Kategori arşivi: Yazılar

Rehber Adlı Kısa Filmin Yönetmeni Mert Erez ile Röportaj

Yönetmeninin hiçbir baskı ve beklenti olmadan düş(ünce)lerini aktarabildiği, ticari kaygı duymadan ürettiği filmdir kısafilm. Uzunluğuyla bir ilgisi yoktur, bir dildir (uzun film demiyoruz, kurmaca olarak adlandırıyoruz… Dünyada bir başka ülkede olmayan bir yaklaşımla onu da sanat ve ticari diye ikiye ayırıyoruz), onun için de bitişik yazılmalıdır. Bir küçük ayrıntıya daha değinmeliyim. “Özet film” yapılıyor kısafilm diye. Oysa kısafilm asla özet film değildir. Diliyle, anlatımıyla, yaklaşımıyla, coşkusu, heyecanıyla yetkin, yetkin olduğu gibi evrensel bir sanattır.

Bu kadar uzun girişten sonra, Mert Erez’in yazıp yönettiği, adıyla da niteliğiyle de kısafilm tanımını hak eden “Rehber” üzerine konuşabiliriz.

Sevgili Mert, Bu filmi hayata geçirme fikri nasıl ortaya çıktı? Filminizin temel amacı nedir ve neyi başarmayı hedefliyor?

Merhaba. Öncelikle teşekkür ederim bu güzel sohbet için. Memleketim Tire’ye ziyarete gittiğimde Rehber’in fikriyle çarpıştım. Çarpıştım diyorum çünkü gerçekten öyle hissettim. Arkadaşımın fotoğrafçısı var Tire’de. Ben de o gece orada kalmış ve sabah arkadaşım gelmeden dükkânını açmıştım. Yaşlı bir kadın sabah çok erken saatlerde dükkâna geldi. Oğlunun fotoğrafı olduğunu söyledi. O fotoğrafı almak istiyordu. Ben de arkadaşımı aradım ve dükkâna gelmesini söyledim. Arkadaşım ancak 3 saat sonra gelebileceğini, kadının sonra gelmesini söyledi. Kadına sonra gelmesini söylememe rağmen oturup bekleyeceğini söyledi. Çok üzgün olduğu gözlerinden belliydi, bir hikâye olduğunu sezmiştim. Arkadaşım söylediğinden biraz daha erken geldi, kadın fotoğrafı

aldı ve gitti. Arkadaşıma kadının neden beklediğini sordum. Bana hikâyeyi anlattığında çok etkilendim. Kadının oğlu ölmüştü. Arkadaşım da kadının oğlunun arkadaşıydı ve çocuğun cenazesine gidip üzerine toprak attığını söyledi. Fakat cenazeden sonra eve döndüğünde telefonu çalmış. Ekranda ölen çocuğun ismi yazıyormuş. Onun ifadesiyle söylüyorum. “Aklım çıktı” dedi. Çocuk öldü, beni nasıl arar diye. Telefonu açtığında annesi “Bana oğlum hakkında bir şeyler söyler misin?” demiş. Arkadaşım da söyleyecek bir şey bulamamış. O an insanların aynı evde yaşasalar bile birbirleri hakkında başkalarına muhtaç olmaları duygusunu hissettim. Ancak birbirini tanımayan bir baba oğul üzerinden anlatımı yaptım.

Kuşaklar arası çatışma ya da gençlerle anne baba arasındaki soğukluk(!) nereden ve niye kaynaklanıyor? Filmle olan bağınızın kişisel ve sanatsal perspektiflerinizi nasıl şekillendirdiğini açıklayabilir misiniz?

Öncelikle filmle olan bağımla başlamak isterim. Filmde aralarında neredeyse hiç tanışıklık olmayan bir baba oğul hikâyesi var. Baba oğlunun ölümü üzerine kasabaya dönüyor ve oğlunun telefonunda kayıtlı kişileri arayarak oğlunu tanımaya çalışıyor. Bu bence bir baba için soğukluk ya da kuşak çatışmasından çok daha üzücü bir durum. Babam ben 10 yaşındayken öldü. 10 yıl boyunca da çok yakın değildik. Yani çok fazla zaman geçiremedik ve birbirimizi tanıdığımızı düşünmüyorum. Filmle bağımı buradan kurdum ve babam yaşasaydı ve beni arasaydı ne olurdu diye düşündüm. Yanımdan geçse beni tanır mıydı? İsa karakterini kendimle özdeşleştirdim. Kişisel olarak da yine filme dair sanatsal perspektifi şekillendiren şeylerden biri Tire’ydi. Filmin geçtiği yer. Çünkü babamın öldüğü ve bizim de çok uzun yıllar yaşadığımız yerdi Tire. Bu nedenle filmi de Tire’de çektik. Olabildiğince çok kişisel hikâyemden doneler taşısın istedim film.

Kuşaklar arası çatışma ya da soğukluk neden kaynaklanıyor tam olarak söylemek zor. Aynı mekânların içerisinde yaşıyoruz ancak çoğu zaman birbirinden kopuk ve uzağız. Fiziksel olarak yakın olsak bile. Bunu “işte herkesin elinde bir telefon var.” gibi nedenlere bağlamak istemiyorum. Birbiriyle iletişim kurmak da birbirini tanımanın kesin bir yolu mu bilmiyorum çünkü. Bence burada insanın kendisini ne kadar tanıdığıyla ilgili de bir mesela var. Benim düşündüğüm ya da yaptığım çoğu şey kendime de sürpriz olabilir. Bu da kendimi çok tanımadığım anlamına gelir. İnsanın yapısı bu. Kendini bile şaşırtabiliyorken bir başkasının seni tam olarak tanıması mümkün mü? Belki biraz başka bir açıdan aldım soruyu ama soğukluk ya da kuşak çatışması mı bu, bilmiyorum. Bu nedenle tanımak yanılgısı üzerine cevaplamak istedim. Filmde bir sahne var. Baba Ali, oğlunun eski karısıyla oturuyor. Karısı bir şeyler anlatıyor İsa ile ilgili. Ama onu ne kadar tanıyor. Somut şeylerden ve eylemlerden bahsediyor. Hayallerini, çıkmazlarını, umutlarını, psikolojisini ne kadar kestirebilir?

Bir başka ülkede (kültürde) böyle oluyor mu (olabilir mi)? Bizim kültürümüzün altında yatan ne(ler) böyle davranmaya itiyor.

İnsanın olduğu her yerde çatışma olur. Birbirimizi anlamayız çoğu zaman. Anlamak çok zor bir şey. Anlamadan saygı duymamız gerekir bu daha zordur. Bizim kültürümüzde insanlar genellikle başka insanların işine karışmaya bayılır. Belki bu nedenle aile içinde soğukluk ya da çatışmalar biraz daha fazladır. Ama ben filmde birbiri arasında soğukluk olan değil, birbirini aynı evde yıllarca yaşasa bile tanıyamayacak insanlar ile anlatmak istedim. Çünkü bence bu mümkün değil. Gerçek hayatta karşılaştığım o acılı anne gibi. Oğluyla hiç ayrılmamışlar ancak yine de oğlunun kim olduğunu sorma gereği hissediyor. Ben neden aynı yerde yaşamayan bir baba oğul tercih ettim derseniz, bunu kendi hikâyemle bağlamak istedim diye cevap verebilirim.

Kısafilmin (içerdiği konu ve sorun bağlamında) farkındalık yaratabileceğine inanıyor musunuz? Nasıl?

Kendi kısafilmimin özelinde değil ancak kısafilmlerin bunu yapabileceğine inanıyorum. Ticari kaygı yok çünkü kısafilmlerde ve tamamen derdimizi anlatmak istiyoruz. Bu ülkenin gençleri birçok açıdan çok fazla sorun yaşıyor. Ekonomik, sosyal, toplumsal. Her biri de kısafilmlerde çok rahat konuşulabiliyor. Para kazanmak ya da filmlerimizi bir yerlere satmak, bilet kesmek gibi dertleri kısafilmde yaşamadığımız için yaşadığımız sorunlara değinebiliyoruz. Ben kişisel bir hikâye anlatmak istedim. Toplumsal tarafı da var elbette. İletişimsizlik, baba ve oğulların arasındaki o görünmez mücadele. Filmi izleyip de kendi hayatından bir şey buluyorsa bir insan ve tanımak için çaba göstermem gerek diyorsa kendince o zaman farkındalık verdi diyebilirim film için.

Bu arada… özellikle Mercedes aracı olan bir baba (ilginç, sınıfsal ya da kültürel olarak) daha bir yakın mı olur oğluna? Otobiyografik bir yanı var mı?

Sınıfsal bir açıdan yaklaşmadım. Babamın hatırladığım arabalarından biri Ford bir arabaydı. Uzun, eski, güzel görünen… Önce Ford bulmak istedim. Bulamadım. Estetik, şık ve eski bir araba arıyordum. Bir de bir zamanlar güzel ancak artık çalışmakta zorlanan bir araba istedim. Çünkü adam da bana böyle geldi. Sanki eskiden çok daha iyi durumdaymış. Artık öyle bir havası kalmamış gibi.

… bir de “niteliğiyle kısafilm denmeyi hak ediyor”un finalden kaynaklandığını belirtmeliyim. Sanki bitirseydi(n) ya da evine varıp da birilerine anlatsaydı, özet filme dönüşürdü… Tabii, babanın son, direksiyon başında ağlaması aynı anlamda bir özet film yaklaşımı değil mi?

Ben de son sahne hakkında epey düşündüm. Ağlatıp ağlatmamak konusunda. Sanki o tepkisizlik fazla geldi artık. Bir şey olmasını istedim. Ama oğluna mı ağlıyor yoksa arabanın çalışmaması mı artık ona fazla geliyor. Bunu arada bırakmak istedim. Biz de birçok şeyi deneyerek öğreniyoruz aslında. Üniversitelerde, kitaplarda ya da eğitimlerde gördüklerimiz bir yerden sonra yetmiyor doğal olarak. Bu filme kadar, ilkini 15 yaşında çekmiştim, 3 kısafilm çektim kendimce. Her birinden bir şey öğrendim. Belki 2 yıl sonra çeksem bu filmi sonunu başka türlü anlatırdım. Finali ya da filmin tamamını değiştirebilirdim. Şunu istedim aslında: ‘Ee, bu film bize ne anlattı’nın cevabını vermesin final. Çünkü bu dediğiniz gibi bir maçın özet görüntüsü değil. Bir filmin özet hali değil. Hayat böyle değil. Sana hiçbir şeyi özet geçmez. Sen anladığını anlar yoluna devam edersin. Hikâye de bitmez. Burada da öyle düşünüyorum. Adam arabaya bindi. Nereye gider, ne yapar, tekrar birini mi arar… Bunları bilemeyiz. Hayatta da böyledir bence.

(28 Ocak 2025)

Korkut Akın

[email protected]

Burada Ölmeye Değer Bir Şey Yok

Lowell arazisinin girişindeki levhada aynen böyle yazılıdır. Sıradağlar ve orman ile çevrili ücra çiftlik evi alabildiğine büyüleyici bir vadiye açılır. Nefes kesecek kadar güzel olduğu kadar tehlikeli yerlerdir buraları. Ormanın vahşi sakinleri kadar bazen dolunayı bile beklemeden karşınıza çıkabilecek bir canavar pusuda sizi bekler.

2020 tarihli ‘Görünmez Adam / The Invisible Man’ ile beklenmedik bir çıkış yapan Avustralya asıllı yönetmen Leigh Whannell, korku edebiyatının ve sinema tarihinin en fazla iz bırakmış canavarlarından ‘Kurt Adam / Wolf Man’in yeni sürümünü, Yeni Zelanda güney adalarının şairane doğal ortamında çekmiş. Film, anasız Blake Lowell’ın onu askeri bir disiplinle yetiştirmiş babası ile ilgili anılarıyla başlıyor. Sabahın erken saatinde geyik avı için hazırlanan küçük çocuğun sert babasından aldığı en önemli ders ‘ancak ne yapacağını tam olarak bilirse buradan sağ çıkabileceğidir’.

Yaşı yettiğinde kırsalı terkeder genç Lowell. California’da bir yuva kurup yazarlıkla geçinen Blake (Christopher Abbott) yıllar sonra babasının öldüğü haberini alınca doğup büyüdüğü toprakları ziyaret etmek, babasından kalanları toparlamak ister. Şehrin keşmekeşinden uzağa, doğanın kucağına bu kaçış gazeteci karısı

ile arasındaki iletişimsizliğe bir çare olacaktır belki de. Genç adam karısı Charlotte (Julia Garner) ve küçük kızı ile birlikte ıssıza vardığı ilk gece insan-hayvan karması yaratığın saldırısına uğrar ve kolundan yara alır. Bu sonun başlangıcı olacak, adım adım kurt adam’a dönüşecek olan Blake, korumak istediği ailesi için en büyük tehdit haline gelecektir.

Kurt Adam efsanesine ilişkin bir dolu film çekilmiş olmasına rağmen, bu gizemli canavar en çok George Waggner imzalı 1941 yapımı siyah-beyaz yapım ile hatırlanır. Ancak akla ilk gelen yönetmen değil, filme adını veren Kurt Adam’ı canlandırmış olan Lon Chaney Jr.’dır. Whannell, günümüzün bolca kan akıtan, dehşet verici canavar tiplemelerinden ziyade Chaney Jr. trajedisinin izinden gitmeyi seçmiş. Çiftliğe gelirken yolda geçirdikleri kaza ve canavarın ilk saldırısı ile dehşete düşen kızına ‘başına bir şey gelmesine izin vermeyeceğim’ diye çırpınan babanın canavarın kendisine dönüşmesi hayli patetik bir durumken, Whannell’in çelişkiye bu noktadan yaklaşmış olması başlarda umut veriyor. Blake’in kurt adama dönüşme sürecinde

eski usül protezler ile dijital katkıları dozunda dengelemesi de iyi. Blake’in kendi etini kemirdiği sahnedeki çaresizliği olsun, canavara dönüşme sürecinde görüntü ve ses algısının da değişmesi olsun etkileyici. Lakin bir noktadan sonra hevesimiz kursağımızda kalıyor. Karakterler üzerine hiç çalışmamış olan senaryo bir noktadan sonra tıkanıyor. Loş izbeliklerde giderek tekrara düşen bir kaçıp kovalamaca ile film ucuz B yapımlarının yeknesaklığına evriliveriyor. İlk bir saatinde vadettiğini yerine getirmeyen ‘Kurt Adam’ korku filmi fanlarını da tatminden uzak, kaçırılmış bir fırsat olmuş. Bir kez daha aile içi şiddet ve iletişimsizliği kurcalamak isteyen Whannell’den daha iyisini bekliyorduk doğrusu.

(26 Ocak 2025)

Ferhan Baran

[email protected]

Hangisi Sahte, Hangisi Gerçek

81. Venedik Film Festivali’nin ana yarışmasında dünya prömiyerini yapmış olan ‘Babygirl’ orta yaşlardaki bir çiftin ateşli sevişme sahnesi ile başlıyor. Film her ne kadar kadının orgazmın eşiğindeki yüzüyle açılsa da, çok geçmeden numara yaptığını anlıyoruz. Romy (Nicole Kidman) sevişme sonrası kaçtığı başka bir odada MacBook’undan açtığı porno video ile gerçek bir doyuma ulaşıyor. Parlak bir akademik kariyer sonrası Ceo’su olduğu kendi robotik şirketini yöneten Romy, 19 yıldır evli olduğu saygın tiyatro yönetmeni kocası Jacob (Antonio Banderas) ve yetişmekte olan iki kızıyla kusursuz bir aile imajı çizmektedir oysa. Yakışıklı stajyer Samuel (Harris Dickinson) ile karşılaştığında, konforlu yaşamı beklenmedik bir biçimde kontrolden çıkacaktır.

İlk uzun metrajını çeken Halina Reijn, çeyrek asır öncesinin ‘Eyes Wide Shut’ karesine atıfla Kidman’ın aradan geçen yıllara direnen güzel poposunu fonda ünlü Şostakoviç valsini anımsatan bir ezgiyle sergileyerek başlıyor hikâyesine. Sokak ortasında saldırmak üzere olan vahşi köpeği cebinden çıkardığı kurabiye ile sakinleştiren genç Samuel’in kararlı baskın bakışı, Romy’nin botoks seansları, buz banyoları ve her türlü terapi ile oluşturduğu kusursuz kimliğini sarsalarken, nicedir bastırdığı cinsel fantezilerini tetiklemiştir. İlerleyen bölümde küstahlığı ve vurdumduymazlığı ile

gerçek yaşamda kendini anında kapı önünde buluverecek olan genç adam, Kidman’ın 25 yıl önce hayat verdiği Kubrick karakterinin rüyalarını işgal eden arzu nesnesinin kanlı canlı tezahürü haline geliyor ve Romy, Dr. William Harford’un karısı Alice’in aksine özgürce duygularının izini sürmeyi seçiyor. Fırtınalı ilişki tüm hızıyla yaşanırken, ucuz otel odalarındaki buluşmalarda güç dengesi Samuel’in lehine değişecek, Romy genç adamın -filme adını veren- küçük bebeği, önünde diz çöktüğü köpeği haline gelecektir.

‘Babygirl’ kadın cinselliği ve güç oyunları üzerine ilginç gözlemler içeriyor. İnsan emeğini ve müdahalesinin üstlenen robotlar varoluşunun her alanını kusursuz bir biçimde örgütlemiş olan Romy’nin metaforu olarak çok güzel çalışırken, neyin gerçek, neyin sahte olduğu sürekli sorgulanıyor. Hollanda asıllı genç yönetmen, bir kadının erotik yolculuğunu sergilerken ahlakçı bir bakış

açısından özellikle kaçınıyor, hali vakti yerinde Romy’nin, ‘Gündüz Güzeli / Belle De Jour’ esinli fantezi arayışını yargılamıyor. ‘Normal’in ne olduğunun canı cehenneme diyebilen sinemacı, Romy’nin erotik yalpalayışlarını özünü arayış olarak yorumlamayı seçiyor, gerçek özgürlüğün cinsel dürtülerimize kayıtsız kalmamaktan geçtiğini hatırlatıyor.

Reijn’in bu ilginç gözlemi son bölümde yara alıyor. Otel odasında George Michael’ın ‘Father Figure’ parçası ile üstü çıplak dansettirdiği Dickinson’ın geçmişi hakkında hiçbir veri sunmuyor. Bunu, hadi Romy’nin erotik serüveninde arzu nesnesi olarak yer alıyor diye sineye çeksek bile, Banderas’ın tek boyutlu karton bir karakter olarak çizilmesi, hele son bölümde o ucuz diyaloglara layık görülmesi filmin başta uyandırdığı ilgi ve heyecanı dizginliyor.

(25 Ocak 2025)

Ferhan Baran

[email protected]

Evrensel Bir Öykünün Modern Zaman Uyarlaması: Kurt Adam

Bir hastalık belirtisinde hemen, genetik yatkınlık sorulur: “Ailenizde var mı?” hekimler ona göre tedavi uygulayacaktır. Ancak bu, o kadar yaygın bir durumdur ki, insanın boyundan kilosuna, hareketliliğinden, usluluğuna, heyecanlılığına kadar geniş bir alana yayılır. Evet, genetik yatkınlığımız belirleyicidir muhakkak. Özellikle stres ve yarattıkları üzerine… Buna bir de yaşamın kendi sorunlarını eklerseniz bundan kurtulabilmek pek de mümkün değildir.

Sanırım kaçmak en kolay yolu… “Tebdili mekânda ferahlık vardır” dediği gibi büyüklerin, yeni bir yere taşınmak, yeni ilişkilerle farklı bir yaşam oluşturmak, çözüm yoludur. Genetik olarak aileden getirdiklerimizi nereye gidersek gidelim, ne yaparsak yapalım bırakamayız, kurtulamayız. Yönetmen Leigh Whannel, Corbett Tuck ile birlikte yazdığı senaryosunda, yalın ve sakin bir anlatım kurmuş. Yönetmen filmine, baba ile oğlu arasındaki gerginliği, babanın oğluna söz geçirmek için üzerinde kurduğu baskıyı anlatarak başlıyor.

Bu baskıdan, gerginlikten, sinirlilikten kurtulmanın yolu, erkenden kaçmak oluyor. Aradan otuz yıl geçtikten sonra, büyüyen oğul, iyi ilişkiler kurduğu ve birbiriyle “beyin okuma” oyunları oynadığı küçük kızı ama aralarındaki sevginin giderek tükendiğini hissettikleri eşiyle yaşıyor. Babadan kalanları toplamak ve belki o güzel, orman içindeki evde ilişkiyi yeniden düzene sokacak bir fırsat olarak görüyorlar.

Gittikleri yerde, çocukken görüp de anlamlandıramadığı Kurt Adam ile karşı karşıya geliyorlar. Acaba Kurt Adam bu aileye, özellikle de çocuğa zarar verecek mi?

“Kurt Adam” bir korku filmi, ama bir korku filmi kadar korkutmak yerine düşündürmeyi amaçlıyor. Büyüyen çocuğun, yıllar sonra kızıyla kurduğu arkadaşlık düzeyine varan o güzel ilişkisi kurt adamla ne kadar ilişkili? Yönetmenin yalın anlatımı, ışık ve müzik kullanımıyla film, izleyiciyi ayırt etmeden yaşananları sorgulamaya yöneltiyor.

24 Ocak’tan başlayarak gösterimde…

(23 Ocak 2025)

Korkut Akın

[email protected]

Dayanışma ve Yoldaşlık: Kedi

“Öyle büyük dostlarız ki, kelimesiz anlaşırız” diyor şair. Bir kedi, bir köpek, bir kemirgen (kapibara), bir lemur ile bir kuş -zaten konuşamıyorlar ya, koyun bu bilgiyi bir tarafa- sessizce anlaşıyor, etkileşiyor, dayanışıyor ve birbirini koruyor, kurtarıyor.

Gint Zilbalodis, gerçekten çok başarılı, bir o kadar da anlamlı animasyon filmi “Flow: Bir Kedinin Yolculuğu”nda, birbirleriyle geçinmesi imkânsız hayvanları bir teknede yaşama tutunduruyor. Gerçek gibi değil, çizildiği belli bir film. Bu yalınlık, izleyiciyi görüntüyle birlikte taşıdığı içeriğe yönlendiriyor. Belli ki sesin kullanılmadığı (hayvanların kendi sesleri varsa da neredeyse duyulmayacak kadar az, kısık) filmin anlamı düşürülmek istenmemiş. Tabii ki, müziğin önemi daha bir çıkmış öne. Müzik gerçekten iyi tasarlanmış.

Kedi, kendi halinde, dünyanın sessiz güzelliği içerisinde, ama köpeklerin saldırısından korkarak yaşarken birden her tarafı su basar. Tipik bir Nuh efsanesi. Su, her şeyi yutar. Hiçbir canlı kurtulamayacaktır, teknedekiler dışında. Bin yıllara dayanan kültürel birikim bular altında kalınca teknedekiler ister istemez birbirleriyle anlaşmak zorunda kalırlar. Tembel kapibara, teknenin

ilk konuğudur, kedi onun yanına gelir. Kendini beğenmiş hatta narsist bile diyebileceğimiz lemur, her şeyin kendi etrafında dönmesini ister. Biraz sakar olsa da iyimser labrador köpeğinin arkasından uzun bacaklı, turnayı andıran beyaz kuş doğaları gereği birbirlerini sevmeseler, istemeseler de her şeylerini paylaşırlar. Bir de balina var, kediyi yaşama bağlayan ve gerçekten duygu yüklü sonu.

Konusu, özellikle çocukların da anlayabileceği gibi yalın bu filmi erişkinler de izlemeli. Büyükler izlerlerse, dünyanın geleceğini görebilir ve ona göre doğal yaşama daha çok önem verirler. Çocuklar ise bu filmin etkisiyle büyüklerini de yönlendireceklerdir. Filmi izlerken kendisiyle hesaplaşmayan, yüzleşmeyen var mıdır, bilemem ama bir şey biliyorum: Bu küresel ısıtma, bu betonlaşma, bu fosil yakıt kullanımı, bu ağaç kesimi sürdükçe dünyamız daha bir yaşanmaz olacaktır.

Jeneriği ardından bir sürpriz bekliyor sabırlı izleyiciyi…

25 Ocak 2025’ten başlayarak gösterimde…

(22 Ocak 2025)

Korkut Akın

[email protected]

Dünyayı İyi İnsanlar Kurtaracak

Ülke genelinde az sinemada, sınırlı seans düzeninde gösterimi süren ‘Böyle Küçük Şeyler / Small Things Like These’ sade görünümünün derininde çok önemli şeyler söyleyen ve herkes tarafından izlenmesi gerekli bir film. Belçikalı yönetmen Tim Mielants’ın imzasını taşıyan, geçtiğimiz yıl Berlinale’nin açılışında dünya prömiyerini yapmış olan yapım, 80’li yıllarda bir Noel arifesinde İrlanda’nın güneyindeki küçük bir kasabada yaşananları anlatıyor. Karısı Eileen ve 5 kızıyla yaşadığı mütevazi evinde huzurlu düzenini sürdüren kömürcü William Furlong (Cillian Murphy), zorlu yaşam mücadelesine rağmen çevresinde tanıklık ettiği onca yoksulluğu kendine dert edinmiş bir adamdır. Babasını hiç tanımamış, gencecik annesiyle sığındığı çiftlik evinde büyümüş olan genç adam, gün ağarmadan kamyonetine atlar, siparişleri teslim etmeye koyulur. Akşam evine döndüğünde önce ellerinin kirini fırçalar uzunca bir süre. İçerde keyifle günlük işlerini, ödevlerini tamamlayan boy boy kızları ve karısı (Eileen Walsh) ile sıcak aile yuvası beklemektedir onu. Evdeki huzuruna rağmen sessiz ve içe dönüktür genç adam. Yetimliğinin verdiği hüzünle geçmişine dalar

uzun uzun. Acımasız hayat şartlarının altında ezilen, işsiz güçsüz alkolik baba evlerinin çaresiz çocuklarına kol kanat germesi bundadır. Bir şafak vakti kömür siparişi için kasaba manastırına uğradığında, genç bir kızın tüm itirazına rağmen ebeveynlerince rahibelere teslim edilişine tanık olur, daha sonra baş rahibe ile hesap işlerini konuşmak üzere kurumun kapısını çaldığında içerde temizlik yapan bazı kızların yardım çağrısı ile irkilir. Birkaç gün sonra bir şafak vakti yine teslimat için uğrayıp, manastıra kapatılan Sarah’yı (Zara Devlin) üstü başı perişan bir biçimde kömürlüğe kilitlenmiş olarak bulduğunda yine sessiz, yine düşünceli ancak bir karar aşamasında olduğunun farkındadır artık.

Dilimize aynı adla adla çevrilmiş, İrlandalı yazar Claire Keegan’ın 80 küsur sayfalık kısa romanından uyarlanmış olan yapım, daha önce Peter Mullan imzalı 2002 yapımı ‘The Magdalene Sisters’, Stephen Frears’ın yönettiği 2013 yapımı ‘Philomena’ gibi filmlere kaynaklık etmiş ‘Magdalene Çamaşırhanaleri’ vakasından yola çıkıyor. Devlet ve kilise işbirliğiyle evlilik dışı hamilelik yaşadıkları için ailelerin reddettiği bekar anneler, toplumun dışladığı seks işçileri, öksüz, yetim, alkolik ve zihinsel engelli kadınların cezalandırma ve rehabilitasyon amacıyla kapatıldıkları bu kurumlar Birleşik Krallık, ABD, Kanada ve Avustralya gibi İrlanda tarihinin de kirli sayfalarındandır. 1922 – 1988 yılları arasında Magdalene kurumlarına gönderilen 56.000’den fazla genç kadına ve onların

elinden alınan çocuklara adanmış olan film, İrlanda’nın karanlık geçmişine, sıradan insanların öykülerine ‘küçük şeyler’ üzerinden dupduru bir dille ayna tutan Keegan’ın romanına yakışan sade bir biçimde beyazperdeye aktarılmış. Cillian Murphy ‘Oppenheimer’ ve Oscar zaferinin hemen ardından yapımcılığını da üstlendiği bu küçük hikâyede tüm içe dönüklüğü ve sorgulayan gözleriyle muhteşem bir performans sunuyor. Rahibe Mary rolüyle Berlin’den en iyi yardımcı oyuncu ödülü ile dönen harika Emily Watson, küçük yerleşim bölgesinin üzerine kara bir bulut gibi çökmüş gücü temsil ediyor. Cemaate ‘Tanrı Sevgi ve Şefkattir’ cümlesini tekrar ettirirken Bill Furlong’a tehditkâr imalarla rüşvet vermekten çekinmeyen iktidarı temsil ediyor.

Kilisenin içinde dönen dolapları öğrendiğinde ‘ya bizimkilerden biri olsaydı’ diyen Furlong önce karısından ‘bu bizim işimiz değil’ yanıtını alıyor. ‘Huzurlu düzeninin bozulmasını istemiyorsan bazı şeyleri görmezden gelmen gerekir’ diyor bar sahibi dostu. ‘Dışarda başı belaya giren kızlar var ve bizler neye sahip olduğumuzu unutmayalım. Kendini sıkıntıya sokarsan, kilisenin okulunda eğitim gören kızlarının da geleceği ile oynarsın’ diye ekliyor. 2023 Netflix yapımı ‘Wil’de işgal altındaki Belçika’da Nazilerle işbirliği yapan yerel emniyet teşkilatından genç bir polisin tanık olduğu zulüm karşısında insani itirazını dile getirmiş olan Mielants, Yahudilerin yardımına koşan ve bunun bedelini ödeyen genç Wil gibi kömürcü Furlong’u da kendi vicdanı ile başbaşa bırakıyor. Bu küçük ama değeri büyük güzel film ile bizlere zulüm karşısında ne zaman konuşacağımızı soruyor. Alt perdeden, slogan atmadan, ‘dünyayı iyi insanlar kurtaracak diyorsak’ korkusuz ve cesaretli olmamız gerektiğini hatırlatıyor.

(20 Ocak 2025)

Ferhan Baran

[email protected]

Karanlıkta Işığı Hayal Etmek

‘Aydınlık Hayallerimiz / All We Imagine As Light’ yeni bir günü karşılamaya hazırlanan Mumbai’den sokak manzaraları ile açılıyor. Kamera her büyük metropol gibi aslında hiç uyumayan bu şehrin karanlık köşelerini tararken, kırsaldaki baba ocağından büyük umutlarla kargaşanın içine dalmış yoksul insanların yüzlerini görmeden seslerini duyuyor, zorlu mücadelelerine kulak veriyoruz. Biri 23 yıldır bu kentte yaşadığını, ama her zaman ayrılmak zorunda kalacağı hissinden kurtulamadığı için buraya ev demekten korktuğunu söylüyor. Bir diğeri babası ile kavga ettikten sonra tası tarağı toplayıp soluğu başkentin tersanesinde çalışan kardeşinin pis kokulu evinde aldığından söz diyor. Hamileliğini gizleyen bir başkası, iş bulduğu zengin evinde meçhûl geleceğini şimdilik düşünmeden başını sokacak, karnının doyduğu bir yer bulmanın geçici sevincini yaşıyor. Kırsaldaki her ailenin en ez bir ferdinin hayatını kazanabilmek için büyük kente göçtüğü bu düzende zamanın nasıl geçtiğini fark etmiyor hiçbiri. Şehir karanlıkta ışığı hayal edenlerden zamanı çalmaktadır.

2021 yılında ‘Hiçbir Şey Bilmediğimiz Bir Gece / A Night of Knowing Nothing’ adlı çalışmasıyla Cannes Film Festivali’nde en iyi belgesel dalında ‘Altın Göz’ ödülünü kazanmış olan bağımsız Hint sinemasının yükselen yıldızlarından Payal Kapadia, geçtiğimiz yıl yine aynı şenlikte Jüri Büyük Ödülü’ne layık görülen ilk uzun metrajında bu kez belgesel ile kurmacayı harmanlıyor, devasa kentin canlı keşmekeşinden aynı hastanede çalışan ikisi hemşire üç kadının sevgi, arzu ve özgürlük hayallerine odaklanıyor. Babasının planı doğrultusunda görücü usulü ile evlenmiş olan, akabinde Almanya’ya işçi olarak giden kocasından

bir yılı aşkın bir süredir uzakta haber alamayan hemşire Prabha (Kani Kusruti), aynı evi paylaştığı kendinden daha genç meslekdaşı Anu (Divya Prabha) ile hastanenin mutfağında görevli orta yaşlı Parvaty’nin (Chhaya Kadam) büyük kentin acımasız, vurdumduymaz, dur durak bilmez temposu içinde ayakta kalma hikâyelerini ilgiyle izlemeye koyuluyoruz. Prabha Almanya’dan posta yoluyla gelen mutfak aletini kucaklayarak hiç tanıyamadığı kocasını bekler, ona olan duygularını çok zarif bir şiirle ifade eden taşra kökenli doktora verecek yanıt bulamazken, Anu ailesinin kabul etmeyeceğini bildiği Müslüman sevgilisi Shiaz (Hridhu Haroon) ile kaçamak buluşmalarda arzularını tatmine çalışıyor.

Parvaty ise çok daha zor bir durumdadır. Pamuk tarlaları inşaata açılıp işinden olduğunda kocasına tahsis edilen konut, eşi öldüğü ve elinde evin onlara ait olduğuna dair belge niteliğinde bir kanıt olmadığı için oturduğu mahalleye yeni gökdelenler dikecek olan müteahhidin tehdidi altındadır. Öyle ya, ‘büyük kentte sadece belgelerin varsa gerçek gibi görünürsün, yoksa kolaylıkla havaya karışıp yok olabilirsin. Şehir seni yutar, kimse de farkına varmaz’. Burası Shiaz’ın ifade ettiği gibi ‘hayaller’ değil ‘yanılsamalar’ şehridir. Kentin illüzyonuna kanmayanların delirmesi işten bile

değildir. ‘Onlar kulelerini daha da yükseğe çıkararak Tanrı katında olacaklarını düşünüyorlar’ dediği şehri haraca kesen inşaatçılarla daha fazla mücadele edemeyeceğini anlayan Parvaty, birkaç valizlik eşyası ile dalgaların kıyıyı dövdüğü balıkçı köyündeki baba evine dönmeye karar verir. Hindistan kırsalındaki Ratnagiri’nin okyanus ve ormanla çevrili yerleşim bölgesine yolculukta, üç kadının bastırılmış arzuları ve içsel çatışmalarıyla yüzleşmelerine tanık oluruz. İklimin değiştiği, kırsalın huzurunda zamanın sakin bir ırmak gibi aktığı, hatta neredeyse durduğu doğaüstü bir atmosferin devreye girişiyle büyüleniriz.

Kapadia’nın iki ayrı bölümde iki farklı mekân kullanarak karakterlerin içsel yolculuğuna ayna tuttuğu eşine seyrek rastlanır incelikteki ilk uzun metrajını beğeniyle izliyoruz. İki farklı dünyanın usta işi geçişlerinde hayat arkadaşı görüntü yönetmeni Ranabir Das’ın değişen renk paleti, Clément Pinteaux ve Jeanne Sarfati’nin ilk yarıda nefesleri kesen, tek bir günü perdeye taşıyan ikinci bölümde zamanın durduğu huzurlu dinginliğe erişen kurgu çalışması ile sarsılırken, gencecik Anu’nun saf arzularına eşlik eden caz tınıları bizlere ne pahasına olursa olsun yaşamanın, aşık olmanın büyüsünü yeniden hatırlatıyor. Genç sinemacının,

Modi’nin yönettiği totaliter Hindistan’daki sosyal eşitsizlik ve her türlü ayrımcılığı alt perdeden ancak ustalıklı bir dille aktarışına hayranlık duyuyoruz. Ve film doktor Manoj’un (Azees Nedumangad) hemşire Prabha’ya okuması için verdiği dizeler misali son derece zarif ve dokunaklı bir şiirin kendisi oluveriyor. ‘Hayallerim günlük şeylerden, geride bıraktığım küçük ve dağınık şeylerden yapılmış. Umudum gittiğim her yere taşıdığım bir sandık dolusu şeyden ibaret’ diyor genç adam. ‘Şimdi orada, komşunun evindedir’ gönül verdiği kadın. ‘Işıltısını izlediği, geceleri onu ısıtmak için yanan bir lamba misali.’

(16 Ocak 2025)

Ferhan Baran

[email protected]

Kadın, Hayat, Özgürlük

“Alışılmadık yaşam döngüsüne sahip olan ‘Ficus Religiosa’nın tohumları kuş dışkıları vasıtasıyla diğer ağaçlara taşınıp, bitkinin tepeden gelişen hava kökleri hızla yayılarak toprağa kadar ulaşır, daha sonra dallanıp budaklanarak köklenen bitki ana ağacı çepeçevre sararak boğduktan sonra kendi hükümranlığını ilan edermiş”. İranlı sinemacı Muhammed Resulof, dünya prömiyerini yaptığı 77. Cannes Film Festivali’nde büyük yankı yaratan son cesur denemesi ‘Kutsal İncirin Tohumu / Dane-ye Anjir-e Ma’abed’in açılışında yer alan bu kıssayı, İslam Devrimi sonrasında köktendinci bir baskı rejimi altında yaşamaya mecbur kalan memleketinin ahvaline dair bir metafor olarak kullanıyor.

Filmin hikâyesine gelirsek, Tahran’daki Devrim Mahkemesi’nde soruşturma müfettişi olarak terfi eden İman, zimmetine verilen silahı teslim alıp, kırsalda bir türbede şükür namazını kıldıktan sonra evine döndüğünde karısı tarafından keyifle karşılanır. Öyle ya, terfi sonrası aileye 3 odalı bir apartman dairesi tahsis edilecek, çevrede itibarları artacaktır. Lakin bu mevkinin handikapları da vardır. Yeterli soruşturmayı yapamadan, hatta tek kelime okumadan idam hükümlerinin altına imza atacak olmanın haklı

tedirginliği içindedir İman. Karısı yakın bir gelecekteki hakimlik terfisinin hayalini kurarken, yeni görevinin tam da Mahsa Amini’nin ölümünün yarattığı infial ortamına denk gelmesi adalet yemini etmiş hukukçuyu iyice bunalıma sokar. Tam bu sırada adına zimmetli beylik tabancası odasının çekmecesinden kaybolunca İman karısı ve kızlarından şüphelenmeye başlar. Teokratik totaliter düzenin sadık uygulayıcısı hücrelerine işlemiş güvensizliği ve yükselen paranoyasıyla baş edemeyince sert önlemler alacak ve sorgu sürecini kendi evine taşıyacaktır.

İranlı sosyolog sinemacı Muhammed Resulof bizde de sinemalara uğrayan altıncı uzun metrajına atıfla ‘dürüst ve inatçı bir adam’, iflah olmaz bir muhalif. Rejimini eleştirdiği, toplumsal yozlaşmayı her fırsatta dile getirdiği ülkesinde her daim yasaklı olmuş, devlet sansürünün hışmına uğrayan filmlerinden hiçbiri ülkesinde gösterilememiş. İran’daki devlet sansürü üzerine 2008 yılında bir belgesel bile çekmiş. İstanbul Film Festivali’nde izleme şansı bulduğumuz, baskıcı rejimin 21 yazar ve gazeteciye suikast

planladığı 1995 yılında yaşanan gerçek olaylardan yola çıkan 2013 yapımı ‘El Yazmaları Yanmaz’dan sonra başı iyice derde girmiş, 6 yıl hapis cezası almış, ceza süresi 1 yıla indirilip rejim tarafından ‘akıllı ol’ uyarılarına maruz kaldıktan sonra bile yılmadan gerilla usulü filmlerini çekmeyi sürdürmüş. 5 yıl önce dört öyküden oluşan ‘Şeytan Yoktur / Sheytan Vojood Nadarad’ ile büyük ödül Altın Ayı’yı kazandığında gözaltında olduğu için Berlin’e gidemeyen Resulof, bu defa her şeyi göze almış.

‘Kutsal İncirin Tohumu’nun öyküsünü, dışarda başörtüsünü çıkardığı için tutuklanan Kürt kökenli Amini’nin 16 Eylül 2022’de polis nezaretinde katledilişi ile tetiklenen ‘Kadın, Yaşam, Özgürlük’ hareketi yaşanırken, parmaklıklar ardında kaleme almış. Tahliye olduktan sonra avukatları, eski filmleri ve aktivist girişimleri nedeniyle onu 8 yıllık bir hapis cezasının beklediğini bildirdiğinde yine geri çekilmemiş. Protesto hareketine destek veren oyuncularla, ağırlıklı olarak yakın bir dostunun set olarak yeniden dizayn edilmiş evinin iç mekânında ve final bölümünde gözlerden ırak kırsalda çalışmış. Kalabalık sahneleri her an yeniden gözaltına alınma korkusuyla asistanları vasıtasıyla uzaktan yönetmeye mecbur kalmış. Bu sancılı çekim sürecinin ardından

gizlice yurt dışına çıkarılan materyalin kurgusu Almanya’da Fatih Akın’ın gözde kurgucusu Andrew Bird’e teslim edilmiş. İran’dan kara yoluyla gizlice Türkiye’ye, oradan Almanya’ya kaçan Resulof daha sonra filmin prömiyerine katılacağı Cannes’a ulaşabilmiş. Kırmızı halıda İman’ın kızları ve büyük kızın okul arkadaşını canlandıran Mahsa Rostami (Rezvan), Setareh Maleki (Sana) ve Niousha Akshi (Sadaf) ile birlikte yürüyen sinemacı, İran’da ağır işleyen bir işkenceye dönüşmüş gözaltı nedeniyle ülke dışına çıkamamış başrol oyuncuları Missagh Zarek (İman) ile Soheila Golestani’nin (Necmiye) fotoğraflarını elinde sallayarak kalben onların yanında olduğunu ifade edişi Cannes tarihinin önemli sayfalarından biridir.

Tüm bu ölümcül çaba ve maceranın ardından izlediğimiz filmin, Resulof’un haklı isyanını üst perdeden haykıran bir manifestoya dönüştüğünü görüyoruz. İman’ın evi ve ailesinin kadınları ile ilişkilerini toplumun mikrokozmosu olarak ele alan sinemacı, sokakta tırmanan vahşeti mobil telefonlarla çekilmiş görüntülerle harmanlıyor. İnancın fanatizme, daha sonra şiddete dönüştüğü paranoyak bir düzende, sokaktakinin benzerinin ev içinde yaşandığına tanıklık ediyoruz. Zorunlu başörtü nizamına karşı protestolarda polisin orantısız müdahalesi sonucunda yitirilen canlar kor bir öfkeyi büyütürken, özgürlük haykırışı boyunduruk

altındaki toplumun tüm fertleri için yükselirken, Resoulof önceki filmlerinin, ‘Şeytan Yoktur’un özellikle o güzelim son öyküsünde yürek burkan hüzünlü itirazının bu kez tahammülü tüketmiş koyu bir öfke patlamasına dönüştüğünü gözlemliyoruz. Belki de bu nedenle büyük kız Rezvan’a didaktik cümleler sarfettiriyor. Karakter değişimlerindeki geçişi daha sabırsız, finale doğru senaryodaki boşluklar daha bir göze batıyor. Lakin, artısıyla eksisiyle dile getirdiği isyanına ve cesaretine saygı duyuyor ve ülkemizden sistemi eleştiren böylesine cesur sinemacılar çıkamadığı için yeniden hayıflanıyoruz.

(08 Ocak 2025)

Ferhan Baran

[email protected]

Feleğin Sillesini: Fidan

Emir (Alican Yücesoy), iki çocuğuyla annesi ve yengesinin yanında yaşarken hem işten atılır hem de hasta olan eşini kaybedince bütün dünyası başına yıkılır. Ne yapacağını bilemez, bunalımdan çıkamayınca da içkiye verir kendini. Erkek egemen dünyanın, erkek egemen kültürüyle büyüdüğü için kızını değil de oğlunu kayırır hep. Kızı Fidan (Leyla Smyrna Cabas), başarılı bir öğrencidir, evdeki durumun farkındadır, liseyi kazansa bile evde kalmayı tercih edecektir ister istemez. Yenge Nesrin (Ayça Bingöl), dikiş dikerek ile babaanne (Göksel Kortay) üç aylık maaşıyla evi çekip çevirseler de içlerinden Emir’e haklı itiraz ederler. Ancak geleneksel aile yapısından kurtulmak ancak öğretmenin Fidan’ı desteklemesiyle mümkün olacaktır.

Film, tipik bir aile öyküsünü ele alıyor; biz de sadece izliyoruz. İzleyiciye bir şey sormadığı gibi bir şey vermekten de uzak. Yönetmen Ayçıl Yeltan, kendi yazdığı ama apaçık ortada ki, iyi işlenmemiş, yoğurulmamış senaryosuyla sakin bir dil tutturmuş. Buna bir de filmin ritmini tutturamadığını eklemeliyiz, başta fazlaca zaman harcanmış, sonrasında ise duygunun iyice doruğa çıkabilecek yerlerde hızlıca geçilmiş; umutlu bir beklenti sunamıyor. Kadınların özgürleşmesi ve kendi ayakları üstünde durabilmesini hedefleyen film, duygu olarak izleyiciyi yanına çekiyor.

10 Ocak 2025’ten başlayarak gösterimde…

(07 Ocak 2025)

Korkut Akın

[email protected]

Yanlışlıklar Çağı: Babygirl

Başlığa “Yanlışlıklar çağı” mı, “Yalnızlıklar çağı” mı yazsaydım diye çok düşündüm, hatta yal(n)ız(lış)lıklar gibi karışık bir sözcük yazmayı bile…

Teknolojiyle birlikte robotik yaşama geçince (kalifiye olmayan) insanların büyük çoğunluğu işsiz kalacak; kalifiye olanlarınsa işleri azalacak ve boş zamanları artacak. Ancak öyle bir yaşama alışkın olmayan günümüz insanı ister istemez bunalıma girecek ve çıkışı (çözümü) kendi yaşamında arayacak; tıpkı zengin olan önce evini, arabasını sonra da eşini değiştirirmiş ya, öyle… CEO düzeyindeki yönetici Romy (Nicole Kidman), stajyer olarak işe giren Samuel (Harris Dickson) ile fantezi ağırlıklı ilişkiye başlar. Bence, bir heyecan aramaktadır, birçok eleştirmene göre de kocası Jacob (Antonio Banderas) ile evlilikleri başından beri sağlıksızdır, iki çocukları olmasına rağmen.

Filmin ana konusu, yeni kuşağın gerek toplumsal gerekse siyasal erke rağmen düşündüklerini hayata geçirebilmeleridir de aynı zamanda. Bir insan neden fantezi, hem de cinsel fanteziler arar? Bir de “aşağıla(n)ma” konusu var. İki âşık (!) birbirini önce tartıyor ama sonra aşağılıyor. Acaba kim daha güçlü, kim daha yetkin, kim daha direngen?

Belli bir kuşağın anlayamayacağı, anlasa bile kabul edemeyeceği sorunlar yumağı… Herkes farkında birbirleriyle aralarındaki ilişkinin, ama kimse sesini çıkartmıyor, kendileri de yokmuş gibi davranıyor. Sahi, sizce neye varır bunun sonu?

Sosyokültürel, sosyoekonomik, sosyoteknolojik değişimin kimi nasıl ve ne kadar etkileyeceğini tartışan film, bir yanıyla çok ilginç ve merak uyandırıyor, diğer taraftan da alabildiğine tutucu kesimler tarafından yerden yere vurulabilir.

Oyunculukları beğendim, sadece Kidman, yüzünü o kadar çok gerdirmiş ki mimik kalmamış yüzünde, ne gülümseyebiliyor ne de hayret edebiliyor. Oyuncular “güzelleşmek” yerine yaşlarını yaşasalar da izleyiciyi üzmeseler keşke.

24 Ocak 2025’ten başlayarak gösterimde…

(06 Ocak 2025)

Korkut Akın

[email protected]

Buz Gibi Yataklar

Robert Eggers’in Alman dışavurumculuğunun sinemadaki önemli temsilcilerinden Friedrich Wilhelm Murnau’nun 1922 yapımı sessiz klasiği ‘Nosferatu, Bir Dehşet Senfonisi – Eine Symphonie des Grauens’e el atmasını uzun zamandır bekliyorduk. Bram Stoker’ın ünlü ‘Dracula’ mitinden yola çıkmış özgün metni henüz 17 yaşındayken sahnelemiş olan genç sinemacı, sağlam bir bütçe ve göz alıcı bir oyuncu kadrosu ile ne zamandır hayalini kurduğu projesini hayata geçirmiş.

Werner Herzog’un 1979 yapımı denemesinin ardından ‘Nosferatu’nun bu şimdilik üçüncü çevirimi, zifiri karanlık beyazperdede yavaş yavaş ortaya çıkan siluetler ile açılıyor. Sinemacı gözlerimizi karanlığa alıştırmak istemiş, hatta yerinde deyimle ‘karanlığın kendisini görmemizi’ arzu etmiş. Buz gibi yatağından fırlamış güzel Ellen (Lily Rose-Depp) rüyalarına dalan koruyucu meleğine seslenmektedir: ‘çağrımı duy, herşeyi yık, gel bana’. Sonsuz karanlıktan uyanan varlığın silueti özgün klasik anlatıdan farklı olarak duvarlara yansımıyor ama tül perde üzerine düşen gölgesi genç kadının arzularını şaha kaldırmaya yetiyor. Baba baskısı altında cinselliği ile tanışamamış olan Ellen, yakışıklı kocası Thomas’ı (Nicholas Hoult) bulduğunda herşeyin düzeleceğini ummuş ancak balayı dönemi çok kısa sürmüştür. ‘Gündüz Güzeli’ Séverine misali bedensel arzularının gizini süren genç kadının yolu, Karpat dağlarındaki tekinsiz malikanesinden Almanya’nın Wisburg kentine doğru cehennemi bir yolculuğa çıkan vampir Orlok (Bill Skarsgård) ya da nam-ı diğer kont Drakula ile kesişecektir.

Eggers açılıştan başlayarak özgün metni kadın karakter ve cinsel dürtüleri üzerinden yorumlamayı seçiyor, eril düzenin baskısı altında yaşayan Viktorya çağı kadınlarının cinsel özgürlük çığlıkları üzerinden ilerliyor. Genç kadın bulutlar arasından sıyrılan ay ışığının karanlığı bir nebze yırttığı gecelerde ona hükmeden gücün Tanrı olmadığının farkındadır. Vücudunda süründüğünü hissettiği, rüyalarına esir alan arzuları ‘o benim utancım’ olarak adlandırsa da çok geçmeden bunun kendi doğası olduğunu ve tabiatın açlığını temsil ettiğini idrak ediyor. Buna paralel olarak, Eggers vampir kontu çürümüşlük izleri taşıyan bedenine karşın, tüm çıplaklık ve eril cinselliği ile bıyıklı maço bir Doğu Avrupalı olarak resmediyor. Sinemacının ilk filminden beri kader yoldaşlığı yaptığı dahi görüntü yönetmeni Jarin Blaschke’nin dönemin koyu kasvetini görselleştirme çabası bir kez daha parmak ısırtıyor. ‘Cadı / The Witch’in baskıcı gri tonları, ‘Deniz Feneri / The Lighthouse’un klostrofobik siyah-beyaz atmosferi aşılıyor; ‘Kuzeyli / The Northman’in kasvet ve kıyametinin çıtası daha da yükselerek karanlığın saf ilkelliği has sinemanın görsel mükemmelliği ile buluşuyor.

Bunca övgünün ardından bir başyapıt çıkmıyor ama. Eggers’in ilk bölümde kurduğu dünya ve bedenin tutkularını eşelediği ilginç başlangıç, gereksiz yere uzatılmış ikinci bölümde ‘Şeytan /The Exorcist’ sularına çark eden Hollywoodvari bir vampir avcısı öyküsüne meylediyor. Ellen önce bir nevi yetişkin Regan’a, ışığa kavuştuğumuz final sahnesinde ise kendi doğasının kurbanına dönüşürken, patriyarkal düzen derin bir oh çekmiş oluyor.

(04 Ocak 2025)

Ferhan Baran

[email protected]

Cehennem Deliği: Böyle Küçük Şeyler

İzlediğiniz filmi sorarlar: “Beğendin mi?” Kimi zaman verilebilecek bir cevap yoktur bu soruya. Beğenmişsinizdir, ama bir şeyler sizi rahatsız etmiştir. Beğenmemişsinizdir, ama o kadar çok şey yaşadıklarınızla örtüşmüştür ki… Film, beğenip beğenmemenizin ötesinde duygular yüklemiştir ve nefesiniz kesilecek gibi olmuşsunuzdur.

Claire Keegan, çok okunan, etkileyici romanından Enda Walsh ile senaryosunu yazdığı “Small Things Like These”i yönetmen Tim Mialants çekmiş. Film, aslında İrlanda’da, 1980, hatta 1990’larda da hâlâ yaşayan Magdelene Çamaşırhaneleri’nin duygusunu yansıtıyor.

Küçük ve tutucu bir kasabada, eşi ve beş kızıyla, diğerlerinden ekonomik olarak çok daha iyi koşullarda kömürcülük yapan Bill Furlong (Cillian Murphy), son zamanlarda epey dalgındır. İstemediğini haykıra haykıra ağlayarak söyleyen küçük bir kızın manastıra zorla sokulduğunu görmüştür. Kasabada yaşananların duyulmaması pek mümkün değildir, ama kimse de bu konuyu dillendirmeye yanaş(a)maz.

İlginç bir film “Böyle Küçük Şeyler”, bir yargıda bulunmuyor, konuyla ilgili kimsenin yorumuna da yer vermediği gibi doğrudan bir mesaj da vermiyor.

İzleyici ne anladıysa o…

Bir kere, baştan filmin içine çekiliyorsunuz… Tam Noel zamanıdır, insanlar yeni bir yılın başlangıcından önce Christmas’ta, birbirlerine yeni armağan almak ya da gelecek armağanları ummaktayken, seyirci araya girer ve hiç karışmadan, sormadan yaşananları izler. Kış günlerinin kısa ve karanlık günlerinde her şey ürperticidir. Mialants, bilinçli olarak izleyiciye “röntgencilik” yaptırır, amacı düşünmesini sağlamak ve kimsenin söyleyemediği toplumsal gerçekliklerin fark edilmesidir.

Başlığa “Cehennem Deliği” sözünü kasıtlı olarak çıkarttım, çünkü yaşananlar hepimizin içinden çıkamadığı gerçekten önemli sorunlara değiniyor. Benzer durumları bizim ülkemizde de haberlerde izliyorsunuz, oradaki gibi burada da egemen erk böylesi adil olmayan, hukuksuzluklardan yararlanmayı tercih

ediyor. Çocuk gelin dediğimiz, erken evlendirilen (ya da filmdeki gibi tecavüz sonucu eve sokulmayan) kızların doğurdukları çocukların ruhlarını nasıl etkilediğini ve çıkan sonuçlara katlanmanın mümkün olmadığını günü birlik davranan iktidarların düşünmesini kimse beklemiyor.

Tim Mialants, yalın bir dil tutturmuş, hiçbir şey söylemeden çok şey anlatıyor. Cillian Murphy (Bill Furlong) ve anne rolündeki Eileen Walsh (Eileen Furlog), tabii rahibe rolündeki Emily Watson (Sr. Mary) gerçekten başarılı… Tüm bunların ışığında film inanılmaz etkileyici ve sadece kendi yaşamınızı değil, tüm insanlığın (savaşları da katmalı içine) geleceğini seriyor gözler önüne.

02 Ocak 2025’ten başlayarak gösterimde…

(04 Ocak 2025)

Korkut Akın

[email protected]

İki Kadın İki Film: Kutsal İncirin Tohumu ve Maria

Erkek egemen yapı yıllar, yüzyıllar boyu kadını hep ikinci sınıf olarak görmüş, küçümsemiş ama başarısından da hep gurur duymuş. Bu hafta (denk geldi, aynı gün izledik) iki ayrı kadını, iki ayrı dünyayı, iki ayrı ruhu karşılaştırabilme olanağı bulduk.

Çehov: “Sahnede silah varsa, patlamalı”

İlki Kutsal İncirin Tohumu (The Seed Of The Sacred Fig), yönetmen Muhammed Resulof’un belgeselmiş izlenimi verecek denli güçlü, ama kurgu; öyle ki oyuncularından yapımcılarına kadar kimsenin festivallere katılmasına izin verilmeyen bir İran filmi. Başörtüsünü çıkardığı için hunharca katledilen, bütün dünya için bir simge olan Mahsa Amini protestolarıyla başlıyor. Kimsenin ummadığı kadar büyük bir tepki doğuran İran’da bile kadınları günlerce sokaklara döken ve iktidara acımasız, orantısız güç kullandıran eylemler filmin ana eksenini oluşturuyor.

Biri üniversite, diğeri lise öğrencisi iki kızı olan ve yargıçlığa terfi eden adamın, İman (Missagh Zareh) eşi ve çocuklarıyla yaşadıkları… Dini, ahlâki, siyasal, sosyal hiçbir kalıba sığmayan, ama sırf daha rahat yaşayabilmek için her türlü hukuk dışı kararı vermekten (en azından çekinmemesi öğretilmiş) çekinmeyen yargıca bir silah verilir, olası tehditlere karşı.

Filmin asıl kahramanı anne. Soheila Golestani (Necmiye) tipik annelik içgüdüsüyle çocuklarını ve tabii, eşini korumak için her şeyi yapabilecek bir kadın. Öyle de oluyor. Üniversite öğrencisi Rezvan (Mahsa Rostami) daha bir bilinçlidir, yurtta kalan arkadaşıyla birlikte ucundan da olsa protestolara katılır. Evde kalmasını sağlar, yaralandığında eve getirip bakımını sağlar. Küçük kardeş Sana (Satareh Maleki) çok sevdiği ablasının yanında olur hep. Kızlarını kıramayan anne yaralanan ve tutuklanan arkadaşlarının durumunu öğrenmek için birilerini bulmaya, araya sokmaya çabalıyor; kocasının haberi olmadan kızlarının gönlünü rahatlatmaya çalışıyor.

Yargıç İman, silahı kaybolup da bulamayınca arkadaşlarından kızlarını ve eşini sorgulamalarını ister. Polis, her zaman polistir ve hiç de arkadaşça davranmaz onlara. Baba, durum giderek kötüleşip de bilgileri internete sız(dırıl)ınca ailesini köyüne götürür ve kendisi sorgulamak ister. (Burada güçlü ve güzel bir detay var: girdiği bakkalda kendisini tanıyanlar telefona sarılıp ifşa etmeye çalışırlar.) Anne, hem eşini hem kızlarını korumak için kaybolan silahı kendisinin alıp dereye attığını itiraf (!???) eder. Kızlar da, annelerini korumak amacıyla kendilerinin aldığını iddia ederler.

Yargıç, iki arada bir derede kalmış ve çıldırmıştır; o çok sevdiği çocuklarını öldürmek isteyebilecek denli gözü dönmüştür.

Ego, gurur ve haklı bir ün!

Efsanevi soprano Maria Callas’ın son dönemini ala alan filmi Steven Knight’ın senaryosundan Pablo Larraín çekmiş. Dünyaca ünlü sopranonun sesini, bağlı olarak da ününü kaybetmesi Callas tarafından da kabûl edilebilecek bir şey değildir. Ancak gururlu ve kararlı Callas çevresindekilere bunu hissettirmemeye çalışır.

Benim Jacqueline Kennedy Onassis’e benzettiğim Angeline Jolie, Callas’ı başarıyla (sesi konusu küçük bir soru işareti, ağzı senkron olsa da gerçek Callas’ın sesi kullanılmış sanki, iki sesin farkı fark edilebiliyor) canlandırıyor. Mağrur sopranonun çevresini hiç umursamayan, ama ününe toz kondurmaz tutumu filmin ana izleği… İki yardımcısı var yanında Callas’ın, Ferruccio

(Pierfrancesco Favino) ve Bruna (Alba Rohrwacher). İkisi de canla başla korumak için ünlü sopranonun yanında… Bir de uzatmalı sevgilisi var Callas’ın, evli olsa da dünyanın en zengin insanlarından, memleketlisi Aristotle Onasis. Haluk Bilginer’in fizik olarak da benze(til)diği Onasis rolünde gerçekten çok başarılı olduğu hemen tüm eleştirmenlerin ortak görüşü.

Her şey bir yana… “Maria”da sadece Maria Callas’ın yaşamı değil, bir kadının onurlu, mağrur, ama aşka yenik yaşamı yansıyor beyazperdeye.

10 Ocak 2025 / 21 Şubat 2025’ten başlayarak gösterimde…

(03 Ocak 2025)

Korkut Akın

[email protected]

2024’den Benim Seçtiklerim

Bir seneyi daha birlikte tamamladık. 2024 yılı içinde izlediklerim arasından seçtiğim 10 filmlik geleneksel en iyiler listemi bir kez daha siz okurlarımla paylaşmak istedim. (Listede yer alan filmler üzerine sadibey.com’da yayına giren yazılarımın tamamına, parantez içinde belirtilen başlık ve tarihlerden ulaşabilirsiniz)

1- ZAVALLILAR / Poor Things
Çağımızın en önemli sinemacılarından Yorgos Lanthimos’un Venedik Film Festivali Altın Aslan ödüllü son şaheseri, anarşist ve sinik tavrının tavan yaptığı bir başyapıt. Yunan asıllı sinemacı Alisdair Gray’in çizgi dışı metninden yola çıkarak yönetmenin daha önceki çalışmalarında ustalıkla inşa ettiği kendine özgü sinema evreninde ihtirası ve zalimliği ile insan ruhunu didik didik etmeyi sürdürüyor. Lanthimos sinemada kadın özgürlüğünün en güçlü manifestolarından biri olan yapımı, ‘en pozitif, en umut dolu filmim’ olarak nitelendirmiş. Yönetmenin kendine özgü sinemasının tuhaflığı ve hınzır nüktesinden ödün vermeden biçimsel büyüleyiciliği ile göz kamaştıran yapımda, çocuk kadınlıktan bilim insanlığına uzanan süreçte her planda var olan Emma Stone kusursuz performansı ile tam anlamıyla yıldızlaşıyor. (‘Şeker ve Şiddet’ / 16.02.2024)

2- İLGİ ALANI / The Zone of Interest
Yahudi kökenli İngiliz yönetmen Jonathan Glazer geçtiğimiz yüzyılın en büyük insanlık suçu Nazi soykırımı vahşetinin özellikle genç kuşaklara yeniden yeniden anlatılmasının önemi üzerinde dururken, meseleyi farklı bir gözle, kurbanlar değil failler cephesinden beyazperdeye taşıyor. Mutluluk ve dehşetin bitişik resmedildiği yapım iki bambaşka dünyayı betimleyen iki ayrı filmden oluşuyor gibidir. Failler dünyasını perdede izlerken, küçük görsel detaylar öteki dünyaya dair ipuçları sunar. ‘Saul’un Oğlu’nda aynı ölüm kampında bir mahkumun gözünden şahit olduklarımız bu defa işitsel olarak tüm hücrelerimize sirayet eder, boğazımızda bir yumruk, sersemlemiş olarak ayrılırız sinema salonundan. (‘Ne Kadar da Bize Benziyorlar’ / 22 Şubat 2024)

3- MÜKEMMEL GÜNLER / Perfect Days
Wim Wenders’in 76. Cannes Film Festivali’nde dünya prömiyerini yapmış, adını Lou Reed’in tanınmış şarkısından (‘Perfect Day’) alan son başyapıtı, umumi tuvaletleri temizlemekle görevli kamu işçisi Hirayama’nın harika yaşamından 12 günün incelikli detaylarının izini sürüyor. 80’li yaşlarına yaklaşan Alman asıllı sinemacının büyük hayranı olduğu ve yıllar önce hakkında bir belgesel çektiği (‘Tokyo-Ga, 1985’) Japon sinemasının büyük ustası Yasujiro Ozu’ya adanmış şaheserinde, köprü üzerinde iki bisikletlinin yer aldığı sahne ‘Tokyo Story’ye, yaprakların rüzgarda zarifçe salınımı Ozu’ya ve yaşama şükredişin bir ifadesi olarak gönülleri okşuyor. (‘Ozu’ya Adanmış Mükemmel Bir Film / 16.04.2024)

4- SARARMIŞ YAPRAKLAR / Kuolleet Lehdet
Yaşayan büyük ustalardan Aki Kaurismäki 6 yıl aradan sonra sinemaya dönüş filmiyle 90’lı yılların başında tamamladığı ünlü ‘proleterya üçlüsü’ne kaldığı yerden devam ediyor; işçi sınıfına ağıt niteliğindeki ‘Kibritçi Kız’ın hüzünlü finalinin tersine, bu kez nefes aldıkça umut vardır misali sevgiye, şefkate kapılarını açıyor. Godard, Bresson, Melville, Huston ya da Visconti armağanı geçmişin sinema hazineleri yalnız ruhların sığınağı haline geliverirken, hikaye yine Chaplin’e çok zarif bir saygı duruşu ile noktalanıyor. Kaurismäki evreni sinemacının retro estetiğiyle bütünleşirken, görüntü yönetmeni Timo Salminen’in eşsiz mavileri hüznü, sarılar kırmızılar dışa vurmakta zorlanılan arzuları, özlemleri yansıtıyor. (‘Sinemaya ve İşçi Sınıfına Saygı Duruşu’ / 18.05.2024)

5- KABAHATLİLER / Los Delincuentes
Yeni Arjantin Sineması’nın en parlak yıldızlarından yönetmen Rodrigo Moreno, çalışma hayatının bunaltıcılığından kaçmasına yetecek kadar para çalmayı planlayan bankacıların hikayesini anlatıyor. Bu yaman deneme beyaz yakalı yaşamın sıkıcılığına başkaldırı sıradışı bir soygun öyküsüne dönüşürken, bizleri isyankar bir özgürleşme arzusu ve para bağımlılığımıza dair çetin sorularla başbaşa bırakıyor.

6- SÖMÜRGECİLER / Los Colonos
Western türüne yeni bir soluk getiren bu sarsıcı film Şili’nin tarih kitaplarından silinmiş en kara sayfalarından birini, bölgenin yerli halkının soykırımını anlatıyor. 20. yüzyıl başlarında zengin toprak ağasının devasa mülkünün güvenliğini sağlaması için tutulan Amerikalı bir paralı asker ile başına buyruk bir İngiliz teğmene eşlik eden bölgenin yerli halkından Segundo vahşi kapitalizmin serpildiği yıllarda ulus mitinin doğurduğu şiddetle tanışacaktır. Felipe Gálvez’in ilk uzun metrajı, Latin Amerika sinemasında yepyeni ve güçlü bir sesin doğuşunu simgeliyor.

7- BİRAZ YAĞMUR YAĞMALI / Some Rain Must Fall
Çağdaş Çin sinemasından güzel bir sürpriz. 1989 doğumlu yönetmen Qiu Yang, Cannes’dan ödüllü kısa filmlerinde olduğu gibi aile ilişkileri üzerinden ilerliyor. Genç sinemacının doğal sesleri kullanıldığı melankolik filmi, usta işi diyalog ve ayrıntılarının yanı sıra görsel yetkinliği ile göz dolduruyor. Genç bir kadının kendini keşif öyküsünü; geçmişinden başlayarak bugününü, kim olduğunu, yaşamak istediği cinselliği, bir zamanlar herşey olduğunu düşündüğü aile tuzağından kaçma çabasını izlerken, bizler de onunla birlikte keşfe çıkıyoruz. (‘Hayat Boşa Gitmesin’ / 08.08.2024)

8- CEVHER / The Substance
Coralie Fargeat’ın 77. Cannes Film Festivali’nde sansasyon yaratan ikinci uzun metrajı, erkek egemen şov dünyasını, şöhret kültürünü ve kadınların sektörde var olabilmek için uymak zorunda oldukları klişe güzellik standartlarını kıyasıya topa tutan yılın en özgün filmlerinden biri. Çağdaş tüketim toplumunda yapayalnızlığı gözlerimizin içine sokarken, kuşaklararası kadim çatışmayı ve rekabetin karanlık yollara sürüklediği ezeli ebedi ana-kız ilişkisini didikleyen yapım, Cronenberg, Carpenter, Lynch ya da Haneke’den aldığı esinin yanı sıra Kubrick tarzı kırmızı ve beyazın egemen olduğu geniş açılı stilize bir görsel dünyayı ustaca inşa ediyor. (‘Unutma İkisi de Sensin’ / 08.11.2024)

9- EMILIA PEREZ
Yine 77. Cannes Film Festivali’nin ses getiren, Fransız sinemasının deneyimli yönetmeni Jacques Audiard imzalı yapım, suçtan narkotik gerilime, melodramdan pembe diziye uzanan faklı türleri aynı potada birleştirdiği hikayesini cesur ve sıra dışı bir müzikal polisiyenin hizmetine sunuyor. Mexico City’de İspanyolca konuşan oyuncularla çekilen, hukuksuzluğun kol gezdiği bir iklimden yükselen cinsel özgürlük çığlığını Almodovar hissiyatında çok renkli bir çağdaş opera tadında aktaran film yılın en dikkat çekici işlerinden. (‘Kendimi Sevmek İstiyorum’ / 09.12.2024)

10- MUTFAK / La Cocina
Alonso Ruizpalacios Londra’daki öğrencilik yıllarında çalıştığı restoran deneyimini Arnold Wesker’in tek mekanda geçen ünlü oyununa döşemiş. Meksikalı sinemacının New York’a konuşlandırdığı mutfağı çağdaş kapitalizmin mikrokozmosu misali, duygusal paslaşmalardan yeterince nasibini almamış bir dar alanda yaşam savaşı veren yoksul insanların mücadelesini kimi zaman zincirlerinden kopmuş gerçeküstücü komik bir atmosfer içinde aktarıyor. Sinemacı, her birinin ayrı ayrı düşleri, küçük de olsa hayattan beklentileri olan karakterlerine küçük ama etkileyici dokunuşlarla can veriyor. (‘Gökyüzü Çok mu Uzak / 04.12.2024)

(01 Ocak 2025)

Ferhan Baran

[email protected]

Geriye Kalan Yalnızca Bir İroni

Gençlik ve güzellik üzerine doyumsuz filmleriyle tanıyıp sevdiğimiz Paolo Sorrentino’nun 77. Cannes Film Festivali ana seçkisinde yer almış son opusu ‘Su Perisi / Parthenope’ ile bu yılı sonlandırıp yeni bir seneye merhaba diyoruz. Bir önceki filmi ‘Tanrının Eli / E Stata la Mano di Dio’ ile doğup büyüdüğü topraklara görkemli bir dönüş yapmış olan İtalyan sinemacı, açılış sahnesinden başlayarak bir kez daha Napoli kentine saygı duruşunda bulunuyor.

50’li yılların başında suyun içinde dünyaya gelen kız çocuğuna, kentin Yunan mitolojisindeki sirenlerden esinli eski ismi olan Parthenope adı veriliyor. 1968’de 18 yaşın tüm tazeliği ve çekiciliğine sahip genç kız (Celesta Dalla Porta) çevresindeki tüm erkeklerin başını döndüren bir afettir. Kendi erkek kardeşi dahil herkesin sahip olmak istediği bu muhteşem güzellik Prosper Mérimée’nin Carmen’i misali kimsenin olmayacak, etrafında yarattığı yıkıma aldırmaksızın kendini bir entelektüel olarak yeniden yaratma uğraşına girecektir.

‘Su Perisi’ kelimelere kolay sığmayan, beyazperdedeki görselliği ile izleyiciyi büyüleyen bir deneme. 53 yaşındaki Sorrentino, bizim kuşakların yeni yetmelik yıllarını sürdüğü 70’li yıllardan günümüze Parthenope’nin serüvenini kadim kentin görüp geçirdikleri üzerinden öykülemeye soyunmuş. 2021 yapımı otobiyografik ‘Tanrının Eli’ ile çocukluk ve ilk gençlik yıllarını perdeye taşıyarak kendi ‘Amarcord’unu çekmiş olan sinemacının filmi bu defa bir kadın ana karakter aracılığıyla en önemli mirasçısı olduğu Felliniyen sinemanın mucizeleri üzerinden ilerliyor.

‘Hiçbir şey bilmediğini ama herşeyi sevdiğini’ söyleyen Parthenope antropoloji eğitimi almaya başlar. Hayranı olduğu İngiliz yazar John Cheever’dan (muhteşem Gary Oldman) ölümsüz hayat dersleri alır. ‘Aşk bir gizem, seks ise cenaze törenidir’; ‘güzellik savaş gibidir, her kapıyı açar’ benzeri özdeyişler ile ‘erkeklere ilgi duymasaydım senin peşinden ayrılmazdım’ diyen eşcinsel yazar onun taze gençliğinin bir dakikasını bile çalmaktan çekinir.

Parthenope büyük bir trajedinin tetiklediği çalkantılı ama harika serüveni boyunca farklı kişilerle karşılaşır. Herkeslerden sakladığı deforme evladına kol kanat germiş antropoloji profesörü (eşsiz Silvio Orlando) onun yaşam rehberi olur. Mafyozo Roberto (Marlon Joubert) eşliğinde arka sokakların sefaleti ve Napoli’nin kralını mavi fenerler ile karşılayan, melankolik ve kederli bakışlarıyla kirli ama capcanlı kentin yoksul halkıyla tanışır. Karanlık izbelerin

yoksulluğundan kendini kurtarmış aktrisin (Luisa Ranieri) yıllar sonra Napoli halkına kibir ve sövgü yüklü söylemine, iki mafya ailesinin genç varislerinin davetliler önünde çiftleştikleri tuhaf törene tanıklık eder. Genç kadın, ‘özgürlüğün kapıdan içeri giremediği’ Katolikliğin yasaklı dünyasında San Gennaro mucizesi ile göz boyayan rahip ile birlikte olurken, dinsel ile dünyevi olanın sınırları aşılır.

‘Napoliler hayatı her gün yeni baştan keşfediyor, hayatın onların şaşırtması gerektiğine inanıyorlar. İşte ben de bunu aynen böyle anlatmak istedim’ diyor Sorrentino. Mucizelerin gerçekleştiği toprakları ‘kendi duygularına dair bir kent’ olarak tanımlıyor.

Yönetmen orta yaşlarının başlarında çektiği ‘Muhteşem Güzellik / La Grande Bellezza’ (2013) ve ‘Gençlik / Youth’un (2015) ardından yaşlılık senfonilerine bir yenisini eklerken, Parthenope’nin 70’li yaşlarına hayat veren bir dönemin çekici güzellerinden Stefania Sandrelli’nin yılların yıprattığı yüzüyle, gençliğin, güzelliğin geçiciliğini bir kez daha hatırlatır. Ancak ömür su misali akar, insanlar geçip giderken kimselere yar olmayan kadim şehir tıpkı bizim İstanbul’umuz gibi gizemini ve eşsiz güzelliğini korumayı sürdürecek, fani hayatın sonunda geriye yalnızca bir ironi kalacaktır. Sonbaharını yaşayan Parthenope’nin kentin bugününe bakarken gülümsemesi tam da bundan olmalı.

(29 Aralık 2024)

Ferhan Baran

[email protected]