Kategori arşivi: Yazılar

Ölmek Zamanı

Pedro Almodóvar’ın Venedik Film Festivali’nden Altın Aslan ile dönen son filmi ‘Yandaki Oda / The Room Next Door’ ölme kararı üzerine bir deneme. Son kitabı ‘Ani Ölümler Hakkında’(On Sudden Deaths) ‘ölümü daha iyi anlayıp kabullenmek’ için yazdığını ifade eden Ingrid (Julianne Moore) New York’un anıt kitabevlerinden Rizzoli’deki imza gününde karşılaştığı eski dostundan ortak arkadaşları Martha’nın (Tilda Swinton) çağın belalı hastalığına yakalandığını öğrenir. Rahim kanserinin üçüncü evresindedir Martha. Gençlik yıllarında aynı dergide çalışmış, birçok şeyi hatta aynı adamı paylaşmış olan iki eski dost yıllar sonra hastane odasında buluşur. Öfori ve depresyon arasında gidip geldiğini söyleyen Martha, hastalığı ile yüzleşme ve kabullenme sürecinde ‘henüz partiyi terketmeye hazır olmadığını’ ifade eder. Ancak ilk kemoterapi sürecinin ardından karaciğer ve kemiklerdeki metastaz haberi herşeyi değiştirir. Birkaç ay, belki de bir yıl daha dayanılmaz acılar ve sanrılar içinde hastalığın onu yiyip bitirmesine izin vermeyecek, internet aracılığı ile ulaştığı bir hap yardımıyla kendisinin ifadesiyle ‘haysiyetli’ bir

ölümün zamanını bizzat kendisi tayin edecektir. Herkes mücadele etmesini istiyordur, bu savaşı vermek için eğitildiğini o da bilir ama kanser son noktayı koymadan, o kendisini haklayacaktır. Ötanazi düşüncesini başka arkadaşlarına da açmış ancak hiç biri bu süreçte yanında olmak istememiştir. Aynı teklifi kendi korkuları ile boğuşmaya, trajedinin içinde yaşama alanları bulmaya çalışan eski dostuna ilettiğinde tüm tedirginliği içinde şaşkındır Ingrid. Martha’nın talebi ölüm hapını aldığında yan odada birinin olmasıdır. Eski savaş muhabiri pek çok savaş görmüştür ama bu başka bir savaştır ve bu savaşta yalnız başına ölmek istemez.

Ingrid teklifi kabul ettiğinde Woodstock yakınlarında bir aylığına kiralanan, şehre iki saat uzaklıktaki orman evine taşınırlar. Huzur ve sessizliğin hakim olduğu, iki mevsimin yaşandığı bir iklimde eski günlerden, adrenalin bağımlısı Martha’nın annelik yapamadığı ve şimdilerde nadiren görüştüğü kızından, iki entelektüel kadının ortak edebiyat aşkından, Faulkner’den, Hemingway’den konuşurlar. Roger Lewis’in yakınlarda çıkan Elizabeth Taylor ile Richard Burton’ın tutkulu beraberliğini konu edinmiş ‘Erotic

Vagrancy’ hakkında sohbet eder, müzik dinler, sinema tarihinin ölümsüz klasiklerini izlerler. Kemoterapili kafasıyla muhakeme yeteneğinin azaldığını, müzik olarak artık sadece kuşların sesini duymayı istediğini, en sevdiği yazarlardan eski tadı alamadığını, boşluğa doğru sürüklenen zihni ile konsantrasyon duygusunu kaybettiğini dile getirir Martha. Vakit geldiğinde her ikisinin de favori yazarı James Joyce’un sinemaya da uyarlanan uzun öyküsü ‘Ölüler / The Dead’in finalinde olduğu gibi kar yağacaktır güçsüzce, tüm yaşayanların ve ölülerin üzerine.

75 yaşındaki Almodóvar dört yıl önce yine Tilda Swinton ile çektiği Jean Cocteau’nun ‘La Voix Humaine’ uyarlaması 30 dakikalık küçük sinema mücevheri ‘İnsan Sesi / The Human Voice’ ve yine kısa western denemesi ‘Strange Way of Life’ın ardından İngilizce dilinde çektiği bu ilk uzun metrajında kendine özgü dünyasını yabancı bir diyarda görkemli bir biçimde inşa etmiş. Amerikalı yazar Sigrid Nunez’in ‘What Are You Going Through’ adlı romanından yola çıkan film, yüksek sanatın, edebiyatın, resmin, müziğin yüceldiği, modernist yapım tasarımında kırmızıdan yeşile parlak renklerin hüküm sürdüğü coşkulu Almodovaryen evrenine

evrilirken üstadın değişmez bestecisi Alberto Iglesias müzik çalışması ile bir kez daha ustalığını konuşturmuş. ‘Persona’ ikilisini hatırlatan Swinton ile Moore’un karşılıklı performansları göz kamaştırıyor. İspanyol sinemacı John Turturro’nun hayat verdiği karakteri ise bir nevi alter ego’su olarak kullanmış İspanyol sinemacı. ‘İnsanların doğru şeyi yapacağına inancımı yitirdim’ diyor Damian. Her zamankinden fazla karbondioksit salınımından, dünya ekosisteminin çöküşünden, aşırı sağın yükselmesi ile neoliberal çılgınlığın kafa kafaya gidişinden yakınıyor. Kar sessizce yaşayanların ve ölülerin üzerine yağarken.

(07 Kasım 2024)

Ferhan Baran

[email protected]

Hangi Din Daha Gerçek? Sapkın

İki genç ve güzel kızın aralarındaki konuşmayla açılır film. Her genç insanın konuştuğu şeylerdir birbirlerine anlattıkları; bu iki gencin rahibe olduklarını öğreniriz. Mormon tarikatının tanınmasına yönelik çalışma içerisindedirler. Bir evin kapısı çalarlar, güvenlik nedeniyle evde bir kadın yoksa girmemeleri gerekse de kapıyı açan güler yüzlü Bay Reed’e (Hugh Grant) güven duyarak içeri girerler. Konu açılınca Reed, inançlarını tartışmaya açar. Reed, ilginç sorularla genç rahibelerin kafasını karıştırır, onları kandırmayı başarır. Yalan söylemez, ama rahibelerin sorularına yanıt vermekten kaçınır.

Korku filminin ilginç örneklerinden birini izleyeceksiniz. Koltuklarınızdan sıçramayacak, ama ne olacağı merakıyla tırnaklarınızı kemireceksiniz, tabii içten içe “bir şey olmasın” dualarıyla. İnsanın dışı ile içini (ya da düşüncesini) tanımak kolay değildir. Güler yüzlü, güven duyabileceğiniz kadar bilgili olduğuna sizi ikna eden biri kolaylıkla her istediğini yapabilir. Filmde de iki genç ve inançlı rahibe, deneyimsizliklerinin de etkisiyle tartışmaya girer adamla. Ya eve hiç girmeyeceklerdir -ki hava yağmurlu, sırılsıklam ıslanmışlardır, bir anlamda ısınmak için fırsat olarak görülebilir- ya da bu sorunlar veya benzerleriyle karşı karşıya kalacaklardır.

Korkudan çok gerilim yüklü filmin içinde mizah da yer alıyor; gerçi rahibelerin inançlarıyla dalga geçmek amaçlı ama yok değil, dozunda. Korku filmlerinin kaçınılmaz ögesi oluk oluk akan kan filmin ikinci yarısında görünüyor. Rahibe kızların cesur davranışları ise gerçekten ilginç, yani inançlarına güvendikleri aşikâr. Rahibelerden daha sakin olan değil, ama konuşkan olan dikkatlidir ve adamın açığını bulmaya çalışır. Bir çözüm yolu bulamazlarsa ölüm kaçınılmazdır.

Üç semavi din ile diğer büyük dinlerin dışında yeni bir şey üretmese de Bay Reed, yeni bir din ile yeni bir dünya kuracaktır, ama bunun yolu bu mudur? Orası kasap çengeli örneği kocaman bir soru işareti, ancak karşılıklı konuşmaların insanı etkilememesi, bilgilerini yeniden gözden geçirmesi için yararlı. Karakterleri yakın plan gören kamera izleyicinin de etkilenmesini sağlıyor.

08 Kasım’dan başlayarak gösterimde…

(06 Kasım 2024)

Korkut Akın

[email protected]

İşçisin Sen İşçi Kal

Herkes onu Ani diye çağırır ama gerçek adı ‘Anora’dır. Işık, aydınlık anlamına gelir ismi ancak kucak dansı yaptığı, çoğunluğu kaybedenler kulübünden müşterileri eğlendirdiği gece kulübünün loş ışığı altında geçer hayatı. Sigortası bile yoktur ama 23 yaşın verdiği coşkuyla yaşar hayatını. Ultra varlıklı Rus oligarkın zıpır veliahtı Ivan Zakharov ile (o da kendisine Vanya denmesini ister) karşılaştığı gece Sinderella hikâyesi başlar. İlk buluşmanın ardından zengin ailenin şımarık oğlu genç kızdan yüklüce bir para karşılığında bir haftalık sevgilisi olmasını ister. Ani dünden razıdır. İkilinin ten uyumu alev alev bir beraberliğe yelken açarken, Las Vegas tatilinin içkili kokainli zevk doruğunda evleniverirler. Kız kardeşi ile birlikte yaşadığı Brooklyn’deki kırık dökük apartman dairesinden Vanya’nın ailesinin Brighton Beach’deki görkemli malikanesine taşınan genç kız bolluk ve sefahat hayatının sarhoşluğu içindedir. Ancak yönetmen Sean Baker’ın niyeti ‘Pretty Woman’ tarzı bir Hollywood masalı anlatmak değildir. Oğullarının bir eskort kızla evlendiğini haber alan Rus ebeveynler önce New York’ta ikamet eden adamlarını devreye sokacak, olaya bizzat el koymak üzere özel uçaklarıyla soluğu Amerika’da alacaklardır.

Mayıs ayında Cannes’da Altın Palmiye ile onurlandırılan ‘Anora’nın yönetmeni Baker Amerikalıların pek de görmek ve bilmek istemediği marjinal yaşamları filmlerinde sergilemesiyle ünlüdür. 2000 yılında, kırsal Amerikan erkeklerinin tutum ve davranışları üzerine ‘cinéma verité’ (gerçeğin sineması) tarzında çektiği ilk uzun metrajı ‘Four Little Words’ (Dört Kısa Kelime) adını taşır. Kendine has ‘yeni gerçekçilik’ esinli yarı dokümanter tarzını inşa ettiği denemelerinden 2004 yapımı ‘Take Out’, mafyaya olan borcunu ödemek üzere para bulmak üzere bir gün boyunca koşturan Çinli kaçak işçinin; 2008’de çektiği ‘Prince of Broadway’ varlığından haberi bile olmayan oğlu kucağına verilen sokak satıcısı siyahi Lucky’nin; 2012 yapımı ‘Starlet’ bir porno yıldızının

öyküsü etrafında şekillenir. Avrupa’dan Ken Loach ustayı örnek alan, Dardenne kardeşlerin dünyasıyla gözle görülür bir akrabalığı olan Baker sineması ‘Tangerine’ ile daha geniş bir izleyici kitlesince fark edilmeye başlar. iPhone ile çekilen bu film, iki transseksüel seks işçisinin kaotik Los Angeles sokaklarındaki zorlu bir günü ve gecesi üzerinedir. Baker bizde sinemalara uğramış olan, bugüne kadar en çok ses getirmiş denemesi 2017 yapımı ‘The Florida Project’ ile ABD’nin güneyine, Florida’nın güneşli rengarenk iklimine yollandığında, bu defa Orlando’nun varoşlarında, Disneyland eğlence diyarının arka bahçesindeki motellerde yaşayan yoksul Amerikalıların dünyasına çevirir kamerasını.

Bağımsız sinemacıların en bağımsızı ünvanını kesinlikle hak etmiş olan sinemacının senaryolarını yaklaşık 20 yıldır yazar dostlarıyla ortaklaşa hazırladığını, filmlerini çok düşük bütçelerle çektiği ve daha sonra kendisinin kurguladığını biliyoruz. Her zamankinden daha büyük bir bütçe ile çalıştığı ‘Anora’ yine bir kolektif çalışmanın ürünü. Yazar ekibinin başlangıçta kendisine önermiş olduğu ABD’de yaşayan Ruslara dair mafyatik öyküyü reddettiğini

biliyoruz. Buna karşılık Amerikan topraklarında ikamet eden Rus diasporası üzerine daha şenlikli bir gözlem yapmak ve sınıf ilişkileri üzerine hınzır bir denemeye imza atmayı tercih etmiş. Ani ile Vanya’nın beraberliği Richard Gere – Julia Roberts’li külkedisi masalının zıt kutbunu oluştururken, Z kuşağı gençlerin aşk ile paranın, duygusallık ile maddiyatın birbirine dolaştığı çağdaş dünyaları üzerine yaman tespitlerde bulunmuş.

Doludizgin bir kara komedi tadında ilerleyen filmin muhtemelen Cannes jürisini de tavlayan finalinde, sınıf ilişkilerine çarparak neyin sahte neyin gerçek olduğunun ayrımında kaybolan Ani’nin kişiliğinde iz bırakan bir karakter yaratıyor Baker. Mikey Madison ise kendisine Oscar adaylığı getireceğine kesin gözüyle baktığım incelikli Anora yorumuyla her türlü alkışı hak ediyor.

(04 Kasım 2024)

Ferhan Baran

[email protected]

Gitmek ile Kalmak Arasında: Başlangıçlar

Gitmek de kalmak kadar zordur, sığamazsınız kendi içinize bile. En tam da o nedenle rüzgârın önünde savrulan ya da suyun yüzeyindeki bir yaprak gibi akıntı sizi nereye götürürse oraya gidersiniz. Gittiğiniz yer istediğiniz (umduğunuz) yer midir? Çoğunlukla hayır. Ama bir yerde durmak, kök salmak gerekir, çünkü yaşam hiçbir şeyi bırakmıyor, taşıyor…

Fransa’da doktorasını yaparken içine sığamayan Defne (Ahsen Eroğlu), istemediği halde annesinin yanına taşınır. Anne “dırdırı” fazla gelince arkadaşının yanına, kanepe üzerine sığınır. Arkadaş da olmayınca geri döner, annesinin yanına. Sonrasında belki yine Fransa yolu görünecektir, kim bilir. Resmi seven Defne, resim restorasyonu işi bulur ve büyük bir hevesle o işe odaklanır. Ancak kendini bulma süreci olarak sığındığı bu iş de yetmeyecektir; kader ağlarını hep kendi örer.

Genç bir kadının kendini bulma öyküsü olarak değerlendirebileceğimiz “Başlangıçlar”, sakin dili ve yer yer duraksasa da akıcılığıyla, özellikle genç kuşağın içinde bulunduğu hali gözler önüne seriyor. Yönetmen Ozan Yoleri, ne istediğini biliyor ki, sadece çerçeveyle sınırlamamış filmini, haletiruhiyeye

uygun renklerle de belirlemiş; dahası, Fransa Türkiye arasında gitmiş gelmiş. Filmi, çok açık olarak kendinizle özdeşleştiriyorsunuz. Yalnız anne, sevgilisiyle tatile çıkan arkadaş, ölümle yüz yüze dede, kadere boyun eğmiş anneanne arasında çıkar yol bulamayan Defne’den farkınızı arıyorsunuz ister istemez.

Ancak asıl kötüsünü, tam kendisini bulmaya başlamışken patronunun, Defne’ye üzerinde gece gündüz çok titiz çalıştığı resmin sergilenmeyeceğini söylemesiyle izliyoruz. Defne’nin tepkisi haklı(ydı) ama onca emek verdiği resme zarar vermesi kabul edilemez.

13 Aralık’tan başlayarak gösterimde…

(05 Kasım 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Gerçek Bir Hikâye, Gerçeküstü Bir Mücadele

İyi ki yapılmış dediğiniz filmler vardır. ‘Bir Cumhuriyet Şarkısı’ işte böyle yapımlardan. İş Bankası’nın desteği ve BKM ekibinin yaratıcı katkıları ile kotarılan, Yağız Alp Akaydın’ın yönetmenlik koltuğuna oturduğu film, ilk Türk Operası ‘Özsoy’un 26 günde yaratılış ve sahnelenme sürecini anlatıyor.

Genç Cumhuriyet türlü imkansızlıklarla mücadele ederek kısa bir zaman dilimi içerisinde büyük inkılâpları gerçekleştirmiş, kültür devrimi sürecinde önemli adımlar atılmıştır. Tutkunu olduğu Tosca operasını ilk kez Belgrad’da izlemiş olan Gazi Mustafa Kemal, İran Şahı Rıza Pehlevi’nin 1934 Haziran’ında Ankara’yı ziyareti şerefine bir opera bestelenmesini buyurmuştur. Eserin Firdevsi’nin ‘Şehname’sinden alınan, yüzyıllar boyunca Türkiye ile İran’ın kardeş olduğunu vurgulayan metnini bizzat kendisi, librettoyu ise gözde danışmanı Münir Hayri (Egeli) hazırlar.

Sıra operayı besteleyecek müzik adamına geldiğinde, özel yetenek bursu ile Paris’te öğrenim görmüş Ahmet Adnan (Saygun) bu görev için seçilir. Genç müzisyen böylesine zorlu bir talep karşısında şaşkındır. Uykusuz gecelerde eserin ortaya çıkmasının yanı sıra, önemli rolleri seslendirecek solistler bulunması, yoktan bir koro oluşturulması, gerekli dekor ve kostümlerin sağlanması gerekmektedir. Riyaset-i Cumhur Filarmoni Orkestrası’nın başındaki Ekrem Zeki (Üngör) beyin Salierivari engellemeleri ise işin cabasıdır. Ancak büyük işler küçük kaprislere terk edilmeyecek, Gazi Paşa’nın dediği gibi meşakkat olmadan başarı

gelmeyecektir. Olmayan en önemli şey ‘zaman’dır belki, lakin insanlar gerçekten inanınca engellerin yıkılabileceğinin mucizevi bir temsilidir ‘Özsoy’ operasının ortaya çıkışı. ‘Yokları sayanlar hiçbir mücadeleden çıkamaz’ diyen Gazi Mustafa Kemal ilk yerli operanın sahnelenişini bir devrim hareketi olarak tanımlayacak, Halkevi’nde ilk kez temsil edilen eseri, Balkan topraklarında tanıyıp aşık olduğu, ancak ‘bizim savaşımız bitmez’ hüznü ile cepheye döndüğünde ardında bıraktığı güzel Miti’nin hatırasına dalarak alkışlayacaktır.

‘Bir Cumhuriyet Şarkısı’ şimdilerde çok da ihtiyacını duyduğumuz bir özveri destanının, imkânsızlıklar içerisinden bir cumhuriyet çıkartan yüce bir neslin bugün ders alınması gereken öyküsüdür. İçinde yaşadığımız karanlık günlerde böylesine içten, hamasi olmayan, özenli dekoru, kostümü ile su gibi akan bir anlatıya

ne kadar ihtiyacımız olduğunu hissettim ve yoğun duygular yaşadım filmi izlerken. 54 yaşındaki Gazi Mustafa Kemal’de Ertan Saban, Ahmet Adnan’da Salih Bademci başta olmak üzere tüm oyuncu kadrosu Cumhuriyet’i kurup yüceltenlerin engel tanımayan yılmaz özverisini yorumlayışlarında son derece etkileyicilerdi.

İlk opera sanatçılarımızdan Nimet Vahid’in (Birce Akalay), Nurullah Şevket’in (Burak Bilgili), Ziraat Mektebi Kütüphanesi’nden davudi sesi nedeniyle kadroya dahil edilen Süleyman bey’in (Mehmet Özgür) onurlu hatırası önünde saygı ile eğilirken, Gazi Mustafa Kemal’in makyajını üstlenen Suzan Kardeş’in, final jeneriğinde ‘Kırmızı Gülün Adı Var’ türküsünü seslendiren Dilek Türkan’ın adlarını ayrıca anmak ve emekleri için teşekkür etmek isterim.

(03 Kasım 2024)

Ferhan Baran

[email protected]

Biz Venom’uz

Marvel Sinematik Evreni’nin (kısaca MCU) esrarengiz ve karmaşık olduğu kadar en eğlenceli serilerinden ‘Venom: Zehirli Öfke’nin üçlemeyi tamamlayan son epizodu dünya sinemaları ile birlikte bizde de gösterimini sürdürüyor. ‘Venom: Son Dans / Venom: The Last Dance’ araştırmacı gazeteci Eddie Brock’un (Tom Hardy) ikinci filmde başına gelenlerin ardından kaçtığı Meksika’dan açılıyor. Aynı bedende birlikte soluk aldığı uzaylı Venom ile iyice kanka olmuş olan Brock, şehir katedralinde tuhaf bir biçimde bıçaklanmış olarak bulunan New York polis teşkilatından dedektif Patrick Mulligan’ın (Stephen Graham) katlinden sorumlu olarak aranmaktadır. Gazetecimiz Manhattan’a geri dönerek adını temize çıkarma peşindedir, lakin bela bu defa çok daha büyüktür. Uzay hapishanesi mahkûmu ‘Boşluğun Tanrısı Knull’ (Andy Serkis), iki kafadarın enerjisinden türemiş özgürlüğünün anahtarı ‘codex’i ele geçirip esaretinden kurtulabilmek için simbiyot çocuklarını dünyamıza göndermiştir. Öte yandan Nevada’nın uzaylı yaratıklar üzerine araştırmalar yapan 51. Bölge’deki gizli üssü devre dışı bırakılmak üzeredir. Bölgeye turistik bir gezi yapmak için yola çıkan çağdaş hippi Martin (Rhys Ifans) ile ailesinin yolu ‘Biz Venom’uz’ sloganı ile bağlılıklarını perçinleyen ikilimiz ile çakışacaktır.

2018 yılında ana karakter olarak beyazperdeye taşınan ilk ‘Venom’, başroldeki Hardy’nin karizması ve sevgilisi rolünde Michelle Williams’ın eşliği ile şirin bir romantik komedi havasında başlamış, iki farklı organizma arasında biyolojik ilişki boyutuna geçildiğinde ‘Laurel ile Hardy’ benzeri bir dinamikten beslenen zıt kardeşler komedisine evrilmiştir. İlk üçlemenin bu son epizodunda daha ilk sahneden aksiyon planına geçiyoruz. Buna karşılık iç içe geçmiş iki organizma arasındaki atışmalar baş döndürücü serüvenin tuzu biberi olmayı sürdürüyor. Stanley Kubrick’in aya ilk inişi Hollywood stüdyolarında çekmiş olduğu rivayeti, Brock’un

uçak üzerinde tutunmaya çalıştığı sahnede ’Tom Cruise bunları nasıl yapıyor’ benzeri espriler ya da sakalı daha bir beyazlamış, kilo almış, ayağı terlikli salaş Hardy’nin ‘daha önce dünyanın en seksi erkeği ünvanını almıştım’ şeklinde kendisi ile dalga geçtiği bölümler, son epizodun adına nazire olarak Brock ile Las Vegas’a gönül eğlendirmeye gelmiş emektar market sahibi Bayan Chen’in Abba’dan ‘Dancing Queen’ eşlikli dans sekansı, ‘Aliens’ benzeri simbiyot ordusu ile kıyasıya mücadelenin şamata sosu olarak devreye giriyor ve kahkaha attırıyor.

Hardy ile ortaklaşa ürettikleri öyküler üzerinden önceki filmlerin senaryosuna imza atmış olan Kelly Marcel bu kez yönetmenliği de üstlenmiş. Finali ile yeni bir üçlemeyi müjdeyen yapım seriye ilgi duyanları memnun edecektir.

(02 Kasım 2024)

Ferhan Baran

[email protected]

Aşk mı, Kalp Kırıklığı mı? Anora

İki anne, kuaförde konuşuyorlarmış. Biri, kızının üniversite okuduğunu, yüksek mühendis olduğunu ama iş bulamadığı için özel sekreterlik yaparak hayatını ancak kazandığını, diğeri de kendi kızının aynı işi yaptığını, ama üniversite okumak yerine fahişelikte karar kıldığını söylemiş.

Anora, filmde Ani (Mikey Madison), seks işçiliğiyle yaşamını sürdüren genç bir kadındır. Çalıştığı yere gelen Rus oligarkın yeniyetme oğlu Ivan Zhakarov, filmde Vanya (Mark Eydelshteyn) ile tanışır. Sonrası beklendiği (ya da fıkradaki) gibi… Genç ve deneyimli güzel Ani’den etkilenen Ivan, onunla evlenir, bir gece ansızın. Rus oligark anne ve baba bu kararı kabul etmezler ve kendilerine sonuna kadar bağımlı oğullarının yanına New York’a giderler, özel uçaklarıyla.

Herkesin çok sevdiği ve hiç unutamadığı Pretty Woman filminin yeni bir sürümü gibi olan Anora filmi, belki biraz dana gerçekçi, biraz daha ateşli, biraz daha komediyle örülü ama alabildiğine uzun. Filmi iki bölümde ele almak gerekir. İlk bölümde iki gencin yiyip içip sevişmeleriyle dolu geçen günleri, ikinci bölümdeyse anne babanın çocuklarının peşine düşmesi. Film boyunca ne olacak, ne olabilir diye bekliyorsunuz merak içinde. Yönetmen Sean Baker yakın planları çok iyi kullanmış, izleyicinin içini gıdıklıyor. Filmin gişesine epey bir katkısı olacaktır.

Ödüller hak ediliyor mu?

Son yıllarda gerek önemli yönetmenlerin gerekse ödüllü filmlerin bir tıkanıklık içine düştüğünü görmemek mümkün değil. Oysa dünya tümüyle sorunlar yumağında, sosyal ve siyasal kargaşanın içinde. Küresel iklim krizi bir yanda uluslararası göç diğer yanda, her ülkenin başında bir kâbus olarak dikiliyor. Devletlerin (bizimkinde bütün haklar yok) temel hakları gözetmezken senaryoların, bağlı olarak sinemanın bir tıkanıklık içinde olması şaşırtıcı. Teknik olanaklar da arttı, bazı işleri daha kolay yapmak mümkün. Ama bir türlü bu tıkanıklığı aşamıyor filmler.

Anora ilgi çekici, merak uyandırıcı ama yetmiyor. Filmin kazandığı ödülü gençlerin oluşturduğu jürinin verdiğini düşünüyorum. Bir araştırma yapılsa (bizim ülkemizde olduğu gibi dünyanın birçok ülkesinde) izleyici kitlesinin gençlerden oluştuğu görülecektir.

01 Kasım’dan başlayarak gösterimde…

(30 Ekim 2024)

[email protected]

İlklerin Filmi: Aysel, Bataklı Damın Kızı

101. yılını kutladığımız Cumhuriyet’in kazanımlarından biri de sanatın kültürün öne çıkarılmasıydı. Her ne kadar siyasal iktidarlar eliyle yasak ve sansürler uygulansa da, sanatın yaygınlaşması önlenemedi.

“Aysel, Bataklı Damın Kızı”, 1934 yılında çekilmiş. İsveçli yazar Selma Lagerlöf’ün öyküsünden Mümtaz Osman mahlasıyla (demek o zaman da varmış yasak ve sansür) Nâzım Hikmet’in uyarladığı, Muhsin Ertuğrul’un Bursa’nın Çalı Köyünde çektiği; birçok ilki de barındıran filmi, Dünya Görsel – İşitsel Miras Günü’nde, izleme olanağını bulduk. Çok yıllar önce izleyenler vardır muhakkak… Zamanın -yanar film diye anılan- nitrat tabanlı filminden asetat tabanlı filme aktarıldığı için günümüze ulaşabilen filmin önemi ilk köy filmi ve daha da önemlisi sesli çekilmiş ilk film olması… Filmde genel görünüm de çok önemli; köyü tanıyoruz, ilginç ve alabildiğine güzel detay görüntüler yer alıyor.

Filmde köylüler de rol almış, ama asıl ilginci, köylüler o kadar çok benimsemiş ki bu film çekimini, oyuncuların adlarını vermişler doğan çocuklarına… Cahide ve Feriha adlı çocuklar koşuşturmuş köyün evleri arasında. Filmde gerek görev, gerekse rol alan hiç

kimse yaşamıyor günümüzde, ama film yaşıyor. Bir kez daha vurgulamak gerekir: Sanat yaşatır. Faik Bercavi yazmış ilk kez bu köyü ve köyde filmin çekildiğini… Güney Özkılınç da oraları ziyaret edip, o köylülerin (şimdi artık mahalle) torunlarını, belki de torunlarının torunlarını getirmiş ilk gösterime…

Tarihin içinde…

Muhsin Ertuğrul, tiyatronun olduğu kadar sinemanın da ülkemizdeki öncüsü, taşıyıcısı… Tiyatrocu bakışıyla tanınsa da, bu filmde görüyoruz ki, gerçekten güçlü bir yönetmen. Daha düne kadar, pelikülün pahalı olması gerekçesiyle, neredeyse hiç geçme yapılmazdı sinemamızda. Muhsin Ertuğrul, hem yerinde hem de çok iyi geçmeler kullanmış. Hemen başta belirtmek gerekir, kamera çevrinmeleri ile hareketli kamera kullanımı çok başarılı. Tabii, Cezmi Ar’ın görüntülerini, Cemal Reşit Rey’in tümüyle özgün müziklerini unutmamak gerekir (Filmin görüntülerini temizler ve

yenilerken ses ve müziği de temizlenebilir miydi diye sormadan geçemiyor insan… Restorasyon filmin ruhuna aykırı olabilir, ama yapay zekâyla sesler yenilenebilir, böylelikle seyir mutluluğu daha da güçlendirilebilir.) Filmin çekildiği dönemde soyadı kullanılmadığı için sadece adları geçiyor (elle boyanmış afiş çok sonraları hazırlanmış ve soyadların büyük yazılması kullanımının arttırılması amaçlı olsa gerek) ve Cahide Sonku’yu, Feriha Tevfik’i kendi sesiyle duymak ne kadar güzel…

Nobelli ilk kadın yazar Selma Lagerlöf’ün öyküsü evrensel, özellikle günümüz Türkiye’si için hâlâ gündemde… Muhsin Ertuğrul, bu anlamda da önemi ve özelliği hiç yitmeyecek bir film çekmiş.

Bir ağanın evinde çalışan Aysel, ağanın oğlu tarafından tecavüze uğrar ve bir çocuk doğurur. Mahkemeye başvursa da, çocuğunun babasının “yalancı” olmasını kabul edemeyen Aysel, davasını geri çeker. Kadınlar Aysel’i, özellikle, küçümseyip dışlarken, Ali ilgi

duyar. Geleneksel olarak “mutlu son” ama yaşananların önemini, seven insanın nasıl savunduğunu, iyilikle kötülük karşı karşıya gelse de insan duyarlılığının gücünü vermesi nedeniyle önemsenmesi gereken bir filmdir “Aysel, Bataklı Damın Kızı”.

Filmi izlemeden önce konuşurken, Yeşilçam’ın uzun yıllar dublajlı film çekmesinin birtakım teknik yetersizlikten kaynaklandığından söz edildi, oysa 90 yıl önce, o koşullarda hem de, sesli film çekilebilmiş işte. Filmde kameranın (değirmen olarak anılırdı kamera arkası çalışanlar tarafından sesinden dolayı) sesini duyuyoruz, alttan alta. İnsan yeter ki, istesin, üstesinden gel(e)meyeceği hiçbir zorluk yoktur. Filmin öyküsü, bir anlamda bunu da içeriyor.

Teşekkürler…

Sinematek, “Aysel, Bataklı Damın Kızı” filminin dijital restorasyonunu, Mimar Sinan Üniversitesi Prof. Sami Şekeroğlu Sinema Televizyon Araştırma ve Uygulama Merkezi işbirliği, filmin hak sahibi Murat Film’in izni, Kurukahveci Mehmet Efendi

desteğiyle Atlas Post Production’a yaptırmış. Filmin ruhunu kaybetmemesi en büyük kazanım. (Restorasyon adı altında, daha çok tarihi yapılarda gördüklerimizse herkesin tepkisini çekiyor zaten. Buna da bağlı olarak emeği geçenleri kutluyoruz, bir kez daha.)

Film sonrası kendi aramızda, önceleri birçok kurumun, firmanın, şirketin kültür sanata var olan desteğinin artık bulunmadığını (bunda siyasal iktidarın engellemesi kesinlikle çok önemli), Kurukahveci Mehmet Efendi’nin bu desteğinin çok, çoktan da çok önemli olduğunu konuştuk. Kurukahveci Mehmet Efendi’yi bir kez daha alkışlıyoruz, diğer tüm katılımcılarla birlikte.

İsteriz ve dileriz ki, benzer çabalar çoğalsın, filmler izleyiciyle buluşsun.

(29 Ekim 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Tercih Sizin Olmalı: Yandaki Oda

Önüne geçilemeyecek, bir başka deyişle engellenemeyecek tek şey ölümdür. İnsanların kendilerini öldürmeleri (intihar) pek makbûl bir şey değil, dini açıdan da arzulanmıyor; ancak zorunlu durumlarda (hastalık, engellilik vb.) insanların bilinçli olarak kabûl edip onayladığı ötanazi kimi ülkelerde yasal bir uygulama. Bizde de var, ama sadece sokak hayvanları için… Onayını alamadığınız için sadece yasal dışı değil, aynı zamanda insanlık dışı…

Pedro Almodóvar, bir kitaptan alıp senaryoya uyarladığı ve ilk kez İngilizce (daha önce İspanyolca) çektiği “Yandaki Oda” filminde, ünlü bir yazar olan Ingrid (Julianne Moore), yıllardır görmediği savaş muhabiri arkadaşı Martha’dan (Tilda Swinton) yıkıcı bir haber alır. Bir zamanlar çok yakın olsalar da araya giren uzun yıllar boyunca görüşmemişlerdir. Martha, üçüncü evrede kanserdir, Ingrid ona yardımcı olmak ister.

Hemen herkesin aklına gelebileceği gibi başına da gelebilecek denli bilinen bir öyküyü izliyoruz. Tabii ki, psikolojik gerilim dorukta. Tabii ki, hüzün ve bilinmezlik de at başı gidiyor. Tabii ki, üzülmek çözüm değil. Çok iyi düzenlenmiş bir mekânda (filmin adı her ne kadar “Yandaki Oda” ise de filmde) yukarıdaki odayı izliyoruz. Oyuncular gerçekten başarılı, diyaloglar kitabi olsa da filmin o dramatik havasını söndürmüyor. İzlerken kendinize soruyorsunuz: Ben olsam ne yapardım? Her iki karakter için de geçerli bu durum. Hasta sizseniz kararınız ne olur? Arkadaşınız hastaysa nasıl davranırsınız ona? Kaçmak, uzaklaşmak da insani bir duygu, yardımcı olup yanında yaşamak da… Yolun sonunu görüyorsunuz ve bile isteye tepki veremiyorsunuz. Kendinizi sınamak için iyi bir fırsat.

01 Kasım’dan başlayarak gösterimde…

(28 Ekim 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Unutma, Sen Bir Tanesin: Cevher

Herkes genç, güzel, enerjik ve beğenilen olmak ister. Bunun için karaborsa ilaç alırsanız (sahi, bu ülke güzellik müstahzarları satarak vurgun yapıp da ünlü olanları da tanıdı) yeni bir sayfa açılabilir önünüzde…

Coralie Fargeat’ın yeni filmi zamanlamasıyla epey ilginçti. Bir gün önce Devlet Bahçeli, yıllardır asılmasını istediği, “bebek katili” olarak nitelediği Abdullah Öcalan’ı Meclis’te konuşmaya davet etti. Cevher’deki Elizabeth Sparkle da aynı değişimi gösteren 50’sine gelince televizyon ekranlarından uzaklaştırılan eski bir yıldız. Düne kadar en güzel, en başarılıyken birden değişince tıpkı Bahçeli’nin içine düştüğü duruma düşüyor. Ancak bir gün sonra yaşanan TUSAŞ’a yapılan terör saldırısı düşümü de düşüncemi de değiştirdi.

Elizabeth Sparkle (Demi Moore), yerini genç, güzel, başarılı Sue’ya (Margaret Qualley) devrediyor. Ancak süre sadece bir hafta ve müsamahası yok, asla. Gecikilirse çok şey geri döndürülemez biçimde bozuluyor.

Gözünü kâr hırsı bürümüş ve cinsellikle bozmuş televizyon patronu Harvey (Dennis Quaid) Sue’yu görünce beyninden vurulmuşa dönüyor. Elizabeth’in yerine geçen Sue, onun bilgi birikimi ve deneyiminden de yararlanarak daha da başarılı oluyor. Genç kadın için bir hafta nedir ki, doğal olarak gecikiyor ve akış bozuluyor.

Filmin ana teması insani duygular çerçevesinde her yaş kendi içinde güzeldir. Cildinizin bozulması, yüzünüzdeki kırışıklıklar, bedeninizin sarkması yaşınızın güzelliğindendir. Kandırmacalara kulak asmayın. Asıl önemli olan sizin dik ve gururlu duruşunuzdur.

Erkek egemen dünyada -televizyon patronları da onların içinde- kadınlar sadece görsel bir obje olarak görülüyor. Bu büyük yanılgıyı gözler önüne seren Cevher, bir yanıyla korku, bir yanıyla kaygı içeriyor. Harvey’in filmin daha başında, alabildiğine çirkin (yakın plan olunca daha bir iğrençleşiyor) yemek yeme sahnesi bu erkek egemen dünyanın yüzü olarak öne çıkıyor. Yaşı 50 olsa da, Sparkle, kendisini genç dinç ve seksi hissediyor; ta ki o ilacı duyana kadar.

Bundan sonrası ipucu (spoiler) içereceği için filmin devamını aktarmayacağım. Kanlı beden görüntüleri irkilmenize ya da tiksinmenize değil, kadının yaşadıklarına dikkat çekiyor. Bedeni dinç olsa da, yüzündeki kırışıklıklar yaşını gösteriyor, ama yine de albenili. Okul arkadaşı onu yemeğe bile çıkarmak istiyor. Kim nasıl görürse işte… Değişmek, yaşamın olmazsa olmaz kuralıysa, bu değişimi doğal yolla yaşamak en iyisi.

Cevher, ilginç (ödüllü de, Berlin’den en iyi senaryo ödülüyle döndü) bir öykü anlatıyor. Biraz ürpertecek olsa da kendinize ve yaşamınıza dönüp bakmanızı sağlayacak.

01 Kasım’dan başlayarak gösterimde…

(25 Ekim 2024)

Korkut Akın

[email protected]

İki Gün Batımı Arasında

‘Yetişkinliğe geçiş anını bazen yaş değil, ölüm tayin eder’ diyor yönetmen Rúnar Rúnarsson. 77. Cannes film Festivali’nde ‘Belirli Bir Bakış’ (Un Certain Regard) seçkisinin açılış filmi olan ‘Gün Doğarken / Ljósbrot’ beklenmedik bir trajik kaybın ardından yaşananlar üzerine.

İzlanda baharının büyülü günbatımını baş başa izleyen Una (Elín Hall) ile Diddi (Baldur Einarsson) gelecek hayalleri kurmaktadır. Reykjavik Güzel Sanatlar Okulu’nda performans sanatçısı eğitimi alan gençlerden Diddi ertesi sabah erkenden memleketine uçarak uzatmalı sevgilisi Klara’dan ayrılacak, böylece ilişkilerini yaşarken saklambaç oynamalarına gerek kalmayacaktır. Lakin kader başka bir plan çizmiştir. Havaalanı yolundaki tünelde yaşanan korkunç patlama genç adamı yaşamdan koparacaktır.

Jenerik bu hazin hadisenin ardından devreye giriyor ve bir günbatımından diğerine 24 saatlik bir zaman diliminde sevdiklerinin kaybı ile allak bullak olan 6 gencin duygusal yolculuğuna tanıklık ediyoruz. Caddelerde mezuniyet kutlamasına hazırlanan liseli gençlerin heyecanı, Una’nın, Diddie’nin ev arkadaşı yakın dostu Gunni’nin (Mikael Kaaber), kaza üzerine ilk uçakla gelen Klara’nın (Katla Njálsdóttir) şaşkın kederine karışırken, ülke tarihinde yaşanmış bu en vahim trafik kazasının ardından bayraklar yarıya iniyor. Travma merkezinde ne yapacağını bilemeyen gençler, büyük ebeveynlerinin haricinde ilk

kez yüzleştikleri ölüm gerçeğini kabullenmekte zorlanıyor, müzik yaptıkları barda Diddie’nin şerefine onun favori içkisini yudumluyor. Eski fotoğraflar ortaya çıkıyor, isyanlarına paralel olarak müziğin sesi yükseliyor. İçiyorlar, şuursuzca dansediyor ve sonrasında kolkola yığılıp ağlaşıyorlar. Derin bir yasa boğulan Una sakladığı sırla boğuşup duygularını ifade edemezken, diğerlerinin Klara’yı teselli etme çabasını içten içe kıskanıyor. Bu duygusal yolculuğun sonu yine bir günbatımında batan güneş misali Diddi’ye veda ile sonlanacaktır.

Rúnar Rúnarsson’un ifadesiyle ‘çelişkili duyguların arasında sıkışılan, gülmenin ağlamaya dönüştüğü, güzelliğin kederle birlikte varolduğu kısacık bir zaman diliminde geçen’ 75 dakika uzunluğunda minimalist film, sinemacının İKSV festivallerinde ilgiyle izlenmiş önceki yapıtları ‘Volkan’, ‘Serçeler’ ya da ‘Echo’da olduğu üzere İzlanda’nın sakin doğal güzelliğini ön plana çıkarmıyor ancak finalde, 2018’de 48 yaşında yaşama veda etmiş İzlandalı besteci Jóhann Jóhansson ezgilerinin batan güne ışığının sudaki kırılmasına (filmin özgün adı ‘ışığın kırılması’ anlamına geliyor) eşlik ettiği büyüleyici finalle gönlümüzü alıyor. Genç Meryl Streep’i andıran Elín Hall her bir kareye sinen etkileyici performansı ile gelecek vadediyor.

(25 Ekim 2024)

Ferhan Baran

[email protected]

Bir Canavar Yaratmak

Ali Abbasi’nin Cannes Film Festivali ana yarışma seçkisinde dünya prömiyerini yapan son filmi ‘The Apprentice / Trump’ın Hikâyesi’ yeniden başkanlık yarışına giren eski ABD Başkanı Donald Trump’ın gençlik yıllarını mercek altına alan bir biyografi. 70’li yıllarda babasının yanında gayrimenkul işine bulaşan Queens’ten çıkma portakal suratlı Donald’ın kapı kapı dolaşarak yoksul kiracılardan para toplamanın çok ötesinde hayalleri vardır. Dairelerini kiralarken ırkçılık yaptığı gerekçesiyle mahkemelik olmuş babasının boyunduruğundan ve kötü şöhretinden sıyrılıp keşmekeş New York’un göbeğinde lüks bir otel inşa etmenin peşindedir o. En genç üye olarak kendini kabûl ettirdiği özel kulüpte tanıştığı nüfuzlu avukat ve politika danışmanı Roy Cohn hedeflerine ulaşmada onun yol gösterici hamisi olacaktır.

Böylesine tipik bir Amerikan öyküsünün yönetmenlik koltuğunda İran asıllı bir yönetmenin oturmasına şaşırmış olabilirsiniz. Lakin Abbasi bizde sinemalara gelmeyen ilginç psikolojik gerilim denemesi olan ilk uzun metrajı ‘Shelley’den (2016) başlayarak çizgi dışı karakterlerin öyküsünü anlatmıştır hep. Danimarka vatandaşı yönetmen, İsveç’te çektiği, Cannes’ın ‘Belirli Bir Bakış’ seçkisinde en iyi yönetmen ödülü alışının ardından Oscar adayı olmuş makyaj çalışması ile dünya çapında tanındığı, bizde de büyük ilgi toplamış 2018 yapımı ‘Sınır / Gräns’da, sınır polisi Tina’nın kendi kadar tuhaf bir adamdan etkilenişi ve öz varlığını sorgulamasında doğaüstü kara film ögelerini ustaca harmanlamış; İran toplumuna öfkeli bakışını yansıtan bir sonraki filmi ‘Kutsal Örümcek / Holy Spider’da 2000’li yılların hemen başlarında Meşhed kentini sallamış seri cinayet sarmalını gözlem altına almıştır.

Tartışmalı karakterleri odağına alan öykülerin izini süren Abbasi’nin politika üzerine yaman gözlemleri ile sivrilmiş Amerikalı tanınmış gazeteci Gabriel Sherman’ın senaryosundan yola çıkan filmi ilk yarıda bir baba figürü ya da mentor arayan genç Donald ile feleğin çemberinden geçmiş hukukçunun -filmin özgün adının da vurguladığı üzere- usta – çırak ilişkisini anlatıyor. Julius ile Ethel Rosenberg’in idam kararında etkin olmuş milliyetçi sağ kanadın acımasız avukatı ‘ben ne dersem onu yapacaksın’ der genç Trump’a. Burası kanunların değil, adamların ülkesidir çünkü. Herkesin bir açığı vardır, Cohn onları bulur, şantaj mekanizmasını devreye sokar. Onun için ‘ahlâk’ ya da ‘büyük hakikat’ yoktur. Hakikat şekil verilebilecek bir insan kurgusudur yalnızca. Donald kazanmak için her şeyi yapmaya hazır olmalıdır.

İkinci bölümde ise klasik biyografilerin genel akışına uygun bir seyir takip ediyor yapım. Donald’ın Çekoslavakya’dan gelmiş modellik yapan Ivana Zelnickova ile evliliği, bu birlikteliğin tükenerek bir nefret ilişkisine dönüşmesi, 80’li Reagan yıllarında düşük vergiler ve türlü düzenlemeler sayesinde hırsını bileyerek iyice palazlanması vs. perdeden yansıyor. ‘Bir Yıldız Doğuyor / A Star Is Born’ kurgusuna benzer bir biçimde Trump’ın yükselişi, Cohn’un düşüşüyle dengeleniyor. Öyle ki Donald yıllar sonra

bir röportajda mentorunun üç ana kuralını kendininmiş gibi aktaracaktır. Neydi bunlar: aman vermeksizin saldıracak, hakkında ne söylenirse söylensin inkâr edecek ve mağlubiyeti asla kabûl etmeyecektir. AIDS’ten ölmekte olan Roy, Dr. Frankenstein misali bir canavar yaratığını söyleyecektir. Ancak Donald’ın gözbebeklerinden yansıyan dalgalanan ABD bayrağı Trump’ın Amerika olduğunu ifade etmektedir. Ülkesinin refahı dünyayı talan eden, kazanmak için her yolu mübah sayan bir gücün temsilcisinden başka bir şey değildir o.

‘The Apprentice’ izleyiciyi ve eleştirmenleri ikiye bölen filmlerden. Trump’ta Avengers serisinden tanıdığımız Sebastian Stan ve özellikle Cohn’da ‘Succession’dan hatırlanan Jeremy Strong öylesine iyiler ki, yaklaşan başkanlık seçimi öncesinde filmin Trump lehine çalışacağını söyleyenler az değil. Buna karşılık Abbasi bıçak sırtı bir anlatıda tartışmalı karakterine mesafeli kalmak istemiş ve kanımca bunu başarmış. ABD’nin güç mekanizmasının kalbine dalarak, geleceğin başkanını karanlık ve etkileyici bir mercekten incelerken 70’ler yeni Hollywood’unun anlatım tarzını ve akıcı kurgusunu benimsemiş.

(18 Ekim 2024)

Ferhan Baran

[email protected]

Bir Başkan Hikâyesi: The Apprentice

At yarışlarında en çok duyulan sözcüktü, “Aprentis” (Çırak). Bir gün televizyon ekranlarına da yansıdı. Trump, “çırak” seçiyordu… Kendisi seçildi. Birkaç yıl sonra, emlak kralı ya da televizyon programcısı olarak değil, siyasetçi hatta Başkan olarak çıktı karşımıza.

Beğenilen bir Başkan oldu mu? Sanmıyorum, çünkü ilk seçimde devrildi. Ama şimdi yeniden aday ve kazanma şansı olduğuna inanılan bir aday. Trump, kazanır mı bilemem, ama yapılan bu The Apprentice iyi kotarılmış bir propaganda filmi. Bir filmin propaganda amaçlı olması, yani bir hedefe (hem de siyasi bir hedefe) bağlı olması sinema sanatı açısından pek doğru gelmiyor bana.

The Apprentice, gerçekleri yansıtan bir film. Gerek senaryosunun -artık bilinmeyen ne var ki, Trump hakkında- hakikati saptırmadan anlatması gerekse de Başkan adayını hırsı, azmi ve gücüyle neleri yapabileceğini göstermesi açısından önemli bir çalışma. Diğer taraftan, senaryosu, çekimi ve özellikle oyuncuları açısından başarılı olduğu su götürmez bir gerçek. Yönetmen Ali Abbasi, gerçek bir sanatçı olarak, tarafsız bir bakışla, geleceğe de kalacak bir film yapmış. Gösterimde olduğu süre içerisinde belki beklenen gişe başarısını yakalayamayabilir, seçimden sonra Trump Başkan seçilirse engellenebilir de, ama The Apprentice, bir propaganda filmi olarak başarılı bulunacak, yıllar sonra da hakkı teslim edilecek.

Trump hakkında yeni bir şey söylemeyen The Apprentice, bize bir fırsat sunmuş olabilir. Bizde de benzer siyasetçiler var ve onlar da aynı yollardan geçtiler, aynı hırsla aynı saldırganlıkla, aynı gerginlikle koltuklarını korumaya çalıştılar, çalışıyorlar da… kıssadan hisse çıkartmak bize heves.

18 Ekim’den başlayarak gösterimde…

(16 Ekim 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Yaşama Tutunmak İçin: Son Ana Kadar

Tüm canlılar doğar, büyür ve ölür. İçlerinde sadece insan kalıcı olmak ister, ölmemek arzusundadır, ölse bile adının yaşaması için hep bir şeyler yapma çabasındadır. Belki de sadece bizim ülkemizde, insanlar öldükten sonra da yaşamak için çocuk yaparlar. Oysa kalıcılık çok daha farklı, çok daha özel bir şeydir.

Yönetmen John Crowley, Nick Payne’in senaryosunu, Andrew Garfield, Florence Pugh, Adam James’in oyunlarıyla gerçek bir duygusal filme ve bir anlamda da güçlü bir mesaja dönüştürmüş. Geleceği parlak olsa da bazı şeyleri gizlemeyi başaran şef Almut, bir gece boşanmak üzere olan Tobias’a çarpar. Tobias açık ve nettir, sakin ve mutlu bir yaşamdan başka bir talebi yoktur. İki genç arasında duygusal bir bağ oluşur. Ancak Almut’un hastalığı birlikteliklerinin önüne dikilir.

Uzun zamandır böylesine duygusal/romantik bir film girmiyordu gösterime. Teknolojik gelişmenin etkisiyle gösterilen onca filmde belki de duygusallığa yer yoktu bu derecede. Oysa Yeşilçam’dan bu yana ailecek izlenen “mendil ıslatan” filmler çok tutulurdu. Sımsıcak bir ilişki, tertemiz bir aşk ama içten içe işleyen doğanın kanunu… Almut bazı kararlarını gizler eşi ve çocuğundan, çünkü amacı kendisinden sonra da adının, sevgisinin yaşamasıdır.

Yönetmen Crowley, seyircinin merakını güçlendirecek, heyecanını arttıracak bir film kurmuş. Sıradan bir olayı/öyküyü güçlü bir yapıta dönüştüren bu kurgu zaten. Hemen herkesin her an başına gelebilecek aksilikler bile öylesine ayrıntılı, öylesine güçlü ve öylesine açık/şeffaf verilmiş ki, insan soluksuz izliyor.

“Ne olacak ki, altı üstü bir yaşam” diyemeyiz; o yaşam hepimizin değil mi? En zor anda, en kötü zamanda, en olmadık yerde bir terslik çıkar ya karşınıza… Aslında çok da doğaldır olanlar, ama kültür, gelenek, görenek, örf ve adetler engeller olanların doğallığını. Bir kadının doğurması kadar doğal ne olabilir; tabii tuvalette, hem de bir benzinci tuvaletinde doğurması dışında. Eşinin, benzincide çalışanların, telefonla destek olmaya çalışan doktorun canla başla mücadelesini, o en hızlı yüz metre koşusunun heyecanını soluk soluğa izliyoruz.

Anı yaşamak en doğrusu kuşkusuz; izin verilirse… Bir çocuk sahibi olmak büyük mutluluk; tabii, o olanak yakalanırsa. Filmden çıkarken, inanıyorum ki, herkes hayatın güzelliğini doğruluyordu, kesinlikle.

18 Ekim’den başlayarak gösterimde…

(16 Ekim 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Hayat Sanatı Taklit Ediyor

20. Yüzyıl Rus edebiyatının doruk yapıtlarından biri olan Mikhail Bulgakov romanı ‘Usta ile Margarita / Master i Margarita’nın yepyeni bir uyarlama ile sinemalarımızda gösterime girmesi güzel bir sürpriz.

Mikhail Lockshin’in yönettiği filmin ülkemizde basına gösterilmeden sessiz sedasız gösterildiğine bakmayın. Sovyet yaşam tarzına yönelik sert eleştirilerinin yetkililerin kabul edemeyeceği bir noktaya geldiğinde yapıtlarının yayımlanması fiilen yasaklanmış olan Bulgakov’un yaşamının son günlerine dek üzerinde çalıştığı, ancak ölümünden yıllar sonra, o da sansürlenmiş haliyle 1966’da yayınlanma imkânı bulacak olan çileli eserinin son sinema serüveni bir asrın ardından Rusya’yı hayli karıştırdı. Putin yönetimi ve yandaş basın 1930’lu yılların karanlık Stalin diktatörlüğünde geçen anlatı ile günümüz Rusya’sı arasındaki paralelliklere fazlasıyla takılmış olmalı ki, Amerikan vatandaşlığını ve Ukrayna işgalini kınayarak ülkeyi terkedişini bahane ederek Rus asıllı Lockshin’i terörist ilan etmeye kadar vardı iş. Ancak tüm bunlar filmin Rus izleyici tarafından büyük ilgiyle görmesinin önüne geçemedi. Halkın yasaklanır endişesiyle sinemalara akın ettiğini ve bitiminde filmi alkışlara boğduğunu biliyoruz.

Tüm bunlar Bulgakov’un ‘her iktidar toplum üzerinde baskı kurar’ söylemini doğruluyor. Günümüz Rusya’sında yazarlar, sinemacılar ve farklı disiplinlerden sanatçılar üzerindeki baskılar, yasaklamalar ve sürgünleri düşündüğümüzde ‘tarih tekerrür ediyor’ diyebiliriz. Ya da filmin yarattığı tartışmalardan yola çıkarak, çağdaş bir baskıcı rejimin ifade özgürlüğünü sansürleme çabasını 100 yılın ardından ‘hayat sanatı taklit ediyor’ şeklinde yorumlayabiliriz.

Bulgakov’un Stalin diktatörlüğünün karanlık yıllarında geçen kült romanı üç farklı ve yarı bağımsız anlatıdan oluşur. Kara Büyü profesörü ya da Şeytan’ın cisme bürünmüş hali olan Woland ile maiyetindekilerin (bunlara dev bir fantastik kedi de dahil) 1930’lu yıllarda Moskova’ya gelişi, Yahudilerin Romalı valisi Pontius Pilatus’un -kitapta Yeshua Ha-Notsri olarak geçen- Hazreti İsa’yı yargıladığı bölümler ve yazarın alter egosu Usta ile sevgilisi Margarita’nın aşk hikâyesi iç içe geçmiş olarak nakledilir.

Lockshin’in filmi 500 küsur sayfalık romanın bire bir uyarlaması değil. Daha önce Netflix’de gösterilen 2020 yapımı ‘Titanic’ tarzı sınıflararası bir aşk hikâyesini anlatan ilk uzun metrajı ‘Gümüş Patenler / Serebryanye Konki’ ile bilinen genç sinemacı Bulgakov’un üç temel anlatısının bileşimine toparlayıcı bir meta unsur eklemiş: Usta’yı Bulgakov olarak yorumlarken, yazarı canlandıran Evgeniy Tsiganov’un Bulgakov ile benzerliğinden yararlanmış.

Film görünmez Margarita’nın Usta’nın baş düşmanlarından tiyatro eleştirmeni Latunsky’nin dairesine sızması ve ortalığı karıştırması ile başlıyor. Daha sonra bir yıl öncesine dönerek Usta ile tanışıyoruz. Pontius Pilates’in ünlü Hz. İsa yargılamasını konu alan son oyununun prömiyer öncesi provasına geliyor yazar. Ancak dinci gericiliğin propagandasını yaptığı, İsa ve Hristiyanlığı ele

alarak rejimi eleştirdiği gerekçesiyle oyun programdan çıkartılıyor. Usta akabinde yazarlar birliği ‘Masselit’ten atılıyor. Okura ulaşamayacağını bildiği halde esin perisi Margarita’nın teşvikiyle fantastik kurgusunu oluşturmayı sürdürüyor, kültürel ortamlarda ispiyonlayacak adam arayanların hırs tuzakları ve haksız yere kapatıldığı tımarhanede başına gelenlere rağmen.

‘Usta ile Margarita’ hazmı kolay olmayan bir metin. Film de romanı bilmeyenler için özel bir çaba istiyor. Ancak bu emeğin karşılığında Lockshin’in kurgusu keyifli bir deneyim sunuyor. Gerçek hayatta çift olan Evgeny Tsiganov ile Yulia Snigir’in tutmuş kimyası , Woland’da Alman oyuncu August Diehl’in nihilist yorumu zevkle izleniyor.

Bulgakov aynen Usta gibi yaşarken kendisine verilmeyen huzurlu sessizliğe kavuşmuşken, hüzünlü olduğu denli hınzır ve komik anlatısının 100 yıl sonra ortalığı nasıl karıştırdığına başka bir alemden tanıklık ederek keyifleniyordur belki. Bu vesileyle korkuyu yenerek baskıcı otoritenin gücünü kırmak için üreten dünyanın tüm cesur sanatçılarına selam gönderiyoruz.

(14 Ekim 2024)

Ferhan Baran

[email protected]