Kategori arşivi: Yazılar

Parthenope: Su Gibi Akıp Geçen Bir Ömür

Herkesi, her şeyi kendi bakışımızla değerlendirir ve belirleriz. Bazen yargıladığımız da olur ama biliriz ki, yaşam bizi taşıyandır ve asla umursamaz kimseyi.

Sinema, başından beri (aslına bakarsanız sanatın bütün dalları) mitolojiye dayandırır öykülerini, tabii ki ağırlıklı olarak Yunan Mitolojisine. Mitoloji, her şeyin ötesinde, bilmesek de içimize işleyen, genlerimizi oluşturandır, buna da bağlı olarak hepimiz benimseriz. Dikkat ederseniz, çizgi filmlerden, bilimkurgulara kadar beğendiğimiz tüm filmler mitolojik ögeler taşır.

Böylesi bir girişten sonra, Su Perisi (Parthenope) filminin sadece görünenle yetinmediği apaçık. Güzellik sadece güzellik midir? Ya iyilik? İnsan ilişkileri sadece bu “görünen”lerle belirleyici olabilir mi?

Usta yönetmen Paolo Sorrentino, kendisinin yazdığı senaryoyla keyifli ama bir o kadar da düşündürücü bir filmle çıkıyor bu kez de. Akdeniz ülkelerinin kendine özgü güneş, ışık, sıcaklık, yeşillik ya da insan ilişkileri her şeyiyle yansıyor beyazperdeye. Güzel mi, evet, kesinlikle. Anlaşılır mı, hayır, kesin değil. İzlenmeli mi, muhakkak. Her ne kadar uzak duruyorsa da, biraz içine girdikçe kendinizi buluyorsunuz filmin bir yerinde. Yaşam kendi yolunda geçip giderken siz (biz, hepimiz) bir yerinden katılıyorsunuz o akışa ve bir yerde ayrılıyorsunuz ister istemez. Denizin dalgalarıyla törpülediği, keskinliğini yumuşattığı çakıl taşları gibi… Hani, “mermeri oyan suyun gücü değil, damlaların sürekliliğidir” meselindeki gibi…

27 Aralık’tan başlayarak gösterimde…

(24 Aralık 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Irkçılık Diz Boyu

Justin Kruzel arızalı toplumsal ortamlardan şiddet sarmalına sürüklenmiş genç erkeklerin hikâyesini anlatmayı sürdürüyor. Avustralyalı yönetmen uzun metraj kariyerine uzak kıtanın güneyinde yaşanmış gerçek olaylardan yola çıkarak çektiği ve bir seri katili merkeze aldığı hazmı hiç de kolay olmayan 2011 yapımı ‘Snowtown’ ile başlıyor. Daha sonra, Cannes’da ana yarışma seçkisine alınan ‘Macbeth’ (2015) ile bilinçli bir biçimde kötülüğü seçmiş Shakespeare karakterine yöneliyor. 19. yüzyıl sonları orman haydutlarını konu aldığı ‘Kelly Çetesi’nin Gerçek Hikâyesi’nin (2019) ardından ikinci kez Cannes ana yarışmasına kabul edildiği ve yine gerçek bir öyküye dayanan ‘Nitram’ (2021) geliyor. Cannes’dan en iyi erkek oyuncu ödülüyle dönen Caleb Laudry Jones’un olağanüstü performansı ile seçkinleşen ve Kurzel’in bugüne kadar çektiği en iyi filmi olan ‘Nitram’, çekirdek ailesi ile yaşayan Martin Bryant’ın trajik mutsuzluğunun öfke patlamasıyla, tarihe Port Arthur Katliamı olarak geçen, Tazmanya’da bir kafede 35 kişinin ölümüyle sonuçlanan elim olay üzerinedir.

Avustralyalı sinemacı üç yıl aradan sonra çektiği ve bizde de gösterim şansı bulan son filmi ‘Düzen / The Order’ ile, bu kez 1980’li yılların başlarında yaşanmış gerçek bir öyküden yola çıkmak suretiyle gözde temasının yeni bir çeşitlemesine imza atmış. Dünya prömiyerini Venedik Film Festivali’nde yapan film, aşırı sağın palazlanmaya başladığı 40 küsur yıl öncesinin ABD’sinde, kuzey batı eyaletlerini saran şiddet olaylarını, banka ve zırhlı araç soygunlarının, bombalamaların düzen ve huzuru sarstığı bir dönemi perdeye taşıyor. Ohio’nun küçük kasabasına tayini çıkan FBI mensubu Terry Husk (Jude Law) çalkantılı yılların

ardından huzuru bulmak istediği beldede karısı ve iki küçük kızının gelişini beklerken, kendini peşpeşe yaşanan cinayet olaylarının ortasında buluveriyor. Ajan Husk bu suç zincirinin arkasında, bölgedeki dini cemaat lideri tarafından yönlendirilmiş, işsizlik ve yoksulluğun öfke yüklü faturasını göçmenler ve de siyahi halktan çıkarmaya kalkan beyaz üstünlükçü militan örgüt ‘Düzen’ ve onun neonazi lideri Robert Jay Mathews olduğunu ortaya çıkarıyor. Ancak tehlike çok daha büyüktür. Yandaşlarının sayısı giderek artmakta olan Matthews, ABD hükümetine karşı planladığı yıkıcı bir iç savaşın hazırlıkları içindedir.

Kurzel’in 1983’lerde yaşananlar vasıtasıyla çağımızla paralellik kurması, başlangıç noktası olarak ilgimizi çekmedi değil. Öyle ya, bugün Donald Trump’ın aşırı sağ söylemiyle beklenmedik bir biçimde ikinci kez iktidara gelmesini hazırlayan, ilmek ilmek örülmüş bir süreçten söz ediyoruz. Keza günümüz dünyasında, ülkemizde ya da başka coğrafyalarda dini ya da milliyetçi temelli oluşumların bir terör silsilesi halinde dışavurumlarının tehdidi altında yaşamıyor muyuz. Kurzel’in filmi bu tür fanatik tehditler konusunda güncelliğini yitirmeyen bir uyarı olarak ilgiye değer kuşkusuz. Ancak sinemacı olay örgüsü ve gelişimini kurarken beylik polisiye anlatıların, televizyonda her hafta onlarcası gösterilen FBI serilerinin bildik aksiyon düzeninden öteye

geçememiş. Filmin yapımcıları arasında olan Jude Law’un ‘kahraman şerif’ portresi tek boyutlu, çalakalem yazılmış. Yardımcı ekipten ajan Joanna Carney (Jurnee Smollett) ya da suçlularla aynı okullarda okumuş bölgenin yerlisi şerif yardımcısı genç Jamie Bowen (Tye Sheridan) için de aynı şeyler söylenebilir. Keza suçun içinde olan eril çete fertlerinin geçmişleri, yakınları ile ilişkileri yüzeysel bir biçimde geçiştirilmiş. Hele hele çete lideri Matthews’ta Nicholas Hoult’un ‘Robin Hood’vari yakışıklı karizması filmin temel mesajını gözden kaçırtacak bir seçim olmuş. Yanlış anlaşılmasın, bu denli karanlık emeller peşinde olanların ‘No Country For Old Men’in şeytani yüzü Anton Chigurh benzeri resmedilmesi gerekmiyor belki ancak dört başı mamur bir karakter yazılmayınca perdede görünen yanıltıcı ve yönlendirici olabiliyor.

(18 Aralık 2024)

Ferhan Baran

[email protected]

Hepimiz Aynı Süreyi Yaşıyoruz: On Saniye

Çocuğu, hem de son sınıftayken okuldan atılan anne, rehberlik öğretmeniyle görüşmeye gider. Şimdi durun, neler konuşurlar? Kim baskın çıkmaya kalkışır? Öğretmen mi haklıdır, öğrenci mi, yoksa anne mi? Belki de hepsi birden haksızdır. Nasreddin Hoca’nın dediği gibi belki de “Sen de haklısın” demek gerekir?

Geçen gün uçakta personele saldıran, “Benim kim olduğumu biliyor musunuz?”, “Param her şeyi yapmama izin verir”ci biri vardı haberlere de yansıyan. O bilmem hangi holdingin yönetim kurulu üyesi kendince haklı mazereti olmasaydı o kadar hadsiz davranır mıydı? Onu o kadar bağırtan güç para mıydı yoksa?

Örnekleri çoğaltmak mümkün. İşte, öyle bir anne… Öldürdüğü kediyi çekip arkadaşlarına paylaşmakta hiç sıkıntı duymayan çocuğu… Kurallar gereği bir üstte gibi duran, ama annenin hadsiz tavrı nedeniyle sakin davranmaya çalışan öğretmenin sabrı nerede kadar dayanır? Sahi, öğretmenin de sorunları, sıkıntıları, egosu yok mudur? O da eklenince birbirine “diklenen” iki kadın arasından seyirci sıyrılabilir mi?

Ceylan Özgün Özçelik’in, Erdi Işık’ın senaryosuna dayanan “On Saniye” filminde iki oyuncu var: Anne Bergüzar Korel, öğretmen Bige Önal. Özçelik, bir oda içinde birbirini çiğ çiğ yiyecek kadar gerilen iki kadının üzerinden evrensel, hepimizi ilgilendiren bir gerilim öyküsü anlatıyor. Aslında hepimiz her an benzer gerginlikler içerisindeyiz, bırakın üflemeyi, dokunsanız yanacak derecede hem de.

Filmi, Adana’da, Altın Koza için yarışırken izlemiştim. Ceylan Özgün Özçelik, standart ölçekleri de bir tarafa bırakarak (baş boşlukları o kadar yüksekti ki, iki kadının da birbiri karşısında dibe battığını hissettirdi) alabildiğine serbest davranmış. Oyuncular da başarılıydı, en azından beyazperdeye yansıyan gerilimin etkisini yaşatabildikleri için, bazı aksamaları gözden uzak tutmak gerekir.

Bilmem, siz öyle mi davranırsınız, ama hemen her gün hayatın her alanında birilerinden kendimizi üstün görmek, diğerlerini yok saymak gibi bir duygu hepimizi sarıyor. Kendimize gelmemiz için…

20 Aralık’tan başlayarak gösterimde…

(17 Aralık 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Tarih Bize Yol Gösteriyor: Düzen (The Order)

1980’li yıllardan, tarihi suç ve gerilim filmi. Faşist bir suç örgütü olan The Order (Düzen), Yahudilere, Siyahilere, Meksikalılara, (açıkça göstermese de) kadınlara düşman ve onları yok ederek iktidarı ele geçirmek istiyor. Örgüt, hedeflers doğrultusunda birçok bombalama, banka soygunu yapınca FBI devreye girer. Ajan Terry Husk (Jude Law), yerel polis gücüyle birlikte kendilerini iyi gizleyen bu örgütü bulur. Örgütün asi lideri Bob Mathews (Nicholas Hoult) yakalanmayacağına, yakalanırsa da kahraman olacağına inanan biridir. Ajan Terry, onu canlı yakalayarak kahraman olmasına izin verecek midir?

Avustralyalı yönetmen Justin Kurzel’in, Kevin Flynn ve Gary Gerhardt’ın 1989 tarihli kurgu dışı kitabı “The Silent Brotherhood”a dayanarak çektiği film, her ne kadar beyaz üstünlüğünü sağlayan bir örgütü anlatsa da günümüzle bağlantılı olarak izleyiciyi ülkemize (komşulara da) getiriyor. Bizde de benzer örgütlenmeler var ve bizdekiler de alabildiğine kanlı eylemler düzenliyor. 1980’lerde güvenlik kameraları şimdiki kadar her binada, her sokakta, her kurumda yoktu, buna da bağlı olarak soygunlar yapılabiliyordu. Artık güvenlik kameraları her yerde olduğu için neredeyse evlerine kadar takip edilebiliyor bu tür eylemciler. Soygun eyleminin dışında ırkçı, ayrımcı, dinci örgütlenmeler bugün de var ve hâlâ etkin.

Bu tür faşist ve dinci örgütlenmeler cesur gibi görünseler de poliste hemen çözülüyor; film bunu çok net veriyor. Diğer taraftan, kadınlara güvenmeyen, onları parayla kandırabileceklerini sanan örgüt lider ve militanları ele veren yine kadınlar oluyor.

Tarihi olaylara dayanan, gerçekçi öyküler anlatan filmleri izlemenin yararı, hayali hedeflere inanmamayı sağlamaktır, diyebiliriz.

20 Aralık’tan başlayarak gösterimde…

(13 Aralık 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Yeni Bir Süper Kahraman Doğuyor: Avcı Kraven

Çizgi roman kahramanlarını ve çizgi romandan filme uyarlanan filmleri sevenlerin kaçırmak istemeyecekleri, beğeniyle izleyecekleri bir film. Aslan ısırınca, yarı ölü haldeyken, büyükannesinin formülü gizli sihirli iksirini içiren yerli kız, ölmesine izin vermez Sergei Kravinoff’un (Aaron Taylor-Johnson), yani Kraven’in. Hatırlarsınız Revenant’ta da ayı idi Leonardo DiCaprio’yu ısıran…

Genç yerli kızın Calypso (Ariana DeBose) sihirli iksiri süper güçle donatır Kraven’i. Kraven’in acımasız babası Nikolai Kravinoff (Russell Crowe) oğlunu acımasız yetiştirmek, onu kendi (tabii ki yasa dışı) işinin başına geçirmeyi planlamaktayken Kraven, hem barışçı hem çevreci hem hayvansever ama bir o kadar da gaddar bir kan dökücü olmuştur. Çıkarları çatışınca aralarındaki gerilim artar, birbirlerine düşman kesilirler. Her ne kadar çizgi romandan yola çıkan süper kahraman demiş olsak da şiddetin çıktığı seviye açısından bakınca çocukların izlemesi pek de önerilemez…

Filmin ana sözü: Doğadaki en acımasız, en kötücül tek canlı insandır. Filmin güçlü bir oyuncu kadrosu var, gerçekten çok iyiler. Bir aksiyon filmi için kamera hem çok hareketli hem de başarılı. Müzik de iyi. Ancak senaryodan da kaynaklanan insanı şaşırtan, kabul edemeyeceği sahneler filmin o sihrini düşürüyor.

13 Aralık’tan başlayarak gösterimde…

(12 Aralık 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Bir Günün Hikâyesi

81. Venedik Film Festivali’nin ‘Orrizonti’ (Ufuklar) seçkisinden prestijli bir jüri özel ödülü ile dönen ‘Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri’ hayli düşük bütçesine kıyasla şenliğin yankı yapan yapımlarından biriydi. Bunda ilk filmini çeken Murat Fıratoğlu’nun ne yaptığını bilen sade ve dingin üslûbunun büyük katkısı vardı kuşkusuz.

Film, sıcak bir yaz günü domateslerin tuzlanarak kızgın güneş altında kurumaya bırakıldığı bir düzlükte açılıyor. Kadın erkek işçilerin çalıştıkları alanı bir gelincik tarlası özeniyle kadrajına alıyor Fıratoğlu. Lakin kamera emekçilere yaklaştığında gerilim ve huzursuzluğu hissediyoruz. Yaklaşık iki haftadır yövmiyesini alamayan mevsimlik işçilerden Eyüp’ün malum sabrı taşmıştır. Gelecek hayali ile göç ettiği kıyı kenti İzmir’de aradığını bulamadığı gibi vadesi yaklaşan borcunu ödeyemezse soluğu belki de cezaevinde alacaktır. İşvereni Hemme ile giriştiği ağız dalaşında sert bir küfür yiyince hiddetlenir ama yanındakiler tarafından zaptedilir. Ancak anasına söven patronundan intikam almaya kararlıdır.

Eyüp’ün yüklükteki yorganların arasından aldığı tabanca ile Hemme’yi öldürmeyi planladığı uzun sıcak günde geçiyor film. Külüstür aracı ile Siverek merkezine doğru yola çıkan Eyüp, tekleyen motorunu uçsuz bucaksız kuru otlar arasında abide gibi

yükselen koca çınarın altına bırakarak yoluna devam ediyor. Açılıştaki Yılmaz Güney sineması izlenimi yerini Abbas Kiarostami ya da çağdaş ustamız Nuri Bilge Ceylan esinli karelere bırakıyor. Uzun planlar ve kısa kesmeler eşliğinde zamanın akışını, ovanın sessizliğini duyumsuyoruz.

Şehre yaklaştığında bir şeylerin Eyüp’ü fikrinden caydırmasını istiyoruz. Kıraç topraklarda meyve ve hayranı olduğu gülleri yetiştirmeye çalışan dostunun ısrarlı sohbeti ona Ege’nin serin meltemini hatırlatıyor. O sıcakta kocaman karpuzu taşımaya gücü yetmeyen yaşlı dedenin yardımına koşuyor daha sonra. Öğle sıcağında siestaya dalmış bakkalın açık televizyonunda dönen ‘Heidi’ animasyonu ile çocukluk yıllarına dönüyor genç adam.

Camiye koşturan arkadaşının yerine baktığı kırtasiye dükkanında ilkokuldan beri görmediği kız arkadaşı ile idealist sınıf öğretmeninin onlara ezberlettiği Cahit Sıtkı Tarancı’dan ‘Haydi Abbas Vakit Tamam’ dizelerini okuyorlar. Sürprizlerle dolu Siverek sokaklarında yaşamın şiiri ile bütünleşiyor Eyüp. Öyle ki çarşıda karşılaştığı müteahhitlikten palazlanmış dayı oğlunun zenginlik gösterisine bile sabırla katlanıyor. Gün bitimine doğru yeni bir Eyüp vardır karşımızda.

Hukuk mezunu olup asıl mesleği avukatlık olan Fıratoğlu, Eyüp rolünü bizzat üstlenmiş. Yan rollerin önemli bölümünde de kendisi gibi amatör aile fertlerini oynatmış. Baştaki davul zurnalı girişi finaldeki düğün halayına ustaca bağlayan genç yönetmen, Adana ve Ankara’dan en iyi film ödülleriyle dönen ilk denemesinde sağlam bir sinemacı kumaşına sahip olduğunu kanıtlıyor. Yeni çalışmalarını sabırsızlıkla bekliyoruz.

(10 Aralık 2024)

Ferhan Baran

[email protected]

Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri

Filmin adından anlaşıldığına göre Hemme (veya herkes) her gün yaşıyor bunu. Ekonomik sorunlar, hayat pahalılığı, evsizlik, sağlık sorunları, eğitimin yerlerde sürünmesiyle birlikte buna bir de borçluluk eklenince herkes her gün bir kez daha ölüyor (ya da öldürülüyor mu demeliyim). Doluya koyuyorsunuz almıyor, boşa koyuyorsunuz dolmuyor ve hepsi birden hiçbir işe yaramıyor, bir yaraya merhem olmuyor.

Eyüp, bankanın başlatacağı icrayı en azından bir süre daha geciktirmek için Urfa’da domates kurutma işinde çalışır. Belli bir birikim, deneyim ve yetenek gerektirmeyen ama o “sarı sıcak”ta, güneşin altında biteviye çalışmak gerekir. Parası ödenmedikçe sıkıntısı artan Eyüp, sonunda kavga eder ve sorumlu olan kişiyi (Hemme) öldürmek için köye, silahını almaya gider.

Film bundan sonra başlıyor…

Murat Fıratoğlu’nun yazıp yapıp yönettiği, ödüller kazanan ve üzerinde çokça durulan filmi “Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri”, çaresizliği, çözümsüzlüğü, ama en çok da “hayır” demeyi beceremeyen birinin en küçük bir kıvılcımla parlayıp bir şey yap(a)madan sönmesini anlatıyor.

Yalın ve sakin bir film olarak nitelenebilecek “Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri”, ayrıntısız ve ağırlıklı genel plan sekanslarıyla “ilk film” sakıncalarını da taşıyor yanında. Oyunculuklar, tamam, önemli değil, ama izleyici biraz da oyun istiyor. Yönetmen, oyunculara mizansen vermemiş, kendisi de zaten oynamaktan uzak. Madem öyle, nasıl oldu da o kadar ödül aldı diye sorulabilir. 1970’lerde “kilim mi filim mi” denirdi, yerel motiflerin ilgi çekmesiyle doğru orantılı, özellikle Avrupa’ya giden ve ilgi çeken filmler için. “Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri” de öyle… Filme giremedik, dışarıdan izledik.

Orhan Kemal, “Bereketli Topraklar Üzerinde” romanının kahramanını, arkadaşı temizleyecek kadar iyi yürekli ama en ufak bir söz uğruna biri öldürecek kadar gözü kara olarak çizmişti… Murat Fıratoğlu da kendisinin oynadığı Eyüp’te bu tanımı geçiriyor beyazperdeye. Sıkıntılı olmasına, zamanının darlığına rağmen yolda gördüğü herkesin çağrısına “hayır” demeyi bilmediği için yavaş yavaş hırsı geçince ve hasmıyla birlikte el ele halaya bile durur.

Bizim bir günümüz…

Anadolu’nun birçok yerleşiminde yaşam yavaş akar, insanın sinirlerini gerecek kadar sakindir insanlar, zamanlarının ‘boşa’ geçtiğini düşünmezler, yeter ki rahatları bozulmasın. Zaten yakıcı güneşin altında insan, ister istemez gevşiyor, hareket edecek takati kalmıyor… Yakıcı sıcağın ezdiği insanların yavaşlığında izliyoruz filmi, benim gibi yerinde duramayanlar da var salonda ve derin nefes alıp vermeler çoğalıyor, ama merak dorukta: Ne olacak?

“Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri” bizim bir günümüz zaten; kim yaşananlara, yoksulluğa, yolsuzluğa, açlığa, parasızlığa karşı çaresiz değil. Biz de her gün ölüyoruz Hemme gibi.

13 Aralık’tan başlayarak gösterimde…

(06 Aralık 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Kendimi Sevmek İstiyorum

77. Cannes Film Festivali’nin ses getiren filmlerinden ‘Emilia Pérez’ Jacques Audiard imzasını taşıyor. Fransız sinemasının deneyimli yönetmeni, suçtan narkotik gerilime, melodramdan pembe diziye uzanan faklı türleri aynı potada birleştirdiği hikâyesini bu kez cesur ve sıra dışı bir müzikal polisiyenin hizmetine sunmuş.

Film, çalıştığı hukuk firmasında adaletten çok varlıklı suçluları aklamaya hizmet eden yetenekli avukat Rita’nın çaresiz bakışıyla açılıyor. Suç, yolsuzluk ve şiddetin esir almış olduğu bir iklimde nefes almakta zorlanan genç kadının aradığı kurtuluş hiç beklenmedik bir yerden geliyor. Siyasi bağlantılarını sağlama almış Meksika’nın en güçlü uyuşturucu kartellerinden birinin lideri olan Manistas Del Monte, ondan yıllardır hazırlıklarını sürdürdüğü planını gizlice gerçekleştirmesine yardımcı olmasını istemektedir. Manitas’ın tehdit ile karışık yardım isteğini kabul eden Rita, cinsiyet değiştirme operasyonu için ona kimsenin erişemeyeceği bir yerde yetkin bir cerrah bulur, bunun karşılığında yüklü miktarda bir para alır. Tıkır tıkır işleyen plan sonrasında uyuşturucu baronu sırra kadem basar, karısı ve iki çocuğu da İsviçre’de güvenli yeni bir hayata başlar. Ancak herşeyi silip atarak geçmişi geride bırakmak kolay değildir. Dört yılın ardından çocuklarının özlemine dayanamayan Manitas, yeni adıyla Emilia Pérez, ailesini geri getirmek ve Mexico City’de yeni bir düzen kurmak için yine Rita’nın yardımını ister, lakin geçmişin günahları ile yüzleşmek o kadar da kolay olmayacaktır.

Beyaz bir Avrupalı olarak farklı dünyalardan marjinal yaşamların anlatıcısı olan Audiard, vahşi kapitalizmin çağdaş suç imparatorlukları ile olan ilişkisi üzerine çok önemli şeyler söyleyen Cannes’dan büyük jüri ödüllü 2009 yapımı ‘Yeraltı Peygamberi / Un Prophète’de 19 yaşındaki Arap delikanlının acımasız hapishane koşullarında büyüme ve güç kazanma öyküsünü anlatmış, Cannes’dan Altın Palmiyeli 2015 yapımı ‘Deephan’da bir sitenin kapıcılığını yapan Sri Lankalı eski Tamil gerillasının ülkesindeki iç savaş gerilimini Paris banliyösüne taşımıştı. Kanadalı yazar Craig Davidson’un öyküsünden yola çıktığı 2012 yapımı ‘Pas ve Kemik / De Rouille et d’Os’ta, geçmişin yaralarının üzerine sünger çekmeye, hayata tutunmaya çalışan iki kayıp ruhun hikâyesi çerçevesinde, toplum dışında kalmış, sınırlarda yaşayan figürleri gündeme getirmiş olan sinemacı, bir diğer Kanadalı yazar Patrick deWitt’in aynı adlı romanından çektiği, dünya prömiyerini yaptığı Venedik’ten en iyi yönetmen ödülü ile dönmüş olduğu 2018 tarihli ‘Sisters Biraderler / The Sisters Brothers’ ile bu kez Western’e el atmış, farklı karakterde iki kardeşin tekinsiz öyküsü vasıtasıyla varolmanın karanlığı ve aydınlığı üzerine kafa yormuştu.

72 yaşındaki üretken sinemacının durmak bilmeyen koşusu, farklı kültürler aracılığı ile insan doğasını irdeleme arzusu sürüyor. Bu kez Fransız yazar Boris Razon’un 2018’de yayımlanmış çok parçalı romanı ‘Écoute / Dinle’nin bir bölümünden yola çıkarak çektiği Emilia Pérez’in Mexico City’de geçen çizgi dışı öyküsünü bilmediği bir dilde İspanyolca konuşan oyuncularla çekmiş. Audiard bununla da kalmamış, uzun zamandır içinde ukde olarak kalmış müzikal çekme arzusunu marjinal öykünün hizmetine vermiş.

Bob Fosse başyapıtı ‘Cabaret’, ‘Les Parapluies de Cherbourg’ ya da ‘Hair’ gibi tarihi ve politik arka plana sahip müzikalleri sevdiğini ifade eden sinemacı, cinayet, vahşet ve toplu katliamlar ortamında hukukun işlemediği kayıp giden Meksika fonu üzerinden yükselen bir cinsel özgürlük çığlığını duyurmak istemiş. Adaletin satışa çıktığı yozlaşmış bir toplumda mutsuzluğunu ve çaresizliğini yaşayan Rita’nın yolu dilediği biçimde yaşamayı arzulayan, benliği ile onu bir gölge gibi takip eden canavar kişiliği arasında bocalayan, hissettiği gerçeği ile yaşamak ve kendini sevmek isteyen Manitas ile kesişiyor. Arzular, tutkular, özgürlük hayalleri müzikallerde pek rast gelmediğimiz cesurlukta şarkı sözleri ve danslarla dile geliyor.

Film Cannes’dan çok rastlanmadık bir biçimde iki ödülle birden döndü. Üçüncülük anlamına gelen Jüri Ödülü ve de filmin 4 kadın performansına toplu olarak takdim edilen ‘en iyi kadın oyuncu’ ödülüyle birlikte. Rita’da Zoë Saldaña, Manitas’ın karısı Jessi’de Selena Gomez, Eliza’nın kaçamak sevgilisi Epifania’da Adriana Paz, Jessi’nin aşığı Gustavo’da Édgar Ramírez’i ilgiyle izliyoruz. Ancak filmin asıl yıldızının hem Manitas hem de Emilia’yı canlandıran trans oyuncu Karla Sofía Gascón olduğunun altını çizmeliyim. Besteci Clément Ducol ve şarkıcı Camille Dalmais’nin akılda kalıcı şarkıları, Belçikalı koreograf Damien Jalet’nin hazırlamış olduğu dans sekansları birinci sınıf. Paul Guilhaume’un ışıklandırma efektleri ile bezenmiş 35 mm’lik görüntü çalışması da öyle. Audiard’ın nicedir düşlediği Almodovar hissiyatındaki çağdaş operasını kaçırmamanızı, tüm görkemi ve renkliliğinin tadına varabilmek için mümkünse geniş perdede izlemenizi öneririm.

(06 Aralık 2024)

NOT: Bu yazı yayına girdiği sırada, ‘Emilia Pérez’ 07 Aralık 2024 akşamı İsviçre’nin Lucerne (Luzern) kentinde gerçekleşen 37. Avrupa Sinema Ödülleri töreninde En İyi Film, Yönetmen ve Senaryo (Jacques Audiard), Kadın Oyuncu (Karla Sofía Gascón), Kurgu (Juliette Welfling) dallarında toplam 5 ödül kazanarak geceye damgasını vurmuştur.

(08 Aralık 2024)

Ferhan Baran

[email protected]

Gökyüzü Çok mu Uzak

74. Berlin Film Festivali ana yarışma seçkisinde dünya prömiyerini yapan ‘Mutfak / La Cocina’ çağdaş sinemanın önemli yeteneklerinden Alonso Ruizpalacios imzasını taşıyor. Fransız Yeni Dalgası tadındaki siyah/beyaz ilk uzun metrajı ‘Güeros’ (2014) ile radarımıza girmiş olan Meksikalı yönetmenin, İngiliz asıllı yazar Arnold Wesker’in 1957’de yayımlanmış aynı adlı oyunundan yola çıkan dördüncü uzun metrajı, dünyanın ve de vahşi kapitalizmin kalbi New York’u mesken almasına karşın filme adını veren mutfakta çalışanlar ağırlıklı olarak kıtanın güneyinden göç etmiş yoksul işçilerden oluşuyor.

Bilinen ışıltısının gerisinde siyah-beyaz Times meydanında lokal bir et lokantasını arayan Meksikalı Estela’nın (Anna Díaz) görüntüsü ile açılıyor film. Genç göçmen kız, köylüsü Pedro’nun (Raúl Briones) çalıştığı yerde bir iş kapma peşindedir. Güney Amerika’nın yoksul beldelerinden türlü umutlarla göç etmiş Dominikli, Kolombiyalı, Meksikalıların, Afrikalı ya da Doğu Avrupalı göçmenlerin yanı sıra alt sınıftan Amerikalıların da çalıştığı fast food servisi veren mutfakta, hiperaktif Pedro ana karakter olarak filme ağırlığını koyuyor daha sonra. Sarı saçlarının yüzündeki

hüznünü gizleyemediği Julia (Rooney Mara) hamiledir ondan. Pedro kürtaj parasını denkleştirmiş olmasına rağmen genç kadının bebeği aldırmaması konusunda ısrarlıdır. Onu ve bebeği alıp götüreceği orman içindeki bakir ‘Siyah İnci’ köyünde kimseye eyvallahlarının olmayacağı bir gelecek hayalinin düşüyle. Ancak bir fabrikanın montaj hattı gibi işleyen klostrofobik mutfak düzeninde böylesine hayallere yer kalmış mıdır. Restoran kasasından 800 dolarlık bir meblağın çalınmış olduğu söylentisi ile birlikte mekânda işler iyice karışacaktır.

Londra’daki öğrencilik yıllarında çalıştığı ‘the Rainforest Café’ deneyiminden süzülenleri Wesker’in tek mekânda geçen ünlü oyununa döşeyen Meksikalı sinemacının mutfağı, çağdaş kapitalizmin mikrozmosu misali tıkır tıkır işliyor. Duygusal paslaşmalardan yeterince nasibini almamış bir dar alanda yaşam savaşı veren yoksul insanların mücadelesini kimi zaman zincirlerinden kopmuş gerçeküstücü komik bir atmosfer içinde

aktaran Ruizpalacios, her birinin ayrı ayrı düşleri, küçük de olsa hayattan beklentileri olan karakterlerine küçük ama etkileyici dokunuşlarla can vermiş. Umut etmeyi inatla sürdürür onlar, ama molalarda hava almaya çıktıkları çöp arabaları ile dolu Manhattan’ın arka sokağında gökyüzü bile uzaktır onlara. Çok güzel bir planda, kaygısızca uçuşan kuşların özgürlüğüne olan açlıklarını duyumsarız.

Mütevazı restoranın yabancı kökenli patronu kendinden sonra gelenlerin sırtından para kazanırken onları küçük vaatler ile daha verimli çalıştırma derdindedir. Böylece, kapitalizmin sömüren özünü irdelerken, onun topluma dayattığı kalitesiz beslenme düzenine de tanıklık ederiz. Çalışanlar bir montaj hattında sürekli üretmelidir, kalite değil miktar önemlidir. Bu süreçte emekçinin değeri olmadığı gibi, üretilenin de fazlaca bir değeri yoktur.

Filmin, çevreci hareketin öncüsü sayılan Henry David Thoreau’nun dizeleri ile açılması rastlantı değil. ‘Sivil İtaatsizlik’ adlı eseri ile Mahatma Gandhi, Martin Luther King ve Nazi karşıtı direnişe ilham vermiş olan, basitliğin ve otantikliğin önemini vurgulamış, çağdaş teknolojinin insani değerleri örselendirmesinden hep endişe duymuş, ‘lokomotif sesleri rüyalarımızı bölüyor’ demiş olan 19. yüzyıl yazar ve filozofu, Meksikalı sinemacının söylemine tercüman olmuş. Tam da bu nedenle ünlü Times meydanı rengarenk şaşaası içinde değil, evsizlerin düş kırıklıkları ile yansıyor perdeye. Mutfak çalışanlarının kapalı bir ortamda ölümü bekleyen ıstakozlara benzeten Ruizpalacios, çağdaş trajedisini görselleştirirken, siyah-beyaz tercihinin ötesinde klostrofobik mutfak ortamında kare format kullanmış. Öykünün mekân dışına taştığı kimi bölümlerde ise genişleyen format ile bir nebze olsun nefes alma fırsatı buluyoruz.

(04 Aralık 2024)

Ferhan Baran

[email protected]

Gözü Boynuz, İzi Yaldız: Bir Salyangozun Anıları

Bu yıl, TÜYAP Kitap Fuarı’nın Onur Yazarı Yalvaç Ural’ın tanımıyla başladık. Ural’ın kitabında da güçlü ve güvenli bir öykü vardı, nitelikli… Adam Elliot’un kil canlandırmasında duygulu, öğretici, ama daha çok da soru sorduran ve tabii yine etkili, güçlü bir öykü var.

Adam Elliot’u sinema sevdalıları çok iyi tanır, animasyon filmlerinin en usta isimlerinden… Bu kez, uzun bir aradan sonra, “Bir Salyangozun Anıları” ile gönlümüzü fethetti; bana kalırsa herkesin (özellikle gençlerin ve -genç anne babaların daha da çok) izlemesi gereken bir film.

Dünya değişiyor, buna bağlı olarak insanların tavır ve davranışları da değişiyor alabildiğine. Sadece bireylerin değil, kültürlerin de bakışı farklılaşıyor, bilimsel gerçeklerin ışığında. Bizde, eğitim (hele de şimdiki Bakan’ın küçümseyen yaklaşımıyla) hâlâ yerlerde ve hâlâ yetersiz; bu gidişle düzeleceği de yok. İş, ister istemez hepimizin sırtına yükleniyor. Kendi eğitiminizi kendiniz vereceksiniz. Bunun için de bir rehber gerektiğini düşünüyorsanız, “Bir Salyangozun Anıları” sizi bekliyor.

Bir yaşam…

İkiz kardeşler Grace ve Gilbert, babaları da ölünce koruyucu aileye verilirler; böylelikle iki kardeş ayrı düşerler. Hepimiz biliyoruz ki akran zorbalığı insan yaşamında önemlidir ve ileriki dönemleri de belirler. Grace’i kollayacak kardeşi de yanında değildir ve içine kapanır. En sevdiği salyangoz biriktirmektir ve onunla avunur. Hobiler insanı bir anlamda kurtarırken diğer yanda da yüksek duvarlar arkasına hapseder. Bu, Grace’in yalnızlığının da temel nedenlerindendir.

Çocuk filmi değil, ama…

“Bir Salyangozun Anıları” için, animasyon olduğuna bakarak çocuk filmi demek mümkün değil; çünkü anlatılan hepimizin hikâyesi… Grace’in mutsuz ve yalnızlığı kadar Gilbert da mutlu değildir ve çözümsüzdür. Bütün hayali Paris’te ateş püskürten bir sokak

sanatçısı olmaktır (küçümsememek gerekir, çocuklar kendi hayallerini gerçekleştirsin, bırakın da) ama koruyucu ailesi onun bir satanist olduğuna inanarak öldürmeye bile çalışır. İki kardeşin tek iletişimleri yazabildikleri mektuplardır. Tabii ki, yeniden bir araya gelip mutlu bir yaşam sürmelerinden başka bir talepleri de yoktur.

Grace, yaşlı Pinky (Serçe) ile tanışınca yeni bir pencere açılır önünde. Ancak onun geçebileceği büyüklükte midir o pencere? Kendisini farklı duyumsamayı, geleceğe farklı bakmayı öğrenir. Bir tamirciyle tanışır, evlenir de… Ama yeterli midir bu?

Yerelden evrensele…

Adam Eliot, yerelliği özellikle vurgulasa da, “global” dünyada yerellik de herkes için evrensel artık. 1970’ler Avustralya’sından anlatılan “Bir Salyangozun Anıları”, bir başka ülke için de geçerli. Herkes, bu insanlar için de geçerli kuşkusuz, birçok sorunla yüz yüze yaşıyor ve daha da önemlisi, birbirine benzese de her sorunun ilgili kişide çözümü farklı olabiliyor.

Bir sahnede kahkaha atarken, diğerinde gözlerinizin yaşarmasını engelleyemeyeceğiniz filmde, yönetmenin duygu yüklü bu animasyonunda -yukarıda öğretici dediğime bakmayın- çözüm yolu bulmaya yönelecek ve yaşamı daha esnek kavrayacaksınız.

6 Aralık’tan başlayarak gösterimde.

(03 Aralık 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Anılar Bir Lâhzada Oluşmaz, Bir Ömür Alır: Bir Aliye Rona Vardı

Her şeyin yeni başladığı yıllarda, başka bir hayat da başlıyordu; Cumhuriyet kurulmuş, ekonomi, eğitim, sağlık, barınma, beslenme yeniden yol alıyordu. İşte o dönemde bir Rahmi Bey vardı, eşraftan. Başarılı, çapkın, çok evli ve çok çocuklu. Bir ayağı İstanbul’daysa bir ayağı Suriye’de, bir bakmışsınız bir kasabada, bir bakmışsınız Samsun’da, belki Ankara’da, belki Eskişehir’de. Demiryolcuydu Rahmi Bey. Çocuklarının arasından Avni ve Aliye tiyatrocu oldu, pek istemese de. Birileri lâf eder diye çekiniyordu, yoksa pek de umurunda olduğu söylenemezdi… Soyadı Kanunu çıkınca Dilligil hem aile geleneğini yaşatmak hem de farklı olduğu için. Avni, tiyatroya gönül vermişti ve Fransa’ya da gitti ideallerinin uğruna. Döndükten sonra Aliye’yi de yanına aldı.

…ve Aliye tiyatrocu oluyor

“Temaşa sanatı” denen tiyatro, kazandırsa da pek muteber görülmediği için belli bir kararlılık gerektirir. Mahalle baskısı bir yandan, öyle ya “Müslüman Mahallesinde salyangoz mu satılır”, gelecek kaygısı öbür yandan, oyunun tutması gerekir ki hayat sürsün… Tüm zorlukların farkında olan Avni Dilligil, sadece Aliye Dilligil’e değil, diğer kardeşlerine de bu sevgiyi aşıladı zaman içerisinde.

Koşullar tiyatroyu zorladığında sinema yetişti imdatlarına…

Avni evlenmişti, Aliye evlenecekti… Metin Erksan, Fakir Baykurt’un ünlü romanı “Yılanların Öcü”nde, Irazca rolünü Aliye’ye verdi ve yolu açıldı dik başlı, kararlı kadının.

Filmlerde dublaj (o yıllarda filmler sessiz çekiliyor, stüdyoda tiyatrocular tarafından seslendiriliyordu, dublaj o seslendirme işine verilen ad) yapan, tiyatroda da oynayan Zihni Rona ile evlenince, Aliye Dilligil, Aliye Rona olmuştu. Aslında daha önce biriyle evlilik aşamasına gelmiş bile olsa, Aliye, özgüveni ve kimseye ödün vermediği için ayrılmıştı. Tabii, önce çocuk diyemediler, bir ev almaları, uzakta (o zaman Avni İzmir’de, Aliye’de onun yanındaydı) yaşamaktan kurtulmaları gerekiyordu. Sonra da zaten çocukları olmadı.

Sinemanın büyüsü…

Aliye Rona, sinemada başarılı oldu, aranan, sevilen bir oyuncuydu. Gür kara saçları (sahi, o da başka bir ayrıntı, saçlarınızın güçlenmesini istiyorsanız ama kitaptan okumalısınız) kara kalın kaşları, sert hatlı yüzü ile tam bir Anadolu kadınıydı. Zaten Yılanların Öcü de Anadolu’da çekilen ender filmlerden biriydi. Çarşıda, pazarda kadınlarla konuşan Aliye, hem telaffuz öğrenmiş hem uygun giysiler seçmişti.

Setten sete koşan, ama bu arada evliliği biten, sevgili arkadaşıyla ayrı ama birlikte, mutlu mesut yaşayan Aliye’nin peşinden Avni Dilligil de sinemaya adım attı. Kardeşlerinin biri yazar oldu, biri gazeteci, diğeri farklı bir iş tuttu ama hepsi de sanatın içindeydi. Evlilikler sonrası soyadları değişenlerle birlikte o kadar çok “Dilligil” var ki, hâlâ aranan, sevilen.

Sanat ve demokrasi…

Avni Dilligil, İzmir’de oyuncularına, hem mizansen verirken hem de kostümlerini anlatırken, “Tiyatroda demokrasi olmaz. Yönetmen nasıl istiyorsa sahneyi o şekilde oluşturur” deyince, Aliye o çok sevdiği saçlarının topuz yapılmasına ses çıkaramamış, ama sinema seyircisinin aklına topuz yapılmış saçlarıyla kazınmıştı. Sonraları sinemada da tiyatroda da demokrasi gelişti; çünkü iki sanat da bireysel değil ekip işiydi. Tabii ki yönetmenin dediği olacaktı, ama görüş ve öneriler karşısında esnek olunmalıydı.

Ayine Rona, özellikle işletmeci yapımcıların (Ülkü Erakalın örneği yer alıyor) yaptıklarından sonra uzaklaşmıştı sinemadan. Tanıdığı iki oyuncunun da bulunduğu ekiple “Berlin in Berlin” son filmi oldu.

Bir Aliye Rona Vardı
Arın Dilligil Bayraktaroğlu
Yaşam öyküsü
Remzi Kitabevi, Ekim 2024, 183 s.

(28 Kasım 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Sofrada Yeri Öküzümüzden Sonra Gelen Kadınlar: Mukadderat

“…korkunç ve mübarek elleri
ince küçük çeneleri, kocaman gözleriyle,
anamız, avradımız, yârimiz
ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen.
ve soframızdaki yeri,
öküzümüzden sonra gelen
kadınlar…”

Nâzım Hikmet, Anadolu kadınını böyle betimliyor. Çok çalışan, çok yorulan, çok sorumluluk üstlenen ama asla “ikinci sınıf” olmaktan kurtulamamış kadınların öyküsü sinemanın da ilgisini çekiyor en az edebiyat kadar.

Nadim Güç’ün, Erdi Işık’ın, annesini örnek aldığı senaryosunu çektiği “Mukadderat” hem dram, hem komedi, hem gerçekçi, hem de umut aslına bakarsanız. Kocası öldükten sonra, mahalle baskısının da etkisiyle bağımsız yaşamayı isteyen Sultan karakterini Nur Sürer’in canlandırdığı film bir kasabanın gündelik yaşamını da anlatıyor.

Erkek yapsa, kimsenin yadırgamayacağı bir şeyi istiyor Sultan. Erkekler, eşi öldüğünde hemen evlenmeyi düşünür, çünkü birileri olmadan yaşamayı beceremeyecek denli güçsüz ve güvensizdirler. Ölen koca/baba da geleneksel olarak mirasını bölerken yıllarca kahrını çeken eşini görmezden gelince ve daha da önemlisi “aman

ha”, “delirdin mi”, “eski köye yeni adet mi gelirmiş” gibi baskılar nedeniyle, adı deliye çıksa da dediğini yapmaktan vazgeçmeyen Sultan, sonunda herkesin rol modeli oluyor. Kahve köşelerinde pinekleyen erkeklerin diline, hemen her evde kaynatılan dedikodu kazanına düşen Sultan’ın bu kararlı tavrı, değişimin de önünü açıyor.

Tam bir seyirlik film “Mukadderat”. Herkesin kendisi için süzebileceği denli dolu ve anlamlı. Seyircinin ilgisini çekeceği kesin, festivallerin de ilgisini çekti ve ödüller aldı, kendilerinin bile ummadığı kadar. Anadolu kadınının mukadderatını değiştirmek için belki de bir dönemeç.

29 Kasım’dan başlayarak gösterimde…

(26 Kasım 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Yasaklar Ters Teper: Beraber

Annesi ölünce, başıboş arkadaşlarıyla “serserilik yapmasın” diye babası tarafından Rotterdam’dan İstanbul’a getirilen Zeki (Alihan Şahin), arkadaşlarından uzak kaldığı yetmiyormuş gibi bir de internetsiz bırakılır. Yasaklar başarıya götürmez; sanılanın aksine doğru bir eğitim değildir.

Bomboş ama kocaman evde yalnız kalan hareketli Zeki, sokak sporu olarak betimlenen atlamalı, zıplamalı, tırmanmalıdır… Kolaylıkla evden kaçar. Birkaç gençle tanışır. Ancak bu yeni arkadaş grubunun Rotterdam’daki arkadaşlarından aşağı kalır yanı yoktur. Kendini kanıtlamak uğruna kapkaççılık yapan arkadaşlarına uyar.

İki ülke, iki kültür…

Hollanda’da belli bir serbesti yaşayan Zeki, Türkiye’de belli anlamda daha bir sıkı, daha bir gerilimli bir hayatın içine düşmüştür. Birincisi, yaşadığı büyük ve görkemli ev yüksek duvarlarla çevrili, güvenlikçiler tarafından korunan, her isteyenin girip çıkamadığı bir sitededir. Site içerisinde herkes kendi içinde yaşar, belki hafta sonları ortak yemekler verilerek “sosyalleşir”. Bu da “orman kalabalığı içinde tek başına” kalmaktır -ki hiçbir genç böyle bir tekdüzeliği kabul etmez. Yasaklar da en tam burada gösteriyor kendini.

Osmanlı hanedanı, sarayları göz önüne getirin, yüksek duvarlarla çevrili evlerde yaşıyordu. Evet, belki güvenlik açısından gerekliydi, ama görüldüğü gibi yaşayamadı. Bu gidişle yoksulluktan canı yananlardan evlerini yüksek duvarlarla çevirmiş insanlar da kurtaramayacak kendilerini.

Aklıma Ataol Behramoğlu’nun (benim çok sevdiğim) dizeleri geliyor: “Burjuvalar yüksek duvarlarla / Çevirmişler avlularını / Ama bir kiraz ağacı gördüm geçen gün / Dışarı uzatmıştı en çiçekli dalını” Şairin şiirce dillendirdiği gibi her zaman bir kiraz ağacı en çiçekli dalını uzatacaktır dışarıya.

Yönetmen Mete Gümürhan, daha önce “Pehlivanlar” belgeseli çekmişti; şimdi onu kurgu film olarak sunuyor. Chris Westendorp’un senaryosunu, alabildiğine hareketli, alabildiğine hızlı ve gerçekten çok iyi ışık kullanarak çekmiş. Yalın dili ve sakinliğiyle ne anlatmak istediğini bildiğini gösteriyor. Ses

konusunda (boğukluk gösterimden mi kaynaklı yoksa) küçük bir pürüz olsa da asıl sorunun ses eğitimine gereken önemi vermeyen eğitmenlerden kaynaklandığını düşünüyorum. Hızlı konuşmayı seven insanlarız, ağırlıklı olarak sözcükleri yutuyor veya yuvarlıyoruz ağzımızın içinde; sadece Zeki (o da asıl dili olmadığı için) tane tane konuşuyordu.

Filmi genel anlamda beğendim, özel anlamda da anne babaların çocukları üzerinde yasakçı, baskıcı tavırlarının doğru olmadığını görebilmeleri açısından da izlenmeye değer görüyorum.

29 Kasım’dan başlayarak gösterimde…

(25 Kasım 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Zamanın Köşeleri Yoktur… Mutfak

Arnold Wesker’in 1957 tarihli tiyatro oyunu The Kitchen’dan 1961 yılında filme uyarlanan, şimdi de New York’ta, dünyanın merkezi denilen Times Meydanındaki bir lokantayı göçmenlikle buluşturarak anlatan Mutfak (La Cocina), aradan geçen onca yıla ve farklı ülkelere rağmen hiçbir şeyin değişmediğinin, aslına bakarsanız da yaşamın özeti. Alonso Ruizpalacios’un senaryosunu yazıp yönettiği film, alttakiler ve üsttekiler öyküsü aynı zamanda.

Göç, sadece bizim değil bütün dünyanın en önemli olgusu; insanlar sosyal, siyasal, ekonomik, ekolojik, kültürel, kuraklık, savaş ve daha birçok nedenle bir yerden bir yere göçüyor. Buradaki insan oraya, oradaki bir başka yere, farklı bir yerdeki buraya, müthiş bir hareketlilik var. Bu insanlar yaşamlarını sürdürmek için çalışmak zorundalar. Birileri onlara iş veriyor; tabi onların rahat ve huzurlu yaşaması için değil, daha çok sömürmek için.

Amerika’ya (Türklerin göçtüğü yansımıştı belgelere ama) en çok Meksikalılar göçüyor; hem yakın olması, hem de geçmişten gelenler nedeniyle… yasa dışı göçmenler en çok da kapalı alanlarda, kimseyle karşılaşmayacakları işlerde çalışıyorlar, mesela mutfakta. Dünyanın merkezinde de olsa, en albenili bir lokantada müşteriler yemek yerken mutfakta farklı bir yaşam var.

Estela (Anna Diaz) da onlardan biri ve hiç tanımadığı köylüsü Pedro’yu (Raúl Briones) buluyor. Pedro, doğal olarak kaçak çalışan, ama eline tez olduğu için şef tarafından tutulan bir aşçı ve beyaz bir garsona âşık. Pedro’dan hamile kalan garson Julia (Rooney Mara) kürtaj yaptırarak bir yükten kurtulmak, Pedro ise doğurmasını isteyerek anne babasına “gücünü” ispat etmek istemektedir.

Hayat dışarıda nasılsa…

Dünyanın dört bir köşesinden çıkıp yaşam kurmaya gelmiş insanların buluştuğu mutfak, bir birleşmiş milletler örgütü de aynı zamanda. Herkesin kendince derdi, sıkıntısı var, herkesin bir umudu, bir heyecanı, hayali var, gerçekleşebilmesi mümkün olmayacak olsa da… Müşterilerin siparişleri, yetişen yetişemeyen yemekler, karışan içecekler, beğenilen / beğenilmeyip iade edilenler… inanılmaz bir koşuşturmaca var mutfakta. Bulunmayan tek şey sanırım temizlik. Pedro sevgilisine hazırladığı yemek dışında neredeyse hiç elini yıkamıyor. Zaten o hızlılığı içinde

kimsenin derdi değil temizlik veya hijyen; müşteriler memnun yediklerinden. Birbirlerinin dillerini bilmeseler de kolayca anlaşıyor mutfak çalışanları; küfürle, erotik şakalarla, arada laf sokmalarla… Hepsi kendince yaşıyor, kimseye yardımcı olmak dertleri değil Max (Spenser Granese) dışında. Patron Raşit (Oded Fehr), kaybolan 800 küsur Dolar peşinde, çalışanları oturma izni alacağı umuduyla kandırıyor. Şef (Lee Sellars) ise işler yürüsün de kim ne derse desinci… Aşçılar, yamaklar, garsonlar, müşteriler ve hızla akan zamanla koşuşturuyor sadece.

Herkesin dünyası kendine…

Times Meydanı pırıl pırıl, kalabalık, hareketli ama onun altında bir yaşam savaşı veriliyor. Alttakiler – üsttekiler farklı dünyalarda, farklı beklentiler içinde… Siyah beyaz (arada renk var, Steven Spielber’in Schindler’in Listesi’ni hatırlatan) çok yakışmış, aradaki tezatlığı yansıtması açısından… Bir trajedi aslında Mutfak, ama

komiklikler de var (belki de güleriz ağlanacak halimize)… Sahne tasarımı (özellikle meşrubat makinesinin bozukluğu nedeniyle neredeyse göle dönen mutfak) gerçekten başarılı. Kesiksiz dakikalarca süren görüntü muhteşem. Müziğin de katkısını unutmamak gerekir. Oyuncuları söylemeye gerek yok onlar da çok iyi.

Bugünkü neoliberal dünyanın neogerçekçi yansımasını izleyeceksiniz.

29 Kasım’dan başlayarak gösterimde…

(24 Kasım 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Paris’te Buruk Tango

Cannes’da dünya prömiyerini yapan ‘Maria Olmak / Being Maria’ keşke Maria Schneider hayattayken çekilebilseydi. Ancak sanat adına erkeklerin kadınlardan diledikleri gibi yararlanma hakkına sahip olduklarını düşündüğü geçmişin eril ikliminde bu pek de mümkün olmayacaktı herhalde.

50 küsur yıl önce sinema alemini sallamış ünlü ‘Paris’te Son Tango’nun yaratıcısı Bernardo Bertolucci, karısının intiharının ardından yaşadığı depresyonu kendinden çok daha genç bir kadına duygusal ve fiziksel bir tahakküm kurarak dışa vuran orta yaşlı bir adamın öyküsünde dönemin dev aktörü Marlon Brando’nun karşısına henüz 19 yaşında deneyimsiz bir oyuncuyu seçtiğinde, Fransız sinemasının emektarlarından Daniel Gélin’in soyadını bile vermediği gayrimeşru ilişkisinden olma kızı Maria, model annesiyle sorunlu geçmiş yeni yetme yıllarının ardından böylesine cazip bir teklifi hiç düşünmeden kabûl eder. Birbirleri hakkında (adları dahil) hiçbir şey bilmeden fiziki bir birliktelik yaşayan ikilinin pornografi sınırlarında gezinen hikâyesi için boş bir sayfaya benzettiği gencecik Maria’nın yaralı ve kırılgan çehresi çekici gelmiştir İtalyan

sinemacıya. Fiziksel ilişkinin daha agresif daha sert yaşanması gerektiği konusunda ısrarlı olduğunda, Brando ile gizlice anlaşarak, genç kızın haberi ve rızası olmadan senaryo dışı ‘tereyağlı’ tecavüz sahnesini çekerler. Doğaçlama çekilen sahnede Bertolucci Maria’nın rol yapmadan aşağılanmayı ve şiddeti duyumsamasını filme almak istemiştir. Maria şaşkındır. Film setinde başına gelenleri önleyemeyecek kadar korkmuş ve çaresizdir. Fiziksel bir penetrasyon olmasa da psikolojik şiddete maruz kalan genç oyuncu, iki erkeğin tecavüzüne uğradığı hissiyatından kurtulamaz. Brando olayı ‘alt tarafı bir film’ diye geçiştirirken kimse onu teselli etmemiş, Bertolucci genç kadından özür bile dilememiştir.

Maria başına gelenleri bir röportajda dile getirince menajeri tarafından azarlanır, basın karşısında rol yapmaz ise başka iş alamayacağı konusunda uyarılır. Film sonrasında iki adam kendi yollarına giderken, Maria kendisini her gün paralayan basının ve onu ahlâksızlıkla suçlayan izleyicilerin hedefi olmayı sürdürür. Öz babası tanıtımın kötüsü olmaz diyerek olayın üzerinde durmaz

bile. İşin kötüsü şimdi herkes ondan yeni bir ‘tango’ ve çıplak oynayacağı filmler beklerken, bedenini satmak değil film yapmak isteyen Maria’yı zor bir süreç beklemektedir. Daha sonra Antonioni ile çektiği 1975 yapımı ‘Yolcu / Professione: Reporter’ haricinde önemli bir projede yer alamayacak, yaşadığı travma ile uyuşturucu batağından da geçecektir.

Günümüzde ne dünya ne de sinema sektörü 50 yıl öncesinin eril kuşatmasında değil kuşkusuz. Geçtiğimiz aylarda izlediğimiz ve Schneider’in başına gelenlerden esinlenmiş olan ‘Kötü Oyuncu / Un Actor Malo’ örneğinde olduğu gibi, Maria’nın kuzeni Vanessa Schneider’in 2018’de yayımlanan anı romanı ‘Tu t’appelais Maria Schneider’den uyarlanan yapım, geçtiğimiz aylarda izlediğimiz ve

Maria’nın kuzeni Vanessa Schneider’in 2018’de yayımlanan anı romanı ‘Tu t’appelais Maria Schneider’den uyarlanan yapım, geçtiğimiz aylarda izlediğimiz ve Schneider’in başına gelenlerden esinlenmiş olan ‘Kötü Oyuncu / Un Actor Malo’ örneğinde olduğu gibi, bugün ‘MeToo’ hareketiyle açılan yolda çok şeyin değiştiğinin güncel bir örneği olarak ilgiyle izleniyor. Jessica Palud’nun yönettiği yapımda Maria’yı Romanya asıllı Anamaria Vortolomei, Brando’yu Matt Dillon, Bertolucci’yi Giuseppe Maggio, Maria’nın partneri Noor’u ise Céleste Brunquell canlandırmış.

İçine düştüğü bunalımı uzun yıllar atlatamayan Maria’nın nihayetinde avukat olup kadın haklarının peşine düştüğünü ve ne yazık ki amansız hastalığı nedeniyle genç sayılabilecek bir yaşta aramızdan ayrıldığını biliyoruz. Schneider’in son dönemlerine değinmeyen yapım, ‘Paris’te Son Tango’nun final repliğinden yola çıkarak, kendisi ile yıllar sonra görüşmek isteyen, muhtemelen çekimlerine başlayacağı ‘1900’ filminde rol almasını isteyeceği Bertolucci’yi reddederken onu tanımadığını, kim olduğunu bilmediğini dile getirecektir.

(23 Kasım 2024)

Ferhan Baran

[email protected]