Hayalperestsin, Güzel Hayaller Peşinde…

Neredeyse bir yıldır bu filmle yatıp kalkıyoruz. Herkeste bir telaş, bir heyecan… La La Land’den bir kare fotoğraf, bir saniye görüntü yayınlanacak diye kalbimiz küt küt atıyor. O kadar eminiz ki onu seveceğimize, sanki daha tanımadan fotoğrafına bakıp hoşlandığımız bir arkadaş ya da ilk görüşte aşık olacağımıza emin olduğumuz bir sevgili gibi… Kabul edelim, La La Land tüm dünyada güzel ve etkili bir pazarlama ile servis edildi. Biz de bunun büyüsüne kapıldık lakin iyi ki de kapılmışız… Böyle kocaman kocaman beklentilerle gidilen filmlerde hayal kırıklığı olasılığı yüksek oluyor biliyorsunuz. Çoğu zaman hakkında hiçbir şey bilmeden girdiğiniz ya da pek bir şey beklemeden izlediğiniz filmlerden nefis tatlar alarak ayrılabiliyorsunuz. Bir ara filmde bu his olmadı değil. Eyvah, bu muydu bunca zaman beklediğim film, çok mu ağır aksak gidiyor, fazla mı romantik, sürpriz yok mu diye sabırsızlandığım anlar oldu. Bir yerden sonra rüzgârı tam gaz arkasına alan bir yelkenli gibi sakin sulardan yıldızlı gökyüzüne doğru öyle bir alıp götürüyor ki sizi, tüm bu sorular ve endişeler silinip gidiyor aklınızdan…

İlk filmi Whiplash ile aklımızı başımızdan alan genç yönetmen Damien Chazelle ikinci filmi La La Land ile bambaşka bir yola ve döneme girdi. Başrollerini Ryan Gosling ve Emma Stone’un paylaştığı filmde Whiplash’deki ustası J. K. Simmons’a da küçük bir rol ile saygısını göstermekten geri durmamış Chazelle… Kısacık da olsa onu görmek inanılmaz mutlu etti kendime adıma beni.

Müzikaller hakkında söylenenleri bilirsiniz, eğer bir yönetmen müzikal çekti mi ya kariyeri düşüşe geçmiştir ya da zaten kötü bir yönetmendir. Noel albümü yapan müzisyenler ya da plak şirketleri de aynı kaderin parçasıdır. Damien Chazelle ise henüz 1985 doğumlu, ilk ve Oscar ödüllü filmi Whiplash ile rüştünü ispat etti ve geleceğe dair harika sinyaller verdi. Peki neydi bu genç adamı kariyerinin başında müzikal yapmaya iten şey? Filmi ilk duyduğumdan beri aklımda olan bu soruya, şu şekilde yanıt veriyor yönetmen; Aşıklar Şehri “ bir çok yönden Whiplash’den farklı bir film. Ancak ikisi de çok kişisel bir olguyu ele alıyor. Hayatınızı ve sanatınızı nasıl dengede tutarsınız, gerçek ve hayali, daha belirli olmak gerekirse, ilişkinizi ve sanatınızı diğer insanlarla olan ilişkileriniz ile nasıl dengede tutarsınız. Bu hikâyeyi müzik, şarkı ve dans kullanarak anlatmak istedim.”

Diğer yandan Chazelle benim kuşağımın yönetmeni olduğu için onu çok daha iyi anlayabiliyor ve neyi neden yapmaya çalıştığını görebiliyorum. Gerçek aşkın yıldızlar kadar uzak olduğu, duyguların ışık hızıyla gelip geçtiği, arkadaşlık ve aşkların sosyal medya üzerinden kurulduğu felaket bir çağda birçoğumuz kırılmış kalbini onarmanın formülünü geçmişte arıyor. Sadece aşkta değil hayat akışında da geçmişe özlem duyuyoruz. Ancak ne tam anlamıyla orada ne de burada olabiliyoruz. Arafta kalmaktan daha kötüsü yoktur herhalde. Bu yüzden kahramanlarımızdan birinin bir jazz piyanisti diğerinin ise aktris olması boşuna değil. Giydikleri kıyafetlerden tutun da gittikleri sinemaya; dinledikleri plaklardan buluştukları mekanlara her biri özlemini çektikleri geçmişin birer parçaları… Diğer yandan ikisinin de geleceğe dair planları var. Bu yüzden John Legend’ın filmde bir sahnede geçmişin caz müzik normlarına sıkı sıkıya bağlı Sebastian’a “Caz müzik geçmişle değil, gelecekle ilgidir” demesi de boşuna değil.

Ve işte bu noktada film şunu soruyor, hayallerinin peşinden giderken neleri feda edersin? Hangisi senin için daha önemli; aşk mı yoksa kariyer mi? İkisi bir arada olabilir mi? Hep denir ya hayat yaptığımız seçimlerden ibarettir diye, hep iki yol vardır ve ikisi de başka başka yerlere götürür bizi.

Belki de Sebastian ve Mia hiç tanışmadılar hep teğet geçtiler birbirlerine. Zaten kendi yollarında yürüyorlardı. Tanışsalardı kim bilir belki de her şey başka olurdu. Olamaz mı, olabilir. Keşke filmdeki gibi yaptığımız seçimlerin sonuçlarını görme ve sil baştan yaşama şansımız olsaydı.

Hayalperestlere dair bir film yaptığını söyleyen yönetmen şöyle devam ediyor; “Hayalperestler hakkında bir film yapmak benim için önemliydi. Bu filmde büyük hayallere sahip iki insanı ve bu hayallerin onları birbirine ve ardından farklı yönlerine sürüklemesini anlatıyor.“

Sonuç olarak La La Land; nefis müzikleri, masalsı görüntüleri, iyi yönetimi ve oyunculukları ile sinemaseverleri günümüz ve geçmiş arasında iki saatlik kalplerini ısıtacak bir yolculuğa çıkarıyor. Özellikle iki haftada bir herhangi bir ülkenin tarihi boyunca yaşadığı trajedeyi yaşamış ve tesadüfen hayatta kalmış insanlar olarak paramparça olmuş ruhumuza sanattan daha iyi gelecek bir ilaç yok. Filmin söylediği gibi; hayal edenlerin, sızlayan kalplerin ve yaptığımız hataların şerefine… Mutlu Yıllar.

(29 Aralık 2016)

Gizem Ertürk