Kategori arşivi: Yazılar

Atom Egoyan’dan Bellek ve İntikam Üzerine

Atom Egoyan, Ermeni halkının geçtiğimiz yüzyıl başlarında yaşamış olduğu büyük trajediyi 2002 tarihli ‘Ararat’ isimli çalışmasında beyazperdeye taşır. Tehcir sırasında annesini yitirmiş ressam Arshile Gorky’nin anı tablolarından yola çıkan yönetmen, o dönem Anadolu’nun doğusunda bulunmuş Amerikalı Clarence Douglas Ussher gibi yabancıların günlüklerinden felaket anılarının izini süren bizzat kaleme aldığı senaryosunda olan bitenden bihaber Dünya Kamuoyu’na yaşananları hatırlatma görevini üstlenir. Kanada vatandaşı sinemacının biraz gecikmeli olarak bizde de gösterime giren ve emir kipindeki ismiyle dikkatleri çeken son çalışması ‘Remember / Hatırla’nın Ermeni halkının yaşadığı büyük acının yüzüncü yıldönümüne denk gelmesi bu açıdan anlamlı. Yönetmene yapımcısı tarafından tesadüfi olarak sunulmuş olan bu proje geçtiğimiz yüzyılın bir diğer büyük insanlık suçu olan Yahudi Soykırımı’nın anıları üzerine inşa edilmiş.

Hikâye günümüzde geçiyor. 90 yaşındaki Zev Guttman, Auschwitz ölüm kamplarından sağ kurtulabilmiş, ancak yetmiş yıl önce tüm ailesini o cehennemde yitirmiştir. Demans teşhisinden muzdarip hafızası ile ilgili sorunlar yaşayan yaşlı adamı yakınlarda kaybettiği karısına vermiş olduğu intikam sözü ayakta tutmaktadır. Kendisi gibi soykırımdan kurtulmuş bakımevindeki kötürüm arkadaşı Max’ın yardımı ve talimatları doğrultusunda, ailelerini toplama kampında katletmiş ve yıllardır kaçak olarak yaşayan esrarengiz kamp yöneticisi Otto Wallisch’i bulup öldürmek üzere yola çıkar. Ancak Zev’in bilmediği şeylerden birisi en büyük düşmanının kendi belleği olduğudur.

‘Ararat’da unutturulmuş bir kültürün, tarihi sertçe yarım bırakılmış bir halkın izlerini sürer Agoyan. Bu defa tüm Dünya’nın bildiği, lanetlediği bir soykırım hikâyesinde ilave anlatacağı ne kalmıştır sinemacının. Lakin filmin adından yola çıkarak, yaşanan trajedilerin yinelenmemesi için olanları hep hatırlamak, daima hatırlatmak gerekiyor. Nitekim günümüzde Alman toplumu da yaşananları örtbas etmiyor. Olmamış gibi davranmıyor. Küçük çocuklara Almanya’nın sadece Bach ve Beethoven’den ibaret olmadığı, soykırım günahını hiç bir zaman unutmamaları gerektiği öğretiliyor okullarda. Daha iyi bir insan ya da ülke olmanın ilk adımı, geçmişin günahlarıyla yüzleşmekten geçmektedir çünkü.

Ancak sinema ve televizyon endüstrisinde farklı işlere girip çıkmış Benjamin August’ün Vietnam’da yaşananların ülkesi Amerika’da unutulmaya yüz tutmuş olmasından kaynaklı olarak kaleme almış olduğu bu ilk senaryosu, yaşlı Zev’in Amerika kırsalında aynı ismi taşıyan dört şüpheliyi takibi çerçevesinde ilerlemeyi tercih ediyor. Kuzey Afrika’da Rommel komutasında Nazizm’e hizmet etmiş ancak ölüm kampları ile ilişkisi olmamış eski SS subayı, Yahudi kurbanlarla birlikte toplama kampına gönderilmiş eşcinsel Alman, Nazi askeri babasının Kristal Gece’deki taşkınlıklarıyla gurur duyan ırkçı polis oğlu ve nihayetinde karşılaşacağı ölüm kampı yöneticisi ile hesaplaşmasını sürdüren Zev’in öyküsü, hafızayı diri tutma kaygısından ziyade Charles Bronsonvari bir intikam yolculuğuna dönüşüyor. Bellek üzerine müthiş yaratıcı bir çalışma olan Christopher Nolan imzalı 2000 yapımı ‘Akıl Defteri / Memento’ etkisi fazlaca hissedilirken, hikâyede göze batan önemli gedikler Bruno Ganz, Dean Norris, Jürgen Prochnov gibi usta oyuncuların performansları, beklenmedik sürprizler ve Egoyan’ın değişmez yol arkadaşı ‘Pi’nin Yaşamı’nın Oscar’lı bestecisi Mychael Danna’nın hüzün yüklü müzik çalışması ile kapatılmaya çalışılıyor.

Egoyan’ın ‘Ararat’ öncesindeki ‘Exotica’ ya da ‘Gelecek Güzel Günler / The Sweet Hereafter’ yıllarına dönmesinden epeydir kestiğimiz umudu canlandıramıyor ‘Hatırla’. Merak ve heyecanla izleniyor belki ama ardarda çektiği ana akım vasat işlerin ardından bu filmin de Egoyan kalibresindeki bir sinemacı için pek parlak bir çalışma olmadığı rahatlıkla söylenebilir. Ancak 86 yaşındaki Christopher Plummer’ın incelikli Zev yorumunun uzun yıllar belleklerde yer edeceğinden adım gibi eminim.

(24 Temmuz 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Otto Wallisch Kimdi?

Hatırla (Remember)
Yönetmen: Atom Egoyan
Senaryo: Benjamin August
Müzik: Mychael Danna
Görüntü: Paul Sarossy
Oyuncular: Christopher Plummer (Zev), Martin Landau (Max), Henry Czerny (Charles), Kim Roberts (Paula), Amanda Smith (Cele), Howard Jerome (Rabbi), T. J. McGibbon (Zev’in Torunu), Liza Balkan (Rebecca), Peter DaCunha (Tyler), Dean Norris (John), Stefani Kimber (Inge), Bruno Ganz (Rudy 1), Heinz Lieven (Rudy 2), Jürgen Prochnow (Rudy 4)
Yapım: Serendipity Point (2015)

Kanadalı Ermeni yönetmen Atom Egoyan’ın yaratıcı “Hatırla” filmi, polisiye sinema tutkunlarını da etkileyecek sarsıcı bir yapıt.

Kahire’de 1960’ta doğan önemli Ermeni yönetmenlerden Kanadalı Atom Egoyan’dan merak duygusunu sonuna kadar koruyan yaratıcı ve yer yer şiddet yüklü bir film geldi. 2015 yapımı “Remember-Hatırla”, şimdi doksan yaşında olan ve bunamaya başlamış Zev Guttman’ın trajik yolculuğunu anlatıyor. Zev, New York’ta huzurevinde yaşıyor. Karısı Ruth’u kaybetmiş. Huzurevinde eskiden, Auschwitz toplama kampından tanıdığı Max Rosenbaum var. Max ona her şeyi ayrıntılarıyla yazdığı bir mektup veriyor. Yahudi toplama kampı sorumlusu (Blockführer) olan ve savaştan sonra Rudy Kurlander adını almış Otto Wallisch’i peşine düşürtüyor. Max her şeyi öylesine ince ayarlamış ki. Zev de her şeyi hazır buluyor.

Dört Rudy’nin izinde…

Kurlander adında dört kişi var. Zev önce tabanca satın alıyor. Sonra da ilk Rudy’nin kaldığı yere gidiyor Cleveland’a trenle. Yolculukta küçük çocuk Tyler’la dost oluyor. Rudy’ye ulaşıyor. Kızının evinde kalan Rudy, toplama kampında değil, Rommel’le beraber Afrika’da olduğunu fotoğraflarla kanıtlıyor. Ama Nazi olduğu için de gururlanıyor. Sonra diğer Rudy’yi Kanada’da buluyor. Pasaport sorunu çıksa da sınırı geçiyor otobüs yolculuğuyla. İkinci Rudy’yi de huzurevinde buluyor. Rudy, Alman olsa da eşcinselliği yüzünden toplama kampındaymış Yahudiler gibi.

Üçüncü Rudy de ölmüş. Kasaba dışındaki eve taksiyle gidiyor. Verandada bekliyor. Bu bölüm gerçekten gerilim yüklüydü. Rudy’nin polis oğlu John Kurlander geliyor. John’un sinirli kurt köpeği de var. Zev, köpekten ürküyor. Zev adı İbranicede “kurt” anlamına geliyormuş. John, Zev’i babasının arkadaşı sanıyor. Babası da üç ay kadar önce ölmüş. Babası, toplama kapında aşçıymış, ama kendini tam bir Nazi olarak görüyormuş. John da bir neo-nazi. Birkaç kadeh viski içiyorlar. Zev ortada dolaşıyor. Nazi gamalı haçtan etkilenmiyor sanki. Sonra John, Zev’in kolunun iç tarafındaki numarayı görüyor. Sonra yaşanansa trajediydi. Korkudan altını ıslatan Zev duş alıyor, ardından hiçbir şey olmamış gibi diğer son Rudy’ye doğru yola çıkıyor.

Kasaba dışındaki gösterişli sayfiye evinde kızı ve torunu Inge’yle yaşayan Rudy, piyanoda Wagner çalan Zev’i tanıyor gibi. Onlar bahçeye çıktığında Zev’in oğlu Charles da geliyor malikâneye. Trajedi de büyüyor. Merak duygusunu sonuna kadar götüren ve cevaplarla finalde buluşturan bu yaratıcı film, polisiye sinema tutkunlarını da büyüleyecek sanki. Ulaşılan cevaplar şaşırtıcı ve gerçekten tahmin edilemez.

Çok değerli bu Ermeni yönetmeni Egoyan’ın, 1999 yapımı çarpıcı “Felicia’s Journey-Felicia’nın Yolculuğu” filmi de keşfedilmeli. 2008’de “Adoration-Tapınma”, 2009’da “Chloe-Büyük Hata”, 2013’te “Devil’s Knot-Şeytan Düğümü”, 2014’te “The Captive-Kayıp Çocuk” filmleri de fark edilmeli. Yönetmenin, soylu Ermeni halkının büyük trajedisini yansıttığı 2002 yapımı “Ararat” filmi, milliyetçi tepki yüzünden vizyona çıkamamıştı ülkemizde. Naziler de, Yahudi soykırımıyla bir başka soylu halkı yeryüzünden silmek istediler. Ama hepsinde yaşama gücü kazandı. “Hatırla”, sinemanın iyi filmlerinden. Filmin kurgusu ve kamera hareketleri de Zev’in dinginliğiyle buluşabilmiş.

(22 Temmuz 2016)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Cennet ve Cehennem Bu Dünyada

Şimdi Nereyi İşgal Edelim? (Where to Invade Next.)
Yönetmen: Micheal Moore
Görüntü: Rick Rowley-Jayme Roy
Yapım: IMG Films (2015)

Amerikalı belgeselci Michael Moore, “Şimdi Nereyi İşgal Edelim?” belgeseliyle, Amerika’yla başka ülkeleri karşılaştırırken, ülkemizin hali üzerine de düşünüyor insan.

Büyük belgeselci Michael Moore’un 2015 yapımı “Where to Invade Next.- Şimdi Nereyi İşgal Edelim?” belgeselinde başka kıtalardaki sistemlerin insana bakışı, yaşamları ve kültürleri üzerine ilham verici bilgiler sunuyor. Hem de karşılaştırmalı olarak. Elbette Amerika’yla o ülkeleri kıyaslıyor. Belgesel, bütçesinin büyük bölümünü işgaller için silaha yatıran Amerika’nın yüksek rütbeli subaylarına konferans veren Moore, sonra da Avrupa’ya doğru yola çıkıyor istila etmek için.

İtalyanlar tembel miydi?..

Moore önce İtalyan karı-kocayı ziyaret ediyor ve ağzı bir karış açık kalıyor. İtalyanlar, tatil yapmaktan adeta çalışmıyorlar. Üstelik izinlerin tümü de ücretli. Sendikalar büyük mücadele vererek çalışanların haklarını söke söke almışlar. Moore bir motosiklet fabrikasına gidiyor. Sanki insanlar çok yavaş çalışıyorlarmış gibi. Bütün bunlar yanılsama. Çünkü fabrika büyük kâr yaparken, işçilere de iyi ücret ödüyorlar. Yani kimse tembel değil. Milli geliri yüksek her şehri açık hava müzesi İtalya’nın. İşçiler fabrikada kaliteli yemekler de yiyorlar. İsteyenler uzun öğle tatillerini evlerinde geçiriyorlar ailecek. Ya tekstil işleri? Her yerde aynıydı. İtalya, insanın mutluluğuna önem veriyor. Stressiz ve huzurlu insan daha verimli olacağını düşünüyor sistem.

Hemen Fransa’ya gitmeli, evet. Orası da huzurun ve mutluluğun ülkesiydi. Moore, Normandiya’da bir kasabada ilkokul öğrencilerine beş yıldızlı otelde zor bulunur yemeklerin verilişini de şaşırarak yaşıyor. Sigortalı olun veya olmayın sağlık hizmetlerinin parasız olduğu Fransa’da tüm ilkokul ve orta dereceli okullarda sağlıklı beslenme öncelikli. Abur cubur yenmesine izin verilmiyor. Asitli içecekler yasak yemeklerde. Bol bol su içiliyor. Hem de cam bardaklarda. Yemekler de porselen tabaklarda yeniyor üstelik. Peynirler, tatlılar ve meyveler de her daim. Moore zorla küçük kıza kola içirmeyi başarıyor. Kız nezaketen “güzel” diyor. Ama yemeklerde asla kola içmeyecekti. Bir de cinsel eğitim var. Çocukları bunalıma sokmadan bu eğitim veriliyor ve bu eğitimler çocuklara çok şey katıyor.

Portekiz’e de uğruyor Moore. İber yarımadasındaki bu küçük ülke, vakti zamanında köleliği başlatmıştı. İşte bu ülkede şimdi uyuşturucu serbestti. Sadece esrar değil. Tüm uyuşturucular. Uyuşturucu kullanımında düşüşler başlamış. Elbette bunlar olurken, sağlık hizmetleri de ücretsiz Portekiz’de. Polisler de insan sevgisinden ve saygısından bahsediyor bu ülkede. İnsan kulaklarına inanamıyor. Gaz bombalarını evde mi unutuyorlar yoksa? Moore burada 1 Mayıs İşçi Bayramı’na da katılıyor.

Ya Finlandiya’ya ne demeli? Tüm ev ödevlerini kaldırmışlar ve öğrencilerde öğrenme birden sıçrama yapmış. Finlandiya’da çocukların eğlenmesine, kendilerine vakit ayırmalarına ve akranlarıyla beraber olmalarına fırsat veriliyor. Öğrenciler okullarda çok az zaman geçiriyorlarmış. Elbette atölye çalışmaları da var. Her öğrenci birkaç yabancı dil biliyor bir de.

Norveç de var. Oradan da hapishane yansıyor. Sistem, öç alma üzerine kurulmadığı için hoşgörü ve bağışlama öne çıkıyor bu kültürde. Bir insanı öldürmüş mahkûm, mutfakta eline bıçağı alabiliyor. Her mahkûmun kendi odası var. Bilgisayarları bile var. Bol bol kitap da okuyorlar. Hücrelerinde banyoları da var elbette. Gardiyanlara saygılılar. Kendilerine yardımcı olduklarını söylüyorlar. Gardiyanların tabancaları da yok. Moore, birkaç yıl önce ırkçı bir katilin adada yaptığı katliamda oğlunu kaybetmiş babayla da konuşuyor. Onu dinlerken intikamın ne kadar kötü olduğunu fark ediyorsunuz. Bu kültür bağışlama ve hoşgörü üzerine inşa edilmiş.

Almanya’ya da gidiyor Moore. Hanover şehrinde kurşun kalem üreten fabrikanın pencerelerine şaşırıyor Moore. Hatta işverenlerin işçilerin fikirlerine önem vermesine de. İşçi hakları da güvence altında bir de. Almanya’da geçmişin karanlık yıllarını yan yollara sapmadan öğrencilere anlatmak, yüzleşmek büyük cesaret işiydi. Nazi Almanyası’nı unutturmuyorlar. Bir daha olamasın diye. Ülkemiz de bu yüzleşmeler olabilseydi…

Slovenya’da da parasız üniversite daha da şaşırtıyor Moore’u. Buraya Amerika’dan öğrenciler bile geliyormuş. İzlanda insanı büyülüyor. 2008’de erkeklerin, ekonomik krizle iflasa götürdüğü ülkeyi kadınlar toparlamışlar. Şirkette üst düzey yönetici kadın, Amerika’da yaşamak istemediğini söylüyor. Komşusu açken insan huzurlu olabilir miydi? İzlanda’da insanlar birbirlerine el uzatıyorlardı. Ya Tunus’taki kadınlar. Kadınların toplumda kendilerini hissettirmeleri ve mücadeleyle eşitliği sağlamaları insanı etkiliyor. Kadınlar muhteşem ve ilham verici. Çünkü onlarda adalet duygusu, paylaşma, dayanışa ve şefkat vardı. Tunus’ta 1973 yılından bu yana kürtajın olduğunu biliyor muydunuz?

Belgesel, yıkılmış Berlin Duvarı’nda bitiyor. Moore, yıkılışına da tanıklık etmiş bu duvarın. Duvara sürekli çekiçle vurursanız çatlaklar oluşuyormuş ve ardından yıkılıyormuş. Aslında bu ülkelerdeki bu huzurlu ve mutlu yaşam yıllar yıllar önce Amerika’da düşünülmüş, ama pek hayata geçememiş. Bu belgeseli izlerken, cennet ve cehennemin bu dünyada olduğunu anlıyorsunuz. Bunları, sistemlerin ve demokrat politikacıların hayal güçleri yaşatıyor. Amerika’da ve Türkiye’de zor iş bunlar işte. Filmi izledikten sonra, cennetin ve cehennemin sadece bu dünyada olduğunu anlıyorsunuz. Başka yerlerde aramak beyhudeydi çünkü.

(20 Temmuz 2016)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

İran Sinemasından Yeşilçam’a Nazire

Ben Salvador Değilim (Man Salvador Nistam / I am not Salvador)
Yönetmen: Manouchehr Hadi
Senaryo: Reza Maghsoodi
Müzik: Amir Tavassoli
Görüntü: Ebrahim Ghafori
Oyuncular: Reza Attaran (Naser), Yekta Naser (Elham), Carol Vidotti (Angela), Mehdi Mehrabi (Siamak), Bri Fiocca (Büyükanne), Rivaldo (Kendisi)
Yapım: Marlik Tasvir (2015)

İranlı yönetmen Manouchehr Hadi’nin “Ben Salvador Değilim” komedisi, dürüst ve inançlı bir adamın başına gelen komikliklerin peşine takılıyor.

Film, Allah’ın adıyla açılıyor. Çünkü inançlı ve dürüst öğretmen Naser’in başına düşen Yeni Yeşilçam tarzı tuhaf halleri anlatıyor film. Önce her şey Rio’da başlıyor. Güzel Angela, Portekizli sevgiliyle özçekim (selfie) yaparken yansıyor. Ardından kamera Tahran’a gidiyor. Elham’la evli ve küçük kızları Sogol olan Naser, eşiyle televizyonda canlı yayın konukları. Naser, içinde milyarlar olan çantayı sahibine ulaştırmış ve üstelik ödülü de kabul etmemiş. Günümüzde az bulunur dürüst ve namuslu insanlardandı o. Evde karısının kâbusları üzerine tartışırlarken bir telefon geliyor. Sonra ailecek kendilerini Rio’da buluyorlar. Turizm acentesinden Siamak onların her şeyleriyle ilgileniyor. Rio plajındayken genç bir kadın Angela, “Salvador” diye ona doğru koşunca kâbusun da içine düşüyor Naser. Genç kadın onu Salvador’a benzetmiş. Şimdi ne olacaktı? Angela’nın büyükannesi de Salvador’la tanışmak için şehre gelecekmiş. Yüklü bir çek de yazacakmış. Naser, İslam dininin kurallarına mollalardan daha çok inanmış biri. Hıristiyan kılığına girip yalan söyleyebilir miydi?

Kültürlerarası çatışmalar…

Hıristiyanların içtikleri her şeyde alkol, yedikleri etin daima domuz olduğunu sanan Naser, Rio’da İranlıların işlettiği market bulunca rahatlıyor. İslami kurala göre kesilmiş et yenirdi değil mi? Sonunda oyunu kabul ediyor Naser. Çünkü birkaç saat sonra her şey bitecekti. Büyükanneyle tanıştıktan sonra bütün eşyalarını Siamak’ın arabasında unutan Naser, eve yayan geliyor. Elham ruj lekesini görüyor ve olaylar başka taraflara kayıyor çok geçmeden. Yanlış anlamalardan sonra da Siamak gerçeği Naser ve Elham’a anlatıyor. Her şey iyi ve soylu bir amaç içinmiş.

Bu filme bir bakıma durum komedisi denebilir. Skeçler bir araya toplanmış ve bu film ortaya çıkmış. Bu filme Yeni Yeşilçam tarzında bir film desek de, bizim filmlerden daha güldürdüğünü belirtmeliyiz. Ama oyunculuklar gerçekten zayıf filmde Reza Attaran ve Yekta Naser dışında. 2016 Rio’da Yaz Olimpiyatları yılı. 2015 yapımı “Man Salvador Nistam / I am not Salvador – Ben Salvador Değilim” filmle Rio’ya giriş yapılabilir. Brezilyalı eski milli futbolcu Rivaldo da filme konuk olmuş. Lüks dört çekerli cipiyle kimsesiz çocukların merkezine futbol topları getiriyor. Gerçekten dini kurallarla yaşamak ne kadar da zorluymuş! İyi ki laiklik var, diyor insan.

(19 Temmuz 2016)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Batıya Doğuyu Anlatan: Akira Kurosawa

Büyük Japon yönetmen Akira Kurosawa’ya “Dersu Uzala” ve “Düşler” filmleriyle saygı sunmak istedik. Her daim insana gerekli bu başyapıtlar, sinema tarihinde müstesna yerdeler.

“Dersu Uzala…”

Büyük Japon usta Akira Kurosawa’nın 1975 yapımı sinemaskop “Dersu Uzala”, doğaya ve insana adanmış sinema tarihinin müstesna filmlerinden. Kurosawa, bu filmini Sovyet sinemasının altyapısı ve desteğiyle ortaya çıkarmış. Mosfilm’in sunduğu filmin senaryosunu yönetmenle beraber Yuri Nagibin yazmış. Film, Yüzbaşı Vladimir Arsenyev’in “Dersu, Okhotnik” adlı hatıralarından çekilmiş. Film, yüzbaşının iç sesiyle izleniyor. İnsanı hüzün ve coşkuya sürükleyen müzikleri de Isaak Shvarts bestelemiş. İlham veren fotoğrafları da Asakazu Nakai, Yuri Gantman ve Fyodor Dobronranov yansıtmış. Bu film, Akademi’den de “En İyi Yabancı Film” dalında Oscar kazanmıştı. “Dresu Uzala”, ülkemizde Nisan 1978’de vizyona çıkmıştı.

1910 yılı, Korfovskaya’da… Yüzbaşı Vladimir Arsenyev (Yuri Solomin), büyük dostu pagan bilge Dersu Uzala’nın (Maksim Munzuk) mezarını ziyarete geldiğinde her şeyin değiştiğini fark ediyor. Vladimir, at arabalı adama mezarı soruyor. Adam, burada mezar olmadığını söylüyor. Sadece keresteciler var. Ormandaki sedir köknar ağaçlarını kesip kereste yapıyorlar. Vladimir, değerli dostunu üç yıl önce ormana gömmüş. Vladimir, hüzne ve boşluğa düşüyor. Hayal kırıklığı da var.

Ön jenerikte doğanın görüntüsü sepya olarak yansıyor. 1902, güz… Vladimir, askerlerle beraber topoğrafi araştırmaları yapmak için buralara gelmiş. Askerler, hep bir ağızdan avcının şarkısını söylüyorlar: “Eve nasıl yemek götürecek / Nasıl neşeli olsun / Ne yapmalı / Daha iyi nişan almaya çalışacak / Böylece avcı / Sularda iz aramak için yola koyulur / Balıkların bol olduğu yere gider / Güzel havada / Kıyıda çok balık olur…” Vladimir, “O yıl görevim nedeniyle Şkotovo Bölgesi’ne gittim. Ussuri’ye gitmiştim topoğrafik araştırmalar için” diyor iç sesiyle. Kamera, sağa çevrinme (pan) yapıyor, onlar çevreyi gözlemlerken. Vladimir, ormanların çekici ve güzel göründüklerini, bazen de kasvetli olduklarını söylüyor iç sesiyle. Tıpkı insanlar gibi. Kamp kuruyorlar. Gece, ateşin yanında günlüğüne notlar düşerken, hüzünlü müzik de duyuluyor. “Bu vadi bana Valpurgis Gecesi’ni (30 Nisan Gecesi’ni) hatırlattı. Cadıların Şabat (Sabbath) için toplandıkları yer” diye not alıyor. Ateşin kenarına uzanan Vladimir, gözlerini kapadığında bir el tüfek sesi duyuluyor. Onlara doğru yaklaşan ses, “Ateş etmemek, insan ben” diyor. Goldi halkından yaşlıca Dersu Uzala yanlarına geliyor, ateşin kenarına oturuyor, piposunu yakıyor ve kendisini konuk ettiriyor. Karnı da açmış. Yemek veriyorlar. Vladimir’in kanı ona hemen ısınıyor. Karısı ve çocukları çiçek hastasından ölmüş yalnız Dersu, şimdi ormanda yaşıyor. Dersu, geyik avlarken insan izleri görmüş. Onları izlemiş ve buraya kadar gelmiş. Yaşını da bilmiyor. “Çok yaşamak ben” diyor onlara. Vladimir, Dersu’ya “Bize yardım eder misin” diyor. Dersu rehberlik için düşünüyor.

Dersu, iyi bir iz sürücü. Askerlerin çalışmasında yardımcı oluyor bu. Ormanı, insanlardan daha çok biliyor. Dersu, ayak izlerinden buradan Çinlilerin geçtiğini anlıyor. Sonra ormandaki kulübeye geliyorlar. Vladimir kulübenin içine girdiğinde Çinlilerin burada kaldığını anlıyor. Dersu da odun toplayarak çatıyı onarıyor. Sonra Vladimir’den pirinç, tuz ve kibrit istiyor kulübeye konuk olup karnını doyuracak insanlar için. Tekrar yola koyuluyorlar. Yağmur yağdığı için yine kamp kuruyorlar. Dersu, saf ve iyi insan. Kendiyle alay eden askerlerin dediklerini duymuyor sanki. Dersu, “Yüzbaşım, güneş en önemli adam. Güneş öldüğünde her şey ölmek” diyor. Kamp ateşi de yanıyor. Yemeklerini de yiyorlar. Askerler, güneşe “adam” dediği için dalga geçiyorlar onunla yine. Nehir kıyısına geliyorlar. Dersu, “Ateş, su, rüzgâr üç önemli adam” diyor askerler gülerken. Rüzgâr çıkıyor. İlk kar da yağıyor. Askerler ormanda, ipe bağladıkları şişeye ateş ederek talim yaparlarken, Dersu buna şaşırıyor. Çünkü şişe gerekli olabilirdi. Şişeyi kurtarabilmek için o da ateş ediyor ve şişeyi ödül olarak kazanıyor. Şimdilerde sürdürülebilirlik dedikleri şeydi işte. Geceleyin kampta askerler eğlenirken, Dersu da az uzakta tek başına ateş başında oturmuş, düşüncelerine dalmış. Vladimir, onu izliyor ve sonra da yanına gidip oturuyor.

Gündüz. Yine yoldalar. Nehir kıyısında Dersu, yaşlı bir insanın buradan geçtiğini söylüyor. Yaşlılar yürürken topukları, gençlerse parmakları üzerinde yürürlermiş. Sonra tek başına yaşayan yaşlı bir Çinlinin yaşadığı yere kamp kuruyorlar. Yaşlı Çinli, inzivaya çekilmiş kederli biri. Dersu, onun hakkında bir şeyler öğreniyor. Yaşlı adamın kadınını kardeşi almış. Vladimir ona yiyecek bir şeyler vermek istiyor. Belki yakınlaşmak, yalnızlığını unutturmak için. Geceleyin, Dersu ateş başında yine tek başına oturmuş piposunu tüttürüyor düşünceler içinde. Vladimir, Dersu’nun yanına oturuyor. Vladimir, yaşlı adamı çağırmak istiyor. Dersu, “O çok düşünmek. Bahçe, ev” diyor. Sonra uyuyorlar. Dersu sabahleyin Vladimir’i uyandırıyor. Yaşlı adam gidiyormuş. Yaşlı adam geliyor ve vedalaşıyorlar. Onlar da yola koyuluyorlar çok geçmeden. Göl kıyısına geliyorlar. Vladimir, “Bu yolculuğun asıl amacı, Khanka Gölü etrafındaki bölgeyi keşfetmekti” diyor iç sesiyle. Adamlarının çoğunu, atları da Çernigovka’ya yollamış. Olenev ve Kluşinov kalmış sadece. Göl buz tutmuş. İkiye ayrılıyorlar. Dersu ve Vladimir başka yöne gidiyorlar. Buraları dümdüz stepler. Sığınılacak bir yer yok. Yönlerini kaybediyorlar ve akşam yaklaşıyor. Dersu, hemen otları kesip yığın yapmaya başlıyor. Vladimir’i de teşvik ediyor. Her şey bittikten sonra orada geceliyorlar. Otlar ikisini de soğuktan koruyor. Sabah olduğunda Dersu’nun zekâsının ve bilgeliğinin kendilerini hayatta bıraktığını anlıyor Vladimir.

Yine beraberler. Askerler yüklü kızağı çekiyorlar. Soğuk ve yorgunluk bitap düşürüyor onları. Vladimir, “Kuru soğuk. Yorgunluk. Açlık. Doğanın karşısında insanoğlu/kızı çok zayıf kalır” diyor iç sesiyle. Fırtına, tipi daha da zorlaştırıyor her şeyi. Kamera, onlar yol alırken, yukarı doğru “tilt” yapıyor ve bulutlar arasında güneş görünüyor. Gökyüzü kıpkırmızı. Altta da hüzünlü bir müzik duyuluyor. Dersu bir duman kokusu duyuyor. Bir eve gidiyorlar. Ev, yemekler, çaylar ve insanlar sıcak. Vladimir artık eve dönmeye karar veriyor. Dersu’ya kendisiyle gelmesini söylüyor. Doğa insanı şehirde yapabilir miydi? Dersu sadece fişek istiyor ondan. Dersu da yola çıkmak istiyor. Başka yerler, başka şeyler aramak için. Gündüz tren yolunda vedalaşıyorlar. Vladimir, onun kendisiyle gelmesi için umutlanıyor, ama Dersu kendini karlara vuruyor. Askerler, avcının şarkısını yine söylüyorlar.

1907, ilkbahar… Vladimir yeni göreve çıkıyor baharda. Vladimir, “O ilkbaharda bir kez daha Ussuri Bölgesi’ne doğru yola çıktım” diyor iç sesiyle. Nehirlerde, göllerde buzlar çözülüyor. Muhteşem görüntülerle yansıyor bu anlar. Sıcaklık artıyor. Yollar da çamurlu. Askerler ve atlar. Filmin başındaki gibiydi her şey. Vladimir’in aklında hep Dersu var. Kamp kuruyorlar. Ceylan avlayan bir asker, Vladimir’e birinin kendisini sorduğunu söylüyor. Dersu’ydu bu. Vladimir, ormanın içine giriyor ve Dersu’yu görüyor. İki dost özlemle birbirlerine sarılıyorlar. Dersu, samur avlayıp iyi para kazanmış. İyi ve saf Dersu, kazandığı paraları saklasın diye samurcuya vermiş. Sonra adam ortadan kaybolmuş. Ertesi gün. Sisler ormanı kuşatmış. Dersu piposunu düşürüyor, ardından kaplan izlerini fark ediyor. Kaplan onların farkındaymış. Piposunu bulan Dersu, kaplana yoluna gitmesini söylüyor. Vladimir, hayvan tuzağı buluyor, ama anlayamıyor. Dersu, su içmeye gelen hayvanları tuzağa düşürdüklerini söylüyor. Hep beraber tüm tuzakları bozuyorlar. Çinliler yapıyormuş tüm bunları. Mola verip yemek yelerken silah sesleri duyuyorlar. Araştırma yaptıklarında nehirde öldürülmüş insanları buluyorlar. Dersu, tüm bunları Hunhuların yaptığını söylüyor. Askerler de geliyor. Onlar da Hunhuların peşlerine düşmüşler. Nehirde salla yolculuk yapıyorlar. Salda Vladimir ve Dersu da var. Askerler yükleri kıyıya yakın indiriyorlar. Vladimir saldan atlıyor, ama Dersu salda kalıyor. Yüzme bilmeyen Dersu, suyun içindeki kütüğe tutunuyor ve onlara gösterdiği ağacı baltayla kestiriyor. Suyun içinde düşen ağacın yardımıyla kıyıya çıkabiliyor Dersu. Yönetmen bu anlarda kamerayla sağa çevrinme ve kaydırma yapıyor yoğun olarak. Bu ideolojik miydi? John Ford usta da, 1939 yapımı siyah-beyaz “Stagecaoch-Cehennemden Dönüş” western filminde kamerayla sola çevrinme ve kaydırma yapıyordu çoğunlukla.

Geceleyin. Gök gürüldüyor. Yağmur yağıyor. Yaz bitiyor. Gündüz olunca fotoğraf çektiriyorlar. Vladimir ve Dersu, fotoğraf çektirince görüntü donuyor ve siyah-beyaz oluyor. Fotoğraf yaşanmışlıktı, nostaljiydi. Duyulan müzik de bu anlarda hüzünlüydü. Yola çıkıyorlar. Kaplan karşılarına bir defa daha çıkıyor. Dersu, kaplanla konuşuyor uzaklaşması için. Kaplan onlara doğru yürüyor. Kükrüyor. Dersu, kaplanı vuruyor. Yaralı kaplan etrafında dolanıyor, sonra da kaçıyor. Dersu’nun içine korku düşüyor. Yaralı kaplanlar, ölene kadar koşarlarmış. Goldi olan Dersu’nun inanışına göre “kanga”, orman ruhuymuş. “Kanga”dan korkuyor. Ya başka bir kaplan gönderirse? Dersu, o zamandan sonra değişmeye başlıyor. Dersu, huysuz ve sinirli oluyor. Ussuri’ye kış geliyor. Gündüz, karlar içindeki ormanda askerler bir ses duyuyorlar. Dersu ateş ediyor, ama vuramıyor. Dersu, domuzu vuramayınca daha da aksiliği artıyor. Başka bir avda da aynısı yaşanıyor. Geyiğe nişan alan Dersu yine ıskalıyor. Öfkelenen Dersu, eldivenini ağacın dalına hedef olarak yerleştirip ateş ediyor. Eldivende delik olmayınca umutsuzluğu çoğalıyor. Acaba gözleri mi artık iyi görmüyordu, yoksa “kanga” korkusu muydu tüm bunlar? Vladimir, “Benimle Khabarovsk’a gel” diyor. Dersu kederler içinde. Kamptaki çadırda Vladimir çan sesleriyle uyanıyor. Dışarıda Dersu, ağacın dallarına küçük çanlar asmış. Ateşin başında oturmuş kederli Dersu, ateşteki közleri etrafa savuruyor. Kaplan onu öldürmeye geliyormuş. Vladimir’in evine gitmek istiyor Dersu.

Khabarovsk’ta… Dersu, Vladimir’in evinde çoğunlukla şöminenin karşısında kederlerini yaşıyor. Vladimir’in karısı Anna (Svetlana Danilchenko) ve oğlu Vova (Dimitri Korshikov), Dersu’yu çok seviyorlar. Ama Dersu, şehre uyum sağlayamıyor. O, ormanların özgür insanıydı. Anna’nın parayla su almasına şaşırıyor. Hatta yakacak oduna para vermesi daha da şaşırtıyor. Baltayla parka gidip ağaçları kesmeye başlayınca polisçe de tutuklanıyor. Dersu, anlayamadığı bu şehirden gitmek istiyor. Tüfeğini bile kullanamıyor burada. Vladimir, ona direnmiyor. Dersu giderken, ona son model bir tüfek de veriyor hediye olarak.

Vladimir, Korfovskaya’da tren istasyonundaki polis karakolundan telgraf alıyor. Bir Goldi öldürülmüş. Üzerinde de Vladimir’in kartviziti çıkmış. Vladimir, Korfovskaya’ya gidiyor. Ormanın içinde mezarcılar, Dersu için mezar kazarlarken, polis de Vladimir’e bilgi veriyor. Dersu’nun ölüsü bulunduğunda yanında tüfek yokmuş. Vladimir, suçluluk hissediyor. Boşluğa düşüyor. Dersu’ya tüfeği vermeseydi hâlâ yaşıyor olur muydu? Vladimir, hayatı boyunca bu cehennem duygularıyla mı yaşayacaktı? Dersu’yu gömüyorlar. Vladimir, çatallı bir ağaç dalını Dersu’nun mezarının üzerine dikiyor. Son jenerik yazıları törensel geçit gibi geçip giderken, altta da ilahi bir müzik duyuluyor.

“Düşler…”

Büyük Akira Kurosawa’nın 1990 yapımı “Dreams-Düşler”, korkuların ve kâbusların filmi. Warner Bros’un sunduğu filmin senaryosunu yönetmen yazmış. Etkileyici müzikleri Shinichiro Ikebe bestelemiş. Çarpıcı fotoğraflarıysa Takao Saito ve Masaharu Ueda yansıtmış. Özel efektlerine de, Hollywood’un ünlü yönetmeni George Lucas’ın “ILM” şirketi destek olmuş. Film, sekiz düşten oluşuyor. “Düşler”, ülkemizde Mart 1991’de vizyona çıkmıştı.

Birinci Düş: Yağmurun İçinden Güneş Işığı… Samuraylar zamanı… Geleneksel Japon evinden bir oğlan çocuğu (Akira Terao) dışarı çıkarken yansıyor. Hava güneşli, ama yağmur da yağıyor. Çakal yağmuruydu bu. Dış kapıya geliyor. Annesi de (Mitsuko Baisho) şemsiyeyle dışarı çıkıyor, çocuğa evde kalmasını söylüyor. Anne, tilkilerin böyle havalarda evlilik törenleri yaptığını söylüyor. Çocuk ormana gidiyor. Kamera, sola kayarak onu izliyor. Sisler ağaçlar arasından süzülürken, estetik fotoğraflar da oluşuyor bu anlarda. Sislerin içinden belli belirsiz bir görüntü fark ediliyor. Yüzleri maske gibi boyalı insanların ağaçlar arasında geleneksel müzik çalarak yürüyüşlerini izliyor çocuk ağacın arkasına gizlenerek. Bu insanlar, Kabuki sahnesinden düşmüş gibiydi. Çocuk evin önüne geliyor. Annesi onu bekliyor. Anne öfkeli. Hava yine güneşli ve yağmur da yağıyor. Anne, “Gittin ve gördün. Yapmaman gereken bir şeydi. Şimdi içeri girmene izin veremem” diyor. Bir tilki gelmiş ve kının içinde bir bıçak bırakmış. Çocuğun bıçakla kendini öldürmesi gerekiyormuş. Anne, “Çabuk git ve onlardan bağışlanmayı dile” diyor. Bıçağı onlara geri vermesi de gerekiyormuş. Çocuk, onları nerede bulacaktı ki? Çocuk, çiçeklerle kaplanmış tarlanın ortasında ufukta dağların arasındaki gökkuşağına bakıyor ve oraya doğru yürüyor. Resim tablosundan düşmüş bir an gibiydi bu. Görüntü kararıyor.

İkinci Düş: Şeftali Bahçesi… Samuraylar zamanı… Geleneksel Japon evinde oğlan çocuğu, elinde tepsiyle sürgülü kapıyı açıyor, odaya giriyor. İçeride ablası ve kız arkadaşları onun getirdiklerini yerlerken, çocuk bir kızı soruyor ablasına. İçeride, Kabuki tiyatrosunun sahnesini andırın biblolar da fark ediliyor. Aslında bunlar kızlar için bebek. Japonya’da bunlara “Hinamatsuri”, yani “Kızlar Günü” diyorlar. Çocuk, beyazlar içindeki kızı (Toshihiko Nakano) görüyor. Onun peşinden koşmaya başlıyor. Yemyeşil bir bahçeye geliyor. Setlerin üzerinde, yüzleri maskeli gibi boyanmış erkekler ve kadınları fark ediyor çocuk. Bu insanlar, Kabuki’den düşmüşler gibiydi. Bir erkek, “Sana söyleyeceğimiz şeyler var. Sizin evinize bir daha asla gelmeyeceğiz” diyor. Çocuk, “Ama neden” diye soruyor. Çocuğun ailesi, meyve bahçesindeki bütün şeftali ağaçlarını kesmiş. “Bebek Günü”, şeftalilerin çiçek açmasıymış. Onların gelişini kutlamak içinmiş. Bebekler, şeftali ağaçlarını canlandırırmış. Ağaçların ruhları ve canlarıymış onlar. Kesilen ağaçlar kederden ağlarmış. Bir kadın, “Bu çocuk, ağaçlar kesilirken ağladı. O, şeftali ağaçlarını seviyor” diyor. Çocuk ağlamaya başlıyor. Onun iyi çocuk olduğuna inanıyorlar. Ona, şeftali ağaçlarının çiçek açmasını bir daha göstermek istiyorlar. Genel çekimde, setler üstündeki insanlar, geleneksel müzik eşliğinde dansla çiçeklerin açmasını canlandırıyorlar. Kamera, yukarı doğru “tilt” yaparken, karlar konfeti gibi uçuşmaya başlıyor. Kurosawa, bu anları çarpıcı kamera açılarıyla yansıtmış. Çevrinmeli ve zumlu çekimler de aralara serpiştiriliyor bu anlarda. Kamera, zumla geriye çekilirken, şeftali ağaçlarının her tarafı kapladığı keşfediliyor birden. Çocuk, o kızı yine görüyor. Ona doğru koşuyor. Kız kayboluyor. Çocuk, şeftali ağaçlarının kesilmiş olduğunu görüyor. Sette, çiçek açmış bir şeftali fidanına yaklaşıyor. Bu fidan, kendisi gibi hayata yeni başlıyor. Görüntü kararıyor.

Üçüncü Düş: Tipi… Fuji Dağı’nda… Sislerin kuşattığı, karların örttüğü dağda, dört dağcı yollarını kaybetmiş gibiler. Çığ düşüyor. Görüntü, buz mavimsi yansıyor. Yorgunluk onları bitap düşürmüş. Hava soğuk. İçlerinden biri, “Hava kararıyor” diyor. Liderleri öfkeyle, “Kampı birkaç saat önce terk ettik” diye diğerlerine kızıyor. Kamptan geç ayrılmışlar. Gündüz olmasına rağmen her taraf kasvetli görünüyor. Kar yağmaya başlıyor. Sonra tipiye dönüşüyor. Diğer üç dağcı yorgunluktan uyumak istiyorlar. Lider, onları ilerlemeleri için teşvik etmeye çabalasa da kendisi de yorgun. Uyku onu da ele geçirmeye başlıyor. Lider, kendisine yaklaşan birini görüyor. Kar Perisi (Mieko Harada), onun üzerine ipeksi örtü örtüyor. Kadın, “Kar ılıktır. Buz sıcaktır” diyor fısıltıyla. Tipi yoğunlaşıyor. Kadın uçup gittikten sonra hava sakinleşiyor. Kar ince ince yağmaya başlıyor. Lider, diğerlerini uyandırıyor. Fuji’nin zirvesi görünüyor. Dağcılar, bayrağı olan kampı da görüyorlar ve oraya doğru yürüyorlar. Görüntü de kararıyor. Kar Perisi, hayatta nadir yaşanan mucize miydi?

Dördüncü Düş: Tünel… İkinci Dünya Savaşı… Bir subay sırt çantasıyla, tek başına yolda yürürken yansıyor. Kamera, geriye kayarak onu izliyor. Subay tünele doğru yürürken, kamera sola çevrinme yaparak tüneli gösteriyor ve ardından da zum yapıyor. Tünelin içinden üzerinde patlayıcı olan hayaletimsi bir köpek hırlayarak ona doğru koşuyor. Subay ürküyor. Subay tünele giriyor sonra. Kamera subayı, geriye ve ileriye kayarak izliyor tünelde. Subay, ayak sesi duyuyor. Sonra tünelin diğer ucuna geliyor ve geriye doğru bakıyor subay. Öylece duruyor. Tüm teçhizatı üzerinde olan yüzü ölü gibi bembeyaz bir er onun önünde durup asker selâmı veriyor. Asker, “Er Noguchi” diyor. Noguchi (Yoshita Zushi), “Komutanım, ben gerçekten savaşta öldüm mü” diye soruyor. Noguchi, eve gitmiş. Annesinin keklerinden yemiş. Öldüğüne inanmıyorlarmış. Subay, bu eri hatırlıyor. “Baygınken gördüğün düştü” diyor ere. Noguchi, önce bayılmış, sonra ayılmış, ardından ölmüş. “Sen gerçekten öldün” diyor subay. Noguchi, ailesinin öldüğüne inanmadığını söylüyor. Noguchi, az uzakta bir ışığı gösteriyor. Evleri oradaymış. Subay, “Bu gerçek, sen öldün” diyor. Noguchi, subayın kollarında ölmüş. Er, asker selâmı veriyor ve tünele doğru yürüyor. Çok geçmeden postal sesleri duyuluyor. Sıra halindeki erler, subayın önünde duruyor. Yüzleri ölü gibi bembeyazdı askerlerin. İçlerinden biri selâm vererek, “3. Müfreze üsse döndü” diyor. Subay, “Dinleyin. Neler hissettiğiniz biliyorum… Hepiniz savaşta öldünüz” diyor. Subay, çok üzgün olduğunu ve yüzlerine bakamadığını söylüyor. Onları ölüme kendisi yollamış. “Savaşın onca aptallığında tüm sorumluluğu alabilirdim. Düşüncesizliğimi inkâr edemem” diyor subay. O da esir düşmüş. Kampta acı çekmiş. Onlara şimdi baktıkça aynı acıyı çekiyormuş. Vicdan azabı, suçluluk duygusu… Subay, “Size ‘kahramanlar’ diyorlar. Ama köpekler gibi öldünüz” diyor acı gerçeği söylerken. Onlara geri dönmeleri için son emrini veriyor. Gidiyorlar. Subay, 3. Müfreze gittikten sonra yere diz çöküyor. Köpek yine geliyor. Havlıyor. Sanki subayı paramparça etmek istiyor köpek. Görüntü kararıyor.

Beşinci Düş: Kargalar… Resim müzesinde… Vincent Van Gogh’un otoportresi yansıyor. Bir genç ressam, müzede tek başına Van Gogh’un tablolarını bakıyor. “Buğday Tarlası ve Kargalar” tablosunun önünde duruyor. Sonra oturuyor. Sonra gözü otoportreye kayıyor. Resim çalışma çantasını alıyor, “Sandalye” tablosunun önüne gidiyor. Sonra sağa doğru yürüyor. Tablolar yansıyor. “Yatak Odası” tablosuna bakıyor. Bu defa sola doğru yürüyor. “Arles’da Langlois Köprüsü” tablosunun önünde duruyor. Tablo canlanıyor. Genç ressam tablonun içinde ve nehirde çamaşır yıkayan kadınlara Van Gogh’un nerede yaşadığını soruyor. Ressam, kadınlarla Fransızca konuşuyor. Kadınlardan biri, “Köprüden geçti ve şu yöne gitti” diyor. Kadın, “Dikkatli ol. Akıl hastanesinden çıkmış” diye onu uyarıyor. Piyano tınıları duyuluyor. Ressam, köprüden karşıya geçiyor. Ressam, çerçeveden çıkarken kamera, köprünün ahşap kısmında bir an kalıyor, o muhteşemliği gösteriyor. Ressam, Van Gogh’un sarısı gibi bir tarladan geçiyor. Bir köye geliyor. Kimse yok. Evler, Van Gogh’un fırçasından fışkırmış gibi. Sonra tarlalara doğru yürüyor. Tarlanın ortasında Van Gogh’u görüyor. Yanına gidiyor. İngilizce konuşuyorlar. “Siz Van Gogh değil misiniz” diye soruyor. Van Gogh (Martin Scorsese), eskiz çalışıyor tarlada. Konuşuyorlar. Flaş gibi tren görüntüleri peş peşe zihinden düşer gibi yansıyor birden. Sonra Van Gogh toplanıp gidiyor. Tarlada tek başına kalan ressam, Van Gogh’un peşinden koşsa da onun izini kaybediyor. Ressam tarladan çıkıyor. Kasvetli bir görüntü her yeri sararken, kamera hafifçe yukarı kalkıyor ve Van Gogh sarısını gösteriyor ufukta. Ressam, Van Gogh’un eskiz çalışmalarını andırır çalışmasının içinde buluyor kendini. Kurosawa, bu anları “bindirme” (super imposition) tekniğiyle yansıtmış. Tarlada kargalar uçmaya başlıyor. Tren düdüğü duyuluyor. Görüntü, “Buğday Tarlası ve Kargalar” tablosu üzerinde kararıyor. Van Gogh, bu tabloyu yaptıktan çok kısa bir zaman sonra vefat etmişti. Van Gogh, izlenimci bir ressamdı. Eserlerinde, gerçeküstücü ve dışavurumcu estetikleri de bulabilmek mümkün. Bu düş bölümündeki gibi.

Altıncı Düş: Fuji Dağı Kıpkırmızı… Bir genç adam, kalabalıklar içinde koşup dururken yansıyor. Bir an Fuji Dağı görünüyor. Dağ kıpkızıl. İnsanlar kaçıyor. Nükleer enerji tesisi patlamış. Karısı ve iki çocuğu olan adam, “Altı atom reaktörü” diyor. Birbiri peşi sıra patlamalar oluyor. Kamera yukarı “tilt” yapıyor. Genç adam, çocukları olan adamı, karısını ve iki çocuğunu görünüyor. Diğer insanlara ne olmuştu? Okyanus kıyısındalar. Ailesi olan adam, tüm bunların plütonyumdan dolayı olduğunu söylüyor. Radyasyon, lösemiye ve mutasyonlara neden oluyormuş. İnsanlar aptal mıydı? Rüzgâr çıkıyor. Umutsuzluğa düşen adam okyanusa atlamış. Ailesi yapayalnız kalıyor geride. Nükleer sisler uçuşurken, görüntü kararıyor.

Yedinci Düş: Ağlayan İblis… Felâket sonrasındaki Fuji Dağı’nda… Bir genç adam, dağda tek başına yürürken yansıyor. Çantası da var. Sisler içinde birini fark ediyor. Ona, “İnsan mısın” diye soruyor. Yaşlı adam (Chesuke Ikariya), hayvan gibi dörtayak üstünde yürümeye başlıyor. Genç adam, “Sen bir iblis misin” diye başka bir soru soruyor. Yaşlı adam, “Sanırım öyle. Ama daha önce insandım” diyor. Yaşlı adam ayağa kalkıyor. Başında tek boynuzu var. Yaşlı adam, “Ne dünya, ne aptallık” diye konuşuyor. Nükleer bombaların bu güzel yerleri çöle çevirdiğini söylüyor yaşlı adam. Karahindibalar dev gibi. Yaşlı adam ve genç, karahindibaların yanına geliyorlar. Karahindibalar bir gül veriyorlarmış. Bütün bunlar radyasyondan olmuş. Mutasyona uğramışlar. “Yalnız çiçekler değil, insanlar da öyle. Bak bana” diyor. Yere oturuyorlar. “Aptal insanoğlu/kızı yaptı bütün bunları” diye anlatıyor yaşlı adam. Ayrıca iki suratlı bir tavşan, tek gözlü bir kuş, tüylü bir balık da görmüş. Genç adam, nasıl beslendiklerini merak ediyor. Yaşlı adam da yiyeceğin olmadığını söylüyor. Burada da sınıfların olduğunu söylüyor. Tek boynuzlu iblisler, iki ve üç boynuzlu iblisler tarafından yeniyormuş. Çok boynuzlu iblisler lanetliymiş. Çünkü ölemiyorlarmış. Günahlarının bedelini ödüyorlarmış ölümsüz olarak. Yaşlı adam, normalken çiftçiymiş. Fiyatları arttırmak için güğümler dolusu sütü nehre dökmüş. Lahanaları ve patatesleri buldozerle gömmüş. Yaşlı adam, genç adamı çok boynuz olan iblislerin yerine götürmek istiyor. Tepeyi tırmanıyorlar. Genel çekimde siluet gibi yansıyor bu an. Bir yere geliyorlar. Çok boynuzlu iblisler, göletler etrafında acılar içinde dönüp duruyorlar. Kabuki sahnesi gibi sanki. Yaşlı adam gülmeye başlıyor. “Sen de iblis mi olmak istiyorsun” diyor. Genç adam, sırt çantasını bırakıp koşmaya başlıyor. Bu an yavaş çekimle yansıyor ve ardından da görüntü kararıyor.

Sekizinci Düş: Su Değirmenleri Köyü… Sırt çantalı bir gezgin, içinden su akan ve her tarafta su değirmenleri olan köye geliyor. Modern yaşamın uzağında bir köydü ayrıca burası. Gezgin, ahşap köprüden geçiyor. Ellerinde çiçekler olan çocuklar, bir kayanın üstüne çiçekleri koyuyorlar gezgine “iyi günler” dedikten sonra. Gezgin, değirmen kasnağını tamir eden yaşlı bir adamın (Chishû Ryû) yanına gidiyor. Selâmlaşıyorlar. Gezgin, köyün adını soruyor. Yaşlı bilge, “Sadece köy” diyor. Kimileri de Su Değirmenleri Köyü diyorlarmış buraya. Köylüler başka bir yerde yaşıyorlarmış. Çok azı köyde kalıyormuş. Burada elektriğe ihtiyaç duymuyorlarmış. “İnsanlar fazla konfora alışmışlar” diyor yaşlı bilge. Konfor iyi bir şey miydi? Ayakta duran gezgin oturuyor. Mumları ve lambaları varmış. “Gece olması gereken budur” diyor. Geceler neden gündüz gibi aydınlık olsundu ki? Fazla parlak olunca gece yıldızlar görülmüyormuş. Çeltik için de tarlaları varmış. Traktörleri yokmuş. Öküzleri ve atları varmış. Gezgin, “Yakıt olmadan ne kullanıyorsunuz” diye soruyor. Genellikle odun kullanıyorlarmış. Ama ağaçları kesmeyi uygun bulmuyorlarmış. Kendiliğinden yıkılanlar yetiyormuş onlara. Onlardan odunkömürü yaparak ısınıyorlarmış. Tezekler de var elbette. “Birkaç ağaç, bütün ormanın verdiği ısıyı verir” diyor yaşlı adam. Gezgin, dönen su değirmenlerine bakıyor hayranlıkla sonra. Yaşlı adam, “Biz insanın yaşaması gibi yaşıyoruz. Bu doğal yaşam şeklidir” diyor. Günümüzde insanlar, doğanın bir parçası olduğunu unuttular mı? Bilim insanlarına da bir şeyler söylüyor yaşlı adam. Onlar, sonunda insanları mutsuz eden şeyler mi icat ediyorlardı? Sonunda da bununla övünüyorlardı. “İnsanlar, yok oluşa gittiklerini görmüyorlar” diyor. İnsanlar için en önemli şeyin, temiz hava ve su olduğunu söylüyor yaşlı adam. Kirli hava, kirli su insanların yüreklerini de kirletiyor. Gezgin, çocukların taşın üstüne neden çiçek koyduklarını soruyor. Uzun zaman önce hasta bir gezgin bu köyde ölmüş. Köylüler, ona acımışlar ve onu oraya gömmüşler, üstüne de bir kaya koymuşlar. Bu köyde tapınak da yokmuş. Bugün gömülecek bir kadının cenaze töreni de varmış. O kadın, yaşlı adamın ilk aşkıymış. Yaşlı adam evine giriyor. Turuncu elbise giyiniyor. Elinde de çan ve çiçek demetleri var. Burada ölüm kutlanıyormuş. İnsanlar uzun yaşıyorlarmış. Ölen ilk aşkı 98 yaşındaymış. Sadece genç ölenler için yas tutuluyormuş. Köylüler, geleneksel müzik ve kıyafetlerle dans ederek cenazeyi gömmeye götürüyorlar. Yaşlı adam da onlara katılıyor neşeyle. Sonra hüzünlü müzik duyuluyor fonda. Gezgin, su değirmenlerine bakıyor. Sağa doğru yürürken, kamera da kayarak onu izliyor. Köprüden geçiyor, çiçek topluyor. Taşın üstüne koyuyor. Ardından ahşap köprüde yürüyor. Bir kelebek uçuyor. Sonra kamera, nehri gösterirken son jenerik yazıları düşüyor.

(17 Temmuz 2016)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Michael Moore Usulü Tek Kişilik İşgal

Tam 27 yıldır kendine özgü popüler belgeselleriyle özellikle ülkesi ABD’de geniş bir izleyici kitlesi bulmuş olan Michel Moore’un komik ve saldırgan tarzından ne kadar hoşlanırsınız bilemem. Kendi adıma tipik bir Amerikan şovmeni olarak kabul ettiğim Moore, bu defa gözlerden uzak çektiği ve ilk kez geçtiğimiz yıl Toronto Film Festivali’nde görücüye çıkan son çalışması ‘Şimdi Nereyi İşgal Edelim? / Where to Invade Next’ ile Tunus’u dışarda tutarsak sekiz ayrı Avrupa ülkesinde sefere çıkmak suretiyle ülkesinin acil sorunlarına çözüm arıyor.

Bir fanteziyle açılan filmde sinemacı Genel Kurmay’da gizli bir toplantı için acilen Pentagon’a davet ediliyor. Kaybettikleri her bir savaşı tek tek gözden geçiren kuvvet komutanları çaresizlik içinde yardım talep ediyor ondan. Moore bu sefer diyor ki, madem biz Amerikalılar işgal etmeyi adet haline getirdik, o halde Avrupa’nın güzide ülkelerine çıkarma yaparak oradaki bizde olmayan güzel şeyleri de sahiplenelim. Yönetmenin eski kıtaya tek kişilik seferi işte böyle başlıyor. Silah kullanmadan, petrol yağmalamadan, Amerika yararına ne varsa yerinde incelemek, fikir çalmak üzere yola koyuluyor.

Amerikan kültürünün bu tuhaf süper kahramanı, USS Ronald Reagan savaş gemisine atlayarak ilk olarak İtalya’ya gidiyor. Çizme’de gözlemlediği dört hafta ücretli izin, Aralık ayında bir maaş ikramiye ve iki saatlik uzun öğle tatilleri gibi ABD’de hayal bile edilemeyecek geniş işçi hakları karşısında şaşkınlığa düşüyor. Fransa’da devlet okullarında servis edilen sağlıklı yemekleri tadıyor. Liselerde devreye sokulan etkin cinsel eğitimi, halkına ücretsiz sağlık hizmeti veren, kreş hizmetlerini neredeyse ücretsiz sunan Fransız uygulamalarını not ediyor. Özel okul işletmenin yasak olduğu ve dünyanın neredeyse en iyi öğrencilerini yetiştiren Finlandiya eğitim sisteminin sırlarının peşine düşüyor. Finlilerin ‘okul öğrencinin mutlu olacağı, kendini mutlu edecek şeyleri bulmanın yolunu öğrendiği yerdir’ felsefesine hayran kalıyor. Masallar ülkesi Slovenya’da yabancı öğrenciler dahil üniversitelilerden herhangi bir harç talep edilmediğini öğreniyor.

Portekiz hükümetinin uyuşturucu sorunuyla nasıl başa çıktığına tanık oluyor. Norveç’in ‘intikam değil rehabilitasyon’ amaçlı cezaevi yapılanmasından etkileniyor. Yahudi Soykırımı ile yüzleşen ve yaşananları yeni nesillerden saklamayan Almanya’dan daha iyi bir insan ya da ulus olmanın ilk adımının geçmişin günahlarıyla hesaplaşmaktan geçtiğini öğreniyor. Avrupa dışında ziyaret ettiği tek ülke olan Tunus’ta ücretsiz kadın sağlık evlerini ziyaret ediyor. 1980 yılında ilk kadın cumhurbaşkanını seçen İzlanda örneğinden yola çıkarak kadınların yönetiminde dünyanın daha barışçıl bir yer olacağını ifade ediyor.

Moore’un önceki filmlerinden aşina olduğumuz gevezeliği, haber görüntüleri, film ve müzik arşivlerinden seçmeler eşliğinde ilerliyor. Ancak yapısı itibarıyla daha derli toplu bir film bu. Süresinin iki saati bulmasına rağmen Avrupa’dan sosyal devlet uygulamaları ilgiyle izleniyor. Yönetmen seçme izlenimlerini aktarırken ziyaret ettiği ülkelerin boğuştuğu bazı ekonomik ve sosyal sorunları göz ardı ediyor gerçi. Derdi otları değil çiçekleri toplamak çünkü. İstatistikler açısından pek sağlam veriler sunmuyor yine. Üstelik ABD bayrağını diktiği Avrupa’ya özgü uygulamaların Amerikan idealleri kökenli olduğunun altını çizerek bildik Amerikan kibrinden geri durmuyor.

Halen yoğun bir bölünme tehlikesi yaşayan ve sosyal huzursuzluğun ayyuka çıktığı ABD’nin esenliğe çıkış yollarında Moore’un fazlaca iyimser yorumları Amerikalılar tarafından ne ölçüde ciddiye alınır bilemem ancak film boyunca tanığı olduğum Avrupa’ya özgü sosyal devlet uygulamalarına şahsım ve ülkem adına gıpta etmekten kendimi alamadığımı belirtmek isterim.

(17 Temmuz 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Avrupa’nın Mahşerleri: Michael Haneke

Sinemanın büyük yönetmenlerinden Avusturyalı Michael Haneke’nin Fransız sinemasında çektiği “Bilinmeyen Kod” ve “Kurdun Günü” filmlerinin mahşerleri ortasında insanlığa tanıklık etmek istedik.

“Bilinmeyen Kod…”

Avusturyalı büyük yönetmen Michael Haneke’nin 2000 yapımı “Code Inconnu-Bilinmeyen Kod”, kapitalist Fransa’da insanlık durumlarına bakıyor. MK2’nin sunduğu filmin senaryosunu yönetmen yazmış. Filmin fonunda müzik kullanılmamış. Sadece bir sahnenin içinde duyuluyor. Besteyi de Giba Gonçalves yapmış. Bir koreografiye dönüşen uzun kaydırmalı çekimlerin ve çarpıcı görüntülerin olduğu filmin kameramanıysa Alman Jürgen Jürges. Filmin uzun adı, “Code inconnu: Récit Incomplet de Divers Voyages…” Anlamıysa, “Bilinmeyen Kod: Çeşitli Yolculukların Tamamlanmamış Hikâyeleri…” Bu film, bir sekans filmiydi. Bazı sahnelerde hiç kesme yapmadan kayan bir kamera var bu filmde. Ayrıca bazı sahnelerde kamera sabit açıda hiç hareket etmeden yansıtıyor her şeyi. Bu filmdeki kamera ve sahneler özel. Kurgu da öyleydi. Bu film ülkemizde 24 Kasım 2000’de vizyona girmişti.

Film, ön jenerikle beraber sağır-dilsizler okulunda, sağır-dilsiz çocukların işaret diliyle tahmin oyunu üzerine açılıyor. Jenerik yazılarından sonra kamera, Paris’in kalabalık bir caddesine gidiyor. Sabah. Kamera, sağa kayarak genç Jean’ı (Alexandre Hamidi) takip ediyor. Abisi Georges’u (Thierry Neuvic) aramaya gelmiş çiftlikten. Savaştan savaşa sürüklenen foto muhabiri abisi Georges, sinema oyuncusu olmak için çabalayan Anne Laurent’ın (Juliette Binoche) sevgilisi. Anne, Jean’ı görünce şaşırıyor. Jean, çiftlikte yaşamaktan, sabahın köründe uyanmaktan ve sakinlikten bıkmış. Anne, kahvaltılık almak için Jean’ın yanından ayrılıyor. Jean, yavaş adımlarla yürümeyi sürdürüyor. Anne, kesekâğıdından poğaça veriyor. Anne, seçmelere yetişmek istiyor. Jean’a dairesinin anahtarını verirken, apartmanın dış kapısının şifresini de söylüyor. Kesekâğıdını da Jean’a veriyor ve gidiyor. Jean, geriye dönüyor. Kamera da sola doğru kayıyor. Jean, sokakta müzik çalanları dinliyor, sonra da sokağın başında oturmuş dilenen Rumen kadın Maria’nın (Luminita Gheorghiu) kucağına kesekâğıdını buruşturup atıyor. O an Malili siyahî genç Amadou (Ona Lu Yenke) ortaya çıkıyor ve Jean’ın Maria’dan özür dilemesini istiyor. Amadou, sağır-dilsizler okulunda öğretmen. Sağır-dilsiz küçük kız kardeşi de bu okulda okuyor. Aralarında arbede çıkıyor. Olaya esnaf da katılıyor. Metroya giderken, olayı gören Anne da geri geliyor. Çok geçmeden polis de. Bu andan itibaren önyargı öne çıkıyor. Siyahî bir genç ve Rumen dilenci bir kadın olunca ırkçılık alttan alta dışarı çıkıyor. Üniformalı polisler her yerde aynı sanki. Gözlerinde o nefret hep var. İnsandan nefret. Polis, bir suçlu gibi Amadou’yu kargatulumba karakola götürmek istiyor. Görüntü kararıyor. Bu sekans, hiç kesme yapmadan sekiz dakikadan uzun sürüyordu.

Georges’un birinci mektubundan… Savaşta acı çeken halkın trajik fotoğrafları yansıyor. Fotoğraflar renkli. Fotoğraflar yansırken, Georges’un dış sesi duyuluyor. Georges, Hırvatistan-Drasniçe’de esir düşüşlerini, sonra da kurtulmalarını anlatıyor mektubunda. Durum gerginmiş. Görüntü kararıyor.

Amadou’nu taksi şoförü babası Yusuf’un (Djibril Kouyate) cep telefonu çalıyor. Amadou karakoldaymış. Baba, taksideki müşteri anlamasın diye anadilinde konuşuyor. Sonra da müşterisini başka taksiye aktarıyor. Ücret de almıyor. Görüntü kararıyor.

Video görüntüyle bir kasvetli mekânda Anne, deneme çekiminde korkuyla yönetmeni anlamaya çabalıyor. Yönetmenin (Didier Flamand) sadece sesi duyuluyor. Yönetmen, kışkırtıcı kelimelerle Anne’ın yüzündeki gerçek ifadeyi yakalamak istiyor. Yönetmen, “Gerçek yüzünü görmek istiyorum” diyor Anne’a. Görüntü, Anne’ın korkusu üstüne kararıyor.

Çiftlikte, Georges ve Jean’ın babası (Josef Bierbichler) yapayalnız mutfakta pancar yemeği yiyor. Köy ekmeği ve kırmızı şarabı da var. Birden ortaya Jean çıkıyor. Baba, ona da bir tabak yemek koyuyor. Konuşmuyorlar. Baba, yemeğini yedikten sonra tabağını lavaboda temizliyor. Baba tuvalete giderken, kamera da geriye doğru kayıyor. Görüntü kararıyor.

Kamera da uçağa gidiyor. Yolcular uçağa biniyorlar. Rumen Maria da iki polisle uçağa geliyor. Yabancılar şubesi onu sınır dışı yapıyor. Görüntü kararıyor.

Amadou’nun annesi Aminate (Maimouna Heléne Diarra), Paris’teki Malilere yardımcı olan siyahî bir adama, bir dolu polisin evi basıp her şeyi dağıttıklarını anlatıyor ağlayarak. Onur kıran ve aşağılayan bu ırkçı polis, bir suçlu gibi davranmış. Amadou o sırada gözaltındaymış hapishanede. Adam, Amadou’nun Mali’ye dönmesini istiyor. Beyazlarla çok yakınmış Amadou. Anadilleriyle konuşuyorlar.

Kamera, Romanya’ya gidiyor. Rüzgârlı ve tozlu günde Maria, erkek torunuyla neşeli sohbet yapıyor. Torunu, bir cep telefonuyla Roma’dan köyü arayıp burada koyunlara doğum bile yaptırılabildiğini anlatıyor coşkuyla. Rumence konuşuyorlar. Torun gittikten sonra kocası Dragos (Bob Nicolescu) çıkıyor karşısına Maria’nın. Özlemle sarılıyorlar birbirlerine. Görüntü kararıyor.

Anne, dairesinde televizyonda haberleri izlerken, elbiselerini de ütülerken gösteriyor onu kamera. Kırmızı şarabını da içiyor Anne. Görüntü kararıyor.

Maria, dilenerek yaptırdığı evi ailesiyle geziyor gururlanarak. Kaba inşaatı bitmiş eve bazı mobilyalar da alınmış. Maria’nın küçük kızı evlenecekmiş. Ama damadın ailesi, kızının yaşını küçük görüyormuş. Rumence konuşuyorlar. Görüntü kararıyor.

Sağır-dilsizler okulunda küçük öğrenciler trampetleriyle coşkuyla prova yaparken yansıyor bir an. Amadou’nun küçük kız kardeşi de trampet çalıyor. Görüntü kararıyor.

Georges Paris’e dönmüş. Anne’ın dairesinde. Georges telefon ediyor. Oğlu beş yaşına giriyormuş. Çok geçmeden Anne geliyor. Georges’a değişmediğini söylüyor Anne ve ona “Çok özledim” diyerek sarılıyor. Görüntü kararıyor.

Çiftlikte baba, eski beyaz minibüsün arkasından yepyeni bir motosikleti dışarı çıkartıyor. Motosikleti park ettikten sonra içeri girip Jean’ı çağırıyor hediyesini göstermek için. Jean, mutlulukla motosiklete biniyor ve dolaşmaya çıkıyor. Sabit açıdaki kamera, Jean’ın motosiklete bindiğini göstermiyor. Bir an çerçeveye giren Jean, motosikletle uzaklaşıyor oradan. Görüntü kararıyor.

Film çekiminde. Anne, emlakçıyla evi dolaşan kadını oynuyor. “Steadicam” kamera da zaman zaman görüntüye giriyor. Kasvetli odanın kapı ve pencereleri de yok. Ama evin salonu geniş ve pencerelerinden günışığı aydınlatıyor içeriyi. Pencereden muhteşem bahçe de fark ediliyor. Haneke, bu anlarda sıkça açıları değiştirerek kesmeli çekimler yapmış. Görüntü kararıyor.

Ardından bir an yansıyor çiftlikten. Jean ve babası, ahırda ineklere yemliyorlar. Görüntü kararıyor sonra.

Restoranda. Anne, arkadaşlarıyla mutluluğunu paylaşıyor bu anda. Georges da orada. Anne’ın film çekimi kutlanırken, Georges’un da “medeniyete” dönüşü de bu kutlamaya dâhil oluyor sanki. Georges’un medeniyet üstüne düşünceleri derin. Şehir medeniyet miydi? Masaya, Paris’e birkaç saat önce gelmiş ortak dostları da gelirken, kameraya Amadou ve sevgilisi (Florence Loiret Caille) takılıyor. Kamera onları sola kayarak takip ediyor. Amadou, sevgilisine babasının gemiyle Fransa’ya nasıl geldiğini büyüleyici kelimelerle anlatıyor. Amadou’nun babası, bizdeki medyanın “kaçak göçmen” dediği göçmenlerdendi. Bizdeki medyanın şefkat duygusu aşağılarda mıydı? Garson, ayırttıkları masaya oturtmuyor onları. Garson, bu siyahî de nereden çıktı der gibi davranıyor. Irkçılığa bu anda da dokunuluyor. Amadou, beyaz sevgilisinin kolundaki saati tuhaf buluyor. Kız saati bileğinden çıkartıp küllüğe atıyor. Amadou, sevgilisinin artık boş olan beyaz dişi bileğini şefkatle öpüyor. Lavabodan çıkan Anne, Amadou’yu fark ediyor. Anne, masaya giderken, kamera da sağa doğru kaymaya başlıyor. Görüntü kararıyor.

Kamera Romanya’ya gidiyor. Kamera, arabanın içinde, arka tarafta sabit açıdan yansıtıyor her şeyi. Arabanın direksiyonu sağ tarafta. Araba, Maria’nın yanında duruyor. Maria arabaya biniyor. Adam, karısının Dublin’de çocuk bakıcılığı yaptığını söylüyor. Çok geçmeden Maria arabadan iniyor. Kamera arabada kalıyor. “Rap” müziği duyulmaya başlıyor arabanın teybinden. Rumence konuşuyorlardı. Görüntü kararıyor.

Anne, dairesinin kapısını açtığında bir not buluyor. Notu anlamaya çalışıyor. Sonra karşı dairedeki yaşlı komşusunun zilini çalıyor. Kadın, bir şey bilmediğini söylüyor Anne’a. Görüntü kararıyor.

Amadou’nun annesi, yine aynı adamla konuşuyor evde. Bu defa migrenini anlatıyor. “Allah’ın izniyle yeneceğini” söylüyor anne. Anadilleriyle konuşuyorlar. Görüntü karıyor.

Çiftlikte. Baba, Jean’ın kendine bıraktığı notu okuyor mutfakta. Baba, ifadesiz bir yüzle yerinden kalkıyor, ocağın altını yakıyor, tencereye çeşmeden su dolduruyor ve ardından görüntü kararıyor.

Markette. Georges ve Anne, alışveriş arabasıyla raflar arasında dolaşırken, bir yandan da tartışıyorlar. Georges’un duyarsızlığına öfkeleniyor Anne. Çünkü Georges notla ilgilenmiyor. Anne, hamile olabileceğini de söylüyor Georges’a gizemli kelimelerle. Sonra da onu öpüveriyor Anne.

Kamera, Romanya’ya gidiyor. Maria, düğünde eğleniyor; halay bile çekiyor neşeyle. Görüntü kararıyor.

Amadou’nun babası, küçük oğlunun sorunun anlamaya çabalıyor evde. Okulda, kendinden büyük bir beyaz oğlanla yaşadığı tuhaf bir olayı anlatıyor çocuk. Bu anda, hem Fransızca hem de anadilleriyle konuşuyorlar. Beyaz oğlan, montunu almış ve ondan yüz frank istemiş.

Kamera, kesme yaparak Georges’un fotoğraf makinesini hazırlarken yansıtıyor. Anne’ın dairesinde. Arkadaki boy aynasına dönüyor, kendine bakıyor. Görüntü kararıyor.

Çiftlikte baba, tüm inekleri öldürüyor. Baba, sonra ahırın kapısını kapatıyor. Görüntü kararıyor.

Tiyatro seçmelerinde. Anne, tiyatro sahnede tekstini sahneliyor. Kamera, genel planda ve sabit açıyla yansıtıyor her şeyi. Görüntü kararıyor.

Amadou ve kardeşleri masada yemek yerlerken, annesi, babasının Afrika’ya geri döneceğini söylüyor. Yusuf, yaşlanmış ve bu ülkeden yorulmuş. Belki de beyazların ırkçılığından usanmıştır. Bu anda hem Fransızca hem anadilleriyle konuşuyorlar. Amadou, sağır-dilsiz küçük kız kardeşi Salimata’ya (Guessi Daikite-Goumdo) konuşulanları işaret diliyle anlatıyor. Görüntü kararıyor.

Georges metroda. Ayakta duran Georges, boşalan yere oturuyor. Karşısında oturan sarışın kadına rahatsızlık vermeden baksa da kadın kalkıp gidiyor. Başka bir kadın geliyor. Ona da bakıyor. Fotoğraf makinesiyle de oynamaya başlıyor. Sonra kalkıyor. Görüntü kararıyor.

Romanya’da. Maria, evlerinin önünde bir adamla konuşurken yansıyor. Maria’nın kızı da yanında. Adam, yeni yolculuktan bahsediyor. Maria, yorgun ve isteksiz sanki. Görüntü kararıyor.

Çiftlikte. Georges ve Anne, babayı ziyarete gelmişler. Kayıp Jean’dan konuşuyorlar. Baba, oğlunu aramayacakmış. Baba, Anne’a karşı sıcak. Böyle muhteşem bir kadını, oğluyla yan yana getiremiyor zihninde baba. Görüntü kararıyor.

Romanya’da da yolculuk başlıyor. Görüntü kararıyor.

François’nın cenaze töreninde. Mezarlıkta insanlar, mezara toprak atıyorlar. Anne da atıyor. Anne, oradan ayrılırken, kamera sola kaymaya başlıyor. Anne, yaşlı bir kadınla yan yana yürümeye başlıyor. Derinlikte de Paris’in gökdelenleri yansıyor. Görüntü kararıyor.

Georges’un çektiği siyah-beyaz portre fotoğrafları gösteriyor. Georges’un ikinci mektubu… Georges’un dış sesi duyuluyor fotoğraflar yansırken. Genç yaşlı, siyahî beyaz, kadın erkek fotoğrafları bunlar. Georges mektubunda esaret anlarını anlatıyor. Gazetecileri, değirmene götürmüşler. Yeni gelen gardiyanla İngilizce iletişim kurmaya çabalamış. Gardiyan, “What I can do you” diyormuş. Bunu dedikçe hep anlatıyormuş. Gardiyanın tek bildiği cümle buymuş. CNN’den birisi kurtarmış onları. Sonra da Kabil’e dönmüşler. Görüntü kararıyor.

Çiftlikte. Baba, traktörle tarlayı sürerken yansıyor bir an. Traktör, çerçeveden çıkıyor, kamera sabit açıda bir süre öylece kalıyor. Görüntü kararıyor.

Romanya’da insanlar içip eğlenirlerken, Maria mutsuzluk içinde. Kalabalıktan uzaklaşan Maria bir köşede ağlarken, bir kadın onu teselli ediyor. Maria için bu yolculuk kolay değildi.

Anne’ın oynadığı filmden havuz sahnesi yansıyor. Haneke, bu anlarda kameranın açılarını sürekli değiştirmiş. Anne’ın filmde oynadığı kadınla kocası, çatıdaki havuzunda eğlenirken, küçük oğullarının balkonun ucunda durduğunu fark ediyorlar birden. Baba havuzdan çıkıp oğlunu son anda ölümden kurtarıyor. Kesmeyle kamera, dublaj odasına gidiyor. Anne, havuz sahnesinin dublajında “seni seviyorum” sözünü derken gülme krizine giriyor. Bu söz günümüzde gülünecek bir söz müydü artık? Görüntü kararıyor.

Amadou’nun babası, Afrika’da arabasıyla feribottan çıkarken yansıyor, kamera da arabanın içindeyken.

Metroda. Anne, tren vagonunun uç taraflarında yolculuk yaparken, Kuzey Afrikalı gençler, umutsuzluklarını ve geleceksizliklerini buradaki beyaz Fransızlara öfkelenerek gösteriyorlar. Yönetmen, ikileme düşürüyor insanları. Banliyöden şehrin merkezine inmiş bu geleceksiz gençler konformistlerin rahatını mı bozacaktı? Anne, oturduğu yerden kalkarak sabit açıda duran kameranın olduğu yere geliyor. Gençler, Anne’ın rahatsız olduğunu anlıyorlar ve öfkeli kelimelerini Anne üzerinden savuruyorlar. Gencin biri (Walid Afkir), Anne’ı rahatsız etmeyi sürdürürken, yaşlı bir Arap da (Maurice Bénichou) rahatsızlık duyuyor. Gençler durakta indikten sonra Anne ağlamaya başlıyor. Duygu boşalması gibiydi bu. Görüntü kararıyor.

Dışarıda. Sağır-dilsiz çocuklar hep beraber trampet çalmaya başlıyorlar. Amadou da orada. Görüntü kararıyor.

Filmin girişindeki caddede Rumen Maria yürürken, kamera da onu takip ediyor sağa-sola kayarak. Maria sokağa geliyor, sokağın içine giriyor, sonra da sokağın başındaki köşeye oturuyor. Dükkândan çıkan bir kadın Maria’ya bakıyor bir süre. Sonra bir kadın ve bir adam Maria’nın yanına geliyorlar. Bu köşe kapatılmış başka dilenciler için. Her şey mafya işiydi artık. Maria ayağa kalkıyor ve uzaklaşıyor oradan. Trampet sesleri duyulmayı sürdürüyor ve görüntü kararıyor.

Anne, metrodan çıkıyor. Kamera, sola kayarak onu takip ediyor. Anne, apartmanın önüne geldiğinde kapının şifresini yazıyor, kapı açılıyor. Sonra da şifreyi değiştiriyor. Trampet sesleri duyulmaya devam ediyor. Görüntü kararıyor.

Georges geldiğinde yağmur yağıyor. Valizi olan Georges, bir dükkâna giriyor ve hediye alıyor. Kamera sağa kayarak onu takip ediyor. Apartmanın kapısına geldiğinde şifreyi yazıyor, ama kapı açılmıyor. Georges, caddenin karşısına geçiyor ve ankesörlü telefondan Anne’ı arıyor. Cevap yok. Trampet sesleri hâlâ duyuluyor. Sonra da görüntü kararıyor.

Sağır-dilsizler okulunda bir çocuk işaret diliyle tahmin oyunu oynuyor. Bu filmde, sağır-dilsiz çocuklardan keşfedilecek çok şey vardı. Öncelikle iletişimdi bu. Çocuklarda din, dil, ırk, mezhep vb yetişkin takıntıları yoktu. Önemli olan birlikte olabilmekti. Yabancılaşmalarla, iletişimsizliklerle, kopukluklarla, hoşgörüsüzlüklerle, bencilliklerle nereye kadar gidilebilecekti ki?

“Kurdun Günü…”

Michael Haneke’nin 2002 yapımı “Le Temps du Loup-Kurdun Günü”, mahşer sonrasını anlatan bir yapıt. Filmi anlamlandırabilmek için kuzey kültürlerinin içinde dolaşmak gerekli. Filmde kurtlar yok. Bir belirti de yok. Kurtların sürü oluşumu üstünden ortaya bir şeyler çıkabilir miydi? Kurt sürülerinde, alfa olan dişi ve erkek, tüm sürünün lideri oluyordu. Çiftleşme ve yavru doğurma haklarının yanında, ortaklaşa avlanan avlarda öncelik de alfalarda oluyordu. Kurt sürülerinde bir hiyerarşi vardı hep. Filmde İncil’e de gönderme var. Öncelikle “Vahiy” bölümündeki ilk beş mührü okuyunca az da olsa zihinde bir şeyler oluşuyor. Haneke sadece İncil’in kıyılarında dolaşıyor ama. Sözü edilen “36”lar, “36 Salih”e gönderme yapıyor. Yahudilikte “Dünyayı Koruyanlar” demek. Yahudiler, onlara “Tzaddikim” diyorlar. Onlar adaleti koruyorlarmış. Simgeler yüklü bu gizlenmiş anlamları epey araştırmak gerekiyordu. Sonunda “com” olan “lanuitdublogeur” adresinde bulabildik araştırmayla. “Ateş Adamlar” efsanesi de genelde İskandinav, özelde de Norveç efsanelerine dayanıyor. Thor, Tyr (Tır), Freyr vb üzerine efsanelere bakmak gerekiyor. Araştırmalarla, sonunda “org” olan “norse-mythology” adresinde bulabildik. Adresin sonuna “/tales/ragnarok” eklemek de gerekli. “Ragnarök”, Hıristiyanlık öncesi bir efsaneydi İskandinavlarda. Final bölümünde çocuk Ben’in kendini yakmak istemesi, efsaneye mi, yoksa çocuk İsa’ya mı göndermeydi? Umut muydu bu yoksa? Filmin içinde dolaşırken, şu anki dünyadaki tüm felaketleri, iklim değişimlerini, mültecileri, trajedileri düşünüyorsunuz.

ORF-Wega-Bavaria-Canal Plus-Arte’nin ortak sunduğu filmin senaryosunu da yönetmen yazmış. Buz mavisi soğukluğundaki fotoğrafları da Jürgen Jürges yansıtmış. Filmde müzik yok. Sadece radyodan bir an Beethoven duyuluyor. Yönetmen, doğal sesler kullanmış. Filmin kurgusu da insanı yabancılaştırıyor. Haneke, filminde Brechtyen anlatım oluşturmuş. Bu da insanı yabancılaştırıyor anlam yaratmada. Bazı anlarda, ortadan veya sondan o sahneye dâhil olununca, ne olduğunu anlamakta zorlanıyor insan. Amerikalı yönetmen Joseph Losey’in Alain Delon’u oynattığı 1976 yapımı “Mr. Klein-Kaderi Arayan Adam” filminde de, Bretctyen yabancılaşma yaratılmıştı. Ortasından veya sonundan sahnelere, Losey’in bu filminde de dâhil olunuyordu. Haneke’nin bu filmi ülkemizde 24 Ekim 2003’te vizyona çıkmıştı.

Film başlar başlamaz bir kâbusun içine düşülüyor. Bu gri soğuk mavisi atmosferin ortasında birden uykudan uyandırılmış gibi hissediyor insan. Sürekli bir yabancılaşma yaşanıyor film boyunca. Anne, baba ve iki çocuğuyla bir aile sayfiyedeki evlerine arabalarıyla gelişiyle başlıyor her şey. Yanlarında günlerce yetecek yiyecek ve içecek de almışlar. Evlerine girdiklerinde hiç beklenmedik bir şey oluyor. Bir karı-kocayla bir çocukları olan bir aile tüfekle onları karşılıyorlar. Ne olacaktı şimdi? Eve gelen ailenin babası Georges Laurent (Daniel Duval), kızları Eva’yla (Anaïs Demoustier) küçük oğulları Ben’i (Lucas Biscombe) dışarı çıkartıyor. Evde karısı Anne’la (Isabelle Huppert) kalıyor. Tüfekli adam, karısı oğluna su içirirken tüfeğiyle Georges’a ateş ediyor ve onu öldürüyor. Adamın karısı “Öldürdün” diye çığlık atıyor korkuyla.

Uzaktan orman yansıyor. Anne ve çocukları bisikletleriyle köye doğru yürürlerken yansıyor. Köyde bir eve gidiyorlar. Kocasının öldürüldüğünü ve erzaklarının olmadığını söylüyor Anne. Adam yardımcı olmuyor ve “Buradan gidin” diyor onlara. Gece sığınılacak bir barakaya geliyorlar. Sabah dışarı çıktıklarında ahırda yakılan inekleri görüyorlar. Köyde kapıları çalıyorlar ve kimse açmıyor. Gidiyorlar. Karanlık çökerken barakaya sığınıyorlar. Anne, konserveyle çocukların karnını doyurmaya çalışıyor. Isınmak için de ateş yakmışlar. Anne, biraz yiyecek bulabilmek için dışarı çıkıyor. Bir eve gidiyor ve az da olsa yiyecek alabiliyor. Artık yiyecek yetmiyormuş. Barakanın içinde Ben’in kuşu kurtulmuş uçarken, Ben de onu yakalamaya çabalıyor. Ben’in burnu kanıyor birden. O sırada ablası Eva kuşu yakalıyor ve Ben’e veriyor.

Gündüz oluyor. Dışarısı sisler içinde. Aile sisler içinde yine yollara düşüyor. Bir kulübe görüyorlar. Gece sığınılabilecek yeni bir yer burası. İçeriye saman yığılmış. Ben’in de kuşu ölüyor. Ben, kuşu için küçük bir cenaze töreni yapıyor hüzünle. Anne, pencereden uzaklara bakıyor. Ne yapabileceğini düşünüyor. Karanlıklar içinde Anne çakmağı yakıyor ve her yer aydınlanıyor birden. Eva, Ben’in olmadığını söylüyor annesine. Ben’e sesleniyorlar. Yerde ateş yakıyorlar. Eva ateşi beslerken, Anne da Ben’i aramaya çıkıyor. Bir süre sonra kulübe yanmaya başlıyor. Eva, annesine özür diler gibi sarılıyor. Sabaha karşı, yabancı bir genç kaçakla (Hakim Taleb) Ben çıkageliyor. Ben, gencin tutsağı gibiydi sanki. Ama aile yine bir araya geliyor. Anne, gence kendileriyle kalmalarını söylüyor. Gencin avucundaki yarayı görüyorlar. Anne, gencin yarasını temizliyor yakınlık kurabilmek için. Eva da gence yakınlık duyuyor. Genç, aileden alabileceklerine göz atıyor ve “Bisiklet fena değil” diyor. Genç, tren istasyonundan bahsediyor onlara. Demiryolundan istasyona doğru yürümeye başlıyorlar. Demiryolu kenarında genç, ölü bir koyun buluyor. “Susuzluktan biri öldürmüş olabilir” diyor. Yerde yatan ölü bir adamı da fark ediyorlar. Genç, ölü adamın elbiselerini çıkartmaya başlıyor. Paltoyu da Eva’ya veriyor. Bir tren geçiyor. Hep beraber trenin peşinden koşarken, Ben geride kalıyor ve yere çöküyor.

Tren istasyonuna geliyorlar. Bekleme salonunda treni bekleyen insanlar var. İçeride yaşlı bir adamı görüyor Anne. İçeride soba da var. İçerisi soğuk. Anne, yaşlı adama sigara paketini uzatıyor. Treni soruyor. Yaşlı adam, Anne’ı anlamıyor pek. Yaşlı adamın, kendisi gibi yaşlı karısı, oğlu, gelini ve bir bebek torunu var. Polonyalı göçmen bir aileydi bu. Su ve yiyecek çok önemli. Bunları alabilecek şeyler de. İçeri başka insanlar da geliyor. Buradaki her şeyi ayarlayan Koslowski (Olivier Gourmet), gence çantasını boşaltmasını söylüyor. Kurallardan biriymiş. Genç dışarı kaçıyor. Eva, Koslowski’den gençle konuşmak için izin istiyor. Bir şey mi çalınmıştı? Gencin avucu nasıl yaralanmıştı? Eva, gençten gitmesini istemiyor. Genç, yalnızken kendini daha iyi hissediyormuş. Kurallar yokmuş. Genç, içeride birinin gözlüğünü çaldığını itiraf ediyor Eva’ya. Genç, “Tren belki burada durur. Buralardayım” diyor Eva’ya. Trenler çok önemliydi. Godot’nun beklenişi gibi. Su ve yiyecek tren kadar önemli bu kıtlık mahşerinde. Bu kıyamette, binalara pek zarar gelmemiş. Daha çok su ve yiyecek bulması zor. Para bir yere kadar önemli. Mafya organizasyonu oluşturmuş bazı atlı adamlar, insanlara su vermek için onlardaki para dâhil her şeyi alıyorlar.

Gündüz. Dışarıdaki insanlar treni iterek makas değiştirmeye çabalıyorlar Thomas Brandt’ın (Patrice Chereau) yönlendirmesiyle. Eğer tren gelirse bu istasyonda dursun diye. Thomas, Lise’in (Beatrice Dalle) eşi. Brandt ailesinin bir de kızları var. İçeride Anne, Béa’yla (Brigitte Rouan) iletişim kurmaya çalışıyor sigara vererek. Bir şeyi paylaşmak çok değerliydi bu kıyamet sonrasında. Béa da Anne’a bir konserve veriyor. Bu istasyonda, susuz ve yiyeceksiz kalmamak için Koslowski’ye bedeller ödemek zorunda kalıyor kadınlar. Onunla, bir bardak su için vagonda yatmak zorunda kalan kadınlar var. Béa, Anne’a 36 kişiden söz ediyor. Onların biriyle tanışmış. Kolay ortaya çıkmıyorlarmış. Ama hayatın devamı için savaşıyorlarmış. Bu “36”lar kimdi? Mitolojik bir şey miydi? Béa, trenlerin kolay kolay bu istasyonda durmadığını da söylüyor. Radyodan haber dinleme imkânı olan Thomas, ülkenin diğer yerlerindeki olayları da haber veriyor. Moral bozucu haberler. Yiyecek, içecek ve mazot kıtlığı çekiliyormuş ülkede. Ülkenin güneyinde zorluklar artmış. Her şeyin aynı olduğu haberleri duyanlar öfkeleniyorlar. Gerginlik çıkıyor. Lise de çok öfkeleniyor. Eva da, başka bir mekânda bir şey arıyor gibi. Dışarıda bir kadın çocuğu için su istiyor. Koslowski, “Hakkını aldın” diyor kadına. Gece herkes uyuyor. Sabah olunca Eva, ormanda gencin yanına gidiyor. Gencin yarasına merhem de sürüyor. Genç, köpeklerle arkadaş olmak istemiş. Ama köpekler ona saldırınca eli yaralanmış. Anne da, bütün mücevherleri Koslowski’ye vermiş. Eva giderken, genç de çaldığı gözlüğü Eva’ya veriyor.

Koslowski atlılarla su getiriyor istasyona. Bir kadın, çocuğuna su için yalvarıyor Koslowski’ye. Thomas, atlı sucunun, kadının çocuğuna su vermesi için saatini vermek istiyor. Eşkıya saati alıp akıl da veriyor. Öte tarafta Eva da daha önce keşfettiği mekânda ölü babasına mektup yazıyor. Mekânda fotoğraflar da yansıyor. Sonra ormanda çalı çırpı topluyor insanlar yakmak için. Başka bir taraftaysa Polonyalı ailenin ölen bebeği gömülürken yansıyor. Bebeğin babası, mezara haç yapıyor ve küçücük mezarın üstüne koyuyor. Bebeğin annesi, yüreklere hüzün çöktürür gibi ağlıyor. Gece. Dışarıda ateş yakılmış ve etrafında da insanlar toplanmış. Su getiren atlılar da orada. Bebeği ölen genç Polonyalı baba, yaşlı babasını dışarı çıkartıyor. Keçileri olan kadından süt alıyorlar. O sırada birileri, Polonyalı babaya ırkçı söylemlerle saldırıyorlar. Yaşlı adam içeri gidiyor. İçinde süt olan tabağı kendi gibi yaşlı eşine götürüyor susuzluktan ölmesin diye. Bu şefkatli an çok etkileyiciydi ve insan olmanın erdemini hissettiriyordu. Aslında bu filmde insan denen tuhaf mahlûkatın ne olduğu anlamlaşabilecek belki de. İnsanın olduğu her yerde türlü çeşitli fikirler, kültürler ve başka şeyler var işte. İnsanı tanımak, tanımlamak ve anlamlandırmak içinden çıkılmaz bir şey miydi? Anne, yaşlı adamın karısına sütü içirdiği anı şefkatli gözlerle izliyor. Sonra da dışarı çıkıyor. İçeride Eva da çantasında bir şeyler arayan adamı izliyor. Dışarı çıkan Anne, ağlıyor.

Gündüz. Kamera, tarlaların ortasında genel çekimle istasyonu yansıtıyor bir an. İçeride de uykudan kalkmış insanlar, uyuyanlar, bir şeyler yapanlar, tıraş olanlar yansıyor. Eva, dışarıda vagonun yanında genci görüyor. Keçilere su verilmesine kızıyor genç. Bencillik miydi bu? Başka bir an. Eva, annesini çağırıyor. Eva, orada, babasını vuran aileyi görüyor. Anne, adama öfkeli sözler söylüyor. Adam anlamıyor. Koslowski kanıt istiyor. O sırada bir atı vuruyorlar. Yere düşen ve hâlâ canlı atın boğazına bıçak saplıyor atlı suculardan biri. Kan, atın boğazından oluk gibi fışkırıyor. O sırada gök gürüldüyor ve yağmur yağmaya başlıyor. Bu simgesel bir an mıydı? Ben, yine kayboluyor. Eva, onu aramaya çıkıyor. Kamera, içeriden sağa kayarak Eva’yı takip ediyor. Ben’i vagonun altında buluyor Eva.

Gece. İçeride adamın biri Béa’ya, “36”lardan daha fedakâr “Ateş Adamları”nın hikâyesini anlatıyor. Delilerden söz ediyor. Ateşe çırılçıplak atlıyorlarmış. Bu çürümüş dünyayı insanlara yaşanır kılmak için kendilerini yakıyorlarmış. Kendilerini kurban ediyorlarmış. Adam, “Doğruların üyesi olmalılar” diyor kadına. Adam, “Dünyayı kurtaran benim ateş kardeşlerim” diyor. Biri ateşe atlarsa, diğeri de atlıyormuş. Onları dinleyen Eva, ayağa kalkıyor ve bir adamın yanına gidiyor. Eva müziği soruyor. Adam, “walkman”e kaseti takıyor ve Eva’ya dinletiyor. Lüks lambasının ışığı da loş bir aydınlık veriyor mekâna. Gecenin derinliğinde uyuyan Eva uyanıyor. Etrafına bakınıyor. Ben de uyanık. Sabaha karşı herkes uyurken, tüfekli insanlar içeri giriyorlar. Polonyalı aileyi hırsızlıkla suçluyorlar. Suyla keçinin biri çalınmış. Sabah olduğunda Eva, gençle ormanda buluşuyor. Keçiyi genç çalmış. Tüfekli adamlar hırsız ararlarken, Eva ve genç saklanıyorlar. İstasyondaysa, Thomas’nın kızı ölüyor. Genç kıza temiz elbise giydiriyorlar. Ormanda keçi ses çıkartıyor. Tüfekli adamlar da uzakta değil. Genç, bıçağı keçinin boğazına götürürken, istasyondaysa, Thomas kızını gömmek için yardım istiyor insanlardan.

Gece. İçeride insanlar uyuyor. Dışarıda da ateş yanıyor. Burnu kanayan Ben de uyanmış. Dışarıda iki adam nöbet tutuyor. Adamlardan biri devriyeye çıkarken, “Ateş Adamlar” mitolojik hikâyesini anlatan adam oturmayı sürdürüyor. Ben, dışarı çıkıyor ve demiryolunda yürüyor. Ateşin yandığı yere geliyor. Ateş sönmesin diye odun atıyor. Sonra da çırılçıplak soyunuyor. Bir at kişniyor. Ateş demiryolu üzerinde yanıyor. Adam at sesini duyuyor. Adam, Ben’i görüyor. Ben’e koşuyor. Adam, Ben’in “Şu atlara bak, ateşe doğru geliyorlar” diyerek dikkatini dağıtıyor ve çocuğu ölümden kurtarıyor. Ben, adamın anlattığı “Ateş Adamlar” hikâyesinin etkisinde kalmış. Adam bunu anlıyor. Ben, kendini ateşe atarak dünyayı kurtaracaktı kahramanlar gibi. Adam, çocuğu teskin ederken, kamera da yavaşça geriye doğru çekiliyor. Gündüz. Trenin kompartımanından doğa yansıyor sonda. Cennetin yansıması gibiydi. Ardından da her şey bitiyor birden. Bütün bunlar yaşanmış mıydı? Yoksa bir kâbus muydu her şey?

(15 Temmuz 2016)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Avrupa’nın Sessizliği

Sığınmacılar meselesini Avrupa’nın Yahudi Soykırımı’ndan beri yüzyüze geldiği en büyük trajedi olarak tanımlıyor Gianfranco Rosi. Belgesel Sinema’ya getirmiş olduğu taze kan ile bilinen İtalyan sinemacı, bu hafta bizde de gösterime giren Altın Ayı ödüllü son çalışması ‘Denizdeki Ateş / Fuocoammare’de bizzat kullandığı kamerasını günümüzün bu en önemli toplumsal sorununa çeviriyor.

1964 Eritre doğumlu olup bir dönem İstanbul’da yaşadıktan sonra yirmili yaşlarının başlarında sinema eğitimi için New York’a yollanan yönetmenin filmlerini geniş bir zamana yayarak çektiğini ve kurgu sürecinin uzun sürdüğünü biliyoruz. Hindistan’da kutsal Ganj üzerinde çektiği 1993 yapımı ilk belgeseli ‘Boatman’in izleyici karşısına çıkması tam beş yılını almıştı. California çölünde eski arabaları, kırık dökük karavanları, birkaç parça eşya ve bazen can yoldaşı köpekleriyle kent yaşamına ve kapitalizme inat başka bir yaşamı sürdüren uyumsuzları belgelediği ikinci uzun metrajı ‘Below See Level / Deniz Seviyesinin Altında’nın (2008) nihai kurgusu yine beş yılda tamamlanacaktır. Youtube’dan izlenebilen 2010 yapımı üçüncü çalışması ‘El Sicario, Room 164’ Meksika kökenli uyuşturucu karteli tetikçisinin itirafları üzerinedir. Yirmi yıl boyunca kartelle çalışmış polis kökenli tetikçinin kurbanlarını sorguladığı ve infaz ettiği otel odasındaki tüyler ürperti açıklamalarına tanıklık ederiz bu kez.

Üç yıl önce Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan’ı kazanan ilk belgesel olarak tarihe geçen ‘Sacro GRA’, Rosi’nin daha geniş kitlelerce tanınmasını sağlar. ‘Çevreyolu’ başlığıyla 33. İstanbul Festivali programında bizlere de ulaşan film adını Roma’yı Satürn’ün ışık halkaları misali çevreleyen 70 km. uzunluğundaki devasa otoyoldan alır. Çekimleri iki yıl kadar süren filminde bu otoyol çevresinde yaşayan farklı sınıflardan insanların gündelik hayatından kesitleri etkileyici bir üslupla perdeye taşır sinemacı. Italo Calvino’nun ‘Görünmez Kentler’inden esin alan yapım Roma’nın ‘muhteşem güzelliği’ni görmek isteyenleri biraz hayal kırıklığına uğratır belki, ancak bireyler ve mekân arasında kurduğu ilişkiyle şehir üzerine yazılmış benzersiz bir sosyal makaleye dönüşür.

Şubat ayında bu yıl Meryl Streep’in başkanlığını yaptığı Berlinale jürisinin büyük ödülünü kazanarak Rosi’nin acı çığlığının geniş kitlelere ulaşmasını sağlayan ‘Denizdeki Ateş’, sinemacının belgesel ile kurgunun arasındaki çizginin muğlaklaştığı benzersiz işlerinin şimdilik sonuncusu. 35.İstanbul Film Festivali’nde izlenen Jacob Brossman imzalı ‘Lampedusa’da Kış’ belgeseline ilişkin kaleme almış olduğum yazıda son 15 yılda 20.000’den fazlasının denizlerde yaşamını yitirdiği Afrikalı mültecilerin durumunun aciliyeti hususunda görüşlerimi belirtmiştim. Coğrafya hakkında bilgileri tazeleyecek olursak, Lampedusa Sicilya’nın güneyinde, 11 km uzunluk ve 3 km genişlikte Afrika’ya en yakın, hatta Tunus’a Sicilya’dan çok daha kısa mesafede bir İtalyan adası. Yaklaşık 4000 kişinin yaşadığı bu küçük kara parçası özgür ve emniyetli bir yaşam için Avrupa’ya göç eden Kuzey Afrikalıların ilk durağı, el yordamıyla umuda yolculuk edenlerin Akdeniz’deki can simidi haline gelmiş. Adaya bir kısa film çekmek için geliyor Rosi. Ancak trajedinin boyutunu kavradıktan sonra meseleyi geniş kitlelere daha vurucu bir biçimde aktarabilmek için uzun metrajda karar kılıyor.

Adada 18 ay geçiriyor yönetmen. Bu süre zarfında trajediyle yüzyüze geliyor. Tıka basa insanlarla doldurulmuş iptidai teknelerle adaya ulaşabilen mültecilerin mazota bulanmış perişan hallerine, teknenin alt bölümünde yolculuk eden onlarcasının havasızlık ve susuzluktan telef oluşuna tanıklık ediyor. Denizde ölümden kurtulanların adadaki karantina döneminde yaşadıkları sefaleti görüntülüyor. Yakınlık kurduğu Nijeryalı göçmenin ağzından dökülen ağıda kulak veriyor. Genç adam bombaların yakıp kavurduğu ülkesinden Sahra çölüne kaçışlarını dile getiriyor. Binlerce göçmenin Libya hapishanelerindeki mutlak ölümdense denize açılmayı yeğlediğini haykırıyor.

Mültecilerin yaşadıkları dram Rosi’nin filminin üçte birlik bölümünde yer alıyor. Asıl gözlemlediği ada halkından bir ailenin bireyleri ve yakınları. Adada geçirdiği süre içinde yakınlık kurduğu ve güvenini kazandığı 12 yaşındaki Samuele ve birlikte yaşadığı balıkçı amcası ve babaannesinin yaşantılarına konuk ediyor bizleri. Ellerinde ananas ağacından yapılmış sapanlarla kuş avına çıkan Samuele ve arkadaşını gamsız çocukluğun tadını çıkartırken izliyoruz film boyu. Köyde hayat sakin ritminde sürüyor. Maria hâlâ leziz İtalyan yemeklerini hazırlarken adanın DJ’inden istekte bulunduğu -filmin özgün adını aldığı ‘Fuocuammare’nin de aralarında bulunduğu- napoliten şarkılar ya da Rossini ezgileri duyuluyor radyodan. Giderek mültecilerin yaşadıkları trajediden bihaber süren dingin ada yaşamı güçlü bir Avrupa metaforuna dönüyor. Bu metaforu güçlendirmek için olsa gerek, ‘Lampedusa’da Kış’ belgeselinde rastladığımız göçmenlere yardım eden, onlara umut aşılamaya çalışan, yaşananların unutulmaması ve denizde hayatını kaybedenlerin anılarını yaşatmak için gayret sarfeden Paola La Rosa benzeri kişilerle karşılaştırmıyor bizleri Rosi. Adadakiler ile sığınmacıların birlikte görüntülenmediği filmde mültecilerle iletişim halinde olan tek kişi köyün doktoru. Filmin tam kalbinde yer alan etkileyici monologunda onların yaşadıklarından, talihsiz ölümlerden, çoğu çocuk ve kadın onlarcasının otopsisini yapmanın dehşetinden kederle söz ediyor Dr. Bartolo.

Napoliten ezgilerin arasına sıkışmış kısa haberlerde mülteci ölümlerinden bahsediliyor. Mutfağında yemek pişiren Maria halanın ‘zavallılar’ sözünden başkaca bir tepki işitilmiyor. Samuele’nin sol gözündeki tembellik, sağ beyinle ilintili empati eksikliğinin metaforu olarak mükemmel işliyor. Rosi bir kez daha belgesel ile kurgunun sınırlarını görünmez kılıyor. Hiç bir planı önceden kurgulamıyor. Gündelik hayatın doğal akışı içinde filmde yer alan gerçek kişilere hiç bir müdahalede bulunmuyor. Soru sormuyor, fazlaca izahat vermiyor. Puslu Lampedusa kışının ışığında ele aldığı meseleyle başbaşa kalarak perdeye yansıyanları sorgulamaya çağırıyor bizleri. Sığınmacının ağıdını Avrupa’ya ithaf ediyor, şiirsel haykırışıyla kamuoyunun suskunluğunu bozmayı hedefliyor.

(10 Temmuz 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Cennette de Gerecek: Hitchcock

Sinemanın büyüklerinden Alfred Hitchcock’un güneş altında gerilime sürükleyen “Kelepçeli Âşık” ve “Gizli Teşkilat” filmlerini de hatırlatmak istedik. Sinemanın klasikleşmiş bu iki filmi, küçük anlarıyla tedirginlik içinde kıvrandırıyor insanı.

“Kelepçeli Âşık…”

Alfred Hitchcock’un Fransız Riviyerası’nda geçen 1955 yapımı “To Catch a Thief-Kelepçeli Âşık”, güneyin Akdeniz güneşi altında geçen, aşklı, gerilimli ve eğlenceli bir film. Paramount’un sunduğu filmin senaryosunu John Michael Hayes yazmış. Film, David Dodge’un eserinden uyarlanmış. Neşeli ve gerilimli müzikleri Lyn Murray bestelemiş. Çarpıcı “technicolor” görüntülerse Hitchcock’un kadim karmamanı Robert Burks’ten. Hitchcock bu filminde sıkça kararma-açılma ve zincirlemeli geçişler kullanmış. Bu iki teknik, ustanın ruhuyla da buluşuyor tüm filmlerinde olduğu gibi. Filmde İngilizce ve Fransızca kelimeler duyuluyor. Bu film ülkemizde, Şubat 1957’de vizyona çıkmıştı.

Filmin ön jeneriği, Fransa afişleriyle doldurulmuş vitrin üzerine yansıyor. Ön jenerik yazıları bittikten sonra kamera birden Fransa afişine yöneliyor. Afişte, “Hayatı seviyorsan Fransa’ya bayılacaksın” yazıyor. Altta da neşeli bir müzik duyuluyor. Ardından bir kadın çığlık atıyor, mücevherleri çalınmış. Nice şehrinde peş peşe mücevher soygunları oluyor. Gece… Kara bir kedi çatılarda dolaşıyor. Sonra yine soygun çığlıklar duyuluyor soygun oldu diye. Yine geceleyin çatılarda kara kedi dolaşıyor. Bir kadın yatağında uyurken kara kedi kostümü giyinmiş biri mücevherleri yastığın altından alıyor. Zincirlemeli geçişle polis müdürlüğü yansıyor. Komiser Lepic (René Blancard) suçluyu tahmin ediyor. Nice, öyle güzel bir şehir ki, güzeller güzeli İzmir’i çağrıştırıyor insanda. Diğer Akdeniz şehri Toulon da birazcık İstanbul havasını veriyor. Ölmeden önce görülmesi gereken yerler buraları.

Gündüz… Nice’in dışında muhteşem villada hizmetçi Germaine (Georgette Anys) temizlik yaparken kara kedi de divanda huzur içinde. Gazetenin haberi yansıyor. Gazetede, “Eski ‘kedi hırsız’ John ‘Robie’ yeniden işbaşında mı” başlığı atılmış. John ‘Robie’ Smith (Cary Grant), eski direnişçilerdenmiş Fransa’da. Sonra “Kedi Robie” lakabını almış. Çünkü zengin yerlerde mücevher soygunları yapmış ve yıllardır da hiç kimseyi soymamış John “Robie” Smith. Aslında “Robie” onun lakabı. Robin Hood’u çağrıştırıyor. Ama o, zenginden alıp yoksullara dağıtmamış paraları. Şimdiki lüks yaşamını sürdürmüş. Uzun süreli tatil yaşıyor yani. John, villasının bahçesinde çiçeklerle ilgilenirken polis arabasını görüyor, içeri giriyor. Lepic ve polisler onu ayaküstü sorguluyorlar. Şüpheli olduğunu anlayan John, ikinci kattaki odaya girdikten sonra bir tüfek sesi duyuluyor. Polisler odanın kapısını kırıyorlar, ama John ortalarda yok. Dışarıda araba sesi duyuluyor. Polisler, John’un peşine düşüyorlar. Nefes kesici takip başlıyor. Hitchcock, bu takip sahnesini yoğunlukla havadan çekmiş ve Riviyera’nın güzelliğini gösterirken, cennette de gerilim yüklü heyecan olduğunu fısıldıyor sanki. Kıvrımlı ve inişli-çıkışlı (varyantlı) yollar heyecanı daha da çoğaltıyor. Polisler, John’un izini kaybediyorlar. Sonra John yolcu otobüsüne biniyor. Otobüsün arkasında üstadın, Hitchcock’un yanına oturuveriyor.

John, Nice’e geliyor. Kamera kayarak John’u izliyor masaları dışarıda olan restoranda. Mutfağa gidiyor. Eski direnişçi arkadaşları ona ters ters bakıyor. Restoranın sahibi Bertani (Charles Vanel) onu tanıyor. 15 yıldır mücevher çalmadığını söylüyor. Biri, onu taklit ederek soygunlar mı yapıyordu? Bertani, inanmıyormuş gibi yapınca John kedi gibi hırçınlaşıyor. John, Bertani’den mücevherleri olan zenginlerin listesini istiyor. Eski günlerin hatırı için yardımcı olmak istiyor Bertani. Ama polisler geliyor. Bertani, şarap garsonu Foussard’ın (Jean Martinelli) kızı kısa saçlı, sarışın, genç ve güzel Danielle’le (Brigitte Auber) oradan uzaklaşıyor. Tekneyle Cannes’a doğru gidiyorlar. John, Danielle’i çocukluğundan beri tanıyor. Ona İngilizce bile öğretmiş. Danielle, Güney Amerika’ya gitmeyi hayal ediyor. Havada da bir uçak dolaşıyor John’u bulmak için. Ardından John yüzerek Cannes’daki plaja çıkıyor. Plajda güneşlenirken Bertani’den telefon geliyor. Şehirdeki çiçekçi pazarına gidiyor John. Orada tipik İngiliz H. H. Hughson’la (John Williams) tanışıyor. Hughson’ı Bertani ayarlamış. Çünkü o İngiliz sigortacı ve mücevherleri olanların listesi de onda. John, listeyi alıp taklidini yakalamayı umuyor. Ama listeyi John’a vermek, ciğeri kediye emanet etmek değil miydi? Güven önemliydi. John polisleri fark ediyor. Hughson’la çiçekçilerin arasından yürüyorlar sakince. Bu andaki çekim etkileyiciydi. John ve Hughson öne doğru yürürken, kamera da geriye doğru kayıyordu. Jean-Luc Godard, 1960 yapımı siyah-beyaz ve sinemaskop “A Bout de Souffle-Serseri Âşıklar” filminde bu çekimden ilham aldığını hissediyorsunuz. Polisler yaklaşırken, John kaçıyor. Hughson, “Carlton Hotel” diyor John kaçarken.

Gündüz… John’un villasında. John ve Hughson, öğle yemeği yerken hırsızlıklar üzerine de konuşuyorlar. Hughson, bugünkü öğle yemeğini faturadan düşürecek miydi? Başka şeylerde de. Hepsi hırsızlık değil miydi? Hughson, listeyi vereceğini polise de söylemiş. Listeyi John’a veriyor. John’a, Amerikalı Bayan Stevens’tan söz ediyor. Hughson, akşam otelde Bayan Stevens ve kızıyla yemek yiyecekmiş. John, siyah takım elbisesi ve kelebek kravatıyla otele düşüyor. Hughson’la, anne-kız otelin restoranından çıkıyorlar, John’u fark ediyorlar. Sonra onlar kumar bölümüne gidiyorlar. John da. Rulet oynanıyor. Sonra onların masasına davet ediliyor. Anne Jessie Stevens (Jessie Royce Landis), zengin bir mirasyedi. Kocası yıllarca petrol aramış. Bulduğunda ölmüş. Milyonlarca varil petrol Jessie’ye kalmış. Sarışın ve büyüleyici güzelliğiyle etrafına ışık saçan kızı Frances “Francie”yle (Grace Kelly) dolaşıp duruyorlar. Mücevherlere çok bağlı Jessie, kızına münasip bir koca mı arıyordu? John, Francie’yle ilgilenmiyormuş gibi yapıyor. John onlara kendini Oregonlu emlakçı olarak tanıtıyor. John, gecenin sonunda onları odasına götürüyor. Francie, odanın kapısında John’u dudaklarından öpüyor. Francie’den ayrılan John’u kamera koridorda dikizler gibi kayarak izliyor. Bu sadece estetik bir görüntü değil, polise de metafor yapan kaydırmalı çekimdi. Polisin gözleri sürekli John’un üstünde dolaşıyor hep.

Ertesi gün. John, Jessie’nin odasında. Odada Francie ve Hughson da var. Francie, John’u plaja çekiyor. Siyah mayosunu giymiş Francie, tüm büyülerini etrafa saçıyor lobide. Resepsiyondan John’a bir not veriliyor. Notta, “Dokuz canın sekizini kullandın, sonuncusunu harcama” yazıyor. Cannes plajına geliyorlar. John, Danielle’i görüyor. John ona doğru yüzüyor. Danielle dubaya çıkıyor. Danielle, John’un Francie’nin yanında olmasını kıskanıyor ve kendini ona fark ettirmek istiyor kışkırtıcı kelimelerle. Danielle, John’un yeni bir işin peşinde olduğunu ima ederek söylüyor önce. Danielle, Francie’yi kastederek, “Parası dışında bende olmayan neyi var” diyor. John, “Sen kızsın, o kadın” diye cevaplıyor. Hazırcevap Danielle, “Yeni bir arabayı ucuza alacakken neden eskisini tercih ediyorsun? Yeni daha iyi ve hızlıdır” dediğinde birden Francie ortaya çıkıyor. John’u buraya çekeni merak etmiş. Ertesi gün John otelin önüne geliyor. Francie onu bekliyor. Polisler de John’un peşinde. Francie piknik için hazırlık yapmış. John gönülsüz olsa da arabaya biniyor. Üstü açık arabayı Francie sürüyor. Takipte de polisler var. Bir malikâneye geliyorlar. Bahçede dolaşıyorlar. Francie, John’un evli olup olmadığını öğrenmek istiyor. John, müstakbel kocalardan biridir belki de. Sonra oradan ayrılıyorlar. Polisler de peşlerine takılıyorlar yine. Kıvrımlı yollar, muhteşem Akdeniz manzaraları büyülerken, Francie peşlerinde polis olduğunu anlamış gibi gaza basıyor. Bu dönemeçli yollar, Grace Kelly’nin 1982’de trajik trafik kazasında vefat ettiği yollardı. İnsana hüzün çöküyor. Kelly, Hollywood’un prensesiyken, bu filmden sonra Monaco’nun prensesi olmuştu. Hitchcock, bu anlardaki arabalı çekimlerin çoğunu stüdyoda çekmiş. Arka fonda görüntü projeksiyonla yansırken, oyuncular da araba sürüyormuş gibi yapıyorlar bu teknikte. Francie’nin dönemeçli yollardaki hızına dayanamayan polisler kaza geçiriyorlar. Polisleri atlattıktan sonra piknik yapıyorlar Akdeniz manzarası karşısında. Francie, John’un “Kedi Robie” olduğunu tahmin ediyor. John’u itirafa zorluyor. Francie de John’un yapacağı soyguna dâhil olmak istiyor. Onu etkilemek için öpüyor. Açılışı yapılacak Sanfordların malikânesini soymasını istiyor Francie. Orada balo yapılacakmış.

Gece… Francie’nin odasında. Francie kışkırtıcı gece elbisesini giyinmiş. Soygun için John’u kışkırtıyor. Aslında onun “Kedi Robie” olduğunu kendine kanıtlamak istiyor. Acaba John, annesinin mücevherlerinin mi peşindeydi? Francie, loş ışık altında dişiliğini kullanıyor, onu öpüyor. Ama bu defa sadece öpücük yetecek miydi? Gecenin içinde patlayan havai fişekler erotikti ve bir şeyler anlatıyordu metafor anlamında. Görüntü kararıyor. Gecenin içinde Jessie’nin çığlığı duyuluyor. Mücevherleri çalınmış. John, Jessie’nin odasına gidiyor arama yapmak için. Odaya Francie geliyor ve annesine, “Konuşma onunla” diyor. Francie, John’daki listeyi bulmuş. Odaya polis gelince John kaçıyor. Sabaha karşı John, çatılarda bekliyor. Görüntü kararıyor. Sabah odada Francie annesiyle tartışıyor. Polisler de alarmda. John kıyıda oltayla balık avlarken, yanına Hudgson geliyor. John’un, sahte “Kedi Robie”yi bulabilmesi için polisi yardımına ihtiyacı varmış. Hudgson’dan yardım istiyor. Görüntü kararıyor. Gece… Sanfordların villasının bahçesinde. John, bahçede gizlenmişken arkasından Foussard geliyor boynuna sarılıyor öldürmek için. Arkadan İngiliz anahtarı Fousard’ın başına iniyor. Foussard denize düşüyor. Foussard’ın ölümü gizemli kalıyor gibi. Hitchcock, zihinlerde kuşkular oluşturuyor ama. Polisler de geliyor. Sadece Foussard’ın cesediyle karşılaşıyorlar. Polis, gazetelere “Kedi öldü” diye haber sızdırıyor. Lemic polis bürosunda Hughson’a, Robie’nin Foussard olduğunu söylüyor. Böylece mücevher hırsızı sorunu da çözülmüş oluyor Lepic’e göre. Lepic’in bürosuna John da geliyor. Foussard’ın bir bacağının tahtadan bacak olduğunu söylüyor. Mezarlıkta Foussard’ın cenaze töreninde Danielle, John’a öfkeyle bakıyor. Bertani, John’a Amerika’ya dönmesini söylüyor. Danielle, öfkeyle “Defol buradan valeur (hırsız). Öldürdün onu” diyerek John’un üzerine yürüyor. John da ona tokat attıktan sonra mezarlıktan ayrılıyor. Mezarlığın önünde arabasıyla Francie onu bekliyor.

Gece… Sanford balosunda… Baloda davetliler, 17. yüzyıl kostümleriyle arz-ı endam ediyorlar. Hatta Bertani ve garsonları, Lepic ve polisleri de bu kostümlü gösteriye katılıyorlar. Ama John nerdeydi? Yüzü de siyahîleri andıran maskeyle örtülü biri Francie’yi dansa kaldırıyor. Yoksa o muydu? Francie ve kavalyesi malikâneye giriyorlar. Polisler de peşlerinde. Binada izlerini kaybettiriyorlar. Siyahî kostümlü Hughson’dı. Ya John? Kamera fazla merakta bırakmadan çatılara gidiyor, John’u buluyor. John gizlenmiş beklerken bir anda bir şey oluyor. Sahte “Kedi” çatıda fark ediliyor. John onu kovalıyor. Ayağı kayan sahte “Kedi”, çatıdan aşağı sarkıyor. John onun elinden yakalıyor, sonra da aşağıdakilere ve polislere itiraf ettiriyor her şeyi. Hitchcock’un başından sonuna kadar ayakta tuttuğu merak duygusunun karşılığı bu anda ortaya çıkıyor. Gerilim ve merak iyiydi her zaman. Gündüz, John villasına geliyor. Farncie de onu takip etmiş. Hayatının erkeği bu yalnız kurdu bırakmak istemiyor Francie ve hemen onu dudaklarından öpüyor. Mutlu sonda aşk kazanıyor, daima…

“Gizli Teşkilat…”

Alfred Hitchcock’un 1959 yapımı “North by Northwest-Gizli Teşkilat”, casusluk üstüne gerilim yüklü, maceralı ve eğlenceli bir film. MGM’in sunduğu filmin senaryosunu Ernest Lehman yazmış. Müzikleri Bernard Herrmann üstat bestelemiş. Müzikler görüntülere destek verirken, gerçek anlamda insanı geriyor. Çarpıcı fotoğraflarıysa Hitchcock’un vazgeçilmez kameramanı Robert Burks yansıtmış. Hitchcock bu filminde yoğunlukla zincirlemeli teknik kullanmış zaman geçişlerinde. Bu film ülkemizde, Ocak 1962’de gösterime çıkmıştı.

Film, beklenmedik bir anda bilmediği olayların içine düşen bir reklamcının, Roger O. Thornhill’in (Cary Grant) gerilim dolu macerasını anlatıyor. Her günü, her şeyi aynı giden bir insanın nefes kesici rüyası gibiydi sanki. Filmin ön jeneriği özel ve insanı hazırlıksız gerilimin içine düşürüyor. Çarpıcı ön jenerik yazıları, New York’ta Birleşmiş Milletler (BM) binasının üstüne düşüyor. Sonra cadde, binanın camlarından yansıyor. Akşamüstü. Çılgın kalabalıklar binadan çıkıyorlar. Kimi taksiye, kimi de belediye otobüsüne biniyor. Hitchcock usta da otobüsü kaçırıyor bu kalabalık ortasında.

Binada reklamcı Roger, sekreteri Maggie’ye (Doreen Lang) not aldırıyor mektup için. Bina önünde sekreteriyle taksiye biniyor. Sonra bir otele gidiyor Roger müşterilerle buluşmak için. Masaya gittikten sonra kamera aniden kayarak iki adamı gösteriyor. Çok geçmeden bu iki casus Roger’ı tehdit ediyorlar ve zorla arabalarına bindiriyorlar. Adamlarla bilmediği bir yerde, Townsend malikânesinde buluyor kendini Roger. Çalışma odasına götürüyorlar onu. Çok geçmeden Philip Vandamm (James Mason) geliyor. Ona sürekli George Kaplan diyor. İlk defa duyduğu bu isim onu şaşırtıyor. Odaya Leonard (Martin Landau) geliyor sonra. Planlarını ne kadar bildiğini söylüyor Leonard. Hangi plandı? Pittsburgh’ta temas kurduğu adamın icabına da bakmışlar. Roger, Pittsburgh’a hayatında hiç gitmemiş. İnandıramıyor. Onlarla iş yapıp yapamayacağını soruyorlar. Vandamm odadan çıkıyor. Leonard ona zorla iki şişe burbon içiriyor. Gece. Dışarıda, kendini buraya getiren casuslardan biri, Valerian (Edward Platt) onu üstü açık Mercedes arabaya bindiriyor. Arabayı çalıştırıyor. Sonra da sarhoş olmuş Roger’ı uçuruma doğru salıyor. Planları bozuluyor ve Roger uçuruma düşmekten son anda kurtuluyor ve oradan uzaklaşıyor. Roger’ın peşine düşüyorlar. Trafikte kaos yaratan Roger’ın peşine devriye polisleri de takılıyor. Bisikletli birine çarpmamak için aniden frene basan Roger kendini Glen Cove karakolunda buluyor. Annesi Clara’ya (Jessie Royce Landis) telefonla aramasına izin veriyorlar. Roger olayı anlatıyor, sabah avukatıyla gelmesini söylüyor.

Roger, avukatı ve annesi ertesi gün mahkemede hazır bulunuyorlar. Yargıç anlatılanlara ikna olmuyor, araştırılmasını istiyor. Nassan Emniyet’inden Yüzbaşı Junket (Edward Binns) araştırma yapıyor Townsend malikânesinde. Roger, annesi ve avukatı da malikânede elbette. Kendini Bayan Townsend olarak tanıtan kadın (Josephine Hutchinson), Roger’a George Kaplan diye hitap ediyor. Polise, akşam evde parti olduğunu söylüyor kadın. Kocasının BM Genel Kurulu’nda konuşacağını da söylüyor. Kefaleti ödeyen Roger, annesiyle otele gidiyor. Roger ve annesi Kaplan’ın odasına çıkıyorlar. Otelde tüm çalışanlar Roger’a “Bay Kaplan” diye hitap ediyor. Oda hizmetlisi kuru temizlemeden takım elbise bile getiriyor. Telefon geliyor. Vandamm arıyor. Vandamm onu lobiden aramış. Roger temizlenmiş ceketi giyiyor, annesiyle odadan çıkıyor. Onu kaçıran iki casus da fark ediliyor birden. Roger ve annesi kalabalık asansöre biniyorlar, peşlerinden iki casus da. Roger’ın şakacı annesinin esprisi iki soğuk casusu kahkahaya boğarken, Roger aradan kaçıyor, taksiye biniyor. Roger, BM binasına geliyor. Orada Lester Townsend’ı (Philip Ober) buluyor. Townsend’ın hiçbir şeyden haberi yok. Casuslar da BM’ye geliyor. Roger, Townsend’a Vandamm’ın fotoğrafını gösterirken casuslardan biri Townsend’ı arkasından bıçaklıyor. Her şey birdenbire oluveriyor. Bıçağa dokunan Roger suçlu duruma düşüyor ve kaçak oluyor. Sonra kamera, binanın tepesinden aşağısını plonje gösteriyor çarpıcı açıyla. Aşağıya doğru uzanan upuzun BM binası, boşlukta her şeyin küçücük yansıması insanda yükseklik korkusunu dışarı çıkartıyor adeta. Hitchcock, bu kübist görüntüyle korkularla oynuyordu sanki. Final bölümünde de öyleydi.

Zincirlemeli geçişle “ABD İstihbarat Teşkilatı” bürosuna gidiyor kamera. Toplantıda Profesör (Leo G. Carroll), George Kaplan’ın hayali biri olduğunu söylüyor. Roger da rolünü iyi oynamış. Elbette hiçbir şeyden haberi yok Roger’ın. Profesör, Roger’ın George Kaplan olmasından gayet memnun. Öte taraftan polisler ve Vandamm da, Roger’ın peşindeler. Zincirlemeli geçişle kalabalık tren garı yansıyor. Gişeden bilet almak istiyor, ama gişeci gazetede fotoğrafını gördüğü Roger’ı oyalıyor. Ne olduğunu anlayan Roger, Şikago trenine biletsiz biniyor. George Kaplan’ı otelde bulacağına inanıyor. Koridorda onunla, sarışın Eve Kendall’la (Eva Marie Saint) karşılaşıyor. Kondüktörler de bilet kontrolü yapmaya başlıyorlar. Tuvalete saklanan Roger yemekli vagona gidiyor. Garson onu Eve’in masasına oturtuyor. Her şey güzel tesadüflerle gelişiyor sanki. Eve, garsona onu masasına getirmesi için para vermiş. Roger, güzel kadınlarla karşılaştığında onlarla sevişmek istiyormuş hep. Reddedilmek de var. Eve, “Kadın da isteyebilir” diyor. Eve, onu tanıdığını söylüyor. Gazeteler de boy boy fotoğrafları yayımlanmış Roger’ın çünkü. Roger, Eve’in sigarasını kendi isminin baş harfleri “R.O.T.” yazan kibritle yakıyor. Tren duruyor. Sivil polisler Roger’ı arıyorlar. Eve’in yataklı kompartımanına polisler geliyor ve Roger’ı soruyorlar. Eve, sakince polislere cevap veriyor ve onları yolluyor. Sonra Eve, yataklı bölümü açıyor. Roger oraya gizlenmiş. Sonra öpüşüyorlar. Roger, Eve’in tadını beğenmiş. Bu öpüşme anı sinemanın özel anlarından biriydi. Elbette konuşmalar da. Erkekler, kadınların kelimelerdeki ses tonlarını zihnine yerleştirdikten sonra mı onlara âşık oluyorlardı? Kadındaki, sevgiyi ve şefkati buluyorlardı belki. Kompartımana bir görevli gelince Roger tuvalete gizleniyor. Eve, görevliye not veriyor. Görevli de notu Vandamm’a götürüyor. Eve ikili mi oynuyordu? Şikago garında. Bir görevlinin kıyafetlerini giyinmiş Roger, Eve’in de valizlerini taşıyor. Sonra Roger, tuvalette tıraş oluyor. Elbiselerini giyiyor. Gardaki telefon kulübesindeki Eve, telefonla konuşuyor. Kamera sağa doğru kayıyor ve başka bir telefon kulübesindeki Leonard’ı gösteriyor. Roger Eve’in yanına geliyor. Eve, Roger’a George Kaplan’a telefon ettiğini söylüyor. Eve, onu başka bir yere gönderiyor.

Zincirlemeli geçişle kamera tarlaların ortasından geçen yola gidiyor. Vince takılı kamera, genel çekimle bu anı yansıtıyor. Hitchcock bu anlarda müzik kullanmamış. Sadece doğal sesler var. Fırtına öncesi sessizlik gibiydi sanki. Öncü Rus yönetmen Sergey Ayzenştayn buna “tonal kurgu”, yani “sessel kurgu” demişti. Bu kurguda, sanki yönetmen hiç müdahale etmiyormuş izlenimi vardır. Her şey çerçevenin içinde doğal biçimde akıp gidiyormuş gibi. Hitchcock’un bu filmindeki bu sahnelere en baştan en sona kadar yoğunlaşınca bu his alınıyor. Baştan sona tarlaların olduğu yerde geçen bu sekans sinemanın özel anlarındandı. Can sıkıntısına, zamanın yavaşlamasına, gerilime dolaysız dokunulabiliyor. Yolcu otobüsü duruyor, Roger dışarı çıkıyor. Yol kenarında George Kaplan’ı beklemeye başlıyor. Bu kuş uçmaz, kervan geçmez yerde birkaç araba geçiyor, ama durmuyor. Sonra tali yoldan ana yola bir araba geliyor. İçinden bir adam çıkıyor. Roger onun aradığı adam sanıyor. Otobüs gelince adam gidiyor. Çok geçmeden havada ilaçlama uçağı görünüyor. Uçak doğrudan Roger’ın üstüne geliyor. Yere yatıp kurtulan Roger mısır tarlasına sığınıyor. Uçak bu defa üzerine ilaç atıyor. Gerilimin üst noktaya çıktığı bu anlarda uçak, bir tankere çarpıp infilak ediyor. Roger, oradan geçen meraklı insanlardan birinin kamyonetini çalıp Şikago’ya gidiyor.

Zincirlemeli geçişle gece Roger şehirde otelin önüne geliyor. Otele giren Roger, resepsiyona George Kaplan’ı soruyor. Kaplan otelden ayrılmış sabahleyin. Resepsiyoncu, George Kaplan’ın Güney Dakota’da Rapid City’ye gittiğini söylüyor. O sırada Roger’ın gözü lobide Eve’e takılıyor. Gazete alan Eve, asansöre biniyor. Roger, Eve’in oda numarasını öğreniyor ve Eve’in karşısına çıkıveriyor. Genç sarışın şaşırıyor onun hâlâ hayatta olmasından. Roger, hiçbir şey bilmiyormuş gibi ona yakınlık gösteriyor. Reklamcı Roger casusluğu da öğrenmiş. Telefon geliyor. Eve telefonla konuşurken not da alıyor. Roger’ın aklı notta. Roger ona baş başa yemek yeme teklifi yapıyor. Ceketini temizletmesini istiyor Eve. Sonra da, “Sen adamı öldürürsün parmağını kıpırdatmadan” diyor. Eve oda servisini ararken, Roger da banyoya giriyor. Boşluktan yararlanan Eve odadan çıkıyor. Roger, Eve’in not aldığı küçük defterin üstünü kurşun kalemle hafifçe karalıyor ve nereye gittiğini öğreniyor.

Zincirlemeli geçişle Roger bir binanın önüne taksiyle geliyor. Burada müzayede salonu var. Roger salona girdiğinde kamera sağa doğru kayıyor, sonra da onu takip ederek sola kayıyor. Roger onların, Eve, Vandamm ve Leonard’ın yanına gidiyor. Vandamm, eski sanat eserlerine merak salmış ve açık arttırmaya katılıyor. Eve’in kalbini kıracak kelimeler söylüyor Roger. Ardından bir sandalyeye oturuyor ve anlamsız fiyatlar söyleyerek küçük bir kargaşa çıkartıyor Roger. Yoksa bu casusların elinden kurtulamayacağını anlıyor Roger. Polisler geliyor ve onu yaka paça devriye arabalarına bindiriyorlar. Profesör de orada. Arabayı süren polisin gözü gazetedeki fotoğrafa takılıyor. Aranan adamı bulmuş oluyorlar böylece. Sonra telefonla konuşuyor, ardından arabayı havaalanına sürüyor polis. Zincirlemeli geçişle havaalanındaki “Northwest Kapısı” yansıyor. Profesör geliyor, polislerden Roger’ı alıyor. Onlar CIA, FBI ve her şeylermiş. Şimdi hedef Güney Dakota’daki Rushmore Dağı. Profesör, Eve’in kendileriyle çalıştığını söylüyor. Yani görevde. Rushmore Dağı’nda Vandamm’ın evi varmış. Vandamm, ABD için önemli bilgileri mikrofilmle karşı tarafa satıyormuş. 1949’dan 1990’a kadar dünya iki kutupluydu. Batıda NATO, doğudaysa CENTO vardı. Soğuk Savaş yılları yaşandı. Nükleer savaş hep bir tehditti. Sonra Profesör, George Kaplan diye birinin de olmadığını söylüyor Roger’a arada.

Zincirlemeli geçişle Rushmore Dağı… Bu dağda, ABD’nin iz bırakmış başkanlarının baş heykelleri devasa kayalara yontulmuş. Roger teleskopla dağı inceliyor. Yanında Profesör de var. Vandamm ülkeyi terk edecekmiş uçakla. Roger kafede bekliyor. Çok geçmeden Vandamm, Eve ve Leonard da geliyor. Vandamm’la konuşuyorlar baş başa. Eve de bırakmak istemiyor. Bir şey oluyor, Eve ısrarcı Roger’a tabancasıyla ateş ediyor. Eve ortadan kaybolurken, Profesör yerde uzanmış Roger’ın yanına geliyor. Sonra cankurtarana (ambulansa) bindiriliyor Roger. Ormanlık yerde Eve onları bekliyor. Roger vurulmamış. Planın içindeymiş her şey. Roger, Eve’e doğru yürürken kamera sağa doğru kayıyor. Eve, Roger’a yürürken de sola kayıyor. Bu daha sonra anlamlaşıyor filmde. Eve, Vandamm’la partide tanışmış. Hemen etkilenmiş ondan. Sonra istihbarat onunla irtibata geçmiş. Eve’in görevine gitmesi gerekiyor. Eve’i tehlikeye atmak istemeyen Roger’ı bayıltmak gerekiyor. Sonra da onu hastaneye götürüyorlar. Profesör, odaya geliyor. Roger’ın canı burbon çekmiş. Profesör odadan çıkınca ceketsiz pencereden çıkıyor Roger.

Zincirlemeli geçişle, Vandamm’ın Gaudi mimarisini çağrıştıran ve postmodernleri kışkırtacak villasına geliyor gecenin karanlığında Roger. Villaya doğru yürüyor. Bir siyah araba geliyor. Roger’ı kaçıran casuslardan Valerian villaya giriyor. Kamera sola doğru kayıyor. Roger, İçeri girmek için bir yer arıyor. Roger, ikinci katta Eve’i fark ediyor. Camına taş atıyor. Sesi Leonard duyuyor. Leonard divana oturuyor, elindeki tabancayı da arkasına saklıyor. Ardından tabancayla Vandamm’a ateş ediyor. Vandamm yaralanmıyor. Leonard, Vandamm’a Eve’in ihanetini kanıtlamaya çalışıyor bu gösteriyle. Eve kimseyi öldürmemiş. Vandamm, Leonard’a yumruk atıyor. Leonard, “Hâlâ yanında götürmek istiyor musun” diyor. Vandamm, “Bence bu mesele yüksek bir yerde, denizde halledilir” diye cevaplıyor. Vandamm bunu söylerken, “dolly”ye takılı kamera da yükseliveriyor. Üst kattaki kırmızı elbiseli Eve toparlanmasını sürdürüyor. Roger içeri girmeyi başarıyor. Eve aşağıya, salona inmiş, koltukta oturuyor. Roger, kendi isminin yazılı olduğu kibrite “Ben senin odandayım” notunu yazıyor ve aşağı atıyor. Eve farkına varmıyor. Leonard, sehpanın yanına düşen kibriti alıp küllüğe koyuyor. Bu anda zaman yavaşlıyorken insanın üstüne kasvet çöküyor. Küllükteki kibrit Eve’in dikkatini çekiyor, notu okuyor, yukarı çıkıyor. Mikrofilm kaçırdıklarını söylüyor Roger’a Eve. Vandamm, Eve ve Leonard villadan çıkıyorlar sonra. İçeride de hizmetçi Anna (Nora Marlowe), Roger’ı esir alıyor. Anna’dan kurtulan Roger dışarıdaki arabaya biniyor. Eve uçağa bineceklerken Vandamm’ın elindeki sanat eserini alıyor ve arabaya doğru koşuyor. Dış kapıyı açamayınca ormandan kaçmayı deniyorlar, ama Rushmore Dağı’nda tam da anıtsal baş heykellerin üstüne geliyorlar Roger ve Eve. Bu sekansta yaşanan tüm anları seyrederek yaşamak gerekiyor. Sonuçta iyiler kazanıyor ama. Eve aşağı doğru düşecekken, elinden yakalayan Roger, onu, yataklı vagonda yatağa doğru çekiveriyor. Bu casusluk oyunu, bu kadınla bu erkeği mutluluğa taşımış oluyor böylece. En sonda da tren tünelden içeri giriyor. Hitchcock, sansürden dolayı kadınla erkeği yatağa sokamadığından, tepki olarak treni tünele sokuyordu. Bu son sahne sinemanın en güçlü metaforlarından biriydi ayrıca. Hitchcock bu filmini trenlere adamış sanki. Tren, 1825’te İngiltere’de icat edilmişti. Okuma-yazma bilmeyen tornacı mucit usta bu icadına “lokomotif” adını vermişti. İngilizler, 1700’lerin ortalarından itibaren sanayi devrimini gerçekleştirdiler buharla. Hatta I. Dünya Savaşı’nda, 1916’da tankı da savaşa sokmuşlardı. İngilizler, bu paletli ölüm makinesine, Almanları yanıltmak için tank adını vermişlerdi. O güne kadar bilinen tek tank, sadece su tankıydı çünkü.

(09 Temmuz 2016)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Tarzan, Sömürgecilere Karşı

Tarzan Efsanesi (The Legend of Tarzan)
Yönetmen: David Yates
Eser: Edgar Rice Burroughs
Senaryo: Adam Cozad-Craig Brewer
Müzik: Rupert Gregson-Williams
Görüntü: Henry Braham
Oyuncular: Alexander Skarsgård (John/Tarzan), Margot Robbie (Jane), Christoph Waltz (Kaptan Rom), Samuel L. Jackson (Dr. Williams), Sidney Ralitsoele (Wasimbu), Osy Ikhile (Kwete), Mens-Sana Tamakloe (Kolo), Casper Crump (Albay Kerckhover), Ella Purnell (Genç Jane), Rory J. Saper (Genç Tarzan), Christian Stevens (Çocuk Tarzan), Hadley Fraser (Tarzan’ın Babası), John Hurt (Jane’in Babası)
Yapım: Warner Bros. (2016)

İngiliz yönetmen David Yates’in “Tarzan Efsanesi”, liberal bakışıyla efsaneye farklı bakış getiriyor. IMAX ve üç boyutlu bu film sinema tarihine de kalacak sanki.

Yıl 1890… Victoryen dönem. Ekonomik olarak iflâs etmiş Belçika Kralı Leopold, Afrika ülkesi Kongo’da elmas bulması için Kaptan Léon Rom’u Afrika’ya yolluyor. Askerlerle doğası muhteşem Kongo’ya gelen haçlı tespihi olan Rom, egemen kabilenin baskınıyla karşılaşıyor. Bu tespih gerektiğinde silaha da dönüşüyordu. Reis, elmaslara karşılık ondan Tarzan’ı istiyor. Bu nasıl olacaktı? Tarzan, bir İngiliz ve de Greystoke Kontu. Üstelik Lordlar Kamarası’nın da üyesiydi. Adı da John Clayton’dı. Tarzan, bir daha oraya dönmek istemiyor. Çünkü derin acıları var geride. Kendisi doğduktan sonra annesi ölen John, gorillerin saldırısında babasını da kaybediyor. Ona yerli halk Tarzan diyor. Yavrusu olan dişi goril onu evlatlık alıp büyütmüş. Amerikalı Dr. George Washington Williams, onu ikna ediyor. Williams, fildişi ve elmas kaçakçılığının yanında Kongo’da köle ticaretinin yapılıp yapılmadığını da belgelemek istiyor. Aslında Dr. Williams, suçluluk duygusu da yaşıyor. Amerika’nın iç savaşında köleliğe karşı savaşmış ama sonrasında Kızılderili soykırımına katılmış. İkna olan Tarzan, Kongo’ya doğru yola çıkarken, Amerikalı eşi Jane Clayton da gelmek istiyor onunla. Çünkü o da orada büyümüş ve üstelik özlediği dostları da var.

Batının sömürge tarihinden…

Tarzan, Kongo’ya Rom’un ince planlarını biliyormuş gibi başka yoldan gidiyor. Yanında da Dr. Williams ve eşi Jane de var. Yolda, avını yiyen dostu dişi aslanla karşılaşıyor ve özlem gideriyorlar önce. Sonra da dost kabileye uğruyorlar. Jane’in profesör babası bu kabileye İngilizce de öğretmiş. Yönetmen, bazen Jane’in, bazen de Tarzan’ın zihninden düşenlerle geriye dönüş de yapıyor filminde. Jane, ilk ormanda görmüş Tarzan’ı. Goril, Jane’i öldürmek isterken onu koruyor ve ölümcül yaralanıyor. Aşk da böylece başlıyor. Tarzan da goril ailesinin içinde büyüyüşünü hatırlıyor zaman zaman. Bu fantastik-macera filme gerçeklik oluştururken, sömürgecilik ve soykırım tarihleri de hatırlanıyor. Belçika’nın Afrika’da yaptıklarını öne çıkarmış yönetmen. Hollanda’nın ve Almanya’nın yaptıkları da hatırlanmalı. İngiltere’nin Çin’de ve Hindistan’da yaptıkları da unutulmamalı. Victoryen kültürünün egemen olduğu İngiltere, sömürgesi bu iki ülkede milyonlarca insanın açlıktan ölmesine sebep olmuştu. İnsanlık tarihinin hiç unutulmaması gereken soykırımlarıydı bunlar. Patlıcan yendiğinde Hindistan’a, çay içildiğinde Çin’e merhaba denmeli, evet…

Büyüleyici Afrika doğasında…

Evet, Rom’un da planları var ve köy baskınıyla Jane’i esir alıyor. Eninde sonunda Tarzan’ın Jane’i kurtarmaya geleceğine inanıyor. Ama nedense hayatın kendi planları olabileceği hep unutuluyor. En azından Jane’in ne kadar güçlü ve zeki bir kadın olduğu hesaba katılmayınca. Evet, sonunda iyiler kazanıyordu. Ya Afrika? Bugün Afrikalılar göçmen olup Akdeniz’de ölüyorlar. Batıya, kendilerinden alınmış olanları almaya gidiyorlar şimdi.

1963 doğumlu İngiliz yönetmen David Yates, “Harry Potter” seriyalinin son dört filmini çekmişti. IMAX perdede üç boyutlu izlenen 2016 yapımı “The Legend of Tarzan-Tarzan Efsanesi”, sinemanın kıymetli filmleri arasına katılacak sanki. Bir başka İngiliz yönetmen Hugh Hudson’ın sinemaskop çekilmiş 1984 yapımı “Greystoke: The Legend of Tarzan, Lord of the Apes-Tarzan-Asil ve Vahşi” filmi kadar önemli. Hudson, bu efsaneye felsefe katmıştı. Yates de gerçeklik katıyor. İsveçli aktör Alexander Skarsgård, Tarzan karakteriyle bütünleşmiş. Aristokrat John’la ormanların kralı Tarzan’a ruh katabilmiş. Elbette büyük oyuncu Samuel L. Jackson’ı seyretmek de keyifli. Bir de Avusturyalı oyuncu Christoph Waltz var. Quentin Tarantino filmlerinde “kötü adam”a derinlik ve anlam katan Waltz, bu filmde de kötücüllüklerinin keyfini çıkarıyor. Bu iki oyuncu da Tarantino filmlerinin fenomenleriydi. Elbette o yemyeşil Kongo’nun doğası muhteşem uçurumlarıyla büyüleyecek bir de. Afrikalılara armağandı sanki. Filmin geniş final bölümü de unutulmamalı. Sinema perdesinde yaşanabilir ancak. Goriller de gerçekten insansıydı. Duyguları varmış gibiydiler. Bizim gibi evrimi tamamlayabilselermiş kuzenlerimiz olacaklarmış sanki. Bu film, üç boyutlu perdede etkileyiciydi.

(08 Temmuz 2016)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Mülteciler Haklarını Almaya Geliyorlar

Denizdeki Ateş (Fuocoammare)
Yönetmen-Senaryo-Görüntü: Gianfranco Rosi
Oyuncular: Samuele Pucillo, Pietro Bartolo,Samuele Caruana, Mattias Cucina, Francesco Mannino, Giuseppe Fragapane, Maria Costa, Francesco Paterna, Maria Signorello
Yapım: Rai Cinema-Arte France Cinéma (2016)

Yönetmen Rosi’nin “Denizdeki Ateş” yarı-belgeseli, mültecilerin trajedilerini içeriden yansıtan sarsıcı ve ilham verici bir film.

İtalyan yönetmen Gianfranco Rosi, 1964’te Afrika ülkesi Eritre’de doğdu. O da bir göçmendi. Sicilya’ya bağlı Lampedusa, İtalya’ya uzak, Afrika’ya yakın bir balıkçı adası. Neredeyse her gün derme çatma teknelerle insanlar Akdeniz’de ölüme doğru yola çıkıyorlar. İtalyan sahil koruma çoluk çocuk, genç yaşlı, kadınlı erkekli bu mültecilerin çok azını kurtarabiliyor. Çoğu denizde ölüyor trajik biçimde. Yönetmen bu filmini doku-drama olarak, yani yarı-belgesel olarak yansıtmış. Mülteciler ve onları kurtaranlar, kamplar gerçek. Sadece ada sakini bir balıkçı ailesini bu gerçekliğin, bu belgeselin arasına kurgulamış. Koşut kurguyla bu anlar iç içe yansıyor perdeye.

Balıkçı ailesiyle…

Trajedi, umut ve yaşamak duygusu bir taraftan anlatılırken, adanın sakini bir balıkçı ailesi de küçük bir çocuğun etrafından yansıyor. Küçük Samuele, babası Nelle, babaannesi Maria ve iyice yaşlanmış büyükbabasıyla yaşıyor. Bir de arkadaşı var. Adada hayatının en güzel anlarını yaşıyor. İnsana kendi çocukluğunu da anlatıyor. Sapanlarla kuşlara taş fırlatmak gerçekten heyecanlıydı. Yazları kendi kasnaklı uçurtmanı da yapmak keyiflerin en güzeliydi. Ağaç dalıyla yapılan patlangaç da vardı. Filmde yok elbette.

Akdeniz’de kaktüsü çağrıştıran bitkiye “pabuç inciri” denirdi. Bu incir çok lezizdi ve tadı da tropikti meyvenin. İncirin çıktığı diken dolu yeşil dal da pabucu andırıyordu. Samuele ve arkadaşı bu yaban inciri bitkisinin ayakkabı tabanını andıran dalına sapanla taş fırlatıyorlar. Kırsalda çocukluğu yaşamak muhteşemdi. Daima yaratıcı olunuyor. Samuele’nin babaannesi de zaman zaman yansıyor filmde. Onun hiç acelesi olmadan Akdeniz mutfağının muhteşem yemeklerini belgesel tadında izliyor insan. Büyükanne Maria’yı izlemek de etkileyici. Kadınların muhteşemliğinin belgeseli gibiydi. Adanın radyosundan sürekli şarkılar da istiyor büyükanne. Filmde spagettinin de nasıl yeneceği ayrıntılı biçimde gösteriliyor, belirtelim. Samuele’nin bir gözü de tembelleşmiş. Göz doktorunun tavsiyesine uyarak u tembelliği de alt ediyor küçük Samuele.

Ölmek mi, özgürlük mü?…

Kurtarılan mültecilerin dramları gerçekti. Tedavi oluşları, hemen kayıt alınışları ve onlara insancıl yaklaşımlar da insanı etkiliyor. Aslında bu yaklaşımlar birer örnek. Siyahî bir mülteci nasıl kurtulduğunu anlatmasını dinlemek, yaşama içgüdüsünün gücünü gösteriyordu. Libya’da, İslamcı terör örgütü IŞİD’in hapishanesinden kurtulmuş ve büyük zorluklarla Akdeniz’i aşıp bu adaya gelmiş. Yaşamak ne güzeldi!.. Doktorun, hamile mülteci kadının ikiz bebeklerini ultrasonla incelemesi de yaşama gücünü hissettiriyordu. Sekansların peş peşe yansıdığı bu yarı-belgeselde bir başlangıç ve klasik anlamda bir son yok. Yönetmen, hayatların içine girdiği gibi dışına da çıkıyor. Ada radyosundan duyulan şarkılar ve müzikler de etkileyici. Filmin adını aldığı “Denizdeki Ateş” şarkısının hatırlattıkları da var. Filmin içinde.

Evet mülteciler. Yüzlerce yıl yeraltı ve yerüstü kaynakları batılı beyazlarca çalınmış insanlar şimdi kendilerinden alılanları almaya geliyorlar Avrupa’ya. Korku bu. Ya zenginlik giderse? Bir de Suriye vardı. Aslındaki oradaki sorun, 2006’daki kuraklıkla başladı. Köylerden şehirlere iç göç başladı. 2010’daki “Arap Baharı”yla da sonradan birleşince bu durum, iç savaş başladı. Suriyeliler de haklarını almak için Ege’de ölüyorlar şimdi. Mültecilerin hiçbiri “kaçak göçmen” değildi. Bu yarı-belgesel görülmeli. İlham da alınmalı. 2016 yapımı “Fuocoammare – Denizdeki Ateş” sinema iyi yapıtlarından. Ayrıca Berlinale’den dört ödül kazandı. Hem de “Altın Ayı” ödülü de dâhil.

(06 Temmuz 2016)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Tarzan Efsanesi -The Legend of Tarzan-

Efsaneler kulaktan kulağa yayılır, yayıldıkça farklılaşır… Çoğunlukla da güncellenmektir bu farklılaşma. Herkes bilir efsanenin aslını, az ya da çok. Herkes alacağı tadı da kestirebilir, az ya da çok. Beklentileri o versiyon üzerinden değil, efsane üzerinden şekillenir.

Tarzan, sinemanın çok sevdiği, çok kullandığı efsanelerdendir. Teknoloji gelişip güçlendikçe Johnny Weissmuller’den (en çok tanınan ve tabii, sevilen Tarzan’dır) başlayarak yeni versiyonlar yapılır. Bu kez, David Yates çekmiş, Adam Cozad ve Craig Brewer’ın kaleme aldığı, Edgar Rice Burroughs’un yarattığı Tarzan efsanesini…

Görsel şölen

Sinema tarihi boyunca ne kadar Tarzan trüğü varsa tümünün yer aldığı Tarzan Efsanesi, tam bir aksiyon, tam bir görsel şölen. Belli ki ince ince işlenmiş, ince ince düşünülmüş, ince ince çalışılmış ve bir bütün olarak sunulmuş izleyicinin önüne.

Bir hileyle yeniden ormana dönen Tarzan, hem hileyi boşa çıkarır (bütün kahraman filmlerinin olmazsa olmazıdır, hep başarırlar) hem de ikiye bölünen dünyada Avrupalıların köleci, ticari anlayışı karşısında Amerikalıların daha özgürlükçü -ama hep kendine yontan- yaklaşımını vurgular.

Jane ile Tarzan…

Bu tür macera aksiyon filmlerinin taşıyıcı gücü olan kadın, bu kez çok daha aktif, çok daha kararlı. Erman Şener (çiçekler çelenk örsün başucunda), “Seyirciyi çekmek için vardır kadın kahramanlar, bakın hemen hepsinde sadece dururlar, hiçbir şeye katkıları yoktur, güzellikleri, cinsellikleri dışında.” derdi. Jane, bu kez bu kalıbı karmayı başarmış, bana göre…

Geniş savanların arasında onlarca canlının yaşam savaşımı verdiği ve gökyüzünün alabildiğine uzak olduğu ormanların içinde hayata tutunan Tarzan (Alexander Skarsgård), Londra’da Lordlar Kamarasının asil bir üyesidir: Greystoke Lordu 3. John Clayton. Sevgilisi, artık eşi, güzel Jane (Margot Robbie) ile birlikte Afrika ormanlarına ticari ataşe olarak dönerler. Yanlarında insan hakları savunucusu -emekli asker- George Washington Williams (Samuel L. Jackson); karşılarında ise Leon Rom (Christoph Waltz), esas kötü adam vardır; üzeri tozlanmış yaşanmışlıkları da unutmamak gerekir…

Aradan geçen zaman içerisinde çok şey değişmiştir kuşkusuz, ama acılar duruyordur, kinler daha bir bilenmiştir, sadece karşılaşmak bile bir savaşın başlangıcı olacaktır.

Mağluptur, bu yolda galip

Kötüler cezalarını çekerler, hemen her macera filminde olduğu gibi… Mutlu sonla biter film ve kahraman(lar)ımız başarmışlardır. Ama gerçekten öyle midir? Gerçekten başarı sağlanmış mıdır? Başarı aynı zamanda bir başka acının, sıkıntının, zahmetin, egemenliğin kapılarını mı açmaktadır? “Tarzan Efsanesi”, bir anlamda köleci Avrupalılarla özgürlükçü Amerikalıların karşı karşıya geldiği bir şölendir. İzleyici de kafasında bu karşı karşıya gelişin 100 – 150 yıllık gelişimini kafasında sorgulayarak çıkar salondan. Mutludur, keyifli bir film izlemiştir, balta girmemiş ormanlarda, onlarca vahşi hayvanı (onlardan daha da vahşi insanı, bir de) izlemiştir. Filmin kıssasından hisse almasının zamanıdır.

Tarzan Efsanesi, Yönetmen David Yates, Oyuncular Alexander Skarsgard, Samuel L. Jackson, Margot Robbie, Djimon Hounsou… 08 Temmuz’dan itibaren.

(04 Temmuz 2016)

Korkut Akın

Güneyli Sinemacının Stüdyo ile İmtihanı

Bu hafta gösterime giren ‘Midnight Special’ çağdaş Amerikan Bağımsız Sineması’nın öne çıkan isimlerinden Jeff Nichols’ın ilk stüdyo deneyimi. İlk üç filmiyle bağrımıza bastığımız sinemacının henüz 26 yaşında çektiği ‘Shotgun Stories’, ABD sinema endüstrisi ölçeğinde yok denecek kadar küçük bir bütçeyle çekilmiş hayranlık uyandıran bir ilk filmdir. North Carolina Üniversitesi’nden mezun okullu sinemacı ailesinin imece usulü katkılarıyla tamamlar ilk uzun metrajını. Gözüne kestirdiği deneyimli sinema ve tiyatro oyuncusu Michael Shannon bu yetenekli gencin filminde ücretsiz oynamayı kabul eder. Dağıtım sorunları nedeniyle yapımından üç yıl sonra 2007’de izleyici karşısına çıkan film beğeniyle karşılanır, Viennale’de Sinema Eleştirmenleri Birliği FIPRESCI ödülüne layık görülür.

Sinemacının doğup büyüdüğü güneydoğu Arkansas’ın küçük kasabasında bir kan davası etrafında şekillenen ‘Shotgun Stories’ bir ilk filmden beklenmeyen olgunluğuyla dikkat çeker. Bölgenin pamuk tarlalarını, baraj gölünde balıkçılık işiyle uğraşan yoksul insanlarını belgesel titizliğiyle yansıtan Nichols’un filmi dingin temposuna ustaca yedirilmiş her an patlak vermesi beklenen çatışmanın gerilimini izleyiciye aktarmada son derece başarılıdır.

Ailesini korumak için tehlikeyi göze alan birey temasını daha sonraki filmlerinde işlemeye devam edecektir genç sinemacı. 2011 yapımı ikinci filmi ‘Sığınak / Take Shelter’ -aralarında Cannes Film Festivali’nin saygın ‘Eleştirmenler Haftası Büyük Ödülü’nün de bulunduğu- 40 küsur ödülle yönetmenin adını daha geniş kesimlere duyurur. Bağımsızların kalesi ‘Sundance Enstitüsü’nden destek alan yapım, paranoid şizofrenik ebeveyninin genlerini taşıyan Güneyli işçinin ailesini yaklaşan büyük kasırgadan korumak için giriştiği mücadele üzerinedir. Bizde de gösterilmiş olan bu gotik Güney hikâyesi yönetmenin ilham perisi Michael Shannon ile Jessica Chastain’in müthiş performanslarıyla belleklere kazınır.

Nichols 2012 yapımı üçüncü filmi ‘Mud’ ile Cannes Film Festivali ana yarışma seçkisindedir artık. Louisiana’da çekilmiş olan film, Mississippi nehrinin kıyılarına konuşlanmış yüzen evleriyle bölgenin kaybolmakta olan yaşam kültürüne saygıda bulunur. Filme adını veren kanun kaçağı adam sevdiği kadını korumak için yörenin belalı tayfasıyla çatışmaktan çekinmeyecektir bu defa. Bu koruma kollama öyküsünü 14 yaşındaki Ellis’in gözünden anlatmayı yeğleyen Nichols’ın filmi kendi yetişme çağından, çocukluktan delikanlılığa geçişin masumiyet yıllarından izler taşır. Bu defa Matthew McConaughey ve Reese Witherspoon gibi yıldız isimleri dahil etmiştir oyuncu kadrosuna, ancak yan bir rolde de olsa Shannon filmin kadrosundadır bir kez daha.

İlk üç filminde bağımsız tavrından taviz vermeyen yazar yönetmen, değişmez görüntü yönetmeni Adam Stone ile çalışır. Müzikleri David Wingo’ya teslim eder. Erkek kardeşi Ben Nichols ve grubu Lucero’nun’un country ezgileri filmlerinden eksik olmaz. Ancak daha geniş bir izleyici kitlesiyle buluşma vaktinin gelmiş olduğunu düşünmüş olsa gerek, senaryosunu kaleme aldığı ve aynı teknik kadroyla bir kez daha çalıştığı ‘Midnight Special’ için Hollywood’un büyük stüdyolarından Warner Bros. ile anlaşır.

Şubat ayında Berlin’de yarışan ve bizde Türkçe ad konulmadan gösterime sokulan yapımla ilk kez tür sinemasına yönelen Nichols özellikle seksenli yılların fantastik filmlerine göz kırpıyor. Belgesel dokunuşlu dingin filmlerin ardından anaakım izleyiciye doğru yapılmış bu ilk hamlede olağanüstü güçlere sahip Alton Meyer’in hikâyesini izliyoruz. Babasının bir zamanlar müridi olduğu dini tarikata kaptırdığı sekiz yaşındaki çocuk üstün meziyetleri sayesinde farklı ve bilinmeyen dilleri konuşmakta, devlet bürokrasisinin gizli şifrelerini çözebilmektedir. Devletin peşinde olduğu Alton, babası ve yakın dostu tarafından kaçırılır. Böylece FBI ve CIA ajanları ile tarikatçılardan kaçarken Alton’ın özel güçlerinin de keşfedileceği nefes kesen bir yolculuk başlar.

Bu fantastik gerilimle kendi yetişme çağının gözde sinemacıları Spielberg, Carpenter ya da Shyamalan gibi isimlerin klasik yapıtlarına göndermeler yapıyor Nichols. Ancak mesafeli kişisel tavrını korumaya da özen gösteriyor. Lakin bu kaçıp kovalamaca hikâyesinin, genç sinemacının önceki işlerinin hayli gerisinde kaldığını düşünüyorum. Bu hırgür içinde evladını korumaya çalışan babada Michael Shannon’ın ‘Sığınak’ta olduğu denli etkili olamadığı kanısındayım. Spielberg serüvenlerine, sözgelimi bir E.T.’ye kıyasla hayli mesafeli tutulmuş duygusallığıyla Nichols’ın filmi ana akım izleyiciyi ne ölçüde tatmin eder onu da bilemem.

Sözün kısası, büyük ölçek stüdyo girişimi Nichols’ın kariyerine şimdilik kaydıyla yarar getirmişe benzemiyor. Ancak genç sinemacının bu filmin hemen ardından Cannes’da yarışan ‘Loving’ ile yeniden bağımsız kökenlerine dönüş yaptığını işitmekten memnuniyet duyduğumuzu belirtmek isterim. Michael Shannon’ın bir kez daha kadrosunda yer aldığı, ‘Midnight Special’de babanın yakın dostu Lucas kompozisyonunda parlayan Joel Edgerton’ın 50’li yılların sonlarında Virginia’da siyahi eşiyle birlikte hapse atılan Richard Loving’i canlandırdığı bu ırkçılık karşıtı yapımın önümüzdeki mevsim hiç değilse festivallerde karşımıza çıkmasını ümit ediyoruz.

(02 Temmuz 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Ustadan Büyüleyen Bir Dostluğun Filmi

The BFG
Yönetmen: Steven Spielberg
Roman: Roald Dahl
Senaryo: Melissa Mathison
Müzik: John Williams
Görüntü: Janusz Kaminski
Oyuncular: Mark Rylance (BFG), Ruby Barnhill (Sophie), Penelope Wilton (Kraliçe), Marilyn Norry (Matron), Jemaine Clement (Teklokmadayutan), Rebecca Hall (Mary)
Yapım: Amblin-Walt Disney (2016)

Steven Spielberg usta, içindeki çocuğu dışarı çıkardığı üç boyutlu “The BFG”, çocukları, özellikle kız çocuklarını mutlu edecek gerçeküstücü bir başyapıt.

Steven Spielberg… Bir zamanların dâhi çocuğu… Ama içindeki o çocuk hiç ölmedi. İnsanda her zaman sinema sevgisini dışarı çıkartabilen usta, sinematografik anlatımıyla da sanatseverlere ilham veriyor. Spielberg’ün sinema perdesinde gördüğümüz 18. filmiydi 2016 yapımı sinemaskop ve üç boyutlu “The BFG…” Spileberg, bu gerçeküstücü filmini ünlü Galli yazar Roald Dahl’ın 1982’de basılan “The BFG”, bizde “Koca Sevimli Dev” adıyla Can Çocuk Yayınları’nca resimli olarak 2016’da basıldı. Yazardan, Joe Dante tarafından 1984’te “Gremlins-Gremlinler” ve Tim Burton tarafından 2005’te “Charlie and the Chocolate Factory-Charlie’nin Çikolata Fabrikası” sinemaya aktarılmıştı. Elbette daha var.

Yetimin dostluğa dokunuşu…

Annesi ve babası o daha da küçükken ölmüş yetim küçük kız Sophie’nin rüyasının, hayal gücünün peşinde kötülüğe karşı birleşip dostluğun anlamını keşfedişinin filmi bu. Filmde devler animasyon olarak yansıyor. Sophie’ye hayat veren küçük Ruby Barnhill’in karşısında oyuncu varmış gibi muhteşem ve büyük performans veren oyunculuğuna da en başta saygı duymalı. Film, Thames Nehri üzerinde açılıyor. Elbette parlamento binası da çerçeveye giriyor. Kamera, Londra’nın karanlık ve ıslak sokağından yetimhaneye uzanıyor sonra. Küçük Sophie, devlerden haberli. Arkadaşı yok. Geceleri de pek uyuyamıyor. Kelimeleri doğru düzgün kullanamayan ve dünya kadar yaşlı BFG (Big Friendly Giant), Londra’da iyi insanlara rüya dağıtırken, Sophie onu görüyor. BFG, varlığından kimse bilmesin diye Sophie’yi “Devler Diyarı”ndaki mağarasına götürüyor. Orada, başını Teklokmadayutan’ın çektiği kötücül dokuz dev çetesi var. İnsanlara fasulye diyorlar. BFG’ye de “cüce” lakabını vermişler boyu kendilerinden küçük olduğu için. BFG, rüyaları biriktiren ve sürekli tuhaf salatalık yiyen sevimli ve dost bir dev. Mağarasının içinde kendine göre sistem kurmuş BFG, “Rüyalar Diyarı”ndan rüyalar toplamaya gidecekken Sophie de gitmek istiyor. Devleri aşmak gerekiyor önce. Rüyaların ışık topu gibi uçuştuğu bu diyarda önce suya atlamak gerekiyor. Sonra da rüyaları kelebek gibi avlamaya geliyor. BFG, rüyaları şehirdeki insanların mutlu olması için dağıtıyor. Sophie’nin de rüyasını yakalıyorlar bu diyarda.

Devlere karşı savaş…

Sophie, kötü devleri yenmek için BFG’yle Buckingham Sarayı’na Kraliçe’ye ulaşmak istiyor. Sonunda ulaşıyorlar. Ama önce Kraliçe’nin rüyayı görmesi gerekiyor. Kraliçe onları tam bir misafirperverlikle karşıladıktan sonra kötü devlere karşı savaşa izin veriyor. Gerçekten devlerin helikopterlerle uzaktaki bir adaya götürülüşleri çok keyifliydi. Elbette filmin müziklerine de kulak vermeli. John Williams’ın duyulan senfonileri unutulmaz. Elbette Polonyalı büyük kameraman Janusz Kaminski’nin özellikle mağara anlarındaki çalışmaları muhteşem. Filmdeki renk tonları da çoğunlukla canlıydı. Elbette filmin girişindeki gotik Londra görüntüleri de etkileyici. Ustanın bu filmi, sinema belleğine alınmalı.

(29 Haziran 2016)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Anne, Oğul ve Sevgili

Bekleyiş (L’Attesa)
Yönetmen: Piero Messina
Oyun: Luigi Pirandello
Senaryo: Giacomo Bendotti-Ilaria Macchia-Andrea Paolo Massara-Piero Messina Görüntü: Francesco di Giacomo Oyuncular: Juliette Binoche (Anna), Lou de Laâge (Jeanne), Giorgio Colangeli (Pietro), Domenico Diele (Giorgio), Antonio Folletto (Paolo), Corinna Locastro (Rosa), Giovanni Anzaldo (Giuseppe)
Yapım: Medusa-Pathé (2015)

İtalyan yönetmen Piero Messina’dan “Bekleyiş”, trajedi üstüne derin bir kederin filmi. Kasvetli atmosferinden yansıyan fotoğrafları da ilham veriyor.

İtalyan sinemasından keder üstüne etkileyici bir film geldi. 2015 yapımı sinemaskop “L’Attesa-Bekleyiş”, büyük oyuncu Juliette Binoche’un yüzünden yansıyan hüzünle anlamlaşan bir film ayrıca. Binoche, Krzysztof Kieslowski ustanın üçlemesinin ilk filmi 1993 yapımı “Trois Couleurs: Bleu-Üç Renk: Mavi” filmindeki gibi hüznü yüzüne oturtmuş. Çok etkileyiciydi.

Film, İtalyan tiyatrosunun ve edebiyatının önemli adlarından Luigi Pirandello’nun eserinden ilham almış. Nobel sahibi romancı ve oyun yazarı Pirandello, 1867’de Sicilya’da doğdu, 1936’da Roma’da öldü. Birçok eseri de dilimize de çevrildi. Film, Pirandello’nun 1923’te tiyatro için yazdığı “La Vita che ti Diedi / Sana Verdiğim Yaşam” eserinden büyük ölçüde ilham almış. Filmin dönemi günümüze yakın. 2000’lerin ilk yarısıydı. Kâhya Pietro’nun arabasının modeli de günümüze yakın. Papa II. Jean-Paul de hâlâ hayatta. Vatikan’da halka vaaz verirken televizyondan yansıyor bu an.

Malikâneye düşen keder…

Yönetmen Piero Messina, 1981’de Sicilya’da doğdu. Bu film de onun ilk uzun çalışması. Filmin hikâyesi de Sicilya’da geçiyor. Kasabanın dışındaki kocaman malikâneye trajedi yüklü bir hüzün inmiş. Kasvetli atmosferin içinde açılan kamera, zihinleri karıştırarak bir heykeli yansıtıyor önce. Bir cenaze töreninden, artık bomboş gibi görünen kocaman malikâneye dönen kamera, Anna’nın tarif edilemez kederini yansıtıyor. Kâhya Pietro da acıyı hatırlatan her şeyin üstünü örtüyor siyah örtülerle. Sonra bir şey oluyor ve güzeller güzeli Jeanne geliyor Paris’ten. Jeanne, Anna’nın oğlu Giuseppe’nin sevgilisi. Tanışmaları da şiirsel olmuş. Giuseppeyi evde bulamayan Jeanne, sürekli onun cep telefonunu arıyor. Anna da onları dinliyor oğlunun telefonundan. Giuseppe neredeydi? Yoksa başına bir şey mi gelmişti? Anna, genç ve hayat dolu Jeanne’a gerçeği söyleyemiyor. Ama onunla az da olsa iletişime giriyor. Oğlunun âşık olduğu bu güzel kızı da tanımış oluyor. Anna’nın içindeki derin boşluk bu cıvıl cıvıl genç kızla mı dolacaktı? Kâhya Pietro da keder yüklü. Sanki Anna’nın kıza bağlanmasını istemiyor. Anna da yıllar önce Paris’ten Sicilya’ya gelmiş. Fransızca bilen kocasıyla evlenmiş ve Giuseppe olmuş. Filmde İtalyanca ve Fransızca kelimeler duyuluyor.

Jeanne’ın ışığı…

Büyük evde sıkılan Jeanne’ı göle götürüyor Anna. Bu göl Jeanne’a sunulmuş armağan gibi. Altında bikinisi olan Jeanne hemen göle giriyor. O suyun alındayken Anna eve dönüyor kederini yaşamak için. Jeanne, göl yüzmelerinde iki İtalyan genciyle, Paolo ve Giorgio’yla da tanışıyor. Onları malikâneye bile davet ediyor. Ormanın içinde yürürlerken insan endişe duymaya başlıyor birden gençler kıza tecavüz edecekler mi, diye. Centilmen gençlere Sicilya usulü yemekler hazırlayan Anna, günler sonra ilk defa gülümsüyor yemek masasında. Belki de Jeanne’ın saçtığı ışıktan. Anna, Jeanne’ın bu gençlerden birine âşık olmasını da umuyor. Ama Jeanne, Giuseppe’ye büyük bir aşkla bağlı.

Final bölümündeki Paskalya töreni de çarpıcıydı. Gece. Başlarına çuvaldan maske geçirmiş insanlar ABD’deki Ku Klux Klan’ı çağrıştırıyorlar. Ku Klux Klanlar, bu gelenekten kopya çekmişlerdir belki. Anna, küvette banyo yaptığı anı da anımsıyor çarpıcı sahnede. Yönetmen Giuseppe’nin yüzünü göstermiyordu bu anda. Ama Paskalya’da, kalabalıklar içinde kamera bir an Giuseppe’nin yüzünün üzerinden geçip gidiyordu. Sonra da kaybolup gidiyordu. Paris’e gitmek için hazırlanan Jeanne da gerçeği anlıyordu. Belki de Jeanne, Anna’nın her şeyi olacaktı.

Çarpıcı estetik…

Filmin görüntüleri de unutulmamalı. Parçalı ışık düzenlemeleri ve kamera kullanımı, sinema okulunda kameramanlık ve fotoğraf bölümlerinde okuyan öğrenciler için bulunmaz ve ilham verici. Yönetmen, karanlık, kasvet yüklü anları gotik bir estetiğe dönüştürmüş. Işığın yoğun olduğu anlardaysa sarımsı ve kahverengimsi tonlar yoğunlaşıyor. Bu da Sicilya’nın renklerinden olmalı. Bu fotoğrafları sinema perdesinde görmeli ama. Fonda duyulan belli belirsiz keman ve piyano tınıları hüznün somutlaşmasına yardımcı oluyor. Duyulan şarkılar da etkileyiciydi.

(26 Haziran 2016)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com