Kategori arşivi: Yazılar

Kötülüğün Sıradanlığı ya da… İlgi Alanı

Sinema görsel bir şölen. Her ne yaparsa, her ne anlatırsa görselliği öndedir ve ağırlık da o izlediklerinizde olacaktır.

Ancak Jonathan Glazer’in İlgi Alanı (The Zone of Interest) filmi sessizliğiyle ve kokusuyla inanılmaz güçlü ve bir o kadar da değerli bir gerilim yaratıyor. İkinci Dünya Savaşında, ünlü toplama kampı (aslında cezaevi olarak inşa edilmişse de), imha etme ve krematoryum olarak kullanılan Auschwitz’te dünyanın gördüğü en büyük kitle kıyımını sadece ses ve kokuyla aktarıyor.

24 saat düzeniyle çalışan o iğrenç insan öğütme merkezinden makinelerin tekdüze sesi hep kulaklarda… Kurtulmak ne mümkün! İnsan nereye kadar alışabilir? Gelir gelmez evi de bahçeyi de rahatlığı da çok seven büyükanne dayanamayıp kaçıyor.

Çok yıllar önce Sam Peckinpah’ın (Bring Me The Head Of Alfredo – Bana Onun Kellesini Getirin) filmini izlediğimde bunca yoğun duymuştum filmden yükselen kokuyu, şimdi, “İlgi Alanı”ndan sonra hâlâ burnumda o koku. (Bu arada, Yavuz Turgul’un Av Mevsimi filminde ‘çaylak’ polisin ellerini yıkasa da çıkaramadığı ceset kokusunu unutmamalı…) Glazer, o kokuyu hissettiriyor.

Rudolf Höss (Christian Friedel), Auschwitz toplama kampının komutanıdır, eşi Hedwig (Sandra Hüller) ve çocuklarıyla birlikte geniş bir avlu içinde yüzme havuzu da bulunan, sera yapabildikleri, çiçek yetiştirebildikleri, kovan kurup bal elde edebildikleri evlerinde -görünüşte- çok da mutludurlar. Evleri yüksek beton duvarlarla çevrilidir ve üzerinde dikenli teller vardır. Duvarlar evi değil toplama kampını korumaktadır aslında. Komutanın işi kolay, getirilip yakılarak yok edilen Yahudilerden kalanları evine gönderip ailesinin de rahat etmesini sağlamaktadır. Kimi zaman bir astragan kürk, kimi zaman altın dişler, kimi zaman iyi kıyafetler gelmektedir. Kadının yardımcıları Yahudiler arasından seçilmiştir, hepsi sonlarının ne olacağını bildiklerinden pür dikkat işlerini yapmaktadır.

Arada yanlışlıklar da olmaz değil… Bir gün derede yüzerlerken bir kemik bulan komutan çocuklarını apar topar çıkarır ve neredeyse kazırcasına yıkanırlar. Bahçedeki çiçekler insan külüyle sulanır. Çocukların en büyük oyuncağı altın dişlerdir. Komutanın titizliği de göz ardı edilmemeli… Yönetmen bazı şeyleri göstermese de anlatmayı iyi başardığı için derme çatma ve alabildiğine kirli bir çeşmede yıkanması iyi bir detay. Bu arada, filmde neredeyse hiç detay plan yok. Geniş planlarda kampın bacalarından çıkan kara dumanlar göze çarpıyor.

Biz izleyici olarak sadece tanıklık ediyoruz yaşananlara. Alabildiğine güçlü bir gerilim var zaten filmde, ister istemez gözlerinizi bile yummaktan kaçınıyorsunuz, kaldı ki başka bir şey… Sinemanın başarısı.

16 Şubat’tan başlayarak gösterimde…

(14 Şubat 2024)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Memleket Gibidir Okul

Polonya göçmeni Carla Nowak’ın yeni göreve başladığı sıfır tolerans ilkesine bağlı ilköğretim okulunda disiplin ön plandadır. Arka arkaya yaşanan hırsızlık olayları kurumda huzuru kaçırırken bir Türk öğrenci önyargıya dayalı bir biçimde suçlanır. Öğrencilerin bireysel özgürlüğünü savunan idealist Carla, yabancı kökenli öğrencisine uygulanan ayrımcı uygulamadan büyük rahatsızlık duyar ve olayı bireysel olarak araştırmaya karar verir. Sınıfında okuyan Oskar’ın annesi okul çalışanı bayan Kuhn’u gizli kamera kaydı ile teşhis ettiğinde tek arzusu bilerek ceketinin cebinde bıraktığı cüzdanından çalınan paranın iadesi ve belki küçük bir özürdür yalnızca. Ancak işler böyle gitmez. Kuhn önce inkâra kalkışır, daha sonra ayrımcı bir dille kibirlendiği Carla’yı kişilik haklarını ihlâlle suçlar. Böylece çözümü basit bir mesele okul yönetiminin ve öğrenci gruplarının dahil olmasıyla beklenmedik bir noktaya evrilmeye başlar.

Dünya prömiyerini 2 ödülle döndüğü Berlin Film Festivali’nde yapmış olan taze Oscar adayı ‘Öğretmenler Odası / Das Lehrerzimmer’i izlerken ‘Gemide’nin ünlü repliği düştü aklıma. Erkan Can’ın ağzından kültleşmiş monologda ‘gemi’ memleketi çağrıştırır. Belli bir hiyerarşik düzen içinde herşeyin düzenli ve kontrol altında tutulduğu okullar için de böyle düşünmüş olmalı filmin Türk asıllı yönetmeni İlker Çıtak. 2019 yapımı ‘Söz Senettir /Es gilt das gesprochene Wort’ filmi ile tanıyıp sevdiğimiz sinemacının İstanbul Alman Lisesi’nde eğitim gördüğü dönemde 14 – 15 yaşlarındayken başlarına gelen benzer bir hadiseden yola çıkarak sınıf arkadaşı Johannes Duncker ile ortaklaşa kaleme aldığı metin tek mekânda başlayıp bitiyor. Okul, yöneticileri, öğretmenleri, öğrencileri, velileri, öğrenci temsilcileri, okul gazetesi çıkaran ekip başta olmak üzere öğrenci grupları ile Almanya özelinde çağdaş demokratik toplum düzeninin minyatürü olarak yorumlanmış.

Topluluğun dar alandaki paslaşmaları basit bir olay zincirinden gerilimi giderek yükselen kaotik bir sürece doğru hızla yol alırken Çatak’ın yüreği idealist öğretmenle birlikte çarpıyor kuşkusuz, ancak öteki karakterleri ele alırken klişe iyi – kötü ayrımından özenle uzakta kalmış. Herkese kulak veriyor, anlamaya çalışıyor. Haklı haksız yarıştırması yapmadan tüm tartışmaları perdeye taşıyor. ‘Korsaj’dan hatırladığımız Judith Kaufmann imzalı 4:3 dar format usta içi görüntü tercihi tek mekândaki sıkışmışlık hissini aktarırken, gerilimin giderek doruğa tırmandığı anlatıda başta Carla olmak üzere karakterlere yakın plan odaklanmamızı sağlıyor. Kamera yerinde durmuyor zaten. Marvin Miller’in yine yönetmenin isteği doğrultusunda ağırlıklı olarak kalın yaylıları kullandığı müziği daha ilk plandan yaklaşan gerilimli tartışma ortamını haberliyor. Okul mekânında sıradan bir hırsızlık olayı Çatak’ın detayları oya gibi işleyen kıvrak ve usta işi yorumuyla derinleşiyor, çağdaş Batı toplumlarının adalet, kişilik hakları, göçmenler, ayrımcılık gibi temel meseleleri üzerine bir manifestoya dönüşüyor. Carla Nowak’ta mükemmel bir performans sunan Leonie Benesch’in bir sahnede öğrencileri ile birlikte ellerinden geldiği kadar çığlık atması sistemdeki kaosa rağmen çıkış yolu arayışlarının sembolüne dönüşüyor. Çatak’ın final jeneriğine döşediği dingin Mendelsohnn müziği ise (‘Bir Yaz Gecesi Rüyası / Ein Sommernachtstraum’ uvertürü) bu kaotik düzende umudu barındıran bir nevi soluk alma molası olarak düşünülebilir.

(08 Şubat 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Kendi Kendimizin Üretim Aracıyız: Zavallılar

Filmde, benim başlığa çıkardığım cümle, yaptıkları iş nedeniyle kendilerini tanımlamak için kullanılmış olsa da, insan yaratma (!) nedeniyle filmin ana teması, savsözü olarak öne çıkıyor.

Frankeştayn’ı biliyorsunuz, modern Prometheus… Peki, aynı düş(ünce) başkaları tarafından geliştirilemez mi? Alasdair Gray, Glasgow’da, dişi Frankeştayn öyküsü yazar, aslından yüz elli yılı aşan zaman sonra. Doktor Frankeştayn bir canlı yaratır, öykü doktorun üzerine yoğunlaşır. Gray ise Doktor Godwin (ilginç değil mi, tanrı ve kazanma sözcüklerinin bileşimi) üzerine değil yarattığı canlı, kadın üzerine kurar öyküsünü. Bizim, “Zavallılar” olarak izlediğimiz filmi Yorgos Landhimos çekmiş. Görselliği başarılı, oyuncular başarılı, müzik izleyiciyi taşıyor ve film bittikten sonra da o duygu, o heyecan, o yenilik sürüyor insanın zihninde…

Yaşamına, bilinçli olarak son veren hamile kadının karnındaki bebeğin beynini kadına aktaran Godwin (Willem Dafoe), bedeni gelişkin ama beyni çocuk olan kadını (Bella) (Emma Stone) bir yandan eğitir, bir yandan da üzerinden bilimsel araştırmalar yapar. Bu bir yabancılaşmadır ve sinema yabancılaşmayı gerçekten çok severek kullanır (değerlendirir).

Film; Bella’nın, hapsedildiği laboratuvardan çıkıp toplumsal ahlâk (baskı) ve görgü kuralları, cinsellik, aşk, sosyal sınıf, yoksulluk ve hepsinden önemlisi erkeklerin dünyayı kontrol etme çabalarıyla dolu gerçek bir dünyayla karşılaştığını anlatıyor. Diyalektik olarak hiç bilmediğiniz, duymadığınız, üzerinde eğitim almadığınız bir şeyi olduğunca kavrayamaz, anlayamazsınız. Erkek egemen ve buna da bağlı olarak feodalizmden kurtulmuş, kapitalizme hızla giden dünyanın toplumsal kuralları, ahlâk anlayışı/baskısı o çizgide gelişir. Ona ters yapılan her şey (düşünceniz bile) itici, kötü, yanlış olarak algılanır. Bunun, bizdeki tipik örneği; Kürtlerle barış çabası -açılım süreci- ve Gezi Direnişi sonrasında haksız, hadsiz, hukuksuz tutuklanmalar ve verilen cezalardır. Bella da aynı nedenlerle toplum içine çıkarılmaz, çıktığında da anlaması, anlaşılması kolay değildir. Duygularını niye saklamak gerektiğini bilemez. Tıpkı beslenmek, barınmak, yürümek gibi bir şeydir seks de onun için.

Eğitimin yararını çok açık bir şekilde izliyoruz. Bella, bütün yönlendirmelere (Godwin’in asistanıyla evlendirilmesi isteğine), itirazlara (çapkın Duncan Wedderburn’ün –Mark Ruffalo- kendisini kaçırıp cinsel obje olarak kullanmasına) ve cinselliğin parayla alınıp satılmasını anlamamasına rağmen bildiği gibi yaşar, iyi bildiğini yapar, kötü bildiğinden kaçınır, karşı çıkar.

Wedderburn ile çıktıkları gezide, aynı gemide yolculuk eden insanlara karşı söyledikleri şaşırtıcıdır. Oysa Bella, kötü niyetli, art niyetli veya içten pazarlıklı değildir. Kumardan kazanılan parayı yoksullara vermek için gemi personeline -ki, o gemicilerin parayı kendi ceplerine atacakları yüzde bin beş yüz nettir- teslim etmesi tam da bu duygunun yansımasıdır.

Doktor Jekyll gibi…

Dr. Henry Jekyll’in hikâyesini okumuş veya izlemişsinizdir. Kişilik bölünmesi diyebileceğimiz bir vaka üzerinden insan anlatılır orada; iki tarafı olduğuna inanır Dr. Jekyll insanların, melek ve şeytan yüzü. Muhakkak ki, birebir değil, ama birbiriyle bağlantılıdır “Zavallılar” ile… Godwin, babasının deneğidir, Bella’yı da denek olarak kullanır (bu arada kafası köpek bedeni tavuk, kafası ördek bedeni keçi yaratıklarla deneyler yaptığını belirtmek gerekir). Bella, bazı hazları deneyimleyerek bulurken; Godwin, babasının ileride karşılaşması olası durumları öngörerek hiçbir şey yaşa(ya)mamıştır. Bella’yı Godwin’den ayıran en önemli fark budur.

Yönetmen, birkaç aşamalı filmin özellikle ilk bölümünde siyah beyaz görüntüyü tercih etmiş; biraz rüya, biraz hayal, biraz gizem katmış bu… Set tasarımı ve görüntüler alabildiğine estetik ve gerçekten büyüleyici.

Kitap olarak…

Hep tartışılagelen bir şeydir, roman mı daha başarılı o romandan uyarlanan film mi? Muhakkak ki, iki sanatı kıyaslamamak gerekir. Ancak unutulmaması gereken, edebiyatın imaj yarattığı, filmin ise imajın imajı olduğu için hayale farza yer bırakmamasıdır. Hep verilen bir örnektir (Yaşar Kemal için örneğin) bir yaprağın düşüşünü 60 sayfaya yayılır. Oysa filmin süresini de göz ardı etmemek gerekir muhakkak, yönetmenin (senaristin) görmek istedikleriyle sınırlısınızdır. İskoçya’nın önemli yazarlarından Alasdair Gray’in 19. yüzyıl sonlarında yaşamı anlattığı “Zavallılar” İthaki Yayınları (çeviren Süha Sertabiboğlu) arasından çıktı. Şöyle bir karıştırma fırsatım oldu, epey ilginç. Zaten yayımlanmasıyla çok ses getirmiş… Şimdi sıra (ya koydum bile) kitabı da okuyup filmle karşılaştırmakta.

09 Şubat’tan başlayarak gösterimde…

(06 Şubat 2024)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Uyuduğunda Zihnindeyim

Saçı dökülmüş orta yaşlı adam adam havuz çevresindeki sararmış yaprakları süpürürken, yeni yetme kız bahçe sandalyesine bağdaş kurmuş kaygısızca tırnakları ile oynamaktadır. Tepeden düşen demirden anahtarlık bahçe masasının camını tuzla buz eder aniden. Sonrasında yine gökten düşen ayakkabı tekinin suda yüzdüğünü görürüz. Derken hacimli bir diğer cismin çıkardığı ses havuzun içinde yankılanır. Genç kız ‘Şeytan’ filminin Regan’ı gibi havalandığında dehşet içerisinde babasına seslenir ancak adam hiçbir müdahalede bulunmadan umursamaz bir biçimde işini yapmayı sürdürür. Ürkütücü bir ses bandı ile açılan ‘Rüya Senaryo / Dream Scenario’nun ilk düş sekansıdır bu.

Kızı Sophie bu tür rüyaları üçüncü kez görmüş ve öğretim üyesi Paul Matthews her seferinde hiçbir şey yapmadan öylece hareketsiz kalmıştır. Bu konuda kendisi de şaşkındır. Mesele aile içinde halledilir de benzer rüyalar başta öğrencileri ve çevresindekiler olmak üzere sayıları gittikçe artış gösteren bir insan topluluğu tarafından deneyimlenmeye başlayınca Paul anında bir fenomene dönüşür. Televizyonlara çıkar, röportajlar yapılır. Ortalığı kasıp kavuran bu rüya salgını silik akademik hayatında tek arzusu olan yıllardır başlayamadığı kitabını yazmak ve bunu saygın bir yayınevine kabul ettirmek için büyük bir fırsattır onun için. Reklam ajansının Sprite markasının yüzü olması ya da Obama’nın düşlerine girmesine ilişkin önerileri, hele hele ajansta çalışan ‘96 doğumlu güzel Molly’nin kendisinin ana aktörü olduğu seksi rüyasını yeniden yaşama isteği karşısında şaşkınlığı büyür. Ancak her yükselişin bir düşüşü olacaktır. Rüyaların pasif aktörü zihinlerine daldığı kişileri Freddy Krueger misali vahşi bir biçimde katletmeye başladığında Paul toplumun nefret objesine dönüşür. Artık herkesin lanetlediği düşlerin seri katilidir o.

Son dönemin ilgiye değer absürd komedilerinden olan ‘Rüya Senaryo’yu Kristoffer Borgli yönetmiş. Ülkemiz izleyicisi Norveç asıllı sinemacıyı bir önceki çalışması ‘İlgi Manyağı / Sick of Myself’den hatırlayacaktır. Geçtiğimiz yıl özellikle ‘Başka Sinema’ çevresinde büyük ilgi görmüş olan film ilgi manyaklığının ve göz önünde olma arzusunun varabileceği noktalar üzerine hayli absürd bir kara komedidir. Yönetmenin üçüncü uzun metrajı olan ‘Rüya Senaryo’ aynı minval üzerinde rekabetçi çağdaş tüketim toplumunu, popüler kültürün kurbanlarını, linç kültürünü kıyasıya eleştiriyor, çabuk ulaşılan zirveden tepetaklak düşüşün ironisini yapıyor. Uç noktaları denemekten çekinmeyen genç sinemacı yılların deneyimli aktörü Nicolas Cage’i mükemmel bir biçimde kullanırken, final bölümüyle yakın geleceğin kara komik dünyasına göz kırpıyor. Bu farklı ve eğlenceli kabusu deneyimlemenizi öneririm.

(02 Şubat 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Usul Esastan Önce Gelir (mi?): Öğretmenler Odası

İşte, okulda, sokakta, yaşadığımız her yerde bir aradayız; kim neci, ne yapar, neyi niye yapar bilemediğimiz gibi gizli saklı yapıldığında da saptayamayabiliriz. Hırsız da, yalancı da, kötü niyetli olan da var muhakkak. Temkinli oluyoruz o nedenle, kapımızı kilitliyoruz, pek tanımadığımızla sıkı fıkı olmamaya çalışıyoruz. Ama ya o(nlar) aynı işyerinde birlikte çalıştığımız insanlarsa… İki seçenek çıkıyor önümüze: ya sessiz kalacağız ya da itiraz edeceğiz.

İlker Çatak’ın, Almanya’nın Oscar adayı da gösterilen filmi “Öğretmenler Odası” tam da bu ikilemi anlatıyor. Tabii, benim yukarıda yazdığım kadar basit değil çözümü bulmak. Mahalle baskısı belirleyici. İnsanların sosyal, dini ve etnik (özellikle artan göçmenlikle birlikte ırkçılığa varan) durumları karar vermede en önemli etkenlerden. Bir de yönetimin (bunu sadece bir okul, bir işyeri, bir fabrika olarak alabileceğimiz gibi ülke olarak da düşünebiliriz) “aman tatsızlık çıkmasın” düşüncesiyle, muhafazakâr tutumu da eklenince çözüm giderek daha da zorlaşıyor. Hemen baştan söyleyeyim: Kürt sorununun çözümlenememesi de aynı nedene bağlanıyor. Egemen erk işine geldiği kimi zaman barışçıl kimi zaman savaşçıl oluyor.

Matematik ve beden eğitimi öğretmeni Carla, (ayrımcılığı ortadan kaldıracak “günaydın” uygulaması ile 0,9 ile 1 arasında bir sayı var mı sorusu da gösteriyor ki, sorgulayıcı bir eğitim taraftarıdır) okula yeni gelmiştir. Sınıfı, Türk, Kürt, Arap, Polonyalı, Hristiyan, Müslüman öğrencilerden oluşuyor. Çocuklar arasında -aslına bakarsanız- çok kolay çözümlenebilecek bir hırsızlık, etnik kimliği nedeniyle bir çocuğun üzerine atılıyor. O çocuğun yapmadığı belirlense de, okul yöneticileri ve onu suçlayan öğretmenler (hatta veliler bile) özür dilemekten kaçınıyor; kaldı ki okulun “sıfır tolerans” kararı var.

İhkak-ı hak

Bizim ülkemizde sürekli yapılmak istenen (genellikle de yapılan) kendi işini kendin gör mantığıyla hüküm vermek ve ceza kesmek, hukukta kabûl gören bir şey değil. Hukukçu olmadığım için nerede ve nereye kadar doğrudur, nereden sonra “suç” oluşturur, bilemiyorum. “Sallandıracaksın Taksim’de, bak bakalım bir daha yapıyorlar mı” diyenler, bin yıllardır aynı suçların işlendiğini nedense göz ardı ediyor. Şimdi bizde idam yok, ama varken, onlarca insan asılırken de cinayetler işleniyordu, soygunlar yapılıyordu… Demek ki, başka bir şey yapmak, düşünmek gerek.

Carla, okul yönetiminin ve öğretmenlerin bu duruma göz yummasının hata olduğunu kanıtlamak için gizli kamerayla çekim yapar ve bir kişinin hırsızlık yaptığını belirler. Ancak o, bir Almandır ve okul yönetimi gibi veliler de o “hırsız”dan yanadır. Düğüm orada daha da sıkılaşıyor… gizli kamerayla çekim yapmasının yanlış olduğu belirtilerek (her ne kadar hırsız kadın okuldan uzaklaştırılmışsa da) Carla’ya karşı da tavır alınır. Karla’nın da bir göçmen olduğunu belirtmem gerekiyor mu, neden suçlandığını anlatmak için…

Her şeye rağmen Carla, iyiden, idealist diyebileceğimiz kadar doğrudan, ama özellikle de çocuklardan yana davranmayı sürdürür. Yönetime ve arkadaşlarına anlatmaya çalışır. Kopya çeken, arkadaşını döven, hatta kendisinin bilgisayarını kanıt yok etmek adına kaçırıp atan çocuğa karşı aynı davranır.

Bir yere kadar…

Burada aklımıza gelen bir soru var… Sineklerin Tanrısı romanını (en azından filmini) biliyorsunuzdur. Yazarının Nobel aldığı bu romanda, çocukların içlerindeki iktidar hırsıyla akla gelmeyecek kadar kötü olabileceği anlatılıyordu. Sonradan kurgu olduğu belirtilen bu romanda yaşananların gerçeği yansıtmadığı Rutger Bregman’ın, “Çoğu İnsan İyidir” kitabında anlatılıyor.

Bir okul, bir derslikteki öğrenciler, öğretmenler üzerinden anlatılsa da, “Öğretmenler Odası” üzerinde yaşadığımız dünyanın, ülke iktidarlarının, yönetim sistemlerinin eleştirisi olarak gösteriyor kendisini.

Evet, usul esastan önce gelir. Evet, yalanla dolanla, gizli kamerayla, işkenceyle elde ettiğiniz kanıt/itiraf üst mahkeme tarafından geçersiz sayılır ve davanın yeniden görülmesi istenir. Suçlamanın haklı ve geçerli bir temele oturması istenir. Sanık (veya hükümlü) belki de o fiili işlemiş olabilir, ancak iddia makamının daha farklı deliller sunması istenir. “Öğretmenler Odası”nda da, benzer bir durum söz konusu… Konu yüzeysel gibi gözükse de alabildiğine derin ve gerçekten çok, hatta çoktan da çok önemli.

Böylesi bir durumda (bizim ülkemizdeki siyasiler edinilmiş bilgileriyle kendilerince karar varırlar ve halk da bunu kabul edebilir, ama gerçeklik hiç de böyle sürmüyor) ne yapılması gerektiğini tartış(tır)an “Öğretmenler Odası”nın izlenmesi ve çerçevesinin genişletilerek tartışılması (yerel seçimler öncesi, oy kullanmadan) gerekli, bence.

Filme gelince… Yine Aytekin Çakmakçı’yı anmadan geçemeyeceğim. Ünlü ve gerçekten de başarılı görüntü yönetmeni Aytekin, “Bir filmde görüntüyü, kamera hareketini, oyuncunun oyununu görmüyorsanız (unutuyorsanız), film sizi taşıyorsa, o filmin kameramanı doğru iş yapmıştır.” diyordu. Erken kaybettik, doğanın kucağında yine kamera elinde görüntü peşinde koşuyordur muhakkak.

02 Şubat’tan başlayarak gösterimde…

(29 Ocak 2024)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Onca Dehşet ve Ölüm Varken

*Dikkat: sondan ikinci paragraf filmin finaline ilişkin ‘spoiler’ içermektedir*

Mülteciler meselesini Avrupa’nın Yahudi Soykırımı’ndan beri yüz yüze geldiği en büyük trajedi olarak tanımlıyor Gianfranco Rosi. Belgesel Sinema’ya getirmiş olduğu taze kan ile bilinen İtalyan sinemacı, bizde de kısa bir süre gösterimde kalmış Altın Ayı ödüllü filmi ‘Denizdeki Ateş / Fuocoammare’de bizzat kullandığı kamerasını günümüzün bu belki de en önemli toplumsal sorununa çevirmiş, belgesel ile kurgunun arasındaki çizginin muğlaklaştığı benzersiz yapıtında acı çığlığının geniş kitlelere ulaşmasına çabalamıştı. Sicilya’nın güneyinde bulunan Afrika’ya en yakın İtalyan adası Lampedusa’da 18 ay geçiren sinemacı, bu süre zarfında sayısız trajik olayla karşılaşmış, tıka basa insanlarla doldurulmuş iptidai teknelerle adaya ulaşabilen mültecilerin mazota bulanmış perişan hallerine, teknenin alt bölümünde yolculuk eden onlarcasının havasızlık ve susuzluktan telef oluşuna, denizde ölümden kurtulanların adadaki karantina döneminde yaşadıkları sefalete tanıklık etmiş. Yakınlık kurduğu Nijeryalı mülteciden bombaların yakıp kavurduğu ülkesinden Sahra çölüne kaçışlarını, yüzlercesinin Libya hapishanelerindeki mutlak ölümdense denize açılmayı yeğlediğini dinlemiş. Sığınmacının ağıdını Avrupa’ya ithaf ederken şiirsel yakarışıyla dünya kamuoyunun ve Avrupa’nın suskunluğuna son vermesini hedeflemiş.

Keza festivallerde ve de ‘Başka Sinema’nın özel gösterimlerinde sınırlı sayıda izleyiciye ulaşan ‘Tenere’ yine böyle bir çabanın ürünüdür. Gazeteci ve fotoğrafçı Hasan Söylemez’in görüntü yönetmenliğini ve kurgusunu da üstlendiği müthiş belgeseli adını Büyük Sahra’nın göbeğinde çöl yolcularının yararlandığı su kuyusuna sahip bölgesinden alır. 2010 yılında cüzdanındaki tüm banka kartlarını kırıp, son parasını çocuklara dağıtarak Türkiye’nin sınır bölgelerine bisikletiyle yolculuk etmek üzere yola çıkan kendi imkanlarıyla çektiği belgeselinde, Agadez şehrinden yoksul Nijerlilerin ailelerini geçindirmek için Sahra çölünü geçerek Libya ve çevresine yolculuklarını anlatır. Nuh’un gemisini andıran bir kamyon üzerinde 5 gün 5 gece süren bir ölüm yolculuğudur bu. Sahra’nın merhameti yoktur, yakaladığını yutar. Şanslı olan varmak istediği yere varır.

Bu hafta bizde de gösterime giren çağdaş İtalyan sinemasının öne çıkan isimlerinden Matteo Garrone imzasını taşıyan ‘Kaptan Benim / Io Capitano’ bu yürek yakıcı meseleyi gündemde tutmayı hedefleyen son çalışma. Romalı yönetmenin olayların geçtiği mekânlarda amatör oyuncularla çektiği Venedik’ten 4 ödüllü son filmi, Rosi ve Söylemez’in belgesellerinden farklı olarak kurmaca bir çalışma. Senegalli Seydou kuzeni Moussa ile birlikte Avrupa’ya kapağı atma hayalleri kuruyor. Aileleri mütevazı bir dükkan işleten yeni yetmeler geçimden ziyade daha özgür bir geleceğe yelken açmanın, Seydou cep telefonunda imrenerek takip ettiği pop müzik ünlülerinden biri olarak hayran ordusunu peşinden koşturmanın derdindedir. İki genç, Seydou’nun annesinin ve onları başlarına gelebilecekler hususunda sertçe uyaran esnaf abilerinin sözünü dinlemeyip, inşaatlarda çalışarak biriktirdikleri para ile yola koyulur. Anzaklı gençlerin serüven uğruna Çanakkale’ye gelmeleri misali bu yolculuğun hiç de kolay olmadığını idrak etmeleri uzun sürmez gerçi. Hasan Söylemez’in ‘Tenere’de tanıklık ettiği ölümcül Sahra yolculuğunun son etabında sadece güçlüler ve şanslılar hayatta kalmayı başarır. Sonrasında da Libya mafyasının işkence odalarından sağ çıkabilenler.

Güney İtalya’da mafya ve şiddet sarmalını ele alan 2008 yapımı ‘Gomorra’ ile ilk çıkışını yapmış olan Garrone bizde gösterime girmeyen ‘Masalların Masalı / Il Racconto dei Racconti’de mitolojik hükümranların karanlık öykülerini perdeye taşır. Tahakküm ve şiddetin izlerini küçük bir kıyı kasabasına taşıyan Cannes’dan ödüllü bir önceki çalışması ‘Dogman’ 1980 başlarında İtalya’yı sallamış gerçek bir cinai vakadan yola çıkmasına karşın gerçeküstücü sularda gezinen bir peri masalı gibidir.

Dakar evinin sıcak ilişkileri, Afrika davullarının ateşli ritmine eşlik eden rengarenk dansların atmosferi ile açtığı son filmi zorlu yolculuğun acımasız gerçekliği ile sertleşiyor. Çöl sahnelerine serpiştirdiği rüya sekansları onun masalsı damarından izler taşısa da özellikle Libya bölümlerinde hem öykünün gidişatına, hem de yönetmenin sinemasına özgü şiddet sarmalına sürükleniyoruz. Garrone iki ana karakterine ve bir noktadan sonra tamamen Seydou’ya kitleniyor. Genç çocuk akla gelebilecek türlü eziyetleri göğüslerken film boyunca konu mankeni misali çevresinde yer alan sığınmacıların -masal bu ya- kurtarıcısı haline geliyor. Yüzme bile bilmeyen Seydou’nun mavi engin yolculukta kaptanlığı üstlenmesi ve tekneye balık istifi doldurulmuş garibanları zayiatsız karaya ulaştırması izleyicide bir rahatlama duygusu yaratıyor kuşkusuz. Ancak yaşanan onca trajedi anımsandığında böylesine mutlu bir final ister istemez ‘sığınmacı sorunu’ istismarını getiriyor akla. Sicilya kıyılarına ulaşabilenleri eski kıtada nelerin beklediği ürpertiyor bizleri ama Garrone daha sonrasıyla –şimdilik diyelim- ilgilenmiyor.

Hollywood süper kahraman öykülerinin bir nevi izini süren filme Amerikalılar bayıldı. 10 Mart gecesi 5 adaydan biri olduğu ‘en iyi uluslararası film’ dalında Oscar ödülüne ulaşmasını pek muhtemel görüyorum. O gece Garrone’nin hayli dokunaklı teşekkür konuşmasına şık kostümü ile hemen yanı başında yer alacak baş oyuncusu Seydou Sarr eşlik edecektir mutlaka. Ancak hakkını yemeyelim, Seydou’nun umudunu ve çaresizliğini başarı ile aktaran Sarr birinci sınıf bir performans veriyor. Venedik’teki ödül töreninde mikrofonu hikâyenin esin kaynağı aktivist Kouassi Pli Adama Mamadou’ya veren Garrone’nin yönetmenlik başarısı ile Paolo Carnera’nın kusursuz görüntü çalışmasını da es geçmeyelim. Oscar gecesi muhtemel alkışların meselenin gündemde kalması hususuna katkıda bulunmasını, Avrupa’nın duyarsız sessizliğini delmesini umut ediyorum.

(28 Ocak 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

İçinizdeki Çocuğu Öldürmeyin! Aşk Mevsimi

Birini seversiniz, kavuşamazsınız, bu aşk olur denir ya… Biz, aşkı hep kavuşulamayan olarak kabul etmişiz. Büyük hata kuşkusuz. Ali Yaman, gençlik aşkı Şirin’in peşinden koşuyor yıllarca. Şirin, hoşuna gitse de bir türlü onaylamıyor Ali’nin bu yaklaşımını. Görece rahat iki genç arasında gelişen duygu; gerek aile içinde, gerek mahalle baskısı, gerekse eğitim beklentisi, daha da önemlisi daha yakışıklı, daha güzel, daha paralı, daha lüks yaşam vaat eden nedeniyle sürüncemeye giriyor.

Filmin savsözü “Hayatının aşkı mı, hayat arkadaşın mı”. Bu, aslında bizim toplumsal olarak sevgiyi de, sevmeyi de, takıntı haline getirmeyi de sürdürdüğümüzün göstergesi. Dışarıdan göründüğü gibi olmayabilir, zamanla kişi değişebilir, anlayışlar farklılaşabilir; aşk diye gördüğünüz hayat arkadaşı olabilir veya tam tersi.

Filmin öne çıkan mesajı: Sebat edin, içinizdeki çocuğu (o mutluluğu) yok etmeyin, bir gün sizin de yüzünüze güler hayat, ama geç kalırsa da şaşırmayın. Ali, yıllarca peşinden koştuğu, aşkı nedeniyle süründüğü Şirin’in, nedense (orası filmde) geri dönmesiyle ne yapacağını şaşırıyor. Sahi, siz olsanız ne yaparsınız?

Benzer bir durumu yaşamış biri olarak, ben hem aşkı hem hayat arkadaşımı buldum. Acı çektim tabii, acı da çektirdim. Zaman her şeyin ilacıymış hepsi anı olarak kaldı geride… Bilmem Şirin ile Ali Yaman’ın durumu ne olur?

Murat Şeker’in, Ali Tanrıverdi ile senaryosunu yazdığı ve çektiği film, yaşlı, genç herkese sesleniyor. Biraz hüzün, biraz neşe, biraz duygusallık ve çokça güzellik barındırıyor içinde. Sıcak bir film çekmiş, karamsar değil, düşündüren, belli anlamda yol gösteren. Tabii ki, insanlar film(ler)i, ağırlıklı olarak eğlenmek amaçlı izler; burada eğlencenin yanında kocaman bir hedef de söz konusu. Okulda, ailede, mahallede tabu olunca, aşk anlatımı filmlere kalıyor.

İçinizdeki erkeği öldürün, ama içinizdeki çocuğu asla. Bu çok önemli. Erkek egemen bir dünyada beklentilerin erkeğin asıp kesmesi, bağırıp çağırması, esip kükremesi yönünde… Ancak film alabildiğine yumuşak, esnek ve anlayışlı. Keyifle izlerken kendinizi göreceksiniz o karakterlerde.

02 Şubat’tan başlayarak gösterimde…

(26 Ocak 2024)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Birlikte Yaşamayı Öğrenebilmek

Cannes Film Festivali ‘Belirli Bir Bakış’ bölümünün açılış filmi olan ‘Hayvan Krallığı / Le Règne Animal’ yakın bir gelecekte geçiyor. Tıbbi olarak açıklanamayan mutasyonlar sonucu bazı insanlar hayvana dönüşmektedir. Bu yaratıklardan bazıları yetkililer tarafından ele geçirilmeden kaçmayı başarır. François Marindaze (Romain Duris) 16 yaşındaki oğlu Emile (Paul Kircher) ile birlikte, dönüşerek ormanlık alana kaçan karısının peşine düşer. Genç çocuğun vücudunda başlayan değişimler işin seyrini değiştirecek, baba oğulun farklı olanları yok etmeye kararlı toplum ile mücadelesi giderek derinleşecektir.

Fransız sinemasında görmeye alışık olmadığımız bilimkurgu örneğinin orta kuşaktan yönetmeni Thomas Cailley’i dünya prömiyerini yaptığı yıl Cannes’dan 4 önemli ödülle dönen ve 34. İstanbul Film Festivali’nde bizde izleyici karşısına çıkmış 2014 yapımı ilk uzun metrajı ‘İlk Görüşte Aşk / Les Combattants’ filminden anımsıyoruz. Uzun bir aradan sonra çektiği yeni filminde ‘bedenler ve arzular, dürtüler ve deformasyonlar, vahşi yanımız, çocuklarımıza nasıl bir dünya bırakacağımız endişesi ve ortak atalarımız hakkında’ kendisini ifade etmek istediğini belirtiyor bir söyleşisinde. Yaşadığımız Covid belası onu özellikle tetiklemiş.

Cailley’nin Fransız sineması için hayli yüksek bir bütçe ile kotardığı filminde Hollywood aleminin bilgisayar destekli numaralarından ziyade gerçek oyuncuların makyaj ve aksesuar yardımı ile yaratıklara dönüşmesi yoluna gidilmiş. Özellikle ikinci yarıda dozu artacak olan aksiyona çağdaş insani kaygılar eklenirken, duygusal bir büyüme hikâyesine, Emile’in kendi kanatlarıyla uçma ve yaşam yolunu özgürce çizme mücadelesine yer açılmış. Bu sürece kısa süre önce Christopher Honoré filmi ‘Liseli / Le Lycéen’de dikkatimizi çekmiş olan genç yetenek Kircher’in önemli katkısı olduğunun altını çizmek isterim. Kendisi tanınmış Fransız aktör Jérôme Kircher ile Polonyalı ölümsüz yaratıcı Krzysztof Kieslowski imzalı ‘Üç Renk: Kırmızı’, ‘Véronique’in İkili Yaşamı’ filmlerinin unutulmaz aktrisi Irène Jacob’un oğlu oluyor.

Memelilerden eklembacaklılara öyküde yer alan hayvan türlerinin tasarımını İsviçreli çizgi romancı Frédérik Peeters’in üstlendiği yapım geçtiğimiz günlerde Fransız sinemasının Oscar’ı olarak kabul edilen César ödüllerine 12 dalda aday gösterildi. Kanadalı usta David Cronenberg’e özgü beden teknoloji etkileşiminden hareketle insanoğlunun kırma dokular antolojisinden örnekleri ya da onun çömezi ‘Raw’ ve ‘Titane’ yönetmeni Julie Ducournau’nun şok edici denemeleri beklemeyin. Başta ‘Alien’ olmak üzere Hollywood mitlerinden esinli, içine şanson da karışmış Fransız usulü orta halli bir bilimkurgu ‘Hayvan Krallığı’.

(26 Ocak 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Belki Bir Gün! Rüya Senaryo

Andy Warhol, “Bir gün herkes 15 dakikalığına şöhret olacak.” demiş. Sinemacılar durur mu, bu sözü alıp gerçekten olup olamayacağını beyazperdeye getirmiş: Rüya Senaryo (Dream Scenario).

Muhakkak ki, çok çarpıcı bir gelişmenin -belki de ilk örneği olduğu için- ilgi çekeceği düşünülen konu, ne yazık ki, sadece başrol oyuncusunun ününe bağlı kalmış. O da işinin hakkını vermiş, taşımış gerçekten de…

Paul Matthews (Nicolas Cage), sıradan bir öğretim görevlisidir ve bir kitap yayımlatarak kendisini aşmaya çalışır sadece. Birileri onu rüyasında görmeye başlar. Bu giderek artar ve bir anda dünyanın en ünlü kişisi olur Matthews. Yardımsever biridir, ancak rüyalarda hiçbir şey yapmaz. Kaza geçiren birine yardım etmez, düşen birini kaldırmaz, yangını bırakın söndürmeye çalışmayı uzaktan bakar sadece. Rüya görenler onun nedenlerini araştırırken, kendisi daha aktif olmayı ister. Yani birilerinin rüyasında daha etkin olmayı,,,

Reklam anlaşmaları, kitap yayımlama fırsatları, hiç ummadığınız (genç) birileriyle birliktelikler… Sıradan bir öğretim üyesiyken karşısına çıkan bu fırsatlar karşısında afallayan ve “etik” davranmaya çalışan Paul’ün yaşadıkları meraktan korkuya, kaygıdan umutsuzluğa kadar genişliyor. Evi, kızları, eşi ile bile anlaşamıyor. İyiler yanında kötüler de var, kıskançlıklar, intikamlar, tuzaklar… İlginç bir öykü. Hoş bir film. Ancak yetmiyor. Birçok şey temellendirilmeden öylesine yerleştirilmiş sanki. Günümüzde, herkesin sosyal medya üzerinden yakındığı (aslında hayatın içinde de rastlanıyor) algoritma nedeniyle az çok farkında olduğu bir gerçeğin ilk tanıtımları… Öyle bir özellik kazandıracak bir fırsat geçse elinize, istediğiniz her şeyi rüyada da olsa gerçekleştirebilseniz kötü mü olur? Yapay zekânın gideceği yol belli oldu demektir. Büyük olasılıkla rüyalarınızı da teslim edeceksiniz birilerinin (buradaki birileri sosyal medyayı da, siyasal ve sosyal yaşamı da yönlendirenler tabii ki) eline.

Sanal evren, üç boyutlu gözlüklerle içindeymiş gibi hissi veriyor ya. Bu yeni rüya gözlükleri de öyle olacak. Filmi izlemezseniz bir şey kaybetmezsiniz, belki size yetişmeyecek, ama gelecekte neler olacağını öğrenmek ve şimdiden çocuklarınıza müjdeyi vermek için bir fırsat.

26 Ocak’tan başlayarak gösterimde…

(25 Ocak 2024)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Sonsuz Mavi Bir Yolda: Kaptan Benim

İlk insanı anlatırken, Afrika’dan dört bir yana dağılmış denir. Bilimsel araştırmalar da öyle söylüyor. Milyonlarca yılda insan gerçekten insan olmuş, ama o dağılması (artık göç diyoruz) değişmemiş. İnsanlar, teknolojinin de, tarımın da, kentsel yaşamın da değişmesine karşın hâlâ bir yerden bir yere göçüyor. Göçün, göçmenliğin nedenleri çok; başta ekonomik kuşkusuz, ardından siyasi göçmenlik geliyor. Savaştan kaçtıkları için, iş için, aş için, aşk için, küresel iklim değişikliğiyle (ısınmanın etkisi) yakıp (yağmurların daha bir yoğun yağması nedeniyle) yıktığı evlerinden, tarım yapamadıkları, hayvan yetiştiremedikleri için yurtlarından ayrılıyorlar.

Kendilerinden önce binlerce yılda milyonlarca insan geçmiş o yollardan, büyük çoğunluğu yolda kaybetmiş hayatını, iade edilmiş ülkesine, başaramamış dönmüş geri; ama yılmadan, bıkmadan, usanmadan her gün yeniden düşüyorlar yollara.

Sorunun kaynağı değil, mağduru onlar

Günümüzün en büyük (ve büyük olasılıkla çözümsüz) sorunlarının başında geliyor. Bizim ülkemizde de belli odakların karşı çıktığı, egemen gücünse sadece “para” olarak gördüğü, sığınmacı / mülteci / göçmen (artık ne ad verirseniz) sorunu yaşanıyor. Ancak hepimiz biliyoruz ki, yaşanan sorunların hiçbiri o yoksul ve çaresiz insanlardan kaynaklanmıyor, yöneticilerin haksız, hadsiz kâr hırsından, daha çok sömürmek için savaştan kaçınmamaktan, ekolojik yaşamı bile yok etmekten çekinmemekten kaynaklanıyor.

“Gecenin içinde toprak.
Gecenin içinde rüzgâr.
Hatıralara bağlı, hatıraların dışında,
gecenin içinde:
insanlar, aletler ve hayvanlar,
demirleri, tahtaları ve etleriyle birbirine sokulup,
korkunç
ve sessiz emniyetlerini
birbirlerine sokulmakta bulup,
kocaman, yorgun ayakları,
topraklı elleriyle yürüyorlardı.

Ve kadınlar
birbirlerinden gizliyerek
bakıyorlardı ayın altında
geçmiş kafilelerden kalan öküz ve tekerlek ölülerine.”

Nâzım Hikmet’in ünlü Kuvâyi Milliye Destanı, her ne kadar Kurtuluş Savaşı’nı anlatırsa da, Afrika’yı Senegal’den Libya üzerinden İtalya’ya kat eden insanları da anlatıyor. Göçün, sürgünün savaştan aşağı kalır yanı yok. Matteo Garrone, senaryo yazımına da katıldığı Kaptan Benim’de, Seydou Sarr, Moustapha Fall, Issaka Sawadogo ile hayatın gerçeklerinden olan bu göçmenliği sergiliyor tüm çıplaklığıyla…

Yaşanmışlıklar belirleyici

Filmin öyküsü gerçek; Ege kıyılarında dalgaların arasındaki Alan Bebek’in yüzükoyun fotoğrafı hâlâ acıtıyor içimizi; onun gibi binler, on binler, yüz binler öl(dürül)dü. Hâlâ da insanlar göçüyor, bir ülkeden diğerine… ABD’ye girmeye çalışanlar, Endonezya’dan, Singapur’dan, Pakistan’dan yaşam sürmek amacıyla nice zorluklarla yollara düşenler… Suriye’den, Irak’tan, Afganistan’dan ülkemize gelenleri biliyoruz. Ukrayna’dan Avrupa’ya savaştan kaçanların oluşturduğu uzun insan kuyrukları… Kaptan Benim, sadece Senegal’dan İtalya’ya geçen iki gencin öyküsü değil, onların üzerinden bütün göçmenlerin, sığınmacıların öyküsü… Anımsarsınız, hiçbir özelliği olmayan can yelekleri, simitleri, denizin hırçın dalgalarına dayanamayacak ince botlar (istiap haddinin üzerinde yolcu taşıması da ayrı bir acı) doldu kıyılar. Öldü insanlar.

Venedik Film Festivali’nde, En İyi Yönetmen dahil 12 ödül kazanan Kaptan Benim, kendilerince müzik yapmak, ünlü olmak (ve tabii, ailelerini yoksulluktan kurtarmak) için evlerinden kaçan iki arkadaşın (aslında akrabalar) öyküsü. Öylesine küçük, öylesine çaresiz ve öylesine ana kuzuları ki, bırakın gemi kaptanlığı yapmayı denizi bile görmemişler, nerede kaldı yüzmeyi bilmeleri…

Ne yönetmen ne oyuncu ne mekân ne de görüntüyü anlatmak geçiyor içimden. Öykünün can alıcılığı yeter zaten başarısını yüceltmeye…

26 Ocak’tan başlayarak gösterimde…

(22 Ocak 2024)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Herkes Destek, Babası Dışında…: Cem Karaca’nın Gözyaşları

Biyografi filmleri moda mı oldu ne, Hollywood’da da, Avrupa’da da, bizde de birbiri ardına biyografi filmleri çekiliyor. Biyografileri önemsiyorum, kitapta da, filmde de yaşanmışlıkların kazandırdığı bilgi birikimi ve deneyimleri taşıdığı için… Boşuna ‘geçmişimiz geleceğimizin göstergesidir’ denmiyor. Sizce de öyle mi bilmiyorum.

Doğaldır ki, toplumun önünde giden insanların biyografileri yazılır ve çekilir. Sıradan insanların yaşamını kim ne yapsın, değil mi? “Cem Karaca’nın Gözyaşları” da, bu anlamda önemli bir kişiliği yeni kuşaklara tanıtması açısından önemli. Ancak bu işlevini yerine getirebiliyor mu, tartışılır.

Önce babası…

Cem Karaca’nın babası Mehmet Karaca, Türk tiyatrosunun önemli kişilerinden… Annesi Toto Karaca da öyle. Baba, daha anne karnındayken sahne tozu yutmuş oğlunun diplomat olmasını istiyor ve (sonunda içi kan ağlasa da) önüne engeller çıkartıyor. En desteklediği zamanda bile bir hırçınlık çıkarıyor, bir itiraz edecek şey buluyor. Oğlu, bütün deli doluluğuna rağmen babasına saygısını yitirmiyor ve hep iznini istiyor.

Bizim toplumumuzun kadınları hep cefakâr, fedakâr ve “hizmetkâr”dır. Baba ile oğlunun arasını bulmak, gerektiğinde alttan alıp diğerini susturmak, gerektiğinde tepki göstererek hep arada kalır. Söz hakkı yoktur, ama yine de son sözü söylemekte mahirdir. Toto da öyle…

Müzikle yaşam…

Yüksel Aksu’nun yönetmenliğinde izleyiciyle buluşacak “Cem Karaca’nın Gözyaşları” biraz yayılmış, biraz toparlanamamış, biraz da sanki aceleye getirilmiş gibi… Hepimiz öğrendik, eşi istemiyor(muş) bu filmi. Ama oğlu istediği için (ve hukuk açısından mirasçısı olarak göründüğünden) film çekilmiş. Burada, aklıma gelen bir anekdotu aktarmak istiyorum. Derler ki, Cervantes, kendisine getirilen bir romanın aslında ne denli güzel olduğunu, ama iyi yazılamadığı için çok kötü olduğunu görür ve “roman öyle değil, böyle yazılır” diyerek Don Kişot’u yeniden yazar. Bugün Cervantes’i bilmeyen çok insan bulabilirsiniz, ama Don Kişot’u bilmeyeni bulmak samanlıkta iğne aramaya benzer.

Türkiye’nin yakın geçmişinde en önemli süreci yaşayan önemli kişilerden biri olan Cem Karaca, sanki günlük gülistanlık bir ülkede, sadece demokrat olduğu için şarkı söyleyen biri. Oysa dünyadaki rüzgârların da etkisiyle ilerici düşüncelerin yayıldığı bir dönemde, müziğiyle o etkiyi taşıyanlardan biridir.

Askere gidince…

Aziz Nesin’in öykülerinde vardır: Uslanmaz birini askere gönderirseniz, durulur. Cem Karaca da askere gidince Anadolu’yu, insanını, duygularını tanıyor. İki tınıyla müziğini yazıyor ve ekibiyle hemen çıkarıyor, sihirli değnek değmiş gibi… Müneccim olmadığını söylese de bir müneccim gibi tutacak şarkısını biliyor ve ona göre yazıyor. Moğollar gibi -hâlâ da ülkemizin en iyi müzisyenlerini barındıran- bir grupla çalışıyor ama Moğollar’ın hiçbir katkısı yok. Olur mu? Olmaz tabii.

Teknoloji…

Prodüksiyonu yapanlar teknolojinin geldiği aşamadan çok yararlandıklarını, böylelikle oyuncuların büründükleri karakterleri tam benzetebildiklerini bildiriyor. Haklılar, ama -tam yeri- “yetmez ama evet”. Anadolu’dan etkilendiği vurgulanan Cem Karaca, Anadolu’da hiç görünmüyor, konser yolları ve bomboş doğa dışında. Ne bir insan ne bir üretim ne de bir sosyal yaşam görüyoruz. Makyaj üzerine verilen bilgide, “askerde bir olay sonrası burnunda oluşan kemeri” bile unutmadıkları yer alıyor. Askerliğini -sadece mektup bekleyen biri- olarak gördük. “Bak, böyle…” diye başladığı müzik anlayışına tepki sadece siyasal anlamda geldi. Cahit Berkay yaşıyor, öğrenilemez miydi çeşitli tartışmalar, anlaşmalar… Müziği birlikte düzenlemiyorlar mıydı? Hoş, öyle olsa bile bir çaba görmek isterdik. Konserlerinde (benim en çok hoşuma giden, girişte “gençler ve daima genç kalanlar” sözü ve ezgiye uygun dans etmesiydi, gözlerim aradı, çünkü bunlar Cem Karaca’nın alamet-i farikasıydı) sadece bombalanma gibi en uç örnekler verilmiş. Dinleyiciler, insanlar sadece siyasi tepkiler veriyor… Oysa yediden yetmişe sevilen biriydi…

Yüksel Aksu, toplumsal gerçekçi temelleri olan filmler çeken bir yönetmen. Bu kez, nasıl olmuş da böylesi, yeterince işlenmemiş (televizyon ve mikrofonlar gibi bazı maddi hataları da olan) bir filmi çekmeyi kabûl etmiş. Senaryosunda da katkısı olmasına rağmen oturmuyor üzerine… Bir pencere açılmış Cem Karaca gelmiş, şarkı söylemiş ve gitmiş. Onun şarkılarıyla günlerini doldurmuş insanlar için o kadar basit değil.

İzleyici, biraz zor olsa da, umalım ki, duygularını da katarak kendi Cem Karaca’sını yaşar filmde…

26 Ocak’tan başlayarak gösterimde…

(20 Ocak 2024)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Yatağımdaki Düşman

Normandiya’nın sahil kasabasında büyümüş Fransız edebiyatı öğretmeni Blanche liseden eski arkadaşı Grégoire ile bir partide karşılaştığında yakışıklı adamın cazibesine kapılması uzun sürmüyor. Cinsel sinerjinin de tuttuğu beraberlik, genç kadının hamile kalışının ardından yıldırım hızıyla evliliğe evriliyor. Bankacı kocanın tayini nedeni ile okyanus kıyısından Fransa’nın öbür ucundaki ormanlık Metz’e yerleştiklerinde yeni bir düzen kuruluyor. İlkinin ardından ikincisi de gelen çocukların bakımı için eve kapanan genç kadın 7 yılın ardından sıkıştığı evlilik hapishanesinden kurtuluşun yollarını aramaya başlıyor.

Eric Reinhardt’ın çok satan romanından uyarlanan ‘Narsistle Aşk / L’Amour et Les Forêts’ Fransız yönetmen Valérie Donzelli imzasını taşıyor. Geçtiğimiz yıl Cannes’da dünya prömiyerini yapan film tutkulu başlayıp toksik hale dönüşen bir evliliğin hikâyesi. Başlarda ideal bir partner olarak gönülleri çelen Grégoire’ın (yakışıklı Melvil Poupaud) buyurgan narsist kişiliği ile tanışmamız çok uzun sürmüyor. Blanche (tutkulu Virginie Efira) bu süreçte biraz gecikiyor ya da buna senaryonun zaafı diyelim. Metz tayinini genç kadını annesi ve ikiz kız kardeşinden uzaklaştırmak için kocasının ayarladığını öğrenince Blanche çileden çıkıyor. Artık romana ve filme özgün adını veren ‘aşk ve ormanlar’ bu kâbusa dönüşmekte olan beraberliğin dikişlerini tutmaya yetmeyecektir.

Ne Molière ne Flaubert’den alıntılar filmi kurtarmaya yetmiyor ama. Tahakküm altındaki bir ilişkiyi irdelemek için yola çıkmış olan film Hollywood usulü bir korku – gerilim serüvenine evrilmekte gecikmiyor. Benzer bir toksik beraberliği konu alan Julia Roberts’lı 1991 yapımı Joseph Ruben filminin adını (Sleeping with the Enemy) başlığa almam biraz da bu yüzden. Oysa Donzelli’yi İstanbul Film Festivali’nde izlediğimiz 2011 yapımı ‘Yaşam Savaşı / La Guerre est Déclaréé’ filmiyle bağrımıza bastığımızı anımsıyorum. Uğursuz bir beyin tümörüyle dünyaya gelen henüz 1 yaşındaki Gabriel’in yaşam savaşının anlatıldığı özyaşamsal anlatıda Donzelli ve çocuğunun babası olan o yıllardaki partneri Jérémie Elkaïm bizzat anne ile babayı canlandırmıştı. Bildik klişelerle dolu ‘Narsistle Aşk’ı o denli sevemedikse de oyuncularının hatırına bir göz atılabilir belki.

(20 Ocak 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Onat Kutlar ve Sinematek Yıllarımız

Türk Sinematek Derneği’ne üye olduğumda 15 yaşındaydım. Saint Joseph’teki ortaokul yıllarımda üst sınıflardan liseli bir ağabey 18 yaş engelini halletmiş ve benim gibi sinema tutkunu sınıf arkadaşım kadim dostum Haluk Pulatsü ile birlikte yepyeni bir aleme dalmıştık. 1972 yılının Aralık ayından başlayarak derneğin 80’li yıllardan itibaren Taksim Sanat Evi adı altında cafe-bar olarak faaliyetini sürdürecek olan mekânında dünya sinemasının ticari gösterimlerde karşımıza çıkmayacak hazineleri ile buluştuk. Derneğin efsanevi başkanı Onat Kutlar ile o günlerde tanıştık. Biz yeni yetme iki sinema sevdalısı onun heybetli duruşu ve engin birikiminden büyülenmiştik. İlk izlediğim film olan Andrzej Wajda’nın ‘Kayın Ormanı’nı hiç unutamam. Akabinde ‘Potemkin Zırhlısı’ndan ‘Yurttaş Kane’e ‘Yaban Çilekleri’nden ‘Los Olvidados’a yedinci sanatın engin sularında keyifle yol almaya başladık.

Sinematek eşi bulunmaz bir okuldu. 1965’teki kuruluş günlerine yaşım itibarıyla yetişemedim gerçi ama ‘Yeni Sinema’nın hâlâ çok değerli yazılar ve incelemeler içeren eski sayıları, hâlâ özenle sakladığım derneğin programlarının açıklamalı olarak yer aldığı ‘Film’ ve daha sonra Sinematek yöneticilerinin çıkardığı ‘Yedinci Sanat’ dergileri kılavuz oldu bizim kuşaklara. Kutlar’ın moderatörlüğünü yaptığı açık oturumlarda yönetmenler ve sanat insanlarından çok şeyler öğrendik.

Geçtiğimiz İstanbul Film Festivali’nde ilk gösterimi yapılan, Önder Esmer’in yönetmenliğini yaptığı ‘Aşk, Ateş ve Anarşi Günleri: Türk Sinemateki ve Onat Kutlar’ adlı belgesel yaklaşık 60 yıl önce kültür hayatımıza giren, ticari sinema örnekleri dışında farklı ve çok güçlü bir sanatın varlığını keşfetmemizi sağlayan Sinematek mucizesini genç kuşaklara anlatmak; mucizenin baş mimarı Onat Kutlar ve kurucu yol arkadaşlarının Yeşilçam’a alternatif olabilecek yeni sinemacılar ve aralarında bulunduğum yazarlar topluluğunu yetiştiren çileli ama çok keyifli serüvenini belgelemek için yapılmış. Belgesel zor yıllarda sinema sevgisinin gelişmesinde büyük katkısı olmuş bilge kültür adamı Kutlar’ın Sinematek’in kuruluş ve gelişme yıllarındaki büyük çabasının izini adım adım anlatıyor.

1980 yılında tüm derneklerle birlikte Sinematek’in kapısına zincir vurulduğunda ne denli kederlendiğimi hatırlarım. Ama Kutlar hiç pes etmemiştir. Derneğin başkanlığını 1976’da sevgili Vecdi Sayar’a devrettikten sonra ekibi ile birlikte AKM sinema salonunda haftalık düzenlenen toplu gösterilerle Sinematek’in açtığı yoldan ilerlemiş, 1982 yılından başlayarak aynı ekip önce Sinema Günleri daha sonra İstanbul Film Festivali şemsiyesi altında bu çabanın meyvelerini günümüze kadar ulaştırmıştır. Kutlar’ın belgeselde sözü geçmeyen bir de Alkazar Sineması işletmeciliği vardır ki bu sayede 15 günlük festival tüm seneye yayılmış ve Alkazar yıllar boyu çağdaş sinema sanatının seçkin örneklerine ev sahipliği yapmayı sürdürmüştür.

30 Aralık 1994’te Taksim Marmara Cafe’ye bırakılan bomba disiplinlerarası sanat insanı Onat Kutlar’ı en verimli çağında aramızdan aldı. Açtığı yolda yetişen ve yetişmekte olan sinema insanlarına ışık tutmayı sürdüren Kutlar’ın aramızda olamayışının 29. yılında onun aziz hatırasını hasretle anan bu belgeseli tüm sinema tutkunlarına öğütlerim. Önümüzdeki günlerde ‘Başka Sinema’ salonlarında yer alması planlanan özel gösterimlerinin yanı sıra Mubi programı çerçevesinde dijital yayını devam ediyor.

(19 Ocak 2024)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Duygusal Dönüşüm: Hayvan Krallığı

Dünyayı beton yığınına dönüştürüp, yağmur ormanlarını kesip iklimi de küresel boyutta bozmaya başladığımızda “içimizdeki hayvan”ın da yaşama hakkını elinden almış oluyoruz. Ne zaman ki, doğada özgürce yaşayan hayvanlar için yaşamsal olanaklarını ellerinden aldık; hemen herkesin korktuğu, iğrendiği canlılar şehirlerimize de gelmeye başladı. Artık onlarla iç içe yaşamalıyız. Bir arada yaşayanlar muhakkak ki birbirinden etkilenir ve dönüşüme uğrar, değişir.

Thomas Cailley, “Hayvan Krallığı”nda bilim kurgu ile aksiyonu, drama ile komediyi, korku ile gerilimi bir arada kullanıyor; yani bizim için yaşamı yansıtıyor beyazperdeye. Kim, niye, nasıl, hangi nedenle dönüşüyor, değişiyor bilmiyoruz. Filmin derdi bu değil zaten; film bize “içimizdeki hayvan”ı ve dünyanın değişimiyle birlikte nelerle karşılaşabileceğimizi anlatıyor. Baba (Roman Duris) ve oğul Émile’yi (Paul Kircher) izliyoruz; değişime uğramış annenin peşinden.

İnsanlar kuştan eklembacaklılara, kurttan bukalemuna hiç ummadığınız bir şekilde dönüşüyor; niyesini nedenini siz bulacaksınız. Devletin değişen dönüşen canlıları hastaneye/hapishaneye tıkması (ve tabii, araştırma yapması) gibi Émile’in öğrenci arkadaşları arasında da bu duruma karşı görüşü olanlar var: Birileri yok edelim derken, birileri nedenini çözmenin gerekliliğini vurguluyor, birileri de bir arada yaşamanın yollarını bulmayı öneriyor.

Baba ile oğul arasındaki süregelen kuşak çatışması ve birey olduğunu kanıtlama çabası yaşamın ana izleği olduğu gibi filmin de temelinde yer alıyor. İnsanlar ne kadar gizlerse gizlesin bir şekilde açığa çıkarıyor içindekini. Cips yerken pervasız davranan Émile’e, baba François da katılıyor ancak biri kalırken diğeri dönüşüyor.

Baba François, dönüşümünü engelleyemediği oğlunu doğaya, “özgür yaşam”a salarken aslında dramatik, ama aynı zamanda bir mesajla bu değişimin herkes tarafından kabul edilmesi gerektiğini vurguluyor. İzleyici, kendi yaşadıklarıyla olması gerekeni tartışıyor ister istemez: Ne olacak?

Thomas Cailley’in senaryosunu da yazdığı, doğrudan insan psikolojisini anlattığı filmi duygusallığın ötesinde gelecek kaygılarını, yaşamsal olanakların (iklim krizi, ekonomik sorunlar, toplumsal huzursuzluk, göçler nedeniyle) giderek tükendiği yeryüzünde, herkesin kendi gücü oranında çözüme odaklanması gerektiğini vurguluyor.

19 Ocak’tan başlayarak gösterimde…

(18 Ocak 2024)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

2023 Yılı Film Festivalleri Değerlendirmesi

2009 yılından başlayarak her yıl tekrarlanmakta olan bu çalışma, sinema araştırmacısı Hayri Çölaşan tarafından kameraarkasi.org web sitesi veri tabanından yararlanılarak yapılmaktadır.

Bu çalışmada yurtiçi ve yurtdışında düzenlenen Türk film festivalleri ile ilgili verileri tüm yıl veritabanına ekledikten sonra veri istatistiklerini işleyerek, araştırmacılara, sinema yazarlarına, yönetmenlere, öğrencilere ve devletin bu alanda çalışan kuruluşlarına değerlendirmelerinde yardımcı olabilecek bir kaynak oluşturulması amaçlanmaktadır.

Başka ülkelerde bir benzerini bulamadığımız bu kaynak, festival düzenleyenlere başka festivallerle ilgili olumlu anlamda fikir verebilir. İstatistikler, festival içi değerlendirmelerin dışında diğer festivallere göre sizin festivalinizin genel durumunu, gidişatını anlamaya yardımcı olacaktır.

Öğrencilerin piyasayla ve festivallerle ilgili genel bir bakış elde etmesi, yönetmenlerin başkalarının çalışmalarını ve sonuçlarını değerlendirmesi, sinema yazarlarının istatistiklerden yararlanması, eğitimcilerin yönelimleri, eksikleri ve gerekleri izleyip değerlendirebilmesi de bu çalışmanın amaçları arasındadır.

Önceki yıllarda yapılan geri dönüşler, bu ve benzeri çalışmaların çoğalmasının konuyla ilgili herkes için değerli olacağını göstermektedir. Bu kaynak, aynı zamanda gelecek nesiller için ülkemiz sinemasında bu yıl neler olup bittiğine dair veriler sağlamaktadır.

Sinema alanında araştırma yapan, kitap, tez yazan ve bize ulaşan herkese ücretsiz olarak verilerden yararlanma imkanı sağlanmaktadır.

2009 yılından bugüne yazılan kitaplar aşağıdaki linklerden takip edilebilir:

2010 Film Festivalleri Değerlendirmesi
2011 Film Festivalleri Değerlendirmesi
2012 Film Festivalleri Değerlendirmesi
2013 Film Festivalleri Değerlendirmesi
2014 Film Festivalleri Değerlendirmesi
2015 Film Festivalleri Değerlendirmesi
2016 Film Festivalleri Değerlendirmesi
2017 Film Festivalleri Değerlendirmesi
2018 Film Festivalleri Değerlendirmesi
2019 Film Festivalleri Değerlendirmesi
2020 Film Festivalleri Değerlendirmesi
2021 Film Festivalleri Değerlendirmesi
2022 Film Festivalleri Değerlendirmesi
2023 Film Festivalleri Değerlendirmesi

(18 Ocak 2024)

Hayri Çölaşan
Sinema Yazarı, Araştımacı, Festival Danışmanı, Görüntü Yönetmeni
http://www.hayricolasan.com
hayri.colasan@gmail.com
0535 566 7340
http://www.kameraarkasi.org
kameraarkasi.org@gmail.com
https://independent.academia.edu/HayriÇölaşan