, posta arabasıyla beraber yola çıkıyorlar. Başlarında da genç Teğmen Blanchard (Tim Holt) var.

Apaçilerin korkusu da sarıyor bazı yolcuları. Gatewood, Apaçilerden haberi yokmuş binlerce doları götürürken. Dallas için Apaçiler, bu toplumun tuhaf ahlakından iyiydi. Ford, bu filminde beklenmedik anlarda biçim alıştırmaları da yapıyor çarpıcı kamera açılarıyla. Estetik anlamda ilham sunan bir filmdi bu. Posta arabası nehri geçerken, hapisten kaçan Ringo Kid çıkıveriyor ortaya. Atı da, kendisi de yorgun. Curley’ye teslim oluyor. Ringo Kid göründüğünde kamera birden öne muhteşem kaymayla ona yaklaşıyor. Ringo Kid, ailesini yok eden Plummer kardeşlerden intikam almak için hapisten kaçmış. Kardeşler Luke (Tom Tyler), Ike (Vester Pegg) ve Hank (Joe Rickson) şimdi Lordsburg kasabasındaymışlar. Arabada Peacock’un yanına düşen Doktor Boone da onun çantasındaki viskileri içiyor sürekli. Hiç ayık değil Doktor Boone. Viskilerin yanında cennete düşmüş gibi sanki. Hatfield’in Mallory’ye duyduğu platonik aşka dokunulurken, Ringo Kid’in yalnızlığını hissettiği Dallas’a karşı sıcaklık duyuşu da hissediliyor hemen. Ringo Kid’in kendisi de yalnız. Belki de kader bu iki yalnız insanı buluşturarak çoğaltacaktı. Ringo Kid’in Dallas’a duyduğu aşk, aşk filmlerinkinden daha sahici ve içtenlikliydi. Bu film, aşk için çaba göstermek gerek diyor. Görüntü kararıyor.

Posta arabası ilk molasını veriyor bir handa. Atlar da değiştiriliyor burada. Hanı, Billy Pickett (Francis Ford) ve karısı (Ann Deighton) işletiyor. Teğmen Blanchard, komutasındaki süvarilerle yol üzerinde Apaçiler olduğu için geri dönmeye karar veriyor. İçeride, yemek masasında tuhaf şeyler de oluyor. Güneyli tuhaf ahlakın kuşattığı Mallory bunalıma giriyor. Kendisi gibi üst sınıftan birinin, aşağı sınıftan bir fahişeyle, Dallas’la aynı masada yemek yiyebilir miydi? Masadan uzaklaşıyor hemen. Dallas, Mallory’ye karşı sıcak ve sevecen hep. Ringo Kid, hayatının kadını Dallas’a yaklaşıyor, onunla iletişim kurmak istiyor. Mallory, subay kocasını aramak için Virginia’dan gelmiş Arizona’ya. Öte tarafta korkak Buck da, Apaçi korkusundan geri dönmek istiyor. Peacock gibi. Bayanlar bu yolculuğa devam etmek istiyor muydu? Curley, Mallory’ye soruyor sadece. Ama orada Dallas da vardı. Ringo Kid, Dallas’a sahip çıkıyor, koruyor. Belki de sonsuza kadar. Curley’nin gözü de daima Ringo Kid’in üzerinde. Çünkü 500 dolarlık ödül Ringo Kid. Kamera, masadan uzakta oturan kibirli Mallory’ye kayarak yaklaşıyor. Mallory ve Hatfield birbirlerine hikâyelerini anlatıyorlar bu anda.

Sonra yeni atlarla yola çıkıyorlar. Buck, arabayı tepelere sürüyor. Oralar soğumuş ve Apaçiler soğuktan hoşlanmazmış. Arabanın içinde Hatfield, susayan Mallory’ye matarasından bardağa su doldurup veriyor. Ringo Kid, diğer bayanı, Dallas’ı atlayan Hatfield’a öfkeleniyor. Dallas, bardak olmadan mataradan da su içebiliyor. Ne de olsa o güneyli bir hanımefendi değildi. Dallas da Ringo Kid’in bu ilgisinin farkında. Gözleri de arada ona kayıyor. Doktor Boone da, Peacock’un çantasındaki viskileri midesine indirip duruyor arabada. Tepelerde toz fırtınası kopuyor. Ardından mola için yeni hana geliyorlar. Hanı, Meksikalı Chris (Chris-Pin Martin) ve Kızılderili eşi Yakima (Elvira Ríos) işletiyor. Posta arabası biraz daha erken gelse Mallory kocasıyla buluşabilecekmiş. Apaçiler bir çiftliği yakmışlar yine. Süvarilerle oraya gitmiş subay koca. Mallory, hanın içine giriyor ve birden yere düşüyor. Mallory hamileydi. Ama onu kim doğurtacaktı? Ayyaş Doktor Boone mu? Sert kahve içip ayılan Doktor Boone, Dallas’ın yardımıyla doğuma girişiyor. Daha önce de çok bebek doğurtmuş. Mallory doğum yaparken, hancının Kızılderili karısı Yatima da gitar eşliğinde şarkı söylüyor gecenin içine doğru. Acaba bir şeyler mi oluyordu? Hemen anlaşılıyor. Posta arabasının atları çalınıyor. Yatima da at hırsızlarıyla beraber kaçıyor. Bunlar olurken Mallory, bir kız bebek doğuruyor. Ringo Kid ve Dallas, doğan kız bebeğin varlığıyla birbirlerine şefkatle bakıyorlar bir an. Ama daha çok Dallas’ın bakışlarında özlem hissediliyor. Bir doğumu daha başarmış Doktor Boone, barda gururla içkisini yudumluyor sonra.

Dallas dışarı çıkıyor. Ringo Kid peşinden gidecekken, hancıyla karşılaşıyor holde. Bu anda kamera, holü kısa odak uzaklı objektif kullanılıyormuş gibi derinlikli yansıtıyor. Aynı şey, Ringo Kid dışarı çıktığında da fark ediliyor derinlikli görüntü. Gecenin içinde Dallas kameraya yakın dururken, arkada Ringo Kid görünüyor. “Alan derinliği”, Orson Welles’in 1941 yapımı siyah-beyaz “Citizen Kane-Yurrtaş Kane” filminde doğmuştu. Welles ve kameraman Gregg Tolland, objektifler üzerinde çalışarak sinemada perspektifi yaratmışlardı. Ford’un kameramanı Bert Glennon’ın çalışmalarının peşine düşmek gerek. Ringo Kid, kendi gibi bu dünyada yapayalnız Dallas’la evlenmek istiyor. Onun, çiftliğine gitmesini istiyor. İntikamını alıp, cezasını tamamladıktan sonra yeni hayata başlayabileceklerdi. Ya Dallas ne düşünüyordu? Geçmişi peşini bırakacak mıydı? Ringo Kid, her şeyi biliyor ve Dallas’a daha da derin duygular besliyor. Dallas, onun kaçıp gitmesini istiyor. Böylelikle kendisini de unutmasını umuyor. Ahlaki önyargılar derin muhafazakâr ikiyüzlü toplumlarda. Curley birden dışarı çıkıyor ve ortalarda serbestçe dolaşan Ringo Kid’i kelepçelemek istiyor.

Sabah. Güneş doğmadan Doktor Boone, hemen bara gidiyor bir an önce içmek için. Yola çıkma zamanı da geliyor. Mallory de hemen yola çıkıp kocasına ulaşmak istiyor. Yatakta dinlenen Mallory’yle Dallas ilgileniyor. Bu güneyli soylu hanımefendi için kabul edilebilir bir şey miydi bu? Bir güneyli için, kölelerden ve fahişelerden yardım bulmak kaldırılacak bir şey değildi ama… Ringo Kid, Dallas’la evlenmeyi çok istiyor. Bir kadınla bir erkek, birbirlerine doğru yürürler ve âşık olabilirlerdi. Sonra da evlenirlerdi. Ringo Kid, 17 yaşından beri hapse yabancı değilmiş. Doktor Boone, kederli Ringo Kid’e, mutfakta bir genç bayanın kahve yaptığını söylüyor sıcak kelimelerle. Doktor, önceleri bu ilişkiye mesafeli olsa da, gelen aşkın büyüklüğünü hissediyor sanki. Mutfağa giden Ringo Kid, mutfakta Dallas’ın cevabını bekliyor evlenmek için. Dallas onun kaçıp gitmesini istese de, Ringo Kid istemiyor. Çünkü her şeye yeniden başlanabilirdi. Ama önce intikam vardı. Dallas, o kaçıp giderse az da olsa umut veriyor sanki. Ringo Kid bunu deneyecek miydi? Zihninde ikilemler yaşayan Ringo Kid dışarıda, tepelere bakıyor. Apaçilerin, dumanlarla savaş işareti verişlerini izliyor. Çok da yakındalar üstelik.

Posta arabası yola çıkıyor. Posta arabası nehir kıyısındaki çiftliğe geliyor. Apaçiler, feribot iskelesini yakmışlar. Posta arabası nehirden karşı kıyıya geçmesi de gerekiyor. Lordsburg de uzakta değil. Kamera, posta arabası sudan geçerken çarpıcı kaydırmayla yansıtıyor bu anı. Estetik anlamda insanı etkiliyor bu çekim. Apaçiler de uzaktan onları izliyorlar. Araba karşıya geçtikten sonra ok atıyorlar. Saldırı başlıyor. Apaçilerin saldırısı yüksek bir gerilimle yansımış. Ford, bu anlarda insanı atmosferin içinde kaybettiriyor kameranın çekim açılarıyla. Kamera, arabanın hızıyla beraber kayıyor. Posta arabasından Apaçilere ateş edilirken, Apaçiler de tüfekleriyle karşılık veriyorlar onlara. Hatfield, sanki sadece Mallory’yi korur gibi karşı koyuyor Apaçilere tabancasıyla. Bebeği de Dallas koruyor. Apaçilerden biri, arabanın atlarını durdurmak için akrobasi yaparken yere düşüyor, arabanın altında kalıyor ve yaralanmayan Apaçi savaşçısını Hatfield vuruyor. Ama Hatfield’ı da başka Apaçi vuruyor. Hatfield yaralanıyor ve çok geçmeden ölüyor aşkını fısıldayarak. Trajediler yaşandıktan sonra askerler geliyor.

Lordsburg kasabasında. Uzun bir gece başlıyor. Posta arabası yolcularını kasabaya getiriyor. Mallory sedyeyle taşınıyor. Kocası Richard hayattaymış. Mallory, sedyeyle taşınırken, utanarak Dallas’a, “Senin için yapabileceğim” diyebiliyor ancak. İyi yürekli Dallas bir şey istemiyor ondan. Kasabada “saloon” da var. Plummer kardeşler orada. “Saloon”da piyano tınıları duyuluyor. Dallas dışarıda tek başına yürürken yansıyor. Kamera da onu geriye kayarak izliyor. Ringo Kid de Curley’den bir saat izin istiyor. Sonra da Dallas’ı çiftliğine götürmesini istiyor ondan. Kaçmamaya da söz veriyor Ringo Kid. Kasaba şerifi (Duke R. Lee), Greenwood’u hemen tutukluyor orada. Telgraf telleri tamir edilmiş. Doktor Boone, “saloon”a giriyor. Barmenden içki istiyor. Plummer kardeşlerden Luke da barda. Kamera da, Ringo Kid’le Dallas’ı geriye, sola kayarak takip ediyor dışarıda. Kamera, “saloon”u yansıtıyor dışarıdan. “Saloon”da da gerginlik hissediliyor. Plummer kardeşler, Ringo Kid’in geldiğini biliyorlar. Luke, tüfeğini hazırlıyor. Doktor Boone, Luke’tan tüfeğini istiyor, “Katil olduğunu herkese söylemeyeceğim” diyerek. Luke, öfkeyle dışarı çıkıyor. Gecenin karanlığında gerilim üst noktalara tırmanmaya başlıyor. Her şey ölümle yaşam arasında Ringo Kid ve Plummer kardeşler için. Ringo Kid, Plummer kardeşleri bu dünyadan silmek istiyor. Luke, Ike ve Hank caddeye geliyorlar. Karşılarında tek başına Ringo Kid var. Yönetmen, düello anını göstermiyor, sadece kurşun sesleri duyuluyor uzaktan. Sesleri duyan Dallas endişeleniyor. Luke, “salloon”a giriyor ve birden yere yığılıyor. Ringo Kid, Dallas’ın yanına geliyor. Sarılıyorlar. Curley de at arabasıyla yanlarına geliyor. Doktor Boone da Curley’nin yanında. Curley, Ringo Kid’i serbest bırakmaya karar veriyor. Bu iki yalnız ve güzel insana yeniden başlama fırsatı veriyor. Ringo Kid ve Dallas mutluluğa giderken Doktor Boone , “Medeniyetin olduğu yerde emniyette olurlar” diyor Curley’ye. Sonra da içki içmeye gidiyorlar mutluluğu kutlamak için. Gece boyunca süren Lordsburg kasabasındaki bu son bölüm, sinema sanatının armağanıydı. İnsan bu anları izlemeye doyamıyor. Ayrıca bu film de unutulmaz ve Ford sinemasının başyapıtlarından. Bu kadar zengin karakterleri ve güçlü diyalogları günümüz Hollywood filmlerinde bile bulabilmek kolay değil. Bu film, ilham vericiydi ve sinemanın da mücevherlerinden.

“Kahramanın Sonu…”

Büyük usta John Ford’un 1962 yapımı siyah-beyaz “The Man Who Shot Liberty Valance?-Kahramanın Sonu” westerni, büyük bir sırrın içine giren unutulmaz bir başyapıt. Paramount’un sunduğu filmin senaryosunu James Warner Bellah ve Willis Goldbeck ortak yazmışlar. Film, Dorothy M. Johnson’ın eserinden uyarlanmış. Ford, bu filminde sinemanın en uzun geriye dönüşlerinden birini yaratmış. Hatta geriye dönüşün içinde bile geriye dönüşü yaşatıyor. Filmde, Cyril J. Mockridge ve üstat Alfred Newman’ın bestelediği tınılar duyuluyor. Etkileyici siyah-beyaz fotoğrafları da kameraman William H. Clothier yansıtmış. Filmdeki gece atmosferleri çok çarpıcı ve öğreticiydi. Bu film ülkemizde, Şubat 1966’da vizyona girmişti.

Film, ahşap üstüne düşen ön jenerik yazılarıyla başlıyor. 25 yıl sonra Senatör Ransom “Ranse” Stoddard (James Stewart), karısı Hallie’yle (Vera Miles) Shinbone kasabasına geliyor. Bu sınır kasabasına artık tren de çalışıyor. Ranse de trenle geliyor kasabaya. Onları, eski zamanların şerifi, şimdi ihtiyarlamış Link Appleyard (Andy Devine) karşılıyor. Artık şerif değil ihtiyar Link. “Shinbone Star” adındaki gazetenin, genç ve heyecanlı muhabir (Joseph Hoover), Ranse’in peşinde dolanarak Liberty Valance’ı (Lee Marvin) vuran adamı arıyor. Gazetenin editörü Scott da (Carleton Young), Liberty Valance’ın öldürülmesini kahramanının ağzından yazmak istiyor. Ranse, Link’ten karısını gezdirmesini istiyor. Link de Hallie’yi at arabasına bindiriyor ve kasaba dışındaki çiftliğe götürüyor. Link, “Kasaba, demiryolu sayesinde değişiyor, gelişiyor ama çöl hep aynı” diyor. Hallie, kendisiyle evlenmek istemiş Tom Doniphon’ın (John Wayne) enkaza dönmüş evine bakıyor. Tom, onun için eve, veranda ve yeni bir oda yapmak istemiş. Hayat ve kader herkesi bir tarafa sürüklemiş. Ama kaktüs gülleriyse hâlâ capcanlı görünüyor. Ranse ve Hallie, bu kasabaya Tom’un ölümü için gelmişler. Link, kaktüs bahçesinden kaktüs gülü alıyor Hallie için. Editör, Ranse’in kasabaya niçin geldiğini de öğrenmek istiyor. Ranse, Tom’un cenazesi için gelmiş buralara. Link ve Hallie de geliyor. Hep beraber cenazenin olduğu yere gidiyorlar. Tom’un naşı tabutta. Hallie, Tom’un yardımcısı siyahî Pompey’i (Woody Strode) tanıyor. O da yaşlanmış. Ranse, tabutun içine bakıyor ve Tom’un çizmelerini söylüyor. Cenaze yerine gazeteciler de geliyor. Ondan hikâyeyi istiyorlar.

Her şey demiryolu gelmeden önce başlamış. Hukuku bitirmiş genç bir avukat olan Ranse, bu kasabaya posta arabasıyla gelmiş. Cebinde de çok az para varmış. Cenaze yerinde bir posta arabası görüyor. Belki de bu posta arabası onu buraya getirmişti. Film, 25 yıl öncesine, daha demiryolunun gelmediği zamana dönüyor. Gecenin içinde Liberty Valance ve çetesi posta arabasının yolunu kesiyor soygun için. Ranse’e biri, “Batıya git. Şöhret, servet ve macera orada” demiş. O da Shinbone sınır kasabasına hukuk götürmek istemiş idealistçe. Üzerinden çok az para çıkınca Liberty Valance, Ranse’e öfkeleniyor ve kamçısıyla Ranse’i kırbaçlamaya başlıyor. Kırbaçlamaktan haz duyan Liberty Valance’ı durdurmak da çoğunlukla çetesindeki Reese’e (Lee Van Cleef) düşüyor. Liberty Valance’ın öfkesinden yaralı olarak çıkan Ranse’i, Tom ve Pompey at arabasıyla kasabaya getiriyor. En güvenli yer de İsveçli Peter Ericson’un (John Qualen) işlettiği restoran. Restoranda Peter’in karısı Nora (Jeanette Nolan) ve Hallie de var. Hallie, Tom’un hep “Yolcu” dediği Ranse’e hemen şefkat gösteriyor. Tom, Hallie’ye sırılsıklam âşık. Filmde, alttan alta aşk üçgeni oluşuyor birden. Ford, aşkı öne çıkartan filmlerden daha içtenlikli ve gerçekçi yansıtıyor aşkı. Hayata yakın duruyor. Şerif Link, olay çıkmasından korkuyor. En çok da haydut Liberty Valance’tan. Ona göre biftek yemek her şeyden daha iyi.

Parasız kalan ve kalacak yeri olmayan genç Ranse, Peter’in restoranında bulaşıkçılık yapmaya başlıyor. Akşamları, restoranın çok müşterisi oluyor. Neredeyse bütün kasaba orada yiyor. Ranse, hukuk tabelası da asıyor restorana. Ranse, Hallie’nin okuma-yazma bilmediğini de fark ediyor. Ona öğretmek istiyor. Okuma-yazma bilmeyenlerde öfkeli tepki de olabiliyor. Hallie, “Okuma sana ne kazandırdı” diyor Ranse’e. Bir de Ranse, Liberty Valance’ı bölge yasalarıyla tutuklatmayı düşünse de şerif bu belaya bulaşmak istemiyor. Ranse, Hallie’yi hep şaşırtıyor. Çünkü o bir centilmen ve bir bayan masasına geldiğinde hemen ayağa kalkıyor. Belki de farkında olmadan Hallie, bu centilmene âşık oluyor. Ya Tom? Hallie’yi, hep yakınında olan Ranse’e kaptırdığını hissediyor belki de Tom. Çünkü onun hayat deneyimi ikisinden de fazla. Hallie, sonunda okuma-yazmayı öğrenmek istiyor. Aşk güçlü. Geceleyin Tom ve Pompey restorana geliyorlar. Tom, Shinbone Star’ın editörü Dutton Peabody’nin (Edmond O’Brien) masasına oturuyor. Peabody, Tom’un Hallie’ye ilgisini seziyor. Bu aşkı haberleştirmek istiyor hemen. Âşık olunan Hallie, hayatında hiç gerçek gül görmemiş. Sadece kaktüs güllerini biliyor. Bir de bu kasabayı. Restorana, Liberty Valance ve çetesi geliyor. Gelişleri tedirginlik yaratıyor restoranda. Zorla bir masayı işgal ediyorlar. Ranse, Tom’un bifteğini götürürken, Liberty Valance’ın kamçısını fark ediyor. Libery Valance, Ranse’e çelme takıyor havayı daha da kızıştırmak için. Biftek yere düşüyor. Ranse, bifteği yerden alacakken, Tom almamasını söylüyor ona. Tom’un öfkesini gören Liberty Valance, çetesiyle beraber restoranı tek ediyorlar. Ata binip kasabadan giderlerken güçlerini hatırlatmak için havaya ateş ediyorlar. Peabody, Ranse’e tabelasını gazeteye asmasını söylüyor bu yaşananlardan sonra. Hallie karşı çıksa da Ranse, tabelayı gazeteye asıyor. Hallie, Liberty Valance’ın Ranse’i öldürmesinden endişeleniyor. Tom restorandan çıkarken, Hallie ona bakıyor bir an. Tom her şeyi hissediyor. Zincirlemeli geçişle kamera gazete binasını dışarıdan yansıtıyor.

Ranse, kasabada okuma-yazma bilmeyenlere dersler de vermeye başlıyor. Hallie de derse katılıyor. Ranse, Amerikan tarihini, yasaları, yurttaşlık haklarını, Bağımsızlık Bildirgesi’ni de öğretiyor. Tom da geliyor oraya Pompey’i almak için. Yapacak daha önemli işler varmış. Ranse, Picketwire Nehri’nden bolca yararlanan büyük çiftlik sahiplerinin Washington’daki politikalar üzerindeki etkileri yüzünden, Shinbone’daki küçük toprak sahipleri kaybediyorlar. Sığır işleriyle uğraşan toprak ağaları, küçük toprak sahiplerini korkutmak için Liberty Valance ve çetesini tutmuşlar. Tom, dersi bırakmasını istiyor Hallie’nin. Ama hemen tepki gösteriyor. Tom, “Kızdığın zaman daha güzelsin” diyor Hallie’ye. Ranse de Tom’un Hallie’ye âşık olduğunu fark ediyor. Onu, Tom’a yakınlaştırmak istiyor alttan alta. Ranse, silahların kanun olduğu bu vahşi batı kasabasında hukukla bazı şeyleri yenemeyeceğini anlıyor birden. Peabody’den tabancasını alan Ranse talim yapıp ustalaşmak istiyor. Kanun maddelerini bilen pasifist Ranse, silahların maddelerini de öğrenebilecek miydi? Peabody, Hallie’ye olanları anlatıyor. Ranse, talim yapıp Liberty Valance’ı öldürmek istiyor. Halle endişeleniyor. Zincirlemeli geçiş. Ranse, at arabasıyla giderken, Tom da atıyla peşinden gidiyor onun. Tom, Ranse’i kendi çiftliğine götürüyor ve ona tabancayla talim yaptırıyor tabancayla. Talim yaptırırken de Ranse’e, Hallie’nin kendisinin olduğunu söylüyor. Onun için veranda ve oda yaptığını söylüyor. Hallie’nin Ranse için telaşlanması Tom’u mutsuz ediyor.

Kasabada seçim yapılıyor. Ranse’in öncülüğünde oy kullanıyor kasabalılar. İki delege için oy verecekler. Amerika’da delegeler çok önemli. Ama bu seçim sistemini anlamak, beyzbolü anlamak kadar zordu. Sığır sahipleri, seçimleri lehlerine dönüştürüp Washington’da nüfuz elde ediyorlar. Bu demokrasiye, insan haklarına ve eşitlik ilkesine aykırıydı. Ranse, Tom’u aday gösteriyor. Ama Tom reddediyor bu öneriyi, çünkü başka planları varmış. Peabody de aday gösteriliyor. Ama o da istemiyor. Çünkü içmek daha iyiydi. Oy kullanılırken, Liberty Valance ve çetesi de geliyor. Liberty Valance da aday olmak istiyor. Kasabalılar karşı çıkıyor bu adaylığa ve Liberty Valance da Ranse’i tehdit ediyor giderken. Tom, Ranse’e kasabadan ayrılmasını tavsiye ediyor. Çünkü bu tehdit ciddiydi.

Gece. Zincirlemeli geçişle kamera, gazetenin önünü yansıtıyor. Şerif Link de kapının önünde. Kamera, yavaşça gazete binasına yaklaşıyor. İçeride Peabody, gazeteye “Liberty Valance yenildi” diye manşet atmış. Peabody, bara gidip biraz içmek de istiyor keyiften. Barda Liberty Valance da var. Restoranda Ranse de bulaşıkları yıkıyor her zamanki gibi. Hallie de kasabadan gitmesini istiyor Ranse’ten. Yaşamasını istiyor. Sarhoş olmuş Peabody, dışarıda kendi kendine konuşuyor bağırarak. Gazeteye gidiyor. Liberty Valance ve çetesi de orada. Çete, gazeteyi kırıp döküyorlar. Liberty Valance, yine o meşhur kamçısını çıkartıp Peabody’yi nefretle kırbaçlarken, Reese yine onu durduruyor. Liberty Valance, Ranse’in tabelasını da sökmesini istiyor. Sonra çete dışarı çıkıyor. Çok geçmeden Ranse de gazeteye gidiyor. Yerde kanlar içindeki Peabody’yi görüyor. Doktor Willoughby’di de (Ken Murray) geliyor gazeteye. Peabody, “Liberty Valance’a basın özgürlüğünden söz etmeyi unutmayın” diyor yaralı haliyle. Ranse dışarı çıkıyor ve şerife, “Valance’a caddede olduğumu söyle” diyor ve sonra restorana gidiyor. Odasında yatağın altından tabancasını alıyor ve yine dışarı çıkıyor. Liberty Valance “saloon”da kumar oynuyor. Ranse de dışarıda elinde tabancayla caddede bekliyor düello için. Şerif Link, Liberty Valance’a, Ranse’i öldürürse cinayet olacağını söylüyor. “Silahı varsa nefsi müdafaa” diyor Liberty Valance. Sonra “saloon”un kapısına çıkıyor. Ranse, öne doğru yürüyor. Liberty Valance, ateş ediyor korkutmak için. Sonra da alay ediyor, sırıtıyor. Ranse’in elinden tabancası düşüyor. Sağ kolundan yaralanıyor. Yerdeki tabancayı sol eline almayı başaran Ranse ateş ediyor ve Liberty Valance yere yığılıyor. Ranse restorana dönüyor. Hallie yarasını pansuman yapıyor telaşla. Doktor Willoughby, Liberty Valance’ın öldüğünü söylüyor. Ranse bir kahraman. Tom restorana geliyor. Hallie’nin Ranse’e tutkusunu seyrediyor. Kendisi için artık en küçük umut yoktu Hallie’nin aşkı için. Sonra dışarı çıkıyor. Kibriti duvara sürtüp sigarasını yakıyor ikon. Liberty Valance’ın cesedi at arabasında geçip gidiyor. Reese, Ranse’in hemen asılmasını istiyor. Çünkü Ranse cinayet işlemiş. Tom sarhoş oluyor ve çiftliğine gidip Hallie için yaptığı evi yakıyor. At arabasıyla gelen Pompey, içerideki Tom’u kurtarıyor. Sonra da atları yanmaktan kurtarıyor. Ford usta, uzun gece çekimlerinde muhteşem atmosferler yaratabiliyor. Ford’un gece atmosferleri unutulmaz, her zaman.

Gündüz. Eyalet seçimi yapılıyor. Peabody, küçük çiftçilerin Washington için adaylarından zengin çiftçilere karşı. Ranse de orada. Seçim yapılan bu büyük kasabada demiryolu da var. Seçimler için bölgesel tartışmalar da oluyor. Sığır sürüler plan büyük çiftçiler de gösteri yapıyor propaganda için. Toprak ağalarından Albay Cassius Starbuckle (John Carradine), adaylık için Buck Langhorn’u (Tom Hennesy) gösteriyor delegelere. Peabody de konuşma yapıyor ardından delegelere. Peabody, “Kızılderililer, yaşama hakkı için savaşmışlardı. Buralara gelen sığır çiftçilerinki ne içindi” diyor konuşmasında. Peabody, Kongre için Ranse’i aday gösteriyor. Tom da oraya geliyor. Starbuckle, Ranse’i delegelere katil olduğunu söylüyor. Tartışmalar sürerken Ranse ortadan kayboluyor birden. Ranse, vicdan azabı çekiyor Liberty Valance’ı öldürdüğü için. Öldürdüğü birisinin üstüne hayat kurabilir miydi? Tom onunla konuşuyor ve Liberty Valance’ı gerçekten vuranı öğreniyor Ranse. Bu film, polisiye filmlerindeki gibi merak duygusunu çoğaltıyor ve de Liberty Valance’ı vuran adamın kim olduğunu sona kadar saklıyor. Merak duygusu önemliydi. Filmi görmek gerek.

Film, şimdiki zamana dönüyor ve gazetecilerin hayal kırıklığı yansıyor. Gerçeği öğrenmelerine rağmen efsaneyi silmeyi kabul etmiyorlar. Ranse ve Hallie, trenle Washington’a dönerlerken, Ranse Shinbone’a yerleşmeyi istiyor. Hallie de hep bunun hayaliyle yaşamış. Eskisi gibi. Tom’un tabutunun üstüne kaktüs güllerini de Hallie koymuş. Aşk çok büyük bir duyguydu.

(30 Aralık 2015)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Yorgos Lanthimos’un Oyunbaz Evrenleri

Bu hafta gösterime giren ve yerleşik toplum düzeni ile dikte edilmiş çekirdek aile kurumu üzerine sürrealist bir mizah barındıran ‘The Lobster’ yönetmen Yorgos Lanthimos’u takip edenler için hiç de sürpriz bir çalışma değil. Yunan Yeni Dalgası’nın haşarı çocuğunun İstanbul Film Festivali’nde hepimizi hayran bırakmış 2009 yapımı üçüncü uzun metrajı ‘Köpek Dişi / Kynodontas’ ustalıkla kurduğu alternatif evrende, günümüz imgeleriyle kurulmuş ev ortamında aile kurumunu didikler. Yetişkinlik çağına gelmiş biri erkek üç kardeşin hâlâ çocuk muamelesi gördükleri bir evdir burası. Etrafı yüksek bitkiler ve çitlerle çevrili korunaklı yuvada baba dışındaki bireylerin demir kapının ardına adım atması yasaktır. Çocukların dış çevreden korunabilmesi için telefon ve televizyon benzeri aygıtlar kontrol altında tutulmuş, dil tersyüz edilmiş, kelimelere, şarkı sözlerine farklı anlamlar yüklenmiştir. Bu şekilde dış dünyadan izole edilmiş çocuklara ancak köpek dişleri düştüğünde evi terk edebilecekleri öğretilir. Evin diğer bireyleri ihtiyaçlarını belirler, baba onları dışardan temin eder. Dışarının düşmanlarla dolu olduğunun vurguladığı bu tuhaf ev giderek baskıcı bir yönetimin hakim olduğu memlekete dönüşüverir. Lanthimos zaman zaman bireylerin kafalarını kadraj dışında tutmak suretiyle bireyin kimliğini yok eden sistem eleştirisini olgunlaştırır.

Yönetmenin bir sonraki filmi ‘Alpler / Alpeis’ yalnız bireylerin aile kurma ya da bir aile ortamına dahil olma çabalarını gündeme getirir. Bu defa tersine kurduğu evren yine absürd, karakterlerin faaliyetleri yine çizgi dışıdır. Kendilerine Alp sıradağlarının yüksek tepelerinden birini isim olarak seçmiş ve bazıları hastanelerde çalışan ekibin faaliyeti, ölen bireyin yerine geçmek suretiyle yakınlarını kaybetmiş ailelerin acılarına deva olmak şeklinde özetlenebilir. Burada olaylar gruptan birinin bu yerine geçme durumuna kendisini fazlasıyla kaptırmasıyla sürpriz bir şekilde gelişecektir.

‘Köpek Dişi’nin sürpriz bir biçimde en iyi yabancı film dalında beş Oscar adayı arasına girmesiyle Lanthimos’un festivaller çevresinde sınırlı kalmış ünü uluslararası alana taşınır. Yaklaşık dört yıldan beri İngiltere’de yaşayan sinemacının bu ilgiyi fırsat bilerek İrlanda topraklarında çektiği ve yıldız oyuncularla çalıştığı İngilizce ilk filmi ‘The Lobster’. Auteur yönetmenlerin ülkeleri dışında ve farklı bir dilde çektikleri filmlerinin kendileri için pek hayırlı olmadığı düşüncesi yaygındır. Geçtiğimiz Cannes Film Festivali’nden Jüri Ödülü ile dönen bu son Lanthimos çalışması benzerleri denli olmasa da kısmen aynı kaderi paylaşıyor gibi. Üstelik herşey pek güzel, sinemacıya yakışır bir hınzırlıkta başlamışken.

Lanthimos’un ‘Köpek Dişi’nden beri birlikte çalıştığı Efthymis Filippou ile ortaklaşa yazdığı senaryo yine alternatif absürd bir dünya getiriyor önümüze. Bu kez ikiliyi üne kavuşturan önceki çalışmalarının tersyüz evrenlerini aynı film içine taşımayı denemiş yazarlar. Günümüz imgeleriyle kurulmuş yakın bir geleceği resmeden (İrlanda’nın County Kerry bölgesindeki dinlenme tesisi Parknasilla’da çekilmiş) ilk bölüm bekârlığın yasaklandığı bir düzende geçiyor. Karısı tarafından terk edilen David yeni bir eş bulmak üzere devlet yetkilileri tarafından kendisi gibi bekâr insanların kaldığı özel bir otele yerleştiriliyor önce. Burada kalanların ruh eşlerini bulması için sadece kırkbeş günleri vardır ve bunu başaramadıkları takdirde kendilerinin belirleyeceği bir hayvana dönüştürüleceklerdir. Filmin nedense dilimize çevrilmemiş özgün adı ‘İstakoz’ işte buradan geliyor. David’in başarısız olması durumunda yaptığı bu tercih denizi sevmesinden ve istakozların uzun ömürlü olmasından kaynaklanıyor. Otel’in katı kuralları ve David ile aynı kaderi paylaşanların eş bulma konusundaki çırpınışlarını kendine özgü gerçeküstü hınzır mizahıyla anlatırken bu defa dışses aracılığıyla fazla geveze ve açıklamalı bir yol tutturmuş Lanthimos. Bu da önceki filmlerinin sürprizli yapısını aratmıyor değil. Buna rağmen, bıyığı ve göbeğiyle hayli değişmiş (tam bir Yunanlıya benzemiş) Colin Farrell ve ve ona eşlik eden Olivia Colman, John C. Reilly, Ben Whishaw gibi yıldız yorumculara ilaveten yönetmenin eşi Ariane Labed ve yine gözde oyuncularından Angeliki Papoulia’nın yer aldığı bu otel hikâyesi faslı hayli göz doldurucu.

Büyü esasen ikinci bölümde bozuluyor. David’in otelden kaçarak ormana sığındığı ve burada evlilik karşıtı direnişçilerle buluştuğu kısım, filmin ilginç çıkış noktasını bir kenara bırakıyor, Léa Seydoux, Rachel Weisz gibi farklı bir ekiple ilki kadar ilginç olamayan başka bir hikâyenin peşine düşüyor. Lanthimos evreninden ‘Açlık Oyunları’ ormanına düştüğümüz hissini veren bu ikinci bölümde film ilginçliğini yitiriyor ve sarkmaya başlıyor. Herşeye rağmen Lanthimos’un yaratıcı dehasının izlerini taşıyan çarpıcı bir finalle toparlanıyor ‘The Lobster’. Ekipteki Yunanlı görüntü yönetmeni Thimios Bakatakis ile kurgucu Yorgos Mavropsaridis’in özgün çalışmaları dikkat çekiyor. Özgün müzik kullanmayan Lanthimos’un ses bandında Beethoven, Shostakovich ve Stravinsky’nin klasik ezgileri pop tınılarına karışıyor, Avustralyalı rock grubu Nick Cave and the Bad Seeds ile pop şarkıcısı Kylie Minogue’un seslendirdiği nefis country ballad’ı ‘Where the Wild Roses Grow’ ile kulaklarımız okşanıyor.

(27 Aralık 2015)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Güzelleme – Koçaklama: GİDENLER – GELENLER

Yeşilçam’ı, Yeşilçam yapanlar bir bir aramızdan ayrılıyorlar…
Filmleri, Yeşilçam’ın sonunu getiren televizyon kanallarında seyircilerle buluşmayı, yeni seyirciler kazanmayı sürdürüyor.
Celladı, yaşatanı da oluyor…
Mahalle ve sokaktaki sinema salonlarında soluk alıp veren bir dönemin Türk Sineması, Yeşilçam filmleri şimdilerde elektronik ortamlardan evlerimize servis ediliyor.
Ocakbaşı lokantaları artık evlerde, ekranda kuruluyor.
Aynı şey mi? Değil. Başka bir şey. Film gene aynı film. Ortam farklı. Yeni bir yaşam ortamı…
Seyretme de, algı da farklı…
Aramızda olmayanları hüzünle anıyoruz, onları yeniden kucaklıyoruz…
50’lerde gencecik insanlar olarak sinema dünyasının içine girdiler.
Seyirciyken birden sinemacı olmaya kalktılar. Sinema konusunda bildikleri, seyirci halindeyken bildiklerinden fazla değildi.
Cesaretliydiler…
Hele bir yola çıkalım bakarız dediler… Baktılar. Yaparak öğrendiler. Ustaları var mıydı, paraları var mıydı, yol gösterenleri var mıydı, seyircileri var mıydı? Hem vardı, hem yoktu.
“Göç yolda düzülür” örneği… Yola çıktılar…
El yordamıyla, deneyerek… Yapa yapa…
Öğrendiler…
Bir destan yazdılar… Yeşilçam destanı.
Destan sürüyor…

Şimdilerde, gene gencecik insanlar yine sinema dünyamıza giriyorlar…
Dalga dalga geliyorlar, gümbür gümbür geliyorlar…
Türk Sineması’nda yeni bir dönem başlıyor…
Gene para yok, gene yol gösteren yok… Ustaları var mı? Hem var, hem yok.
Seyircileri var mı? Çoğunun yok.
Bu kez yalnız iç deniz değil, okyanuslara da açılmak isteniyor. Hedef büyük, cesaret de… Don Kişot gibi…
Adı da daha yok…
Ama tarih bir gün adını da koyacak.
Yolları açık olsun…

(25 Aralık 2015)

Engin Ayça

Star Wars Efsanesine Yakışan Devam Filmi

Star Wars ya da Yıldız Savaşları hayatımıza gireli tam 38 yıl olmuş. Yeni sürüm üçlemenin ilk ürünü ‘Star Wars: Güç Uyanıyor’un aylardır süren tanıtım kampanyasının ardından gösterime girmesi ile tüm hayranları muradına ermiştir kuşkusuz. Serinin 70’li yıllarda Hollywood’a taze kan olarak gelmiş sinemacılar kuşağından George Lucas’ın muhayelesinin ürünü olan özgün hikâyesi, Lucas Film Ltd. yapım firmasının yan kuruluşu Industrial Light & Magic’in daha önce hiç denenmemiş görsel efektleri eşliğinde sinema endüstrisinde şok etkisi yaratmıştı o yıllarda. 1977 – 1983 yılları arasında çekilmiş ilk üçleme bugün kırklı yaşlarını süren nesil kadar filmleri televizyonda izlemiş daha sonraki kuşakları da büyülemiş ve Star Wars efsanesi günümüze dek süregelmiştir.

Lucas’ın hikâyesi Vietnam savaşı ve Watergate skandalı ile sarsılmış Amerikan halkını eskinin huzurlu günlerinin gözde seriyallerinden esinlenmiş fantastik bir evrene taşımış, 1930’ların ‘Flash Gordon’ serisinden alınmış ilhamın üzerine dönemin doğu bilgeliğine yönelik merak sosunun eklendiği (aynı dönemin ünlü Kung Fu dizisini hatırlayın) bu görsel hadise çok sevilmiş ve sadece ABD’de değil tüm gezegende geniş bir hayran kitlesi oluşturmuştu. Serinin fantastik unsurlarının çekiciliğinin yanı sıra 40 yıl öncesinin bilimkurgusal öngörülerinin günümüzde hayata geçmesi ya da anlatının temelini oluşturan iyinin kötünün ezeli çatışması kadar bugün ülkemizin üzerine de çöreklenmiş ‘tek adam’ rejiminin karanlığı ve diktatöre karşı savaş veren cumhuriyetçilerin mücadelesini dile getirmesi açısından da geniş yığınların ilgisine mazhar olmuş bir fenomendir ‘Star Wars’.

Bu ve benzeri farklı okumalardan bağımsız olarak izleyicinin hayal gücünü kamçılayarak Amerikan sinema endüstrisinin yönünü değiştirmiş, bir uzay fantazyasından yola çıkarak çağdaş teknolojiyi yönlendirirken filmlerin hasılatını da aşan yan ürünlerden, dizinin karakterleri ve filmlerde kullanılan uzay araçları, maskeler, ışın kılıçlarının pazarlandığı oyuncak endüstrisi ve bilgisayar oyunları satışlarından (son gelen haberler doğrultusunda) 40 milyar dolara yaklaşan dev bir ekonomi yaratmış iktisadi bir fenomendir de ‘Star Wars’.

Sözü daha fazla uzatmadan serinin merakla beklenen yedinci filmine dönersek, Star Wars: The Force Awakens’ın 1999 – 2005 yılları arasında piyasaya sürülmüş ikinci üçlemenin kötü anılarını hafızalardan temizlediğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Dört yıl önce Hollywood’un amiral gemilerinden Disney’e satılmış olan ‘Lucas Film Ltd’ ve ILM’nin ürünü olan yapım daha önce 2011 yapımı ‘Super 8’ ile 70’ler Amerikan sinemasının bir diğer öncüsü Steven Spielberg’e hayranlığını dile getirmiş olan J. J. Abrams’a teslim edilmiş. Bu yedinci filmde ‘Return of the Jedi / Jedi’nin Dönüşü’nün ardından 30 yıl sonrasına uzanıyoruz. İmparatorluk yıllar önce bertaraf edilmiş, ‘karanlık güç’ bu kez First Order (İlk Düzen) rejimi altında yeni bir diktatörlük sürecine girmiştir. Baskı rejiminin yeni Darth Vader adayı Kylo Ren bir dönemin büyük Jedi lideri Luke Skywalker’ın peşindedir. Ancak Luke kayıptır. Kızkardeşi eski prenses / yeni general Leia Organa asilerden pilot Poe Dameron’u ikizinin izini bulmakla görevlendirir.

‘Star Wars: Güç Uyanıyor’ serinin ilk üçlemesinde gönüllerde taht kurmuş karakterleri uzun bir aradan sonra tekrar beyazperdeye taşıyor. Han Solo’da (tabii ki ayrılmaz dostu Chewbacca ile birlikte) Harrison Ford ve diğerleri izleyicide karşı konulmaz bir nostalji duygusu yaratırken, Abrams yeni anlatıyı genç karakterler üzerinden geliştiriyor. Eski fırtına askeri Fin’de John Boyega ile ıssız Jakka gezegeninden görkemli maceraya katılan Rey’de Daisy Ridley henüz pek tanınmayan ancak çok yakında serinin hayranlarının gözdesi olmaya aday yetenekli isimler. Kızın beyaz, delikanlının siyahi olması ise günümüz ABD yönetimine uygun bir seçim kuşkusuz.

Cengâver pilot Poe Dameron’a çağdaş Amerikan sinemasının en başarılı aktörlerinden Oscar Isaac hayat verirken özgün serinin emektar robotu C-3PO ile (döneminin elektrik süpürgelerine ilham vermiş) R2-D2’nin yerini ‘Altyazı’ dergisine de kapak olmuş tostoparlak sevimli BB-8 almış. Kötülere gelince, ‘Girls’ dizisi ve diğer bağımsız işleriyle tanıdığımız Adam Driver’ın canlandırdığı kötücül gücün tutsağı Kylo Ren karakteri etrafında önemli bir sürprizin saklı olduğunu söyleyelim, seyir tadını bozmamak için şimdilik ötesini açıklamayalım. Kötülerden devamla serinin ilerleyen bölümlerinde daha ayrıntılı gündeme gelmesi beklenen General Hux (Domhall Gleeson) ve Gwendoline Christie’nin Kaptan Phasma’sından söz edebiliriz. Bilgisayar teknolojisiyle yaratılmış ürkünç yaratıklar bu defa dozunda tutulmuşken, ‘motion capture’ tekniğiyle iki ünlü oyuncudan yaranlanılmış. Kötücül yüce ruh Snoke’ta (‘Yüzüklerin Efendisi’nin bizde de halen tartışma konusu olan Gollum karakterinden hatırladığımız) Andy Serkis’i izliyoruz. Maz Kanata karakterinin gerisinde ise ’12 Yıllık Esaret / 12 Years A Slave’ filminin Oscar ödüllü siyahi oyuncusu Lupita Nyongo’nun tanınmaz varlığı filmi şenlendiriyor.

J. J. Abrams’ın özgün üçlemeye saygıda kusur etmeyen ve büyük ölçüde ilk serinin ‘A New Hope / Yeni bir Umut’ bölümünü örnek almış çalışması John Williams’ın kulaklara yerleşmiş müziği, Dan Mindel’in ‘Star Wars’ evrenini layıkıyla yansıtan parlak görüntü çalışmasıyla destekleniyor. Bizlere de, Amerikan klasiklerinin programda olduğu son konserinin provasına Darth Vader kostümü ve ışın kılıcıyla çıkan ünlü şef Sascha Goetzel’in de aralarında bulunduğu tutkulu hayran kitlesini gönül rahatlığıyla eğlenceye davet etmek düşüyor.

(17 Aralık 2015)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Antalya’nın Ardından…

52. Uluslararası Antalya Film Festivali sona erdi. Altın Portakal’lar dağıtıldı. 10 yılı yakın bir süredir yakından takip ettiğim festivalin, hiçbir zaman süt liman geçtiğini hatırlamıyorum. Her yıl mutlaka bir sansasyon, tartışma, sürtüşme, gaf, lâf-ü güzaf bir şeyler mutlaka olur. Memleketin diğer şehirlerindeki festivaller daha kendi halindeyken, Antalya hep sınıfın popüler çocuğu olmuştur. Tabii bundan geçmişten gelen pırıltısının etkisi büyük. Antalya deyince halkın aklına kortej ve Yeşilçam yıldızları geliyordu hiç şüphesiz. Halk televizyonun dahi olmadığı zamanlarda, perdede izleyerek büyülendiği film yıldızlarını kanlı canlı Antalya’da görme fırsatı buluyordu. Bu hiç şüphesiz hem halk hem de sinemacılar için eşsiz bir buluşma değeri taşıyordu.

Antalya’da Yeşilçam Devri Kapandı mı?

Tabii artık devir değişti, teknoloji gelişti, birçok şey büyüsünü yitirdi. Ama yine de o tatlı nostaljik günler bir haftalığına da olsa festivalde yaşamaya devam ediyordu. Ancak festivalin yerelden evrensele geçme zamanının geldiğine inanan festival komitesi geçen yıldan başlayarak, 50 yıllık festivalde ciddi ve köklü değişikliklere imza attılar. Bu değişikliklerin bir kısmının festivale oldukça ivme kazandırdığını bazılarının ise kafa karışlığına yol açtığını söyleyebilirim kendi adıma… Festivali uluslararası boyuta taşımamız harika, gelecek sene ustaların yanı sıra sinema kariyerinin zirvesindeki isimleri ve heyecanla beklediğimiz filmleri izlemeyi ilk kez Antalya’da izlemeyi çok isterim. Tıpkı İstanbul’daki ve dünyadaki diğer büyük festivallerde olduğu gibi… Yeşilçam’ın omuzlarında yükselen bir festivalin yine de Yeşilçam’ı bir kalemde silip atmaması gerektiğine inananlardanım. Ödül töreninde Selda Alkor’un sitemi bunun bir göstergesiydi.

İki Ayrı Ödül Töreni Olmadı…

Ödül töreninin ikiye bölünmesi bana kalırsa en büyük yanlış olmuş. Gelecek sene bu hatadan dönülmeli diye düşünüyorum. Büyük bir kargaşa, karışıklıktan başka bir getirisi olmadı. Zaten belgesel ve kısa film yarışmaları kaldırıldı. Bir avuç ödül var ulusal kategoride… Asıl sorun uluslararası kategoride bu kadar fazla ödül dağıtılmasından kaynaklanıyor. Bu ister istemez acaba festivalde ulusal yarışma tamamen kaldırılıp tamamen uluslararası mı olacak şüphesi doğuruyor. Sanki bunun provası gibiydi Pazar günkü tören…

Sunucu ve Sunum Hataları…

Sunucular… Bir festival nasıl biterse öyle kalıyor akıllarda. O yüzden sunucuların performansları çok önemli. Yakın zamanda 1. Edirne Film Festivali’nde bu fiyaskoyu yaşadık. Hadi o ilkti diyelim ama Antalya gibi Cannes, Berlin, Toronto gibi festivallerle yarışma iddiasındaki yarım asrı devirmiş bir festivalin bu gibi hatalar yapma lüksü olmamalı. Çevirmenler de aynı şekilde çok yetersizdi. Madem uluslararası olmaya çalışıyoruz, o çeviriler neydi öyle? İki ayrı ödül töreni yapıldı, daha sunucular bile neye, kime ödül vereceğini karıştırırken halkın anlamasını nasıl bekliyoruz. Ulusal derken uluslararası, uluslararası derken ulusalın anonsları derken çorba oldu her şey…

Festivaller Hâlâ Bizim
Antalya hepimizin festivali, özellikle bir Antalyalı olarak festivali daha çok sahipleniyorum hiç şüphesiz. Festivalde çok iyi gelişmeler var özellikle geçtiğimiz yıl başlayıp bu yıl daha da ivme kazanan Film Forum sinemacılarımıza çok büyük kaynak ve imkân sağlıyor. Ancak festivali yapıcı bir şekilde eleştirmenin kuru alkış ve övgüden daha fazla yarar getireceğine inandığım için buraya bunları yazdım. Festivale gelmeden hemen önce Emre Buga ile yaptığımız canlı yayın da festivaldeki değişim rüzgârlarını ve güzel gelişmelerin de hakkını vermiştik.

Sarmaşık’ın Haklı Zaferi

Bu kısma burada bir nokta koyup filmlere ve ödüllere geçmek istiyorum. Festivalin ulusal yarışma bölümünde -ben de dahil- kime sorsan herkesin favorisi olan Tolga Karaçelik’in yazıp yönettiği Sarmaşık filmiydi. Belki de uzun zamandan sonra ilk kez En İyi Film Ödülü alan bir film olması gerektiği gibi senaryo, yönetmen ve oyuncu ödüllerinin de sahibi oluyordu. Bu anlamda ulusal yarışmadaki jüriyi tebrik ediyorum. En İyi Film Ödülünü iki filme birden vermedikleri ve diğer ana ödülleri elma armut dağıttır gibi dağıtmadıkları için… En İyi Erkek Oyuncu Ödülünü sonuna kadar hak eden Nadir Sarıbacak’ı da tekrar tekrar tebrik ediyorum. Şu günlerde vizyonda olan Sarmaşık’ı izleyebileceğiniz sinema salonlarını hatırlatmak isterim.

Saklı Festivalin Başarılı Filmlerindendi

Selim Evci’nin 3. uzun metrajlı filmi, hem Evci filmografisinin, hem de festivalin en iyi filmlerindendi. Türkü Turan da nefis bir performans sergiliyor, ben kendi adıma ödül de alabileceğini düşünüyordum. Tabii almamış olması bir şey eksiltmiyor başarısından. Saklı’nın vizyon tarihi henüz belli değil ancak takipte kalın, mutlaka görün. Hem Tolga Karaçelik, hem de Türkü Turan ile ödül töreni öncesi yaptığımız yayınlara bu linkten ulaşabilirsiniz. Ayrıca daha birçok kıymetli ismin festival değerlendirmesini bulmanız mümkün.

Heyecan Verici Bir Türk Korku Filmi: Baskın

Uzun zamandır merakla beklediğim bir diğer film Baskın’ı da Antalya’da izleme ve yönetmeni Can Evrenol ile tanışma fırsatı buldum. Can’ı zaten uzun zamandır kısa filmleriyle seven ve takip eden bir kitle var. Umuyorum bu uzun metrajlı ilk filmiyle katlanarak artar. Baskın, Türk korku sineması için yeni ve taze bir soluk. Dünyada benzer pek çok örneğini izlemiş olabiliriz ama Baskın buna rağmen kötü bir kopya gibi durmuyor. Tüm bu handikaba rağmen kendine has bir dil kurmayı başarmış. Yönetimi, oyuncu performansları, makyajı, müzikleri çok başarılı. Filmin 1 Ocak’ta gösterime gireceğini hatırlatıp sizi Can Evrenol ile Antalya’daki sohbetimiz e davet ediyorum.

Hepimiz Cadıyız

Son olarak Antalya’da aklımızda kalan filmlerin en başında gelen The Witch’ten söz etmek istiyorum. Pek yakında ülkemizde vizyona girecek olan ABD & Kanada ortak yapımı korku filmi bu türde uzun zamandır arayıp da bulamadığımız lezzette. Müthiş atmosferi, sakince artan gerilimi ve heyecanı son ana kadar ayakta tutmasıyla inanılmaz başarılı. 17. yüzyılda İngiltere’sinde, 5 çocuğuyla birlikte Hristiyanlık kurallarına sımsıkı bağlı, ıssız bir ormanda yaşayan bir ailenin başına gelenleri izlediğimiz film; kadın, erkek, din, otoriterlik, inançlar, gelenekler ve daha pek çok şey üzerine söyleyecek çok sözü var. Özellikle kadınları bu filmi izlemeye davet ediyorum.

(11 Aralık 2015)

Gizem Ertürk

Bütün Hayatım: Dün, Bugün, Yarın

Dünya çapında şöhret olmak öyle kolay değildir. Çok, çoktan da çok çalışmak, en ince ayrıntısına kadar özen göstermek, iyi ilişkiler kurmak gerekir. Doruğa çıktığınızda sorumluluklarınız da artacaktır muhakkak ve daha sıkı sarılmak zorundasınızdır artık işinize, mesleğinize…

İşte, Sophia Loren. Adını duyan herkesin “Aaa!” nidasını duydum. Çarpıcı güzelliğiyle rol aldığı filmlerde biz izleyicilere yaşattığı o duygulu anlar, o coşkulu sevgi unutulur mu hiç? Sahi, hangi kadın kendisini Sophia Loren gibi görmemiştir? Hangi erkek sevgilisini Sophia Loren (veya onun can verdiği karakterle) özdeşleştirmemiştir? İtalyan sinemasının efsane yıldızı, anılarını toplamış: “Dün, Bugün, Yarın: Bütün Hayatım”da. Bakalım neler yaşamış…

Fırtınanın ortasında…

İkinci Dünya Savaşı sonrasında, ekmeğin bile bulunmadığı bir dönemde sadece kendisinin değil, annesiyle birlikte kardeşinin de hayatını kurtarmaktır hedefi. Tam kameranın önünde durduğunda kendisini de kadraja aldıklarını sanacak kadar küçük bir kızken tanışır setlerle. “Arabanın arka tekerleği” olarak tanımladığı figüranların işi ne denli bozduğunu da gözlemleyecektir o arada. Yüzlerce insanın posta paketi gibi bir uçtan diğerine hareketi, bağırış çağırışlar, lambaların verdiği ısı ve onca hareketliliğin yarattığı kaos yorucudur kuşkusuz. Tekrar çekimlerin setçilerin hataları dolayısıyla yapıldığı yanılgısından onlarsız olmazsa olmaz noktasına gelecektir kısa zamanda.

Annesinin elinden tutup, deyim yerindeyse, savaş sonrası hayatlarını kurtarmasını sağlamak için zorla götürdüğü setlerin bir kurtuluş olduğunun bilincine varacaktır küçük Sophia. Adı Sofia’dır ve incecik oluşu nedeniyle “kürdan”dır lakabı, hem ailede hem mahallede. Greta Garbo’nun benzeri bir genç kız aranıyordur, Sofia, yerel bir güzellik yarışmasında kendisini gösterme fırsatını kaçırmamıştır. Tek kelime İngilizce bilmese de güzelliğiyle figüran olabilme hakkını elde eder.

Yıldızlığı giden yol…

“Fotoromanlar, komünistlere göre halkın afyonu, Katoliklere göre günaha çağrı, entelektüellere göre -üstelik bunlara yaratan ve yazanların çoğu onlardı- kalitesiz ürünlerdi.” (s. 43) dese de o çok tutulan fotoromanlarla başlar asıl serüven. Fotoroman oyunculuğuyla tanınır ve hayranlarından mektuplar yağmaya başlar. Carlo Ponti ile Marcello Mastroianni, Vittorio De Sica, Zavattini, Federico Fellini ve aklınıza gelebilecek bütün kalburüstü sinemacılarla Charlie Chaplin ile de çalışır.

Daha başlangıçta (s. 74), “Hayata duyulan aşk, sınırsız sabır, bitmeyen umut” cümlesiyle kararlılığını, sevmediği hiçbir şeyi yapmadığını, hataları günahları, sevaplarıyla yaşanmışlıkları sergiliyor. Yaşamını tümüyle, acı tatlı zorlu set anılarıyla, zorunlu yolculuklarıyla, sevgililerini, aşklarını anlatıyor, yüksünmeden. Aşkları sorgulanıyor gazeteciler tarafından, tabii, öne çıkarılan da o magazinler oluyor her zaman. Yine de yılmıyor, bıkmıyor, usanmıyor kendisi, ailesi, çocukları ve torunlarına toz bile kondurmuyor.

Ciddiyet ve iyi niyet…

Güzelliğinin kendisini göklere çıkartabileceği gibi, yerlere de vurabileceğini kavradıktan sonra tutumunu belirler: “İnsanın kim olduğunu kabullenmesiyle ve bilinçle yarışabilecek hiçbir güzellik yoktu.” (s. 242) Cezaeviyle de tanışır, kocasının filmleri/borçları nedeniyle. Roma’dan New York’a, Los Angeles’ten Londra’ya, dağların arasında kaybolmuş gizli evine kadar geniş bir yelpaze vardır yaşamında. Onca insan vardır peşinde, kimi aşık, kimi sevdalı, paralı, ünlü… Kimi gerçekten yakıştırılır, kimi ise içindeki incecik bir teli titretir hâlâ. Frank Sinatra da vardır, Gary Cooper da… İlan-ı aşk edenlerden önüne dünyayı serenlere kadar. Tabii, Clark Gable ile Mastroianni’yi ayrı tutmak gerekir yukarıda sayılanlar çerçevesinde. Yine de kocası Carlo Ponti ile hiç ayrılmaz, çünkü ciddiyetini ve iyi niyetini hiç ama hiç bırakmamıştır gerek iş gerekse özel yaşamında.

Anılar ve günlük…

Sophia Loren, günlük tuttuğunu belirtiyor tüm yaşamı boyunca. Nerede ne yaptığı, hangi filmi hangi koşullarda çektikleri, yaşanan acı tatlı hatıralar hep not edilmiş. Dolayısıyla da 300 sayfayı bulan alabildiğine güçlü bir anılar toplamı çıkmış ortaya. Dili de başarılı.

Sophia Loren’in belki iki, belki üç katı film çekmiş, şöhrete ulaşmış oyuncularımızın böyle bir girişiminin olmaması ne acı. Bizde kötü baskılı, üç beş afiş ile birkaç fotoğrafla süslenmiş kitaplar dayanışma amaçlı satılmaya çalışılıyor. İnsan üzülüyor böylesi bir durumla karşılaşınca. Setlerde yaşananlar nasıl da merak uyandırıcıdır aslında. Dünya sinemasında yapılmayan o kadar çok şey var ki Yeşilçam’da… Bizim sinemamızda, son yıllarda yönetmenlerle yapılan nehir söyleşiler çıktı. Benzer yapıtların oyuncular, hatta fenomen olan “kötü adamlar” ve figüranlarla setçiler için de yapılmasını umuyorum.

Dün, Bugün, Yarın: Bütün Hayatım, Sophia Loren, Anılar, Kırmızı Kedi Yayınları, Temmuz 2015, 300 s.

(11 Aralık 2015)

Korkut Akın

Üç Perdelik Steve Jobs

Stanford Üniversitesi’nin 2015 yılı mezuniyet törenindeki konuşmasını ‘Stay Hungry, Stay Foolish’ deyişiyle sona erdirir şeref konuğu Steve Jobs. Dilimize ‘Meraklı Ol, Çılgın Kal’ şeklindeki çevirebileceğimiz bu özdeyişin ardındaki adam kısa ömründe teknoloji dünyasını ya da kendi deyişiyle gezegenimizin yörüngesini değiştirecek buluşlarıyla bilişim endüstrisinde birçok yeniliğe imzasını atacaktır.

Bu haftadan itibaren sinemalarımızda gösterime girecek olan ‘Steve Jobs’ çağımızın fenomen yaratıcısı üzerine çekilmiş ikinci kurmaca yapım. Joshua Michael Stern imzasını taşıyan 2013 yapımı ‘Jobs,’ tam adıyla Steven Paul Jobs’un özel hayatına ilişkin detaylardan büyük ölçüde arındırılmış sade bir başarı öyküsüyle yetinen orta karar bir çalışma idi. Yaratıcı dehanın çocukluk yıllarına ilişkin travmalar ve kişilik sorunlarıyla ilgilenmemeyi tercih eden ‘Jobs’ karaktere hayat veren Ashton Kutcher’ın üstadın sesi, jestleri ve kambur postürüne bürünebilme gayretiyle de hatırlanır.

Tanınmış İngiliz sinemacı Danny Boyle’un yönettiği ‘Steve Jobs’un teknoloji dünyasının çağdaş ikonuna yaklaşımı daha farklı, daha özel. Film, Stanley Kubrick’in ortalığı ayağa kaldırmış bilimkurgu başyapıtı ‘2001: A Space Odyssey’in 1968 yılında gösterime girişinin ertesinde esere kaynaklık eden ‘The Sentinel / Nöbetçi’ adlı öykünün yazarı ve senaryo ortağı Arthur C. Clarke ile yapılmış bir söyleşiden görüntülerle açılıyor. Yazar ’21. yüzyılda kutu gibi küçük cihazlarla insanların oturdukları yerden işlerini halledeceklerinden, böylelikle herkesin şehirlerden uzakta kırsal alanda dilediği şekilde yaşayabileceğinden’ söz etmektedir. 2010 yapımı ‘The Social Network / Sosyal Ağ’ ile Facebook mucidi Mark Zuckerberg’in başarı hikâyesini ustalıkla kaleme dökmüş yazar Aaron Sorkin imzasını taşıyan ve bu kehaneti gerçekleştirecek olan kişiyi konu alan ‘Steve Jobs’un senaryosu üç ana bölüm ya da tiyatro terminolojisiyle söylersek üç perdeden oluşuyor. Her biri yaklaşık kırk dakika uzunluğunda gerçek zamanlı çekilmiş bölümlerde sırasıyla 1984, 1988 ve 1998 yıllarında Jobs’un yeni buluşlarına ilişkin sunumların perde arkası yansıyor beyazperdeye. Üç ayrı dönemin giderek gelişmekte olan farklı teknolojiler kullanılarak filme alınmış olması Hollywood’un alışılagelmiş biyografi denemelerinden farklı bir kulvarda ilerleyen ‘Steve Jobs’un parlak görsel sürprizlerinden. 1984 yılında piyasaya sürülen Macintosh’un sunum faslı 16 mm grenli görüntülerle, 1988 yılının NeXT markası parlak 35 mm ile ve nihayet 1998’in iMac’i yüksek çözünülür dijital teknolojiyle kaydedilmiş.

Filmin daha vizyona girmeden birçok eleştiriye maruz kalması, Jobs’u yakından tanıyanlar ve iş arkadaşlarının öyküdeki gelişmelerin doğru olmadığı, bazı karakterlerin yanlış zamanda ve/veya yanlış yerde kullanıldığı iddialarına gelince, gerek yönetmen gerekse senaryo yazarı perdeye yansıyan öykünün Jobs’un yaşamına ilişkin bir dokümanter olmadığını ısrarla vurguluyor. Boyle filminin tamamiyle kurgusal olduğunu saklamıyor, gerçeğin ‘gerçek olaylardan’ ziyade ‘duygularda’ gizlendiğini ifade ediyor. Benzer şekilde -kendini senaryo yazarı olmaya soyunmuş bir oyun yazarı olarak tanımlayan- Sorkin ortaya çıkan ürünü ‘fotoğraf’ olarak değil ‘resim ya da tablo’ olarak yorumlamamızı öneriyor. Dolayısıyla filmde yaratıcı dahiyi canlandıran Michael Fassbender gerçek yaşamdaki Steve Jobs’a benzemiyor ve benzemek için çaba sarfetmiyor. Ancak çağımızın bu yükselen müthiş oyuncusunun yorumu öylesine başdöndürücü ki filmin sonunda Fassbender’in Jobs olduğuna sizler de inanacaksınız.

Peki kimdir Jobs? Bitmez tükenmez enerjisi nereden gelmektedir? Gezegeni dönüştürmeyi kafasına koymuş bu yaratıcı kişilik kendisini çağdaş bir sanatçı olarak tanımlıyor. Apple’ın kurucu ortaklarından kader arkadaşı Steve Wozniak’ın ‘bilgisayarlar tablo değildir’ karşı çıkışına itiraz ediyor. Birlikte çalıştığı mühendis ve tasarımcılarını iyi müzisyenler olarak tanımlıyor, orkestrayı kendisinin başarıyla yönettiğinin altını çiziyor. Macintosh’un finansal bir fiyaskoyla karşılanması, daha sonra yoktan var ettiği Apple’da devre dışı bırakılması benzeri darbeler onu yıldırmıyor. Stravinsky’nin devrimci bale eseri ‘Bahar Ayini’nin ilk sahnelenişinde protesto edilmesine benzetiyor beklenmedik yenilgisini. 1988 ve 98 sunumlarını görkemli San Fransisco Opera Binası’nda gerçekleştiriyor. Bir orkestra şefi edasıyla alkışlar içinde süzülüyor sahneye.

Lakin bir önceki Jobs filminin ıskaladığı asıl büyük hüznü daha derinlerdedir bu fenomen kişiliğin. Bir dışlanmışlık öyküsü yatar Jobs’un geçmişinde. Üniversite öğrencisi biyolojik annesi tarafından evlatlık olarak verilmiş olduğu gerçeği, istenmeyen, doğurulan ama terk edilen çocuk olduğunu öğrenmenin acısıdır bu. Dünyayı değiştirmiş lakin içindeki duygusal boşluğu dolduramamıştır. Sorkin’in Charles Foster Kane’vari bir yalnızlık ve dışlanmışlık öyküsü vaat eden üç perdelik senaryosunun ana temasını Jobs’un başlangıçta kabullenmeyi reddettiği kızı Lisa ile olan bu gelgitli ilişkileri oluşturmakta.

‘Steve Jobs’ bir Shakespeare oyununu, sözgelimi Hamlet’i hatırlatan uzun diyaloglar eşliğinde ilerliyor. Görmediği sevgi ve ilgiyi kendi öz kızından esirgeyen babanın öyküsüyle çağdaş kapitalizmin kaptan köşkündeki gerilimli anlar ustaca kaynaşıyor. Fassbender dışındaki kadro, pazarlama ekibinin başı Joanna Hoffman’da Kate Winslet, Apple’ın eski Ceo’su John Scully’de Jeff Daniels, Macintosh geliştirme takımının mühendislerinden Andy Hertzfeld’de Michael Stuhlbarg ve garajda dünyayı değiştirecek buluşlarına birlikte adım attıkları Jobs’un ‘yağmur adamı’ Apple’ın kurucu ortaklarından Steve Wozniak’da Seth Rogen örnek bir takım oyunu sergiliyor. Sorkin’in Jobs’un başlangıçta kabullenmediği kızı Lisa ile görüşmeleri sonrasında şekillenmiş 180 sayfalık teatral senaryo Boyle’un -iki saatin nasıl geçtiğinin farkedilmediği- soluk soluğa anlatımıyla benzersiz bir sinema deneyimine dönüşüyor.

(10 Aralık 2015)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Neo Liberalizme Karşı: Ken Loach

Büyük yönetmenlerden Ken Loach’un işçi sınıfına, göçmenlere, devrimcilere adadığı “Kerkenez”, “Özgürlük Rüzgârı” ve “İşte Özgür Dünya” filmleriyle hatırlatmak istedik.

Sinemanın büyük ustalarından İngiliz Ken Loach (Ken Loç), 17 Haziran 1936’da Nuneaton, Warwickshire’da bir emekçinin oğlu olarak dünyaya geldi. İşçi sınıfının yönetmeni Oxford’da hukuk okudu. 1963’te BBC’de yönetmenlik yapmaya başladı. Usta, uzun süre Kenneth Loach imzasını kullandı yapıtlarında. Sinemada Ken Loach adını 1990 yapımı “Hidden Agenda-Gizli Ajanda” filmiyle kullanmaya başlamıştı. İngiliz “Özgür Sinema” akımının kıyılarında yer aldı. 1967’de “Poor Cow-Düşen Kadın” filmiyle sinemaya geçti. Ustanın filmleri yıllarca ülkemize uğramadı geçmişte. 1995’te “Land and Freedom-Ülke ve Özgürlük” filmiyle her şey açıldı.

1996 yapımı “Carla’s Song-Carla’nın Şarkısı”, 1998 yapımı “My Name is Joe-Benim Adım Joe”, 2002 yapımı “Sweet Sixteen-Afili Delikanlı”, 2004 yapımı “Ae Fond Kiss-Duygudan da Öte”, 2009 yapımı “Looking for Eric-Hayata Çalım At”, 2010 yapımı “Route Irish-Tehlikeli Yol”, 2012 yapımı “The Angels Share-Meleklerin Payı”, 2014 yapımı “Jimmy’s Hall-Özgürlük Dansı” gösterime çıkabilmişlerdi.

Ustanın 1986 yapımı “Fatherland-Ata Yurdu”, 1991 yapımı “Riff-Raff-Ayaktakımı”, 1993 yapımı “Raining Stones-Yağan Taşlar”, 1994 yapımı “Ladybird-Minik Kuş”, 2000 yapımı “Bread and Roses-Ekmek ve Güller”, 2001 yapımı “The Navigators-Emekçiler”, 2005 yapımı “Tickets-Biletler” filmleri de var.

“Kerkenez…”

Ken Loach’un Kenneth Loach adıyla çektiği 1969 yapımı “Kes-Kerkenez”, yoksulluğu iliklerde hissettiren bir başyapıt. United Artists’in dağıttığı, Woodfall’un sunduğu film, Barry Hines’ın “A Kestrel for a Knave” eserinden uyarlanmış. Filmin senaryosunu yönetmen ve eserin yazarıyla beraber Tony Garnett yazmış. Muhteşem müzikleri John Cameron bestelemiş. Çarpıcı fotoğraflarıysa büyük kameraman Chris Menges yansıtmış. Loach’un birçok filminin de gözleri oldu. Menges’in, Roland Joffé’nin 1986 yapımı “The Mission-Görev” filmindeki sinemaskop görüntüleri sinema perdesinde görmek gerek. Menges’in, elbette Joffé’nin 1984 yapımı “The Killing Fields-Ölüm Tarlaları” filmindeki çalışmaya da dokunalı. Menges, film de yönetiyor arada. Loach’un bu filminde, Fransız sinemasının büyükleri François Truffaut ve Jean Vigo’nun ruhlarına da dokunuluyor. Vigo’nun 1933 yapımı siyah-beyaz “Zéro de Conduite-Hal ve Gidiş Sıfır” ve Truffaut’nun 1959 yapımı siyah-beyaz ve sinemaskop “Les Quatre Cents Coups-400 Darbe” filmlerinin kıyılarında dolaşıyor Loach’un bu filmi. Yönetmen Loach, eğitim sistemine, disiplinine ve ahlaki ikiyüzlülüğe sert eleştiri getiriyor.

Loach, bu filminde sıkça “kararma-açılma” tekniğini de kullanmış. Ayrıca kamera, bolca çevriniyor (pan yapıyor) bir de. Ampulü, film kamerasını ve birçok şeyi icat eden despot Edison’ın sinemacılarından olan temel yönetmenlerden Amerikalı Edwin S. Porter’ın 1903 yapımı “New York City ‘Ghetto’ Fish Market-New York ‘Varoş’ Balık Pazarı” belgeselinde kamera yavaşça sola doğru çevriniyordu. Yine Porter’ın 1903 yapımı sinemanın ilk westerni konulu “The Great Train Robbery-Büyük Tren Soygunu” filminde çevrinmeli (panlı) çekimler vardı. Porter, belgesellerinde ve filmlerinde kamerayı sola çevrinme yaptırıyordu çoğunlukla. Politik bir tercih miydi bu? Hatta bu western filminde kaydırmalı çekim bile fark ediliyordu. Öne doğru yol alan trenin üzerine yerleşmiş kamera, öne doğru kayıyordu. Kaydırmalı çekimleri,
Edison kameramanları, 1890’ların sonlarına doğru “Şehir Senfonileri” seri belgeselinde denemişlerdi. Trenin üzerine konuşlanmış kameralar, öne kayıyordu bu çekimlerde. Bunu, TRT Türk’teki “Sinemanın İlkleri” kısa kuşak programında keşfettik. Porter’ın bu filminde ayrıca “yakın plan çekim” (close-up), sinema
tarihinde ilk defa kullanılmıştı. Filmin sonunda bir kovboy yakın çekimde elindeki tabancayla kameraya doğru ateş ediyordu. Bunu da yine TRT Türk’teki bu programda keşfettik. Biliyorsunuz, “close-up” terimini, flanör (aylak) Yahudi filozof Walter Benjamin bulmuştu. Bunun, sinemada büyük bir devrim olduğunu belirtmişti büyük düşünür. İtalya’da 1914 yapımı “Cabiria” dönemsel filmindeyse kameranın kendisi doğrudan kayıp duruyordu. Gerçek anlamda ilk kaydırmalı çekimin olduğu bu 125 dakikalık sessiz ve siyah-beyaz “Cabiria” filmini Giovanni Pastrone yönetmişti. Kamera kaydırmaları ilham vericiydi. TRT Türk’teki ilkler dışındaki keşifleriyse “YouTube”tan yaptık.

Loach’un filminin hikâyesi Yorkshire taraflarında geçiyor. İngiltere’nin göçmen alan bölgesi olan bu yer, mutfağı da çok zengin bir bölge. Sabah olurken saat çalıyor. Küçük Billy Casper (David Bradley) ve abisi olarak bildiği genç Jud’la (Freddie Fletcher) aynı yatakta uyuyorlar. Billy’nin babası evi terk etmiş.
Annesiyle yalnız kalmışlar. Jud, hem ekonomik olarak yardımcı oluyor hem de madenden kömür istihkakı da var. Yoksulluk çoğu yerde hissediliyor bu madenci kasabasında. Billy’nin annesi de (Lynne Perrie) yalnızlık çekiyor. Biriyle (Joe Miller) avunuyor
şimdilik. Jud gittikten sonra uyanan Billy, pencereden dışarı bakarken, ön jenerik yazıları da yansımaya başlıyor. Altta da insanı etkileyen müzik duyulmaya başlıyor. Flüt tınısıyla başlayan bu müzik, atmosferin ruhuna göre farklı algılanıyor. Ama müzik aynıydı. Film, Billy’nin iç sesiyle yansıyor.

Billy, gazete bürosuna gidiyor. Gri göğün altında buz gibi hava hissediliyor. Aksi patronundan (Harry Markham) gazeteleri alıp dağıtmaya başlıyor. Billy hayvanları çok seviyor. En çok da kuşları seviyor Billy. Dağıtımdan dönerken, mandıranın sütçüsünün arabasından her zamanki gibi süt çalıp bir güzel içiyor Billy. Sütçü gencin bundan haberi vardır belki de. Dağıtımı bitiren Billy, kasabanın dışında çizgi romanındaki macerayı okuyor sonra. Görüntü kararıyor. Gazete bürosuna dönüyor. Patronu da, tıpkı okuldaki öğretmenleri gibiydi. Disiplinli ve sertti. Billy sonra okuluna gidiyor. Öğretmen de hayli sert. Aşağılayıcı kelimeler de kullanıyor diğer öğretmenler gibi. Sanki burası okul değil de, ıslahevi gibi. Görüntü kararıyor. Sabah Billy, okul arkadaşının evine gidiyor ve camlarına küçük taşlar fırlatıyor çocuğun uyanması için. Arkadaşının annesi çok geçmeden kovuyor onu oradan. Billy, aylak aylak dolaşmaya başlıyor doğayı keşfeder gibi. Kamera da onu sürekli çevrinerek takip ediyor. Elindeki sopayı da otlara ve ağaçlara savurup duruyor. Sonra bir çiftliğe giriyor giriyor. Kerkenezi, doğanı izliyor Billy, kuş yuvasına girip çıkarken. Çiftlik sahibine kerkenez hakkında bilgiler de veriyor Billy. Onları eğitmek zormuş. Çünkü onlar vahşi ve özgür. Kerkenez yuvasına sürekli yiyecek taşıyormuş. Yavruları mı vardı? Billy kütüphaneye gidiyor, ama kuşlar hakkında kitap alamıyor. Anne-babasının imzası gerekiyormuş. O da bir kitapçıya gidiyor ve amacına ulaşıyor. Evde de kitabı okuyor.

Hafta sonu… Akşama doğru. Annesi ve Jud, bara gitmeye hazırlanıyorlar. Hem de özenle. İşçi sınıfı için Cumartesileri çok önemli birisiyle tanışmak için. Jud, güzel kızlar bulmayı hayal ediyor. Onlar bara gittiğinde Billy evde yalnız kalıyor. Barda, biraların ve müziklerin eşliğinde güzel anlar yaşanıyor. Sahnede gençlerden oluşan orkestra rock şarkılar söylüyorlar. Jud, kızları pek etkileyemiyor. Billy’nin annesi de Billy’den yakınıyor masadakilere. Umutsuz vaka diyor.

Bir zaman sonra Jud eve sarhoş geliyor ve doğruca yukarıdaki yatak odasına gidiyor. Pantolonunu çıkaramayınca Billy’yi uyandırıyor yardım için. Billy, sızıp kalan Jud’un pantolonunu çıkartırken, bildiği tüm kötü kelimeleri Jud’a söylüyor. Ona cadı, cadaloz, domuz, piç deyip duruyor. Billy, odadan çıkıyor, giyiniyor. Gecenin bir yerinde dışarı çıkıyor. Fonda, flütün duyulduğu aynı müzik bu defa kulağa gerilimli gelmeye başlıyor. Billy çiftliğe gidiyor. Duvara tırmanırken, onu izleyen kamera da yukarıya doğru “tilt” yapıyor. Kuş yuvasına ulaşıyor ve dişi kerkenezi alıyor yuvadan. Sonra da kuşu eğitmeye çabalıyor Billy. Eline eldiven geçiren Billy, eldivenin üzerine et parçaları da koyuyor. Kerkeneze de Kes adını veriyor Billy hemen.

Okuldaki beden eğitimindeki sahne, sınıftaki bazı anlar gibi sarsıcı. Bu eğitim sistemindeki disiplin dedikleri şey faşizmin ruh hali miydi? Beden öğretmeni Sugden (Brian Glover) diğer öğretmenler gibi öğrencilerden nefret ediyor disiplin adına. Billy’nin eşofmanı olmadığı için aşağılıyor başta. Sonra da ona bol gelen giyecekler veriyor. Ardından da sahaya çıkıp, Manchester United-Spurs maçı oynatıyor. Elbette kendisi de mahallede topu olan çocuk gibi.
Öğretmen Sugden, hem golcü hem de hakem. Manchester United’da oynuyormuş gibi de iştahlı. Sürekli düşen şortuyla Billy de kaleye geçiyor. Billy, iki gol yiyince Manchester United, 2-1 mağlup oluyor. İnsan rahatlık hissediyor öğretmen yenildi diye. Loach, skoru da yansıtıyor canlı yayımlanan maçlardaki gibi. Maçtan sonra Billy duş almayınca öğretmen üzerine gidiyor ve Billy’ye zorla duş aldırıyor. Öğretmen Sugden, Billy duş alırken soğuk suyu açıyor. Hava çok soğuk ve öğrenciler de üşüyor. Böylece öğretmen cezalandırmış oluyor Billy’yi. Sonra görüntü kararıyor.

Gündüz. Kamera, müthiş müzik eşliğinde Jud’u işe giderken takip ediyor. Jud, madene giriyor ve mesai arkadaşlarıyla buluşuyor ve yerin altına gidiyor. Ve okulda. Öğrenciler ve öğretmenler salonda toplanmışlar. Koro ilahi söylüyor. Sonra da bir öğrenci İncil’den ayet okuyor herkese. Öğretmenlerin gözlerinde disiplin adına nefret kıvılcımları da savruluyor etrafa. Okul müdürü Gryce (Bob Bowes), sigara içen öğrencileri odasında topluyor ve onlara nutuk çekiyor ardından. Bu okul, bir zamanlar şehrin kenar mahallesindeymiş. Şimdiyse burada. Buradaki birçok öğrencinin babasını da öğretmenlik yapmış. 1960’ların sonundaki bu kuşağı hiç anlayamıyormuş müdür. Öğrencilerin üzerinde sigara arıyor. En küçüklerinin üzerinde sigara paketleri buluyor. Sonra da müdür,
elindeki sopayla hepsinin avuçlarına sertçe vuruyor. Billy sonra sınıfa dönüyor. Felsefe dersinde “olgu” üzerine ders veriyor öğretmen. Bir öğrenci Billy’nin kuş beslediğini söylüyor. Billy de tahtaya kalkıp kerkenezle yaşadıklarını anlatıyor sınıfa. Görüntü kararıyor. Okulun bahçesinde daha büyük öğrenciler gizli yerde sigara tüttürürken, oradan birisi Billy’ye Jud üzerinden bir şeyler söyleyince, Billy onunla kavga ediyor. Öğrenciler, bu kavgadan zevk alır gibi izliyorlar. Öğretmen Farthing (Colin Felland), Billy’yi büyük öğrencinin saldırısından kurtarıyor. Sonra da öğretmen iş hakkında konuşuyor. Çalışarak okuma gibi. Gazete dağıtmaktan sıkılmış Billy. Öğretmen de annesi gibi Billy’nin umutsuz vaka olduğunu anlıyor. Onu yeni iş bulması için öğrencilere uygun iş bulan kuruma yollamaya teşvik ediyor. Billy çalışır mıydı? Madenci olmaktan da nefret ediyor bir de. Görüntü kararıyor.

Billy, kuşunun kümesine giriyor. Masanın üstünde Jud’un notuyla parayı görüyor. Jud, at yarışı için para bırakmış. Kâğıtta da atlar yazıyor. Billy, doğada kuşunu uçuruyor. Eldivenine konduğunda da mutlu oluyor. O sırada bir beyaz araba geliyor. Öğretmen Farthing kuşu nasıl eğittiğini merak ettiği için gelmiş. Sonra Billy, şehrin içinde koşarak ganyan bayisine gidiyor. Ganyan çalışan bir adama yaklaşıyor. Atları söylüyor. Adam, bu atlar gelmez deyince kâğıdı çöpe atan Billy, parayla karnını doyuruyor, kuşuna da et alıyor. Sonra Billy sınıfa geliyor. Matematik dersine geç kalmış. Ders sürerken, Billy, birden Jud’u görüyor. Zil çalıyor. Ders bitiminde saklanarak okuldan çıkmayı deniyor. Spor salonunun olduğu yere gidiyor. Ardından kalorifer dairesine sığınıyor. Orada uyuyor. Jud
da umutsuzca Billy’yi arayıp duruyor okulda. Billy, öğrencilere iş bulan kuruma da uğruyor. İşlerin kendine göre olmadığını düşünüyor. Çünkü disiplin orada da varmış. Billy koşarak eve geliyor. Hemen kümese gidiyor kuşu için. Ama bulamıyor. Sonra ganyana gidiyor. Jud’un yazdığı atların kazandığını öğreniyor Billy. Sonra yine kuşunu aramaya koyuluyor. Eve dönüyor. Evde annesi ve Jud yemek yiyorlar. Kuşunu soruyor. Jud, Billy’nin ganyanı oynamadığı için kuşu öldürmüş. Billy onunla kavga ediyor. Filmin
sonu boşlukta bırakıyor insanı. Bundan sonra ne olacaktı? Anne, Jud’u evden kovacak mıydı? Kovsa bile ne olacaktı? Bir şeyler değişecek miydi? Bilinmiyor. Her şeyin ucu açık kalıyor sonda. Ardından görüntü kararıyor ve son jenerik yazıları yansıyor sonra. Filmde, gerçekten çok güçlü metaforlar var. Sevgi ve sabırla her şeyin eğitilebileceğini söylüyor film. Sevgili küçük Billy, sevgiyle vahşi kuşa ulaşabiliyor. Okuldaysa sevgisiz öğretmenler, hayattan koparan disiplin gösterileriyle şiddeti ve yabancılaşmayı çoğaltıyorlar. Loach’un bu filminde kalpler, Billy ve yoksul madenci çocuklar için atıyor.

“Özgürlük Rüzgârı…”

Büyük Ken Loach, İngiltere’nin İrlanda’yı ikiye bölerek trajediler yaşattığını gerçekçi sinemayla anlatıyor bu filminde. 2006’da yapımı “The Wind That Shakes the Barley- Özgürlük Rüzgârı”, İngiliz emperyalizmine karşı İrlanda tarafında duran bir film. İngiliz
muhafazakâr basını, en başından beri Loach’a ve filmlerine karşı hep mesafeli durmuştu. Bu film, muhafazakârları çıldırttı. Eğer muhafazakârlar bir noktada çıldırıyorsa orada doğru bir şeyler yapılıyordu. Muhafazakârlar, hiçbir zaman halkın çıkarlarını düşünmezlerdi. Sixteen ve UK Films’in sundukları filmin senaryosunu Paul Laverty yazmış. Müzikleri George Fenton bestelemiş. Özgürlük ruhu veren fotoğrafları da Barry Ackroyd yansıtmış. Loach, bu filminde, İngiltere’nin katliamlarını ve bu İngiltere’nin ne demek olduğunu da gösteriyor. Loach bu filmiyle, yok sayılan halkların yanında yer alıyor. Loach’un bu yapıtı, Cannes’da “Altın Palmiye” kazanmıştı. Ayrıca bu film ülkemizde, 20 Ekim 2006’da vizyona çıkmıştı.

İşçi sınıfının yönetmeni Loach, “Özgürlük Rüzgârı” filmiyle, emperyalizmin ne demek olduğu üzerine bir belge koyuyor beyazperdede. Emperyalizmin maskesini kaldıran Loach, İrlanda’nın özgürlüğünü kazandıktan sonra bile ne büyük bedeller ödediğini de gösteriyor. 1920’li yıllarda, özgürlüğünü kazanan İrlanda’yı terk eden Britanya İmparatorluğu, geride bıraktıklarıyla da kardeşi kardeşe kırdırtıyor. Hiçbir ulus, bağımsızlığını kazandıktan sonra böyle ağır bedeller ödememiştir herhalde. İngiltere, yeni İrlanda’ya ekonomik ve siyasi olarak yaptırımlar uyguluyor. Bununla da kalmıyor, İrlanda’yı ikiye bölüyor. Çünkü kuzeydeki İrlanda’da Protestanlar var. Loach’un filmi, şiddet yüklü. Loach, bu şiddeti göstermeseydi, emperyalizmin korkunç yüzü anlaşılamazdı. Britanya, sömürgelerinde hep aynı politikaları izlemiş. Kraliyet ordusu, içerideki işbirlikçilerle halka korku ve yıldırma yaşatırken, orayı terk ettiğinde Loach’un bu filmindeki gibi yapıyor.

Film, 1920’de İrlanda’da açılıyor. Hokey oynayan gençler, evlerine döndüklerinde İngiliz askerleri köyü basıyor. Çünkü sıkıyönetim var ve insanlar dışarı çıkmış. Askerler, 17 yaşındaki bir genci adını İngilizce söylemediği için işkence yapıp infaz ediyorlar. Gencin adı Micheal (Laurence Barry)… Donovan kardeşler Damien (Cillian Murphy) ve Teddy (Padraic Delaney), direnişçilere katılıyorlar. Kasketli gençler yemin ederek İrlanda’nın bağımsızlığı için İRA’ya katılıyorlar. Direnişe katılan gençler, küçük askeri eğitimden geçtikten sonra, İngiliz ordusuna karşı gerilla savaşı veriyorlar. Filmin içinde öyle sahneler ve hikâyeler var ki, ancak perdede görünce anlamlaşıyor. Donovan kardeşlerin hikâyesinde, Sinead (Orla Fitzgerald), tren makinisti Kızıl Dan (Liam Cunnigham), İngiliz katliamları, İngiliz ordusuna karşı gerilla yöntemleriyle karşı koyma, süreç içinde kazanılanlar, kaybedilenler ve birçok şey yansıyor. Loach, direnişi yansıtırken, aralarda dramatik tarafları da öne çıkarmış. Devlet mahkemesinde görevli güzel Sinead’la yeni doktor olan Damien’ın aşkı, bu kirli savaşın içinde yeşeriveriyor. Damien, İRA gerillası olarak İrlanda’nın bağımsızlığına uğruna inanmış bir insan. Tüm bir final bölümü dramatik ve trajikti.

Loach, Britanya tarihinde izler bırakan İrlanda aracılığıyla İngiltere’nin iğrenç taraflarını da gösterebiliyor. İngiltere’yi sadece İrlanda’da yaptığı pis işlerinden dolayı değil, geçmişten günümüze kadar geride bıraktığı trajedilerle de yargılıyor. Çin’de, Hindistan’da ve birçok yerde yaptıklarını da düşünüyorsunuz Britanya’nın. Böl ve yönet, İngiltere’nin taktiği hep bu olmuş. İngiltere, İrlanda’ya da aynısı yapıyor. İkiye bölünen İrlanda’nın kuzeyinde de günümüze kadar süren katliamları var İngiltere’nin. Ayrıca, İrlanda’da tam bir faşizm uygulamış ve bir ulusu tümden inkâr etmiş. Dilini, kültürünü, dinini yaşamayı bile arkalara itmiş. İşte bu İrlanda’nın güneyi, önceleri Serbest İrlanda adını almıştı. Sonradan İrlanda Cumhuriyeti adını alan ülke, Avrupa Birliği üyesiydi şimdi. Kuzeyse, Britanya’nın bir parçasıydı hâlâ.

Loach, bu filmini, Hollywood’un savaş filmleri estetiğinin dışında daha gerçekçi çekmiş. Kendisinin de ilham aldığı İngiliz “Özgür Sinema” akımının ruhunun hissedildiği filmde, öfkeli bir kamera kullanımı var. Sarsıntılı, özneyi arayan çerçeveler, o anın içinde olma duygusu bir anlamda o direnişin, o gerilla ruhunun anlamlanması için seyirciye yardımcı oluyor. Tüm genç
oyuncularının performansları da öğreticiydi oyunculuk adına. Filmin İrlanda müzikleri de etkileyici. Sinead’ın, annesi ve ninesiyle kaldığı ev, İngiliz askerlerince yakılıyor. Nine, kümeste yaşamaya razı geliyor, ama evini terk etmiyor. Filmde, sarsan işkence
sahneleri de var. Filmin son bölümünde çatışmalar öne çıkıyor. IRA’nın içinde “kızıl” ve “yeşil” bayrakçılar var. “Yeşiller”, İngiltere’nin tüm isteklerini kabul ediyorlar ve Kuzey İrlanda’nın bir “eyalet” olmasına göz yumuyorlar. “Yeşiller”, yeni kurulan Serbest İrlanda’da asker oluyorlar ve IRA’nın “kızıl” kanadıyla çarpışıyorlar. Bu film çok önemliydi.

İrlanda’nın iki tarafında da tarih ve doğa büyüleyici. Bu ülkeyi yeşil kuşatmış gibi. Kuzey İrlanda’da mağara nehrine botla girip keşifler bile yapabiliyorsunuz. Milyonlarca yılda oluşmuş buz sarkıklarından damlayan suların nasıl nehre dönüştüğüne tanıklık ediyorsunuz. Yabancı ülkelerin, tarihlerini ve doğalarını gözbebekleri gibi koruduklarını gördükçe de gözleri doluyor insanın. “Tanrı, ‘kentsel dönüşüm’den korusun”, diyorsunuz.

“İşte Özgür Dünya…”

Ken Loach ustanın, 2007 yapımı “It’s a Free World-İşte Özgür Dünya”, mülteciler üstüne yürek paralayıcı bir film. Film4 ve Sixteen’in ortak sundukları filmin senaryosunu Paul Laverty yazmış. Müzikleri George Fenton bestelemiş. Görüntülerse Nigel Willoughby’ye ait. Bu film ülkemizde 19 Eylül 2008’de vizyona girmişti. Daha öncesinde, 2008’deki 27. İstanbul Film Festivali’nde gösterilmişti. Beyoğlu Emek Sineması’nda görmüştük festivalde.

Loach usta, mülteci sorunlarına dönüyor “İşte Özgür Dünya” filmiyle. Loach, “İşte Özgür Dünya” filminde mülteciler aracılığıyla kapitalist gelişmiş ülkelere sert eleştiriler gönderiyor. Başta İngiltere olmak üzere, Avrupa Birliği’nin (AB) zengin ülkelerine yasal ya da yasadışı giden mülteciler, tarif edilemez ekonomik bir darboğazın içine düşüyorlar. İliklerine kadar sömürülüyorlar. Sigortasız, yersiz yurtsuz ve geleceksiz bir hayat bekliyor onları. Loach, yüreğini mültecilerden yana koysa da, oralara gitme düşü kuran insanlara hiç umut vermiyor. Buralarda açlık ve sömürü var, diyor. Loach, emperyalizmin ve kapitalizmin sömürgeciliğine öfkesini sürdürüyor. “Özgür dünya”ya içeriden bakan, gerçekçi ve karamsar bir filmdi bu. Loach, sadace mültecilere değil, mültecilerin gelmesiyle orta sınıf İngilizlerin hayat koşullarının değişebileceğinin de altını çiziyor. Belki yeni koşullarda eski alışkanlıklar terk edilecekti. İşsizlik, barınma ve gelecek kaygısı İngilizleri kâbusa sürükleyebilecekti. Belki de en zor olanı, insanın kendi ülkesinde mülteci koşullarında yaşamaya zorlanmasıydı. Aslında herkes haklıydı.

Loach, sistem herkesi öğütüp kendine benzetirken, insani değerlerden uzaklaştırır ve insanı kendine yabancılaştırır, diyor “İşte Özgür Dünya” filmiyle. Hikâyenin tam ortasında İngiliz Angie (Kierston Wareing) var. Polonya’da, İngiltere’de çalışacak kalifiyeli işçileri alan bir kurumda çalışan Angie, burada tacize uğrayınca buna sert tepki gösteriyor ve ardından da işinden kovuluyor. Angie, Londra’da en iyi arkadaşı Rose’la (Juliet Ellis) beraber, yasal göçmenlere iş bulan bir şirket kuruyorlar. Angie, giderek de bu vahşi sistemin parçası olmaya başlıyor. Loach, gerçekliği dolambaçsız ve doğrudan gösteriyor. Göçmenler ve mülteciler bu kapitalist sistemde birer köle. Boğaz tokluğuna çalışarak kendilerine güzel bir gelecek arıyorlar. Eğer varsa. Loach, sistemin kendi mafyasını yarattığının da altını çiziyor. Angie’nin işe yerleştirdiği mülteciler, en ağır işlerde çok az parayla, çoğu zaman da ücretlerini bile alamadan birer köle gibi çalışıyorlar. Angie, bu sistem içinde kaybolmadan önce İranlı Mahmut (Davut Rastgou)ve ailesine yardım ediyor. Karısı Mahin (Mahin Aminnia), çocukları Shadeh (Shadeh Kavousian) ve Sheeva (Sheeva Kavousian). Aile, ne yazık ki ahıra benzeyen bir yerde kaçak olarak yaşıyor. Çocukları da var. Babaya bir iş bulan Angie, aileyi biraz daha düzgün olan karavan evlerin birine yerleştiriyor. Belki de Angie, kendi çocuğu da olduğu için bu aileye sahip çıkıyor. Çok para kazanmaya başlayan Angie için her şey yolunda gitmiyor. İşe yerleştirdiği mülteciler çalıştıkları yerden paralarını alamayınca isyan başlatıyorlar ve her şey herkes için kötüye gidiyor. Ama Angie’nin borçlarını ödeyebilmesi için bir şansı daha var. O da, yeniden yasal yoldan kalifiyeli göçmen getirmek.

Gerçekten Loach, kapitalist ülkelere, AB’nin zengin ülkelerine karşı çok öfkeli. Bir kez daha yüreğini kaybedenden tarafa koyuyor işçi sınıfının bu büyük yönetmeni. Bizde medya kuruluşları, mültecilere “kaçak göçmen” diyorlar hep. Neden aşağılıyorlardı bu güzel insanları? Bu nefret suçu muydu? Bizdeki basında merhamet duygusu düşkün müydü? Şefkat ve merhamet duygularının en çok beklendiği kimi ciddi haber kanalları ve gazeteleri de “kaçak göçmen” diyerek ruhlara acı vermeyi sürdürüyorlar. İnsana da “tane” diyor bizdeki basın. “Nar tanesi”, “darı tanesi”, “insan tanesi” diye sürüp gidiyor böyle işte. Medya, sanat eserlerine de saldırgan davranıyor. Sahnelerde içki ve sigara içilince hemen buzlama yapılarak yönetmenlere ve filmlere saygısızlık yapılıyor. Başka şeylerde de buzlama oluyor elbette. Vandallık mıydı bu? Ama yine de gazeteleri okumak ve haber kanallarını takip etmek iyidir. Yoksa dünyadan haberdar olamazdık.

(05 Aralık 2015)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Sisli Puslu Havalarda

William Shakespeare’in tüm yapıtları gibi zamansız ve ölümsüzdür ‘Macbeth’. İngiliz yazarın üzerine ciltler dolusu makale yazılmış politik trajedisinin ilk sahnelendiği tarihten beş yüzyıl sonrasında yakıcı güncelliğini koruyan eşsiz bir oyun olmasının temel nedeni, iktidar azgınlığıyla evrensel ahlaki değerleri göz kırpmadan ayaklar altına alabilen insan doğasını dahiyane bir biçimde sunabilmiş olmasıdır. Sinemadan çizgi romana, felsefeden psikolojiye farklı disiplinlere ilham vermiş, Verdi’nin Shostakovich’in görkemli operalarına kaynaklık etmiş bu güçlü metin, halkların diktatör bozuntuları ile mücadelesinin sürdüğü günümüzde dünyanın dört bir yanında sahnelenmeyi sürdürüyor.

Macbeth’in geçmiş sinema uyarlamaları büyük ustaların imzasını taşır. Welles’in 1948 yapımı çileli çevirimi, Polanski’nin karısı ve doğmamış bebeğinin katledilişi sonrasında kotardığı sert çalışması ya da Kurosawa’nın feodal Japonya uyarlaması üzerine bugün eklenecek neler kalmıştır. Sinema kariyerinin henüz başındaki Justin Kurzel’in ilk kez Cannes Film Festivali ana yarışma seçkisinde gösterilen, bu haftadan itibaren sinemalarımızda görücüye çıkan aşırı doz şiddet yüklemeli ‘Macbeth’i yönetmenin hazmı hiç de kolay olmayan ilk uzun metrajı ‘Snowtown’ı izlemişler için sürpriz değil aslında. Arızalı aile ortamına çöreklenmiş bir seri katili merkeze alan gerçek olaylardan yola çıkarak memleketi Güney Avustralya’nın tekinsiz kasabasında çektiği 2011 yapımı sert suç dramasının ardından Kurzel’in bilinçli bir biçimde kötülüğü seçmiş Shakespeare karakterine yönelmesi gayet anlaşılır bir seçim.

Lakin Macbeth tek boyutlu bir karakter değildir. Norveçlilerle savaşında İskoçya kralına sadakatini göstermiş yiğit Glamis beyinin taht uğruna yoldan çıkışının bireysel ve toplumsal sonuçları üzerine gelişen oyun, ilk cinayetini işlediğinde gerçekten acı çeken Macbeth’in ihtirası ile pişmanlıkları arasındaki kararsızlığını aktarma konusundaki ustalığıyla değer kazanır. Özgün metnin ilk sahnesinde beliren cadılar ise saygıyla selamlanan kahraman savaşçının bilinçaltına üşüşmüş karanlık arzuların temsilcileri olarak yorumlanmıştır hep. Bu noktada Kurzel’in yapıtının belki de en eleştirilecek yanı, öykünün omurgasını oluşturan cadılar topluluğunun (Müge Gürman’ın Devlet Tiyatrosu’nda sahnelenmiş unutulmaz ‘Cadıların Macbeth’i’ yorumunda hikâyenin ana karakteriydiler) geri planda kalması olmuş. Ateşin yanmadığı, kazanın şöyle doya doya kaynayamadığı bu yeni versiyonda ıssız fundalıkta bitiveren Polanski’nin ürkünç (ve de çıplak) yaşlı cadıları sessiz ve ağırbaşlı kâhinlere dönüşmüşler.

Avustralyalı sinemacının oyuncu seçimi ve senaryodaki tercihler de filmin lehine işlemiyor. Günümüzün en karizmatik oyuncularından Michael Fassbender kimi yabancı yazarların altını çizdiği üzere Macbeth’i oynamak için yaratılmış belki. Aktör heybetli bedeniyle kolaylıkla sert bir savaşçıya, zalim bir tirana dönüşmesine dönüşmüş de, benliğinde bir iç savaş yaşayan, henüz kafasında bir kuruntuyken onu adam olmaktan çıkaran karanlık düşüncelerle boğuşan, masum uykuyu öldürmüş kırılgan kişiliği göz ardı edilmiş şiddette sınır tanımayan tiran figürü (Macduff’ın karısı ve çocuklarının odun ateşini kendi elleriyle yakıyor) öne çıkarken Marion Cotillard’ın masumiyeti çağrıştıran maskının dezavantajını da yüklenmiş Lady Macbeth karakteri geri planda kalmış Kurzel’in yorumunda.

Çalışma görselliğiyle öne çıkıyor en çok. İki savaş arasında iç mekânlarda geçen hikâye büyük ölçüde açık alana kaydırılmış. ‘Snowtown’da da çalışmış olan ‘True Detective’in ilk sezonunun başarılı görüntü yönetmeni Adam Arkapaw yine çok iyi bir iş çıkarmış. Mum ışığında çekilmiş iç sahnelerde, başta ve sonda yer alan görkemli savaş çekimlerinde ve İskoçya’nın sisli puslu havasında kotarılmış bölümlerde, bir de Birnam ormanının Dusinane şatosuna yürümesinin farklı bir biçimde yorumlandığı ateş ve dumana boğulmuş mahşeri final sahnesinde ustalığını konuşturmuş.

İngiliz üstadın insan ruhuna neşter atan, politik iktidar tutkusunun yol açtığı fiziksel ve psikolojik yıkım üzerine hiç eskimeyen metni halen içinde yaşadığımız sisli puslu karanlık günlerin kötülükle başlayanın kötülükle sağlamlaştığı tekinsiz iklimine tanıklığı açısından özel bir önem taşırken, görsel mükemmelliğiyle geniş perdede izlenmeyi hak ediyor bu yeni ‘Macbeth’.

(03 Aralık 2015)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com