Kategori arşivi: Yazılar

28 Mart 2008 Haftası

“Babam Romulus”, Büyük Savaş sonrası bir tür ‘yitik’ olan göçmen kuşağı insanlarından baba ile küçük oğlunun, çok özel bir kadın olan annenin problemli ‘arayış’ında verdikleri zorlu sınavı, acımanın ve merhametin en anlamlı hallerinde anlatıyor: Avustralya’nın geniş doğasında 1960 ve takip eden yaz aylarında Avrupa’dan göçmüş insanların sevgi arayışları, sizi tuhaf bir kaybolmuşluğun içine sürükleyecek.

“Kalpazanlar”, “soykırımın ortasında, sadece bir duvar kalınlığı mesafede ırkından insanlar öldürülürken katillerle işbirliği mi yapardın, yoksa…” sorusunu vicdanlara yerleştiren, ahlâksal ikileme düşüren, yaman bir film: Yabancı Film Oscar Ödülü’nü hakkıyla almış yani.

“Kesişme”, tamamen yabancısı olduğunuz bir ülkede kaçak çalışıp yaşamanın nasıl bir şey olduğunu adım adım, sakince ve içli bir tonda öykülüyor: Gerçekçi, neredeyse yarı belgesel gibi.

“Özgürlük Savaşçısı”, biraz “Yıldız Savaşları”ndaki Jedi felsefesinden, hafif “The Matrix” stilinden ve baskın biçimde “Yüzüklerin Efendisi”nden esinlenmiş bir video oyun uyarlaması olsa da, iki savaş sahnesindeki kusursuz aksiyon / mükemmel kurgu için bile izlenebilir: Sertliğinin 13 yaş alt sınırına göre ayarlanmış olduğunu anımsatmakta yarar var.

“Tanrının Vadisinde” Irak işgâli sürerken çekilmiş sağlam anti – militarist filmlerden, her sahnesi incelenebilecek bir sinema başyapıtı: İzlemek zorundasınız; çocuklarınızı anlamsız savaşlara sürüp birer ‘yaratık’ haline getirmemek insanlık göreviniz olduğu için!

(27 Mart 2008)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Ankara Film Festivali’ne Açık Mektup

Sayın Festival Yetkilileri,

Türkiye’de bir film festivali düzenlemenin ve bunu sürdürmenin meşakkatli bir iş olduğu, özellikle Ankara Film Festivali’nin ne tür mali zorluklarla yapıldığı hepimizin malûmu. Öte yandan sağlıklı bir festival organizasyonu için dev bir bütçeye sahip olmanın da yeterli olmadığını başka örneklerden biliyoruz.

Yine de izninizle, oraya filmini vermiş bir belgeselci olarak, 19’uncu yılına gelmiş bir festivalin mali sıkıntılarla pek de açıklanamayacak hallerini eleştirme hakkımı kullanmak ve bazı temel beklentilerimi dile getirmek istiyorum.

Öncelikle bir noktanın altını çizeyim: Ankara Film Festivali’nin yerli belgesellere üç ayrı bölüm ayırıp olabildiğince geniş yer vermesi takdir edilecek bir şeydir. Tabi o filmlere ve yaratıcılarına, festivalin kenar süsü ve daha kötüsü gereksiz bir yük muamelesi yapmamak kaydıyla…

Filmlerimizin ödüllendirilmesi elbette bizi sevindirir; ama sırf bir yerlerde ödül alsın diye film yapanımız yoktur herhalde. Biz belgeselciler filmlerimizi, ödül toplasın diye değil mümkün olduğu kadar seyredilsin ve tartışılsın diye yapıyoruz. Bu nedenle en azından kendi filmlerimizin festivaldeki gösterimine davet edilmeyi, hadi onu geçtik gösterim gün ve saatinden haberdar edilmeyi, yönetmen olmasa bile film ekibinden birilerine -sözgelimi filme konu olan karakterlere- gösterime katılma olanağının tanınmasını, bunu da festivalin organize etmesini bekliyoruz.

Bir festivali festival yapan şeyin böylesi bir katılımcılık olduğuna inanıyorum. Beş yıldızlı otellerde ağırlanmaktan, kırmızı halılarda yürümekten söz etmiyorum elbette. Ama ne yalan söyleyeyim, her yıl İstanbul’dan kaldırdığınız ‘festival treninde’, üçüncü mevkide bile olsa belgeselci ve kısa filmcilere yer ayrılmamasını garipsemiyor değilim.

Yine, biz filmlerimizi ‘yarışma filmi’ olarak yapmıyoruz. Bu nedenle festival gösterim çizelgesinde, bütün belgesellerin “Belgesel Film Yarışması” etiketli tek bir sepet içinde sunulmasından rahatsızlık duyuyoruz. Filmlerimiz kendi adıyla anılsın, festival gösterim çizelgesinde bu adla yer alsın, seyirci de “gidip bir yarışma filmi izleyeyim, artık bahtıma ne düşerse” mantığıyla değil hangi belgeseli izleyeceğini bilerek salona gelsin istiyoruz. (Bilmem ki çok mu şey istiyoruz? Çünkü bu toptancı yaklaşım, ne yazık ki diğer festivallere de egemen…)

Filmlerimizin, seçici kurula izleme kopyası olarak gönderdiğimiz DVD’den değil gösterim kopyasından (Betacam, DigiBeta, vb.) seyirciye sunulmasını, dünyanın her yerindeki festivallerde olduğu gibi, festivaldeki ilgili birimin kopya trafiğini takip ederek bizden bu kopyaları zamanında talep etmesini bekliyoruz.

Son olarak; festivalin başka hiçbir etkinliğine katılmamayı garantilemek istercesine, sadece ödül töreni için 6-7 saatliğine çağırdığınız konukların hiç değilse ulaşım planını emrivaki yapmadan, karşılıklı teyit ederek oluşturmanın asgari bir organizasyon gereği olduğunu düşünüyorum.

Festivalin hiçbir aşamasına katılımımı beklemeyen, jüri kararları günler öncesinden belli olduğu halde beni son dakikada arayıp “şu saatte gelip şu saatte dönmemi” şart koşan, başka da bir seçenek tanımayan festivalinizin ödül törenine gelemeyeceğimi, sırf ödülümü teslim almak üzere orada arz-ı endam etmenin benim için ne yazık ki bir şey ifade etmediğini bildirmek istiyorum. Yine de eğer töreninize katılsaydım ve kısa bir konuşma yapma olanağım olsaydı, bu hakkımı yukarıda sıraladığım eleştirileri dile getirmek için kullanırdım.

Sizlere keyifli ve sorunsuz bir kapanış töreni diliyorum.

Saygılarımla,

Necati Sönmez / Yönetmen / “İbret Olsun Diye”

(24 Mart 2008)

Filmler Yarış Atı Değildir

Ülkemizde ilk film yarışması 1948’de yapılmıştır. 1917’den başlayan film üretimleri asıl artışını 50’li yılların başlaması ile gösterecektir ama ilk yarışma film üretimlerinin daha az sayıda olduğu bir yılda yapılmıştır. Bundan sonraki yıllarda yapılan farklı yapılardaki yarışmalarda o yılların öne çıkan filmleri yarışmıştır ama, 1964 yılında Antalya Film Festivali (Altın Portakal) başlayana kadar yerleşik bir yarışmamız yoktur. Behlül Dal’ın girişimleri sonucu başlayan Altın Portakal giderek Yeşilçam’ın yaz tatili olmaya dönüşmüş, bu arada “film yarışması”da yapılmış ve zaman zaman sonuçlar tartışmalar doğurmuştur.

Yarışmaya katılan film sayısının giderek artması, ön eleme düzenini ortaya getirmiş, tartışmaların bir kısmı da bu aşamada başlamıştır. Elemelerde başlayan tartışma sonuçlarda da devam edince ortaya garip tutumlar çıkmıştır. Geçtiğimiz yıllarda Tanju Gürsu Köpekler Adası filmi ile “En İyi Oyuncu” ödülünü alınca ortaya garip bir tartışma başlatılmıştı. Gürsu’yu Müşfik Kenter seslendirdiği için ödülde O’nun da payı olduğu görüşü ortaya atılmıştı. Burada bir soru akla gelmeli hemen, o yıldan önce (tabii sonra da) Antalya’da ödül alanların kaç tanesi acaba kendisini seslendiriyordu? -Çünkü o yıllarda tüm filmlere dublaj yapılıyordu.- Bu tip festivallerde seçici kurullar, başlangıçta kendilerine bir takım kriterler belirlemelidirler ki; değerlendirmeler onlara göre yapılsın. Bunların yeteri kadar belirlenmemiş olması veya yarışmaya katılanlarca bilinmemiş (anlaşılmamış) olması tartışmaların nedeni olmaktadır. Film festivalleri kendilerine belirli bir konuyu seçebilirler; bu başlangıçta belirlendiği için başvurularda bu dikkate alınacaktır ve ön elemenin eleştirilerini önleyecektir. Benim bildiğim kadarı ile Antalya’da böyle bir kıstas yok (varsa bu benim cahilliğim). Bunun için geçen yılki yarışmadan önce yapılan ön elemede yaşanan “eleme tartışmasını” belirleyecek önceden belirlenmiş objektif kıstaslar olamadığından sadece seçici kurulun değerlendirmeleri tartışılmış oluyor.

50’li yıllardan sonra sürekli artan yapılan film sayısı 70’li yılların başında 300 ulaşmıştı (1972 de 299) O yıllarda yapılan yarışmalara 200’ü aşkın film içinden katılımlar oluyordu, 80’li yıllardaki krizden sonra bu sayı hızla düştü, şimdilerde giderek film sayısı her yıl artıyor, fakat bu 30’lu sayıları pek geçmiyor. Bu kadar filmin bir kısmı da piyasada hiç görülmüyor, ortaya çıkan filmlerde ülkemizde yapılan -hemen- tüm yarışmalara katılıyorlar. Bu yarışmaların bir kısmında ön eleme olmayabilir; yarışmada yarışan filmler farklı seçici kurullar önüne çıktığında ise -aşağı yukarı aynı filmler- farklı şekilde değerlendirilebiliyor, bu ise farklı tartışmalara olanak veriyor.

Geçen yıl Antalya ön seçici kurulu tarafından elenen Ümit Ünal’ın Ara filmi bu yıl İstanbul Festivali’nde yarışacak. (Yani bir yarışa alınmadı, diğerinde var). Bunun gibi başka filmlerde vardır, olacaktır, gelecek yıllarda da olacaktır.

Festivaller hep olacak, birinde kazanan diğerinde -belki de yarışamayacak veya- değerlendirilmeyecek, bunu seçici kurul “takdiri” olarak kabûl etmek gerekir. Tabii eleştiri hakkı her zaman mahfuzdur. Son Antalya’ya katılan filmlerin hepsini görmedim, ama bu gün (23.3.2008) gördüğüm Ara’nın o filmler arasında olmuş olmasını dilerdim, -bilinmez- belki seçici kurulun ”portakal”larından birini alabilirdi. Yarışmalı festivaller bir değerlendirme ile sonuçlanır, yoksa her hangi bir amaçla yapılan toplu film gösterimlerinden farkı kalmaz ama seçici kurul kararlarının değişken olduğu gerçeğini unutmamak gerekir. Tamamen farklı koşullarda yapılan filmlerin, farklı seçici kurullar önünde “yarıştırılıp” bazen aynı sonuçlara bazen de farklı sonuçlara ulaşmak olasılığı -her ikisinde de- vardır. Sonuçtan tartışma çıkartmak, filmleri de -film değil- yarışmacı (yarış atı) olarak değerlendirmek (eğer yapılıyorsa) doğru olmaz sanırım.

(23 Mart 2008)

Orhan Ünser

Anime

O zamanlar karton film (cartoon) diyorduk. Sinemalarda filmlerden önce böyle kısa metraj Walt Disney kaynaklı, bu tarz filmler oynuyordu. Sonraki yıllarda böyle cartoon’ların uzun metrajlıları da sinemalarımız perdelerine yansıdı (Leydi’nin Aşkı). Bu arada cartoon’un daha genel adlandırılması ile animasyonun bir bölümü olduğunu öğreniyorduk. Walt Disney dışında, hatta ABD dışında da animasyonlar yapıldığı, zaman içinde edindiğimiz bilgiler oldu. Çok farklı yapılanmalar (teknik) gösteren bu animasyonlar, içerik olarak da farklılık gösteriyordu. Televizyonun gelmesi ile animasyon alanında Japon’ların farklılıklarına tanık olduk. Japon animasyonunun biri bitip biri başlarken, tekniğinin de farklılığını fark ettik. Şimdilerde Susan J. Napier’in Anime (ES Yayınları – 2008) kitabından Japon animasyonuna başka bir boyuttan tanıklık ediyoruz.

Anime, adı Japon animasyonu anlamına geliyor, öncelikle. Geçmişi de hayli gerilere gidiyor. Manga denilen çizgi-roman geleneğinden kaynaklanan anime, televizyon dizileri ve sinema filmleri olarak geniş bir pazara (öncelikle iç “Japonya” ve ABD’de) sahip. Napier bir anime uzmanı olarak, türü değişik boyutları ve ağırlıklı olarak ele aldığı bir takım örnekleri ile inceliyor.

Filmlerde kahraman olarak kadın tipleri öne çıkıyor, ülkemizde animasyon ile pek bağdaştırılamayacak cinsellik ağırlık kazanıyor, insan formatında (veya değil) değişik türden canlılar olaylara karışıyor (kahraman oluyor), farklı etkilerle cins değiştirmeler (kadın / erkek, erkek / kadın) sıradan olaylar. Dünyanın sonu / mahşer, farklı dünyalar ile ilişkiler, uzay, Japon tarihi, İkinci Dünya savaşı (atom bombası – Hiroşima / Nagazaki ) ve sonrasının Japon toplumuna etkileri farklı yorumlara konu oluyor.

Asıl ilginç olan, anime alanında uzmanların çoğunluğu; bir anime uzmanı olan kitabın yazarı Susan J. Napier anime uzmanı olarak pek çok isme gönderme yaparken, bunların bir kısmının da anime bir kısım alt konularında da uzmanlaştığını görüyoruz. Bunu kıskandığımı itiraf etmek isterim. Şimdiye kadar en fazla gişe hasılatı yapan Japon filminin (normal sinema filmleri de dahil) animasyon olması konusu ise, türün sinemamızdaki yerini düşündürüyor insana. Evvel Zaman İçinde (1951 Yön: Turgut Demirağ – Resim Direktörü: Yüksel Ünsal) hem de uzun metrajlı olarak yapılmasına rağmen, Hollywood stüdyolarında kaybolup gitmesinden sonra, animasyonun devam etmemesi, kısa metraj ve ağırlıklı olarak reklâm filmlerinde kalması ise sinemamızın bir gerçeği. Sinemamızın bir başka gerçeği de çizgi roman kaynaklı normal sinema filmleridir. Çizgi romanları dizi veya film olarak sinemaya uyarlamayan sinemamız, bunları normal (gerçek kişilerle) sinema filmi olarak yapmıştır. (Cicican / Bedri Koraman – Ertem Göreç – 1963, Hüdaverdi – Pırtık / Sezgin Burak – Lale Oraloğlu – 1971, tek film olarak çekilirken, Tarkan / Sezgin Burak, Malkoçoğlu / Ayhan Başoğlu, Kara Murat / Rahmi Turan, Karaoğlan / Suat Yalaz, dizi filme olarak çekilmişlerdir.)

Anime, türün çok sayıda örneğini inceleyen, bu arada türün ülkesinde gösterdiği çeşitlilikleri anlatan, sinemanın ne boyutlarda inceleme ve araştırma konusu yapıldığı hakkında ip uçları veren bir kitap. Bu kitabın, şimdiye kadar yayınladığı 58 kitabın tamamının sinema (ve türevleri) konusunda olması ile ülkemizde bir ilki gerçekleştiren bir yayınevi (ES Yayınları) tarafından yayınlanması ise ülkemizin ilklerinden birini oluşturuyor.

(23 Mart 2008)

Orhan Ünser

21 Mart 2008 Haftası

“Anestezi”nin özünde, dehşete düşüren bir bilimsel gerçeği çıkış olarak kullanıp entrika içeren bir gerilim içerse de, anne – oğul arasında oluşan ve benzeri olmayan sevgi – fedakârlık ilişkisi var: İstemezsiniz değil mi, ameliyat masasında hiç hareket edemeden ve ağzınızı dahi açamadan, operasyonun tüm ayrıntılarını, örneğin göğüs kafesinizin kesilmesini aynen hissetmeyi!

“Banka İşi”, zevk veren entrikalar ile çevrelenmiş banka soygununu, öncesi ve sonrası ile öyle usta işi bir kıvamda sunuyor ki: Heyecan verici bir seks kaçamağının zincirleme olaylara yol açarak bir dizi hayatı nasıl değiştirdiğine inanamıyorsunuz ama gerçek işte!

“Juno”, günümüz sinemasının en özgün genç kız karakterlerinden birini yaratırken, 16 yaşında hamile kalmanın belirsizlikleriyle mücadelede “şefkat” sözcüğünün anlamını yeniden düşündürtüyor: Zeki bir senaryo kuşkusuz, ancak “pembe”lik dozu biraz fazla kaçmış!

“Paranoid Park”, amatör patencinin boğucu hikâyesini izleyeni boğarak anlatıyor: İlla görecekseniz telef olmaya da hazır olun!

“Uçurtma Avcısı”, hepimizin hayatında ödememiz gereken bir kefaret olduğuna dair ‘iç sorgulama’ yapmamızı sağlayan, insan özgürlüğünün değerine dair, hüzünlü, hem de çok hüzünlü bir film: Unutmayın, vicdanları kanayanlar için hiçbir zaman geç değildir, haksızlıkları telafi etmenin bir yolu daima bulunur!

(19 Mart 2008)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Yeşilçam Masalı

Kimi iyi, kimi kötü karakterleriyle, çoğunlukla mutlu sona ulaşan maceralarıyla, damakta eskiye özlemin o kekremsi tadını bırakan siyah-beyaz görüntüleriyle, bir masal, Yeşilçam. İşte bu yüzden, Yeşilçam Masalı koydum R – 1’de yayınlanan belgesele. Çocukluğumun kahramanlarıydı tüm o karakterler. İnanılması güç şartlarda film yapmaya çalışan yönetmenlerin ve oyuncuların gerçeği kadar, annemin elinden tutup biraz ürpererek girdiğim karanlık sinema salonlarında, boğazıma düğümlenen gözyaşlarının, attığım belki de ilk bilinçli kahkahaların, kafamda dönüp dolaşan ilk soruların ve beyazperdede olmadığı zamanlarda gökteki yıldızların yanında olduğunu düşündüğüm yıldızların anısı da, temel taşları oldu aslında bu programın. Çünkü Yeşilçam, bir anlamda, yakaladığım andan itibaren tabii, benim kişisel tarihim. Tıpkı çoğu insanın olduğu gibi. Hangimiz kendini içten içe o karakterlerden biriyle özdeşleştirmedi? Kemal Sunal’a bakıp kahkahalar atmadık mı? Turist Ömer’e gülerken bir yandan da gözümüzden süzülen yaşları elimizin tersiyle silmedik mi? Erol Taş’tan korkarken, Kadir Savun’a sarılmak istemedik mi? Adile Naşit, bir kuşağın annesiydi. Onlar bir aileydi. Bizim de parçası olduğumuz, kocaman bir aile…

İşte, tüm bu duygu ve düşüncelerle oluşmaya başladı Yeşilçam Masalı projesi. Önce Yeşilçam ve Türk sineması hakkında bugüne kadar yazılmış ne kadar kitap varsa aradım. Kitapçılarla yetinmedim, arkadaş kütüphanelerini karıştırdım, olmazsa olmaz sahafları dolaştım… Ardından İstanbul Radyosu’nun arşivi taradım. Türk sinemasına dair ulaşabildiğim ne kadar röportaj, ses kaydı varsa topladım. Geçmişe dair ses kayıtları ve belgeler için Mimar Sinan Üniversitesi’ne ve TRT Televizyonu için Türk Sinema Tarihi belgeseli hazırlamış olan Profesör Doktor Sami Şekeroğlu’na ulaştım. Sonunda sıra, şu an hayatta olan Yeşilçam emekçilerine geldi. Kimi, küskündü, konuşmak istemedi. Kimi, o parlak, şöhretli günlerinde olduğu haliyle, sesiyle kalmak istedi anılarda. Kimine programın süresi az geldi, anlatacak o kadar çok şey vardı ki, sığamamaktan korktu dar zamanlara. Ama çoğu da, gözleri kimi zaman dolu dolu, kimi zaman şaşkınlıktan kocaman olmuş, kimi zaman da kahkahalar atarak onlara mikrofon uzatan bu genç kadını, yani beni, kırmadı, yüreğini açtı. Kimler yoktu ki mikrofonun arkasında? Ediz Hun, Göksel Arsoy, Temel Gürsu, Jeyan Mahfi Tözüm, Arif Keskiner, Erol Büyükburç, Parla Şenol, Giovanni Scognamillo, Burçak Evren, Agâh Özgüç, Ülkü Erakalın, Tomris Oğuzalp, Rüştü Asyalı, Yusuf Kurçenli, Muzaffer Hiçdurmaz…

Röportajlar tamamlanınca, ortaya bir başka soru çıktı. Program nasıl işleyecekti? Dinleyeni sıkacak ve programı tekdüzeliğe sürükleyecek kronolojik bir anlatımdan özellikle kaçındım. Sonunda da Türk sinemasının türlerine göre işlemeye karar verdim. Tüm okuduklarım, topladığım belge ve kitaplar, hafızamda kalanlar, yaptığım röportajlar, elde ettiğim eski ses kayıtları ve tabii duygularım bir araya geldi ve belgeselin Yeşilçam’ın Masal Filmleri başlıklı ilk bölümünün kurgusu tamamladım. Bu bölüm dinleyiciyle buluştuğunda takvimler 4 Temmuz 2007 Çarşamba gününü göstermekteydi.

25 dakikalık bu kısacık ama gerisinde uzun çalışma saatleri barındıran program, Yeşilçam Masalı, o günden sonra tam 6 ay boyunca her Çarşamba dinleyiciyle buluşmaya devam etti. Bu yolculuğun tam 26 durağı vardı: Müzikaller, şarkıcı filmleri, komediler, devam filmleri, melodramlar… Kısacık tarihine binlerce film sığdırmış Yeşilçam’ın el atmadığı tür yok gibiydi. Aralarından bir seçim yapmak bile başlı başına bir işti aslında.

Ve her masal gibi Yeşilçam Masalı da bitti. Aralık ayının son Çarşambası, arkasında yorgun, ama içi sızlayan bir yapımcı bırakarak veda etti dinleyiciye.

Ama bugün, geri döndü. Yanında, emeğin ve çalışmanın ödülüyle. Ne mutlu bana ve Türk sinemasının sevgili emekçilerine…

(14 Mart 2008)

Gülay Oktar Ural

14 Mart 2008 Haftası

“Cengiz Han”, 13. yüzyılın başından itibaren kısa sürede dünyanın en büyük imparatorluğunu kuran Moğol kağanının şahsında, insanoğlunun saf hallerini/erdemlerini yakalıyor: Doğası gereği kan dökerek güçlenirken adalet ve dürüstlükten şaşmamak gibi, ruhun özgürlüğünün esas olması gibi güçlü temalar, bu sağlam dokulu filmin değerine değer katmış bulunuyor.

“Günahkârlar”, cinsellik denli karmaşık/içinden çıkılamaz olan ‘cinsel suçlar’ dünyasından bir gerilim olarak, suçluları kontrol eden bir görevli olan başkarakterinin (ve çaylağının) peşinde, güvende olmadığınızı iliklerinize kadar hissettiren olaylara dalıyor: Sevdiğiniz birinin, örneğin evlâdınızın her an bir cinsel suça kurban gidebileceğini, bir film vasıtasıyla düşünmek bile yeterince korkunç!

“Meleğin Sırları”nda, dil öğreneceğine sert hayatı öğrenerek ‘çöken’ Türk kızının LA’deki yürek burkan öyküsü o kadar kötü yorumlanıyor ve o kadar ‘akmamakta direniyor’ ki, tarifi imkânsız: Sevgili yazar arkadaşımız Nadir Öperli’nin gayet isabetle belirttiği gibi, “bu filmin jenerikleri bile zor akıyor”!

“Spiderwick Günceleri”, babalarının terk ettiği üç çocuk ile annenin dramının karanlık bir fantastik dünyanın içinde şekillendiği ve çevremizi, daha da önemlisi iç dünyalarımızı ayrıntılarıyla görebilme yeteneğinin kalplerimizden geçerek kazanıldığına dair hikâye: Dikkat çekerim, küçüklerden çok büyüklerin izlemesi gerek.

(12 Mart 2008)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Hayattan Korkma, Bir İnsan Filmi

Baskül Ailesi ve Uy! Başuma Gelenler gibi sevilen dizilere imza atmış başarılı yönetmen Berrin Dağçınar’la 07 Mart’ta gösterime giren filmi Hayattan Korkma’yı ve sinemayı konuştuk. Dağçınar’a göre Hayattan Korkma öncelikle insanı anlatan bir film.

Başrol oyuncuları arasında Zeki Alasya, Tarık Papuçcuoğlu ve Hakan Boyav’ın da bulunduğu Hayattan Korkma, televizyon dizilerinin deneyimli yönetmeni Dağçınar’ın ilk sinema filmi. Yapımcı Sevda Kaygısız’ın da zaman zaman katıldığı ve daha çok Hayattan Korkma’yı konuştuğumuz sohbetimizde Dağçınar sinemaya dair düşüncelerini de bizimle paylaştı. Berrin Hanım’ın tıpkı filmine yansıttığı gibi hayata hep umutla ve gülümsemeyle baktığını da burada belirtmem gerekiyor.

İsmail Türkmen: Baskül Ailesi başta olmak üzere sevilen televizyon dizilerini yönettiniz. Hayattan Korkma sizin ilk sinema filminiz. Filme geçmeden bu konuyu sormak istiyorum. Dizi ve film yönetimini karşılaştırır mısınız?

Berrin Dağçınar: Aslında temelde aynı. Prensipleri aynı. Fakat şöyle bir fark var. Dizi haftada bir bölümün çekildiği ve rutine giren bir iş. Ve hatalarınızı bir sonraki bölümde çabucak telâfi edebilirsiniz. Ama sinema filmi öyle değil. Bir kere yapılıyor ve yaptıklarınızdan dönüş pek kolay değil. Onun için her aşamasında çok daha fazla dikkat istiyor. Film yönetmeninin her şeyi baştan iyi plânlaması gerekiyor.

İsmail Türkmen: O halde dizi çeken her yönetmen sinema filmi de yapabilir mi?

Berrin Dağçınar: Genel anlamda öyle. Fakat meselâ ben bir film yaptım diye kendimi bir sinema yönetmeni olarak görmüyorum tabii ki. Ancak sinemanın şöyle bir farkı da var. Bir filmi 50 kişi izlese hepsinin de kendine has yorumları oluyor. Halbuki dizi öyle değil. Alışkanlık yaratıyor, karakterleri benimsetiyor. Ve izleyen herkes aşağı yukarı benzer gözlerle bakabiliyor.

İsmail Türkmen: Bunun nedeni nedir sizce?

Berrin Dağçınar: Çünkü dediğim gibi diziler alışkanlık yaratıyor. İzleyici, karakterlerin ne yapacağını biliyor bir süre sonra. Karakter davranışları yoruma daha kapalı hale geliyor. En azından uzun süreli dizilerde bu geçerli.

ÖNCELİKLE İNSAN DUYGULARINI ANLATMAK İSTEDİM

İsmail Türkmen: Bununla bağlantılı bir soruyla Hayattan Korkma’ya geçebiliriz sanırım. Filminizde ana hikâyenin yanında, bir sinema filmi için çok sayıda yan hikâye ya da alt metin var. Ana hikâye üç ailenin kafa kafaya vererek bir sorunun üstesinden gelme çabaları. Bunun yanında da örneğin Zilli Emine’nin öyküsünü, Engin ile Kardem’in aşkını, Zehra’nın dramını izliyoruz. Daha önce dizi yönetmenizin bunda etkisi olabilir mi?

Berrin Dağçınar: Etkili olmadığını söyleyemem. Ancak şu da var ki normal hayatımızda bile tek bir hikâyenin üzerinden gitmiyoruz. Ayrıca biz insan duygularına yönelik bir çalışma çıkarmak istediğimiz için böyle bir kurgunun çıkması normaldi. Odağı farklı hikâyelerin kesişme yeri ana hikâye elbette. Örneğin Zilli Emine’nin yalnızlığı, üç ailenin güçlerini birleştirerek önemli bir sorunu çözme çabasıyla birleştirildiğinde daha anlamlı hale geliyor.

İsmail Türkmen: Yine de sanırım bu yan hikâyeler, çok az filmde olduğu kadar kendisini hissettiriyor filminizde.

Berrin Dağçınar: Doğrudur. Ancak insan duygularının daha vurgulu biçimde anlatılabilmesi için bu tür ögelerle beslenmesi gerektiği inancındayım. Bu sayede filmin daha etkili ve keyifli hale geldiğini düşünüyorum.

İsmail Türkmen: Filmin senaryosu da size ait. Senaryoyu da yazan bir yönetmen olmak daha zor olmalı. Ben şahsen filmi izlerken bazı sahnelerde sanki “senaryo ya da yönetimden taviz vermeniz gerekmiş ve bundan dolayı kurguda bir gerilim oluşmuş” hissine kapıldım.

Berrin Dağçınar: Aslında pek öyle değil. Başlangıçta filmi biraz daha uzun düşünüyorduk ama sonra teknik nedenlerle plânladığımızdan biraz daha kısa tutmamız gerektiği için sizin hissettiğiniz “sert geçişler” olmuş olabilir. Atmak zorunda olduğum bazı sahnelere kıyamama durumu olsa da sonuçta yapmam gerekeni yaptığımı düşünüyorum. Ancak tabii belki de başkasının yazdığı bir senaryo olsaydı biraz daha rahat davranabilirdim evet.

İsmail Türkmen: Sert geçişler demişken bir yerden örnek vermek istiyorum. Bedrettin’in karısının, kaynanasına “Bu çocuk için her şeyi yapacağız” şeklinde patlamasına seyirci öncesinde tam da hazırlanmamış gibi.

Berrin Dağçınar: Biz bunu özellikle yaptık aslında. Çünkü o ana kadar kaynanasına saygıda kusur etmemiş bir kadının bir çocuğun sağlığı söz konusu olduğunda nasıl bir isyan haline gireceğini göstermek istedik. Burada annelik duygusunun kaynanaya saygının önüne geçtiğini söyleyebilirim.

ANNE – ÇOCUK İLİŞKİSİ ÇOK ÖZEL

İsmail Türkmen: Kadın ve çocukların sorunlarına ilişkin filmde özel göndermeler var. Kadın ve anne olmanızın bunda ne derece etkisi oldu?

Berrin Dağçınar: Etkili olduğunu söyleyebilirim. Kişisel olarak anne-çocuk ilişkisinin diğer tüm ikili ilişkilerden farklı olduğunu düşünüyorum. Baba-çocuk ya da sevgili ilişkilerinden de çok ayrı bir durum söz konusu burada. Baba-çocuk ilişkisi de çok önemli olsa bile anne ile çocuk arasında organik bir bağ var sonuçta. Belki de kolay kolay koparılamayacak tek ilişki budur. Dolayısıyla filmde olduğu gibi bir çocuğun annesinden ayrılması çok travmatik olabiliyor. Bunu gerçek hayatta da görüyoruz ve kimilerine duygusallık olarak gelse de ben bu tür duyarlıkları öne çıkarmayı istedim.

İsmail Türkmen: Murat’ın hastalığının hikâyeye dahil olması nasıl oldu?

Berrin Dağçınar: Bu konuda genel bir bilgim vardı. Sonra araştırdığımda filmim için uygun bir vaka olduğuna karar verdim. Özellikle de kanser gibi daha yaygın bir hastalık üzerinden bir şeyler anlatmak da istemedim. Bu, zamanla gelişen bir hastalık ama aynı zamanda filmde yaşanan olayları tetikleyecek kadar da dramatik bir sorun. Çok tehlikeli olmasına rağmen kolaylıkla da halledilebilecek bir sağlık sorununun bazı insanları ne kadar zor durumlara düşürebileceğini anlatmak için uygun bir vakaydı.

İsmail Türkmen: Kişisel deneyimlerimle de tarttığımda aslında filmde her şeyin rahatlıkla gerçek olabileceğini düşünüyorum. Ama yine de kendi kendime “Filmden çıkan insanlar hayata dair acaba fazla mı umuda kapılabilir” diye sordum. Yani sanki sonuç itibarıyla filmde tamamen gerçek olabilirliğine karşın bir naiflik var. Bu konuda ne diyeceksiniz?

FİLMİMİZ FERAH BİR PENCERE GİBİ

Berrin Dağçınar: Açıkçası bunu da özellikle böyle kurguladığımızı söylemek isterim. Zaten bütün gerçekliği içinde filme bazı sahnelerde masalsılık katmayı uygun gördük. Çünkü meselâ renkli mısır patlakları gibi bir şey yok gerçekte. Çok denememize rağmen biz yapamadık en azından. Hepimizin pekâlâ yaşayabileceği sorunlar üzerinden “pes etmemenin mutlaka ödüllendirileceği” fikrini işlemek istedik.

Sevda Kaygısız: Zaten fazlasıyla karamsarlık dolu bir dünyada yaşıyoruz. Umutlarımızın içinde bile umutsuzluklar var. Sinemaya gelip filmimizi izleyen insanlara ferah bir pencere açtığımızı düşünüyorum. Bahsettiğiniz naiflik izlenimini veren tesadüfler iyisiyle kötüsüyle herkesin rahatlıkla yaşayabileceği şeyler ve bunlar bize güzellikler getirebiliyor.

İsmail Türkmen: Çocuklarına bile sevgisini göstermeyen bir karakter olarak Zehra da hayatın içinden mi? Çünkü çocuklarına sevgisini göstermeyen baba figürüne çok aşinayız ama böyle bir anneyi pek bilmeyiz.

Berrin Dağçınar: Kesinlikle böyle anneler var hayatta da. Zaten bir de küçük yaşta evlâtlık verildiği için yaşadığı travmaya bu şekilde tepki veriyor.

İsmail Türkmen: Bir de Allah’a inanan bir komünist Bedrettin var filmde.

Berrin Dağçınar: Aslında Allah’a inanıp inanmadığı çok da belli değil ama Murat’ın soruları karşısında “taşra komünisti” olarak davranıyor. Aile gibi kültürüne ait olan bütün değerleri savunan, bununla birlikte de komünist olan bir adam.

İsmail Türkmen: Renkli mısır fikri nereden çıktı?

Berrin Dağçınar: Çocuklar her zaman farklı şeyleri merak ederler. Benim de çocuğum ve onun arkadaşları var. Onların dünyasına yakın olduğum için aklıma gelmiş olabilir.

İsmail Türkmen: Öyle görünüyor ki çocukluğunuzu kaybetmemişsiniz.

Sevda Kaygısız: Filmden sonra çocuklar anne-babalarından renkli mısır isteyebilirler. Hatta belki birileri bunu gerçekleştirip piyasaya da sürebilir. Ama fikrin haklarını filmimizle tescil ettirmiş olduk artık. (Gülüşmeler)

ERTEM EĞİLMEZ TADINI YAKALAMAK İSTİYORUM

İsmail Türkmen: Sinemanın son dönemlerindeki durumu için ne düşünüyorsunuz? Biliyorsunuz bugünlerde genel bir şiddet hali hakim sinemaya.

Berrin Dağçınar: Evet. Ben şahsen filmlerin insanları ve özellikle de çocukları etkilediğine inanıyorum. Bir anne olarak da çocuğumu yaşına uygun olmayan yapımlardan uzak tutmaya çalışıyorum. Ayrıca ben de o tür çalışmaların içinde bulunmak istemiyorum. Ben yaptığım filmlere ya da dizilere mafyanın, silahın, şiddetin girmesini uygun bulmuyorum. Kendi yaşadığım çevrede bunlar yok. Dolayısıyla da yaptığım işe de girmesinin bir anlamı bulunmuyor. Aksiyon filmleri de olacak tabii ama hedef kitlenin çok iyi seçilmesi gerekiyor.

İsmail Türkmen: Filmin klasik Yeşilçam saflığına yakın durduğu şeklinde yorumlar okudum.

Berrin Dağçınar: Evet senaryoyu ilk okuyanlar da orada Ertem Eğilmez tadı olduğunu söylediler. Tabii bunu ne kadar yakalayabildim bilemiyorum ama yaptığım işin Ertem Eğilmez’inkine benzetilmesi benim için büyük bir gururdur. Ertem Eğilmez’de de hep o insani sıcaklık vardır. Onda mesele mekân değildir, giysi ya da makyaj değildir, tamamen insanın kendisidir. Benim en çok etkilendiğim filmler onundur. Çünkü doğrudan insan ilişkilerini anlatır. Yeşilçam’da çok başka akımlar da var ama ben Ertem Eğilmez çizgisini keşke yakalayabilsem diyorum açıkçası. Ama ben bunun kesinlikle hayatın dışında ve olmayacak hayalleri kapsadığını da düşünmüyorum.

(10 Mart 2008)

İsmail Türkmen

No Country For Old Men

Ethan ve Joel Coen’in yönettiği, başrollerini Tommy Lee Jones ve Javier Bardem’in paylaştığı 4 Oscar ödülüne sahip olan No Country For Old Men günümüzdeki en önemli sorunu, şiddeti konu alıyor.

Dünyada şiddetin hiç bitmediğini ve günden güne güçlendiğini, polislerin suçluları yakalamakta zorluk çektiğini, suçluların amaçlarını serbestçe gerçekleştirebildiklerini anlatıyor.

Geçenlerde Roma’da Stanley Kubrick sergisine gittim. Yönettiği bütün filmlerden parçaların gösterildiği sergide Otomatik Portakal filminin bölümüne girip hakkında yapılan belgeseli izledim. Filmi görmedim ama duyduğuma ve o belgeselden anladığıma göre, polisler toplum düzenini korumak amacıyla şiddete bile başvuruyor, hatta suçluların beyinlerini yıkayarak etkisiz hale getiriyorlar.

No Country For Old Men’de ise suçlular başa geçiyor ve dünya bir suç devleti haline geliyor.

Film aynı zamanda insanların gittikçe barbarlaştığını, para ve silâhla her şeye sahip olunabileceğini anlatıyor.

Filmin başında şerifin dediği gibi eskiden hiç bir şerifin silâhı yoktu, silâhsız her iş hallediliyordu ama artık silâhtan bile korkulmuyor çünkü herkes kolayca ediniyor.

İletişimsizlik, bireysel şiddet ve yalnızlık beyazperdeye iyi yansımış, Javier Bardem ise performansıyla yardımcı erkek ödülünü hak etmiş ama film oldukça durağan bir filmdi, bana göre daha iyileri çekildi ama günümüzde o kadar çok kötü film yapılıyor ki bunun gibi filmler Oscar kazanıyor.

(06 Mart 2008)

Emir Batuş

Tek Başına da Kalabilirsin Ama Söyleyecek Bir Sözün Varsa Söyleyeceksin

“TOPLUM BÖYLE İSTİYOR, O YÜZDEN BEN DE REİS ÇELİK OLARAK MASKELİ BEŞLER SAHİLDE FİLMİNİ ÇEKEYİM” DİYEMEM. TEK BAŞINADA KALABİLİRSİN AMA SÖYLEYECEK BİR SÖZÜN VARSA SÖYLEYECEKSİN.

Reis Çelik’in son filmi Mülteci, 7 Mart’ta sinemalarda. Kendisiyle kendi mekânı Cadde-i Kebir’de buluşuyoruz. Dışarıda kar yağıyor. Çok üşümüşüz… Bize hemen sıcak elma suyu ikram ediyor. Bunu içince paltolarımıza ihtiyaç kalmayacağını söylüyor. Gerçekten mükemmel bir şey. Koyu ve keyifli bir sohbete başlıyoruz. Reis Bey, Türkiye’deki sinema seyircisinin giderek azalmasından yakınıyor. Bu yalnızca kendi filmlerinin değil, birçok alternatif film yönetmenlerinin de başına gelen bir durum olduğunu söylüyor. “Ben bu konuları kendi çevremle de konuşuyorum” diyor, onlar da başka arkadaşlarıyla konuşuyor… Peki o konuşanlar da mı gitmiyor sinemaya?

Gazeteci kökenlisiniz, sinemacı olmaya nasıl karar verdiniz?

Günaydın Gazetesi’nde çalışırken, 1983 yılında Günaydın Video Televizyonu’nu kurduk. Televizyon yayınına izin verilmediği için televizyon yayının kasetlere doldurup bayilere veriyorduk. Bu dünyada da ilk örnektir. Orada kamerayı, kurguyu öğrenip geliştirdim. Sonra da kötü yola düştük.

1998 yılında çektiğiniz Hoşçakal Yarın adlı film çok fazla eleştiri aldı, bunlar ne kadar umurunuzda oldu?

Hiç umurumda olmadı. O eleştiriler bir şey yapmadan oturanların kendi yüzlerini kaşımasından öteye gitmedi. Umurumuzda olursa sinema yapamayız. Deniz (Gezmiş) herkesin tartışacağı bir adamdı. Zaten tartışılmasaydı bir sorun olduğunu düşünürdüm. Artık TV dizilerinde bile yer veriliyor. Bu çok güzel bir şey bence.

Hoşçakal Yarın, Kültür Bakanlığı’ndan destek aldı mı?

Onun hikâyesi çok ilginç. O zaman Kültür Bakanlığı Sinema Dairesi sinema filmlerine küçük bir yardımda bulunuyordu. Baş vurdum. O zamanlar Fikri Sağlar Kültür Bakanıydı. Hoşçakal Yarın, seçilen 18 film arasına girdi. Daha sonra Kültür Bakanı değişti ve bana verilen destek iptâl edildi. Ben de dava açtım ve kazandım. Filmin altına Kültür Bakanlığı’nın adını özellikle yazdım. Çünkü bu bir özür niteliği taşıyordu.

SANAT KARŞI DURUŞTUR, GÖRÜNMEYENİ GÖREN, SÖYLENMEYENİ SÖYLEYENDİR. BUNLARI YAPMAK İÇİN SİNEMACI OLMAYI SEÇTİM

Işıklar Sönmesin’de benzer eleştiriler aldı değil mi?

Evet. Çünkü ilk kez Kürt sorununu tartışmaya açtık. Kaynar kazana girerseniz mutlaka canınız yanar. Bunlar hiçbir zaman beni engellemez. Ben bu yüzden sinema yapmaya karar verdim.

İnat Hikayeleri nasıl ortaya çıktı? Senaryo yok, ekip yok…

Yine toplumsal bakışımla örtüşen bir hikâyeden çıktı. Halka bağlantımızın koptuğuna inanıyorum. Senaryo yazıyoruz ve orada “Seni seviyorum” yazıyor ama orada onun karşılığı yok, çok yapay… Halk kültürünü, halk edebiyatını görmezlikten geliyoruz ve aşağılıyoruz. “Bir halk ozanının sazıyla yaptığı şeyi ben kamerayla yapamaz mıyım?” diye düşündüm. Gitmeden, dokunmadan, işitmeden her şeyi yazıyoruz. Pir Sultanlar, Yunuslar hep o hakir gördüğümüz Anadolu köylerinden çıktılar.

İnat Hikâyeleri için Tuncel Kurtiz’le nasıl bir araya geldiniz?

Yine bir Şubat ayıydı. Oturduğunuz yerde oturuyordu Tuncel. Tıpkı bugünkü gibi kar yağıyordu. Yola çıktık. Bir ben, bir Kurtiz, bir araba, bir kamera… Ardahan’a gittik. Çıldır’da küçük bir belediye binası var. Belediye Başkanı Erdal Şirin belediye binasını bize tahsis etti. Gece başkanın odası Kurtiz’in, hesap işleri müdürünün odası da benim yatak odamdı. Senaryo yoktu ama bir tek sözcük vardı: “İnat”

Neden “İnat”?

Biz ne kadar onları görmezden geliyorsak, onları köylü diye aşağılıyorsak, sistemler onları yok etmeye çalıştıysa da onlar inatla ayakta kaldılar.

Kamera ürkütmedi mi köylüleri?

Köylüler bizden rahat. Tabii başta korkuyorlar. Birazda onların kültürünü bilmek gerekiyor. Bu konuda da kendime güvenmeseydim o yolculuğa çıkmazdım. Yeri geldi kamerayı paltonun altında sakladım, türküler söyledik…

Ve İnat Hikâyeleri ortaya çıktı…

Evet. Sonuçta heybelerimizde topladıklarımızı kestik, biçtik… Bana göre İnat Hikâyeleri bir laboratuar çalışmasıdır. Bizden sonra çekilen Oyun, Dondurmam Gaymak hep bu türde filmler. Çok da güzeldiler.

SİNEMA PAHALI BİR ŞEY. 500.000 DOLAR PARA BULACAKSIN. FİLMİNE 20.000 KİŞİ GİDECEK. 10 YIL BORÇ ÖDEYECEKSİN. SONRA YENİ BİR FİLME BAŞLAYACAKSIN, YENİ BORÇLAR… SİSTEM BU ŞEKİLDE KAPATIYOR SENİN YOLUNU. SİYASİ FİLM YAPMA, BURNUNU SOKMA MESAJI VERİLİYOR

Yine de seyirciyi çekemedi değil mi Türkiye’de?

Maalesef, İnat Hikâyeleri New York’da 25.000 seyirci yaptı. Daha sonra da alternatif sinema müzesinin filmlerinden birisi oldu. İstanbul’da bırakın entelektüelleri yaklaşık 1 milyon Karslı var. Bunları da mı merak etmediler bu filmi de 20.000 seyirci yaptı. Peki ya sinema okulundaki öğrenciler? Senaryo olmadan doğaçlama bir film yapılmış, oyuncu olmadan, ekip olmadan. Bir bakalım çocuklar bu adam ne saçmalamış da mı demediler? Sinema okuyan birisi için kötüyse de, iyiyse de ders.

Sadece sizin filmleriniz için geçerli değil ama bu durum genel olarak böyle…

Nuri Bilge Ceylan’ın Uzak filmi Cannes’da ödül aldı. Dünyada çok takdir gördü. Fransa’da 230.000 seyirci yapıyor. Türkiye’de ise 30.000 seyirci yapıyor. Bu ülkede sadece 30.000 tane sinema-televizyon öğrencisi vardır. Hani hep entelektüelim diye geçinen kesimimiz var bizim onlar neredeydi? 100.00 tane entelektüelimiz yok mu bizim? Zeki Demirkubuz kötü bir yönetmen mi? Kader gibi bir film 12 – 13.000 seyirci yapıyor. Rıza diye bir film çekildi. Son derece entelektüel bir anlatım tarzı denemiş yönetmen. Normal vatandaş sıkılır bundan doğrudur. Seyirci sayısı 600 kişi arkadaşlar… Hiç de öyle vasat bir filmde değil. Kadrajları, sinema kalitesi son derece iyi. Bu filmi bir 30.000 kişi izleyemez miydi?

Tuncel Kurtiz sizin için ne ifade ediyor? Birçok projede birlikteydiniz…

Ben Kurtiz’i 90’lı yıllarda Şeyh Bedrettin’i oynarken tanıdım. Tuncel Kurtiz bana göre bu ülkedeki sinema ve oyunculuk üzerinde bu ülkedeki en önemli adamlardan. Bir dünya oyuncusu. Ben film çekmek için dünyanın neresine gittiysem bana iki isim sordular: Yılmaz Güney ve Tuncel Kurtiz. Ama biz popüler kültürün esiri olduğumuz için bu tür insanların kıymetini bilmiyoruz.

Berhan Şimşek ile de birçok proje de çalıştınız…

Berhan Şimşek ve Tarık Tarcan da benim için çok önemli insanlardır. İnat Hikâyeleri’ni çekerken çalmadığım kapı kalmadı. Hiç kimse gelmek istemedi ama Berhan ve Tarık hiç düşünmeden geldiler benimle…

Mülteci’de neden birlikte çalışmadınız bu oyuncularla?

Tuncel’in dizisi vardı. Çok üzüldü oynayamadığı için. Şimşek ise milletvekili olduğu için bu aralar sinemayla flört etmiyor.

TÜRKİYE’DE 70.000 DOLAYINDA ÖĞRETMEN VAR. AYDA ORTALAMA BİR KİTAP OKUMUYORSA NEYİ ÖĞRETİYOR O ÖĞRETMEN? ÖĞRETMENLERİN GÜNLÜK GAZETE ALMA ALIŞKANLIĞI % 17, KİTAP SATIN ALMA % 3… EĞER BİR ÜLKENİN AYDINLARININ ÜZERİNDEN HİÇ ACIMADAN GEÇERSEN, ÇİĞNERSEN ORTAYA BÖYLE KISIR BİR TOPLUM ÇIKAR. 1960, 1970, 1980… HER DÖNEMDE DEZENFEKTE EDİLDİ AYDINLAR.

Mülteci’nin mesajı ne?

Bizim ülkemizde siyasal problemler var. Biz mücadelemizi veriyoruz. Ama dünyaya demokrasi dersi veren batı ne yapıyor? Mültecilik niye olur? Niye insan başka bir ülkeye sığınır. Ben kapitalizmin bu göçlerin temel nedeni olduğuna inanıyorum. Afrika’da madenlerin tamamını bitirseniz, kömürünü, odununu, altınını tüketirseniz bir gün o alıp götürdüğünüz şeylerin sahipleri onların peşinden gelirler. Çünkü aç kalıyorlar. İnsanların Avrupa ve Amerika kapılarına dayanmanın sebebi de bu. Filmde de bunu anlatmaya çalıştım.

HEMEN HEMEN HER AİLEDE MÜLTECİLİK VARDIR

İnsanlar ne kadar ilgi gösterecek sizce filme?

Bu konuda umutsuzum, Hoşçakal Yarın ve Işıklar Sönmesin’deki seyirciyi bile kaybetmiş durumdayız. Üniversite öğrencileri de dahil buna. Daha önce bir alt izleme oranı vardı. Artık o da yok.

Mültecilik yabancısı olmadığımız bir kavram oysaki…

Evet, Türkiye’de hemen hemen her insanın ailesinde mültecilik vardır. Almanya kapısına, Fransa kapısına ailesinden biri dayanmayan insan yoktur. Ancak bazen toplumsal gerçeklik dibe vurur. İnsanlar kendi sorunlarına bile sahip çıkmazlar. Şu an dibe vurduğu dönemdeyiz.

MÜLTECİ FİLMİ ÇEKİM NOTLARI

SENARYO YAZIMI (Gerçek bir hikâye)

Reis Çelik, Finlandiya Kültür Bakanlığı’nın davetlisi olarak gittiği Oulu kentinde tanıdığı Türkiye’li bir akıl hastasının gerçek hikâyesini Almanya’daki kaplara taşıdı. Uzun süre mülteci kamplarını dolaşarak buradaki hikâyeleri toplamaya başlayan yönetmen zaman zaman kaçak girdiği kamplarda tutuklanmalar yaşadı. Yazım ve ön çalışmaları 6 yıl süren Mülteci filminin sahneleri gerçek bir kampta neler nasıl uygulanıyorsa bu işlem ve süreleri bire bir aynen yazıldı.

ÇEKİMLER

Filmin finali her yıl Şubat ayının sonunda yapılan Köln Karnavalı’nda geçtiği için filmin çekimlerine 2006 yılının Şubat ayında Köln’de başladı. Aynı yılın Ekim ayında Kars – Ardahan bölgesinde Anadolu bölümleri çekildi. Almanya’daki mülteci kamplarından bir yıl süren izin beklentisine Kasım 2006’da yanıt geldi Nürnberg Sindorf Kampı’nda önce çekime izin verildi sonra senaryonun içeriğinden rahatsız olan Eyalet İçişleri izni iptal etti. Çekimleri yarım kalan mülteci kampının aynısı Kırklareli Kavaklı Göçmen Misafirhanesi’ne birebir kuruldu. Filmde oyuncuların yanı sıra mülteci kampı sahnelerinde gerçek mülteciler, köy sahnelerinde ise gerçek köylüler oynadı. Alman oyuncuların Türkiye’ye gelmelerinde ekonomik sıkıntılar yaşanınca Türkiye’de öğretmenlik ve gazetecilik yapan Almanlar filmdeki Alman karakterleri canlandırdı. Filmde Türkçe ana dil olarak kullanıldı; yan diller olarak Kürtçe, Almanca, İngilizce, Rusça, Afganca, Afrika Zuaheli gibi çok farklı diller kullanıldı. Filmde başrol oyuncularından Luk Piyes, Almanya da doğup büyümüş Türkiye kökenlidir. Oyunculuğunun yanı sıra Mülteci kamplarında sosyal danışmanlık yapmaktadır. Derya Durmaz da oyunculuğunun yanı sıra Birleşmiş Milletler Mültecilik Komiserliği’nde gönüllü çalışanlardandır. Filmde köylü nakkaşı canlandıran Balaban, Nazım Hikmet ile Bursa Cezaevi’nde beraber yatmış ve onun yetiştirdiği ressam İbrahim Balaban’dır. İlk defa bir filmde oynuyor.

REİS ÇELİK KİMDİR?

Reis Çelik, 1961 yılında Ardahan’da doğdu. İlk ve orta öğretimini tamamladıktan sonra İstanbul’a yerleşti. İstanbul Belediye Konservatuarı’nda Müzik ve Tiyatro eğitimi aldı. 1982 yılında gazeteciliğe başladı. Ekonomi ve politika muhabiri olarak çalıştı. Çeşitli televizyon programları hazırladı. Bir yandan okurken bir yandan da 70’lerin o büyük, kitlesel siyasal hareketlenmesi içinde yer aldı. Gazetecilikten dağıtımcılığa, fotoğrafçılıktan video gazete yayıncılığına kadar pek çok işte çalıştı. Fakat aklında hep film yapma fikri vardı. Belgesel filmler çekmeye başlayan Reis Çelik, çeşitli kuruluşlara 600 civarında reklâm filmi ve siyasal kampanya filmi çekti. Türkiye’de yapılan ilk Nazım Hikmet Belgeseli olan: Nazım Hikmet Ziyaretçin Var’a imza attı. (Bu röportaj Mirror Dergisi’nin 45. sayısında yayınlanmıştır.)

(28 Şubat 2008)

Gizem Ertürk

07 Mart 2008 Haftası

“Hasta”, ABD Cumhuriyetçilerinin sağlığı özelleştiren politikalarının çıkmazlarını, 11 Eylül faciası marifetiyle örselenen vatandaş örnekleriyle çok net, anlaşılır ve bir kurgu film tadında, hınzırca belgeliyor: Karşınızdaki Michael Moore olunca sürprizlere hazır olunuz!

“İhtiyarlara Yer Yok”, zalimliğin akıl almaz yöntemlerle uygulandığı, acımasızlığın onurları yerin dibine batırdığı ve erdemlerin paranın belirleyiciliğine teslim edildiği bu tuhaf dünyada: Film boyunca seyirciyi daimi gerginliğe sokarken, değişimin -her nesilde daha korkutucu bir boyuta sıçrayan- nefesini hissettirmek az marifet değil.

“Jumper”, kendini anında her yere ışınlayabilen karakterlerin olduğu zorlu sahnelerin karmaşık yapısının üstesinden hakkıyla gelen bir yönetmenliğin dikkat çektiği, fantastik serüvenin kaynağındaki aile dramı ve karakter çalışmasıyla da içi boş bir gösteri olmaktan kurtulan ilgiye değer film: Saniyeler içinde binlerce kilometre öteye gidebilme ve ‘istediğiniz her yere girebilme’ fikri, sinemadan çıktıktan sonra da hayalinizi çalıştırmaya devam edecek.

“Kolera Günlerinde Aşk”, 19. yüzyılın son çeyreğinde başlayıp yaklaşık 53 yıl süren bir bekleyişin, erkeğin sabır kozası ördüğü bir aşkın ve toplumsal değişimlerle beslenen Latinlere özgü duyarlılıkların dokunaklı öyküsü ama işte Kuzey Avrupalı bakışıyla olduğundan mesafeli, tadı yok gibi: Başka bir deyişle, eksiği olmamasına rağmen yüreğe akmıyor.

“Lagerfeld Sırları”nı izledik; jet sosyetenin şımarttığı, bencil ve sürekli ‘oynayan’ bu modacıdan rahatsız olduk: Bu filmin belgesel değeri ve bu adamın da, ‘ceset giyen karılar’a kürk tasarımlarıyla hizmet ettiği için, gözümüzde insan olarak değeri yok!

“M. Ö. 10,000”, bir erkek kahramanın halkına mutluluk getirme macerasında, onunla birlikte, yaşamı, ölümü, aşkı, nefret ve tehlikeyi yaşayacaksınız: Sinemanın öykü anlatma yeteneğini geliştiren teknolojileri her filminde bir üst kademeye taşıyan yönetmen Emmerich’in geniş ekranda sunduğu keyfi kaçırmak istemezsiniz, eminim.

“Mülteci”, mecburen Almanya’ya sığınan Kürt gencinin şahsında, vatanlarından koparak kamplarda çile çeken insanlara adanmış yarı-belgesel gibi bir film ve eksikleri olmasına rağmen, samimi, çok da dürüst: Finale doğru, “Otobüs”de (1976) Tunç Okan’ın canlandırdığı karakteri andırır biçimde yoz dünyanın içine düşen Şivan rolünde, bizim Doğu insanının o naif halini mükemmelen yansıtan oyuncu Luk (Haluk) Piyes’i tebrik ediyoruz.

(05 Mart 2008)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Kan Dökülecek, Filmini Nasıl Okumalı?

“There Will Be Blood / Kan Dökülecek” filmi güzel bir zamanlamayla Türkiye’de erken gösterime girince Oscar ödülleri açıklanmadan önce izleyebildik.

Ayrıca bu yılın Oscar’ları çok özeldi; nedeni ise yalnızca gönlümden geçenlerin ödül almasından değil, aynı zamanda klâsik film formatlarına yüz vermeyen veya onları ters – yüz eden filmlerin öne çıkmasından. Şaşırtıcı biçimde “Juno” gibi son derece sıradan bir film de listede yer alıyordu, ancak ödül dağıtımında vasat filmlere yüz verilmedi.

Daniel Day-Lewis’a, son derece hak edilmiş en iyi oyuncu ödülünü kazandıran “Kan Dökülecek” kalıpların ters – yüz edilmesine en güzel örnek. Öyküyü ve karakterleri araya mesafe koymaksızın izliyor; katı bir gerçekçilik duygusuyla salondan ayrılıyorsunuz.

Yönetmen “mutlu son” kolaycılığına kaçmayıp seyircisini huzursuz etmeyi göze alıyor. Belki de bu yüzden filmin “kopuk” ve “anlaşılmaz” olduğu yorumları artmaya başladı.

“There Will Be Blood / Kan Dökülecek” kendini hemen teslim etmeyen, seyircisini yormak isteyen bir film. 1800’lerde Amerika’da petrolün bulunması meselesine ve ana karakter Daniel Plainview’a odaklanan öykü dört alt metin üzerinden gelişiyor.

Bireysel girişimcilik ruhu ve giderek kapitalizme evrilecek hırs; aile değerleri ve ait olma duygusu; yükselen maneviyat ve din sömürüsü; coğrafi – sosyal şartların getirdiği kültürel çeşitlilik. Bütün bunlar Amerika’nın kuruluş değerleri. Zaten öykünün gelişim sürecinde her alt metin bir diğerine eklenerek, Daniel’in hüzünlü hayatında düğümleniyor.

Filmi bu alt metinler üzerinden okumaya kalktığınızda, evet yorucu olabilir belki, ama sıkıcı asla değil.

Sonuçta Paul T. Anderson, Daniel Day-Lewis’a teslim ettiği öyküde müthiş sahneler içeren bir başyapıt ortaya çıkarıyor.

Kardeşi olduğunu söyleyene ilk tepki olarak “benden ne istiyorsun” diye sorması; kendi işini kurmak isteyen oğluna “bana rakip olamazsın” karşılığını verirken, öz oğlu değil evlâtlık olduğunu söylemesi ve özellikle final: Bir insanın sahip olduğu devasa güce rağmen alt edemediği mutsuzluğundan ve hayatın kendisinden intikam aldığı sahne hafızalardan kolayca silinmeyecek mükemmellikte.

(02 Mart 2008, Sabah Ankara)

Haldun Armağan

Yürüyüp, Bir Yere Gitmemek

Bir film. Bir panayırın kurulması ile açılan bir film. Yakınlarda bir yerde bir şantiyede çalışan bir işçi. Panayırda düet yapan kadın şarkıcılar prova yapıyor. İşçi, kadını görüyor, kadın da işçiyi. Yer belirtilmiyor her zaman olduğu gibi ama dolmuş plâkaları 39 ve diğer araçlarda da 17 var. Kadın daha dışa açık gibi görünse de, o da kendi grubu içinde oldukça içe dönük, uzun süredir beraber olduğu (düet) arkadaşına bile ilk kez annesinden söz ediyor, evi terk ettiğinden, sevgilisi ile gittiğinden, geri dönünce de kabûl edilmediğinden. Patronu ile araları (neden?) biraz sorunlu. Önceleri bir araya gelince konuşamayan aşıklarımız, panayırdaki ve şantiyedeki işlerini aksatırlar ve biri patronu ile biri işvereni ile sürtüşürler. İşveren işçi hakkında rapor düzenlerken, patron -kumardan vakit buldukça-hem şarkıcısına hem de sevgilisine musallat olmaktan vazgeçmez. Çadırın (panayırın) giderek daha az iş yapmasının asıl nedeni televizyondur. İşi bırakmaya kararlı işçi Cemal, kısa bir süre için kendisini görmeye gelen şarkıcı Nurşen’i alıp bir yerlere, daha büyük bir panayıra götürür. Gündüz çalışmadığı için akşamı beklerler ve bindikleridönen çark’ın sepeti en üst noktada durunca, hiç uçağa binmediklerini itiraf ederler.

Bu uzun kaçış sonrası dönüşte şarkıcımız panayırın toplanmakta olduğunu görür, işçi ise eşyalarını toplarken arkadaşına verdiği almanca sözlüğü ısrarla ister. Kumarbaz patron kullandığı kamyonda yanına karısını ve kızını değil de herkes toplandıktan sonra ortaya çıkan şarkıcısını alır. İşçimiz ise panayırın gitmeğe hazırlandığını görünce, bisikleti ile peşlerine düşer. -Çocukluğunda babası bisiklet almaya söz verdiği gün, dükkândaki son bisikletin bir gün önce satılması nedeni ile bisikleti alamamıştır.- Şimdi ise kamyonları bir bir geçerek ve sele üzerinde kalkıp kalkıp şoför mahallerine bakarak Nurşen’i aramaktadır.

(Altın Kafes / O. F. Seden – 1958 filminde, Gül (Nilüfer Aydan) kendisini istemeyen sevgilisi Zeki’den (Zeki Müren) ayrılıp diğer bir talibi ile evlenmek üzere iken, arkadaşları Dört Duvar Ahmet (Münir Özkul) trafiğin yoğun olduğu caddede koşarak ve arabaları geri bırakarak, Gül’e Zeki’nin kör olduğu için kendisini terk ettiğini haber vermek için koşar, koşar, koşar… Bu arada Zeki de Yenikapı’da kendini trenin altına atmaya çalışmaktadır.)

Cemal de bisikleti ile kamyonları -hem de sollarından- geçerek ilerler ama kamyonlar bir iki tane değillerdir, beklenen olur karşıdan gelen araçlardan korunmaya çalışırken sağ taraftaki hendeğe yuvarlanır. Panayırda Nurşen’i kamyona -birazda zorla bindiren- patronu, peşinden gelen Cemal’in kaybolması üzerine durarak “inebileceğini” söyler fakat Nurşen inmez bir süre daha giderler, ikinci durmada Nurşen inmiştir, elinde valizi ile. Yoldan çıkarak uzaktan trenin geçtiği bir demiryoluna doğru -tabii istikameti orası değil- kırsal arazide yürümeye başlar. Yürür de, yürüdüğü yer yol değildir, bu yürüyüş bir yere de gitmek değildir.

Hazan Mevsimi: Bir Panayır Hikâyesi, Mehmet Eryılmaz’ın ilk uzun metraj filmi. Yaşamda tutunamayanların, yarışa hep bir adım geriden başlayanların sonuçsuz, birkaç kısa süreli mutluluklarının öyküsü. Özellikle Yeşilçam döneminde çeşitlemeleri yapılmış bir öykü. Düz gelişen olayda, arada mekân ve zaman problemleri ve patronun Nurşen üzerindeki takıntısının netleşmemesi gibi sorular akla takılıyorsa da, yeni bir yönetmen, yeni oyuncular (Nurşen / Zümrüt Erkin – Cemal / Fatih Al) ile karşı karşıyayız. Bu tip filmlerin vazgeçilmez tiplerinden yarı filozof yaşlı balıkçı Recep dayı da var. Bir de kaçıp giden kertenkele… (Bazen, gülmek o kadar kolaydır)

(02 Mart 2008)

Orhan Ünser

29 Şubat 2008 Haftası

“Benimle Evlenir misin?”, başkalarını mutlu etmeye çalışmaktan kendini düşünemeyen o ‘tanıdık’ karakterlerden biri olan hoş kadının, tam 27 nedimelik görevinden sonra nasıl olup da evlenebildiğini merak eden izleyiciler için eğlenceli olabilir: Sabun köpüğünün kalitelisini sevenlere…

“Charlie İş Başında”, ergenlik dönemini yaşayanların -bazılarının zannettiği gibi- ‘kolay’ olmadığını, iyimserlikten çok uzaklaşmayan bakışa sahip, bildik ’lise dönemi gençliği’ filmlerinden farklı olarak da yüzeyin altına inen, zeki ve cesur bir öykü içinde anlatıyor: Zaten, “Prozac” gençliğinin müsebbibi de, sorunlarından kaçışta hepten haplara sığınan büyükler değil mi?

“Göz”, kornea nakli sonrası ruhların dünyasına giriş yapan genç kadının korkutucu ve yer yer sıçratan hikâyesindeki “neden?”in yanıtında yer alan taşları, klâs bir biçemle yerine oturtuyor: Korku sinemasında “ucuz numaralar”ın biraz daha ötesini talep edenler sevecektir.

“Kalbini Dinle”, umarsız gözyaşlarıyla yalnız kalsan da, evrenin sonsuz tınılarının rehberliğinde müziği duyarak sevdiklerini bulabileceğini, bir çağdaş “Oliver Twist” hikâyesi içinde yüreğimize işliyor: Şiddet dolu dünyayı tüm gerçekliğiyle yansıtan filmler arasında umutlanmak için!

“Oyun Bozan” -aniden hayatınıza giren- evlâdınız olabilir, ama az şey midir bencillik ve şımarıklığınızdan sıyrılmanız ve keyifli bir paylaşımın yaşamı anlamlandırdığını öğrenmeniz: Yaşama dair sevinci azalanlar özellikle gitsin, ‘melek gibi’ bir gülüşe sahip Dwayne Johnson morallerini düzeltecek!

“Öldüren Sis”, en korkunç olanın, süpermarkete sıkışmış kasaba halkına saldıran değişinime uğramış hayvanlar değil, insanın doğrudan doğruya kendisi olduğunu, müthiş final sürprizi içeren iyi bir korku filmi çerçevesinde öyle sağlam anlatıyor ki: Bir gün gelip militarizme teslim olduğunda her şey, boşuna bağırmayın, sizinki dâhil hiçbir canlının çığlığı duyulmayacak!

(27 Şubat 2008)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

22 Şubat 2008 Haftası

“Sürgün”, kentin aldatıcı duygu tuzaklarından uzakta, pastoral güzellikteki bir ata evine gelen ailenin, önyargısız, sabır ve dikkat isteyen saf sevgiye uzanma çabasını, seyircinin tüm algılama merkezlerini hedefleyen bir öyküleme ile anlatan, yüksek düzeyde bir sanat yapıtı: Yani sevginin nasıl zorlu olduğunu vicdanınız kanayarak hissederken, filme fazlasıyla ‘nüfuz’ edeceksiniz.

(20 Şubat 20089)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com